Hz. Hüseyin’e Mektup
“Hüseyin’i şehit ettiler” diye bir ses yükseldi Kerbela’dan…
Sene, Miladî 680…
Bu çığlık arzda ve asûmanda, Mekke’de, Medine’de, Şam’da, Kûfe’de, İsfehan’da, Diyar-ı Rum’da, Kürdistan’da yankılandı…
Bu haber; bebeklerin gözlerinde korku, yaşlıların saçlarında ak, kadınların yüzlerinde hüzün, gençlerin omuzlarına keder, Peygamber sevdalılarının sînelerinde ateşten bir kor oldu…
Peygamberin torununu, can parçasını, göz aydınlığını şehit ettiler.
Cennet gençlerinin efendisinin bedenini, “yeryüzü cenneti” uğruna lime lime ettiler. İktidarlarının perçinlenmesi, otoritelerinin ebed müddet sürmesi adına Hukukullah başta olmak üzere, bütün câri hukukları çölün kumlarına gömdüler…
Kavrulmuş dudaklarına bir damla suyu, kundaktaki bebeklerine bir tadımlık sütü çok gördüler.
Eyl-i beytin çadırının etrafında tekbir sesleriyle kılıçlarını bilediler.
Dicle nehrini ulaşılmaz, erişilmez kıldılar. Nebatatın, hayvanatın, “insan” hüviyetinden yoksun beşeratın, çölün kızgın kumlarının dahi kana kana içtiği suları, peygamber evlatlarına haram ettiler…
Kanla bir tarih yazdılar, tarihi kana buladılar. Katliamlarını din-i mübinin bekası için yaptılar(!) Ümmetin selameti, toplumun vahdeti, saltanatın devamı, huzurun temini için Ehl-i Beyt’i boğazladılar (!) Adalet ve meşveret ilkelerine değil, “kılıç hakkı” fetvalarına sığındılar.
Ey Peygamberin mübarek torunu,
Sana; dedenin vazettiği dinin “selameti” için kandan libaslar biçtiler. Yağlı urganlar doladılar aile efradının boğazına. Biçare yavrularına ve seni sevenlere unutamayacakları öyküler hediye ettiler. Âlimlere cevaplanması güç sorular; tarihçilere tarihin, “iktidar mücadelesi” olduğuna dair fikirler verdiler. Kelamcıların önüne, kader konusunda yığınla polemik malzemesi yığdılar. Kendilerinden sonraki despotlara, kitlelerin nasıl zapt-u rapt altına alınabileceği hususunda ilham verdiler.
Suyu bulandırdılar, vahiy ağacını kurutmaya yeltendiler; Kitab’ı, mânâ yönüyle tahrif ettiler, mazlumların kısa süren “umut baharlarını” bin acıya buladılar…
Ey şehitlerin efendisi,
Anlık bir yenilgiydi senin ve aile efradının başına gelenler, mecâzî bir mağlubiyetti… Yüzyıllar boyu Kerbela’dan bir esinti ulaştı coğrafyalara, kelam oldu, kelime oldu, ses oldu bizlere…
Kötülüğün envaî çeşit maskeler takabileceğini ve bu maskelere cesurca uzanmadan hakikatin yaşanamayacağını öğrendik senden. Sahici yaşamlar için, hakikî gerekçelerimizin olması gerektiğini kavradık.
“En tehlikeli yalanların, gerçeğe en çok benzeyen yalanlar olduğunu” fark ettik.
Yakınlarımızın aleyhine bile olsa, hakkın ve adaletin şahitliğini yapmaktan kaçınmamak gerektiğini öğrendik.
Olayların gerçekleştiği anda değil, ancak bilinçlerde mayalandığı ve kalplerde içselleştirildiği zamanlarda dersler alındığını, kutlu misyonunun çiçeğe durduğunu ve direngen yüreklere azık olduğunu idrak ettik.
Tevekkülü, sabrı ve bir kötülüğü deşifre etmenin en doğru zamanını öğrendik.
Yezid’in yalnızca bir şahıs değil, bütün kötülük imgeleri gibi, çağları aşan bir zihinsel miras olduğunu anladık.
Pandoranın kutusu açıldığında dört bir yanımıza saçılıveren olumsuzluklardan korunmanın yegâne yolunun, takva ve bilinç olduğunun ayırdına vardık.
“Anlamadan” anmanın, beyhûde çırpınışların ve içi boş ağıtların ötesine geçemediğini kavradık.
Ey Kerbela’nın bağrında Rabbin’e yürüyen yiğit,
Senin ismini dillerinden düşürmedikleri halde, kof ve anlamsız bir hayat sürenleri, mesajını iğdiş edenleri, cehaletlerini bayraklaştıranları, şiddeti amaçlaştıranları, mezhep taassubundan rant devşirenleri, ferasetten yoksun “mâtemperver”leri gördükçe karamsarlığa düçar oluyoruz.
Oysa senin pâk ismin telaffuz edildiğinde cümleler daha bir özenle kurulmalıydı. Yeryüzünün bütün acılarına dikkat kesilmeliydi kulaklar. Hakları ellerinden alınan her halkın, geleceği çalınan her bireyin, emeği suistimal edilenlerin, önüne çelikten barikatlar kurulanların, düşleri yağmalananların, sürgün edilenlerin dertlerini duyumsamalıydı gönüller.
Gözler, gösterilmek istenene değil, görüntünün arkasındaki asıl sûrete bakmalıydı. Bakışlar çöle değil, ummana kaymalıydı. Akıllar, acıklı hikâyelere değil, hikâyelerden neşet eden zamanlar üstü gerçeklere odaklanmalıydı.
Sınırlar, yürümeyi bilmeyenler içindi; ayaklar maveraya doğru yola çıkmalıydı…
Ey İmam Ali’yle Hz. Fatıma’nın incisi,
Senin başına gelenler neden bu denli yakıcı, neden gözyaşlarımız senin şahadet öykünün mutlak yoldaşı? Senin ve sevenlerinin maruz kaldıklarını, sesi titremeden anlatabilen kaç hatip var dünyada? 1300 yıldır her Muharrem’de, her Aşura’da niçin boğazlar düğümleniyor, neden hayat solgunlaşıyor, sohbetler yavan, diller lâl oluyor…
Trajedi, dram, kara gün… Hiçbir kavram Kerbela faciasını tam olarak taşıyamıyor; harfler yan yana dizildiğinde mânâsız kelime leşlerine dönüşüyor.
Bizler Muharremlerde yalnızca sana değil, kendimize de ağlıyoruz. Zamanın Yezidlerine âşık olan fikir yoksulu dostlarımıza; gücü kutsayan, güçlüyü meşrûlaştıran, kudretin yanında saf tutan çıkarperest aydınlara acıyoruz. Her muhalif sesi, düşman konsepti içerisinde değerlendiren paranoyak anlayışlara içerliyoruz. Mezarının bulunduğu topraklarda bile mâbetlerin dokunulmazlığına saygısı olmayan “direnişçilere” şaşıyoruz. Eski diktatörlerine duydukları öfkeden dolayı işgal güçlerinin varlığını onaylayan reel-politikçilere hayret ediyoruz.
Yitirdiğimiz ruha, kaybettiğimiz sağduyuya, sorumluluklarımızı unutturan hırslarımıza ağlıyoruz. İçimizdeki Yezid’in ayyuka çıktığı, nefsimizin telkinlerine yârenlik ettiği demlere ağlıyoruz…
Ey bir yudum suya hasret bırakılarak Dâr-ı Bekâya uğurlanan imam,
“Dostlarım, her ne zaman soğuk bir su içerseniz beni hatırlayınız” sözünü unutmadık.
İçtiğimiz her soğuk su, dilimizi damağımızı dağlayan bir kora dönüşüyor… Her yer Kerbela, her gün Aşura oluyor…
EMİN MANSURİ
24.ARALIK.2009