Bir garip türk milliyetçiliği..
Bir Garip Türk Milliyetçiliği
Milliyetçilik olgusu, yüzyılı aşkın bir süredir insanlarımızın zihnini meşgul eden en temel meselelerden biri olmuştur. Aslında milliyetçilik, İran’ı boydan boya geçerek, Akdeniz’e kadar gelen ve dönüşte İranlılar tarafından verilen bir barış yemeğinde
-yiyeceğine zehir katılarak- kahpece öldürülen (Ki öldüğü tarih, bugün İran’da hâlâ millî kurtuluş günü olarak kutlanmaktadır.) Alp Er Tunga’dan başlayıp, günümüze kadar gelen süreçte; yöneteniyle, yönetileniyle bütün Türklerin yüreğinde taşıdığı doğal bir histir. Bu his sadece vatan sevgisi, -Türk milletine- mensubiyet duygusu, devlete sadakat… gibi kadim (klasik) söylemler bir yana; evrensel bir mahiyete (gerçeklik) de sahiptir. Şöyle ki, Türklerin hâkimiyet kurdukları ülkeler -önceki adları ne olursa olsun- ‘Türkeli’ olarak adlandırılmıştır. Söz gelimi, bizim -maalesef- Memlûklular (Kölemenler) olarak adlandırdığımız Kıpçak-Türkmen birlikteliği ile kurulmuş devletin adı Arap kaynaklarında ‘Ed-Devlet’it Türkiya’ olarak geçmektedir. Bu ve benzeri misallerden hareketle, bilim adamları ‘el (il)’ sözcüğünün ülke (yurt) anlamına geldiğini düşünmüşlerdir. Oysa yeni bulgular, bu sözcüğün ‘barış’ anlamına da geldiğini ve ‘Türk eli’ söyleminin, ‘Türk barışı’ veya ‘barış ülkesi’ anlamlarında da kullanıldığını ortaya koymuştur. Hatta “Elçiye zeval olmaz.” sözü bu görüşü doğrular niteliktedir. Hal böyle olunca ‘Tanrı gibi Tanrı’ olan yani eşi benzeri olmayan gökteki Tanrı’dan (Kuran’da geçen ‘yerlerin ve göklerin Rabbi olan Allah’ söylemiyle benzerliğe dikkat edin.) ‘âleme nizam verme’ yetkisini alan; sonrasında Kur’an-ı Kerim’e vakıf olarak, bu yetkiyi ilahi nitelikli yasal bir zemine oturtan ve adına Türk milliyetçiliği dediğimiz evrensel bir duruş karşımıza çıkmaktadır.
Günümüzde, Türk millî duruşunun yani Türk milliyetçiliğinin bazı sorunlarla karşı karşıya olduğu malumunuzdur. Zira birtakım meseleler, kısır çekişmelerle daha da karmaşık bir hale sokulmakta; Türk milliyetçiliği, devamlı surette yeni açmazlarla karşı karşıya bırakılmaktadır. Bu noktada ‘Türk milliyetçiliğinin açmazları nelerdir?’ diye bir soru yöneltildiğinde; milliyetçiliği beylik laflarla (slogan), kitap isimleriyle yani telkin (propaganda) benzeri hareket tarzları ile açıklamaya çalışan milliyetçiler hiç akla getirilmemektedir. Oysa bilimsel verilere dayanan kültür milliyetçiliği yerine, birçoğu üç-dört sözcükten oluşan bildik (klişe) cümlelerle ortaya konmaya çalışılan sığ bir görüntüyü milliyetçilik olarak, daha doğrusu geleceğin güvencesi (sigorta) olarak sunmak olsa olsa safdilliktir. Zira bu sığ görüntülerin etkisi ancak yatsıya kadar etkili olmaktadır. Sonrası ise daha da vahimdir. Çünkü millete rağmen milliyetçi olmak gibi garabet bir durumla karşı karşıya kalan milliyetçiler, bir yerde aşağılık kuruntusuna (kompleks) kapılmakta; hatta ‘Bu milletten adam olmaz!’ türü lakırdılarla da bu kuruntularını dışa vurmaktadırlar. Bu arada, ‘herhangi bir millete mensubiyet hissi duymayan, yani milliyetçilik hissi taşımayan bir insan var mıdır şu yeryüzünde’, biçimindeki bir soru da ayrı bir ironi kaynağıdır.
1940’lı yılların başından itibaren Türk devriminde (Kimilerinin, Atatürk devrimi olarak adlandırdığı bu sürece bizzat Atatürk ‘Türk inkılâbı (devrim)’ diyordu.) sapmalar, yozlaşmalar baş göstermiştir. Söz gelimi (misal) Cumhuriyetçiliğimiz, İngilizlerinkine; Halkçılığımız, Amerikalılarınkine; Laikliğimiz, Fransızlarınkine; Devletçiliğimiz, Ruslarınkine; İnkılâpçılığımız, Araplarınkine ve nihayetinde Milliyetçiliğimiz de Almanlarınkine benzemeye başlamıştır. Bu noktada, bir gerçeğin altının önemle çizilmesi gerekmektedir. Bu gerçek de, milliyetçiliğin birkaç damla kanla ölçülemeyeceği; böyle bir teşebbüsün (girişim) olsa olsa ilkellik olacağı gerçeğidir. Çünkü binlerce yıllık tarihimiz incelendiği zaman da görülmektedir ki, milletimiz bu tür ilkel duygu ve düşüncelere hiçbir zaman tenezzül etmemiştir. Aldığı ülkeleri ‘Hun’ kabul eden Mete Han’dan, yeryüzündeki insanları yönetmek için Tanrı’dan kut (ilahi izin) aldığını söyleyen Bilge Kağan’a; dahası “Davamız, kuru cihangirlik kavgası değildir.” diyen Osmanlı’ya kadar geçen sürede Türk milliyetçiliği evrensel barışı, huzuru tesis etmede -dinlerin insani ve toplumsal boyutunu saymazsak- en güzide insani duruştur. Ve bu duruşu yok sayarak, tarihin en ilkel milliyetçiliklerinden biri olduğu su götürmez bir gerçek olan Alman milliyetçiliğinden etkilenmenin; ‘yedi iklime hakanlık’, ‘kızıl elma’, ‘nizam-ı âlem’, ‘cihan hâkimiyeti’ diye giden ve ‘ufukların efendisi’ olmayı gaye (ülkü) edinen -hali hazırda Maide Suresi ile de müjdelenen- Türk’e ne kazandırdığının yahut ne kaybettirdiğinin bile doğru dürüst bir tahlilinin yapılmamış olması da istikbalimiz ve bekâmız açısından -belki de- telâfisi mümkün olamayacak zararlara yol açmıştır. Bildiğiniz gibi milliyetçilik, dindarlık, demokratlık… diye giden kavramlar insana özgü vasıflara işaret eder. Bir insan, bu vasıfların birine veya birkaçına sahip olabilir. Yukarıda sözünü ettiğimiz hazin durumun bir diğer benzeri de burada karşımıza çıkmaktadır. Zira milletimizin ufkuna vurulmuş birer pranga olan ve milliyetçiliğin, bir fırkaya (party); dindarlığın, öteki fırkaya; demokratlığın, bir diğerine havale edilmesi ya da öyle algılanması hâdisesi de elim sonuçlar doğurmaktadır.
Türkiye’de, milliyetçiliğin bir de sağ-sol bakış açılarıyla izah edilmeye (açıklama) çalışılması meselesi vardır. Atatürk’ün altlarına verdiği hususi fırkayı (party) amiral gemisi yaparak yoluna devam eden sol, Atatürk ilkelerinden biri olan Milliyetçilik söz konusu olduğunda ‘redd-i miras’ yoluna gitmiş ve milliyetçiliği ‘faşizm’ olarak nitelemiştir. Zaten sol, kendisi gibi düşünmeyen her türlü duruşu ‘faşist’ olarak damgalamayı -neredeyse- gelenek haline getirmiştir. Sol’un daha ılıman kesimleri ise Fransız aksanlı, Cermen eğilimli (tandans) ulusçuluğu benimser bir havaya bürünmüşlerdir. Sağ’ın milliyetçiliğine gelince, onlar da milliyetçiliğin bilimsel ve kültürel kaynaklarını bir tarafa bırakarak; milliyetçiliği, ‘sağ’ olmayanlara karşı bir yerde siyasi dayanak (argüman) olarak kullanmıştır. Yine bir olumsuz tutum ve davranış da, ‘sağ’ olmayanlara karşı sergilenen soy, sop; kan, gen merkezli şüpheciliktir. Hali hazırda iki tarafın da sergilediği bu duruş bilimsellikten uzaktır. Zira iki bakış açısının da Zaza Ziya Gökalp, Tatar İsmail Gaspıralı… neyse de; Arnavut Mehmet Âkif’in, Arap Cenap Şahabettin’in… hangi kefeye konulacağına ilişkin (dair) belirsizliği ortadan kaldıramadığı aşikardır. Hatta bu belirsizlik, Türkiye’nin büyüyüp, Osmanlı olmasının önündeki en büyük engellerden de birisini teşkil etmektedir. O halde yapılması gereken şey bilimsel verilerden, kültürel değerlerden ilham alarak, milli birlik ve beraberlik kaygılarını da giderecek yeni bir milliyetçilik tanımını kaleme almaktır. Bu tanımın özünü ise, ‘İlâhî’ nitelikli yetki ve sorumluluk bilinci oluşturmalıdır.
Dünya tarihi incelendiğinde de şahit olunduğu üzere Türk, yeni bir cihan devleti meydana getirmede hiç bu kadar gecikme yaşamamıştır. Bu gecikme Türkiye’ye kan kaybettirmektedir. Dahası Türkiye’yle birlikte, Türk-İslâm âlemi de kan kaybetmektedir. Bering Boğazı’ndan, Cebelitarık’a; Malezya’dan, Macaristan’a kadar uzanan ve türkuaza kesmesi gereken ufuklar kızıla boyanmıştır. Ufukların efendisi Osmanlı’nın aziz hatırası, mazlum milletlerin gönüllerini hâlâ yakıp durmaktadır. Urumçi’deki Uygur; Bosna’daki Boşnak; Kırım’daki Tatar; Cezayir’deki Arap… Maide Suresi’nde bildirilen müjdenin gerçekleşeceği günlerin özlemiyle yanıp tutuşmaktadır. Haliyle bu özlemin giderilmesinin Allah’ın inayeti, son Peygamberin ruhaniyeti ve Bilge Kağan’ın vasiyeti ile mümkün olacağı da malumunuzdur sanırım. Neyse canlar gelin şimdi yönümüzü kıbleye verip, ellerimizi semaya açarak Türk-İslâm Birliği için dua edelim. Ne buyurmuş? “Dua müminin silahıdır.” Kim buyurmuş? Son Peygamber!.. Sonrası mı? İman ve tevekkül… Serik–13.05.2009
Aziz D. Atabey
http://www.islamforum.net ten alıntıdır.