Bir kâğıt ve titrek bir kalem... Neden titriyorsun ki kalemim? Bugüne kadar
kâğıdın önünde eğilmeyen başın nerede? Kendinden emin, o her şeyi bilen ve tartan terazine
ne oldu? Seni bu kadar mahzunlaştıran, terazinin kaldıramadığı güllerin ağırlığı mı? Öznesiz kurduğun,
sevgiden ve muhabbetten uzak, bencil cümlelerin nerede şimdi? Tükenmez zannettiğimiz kalemler,
bitmez dediğimiz sevgiler çoktan göçüp gitmedi mi? Gel, sahip olduğumuz her şey tükenmeden,
kokusu bugünlere ulaşan gül çağına seyahat edelim. Artık yüzleşme zamanı geldi sevdiğimizi
zannettiklerimizle…
Yer Mekke... Yer Medine... Haneleri, hanedanları güle boyanan beldeler. Hissediyorsun
değil mi kalemim bu eşsiz kokuyu? Hayatımız boyunca görmüş müydük böylesine mütebessim,
böylesine pak sîmâları? Üzerimizdeki bu pamuk elbise, sâde bir sevginin kaftanı olmalı.
Nasıl unuturum? Bu kıyafetleri ne gurur, ne kibir giymişti. Ayaklarım yanıyor kalemim!
Aşktan kızgın, kirden arınmış bu çöl kumlarında. Kopmuş takvimlere inat yürüyorum
sonsuzluğa. Ben hiç yalınayak toprağa basmamıştım ki...
Burası felekleri tutuşturan aşkın merkezi, burası rahmet vadisinden âb-ı hayat dökülen belde.
Ey güneşi bağrında taşıyan şehir! Ey kıskançlık ve muhabbetin birbirine küs olduğu şehir!
Gül’e hasret olan beni ve mahcup kalemimi misafir eder misin bağrında? Biz ki günaşırı
sevmeler şehrinden, her zerresini sevginin inşa ettiği muhabbet şehrine hicret etmek
isteyen âşıklarız.
Bu, yanımızdan geçen, ömrünü biricik Sevgili’ye (sas) adayan Hz. Ebu Bekir (ra) değil mi?
Bedeni, kuvveti, canı, malı ve dostluğuyla Peygamber’e (sas) siper olan, dünya malı adına
neyi varsa bir an bile düşünmeden Sevgili uğruna infak eden Ebu Bekir! İslâm’ın davet
yılında eza ve cefalarla karşılaşmış, Utbe bin Rebia’nın çivili ayakkabılarının darbesiyle,
mübarek yüzü tanınmayacak hâle gelmişti. Kendine gelir gelmez ilk sözü; “Allah’ın peygamberi nasıl?”
olmuştu ve yemin etmişti Efendimiz’in (sas) durumunu öğrenmeden yemek yemeyip, su içmeyeceğine.
O, yaşadığı müddetçe her dâim Efendimiz’in (sas) dostu ve yoldaşı olmuştu. Hicret esnasında
Resulullah’ın (sas) parçalanan, kanayan ayaklarını gözyaşlarıyla temizlemiş, Sevr Mağarası’nın
boşluklarını kapattığı ayaklarını (ihtimal Kâinatın Efendisi’ni bir kez görebilmek uğruna) ısıran
yılanın acısına, Kâinatın Sevgilisi (sas) uyanmasın diye tebessümle sabretmişti. O’nu (sas) öyle
seviyordu ki, Sevgili’nin amcası Ebu Talib’in imanını, kendi öz babası Ebu Kuhafe’nin imanından
daha çok arzu ediyordu. Ebu Bekir demek sevmek, Sevgili’yi (sas) kendine tercih etmek
demekmiş kalemim! Şu hüzünlü bakışlardaki mânâyı çözebildin mi? İnanmışlık ve adanmışlık
süzülüyor bu gözlerden...
Sevmek, huzur bulmakmış kalemim. Huzursuzluk nedir bilinmeyen bu şehirde, Sevgili’nin (sas)
bütün güzelliğinin yansıdığı bu şehirde, ben de huzurluyum şimdi. Ayakkabıya alışmış ayaklarım
acımıyor artık!
Şu küçük, kimsesiz çocuğun başını okşayan Hazreti Ömer (ra) değil mi? Hak ile bâtılı birbirinden
ayıran Ömerü’l-Faruk. Adalete asıl mânâsını veren, adaletin en büyük temsilcisi... Neden korktun,
neden ürktün ki kalemim? Aşka ihanet etmemişsek neden korkalım ki, doğunun ve batının
kendisinden çekindiği Ömer’den. Gerçi sen de haklısın. O hep sâdık kaldı aşkına, riyasız bir
sevgiyle bağlıydı Resulullah’a (sas). Zaten onun adaletinin kaynağı da, Sevgili’ye (sas) duyduğu
bu aşktı. O aşk sayesinde, mâşûkunu örnek almıştı. “Kızım Fatıma bile hırsızlık yapsaydı, onun da
elini keserdim!” diyen Sevgili’nin (sas) izinden, oğlu Abdurrahman’ı bile cezalandırmaktan
çekinmeden gitmişti.
Korkusundan çoçuğunu düşüren kadına diyet ödemiş, zımmîlerden bir ihtiyara maaş bağlamış,
hattâ ölümüne sebep olduğu bir kuş için bile müşaverede bulunmuştu. Sevmek, canından
vazgeçmekmiş kalemim. Sevgili’ye (sas) o kadar müştak idi ki Ömer (ra), kılıcını kuşanıp bütün
Kureyş’e meydan okuyarak hicret etti Medine’ye. Can endişesi taşımadan... Sadece Cânân’a (sas)
kavuşmayı düşünerek... Ey yüce Ömer! Buğulu bakışların yıktı bütün dayanaklarımı. Sevda
lügatımdaki kelimeler silindi gitti. Ellerime kar yağıyor çöl sıcağında; üşüyorum, titriyorum.
Sevgili’ye (sas) aşkından bir nebze istesem, görebilir miyim yıldızlara ışık veren yüzünü?
Yalnızlığım bana bir zindan gibi bakarken, seninle hükümlü olsam güle, kelepçemiz
gülden olsa...