Din İşleri Yüksek Kurulu Kararlari ( organ nakli )
Organ Naklİ
(KARAR TARİHİ : 03031980)
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyelerinden Doç Dr Mehmet Haberal’ın ölmüş kimselerden alınacak organ ve dokuların, tedavileri ancak bu yoldan yapılabilecek hastalara nakli konusunda, Başkanlık Makamından havale olunan dilekçesi Kurulumuzca incelendi
Yapılan müzakere sonunda :
Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde, organ ve doku nakli konusunda sarih bir hüküm bulunmamaktadır İlk müçtehit ve fakihler de, kendi devirlerinde böyle bir mesele söz konusu olmadığı için, bu ameliyyenin hükmünü geniş şekilde açıklamamışlardır Ancak dinimizde, Kitap ve Sünnet’in delaletlerinden çıkarılmış umumi hükümler ve kaideler de vardır Kitap ve Sünnet'te açık hükmü bulunmayan ve her devirde karşılaşılan yeni yeni meselelerin hükümleri, İslam fakihleri tarafından bu umumi kaideler ile hükmü bilinen benzer meselelere kıyas edilerek çıkarılmış, hiçbir mesele cevapsız bırakılmamıştır Organ ve doku nakli konusunda hükmünü tayinde de aynı yola baş vurulması uygun olacaktır
Bilindiği üzere, insan mükerrem bir varlıktır Mahlukatı içinde Allah onu mümtaz kılmıştır Bu itibarla normal durumlarda ölü ve diri kimselerden alınan parça ve organlardan faydalanılması, insanın hürmet ve kerametine aykırı görüldüğünden, İslam fakihlerince caiz görülmemiştir Ancak, zaruret durumunda, zaruretin mahiyet ve miktarına göre bu hüküm değişmektedir
Nitekim dinimiz, bir kısım fiil ve davranışları yasak kılmış, Kitap ve Sünnet bunları tespit etmiştir Sözgelimi murdar hayvan (meyte), kan, domuz eti, şarap vb şeylerin yenilip içilmesi, alınıp satılması, ilaç olarak kullanılması haram kılınmıştır Ancak zaruret halinde bunlardan zaruret miktarında (ölmeyecek kadar) yenilip içilmesinin (el-Bakara, 173; el-Maide, 3; el-En’am, 119) meşru olduğu beyan buyrulmuştur
Söz konusu ayet-i celilelerden, İslam fakihleri, zaruretlerin bir ölçüde dinen yasaklanmış şeyleri mübah kıldığı ve zaruret halinde sadece ayet-i kerimelerde beyan edilen yasakların değil, zaruret halinin giderilmesi için yapılması zorunlu ve başka bir çare olmayan bütün yasakların zaruret miktarınca işlenmesinin caiz ve mübah olduğu sonucuna varmışlardır
O halde, ölmüş kimselerden tedavi maksadıyla organ ve doku alma ve bunları hasta veya yaralı kimselere nakletme konusunda bir hükme ulaşabilmek için;
Zarurete binaen, cesedin kesilmesi, organ ve dokularından bir kısmının alınmasının caiz olup olmadığı,
Hastalığın tedavisinin zaruret sayılıp sayılmayacağı (Haram ile tedavinin hükmü)
Organ ve doku nakli caiz ise hangi şartlarla caiz olduğunun bilinmesi gerekmektedir
İslam fakihleri, karnında canlı halde bulunan çocuğun kurtarılması için ölü annenin karnının yarılmasına,
Başka yoldan tedavileri mümkün olmayan kimselerin kırılmış kemiklerinin yerine, başka kemiklerin nakline,
Bilinmeyen hastalıkların öğrenilmesi ve hayatta bulunmaları sebebiyle ölülere nisbetle daha çok şayan-ı ihtiram olan hastaların tedavilerinin sağlanabilmesi için, yakınlarının rızası alınmak suretiyle, ölüler üzerinde otopsi yapılmasının caiz olacağına,
Fetva vermişler, canlı bir kimseyi kurtarmak için, ölünün bir parçasını itlaf etmeyi caiz görmüşlerdir Nitekim, Müşavere ve Dini Eserleri İnceleme Kurulu’nun 1641952 tarih ve 211 sayılı kararında, özetle;
“âmmenin menfaat ve maslahatı göz önünde tutularak, bilinmeyen bir hastalığın bilinir hale gelmesi, hastalığın bilinmemesinden doğacak âmme zararının önlenmesi, hayatta bulunmaları sebebiyle daha şayan-ı ihtiram olan hastaların tedavilerinin sağlanması gibi maslahat ve şer’î hikmetlerin husule gelmesini temin için, yakınlarının rızası alınarak, ölüler üzerinde otopsi yapmanın caiz olacağı ve bu gibi sebepler dolayısıyle ölüye gösterilmesi gereken hürmet ve tekrimin zevaline katlanmanın, İslamî hükümlerin bir gereği olduğu” ifade olunmuştur
İslam fakihleri, açlık ve susuzluk gibi, hastalığı da haramı mübah kılan bir zaruret saymışlar, başka yoldan tedavileri mümkün olmayan hastaların haram ilaç ve maddelerle tedavilerini caiz görmüşlerdir Günümüzde kan, doku ve organ nakli ve tedavi yolları arasına girmiş bulunmaktadır O halde, hayatı veya hayatî bir uzvu kurtarmak için başka çare olmadığında, kan, doku ve organ nakli yolu ile de bazı şartlara uyularak, tedavinin caiz olması gerekir Nitekim, Müşavere ve Dinî Eserleri İnceleme Kurulunun 25101960 tarih ve 492 sayılı kararında, “tedavileri için kan nakline zaruret bulunan hasta ve yaralılara başka kimselerden kan naklinin; başka kimselerden alınacak parçaların takılmasıyla görmeleri mümkün olduğu takdirde; hayatında buna izin vermiş olan kimselerin, ölümlerinden sonra gözlerinden alınacak parçaların bu durumdaki kimselere takılmalarının caiz olacağı” beyan edilmiştir
Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 19011968 gün ve 3 sayılı gerekçeli kararında ise “yalnız hayatı kurtarmak için değil, bir organı tedavi etmek, hastalığın tedavisini çabuklaştırmak için de kan naklinin caiz olduğu, tıbbi ve hukuki kaidelere riayet edilmek şartıyla kalp naklinin de caiz olacağı” ifade olunmuştur
Yurdumuz dışında, çeşitli İslam Ülkelerinin yetkili kişilerince de aynı yolda fetvalar verildiği bilinmektedir
Kurulumuzca da aşağıdaki şartlara uyularak yapılacak organ ve doku naklinin caiz olacağı sonucuna varılmıştır
Zaruret halinin bulunması, yani hastanın hayatını veya hayatî bir uzvunu kurtarmak için, bundan başka çaresi olmadığının, meslekî ehliyet ve dürüstlüğüne güvenilen bir tabip tarafından tespit edilmesi,
Hastalığın bu yoldan tedavi edilebileceğine tabibin zann-ı galibinin bulunması,
Organ veya dokusu alınan kişinin, bu işlemin yapıldığı esnada ölmüş olması,
Toplumun huzur ve düzeninin bozulmaması bakımından organ veya dokusu alınacak kişinin sağlığında (ölmeden önce) buna izin vermiş olması veya hayatta iken aksine bir beyanı olmamak şartıyla, yakınlarının rızasının sağlanması,
Alınacak organ veya doku karşılığında hiçbir şekilde ücret alınmaması,
Tedavisi yapılacak hastanın da kendisine yapılacak bu nakle razı olması gerekir
(el-İsra Suresi , 70; et-Tin Suresi, 4
el-Hidaye, el-İnaye ve Feth’ül-Kadir 1/65; Fethu babi’l-İnaye, 1/126; Fetevay-ı Hindiye, 2/390
Cessas, Ahkamü’l-Kur’an, 1/156; İbnü’l-Arabi, Ahkamü’l-Kur’an, 1/55; Kurtubi, 2/232 ve 7/73; İbn Hazm, el-Muhalla, 7/426
Fetevay-ı Hindiye, 2/296; el-Va’yü’l-İslami, Sayı 137, Yıl 1396, Kuveyt; Istılahat-ı Fıkhiye,3/157
Fetevay-ı Hindiye 2/390)
Türkçe İbadet
(KARAR TARİHİ : 04121997 )
Son günlerde Türkçe ibadet ve özellikle Kur’an-ı Kerim’in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına dair tartışmaların yoğunluk kazanması üzerine konu Kurulumuzda görüşüldü Yapılan inceleme ve müzakere sonunda:
Bütün ilahi kitaplar, onları insanlığa tebliğ ile görevlendirilen Peygamberlerin konuştukları dille indirilmişlerdir
Peygamberimiz Hz Muhammed (sa) Arabistan’da Araplar arasında yetiştiği ve Arapça konuştuğu için, O’nun tebliğ ettiği Kur’an-ı Kerim de Arapça olarak indirilmiştir
Ancak Yüce Rabbımızın bütün insanlığa son kitabı ve ebedi hitabı olan Kur’an-ı Kerim, sadece Araplar ve Arapça’yı bilenler için değil, bütün insanları sapıklıklardan korumak, onlara Hakkı ve hakikati öğretmek, hidayet ve gerçek saadet yolunu göstermek için indirilmiştir Bunun gerçekleşebilmesi için de, Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği ilahi gerçek ve öğütlerin herkese, bütün insanlığa tebliğ edilmesi, herkes tarafından öğrenilmesi, anlaşılması, üzerinde düşünülmesi, kavranması ve kalplere yerleşmesi gerekir Nitekim Kur’an-ı Kerim’de:
“Bu Kur’an, bütün insanlara bir açıklama, sakınanlara yol gösterme ve bir öğüttür” (Al-i İmran, 3/138)
“Ey Peygamber, Rabbından sana indirileni tebliğ et Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun” (Maide 5/67)
“Kendilerine, indirileni insanlara açıklayasın diye sana Kur’an’ı indirdik” (Nahl, 16/44)
“Bu Kur’an, ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler, tam akıl sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz feyz kaynağı bir kitaptır” (Sad, 38/29)buyurulmuştur
İfade edildiği üzere Kur’an-ı Kerim Arapçadır Cenab-ı Hakk’ın yüce kelamı kutsal kitabımızın dilinin her müslüman tarafından bilinmesi ve anlaşılması, arzu edilen bir durum ise de, âdeten mümkün değildir O halde Kur’an-ı Kerim’in Arapça bilmeyenlere tebliğ edilebilmesi ve onların da bu Yüce Kitapta bildirilen ilahî gerçek ve öğütleri anlayıp üzerinde düşünebilmeleri ve O’nun hidayetinden yararlanabilmeleri için, başka dillere tercüme edilmesine, kısa ve uzun açıklamalarının yapılmasına kesin ihtiyaç hatta zaruret vardır Nitekim, İslamın ilk dönemlerinden itibaren buna ihtiyaç duyulmuştur Ashabın ileri gelenlerinden Selman-ı Farisî’nin İranlı hemşehrilerinin isteği üzerine Fatiha Sûresini Farsçaya çevirip onlara gönderdiği bazı kaynaklarda (bk Serahsi, el-Mebsut, I, 37, Beyrut, 1398/1978) yer almıştır Günümüzde Kur’an-ı Kerim, dünyadaki belli başlı hemen bütün dillere çevrilmiş durumdadır Dilimizde de yüzün üzerinde meal, terceme ve tefsiri bulunmaktadır
Kur’an-ı Kerim’in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına gelince:
Kur’an-ı Kerim’de “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun” (Müzzemmil, 73/20) buyrulduğu gibi, Hz Peygamber (sa) de bütün namazlarda Kur’an-ı Kerim okumuş ve namaz kılmayı iyi bilmeyen bir sahabiye namaz kılmayı tarif ederken “ sonra Kur’an’dan hafızanda bulunanlardan kolayına geleni oku” (Müslim, Salat, 45) buyurmuştur Bu itibarla namazda kıraat yani Kur’an okumak, Kitap, Sünnet ve İcma ile sabit bir farzdır
Bilindiği üzere Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın HzMuhammed (sa,)’e Cebrail aracılığı ile indirdiği manaya delalet eden elfazın (nazm-ı münzel’in) ismidir Sadece mana olarak değil, Resülüllah (sa)’in kalbine elfazı ile indirilmiştir Bu itibarla bu elfazdan anlaşılan ve başka lafızlarla (sözlerle) ifade edilen mana Kur’an değildir Çünkü indirildiği elfazın dışında, hatta Arapça bile olsa, başka sözlerle ifade edilen mana Cenab-ı Hakk’ın kelamı değil, mütercimin ondan anladığı yorumdur Oysa Kur’an kavramının içeriğinde, sadece mana değil, bir rüknü olarak onun elfazı da vardır Nitekim:
“Şüphesiz O, alemlerin Rabbı tarafından indirilmiştir Onu Ruhu’l-emin (Cebrail), uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine apaçık Arap diliyle indirdi” (Şuara 26/192-195)
“Böylece biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik” (Ta-Ha 20/113)
“Korunsunlar diye dosdoğru Arapça bir Kur’an indirdik” (Zümer, 39/28)
“Bu bilen bir toplum için, ayetleri Arapça bir Kur’an olmak üzere ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır” (Fussilet, 41/3) gibi tam on ayrı yerde (Yusuf, 12/2; Ra’d, 13/37; Nahl, 16/103; Şura, 42/7; Zuhruf, 43/3; Ahkaf, 46/12) nazm-ı münzel’in Arapça olduğunu ifade eden ayetlerden, sadece mananın değil, elfazının da Kur’an kavramının içeriğine dahil olduğu açık ve kesin bir şekilde anlaşılmaktadır Bu sebepledir ki, tercemesine Kur’an denilemeyeceği ve tercemesinin Kur’an hükmünde olmadığı konusunda İslam bilginleri görüş birliği içindedir
Bilindiği üzere terceme, bir sözün anlamını başka bir dilde dengi bir sözle aynen ifade etmek demektir Oysa her dilin, başka dillerde bulunmayan (kendine ait) ifade, üslup ve anlatım özellikleri vardır Bu yüzden, edebî ve hissî yönü bulunmayan bazı kuru ifadeler dışında, hiçbir terceme aslının yerini tutamaz ve hiçbir terceme de her bakımdan aslına tam bir uygunluk sağlanamaz O halde, Kur’an-ı Kerim gibi, ilahî belağat ve i’cazı haiz bir kitabın aslı ile tercemesi arasındaki fark, yaratan ile yaratılan arasındaki fark kadar büyüktür Çünkü biri Yaratan Yüce Allah’ın kelamı; diğeri ise yaratılan kulun aciz beyanı Hiç böylesi bir tercemenin, Allah kelamının yerine konulması ve aynı hükümde tutulması mümkün olur mu?
Kaldı ki, İslam dini evrensel bir dindir Değişik dilleri konuşan bütün müslümanların ibadette ortak bir dili kullanmaları onun evrensel oluşunun bir gereğidir
Herkesin konuştuğu dil ile ibadet yapmaya kalkışması, Peygamberimizin öğrettiği ve bugüne kadar uygulana gelen şekle ters düşeceği gibi içinden çıkılmaz bir takım tartışmalara da yol açacağı muhakkaktır Konuya ülkemiz açısından baktığımızda ise böyle bir uygulamanın dışarıda Türkiye aleyhinde, içerde ise Devlet aleyhinde bir malzeme olarak kullanılacağı, vatandaşların birlik ve beraberliğini zedeleyeceği, sonuç olarak bir takım huzursuzluklara sebebiyet vereceği dikkatten uzak tutulmamalıdır
Diğer taraftan, yüzleri aşan terceme ve meal arasından din ve vicdan hürriyetini zedelemeden, üzerinde birlik sağlanacak birisinin namazda okunmak üzere seçilmesi ve buna herkesin benimsemesi mümkün görülmemektedir
Türkçe namaz ile Türkçe dua birbirine karıştırılmamalıdır Çünkü dua kulun Allah’tan istekte bulunmasıdır Bunun ise herkesin konuştuğu dil ile yapılmasından daha tabii bir şey olamaz ve zaten genelde de ülkemizde Türkçe dua yapılmaktadır
Diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim’in en önemli özelliklerinden biri de i’cazdır Bir benzerinin ortaya konulması konusunda, Kur’an bütün insanlığa meydan okumuştur Bu i’cazın sadece anlamda olduğu söylenemez Aksine, “onun Allah katından indirildiğinde şüpheniz varsa, haydi bir benzerini ortaya koyun” anlamındaki tehaddi (meydan okuma) ayetlerinden (Bakara 2/23-24; Yunus, 10/37-38; Hud, 11/13; İsra, 17/88; Tur, 52/33-34) bu özelliğin daha çok lafızla ilgili olduğu anlaşılmaktadır
Ayrıca bir benzerini ortaya koymak için, insanlar ve cinler bir araya toplanıp birbirlerine destek olsalar bile bunu başaramayacaklarını ifade eden ayet-i kerime (İsra, 17/88) den de, Kur’an’ın bir benzerinin yapılamayacağı ve bu itibarla tercemesinin Kelamullah sayılamayacağı, o hükümde tutulamayacağı ve dolayısıyle namazda tercemesinin okunamayacağı açıkça anlaşılmaktadır Nitekim, 1926 yılında İstanbul Göztepe Camii İmam-Hatibi Cemal Efendi’nin Cuma namazında Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercemesini okumasıyla ilgili olarak İstanbul Müftülüğü(nün 20 Mart 1926 tarih ve 92-93 sayılı yazısı üzerine, altında Atatürk tarafından göreve getirilen ilk Diyanet İşleri Reisi Rifat Börekçi’nin imzası bulunan 9 Ramazan 1324/23 Mart 1926 tarih ve 743 numaralı Müşavere Hey’eti kararında:
“Namazda kıraet-i Kur’an bi’l-icma farz ve Kur’an’ın hangi bir lügat ile tercemesine Kur’an itlakı kezalik bi’l-icma gayr-ı caiz ve namazda kıraet-i Kur’an mahallinde terceme-i Kur’an’ın adem-i cevazı da bi’l-umum mezahib fukahasının icmaı ile sabit olduğundan, hilafına mücaseret, namazı vaz’-ı şer’isinden tağyir ve emr-i dini istihfaf ve mel’abe şekline vaz’ı mutazammın olduğu gibi, beyne’l-müslimin iftirak ve ihtilafa ve memlekette fitne hûdusuna bâis olacağından, fiil-i mezbure mecasereti sabit olan merkum Cemal Efendinin uhdesindeki vezaif-i ilmiye ve diniyenin ref’i, emr-i zaruri halini almış olmakla ol vechile tebligat icrası” denilmiştir
Şüphesiz bir müslümanın en azından namazda okuduğu Kur’an-ı Kerim metinlerinin anlamlarını bilmesi ve namazda bunları anlayarak ve duyarak okuması son derece önemlidir ve bu zor da değildir Ancak manasını anlamak, onun hidayetinden faydalanmak ve Yüce Rabbimizin emir, yasak ve öğütlerinin neler olduğunu öğrenmek için Kur’an-ı Kerim’i terceme etmenin ve bu maksatla meal, terceme ve tefsirlerini okumanın hükmü başka; bu tercemeleri Kur’an yerine koymanın ve Kur’an hükmünde tutmanın hükmü yine başkadır
Namazda ve ibadet olarak Kur’an-ı Kerim asli lafızları ile okunur Yüce Rabbımızın bize olan öğüt, buyruk ve yasaklarını öğrenmek, onun irşadından yararlanmak maksadıyla ise, terceme, meal ve açıklamaları okunur Bu maksatla Kur’an-ı Kerim’in terceme, meal ve açıklamalarını okumak ta çok sevaptır ve genel anlamı ile ibadettir
TÜP BEBEK
Kadın veya erkekteki bir kusur sebebiyle, tabiî ilişkiyle gebeliğin gerçekleşmesi mümkün olmadığı takdirde;
<LI class=MsoNormal style="MARGIN-LEFT: 36pt; DIRECTION: ltr; MARGIN-RIGHT: 0cm; unicode-bidi: embed; TEXT-ALIGN: justify; tab-stops: list 360pt; mso-margin-top-alt: auto; mso-margin-bottom-alt: auto; mso-list: l1 level1 lfo2">Döllendirilecek yumurta ve sperm, her ikisinin de nikahlı eşlere ait olması, yani bunlardan herhangi biri yabancıya ait olmaması; <LI class=MsoNormal style="MARGIN-LEFT: 36pt; DIRECTION: ltr; MARGIN-RIGHT: 0cm; unicode-bidi: embed; TEXT-ALIGN: justify; tab-stops: list 360pt; mso-margin-top-alt: auto; mso-margin-bottom-alt: auto; mso-list: l1 level1 lfo2">Döllenmiş olan yumurta, başka bir kadının rahminde değil, kendi rahminde (yumurtanın sahibi olan eşin rahminde) gelişmesi;
Bu işlemin, gerek anne-babanın; gerek doğacak çocuğun maddî, ruhî ve aklî sağlığı üzerinde olumsuz bir etkisinin olmayacağı tıbben sabit olması;
şartıyla, normal yoldan gebe kalması ve anne olması mümkün olmayan evli hanımların, çeşitli tıbbi yollarla gebeliklerinin sağlanmasında, İslâmî hükümler açısından bir sakınca görülmemektedir
Başka kadının yumurtası veya kocası dışında yabancı bir erkekten alınan sperm ile bir kadının gebeliğinin sağlanmasının ise insanlık duygularını rencide etmesi ve zina unsurlarını taşıması sebebiyle caiz değildir
KADINLARIN CUMA, BAYRAM VE CENAZE NAMAZI KILIP KILAMAYACAĞI VE BUNLARIN SAFLARDAKİ DURUMU
Cuma namazı farz-ı ayın, bayram namazları vacip, cenaze namazı ise farz-ı kifayedir Bunlardan cuma ve bayram namazları, ancak cemaatle kılınır Cenaze namazının cemaatle kılınması şart olmadığı gibi; ister erkek, ister kadın olsun tek bir müslümanın kılmasıyla kifai farz yerine gelmiş olur Görüldüğü üzere, gerek mükellefiyet gerek hüküm bakımından cenaze namazında kadın ile erkek arasında hiç bir fark yoktur
Cuma namazının farziyyetiyle ilgili ayetin (Cum’a, 62/9) kadın ve erkekleri içeren umumi hükmü sünnetle tahsis edildiği için, cuma namazı ile sadece hür, mukim ve (cuma namazına katılmaya engel olacak derecede hasta ve yaşlı olmayan) sağlıklı erkek Müslümanlar mükelleftir Nitekim ayetin umumi hükmünden hür, mukim ve sağlıklı olmayanlara da cuma namazının farz olduğu anlaşılmakta ise de, ayetin hükmü bu yönden de tahsis edilmiştir Nitekim bir hadis-i şerifte, "Hürriyetine sahip olmayan köle, kadın, çocuk ve hasta müstesna olmak üzere, cemaatle cuma namazı kılmak, her müslüman üzerinde vacip bir haktır" (Ebu Davad, Salat, 168, Hadis No:1O67; Beyhekı, III, 172) buyurulmuştur Bu itibarla kadınlar cuma namazı ile yükümlü değildir Cuma namazının kadınlara farz olmadığı konusunda icma vardır Asr-ı saadetten beri hiçbir İslam müçtehit ve alimi bunun aksini söylememiş, bütün İslam ülkelerinde, her dönemde uygulama da böylece devam ede gelmiştir
Vakıa, cuma ve bayram namazları ile yükümlü olmadıkları halde kadınlar isterlerse bu namazlara katılabilirler Bu takdirde, kendisine cuma namazı farz olmayan (mesela dinen misafir sayılan) bir kişinin cuma namazını kıldığında o günkü öğle namazını kılmasına gerek olmadığı gibi, cuma namazına katılan kadınların da ayrıca öğle namazını kılmaları gerekmez Nitekim günümüzde beş vakit namazda ve özellikle teravihte olduğu gibi, gerek asr-ı saadette, gerek sonraki dönelerde kadınlardan çok sayıda cuma ve bayram namazlarına katılanlar olmuştur Ancak ne Hz Peygamber (sa) döneminde ne de müteakip asırlarda beş vakit namazla mükellef kadınların tamamının cuma ve bayram namazlarına katıldığı sabit değildir Günümüzde de isteyen hanımların cami adabına uyarak camilerin kendilerine ayrılan bölümlerinde,cuma ve bayram namazı kılmalarında hiçbir sakınca yoktur
Safların düzenlenmesine gelince:
İslami hükümlere göre, sadece namaz kılarken değil, ihtiyaç ve zaruret bulunmadıkça kadınların erkekler arasına karışmayıp, uygun olan ayrı bir yerde bulunmaları uygun olur Bu itibarla ister cuma, ister bayram, ister cenaze, hangi namaz olursa olsun, kadınlar erkeklerle birlikte namaz kıldıkları takdirde, erkeklerden ayrı, uygun bir yerde namaza durmaları gerekir Nitekim Hz Peygamber (sa) namaz saflarını önce erkekler, sonra erkek çocuklar en arkada da kadınlar olmak üzere düzenlemiş; "namazda erkek saflarının en faziletlisi en önde olanı, fazileti en az olanı ise en arkada bulunanıdır Kadın safların en faziletlisi ise en arkada kalanı, en az faziletlisi ise en önde olanıdır" (Müslim, Salat , 132;Ebu Daud, Salat, 97 Tirmizi, Mevakıt, 52; Nesai, İmame, 32; İbn Mace, İkame, 52) buyurmuştur Sünnet olan safların böyle olmasıdır Sünnete uymayarak, kadınlar erkek safları arasına karışarak imama uyarlarsa, Hanefi mezhebine göre rüku ve secdeli namazlarda kadınların arkasında ve hizasında kalan erkeklerin namazları fasit olmuş sayılır bu duruma sebep olan kadınlar da günah işlemiş olurlar Bu durum, rüku, ve secdesi bulunmayan cenaze namazında meydana gelirse, erkeklerin namazı fasit olmazsa da, sünnete (yani Hz Peygamber (sa) 'in düzenlemesine) aykırı hareket edildiği için mekruh olur
KUR'AN-I KERİM'DE BEŞ VAKİT NAMAZIN BULUNUP BULUNMADIĞI
Belirli şartları taşıyan Müslümanlara günde beş vakit namazın farziyeti Kitap, sünnet ve icma ile sabittir Beş vakit namazın eda edileceği vakitlere ve ne şekilde eda edileceğineKur'an-ı Kerim'in bir kısım ayetlerinde mücmel olarak işaret olunmuş, bu işaretler Rasalül1ah (sa)'in kavli ve fiili sünnetiyle açıklık kazanmıştır Bilindiği üzere Kur ' an-ı Kerim ' deki mücmel emir ve hükümleri açıklama yetkisi, Onu insanlara tebliğle görevli olan Peygamber (sa) Efendimize aittir O namazı bizzat kılarak ve Müslümanlara imam olup kıldırarak nasıl kılınacağını öğrettiği gibi bunların vakitlerini de göstermiştir Gerek kılınış şekli, gerek vakitleri ile ilgili bu uygulama ameli tevatür o1arak, günümüze kadar devam etmiştir
Kur'an-ı Kerim' de beş vakit namaza mücmel olarak işaret eden ayetlerden Taha Süresinin 130 uncu ayetinde:
"Güneşin doğmasından önce de, batmasın dan önce de Rabbını övgü ile tesbih et Gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün etrafında (iki ucunda) da tesbih et ki, rızaya ulaşasın" buyurulmuş; güneşin doğmasından ve batmasından önce , gece saatlerinde ve gündüzün iki ucunda olmak üzere beş ayrı vakitte Cenab-ı hakk' ı tesbih yani namaz kılmak emredilmiştir
Bakara Süresinin 238 inci "namazlara ve ayrıca orta namaza devam edin" mealindeki Ayet-i kerimede "namazlar" anlamındaki "salâvat" kelimesi çoğuldur Arapça da çoğul üçten başlar "İki'' ye tesniye denir ve ''iki namaz'' sözü "salateyn'' şeklinde söylenir Demek oluyor ki, ayetteki ''salavat'' sözünden en az üç namaz anlaşılır Ayrıca bir de "orta namaz" var Çünkü matuf, matuf aleyhten (üzerine atıf yapılandan) ayrıdır Bu sebeple "orta namaz", "namazlar'' ifadesine dahil olmadığı gibi, her iki yanında eşit sayı bulunmadığı için, üç namazın arasında yer alacak bir namaza ''orta namaz'' denilmesi de mümkün değildir O halde, ayetteki "salavat" kelimesi, en az dört namazı ifade eder Orta namaz buna eklendiğinde beş vakit namaz ortaya çıkar Orta namazın ikindi namazı olduğu bazı hadislerde açıklanmıştır
Hüd süresinin 114'üncü ayetinde ise, "Gündüzün iki ucunda ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namaz kıl" buyurulmaktadır
Ayet-i celilede ''gündüze yakın saatler" anlamındaki "zülef" kelimesi, "zülfe" nin çoğuludur Yukarıda belirtildiği üzere en az üç adedi ifade eder demek oluyor ki, bu ayete göre gecenin gündüze yakın saatlerinde, (akşam, yatsı ve sabah namazı olmak üzere) en az üç namaz var Ayrıca gündüzün iki ucunda da iki vakit var Böylece bu ayet-i kerimeden de namazın beş vakit olduğu anlaşılmaktadır
Bunlardan başka Nisa, 4/103 Hud, 11/114; İsra, 17/78; Rum, 30/17-18; Nur, 24/36; Kaf, 50/39-40; Dehr (İns8n) , 76/25-26 ayet-i kerimelerinde de beş vakit namaza veya vakitlerine mücmel o1arak işaret eden ifadeler bulunmaktadır Bu mücmel ifade ve işaretler, Rasulüllah ( s8 ) , in söz ve uygulamalar ile açıklanmış, onun açıkladığı ve uyguladığı şekilde bütün Müslümanlar tarafından ameli uygulama olarak günümüze kadar devam ettirilmiştir Asr-ı Saadetten beri her asırda Müslümanlar beş vakit namaz kılmış hiç kimse bunun aksini söylememiştir Bu itibarla "Kur'an' da beş vakit namazın bulunmadığı iddiasının ilmi hiç bir değeri yoktur
KADINLARIN ÖZEL HALLERİNDE YAPAMAYACAKLARI İBADETLER
Dinimiz Müslümanları ibadet etmekle yükümlü kılmıştır Hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da kadın ile erkek arasında bir ayırım yapmamıştır Çünkü erkeğin olduğu kadar kadının da ibadete ihtiyacı vardır Erkek, yapmakla yükümlü olduğu ibadet görevini yapmadığı zaman Allah’a karşı sorumlu olduğu gibi kadın da aynı şekilde sorumludur
Ancak kadınlarda, ayhali (hayz), lohusalık (nifas) ve istihaza (özür akıntısı) denilen, kendilerine özel bazı haller vardır
Kadınların ayhali dönemlerinde, -temizleninceye kadar,- cinsî ilişkide bulunmaları Kur’an-ı Kerim’de (Bakara, 2/222) yasaklanmış; namaz, oruç ve Kabe’yi tavaf da, sünnetle bu yasak kaps----- alınmıştır Nitekim, Fatma binti Ebî Hubeyş’in:
-Ben istihazalı bir kadınım; hiç akıntım durmuyor Namazı bırakayım mı? şeklindeki sorusuna HzPeygamber (sa):
“-Hayır, o hayız akıntısı değil; damardan gelen hastalık kanıdır Adet gördüğün günler sayısınca namazı bırak (Bu sayı dolunca) yıkan ve namaz kıl” (Müslim, Hayz, 14; Ebû Davûd, Taharet, 109; Tirmizi, Taharet, 96; Nesaî, Hayz, 2) buyurmuştur Bu istihazalı durumda olan kadınlar, taharet yönünden özürlü kimseler gibi, her vakitte abdest alarak namazlarını kılarlar Nitekim Tirmizi’nin rivayetinde: “vakit gelince her namaz için abdest al” ziyadesi de yer almıştır
Kadınların ayhali dönemlerinde namaz kılamayacakları, oruç tutamayacakları ve Kabe’yi tavaf edemeyecekleri ayrıca bu günlerde kılamadıkları namazlarını kaza etmeleri de gerekmediği konusunda İslâm müctehid ve fakihleri arasında icma vardır Sözüne itibar edilen hiçbir İslâm bilgini bunun aksini söylememiştir Nitekim:
- Neden, âdet gören bir kadın (temizlendikten sonra âdet günlerinde kılmadığı namazları kaza etmiyor da tutmadığı oruçları kaza ediyor? diye soru soran Muaze adlı hanıma HzAişe:
- Sen (hanımların ay halinden kılamadıkları namazların da kazası gerekeceğini söyliyen) Haruriye’den misin? demiş;
- Hayır, Haruriye değilim, ama (öğrenmek için) soruyorum, cevabı üzerine: HzAişe:
- “Vaktiyle bu iş bizim başımıza geldiğinde, orucu kaza etmekle emrolunduk, namazın kazasıyle emrolunmadık, (Müslim, Hayz, 15) demiştir
Ayhalinde iken kadınların Kâbe’yi tavaf edemeyecekleri konusunda da HzAişe; veda haccı esnasında yolda Serif denilen yerde âdet görmeye başlaması üzerine, Rasûlüllah (sa)’in:
- “Bu Allah Teâlâ’nın, HzAdem’in kızları üzerine yazdığı bir şeydir (senin elinde olan bir şey değildir) Hacıların, hacla ilgili yaptıklarını sen de yap Ancak âdet gördüğün sürece Kâbeyi tavaf etme, buyurduğunu” (Buharî, Hayz, 1) nakletmiştir
Nifas (lohusalık) hali de hayız gibidir Hayız ile ilgili hükümler aynen nifas için de geçerlidir Nitekim bazı hadis-i şeriflerde “nifas” kelimesi “hayız” anlamında da kullanılmıştır İbn Hazm diyor ki, Peygamberimizin “nifas” kelimesini “hayız” anlamında da kullanmasından, bunların hükümlerinin aynı olduğu anlaşılır(El-Muhalla, I, 273) İslam âlimleri, nifasın hükmünün, hayız gibi olduğu hususunda ittifak halindedir(Neylü’l-evtar, I, 333)
Âdet gören veya lohusa olan kadınların Kur’an-ı Kerim’i okumalarına gelince; bu konuda İslâm âlimlerinin farklı görüşleri vardır
İmam Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel’e göre hayızlı veya lohusa olan kadınların el sürmeyerek ezbere veya yüzünden Kur’an-ı Kerim’i okuyabilirler(Babu Fethi’l-İnaye, I,217) İmam Mâlik bu durumdaki Kur’an öğretici ve öğrencilerinin Kur’an-ı Kerim’i tutmalarını da öğretme ve öğrenme zaruretine binaen câiz görmüştür(Babu Fethi’l-İnaye, I, 217-218)
Zahiri mezhebi fakihlerinden İbn Hazm ise hayız ve lohusa olan kadınlarla cünüp olan kimselerin hem Kur’an-ı Kerim’i tutmaları ve hem de okumalarının câiz olduğunu söylemiştir(el-Muhallâ, I, 94)
Hanefi ve Şafiîler ise Tirmizî, ile İbn Mâce’nin İbn Ömer (ra)den rivâyet ettikleri:
“Ayhali olan kadın ve cünüp olan kimse Kur’an’dan hiçbir şey okuyamaz”(Tirmizi, Tahare, 98; İbn Mâce, Tahare, 105) anlamındaki hadis-i şerifini esas alarak, hayız veya lohusa olan kadınların Kur’an-ı Kerim’i okumalarının caiz olmadığını söylemişlerdir
Görüldüğü üzere, Kur’an-ı Kerim’de yasaklanmadığı için, kadınların âdet günlerinde namazlarını kılıp oruçlarını tutabilecekleri sözü isabetli değildir Bu iddia, bu konudaki hadis-i şeriflere ve peygamberimizden günümüze kadar ki icma haline gelmiş uygulamaya aykırıdır Yukarda belirtildiği üzere, sözüne itibar edilen hiç bir İslâm âlimi böyle görüş ileri sürmemiştir Konuya kadın erkek eşitliği açısından bakmak da yanlıştır Bunun kadın erkek eşitliğiyle bir ilgisi yoktur Peygamberimiz hanımların bu halleri devam ettiği sürece namaz kılamıyacaklarını, oruç tutamıyacaklarını ve Kâbeyi tavaf edemiyeceklerini bildirmiştir Şüphesiz her konu Kur’an-ı Kerim’de detaylı olarak yer almamıştır Kur’an-ı Kerim’den sonra İslâmî hükümlerin ikinci kaynağı da sünnettir Kur’an-ı Kerîm’de:
“Kim Peygambere itaat ederse, gerçekte Allah’a itaat etmiştir (Nisa, 4/80); “Peygamber size ne verdi ise onu alın ve size neyi yasakladı ise ondan sakının”(Haşr,59/7) buyurulmuş; peygamberimizin emir ve tavsiyelerine uyulması emredilmiştir
Sünnette yer alan ve tarih boyunca da sünnete uygun olarak uygulanan bir konu hakkında aykırı bir görüşte bulunmanın bir değer taşımıyacağı açıktır
TERAVİH NAMAZININ KAÇ REKAT OLDUĞU
Teravih ramazan ayına mahsus bir gece namazıdır Yatsı namazından sonra kılınır Kadın erkek her Müslüman için sünnet-i müekkede bir namazdır Kılınmadığı takdirde kazası gerekmez tek başına kılınabildiği gibi cemaatla kılınması kifai sünnettir peygamberimiz cemaatla namaz kılmaya olan iştiyakına rağmen farz namazları dışında sadece teravih namazını cemaatla kılmışlardır (1)
Sevgili Peygamberimiz (sav) bu namazın kılınmasını ümmetine tavsiye ve teşvik etmişlerdir: “Kim inanarak ve sevabını umarak Ramazan namazını kılarsa geçmiş günahlarından bir kısmı bağışlanır” (2) buyurmuşlardır
Buhari teravihin önemine binaen bu hadisi “nafile olan Ramazan Namazını kılmak imandandır” başlığı ile açtığı bir babda zikretmiştir(3)
Toplumumuzda her kesimin ilgisini çeken bu çok sevimli ve ruhlara ferahlık veren neşeli ibadetimiz ülkemizde büyük bir huşu ve huzur içerisinde yerine getirilmekte toplumumuzda birlik beraberliği ve uzlaşıyı da beraberinde getirmektedir
Teravih namazını ilk olarak Sevgili Peygamberimiz (sav) bir ramazan gecesi ashabı ile birlikte kılmışlardır Ertesi gün duyulunca cemaat artmış yine teravih namazı beraber kılınmıştı Üçüncü gece cemaat daha da çoğalmış yine Rasullüllah hanesinden çıkıp teravih namazını ashabıyle kılmışlar ancak dördüncü gece cemaat mescide sığmayacak derecede çoğalınca Peygamberimiz yalnız yatsı namazını kıldırarak hanesine çekilmiş teravih namazı için çıkmamış ve sabah namazına kadar bekleyen cemaata namazdan sonra “teravih için beklediğinizi biliyordum fakat üzerinize farz olur da edasından aciz kalırsınız diye korktum” (4) buyurmuştur O günden sonra herkes teravih namazını evinde veya mescidde kendi kendine kılmaya devam etmiştir HzÖmer devlet başkanlığı sırasında teravih namazı kılmadaki dağınıklığı görmüş bunu önlemek için cemaati bir imam arkasında toplayıp tekrar cemaatla kılmanın daha hoş olacağını arkadaşlarına söylemiş ve ashabın ileri gelen hafızlarından U’bey İbn-i Kâ’bı imam tayin ederek teravih namazının cemaatla kılınmasını başlatmıştır HzÖmer halkın dini bir vecd ile namaz kıldıklarını görünce “bu ne güzel bir adet oldu” diye sevincini belirtmiştir Gerçi teravih namazı zamanı saadette vardı Birkaç gece de olsa bizzat Rasulüllah’ın beraberinde cemaatla kılınmıştı Dinde olmayan birşey dine sokulmamıştı Bu bakımdan HzÖmer’in “şu ne güzel bir bid’at oldu” sözündeki bid’at ifadesi dinde olmayanı dine sokma anlamında değildir Belki cemaatla kılınmasının yeniden ihdas edilmiş olması anlamındadır Bunun da bir sakıncası yoktu Çünkü HzPeygamber farz sayılacağı endişesiyle teravihin cemaatla kılınmasını bırakmıştı Onun irtihalinden sonra artık böyle bir endişe de kalmamıştı Teravihin tekrar cemaatla kılınması şariin maksadına aykırı değildi
Nitekim bilahire HzAli (ra) da bu namazı teşvik etmiş ve “Ömer mescidlerimizi teravihin feyziyle nurlandırdığı gibi Allah’da Ömer’in kabrini öyle nurlandırsın” diye memnuniyetini belirtmiştir
HzÖmer zamanındaki cemaatla kılınan teravihin kaç rek’at olduğu hakkında iki rivayet vardır: Vekî’ın malik İbn Enes’den onun da yahya İbn Sa’d’dan rivayetine göre HzÖmer görevli birisine cemaatına yirmi rek’at kıldırmasını emretmişti(5)
HzAişe’den HzPeygamber’in ramazanda ve sair gecelerde, bir rivayette onbir, diğer rivayette onüç rek’attan fazla namaz kılmadığı hakkındaki sahih rivayete ilaveten HzÖmer’in de Muvatta’daki rivayete göre onbir rek’at kıldırması için U’bey İbn Kâ’b’a emir verdiği hakkındaki rivayetleri karşısında Beyhakî’nin Said İbn Yezid’den HzÖmer döneminde teravihi yirmi rek’at kıldıklarına dair rivayetini İmam Nevevî te’lif etmiş ve HzÖmer’in onbir rek’at emri, döneminde ilk kılınan teravih gecelerine aitti Sonra teravih yirmi rek’at olarak yerleşmişti Şimdiye kadar devamedegelen de budur “(6) demiştir
Teravih namazının asrı saadette ve ondan sonraki dönemde rek’atlarının adedi hususunda daha geniş malumat edinebilmek ve sağlıklı bir sonuca kavuşmak için Allame Bedreddin Aynî’nin Umdetü’l-kârî isimli eserindeki malumata kısaca bir göz atma ihtiyacını duymaktayız
Bu İslâm aliminin verdiği bilgiye göre Resûuli Ekrem’in gece namazının gerek kemiyet ve gerek keyfiyeti hakkındaki haberleri HzAişe ile İbn-i Abbas’tan başka daha birçok sahabiden gelmektedir Bu husustaki rivayetlerin özeti şunlardır:
Tirmizi ‘nin Medine’lilerin uyguladıklarını söylediği teravih namazı vitirle birlikte kırkbir rek’attır
İmam Mâlik’den meşhur olan otuzaltı rek’at teravih, üç de vitir’dir
Tirmizi ekseri ilim ehline göre teravih yirmi rek’attır, zira HzÖmer, HzAli (ra) ve daha başka sahabilerden rivayet edilen de budur Bizim Hanefi ekolünün görüşleri ve sözleri de budurdemiştir
Saib İbn Yezid’den Ömer İbn-i Hattab’ın U’bey İbn-i Kâ’b ile temimi Dari’ye ramazan imamlığı verirken yirmi bir rek’at kıldırmalarını söylediği yüzer âyet okunarak kılınan bu namazdan cemaat dağılırken nerdeyse tan yeri ağaracağı rivayet edilmiştir
İbn-i Abdilberr demiştir ki Haris İbn-i Abdirrahman İbn-i Ebî Zübab’ın Saib İbn-i Yezid’den rivayetine göre de teravih namazı HzÖmer zamanında yirmiüç rek’attı Bunun üçü vitir namazıydı
HzAli’den gelen bu husustaki rivayete gelince Vekî’in, Hasan İbn-i Salih kanalıyla Ebu’l Hasna’dan, gelen rivayetine göre de HzAli görevli bir adama teravih namazını yirmi rek’at kıldırması için emir vermişti
A’meş, Abdullah İbn-i Mes’ud’un da ramazan ayında yirmi rek’at teravih üç de vitir kıldığını söylemiştir
Bedreddin Ayni Tabiinden bu görüşte olanların isimlerini de verdikten sonra diyor ki İbn-i Abdilberr de demiştir ki cumhur-i Ulema’nın kavli de budur Kufe uleması, İmam-ı Şafii’yi ve birçok fukaha da bu görüştedirler Sahabe’den bu hususta bir ihtilaf da sözkonusu olmamıştır U’bey İbn-i Kâ’b’dan sahih nakledilen de budur
Allame Aynî teravih namazının rek’atlarıyle ilgili başka rivayetlere de şöyle temas etmektedir:
Ebu Mucliz’den gelen rivayete göre bu zat cemaata onaltı rek’at kıldırır her gece kur’an’ın yedide birini okurdu
Teravihin onüç rek’at olduğunu Saib İbn-i Yezid söylemiştir ve demiştir ki: Biz HzÖmer zamanında onüç rek’at kılardık Ama yeminle söyliyeyim ki mescidden ancak sahaba karşı çıkabilirdik Her rak’atında elli-altmış âyet okunurdu İbn-i İshak diyor ki, bu hususta duyduklarımın en sağlamı ve uygunu budur
Bedreddin Aynî bu onüç rek’at HzÖmer’in döneminde işleme koyduğu ilk gecelere ait teravih namazıydı Sonra bunu yirmi üç’e çevirmişti, diyor (7)
Bu hususta İbn-i Ebî Şeybe’nin el-kitab-ül Musannefinde: HzÖmer yirmi rek’at teravih kılınmasını emrettiği tasrih edilmiş, Abdülaziz bin Refîin U’bey bin Kâ’b’ın ramazanda Medinede yirmi rek’at teravih, üç rek’at da vitir kıldırdığını söylemiştir(8)
Saib bin Yezid diyor ki biz HzÖmer zamanında yirmi rek’at teravih ve ayrıca vitir kılardık Nevevi Hûlâsada bunun isnadı sahihtir diyor Muvattadaki onbir rek’at rivayeti başlangıca aitdi, sonradan yirmi üzerinde istikrar etmiştir, tevarûs eden de budur(9)
Mezhep İmamlarının görüşüne gelince:
İmam Malik’den otuz altı rivayetine karşılık öteki üç mezhep imamı da teravih için yirmiden noksan bir sayıyı benimsememişlerdir Bu hususta Tahavî Cessas’ın telhîs ettiği “İhtilâf’ü Ulema” isimli eserinde bu hususda sadece şu bilgiyi vermiştir
Hanefiler ve İmam Şafiî vitirden başka yirmi kılınır demişlerdir
İmam Malik vitirle beraber otuz dokuz kılınır, otuz altısı teravih üçü vitirdir demiş Ve insanların kadimden uygulayageldikleri budur diye de ilave etmiştir
Saib İbn-i Yezid HzÖmer zamanında biz ramazanda yirmi kılardık Fakat yorulur değneklere dayanma ihtiyacı duyardık demiştir
Hasan İbn-i Hayy, Amr İbn-i Kays’dan, o da Ebul Hasna’dan rivayet etmiştir ki: HzAli (ra) bir kişiye ramazan da cemaata yirmi rek’at kıldırmasını emretmiştir(10)
İbn-i Rüşd bu hususta şu bilgiyi veriyor: Ramazanda kılınan namazın rek’atları sayısında Alimler ihtilaf etmişlerdir İmam-ı Malik iki görüşünün birinde, Ebu Hanife, İmam Şafii ve İmam Ahmed ve Davud bu namazın vitir namazından başka yirmi rek’at olduğunu söylemişlerdir İmam Malik’den İbn-i Kasım’ın anlattığına göre İmam Malik, teravihin otuz altı, vitir namazının da üç olduğunu ve bunu güzel gördüğünü nakletmiştir
Rek’atların adedindeki ihtilaf bu husustaki naklin ihtilafına bağlıdır Şöyleki Malik, Yezid İbn-i Ruman’dan HzÖmer zamanında insanlarımız yirmi üç rek’at kılırlardı diyor
İbn-i Ebi Şeybe Davud İbn-i kays’dan tahricine göre davud İbn-i kays demiştir ki insanlarımız Ömer İbn-i Abdülaziz ve Eban İbn-i Osman zamanında Ramazanda Medine’de üç rek’at vitir namazı olmak üzere otuz altı rek’at namaz kılarlardı
İbn-ül Kasım’ın İmam Malik’den anlattığına göre ötedenberi uygulanagelen bu idi Yani ramazan namazı otuzaltı rek’attı(11)
İLK TERAVİH
Peygamberimizin ashabına kıldırdığı ilk teravih namazından bahseden muteber hadis kaynaklarının verdikleri hadislerde teravih namazının rek’atları ile ilgili bir sayı yoktur Bu sayı, HzAişe’den rivayet edilen, Peygamberimizin gece namazları hakkındaki varid olan soruya HzAişe’nin verdiği cevapla tesbit edilmeye çalışılmıştır HzAişe’den Rasulüllah’ın ramazandaki gece namazından sorulduğunda HzAişe “Rasulüllah (sav) ne ramazanda ne de ramazandan başka gecelerde onbir rek’at üzerine ziyade etmiş değildir” (12) karşılığını vermiştir Başka bir rivayette bu sayı onüç rek’at olarak hadiste yer almıştır (13)
Ancak HzAişe’nin HzPeygamberin gece namazları ile ilgili belirttiği bu sayının kesin olarak teravihle ilgili olduğu şüphelidir Zira Hadisin Sûret-i Sevkinden de anlaşılıyor ki Rasulüllah’ın devamlı kıldığı bir gece namazı vardı Acaba ramazan münasebetiyle her ibadetinde olduğu gibi Peygamberimizin bu namazında da bir değişme, bir artış olur muydu? şeklinde bir yaklaşımla sorulmuş olabileceği variddir HzAişe’nin, Rasulüllah’ın gece namazını övmesinden de anlaşılıyor ki soru sadece ramazandaki bu gece namazı hakkında idi HzAişe soranın bir şüphesi kalmasın diye Rasulüllah’ın hem ramazandaki hem de ramazandan başka gecelerdeki namazını kapsayacak şekilde cevap vermiştir(14) HzAişe’nin bu cevabî cümlelerinde teravih namazını veya kıyam-ı Ramazanı iş’ar eden bir tasrih ve tabir de yoktur Ayrıca HzAişe’ye bu soru ne zaman sorulmuştur? sorunun sorulduğu günlerde teravih namazı biliniyor muydu? HzEbu Zerr-i ElGıfari diyor ki Rasulüllah’ın ilk olarak ashabıyla kıldığı teravih namazı o yılın ramazanının yirmiüçüncü, yirmidördüncü, yirmibeşinci, gecelerinde idi Demek ki o güne kadar böyle bir namazı henüz kimse bilmiyordu Rasulüllah’ın gece namazları hakkında sorulan bir soruya HzAişe’nin cevabı ilk teravih namazından önce miydi, sonramıydı? Bu sorunun cevabını tam olarak verebilmemiz için, Buhari’nin bu hadisi teravih hakkında açtığı babda zikretmesinden başka elimizde natık bir delil yok gibidir
Nasslardaki şumûllülük, konusunda kesin hüküm ifade edemiyeceğine bakılırsa sadr-ı İslâmda teravih namazı sekiz rek’attı diye kesip atmanın isabetli olmayacağı anlaşılır
Fakat şu bir gerçektir ki: HzÖmer döneminde başlayıp, HzAli ve HzOsman dönemlerinden beri İslâm aleminde teravihin yüzyıllarca yirmi rek’at olarak kılanagelmesi onu, böylece bütün İslâm toplumunun üzerinde ittifak ettiği bir üne ve özelliğe kavuşturmuştur ki Rasulüllah, ümmetinin yanlış bir iş üzerinde toplanmayacağını bildirmiştir(15)
İmam Ebu Yusuf, üstadı Ebu Hanife’den, teravih namazının hükmünü ve HzÖmer tarafından ne gibi bir delile istinad edilerek bu namazın yirmi rek’at olmak ve cemaatle eda edilmek suretiyle ortaya konulduğu sormuştu İmam A’zam, cevaben demişti ki: Teravih namazı hiç şüphesiz bir sünnet-i müekkededir HzÖmer bu namazın cemaatla yirmi rek’at kılınması ne kendi ictihadıyle ne de sırf kendi düşüncesinden çıkartmıştır O, Asr-ı Saadette carî olmayan bir din meselesini ihdas edip ortaya koyan bir bid’atçı değildir Elbette HzÖmer bunu kendisine malum olan dinin bir asıl kaynağına ve Rasullüllah’ın bir tavsiyesine dayandırmıştır(16)
Hakkı batıldan, sünneti bid’atdan ayırmak hususunda müstesna kudreti ve din hususunda üstün deredeki dikkati, isabetli görüş ve ictihadı, müsellem olan HzÖmeru’l-Faruk şer’i bir konuda kaynak olmaya değer bir kabiliyettir Bu bakımdan gerek Hanefi fukahası, gerek Şafii fukahasının büyükbir kısmı teravih namazının yirmi rek’at olarak sünnet kılındığını söylemişlerdir(17)
Görüldüğü üzere HzÖmer, HzAli ve HzOsman dönemlerinden başlıyarak günümüze kadar uygulandığı biçimiyle teravih namazı yirmi rek’attır Bütün fıkıh kaynaklarımızda da teravih yirmi rek’at olarak ele alınmış ve işlenmiştir Şu anda başta ülkemiz olmak üzere bütün İslâm ülkelerinin camilerinde cemaatla teravih namazı yirmi rek’at olarak kılınmaktadır Bu mübarek rahmet ayında büyük bir zevk ve iştiyakla, kadını-erkeği, genci-yaşlısı, hatta çoluk-çocuğu ile tam bir kaynaşma, sevgi, saygı, huzur ve sükun içerisinde dolup taşan mabetlerimizde eda edilen bir ibadetimizin rek’at sayısını tartışma konusu yaparak toplumumuzda dine karşı şüphe uyandırmak ve toplumumuzu sebepsiz yere bir fikir kargaşasına sürüklemek iyi niyetli hiç kimseye bir şey kazandırmaz Aksine yokyere toplumumuzda tedirginlik, huzursuzluk ve sitresin artmasına sebep olur ki, bu ibadetlerin ruhuna da aykırıdır
--------------------------------------------------------------------------------
(1) İmam-ı Muhammed’in Ziyâdâtı
(2) Muvatta C1, Sh113; Buhari, C1, Sh251; Müslim C1 Sh523
(3) Buhari, İman 25,27 C1, Sh14
(4) Buhari 2/252; müslim 1/524
( 5)El-Kitabu’l Musannef Li İbn-ı Ebi Şeybe 2/163-164
( 6)İbn-ü’l-Hümam Fethu’l-Kadir C1 Sh334
(7) Aynî C5, Sh357 Neylü’l-Evtar C3, Sh61
( 8) El-Kitab-ül Masannef 2/163-164
(9) Feth-ûl Kadir (İbn-i Hümam) 1/336
(10) İhtilafü’l-Ulema, C1, Sh312 Madde:271
(11) İbn-i Rüşd, Ö595 H Bidayetü’l Müctehid ve Nihayetü’l MuttasıdDarûl Hılafeti’l-Aliyye 1333HbkzNeylü’l-Evtar metni münteka C3, Sh60, rakam5
(12) Muvatta 1/120
(13) Muvatta, 1/121, Müslim, 1/508-510
(14)BkzTecrid Tercemesi, C4, S119
(15) Tirmizi, 4/466 No:2167 Mekasıdü’l-Hasene rakam 1288, Pezdevî 3/439, Keşfü’l-Hafa: rakam 1179 İbn-i Hanbel 6/396
(16) Bahr-ı Raik, İhtiyar 1/68
(17) BkzTecrid tercemesi, 4/85-86