Nuri Pakdil'den....
İnsanlığın Kanı / Nuri Pakdil
Bizim bunalımımız biraz da Avrupa’nın, biraz da Ortadoğu’nun bunalımı olmuştur. Avrupa, bizi bunalıma ittikten sonra, kendisi de bunalmaya başlamış, bizim bunalımımızla Avrupa’nın bunalımı toplanarak Ortadoğu’nun üstüne yıkılmıştır.
Nasıl oldu bu? Hiçbir bağnazlığa kapılmadan, haktanırlıkla irdelemeliyiz tarihsel olguları, tarihsel devinimleri. Tarihsel olguların, çok derinlerde çalışan gizemli ‘güç’leri vardır, Osmanlı döneminden 1923 dönemine nasıl gelindiğini irdelemek zorundayız sürekli. Hiçbir köklü çözüme bizi götürmeyen, tersine, gözlerimizin ‘doğru’yu görmesine engel olan ‘kahramanlık imgeleri’ni bir yana kaldırmanın, gerçekleri konuşmanın, gerçekleri düşünmenin zamanı geldi. Avrupa, niçin yıktı Osmanlı Devletini? Osmanlı Devleti yıktırılınca Avrupa’da neler oldu? Ortadoğu’da neler oldu? Düşünüyor muyuz bunların üzerinde gereğince?
Tarihçi Toynbee, dünyanın denge ulusu olarak görür Osmanlı ulusunu. Osmanlı ulusunun tarihten atılmasıyla bir değişim başlamıştır yeryüzünde. Dünya, hızla, bir bunalıma sürüklenmiştir. Bizi bunaltan Avrupa, bunun ödülü olarak kendisi de başlamıştır bunalmaya.
‘Sinekler’ oyununda şöyle bir betimleme var:
‘Biraz iri et sinekleri bunlar. Keskin bir leş kokusu, onları şehre üşüştürdü. O zamandan beri büyüyüp duruyorlar. On beş yıl sonra boyları küçük kurbağalar kadar olacak’.
Sartre, bir başka şey için kullanıyor bu imgeyi. Ama, bunu, bir bakıma, Türkiye’ye uyarlayabiliriz de. Bu kurbağalar, ‘olumsuzluk’a doğru daha büyük değişime uğrayarak büyümüşler, çok irileşmişler, tanınmaz kılıklara bürünmüşler, ‘akılsızlığın simgesi’ olup çıkmışlardır.
Yurdumuz bu akılsızlığın öç alması dönemini yaşıyor. Bu akılsızlık dönemini, ancak usla geçerek ulaşabiliriz yeni bir tarihsel döneme. Alında sorun şu noktada düğümleniyor: insan’dan umudumuzu kesecek miyiz, kesmeyecek miyiz? Şöyle de koyabiliriz sorunu ortaya: yaşama hakkımız olacak mı, olmayacak mı? Olumsuz yanıtlayamıyoruz bunları. Olumsuz yanıtlarsak, hepimizin intiharı olur bu. Oysa yaşamak istiyoruz, varolmak istiyoruz. Çünkü yeryüzü için işlevimizin tam yitmediğine inanıyoruz. Hem bizi, hem başkalarını savunarak yeniden kavuşmalıyız insana; onun tüm değerlerini aydınlığa kavuşturmak için.
Yeryüzünde, insanın değerleri unutulduğu için herkes birbirlerini öldürmektedir. İnsanlık için hiçbir şey yapmadan başkasını öldürene, aslında kendi kendini öldürdüğünü anlatmalıyız. Ancak böyle geçilebilinir ölümlerin önüne. Akan, yalnızca insan kanı değil, insanlığın da kanıdır.
Andığım ‘sinekler’ oyununda, Orestes şunları söyler: ‘Ne isterlerse yapsınlar: özgürdür onlar ve insan hayatı umutsuzluğun öte kıyısında başlar’.
Kuşkusuz bir de “her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır ki, siz onu yakında bileceksiniz (Kutsal Kitap, VII, 6, 67)”.
Nasıl oluşur halkların ortak tarihi? Ortak inançla, ortak kültürle, ortak ülküyle, ortak anılarla değil mi? Ortak tarihin oluşmasına; kuşkusuz bu saydıklarıma benzer kimi öğeler eklenebilir daha, kimi öğelerin katkıları eklenebilir. Zaten, ortak tarih de, ortak uygarlık anlamına gelmiyor mu? Hatta, özetleyerek söyleyecek olsak, ortak bir ‘ülkü’ olmadan ortak bir tarih oluşabilir mi?
Tüm Ortadoğu halklarıyla, Filipinler’e değin uzanan Güney Asya halklarıyla, genelde Orta Asya halklarıyla, Kuzey Afrika halklarıyla, hatta yoğunluğu az da olsa kimi Balkan halklarıyla, ‘ortak tarihi’ olmamış mıdır halkımızın? Yadsınamayacak denli açık bir gerçek değil midir bu?
Peki, hangi kaynaktan kökenleniyordu bu ‘ortak tarih’? Salt, dinden, müslümanlıktan kökenlenmiyor muydu bu ‘ortak tarih’? Burda, ‘ortak tarihi’ kökenlemesi yönünden; insana kendi kendini çok geniş düzlemlerde algılama yetisi kazandırması, insana ulusallığın dar kapılarını kırarak evrensele açılma gücü vermesi, en azından insanı buna özendirici nitelikleri yönünden; dinin, müslümanlığın evrensel yanı çalışmıyor muydu?
Oysa, ulusumuzun evrensel hiçbir işlevi yok şimdi. Evrensel işlevi kalmamış bir ulusun yeryüzünde büyük bir anlamı da olabilir mi? Yalnızca, bir anlamı bile, olabilir mi? Çünkü, Batıcılıkla, ülkemizde gerici bir yönetsel sürece girildiğinden, bu ‘ortak tarih’ aşınmaya, tüm örgensel bağlar çürümeye, yok olmaya başlamıştır. Yaslandığımız, kökenlendiğimiz tarihsel temelden kesin biçimde uzaklaştırılmadık mı Batıcılıkla?
Sorun, bir uygarlık sorunu, bir varoluş sorunu olarak duruyor ortada. Ben daha ileri gidip şunları da söyleyeceğim: salt bu andığım halklarla değil, tüm dünya halklarıyla kişilikli, onurlu, insancıl, barışçıl ilişkiler kurmak istiyorsak, yeniden kazanmaya, elde etmeye çalışmalıyız tarihimizden kökenlenen evrensel kişiliğimizi; daha doğrusu, evrensel kimliğimizi.
Köken, Nuri Pakdil, Biat III, Sayfa: 19, Edebiyat Dergisi Yayınları, Nisan 1981