Alim ve zalim
Alim ve zalim
Mustafa islamoğlu
Fotoğrafta spor giyinmiş, şapkasının altından kır saçları görünen yaşlı bir adam; bir hedefi taşlıyor: Edward Said. Dikkatlice bakıyorum; evet, ta kendisi.
Edward Said, Filistin asıllı bir Hıristiyan Arap. ABD üniversitelerinde bir ömür hocalık yapmış. Şimdilerde Colombia Üniversitesi’nde İngiliz edebiyatı profesörlüğü yapıyor. Onun Türkçe’ye de çevrilen Oryantalizm (Orientalism) adlı eserini okumayanınız varsa, hiç duraksamadan çok şey kaybettiğini söyleyebilirim.
Oryantalizm, alanının şaheseri. Said bu eserinde, Batı’nın zihninde Doğu’yu nasıl kurguladığını deşifre ediyor ve bu sayede Batılılar’ın Müslüman Doğu’yu nasıl “ötekileştirdiklerinin” tarihini yazıyordu. Kitabın amacını onun şu sözleri daha iyi verir: “Bu kitapta daha önce sözünü ettiğim nedenler dolayısıyla Modern Oryantalizm, Avrupa’nın İslam karşısında duyduğu büyük korku ve çekingenliği yansıtmaktadır.”
Ben Edward Said’i, bir Yahudi bilgini olduğu halde Uhut Savaşı’nda Hz. Peygamber’e gelip, eğer savaşta ölürse mallarının tasarrufunu kendisine bıraktığını söyleyerek savaşa katılan ve hayatını kaybedip Uhud Şehitleriyle birlikte defnedilen Muhayrık’a benzetirim. (ayrıntı için bk. Yahudileşme Temayülü) Onun ardından Hz. Nebi ona olan sevgisini şu sözlerle dile getirmişti: “O, yahudilerin en hayırlısıdır.”
Üstad Edward Said, Güney Lübnan İsrail işgalinden kurtulduğu gün oradaydı ve işgalcileri taşlayan gençlerle birlikte o da taş atarken bir Batılı haber ajansı muhabirinin deklanşörü bu tüm aydın ve alimlere örnek manzarayı ebedileştirdi. Radikal, bu fotoğrafı sayfalarına taşıdı. Fotoğraf en son Haksöz dergisinin arka kapağında yayımlandı. Kendisiyle konuşan gazetecilere “Evet, o bendim” diyor ve ekliyor: “Taş atarken çok hoş duygular yaşadığımı inkâr edemem. Galiba bir tanesini de isabet ettirdim.”
Bu ümmetin alimlerinin en büyük sorunu gerektiğinde çocuklar gibi zulmü taşlayamamak. Bakın etrafınıza; sahte bir ‘vakar’, sırıtan bir ‘kasıntılık’. Mallarme psikozu: “Biz düşünürüz, yazarız, çizeriz, emir veririz. Yaşamak mı? Kölelerimiz ne güne duruyor!”
Yaşamayanın düşündüğü ne ola ki?
Çek kuyruğundan.
Yeri geldiğinde eleştirisini teorik alandan pratik alana taşıyarak ‘taşlama’ yöntemiyle eleştirecek yüreği ve aşkı yoksa, onun entellektüelliği ne ola ki?
Çek kuyruğundan.
Savunduğu değerler uğruna yeri geldiğinde bedel ödemeyen, o değerleri savunurken samimi değil demektir. Her sahici ilim adamı, düşünür ve aydın yangın kulesinin nöbetçisi gibidir. Yangını gören nöbetçiye ‘sakin ol’ demek ihanettir; nöbetçi yangını ‘Buselik Makamında’ haber veremez. “Yangın var!” diye avazı çıktığı kadar bağırmak zorundadır. Onun çığlığından rahatsız olanlar kundakçıların suç ortağı olmayı da kabul etsinler.
Etrafınızdaki ilim adamlarına, akademisyenlere, düşünür ve yazarlara, entellektüellere bir de bu açıdan bakın. Kaçı Edward Said kadar düşüncesinin namusuna sahip çıkmaktadır? Kaçta kaçı, işgali ve işgalciyi, zalimi ve zorbayı taşlayacak bir ‘aydın sorumluluğuna’ sahiptir? Sözü söylersiniz, fakat etkisini yaratamazsınız. Sözünüzü etkin hale getiren eyleminizdir, yaşantınızdır. Geçenlerde karşılaştığım bir profesör dostum kendi değerinin bilinmediğinden şikayet ediyordu. Neredeyse millete “nankör” diyecekti. Kasım kasım kasılıyordu, belli ki beyimiz kendini “alemlere rahmet” sanmaya başlamıştı. Bana tebessüm etmek düştü.
Dostum! Celadetin yoksa, sen bir hiçsin. İmam Malik işkence gördü. İmam Azam Ebu Hanife hapiste öldü hatta öldürüldü, İmam Zeyd vuruşa vuruşa öldü, İmam Ahmet falakaya yatırıldı ve kolları kırıldı, İmam Şafii dokuz arkadaşıyla birlikte yakalandı, tüm arkadaşları öldürüldü kendisi son anda kurtuldu, İbn Teymiyye, Serahsi, Şatıbi yıllarını zindanlarda geçirdiler. Prof. Dr. Abdulkadir Avde yüzyılımızın en büyük İslam ve Anayasa Hukukçularındandı; darağacında can verdi. Prof. Dr. Seyyid Kutub’un tefsirini bunca etkili ve yaygın kılan ‘ilmi değerinden’ çok altını canıyla imzalamasıydı.
Hiç zalime taş attınız mı? Bırakınız taşı, bunca zulmün irtikap edildiğini görüp dururken hiç caddelere inip haykıranlarla birlikte haykırdığınız oldu mu? İnsanlar ölürken siz hastalandınız mı? Hapishane duvarı, mahkeme kapısı bilir misiniz? “Ayıp olur” değil mi dostum; İlim adamının vakarına yakışmaz böyle hafif işler; alim dediğin ağır oturmalı batman götürmeli, değil mi?!
Alimin celadeti yoksa, eylemi yoksa, yaşantısı yoksa, o sadece “harddisk”tir dostum, “databank”tır.
Akit okuyucusundan ne haber?
Hayli oldu. Akit’in bu sayfasında önceki Cumhurbaşkanı’nın “Türkiye’de aç vaa mı? Açık vaa mı?” demagojisini boşa çıkarmak için Akit tam yarım sayfalık kendisine yakışan bir haber yapmıştı. Üç çocuklu dul bir kadının haberiydi bu. Kocası ayyaş. Kadın temizliğe giderek, çocuklarına ve ayyaş kocasına bakıyor. Kadın kansere yakalanmış, aile aç bi ilaç, ortada kalakalıyor. Üstelik çocuk da onmaz bir derde müptela. AKEV hanımlar komisyonu haberden 15 gün sonra aileyi ziyarete gidince Akit okuyucusu adına üzüldüğüm acı gerçek ortaya çıktı: Meğer onlar, aileyi ziyaret eden ilk kimselerdir.
İşte bu beni düşündürdü. Akit, artık çok satan gazeteler arasında; bu elbet sevindirici bir gelişme. Fakat, etkisi satışıyla orantılı mı? Bu haber çıktıktan sonra Akit’in İstanbul’daki binlerce okuru arasından onlarcası Bayrampaşa’ya koşmalı değil miydi? Akit’in okurları vurdumduymaz olamazlar. Sorumlu okuyucu olduklarını ispatlamalıdırlar.
Alın bir çığlık daha. Bir YAŞ’zede. Adeta haykırıyor. Dinleyin şu çığlığı:
“15.04.2000 tarihinden itibaren İslâmi hassasiyeti olduğuna inandığım tüm şirket, medya ve kurumlarla iş konusunda temas kurdum. Hiç birisi yardımcı olmadı. Namazım ve eşimin örtüsünden dolayı TSK’dan ilişiğim kesildi. Gemi kullanma öğretmenliği yaptım, yakınyol gemi kaptanı ehliyetim var. Bilgisayar üzerine Amerikan Ship Analytics Simolasyon üzerine eğitim gördüm.”
Bu niteliklere sahip bir insanı YAŞ’zede olmanın yanında bir de Müslümanzede durumuna düşürmemek gerekir, diyorum.
Akit sadece sıradan bir gazete değil. Akit okuyucuları ise sıradan bir gazete okuru değil.
Yanılıyor muyum yoksa?
( 28 Ağustos 2000 )