Konu Başlıkları: Mezhep holiganlığı
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 12 Ocak 2010, 12:56   Mesaj No:3

yakuti

Medineweb Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:yakuti isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 11368
Üyelik T.: 07 Ocak 2010
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Mesaj: 53
Konular: 0
Beğenildi:0
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart RE: MEZHEP HOLİGANLIĞI

Arkadaşlar,
Bilindiği gibi çağımızın en büyük bidati veya sapıklığı mezhepsizlik cereyanıdır. Öyle ki, bu cereyan bugün için bütün web sayfalarına sirayet etmiş ve çok tehlikeli bir konuma gelmiştir. Genç kardeşlerimizi ve saf beyinleri sürekli iğfal etmeye çalışan bu cereyanın mensupları İslâmı çok iyi bilenlerce sürekli "çocukça sualler" kategorisine sokulacak sualleri sormakta ve kafaları bulandırmaya çalışmaktadırlar. İşte bu suallerden bir-iki tanesi de şudur:
"Efendim, Mezhebe uymanın dini delillerde (Kitapta ve Sünnette) yeri var mıdır ?Peygamber'in zamanında ‘mezhep’ var mıydı?
"
Bu soruların cevapları olarak ciltler dolusu kaynak piyasada mevcut olduğu halde, yine de böyle çocukça sorularla forumları ve web sayfalarını meşgul ettikleri bir vakıadır. Biz de acizane bu konuda aşağıdaki muhkem bilgileri siz kardeşlerimizin görüşlerine ve bilgilerine sunmakla örümcek ağını andıran zayıflıktaki bu tür tuzak soruların tehlikesine düşmemek amacını hedefledik...
Keyifyeti arz ederiz.

İSLÂM FIKHI'NIN KAYNAKLARI (***)
Önce fıkıh kelimesi ve terimi üzerinde duralım. Kur'an-ı Kerim'de "Fıkıh" kelimesi ince ve derin anlayış, kalbte bulunan bir nurun meselelerin mahiyetini kavrayışı olarak yer almıştır. Meselâ: "Andolsun ki biz insanlardan ve cinlerden bir çoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, bunlarla idrak edemezler; gözleri vardır, bunlarla göremezler; kulakları vardır, bunlarla işitemezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir."(21) ayetinde bu mana ön plândadır..Fahrüddin-i Razi bu ayet-i kerime'de geçen "Yefkahûne biha" ibaresini tefsir ederken: "Allahû Teâla (cc) ilim, fehim ve idrak manasına gelen fıkhı; kâfirlerin kalplerinden çıkarmıştır" diyerek, bu inceliğe işaret etmiştir.
Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Allahû Teâla (cc) kime hayır murad ederse, o kimseyi dinde fakih kılar"(22) müjdesi sarihtir. Dolayısıyla fıkıh; kalpte mevcud olan iman nuru ile yakından alâkalıdır. Hiçbir zaman "Hukuk" manasına değildir. Maalesef son yıllarda "İslâm fıkhı" tabiri yerine "İslâm Hukuku" kullanılmaktadır. Halbuki "hukuk" kelimesi hiçbir zaman "Fıkıh" manasına gelmez. "Hukuk", İslâm fıkhının muamelât ile ilgili bir bölümüdür.
Kur'an-ı Kerim'de: "Nerede olursanız olun, velev ki tahkim edilmiş yüksek kalelerde bulunun, ölüm size gelip yetişir. Eğer onlara bir iyilik dokunursa "Bu Allah katındandır" derler. Şayed onlara bir fenalık dokunursa "Bu senin katındandır (senin yüzündendir)" derler. De ki: Hepsi Allah katındandır. Böyle iken onlara, o kavme ne oluyor ki (kendilerine söylenen) hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar"(23) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu Ayet-i Kerime'de geçen "La yefkahûne" hükmünün muhatapları münafıklardır. Hepsi de "Arapça" konuşmaktadırlar. Bu durumda Kur'an-ı Kerim'in zahiri manalarını anlamaları ve Resûl-i Ekrem (sav)'i dinlemeleri kaçınılmazdır.(24) Peki anlamadıkları nedir? İşte bu noktada "Yefkahûne" ibaresi karşımıza "İnce anlayış ve keskin idrak" olarak çıkmaktadır.
Fıkh-ı Batını esas alan (tasavvuf ehli) alimler, bu ayet-i kerime'yi delil getirerek: "Allahû Teâla (cc) bir kavimden "Fıkhı" kaldırırsa, onlar zahiri anlamakla beraber, gerçek mahiyeti kavrayamazlar"(25) hükmünü zikretmektedirler.. "Fıkıh" kelimesi, ıstılâhta "Şer'i hükümleri, delilleriyle birlikte tafsili olarak bilmek" şeklinde tarif olunmuştur. .(26)
İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha) "Fıkhı" şu şekilde tarif ediyor: "Fıkıh ilmi, kişinin leh ve aleyhindeki hükümleri bilmesidir. İlim ancak amel etmek içindir. İlim ile amel etmek, ahiret saadeti için dünya meşguliyetlerini terkedip, gönülden çıkarmaktır."(27)
Şurası muhakkaktır ki; bir mükellefin, lehindeki ve aleyhindeki haklarını tesbit kat'i delillerle mümkündür. İmam-ı Şafii (rha): "Kat'i bir habere dayanmadan veya ictihad yapmadan bir söz söylemek günaha çok yakındır. Allahû Teâla (cc) Resûl-i Ekrem (sav)'den başka hiç kimseye ilmi bir delile dayanmadan "Din" hususunda herhangi bir söz söyleme hakkı tanımamıştır. İlmi delil ise: Kitab, sünnet, icma-i ümmet, asar ve mahiyetini beyana gayret ettiğim kıyas-ı fukaha'dır"(28) buyuruyor. Dolayısıyla; şer'i herhangi bir delile dayanmadan din hususunda "Şahsi kanaat belirtmek" büyük bir vebaldir.

KİTAP VE SÜNNETTEN SONRA GELEN 3. DELİL İCMA-İ ÜMMET :
Önce icma kelimesinin lûgat manası üzerinde duralım. İcma Arapça bir kelime olup; "azm, kasd ve ittifak"(59) manalarına gelir. Molla Hüsrev: "Müctehid imamların herhangi bir asırda şer'i bir hüküm üzerinde ittifak etmelerine icma denir" tarifini esas almıştır.(60) İmam-ı Serahsi'de şu şekilde tarif etmiştir: "Her asırda fıskını ilân etmeyen, heva ve heveslerine tabi olmayan bütün müctehid imamların ittifakına icma denir."(61)
Kur'an-ı Kerim'de: "Kim kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygambere muhalefet eder, mü'minlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu (o kimseyi) döndüğü o yolda bırakırız. (Fakat ahirette) kendisini cehenneme koyarız. O ne kötü bir yerdir" (En Nisa Sûresi: 115) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Zemahşeri: "Bu ayet , icma-ı ümmetin delil olduğunun işaretidir. Zira ayette "peygambere muhalefet ile mü'minlerin yolunun dışında bir yol tutmak" aynı mahiyette sayılmıştır. Bu iki cürmün cezaları da eşit tutulmuştur"(62) diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. İmam-ı Kurtubi: "Mü'minlerin yolundan ayrılmaktan maksad, müctehid imamların icmalarını inkâr etmektir. Bu ayet-i kerime'de icma-i ümmet'ten ayrılanları tehdit vardır"(63) demiştir. İmam Ebû Bekir El Cessas: "Bu ayet-i kerime'de mü'minlerin yolundan ayrılanlar cehennem azabı ile tehdit olunmuşlardır. Bundan kasıd, icma-ı ümmeti inkâr edenlerdir"(64) hükmünü zikretmektedir. Tefsir-i Haazin'de: "Peygambere muhalefet etmek ve mü'minlerin yolundan ayrılmak haramdır. Durum böyle olunca mü'minlerin yoluna uymak vaciptir"(65) denilmektedir.
Bazı usûl-i Fıkıh kitaplarında; Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Benim ümmetim delâlet üzerinde ittifak etmez"(66) ve "Mü'minlerin güzel gördüğü şey, Allahû Teâla (cc) katında da güzeldir"(67) Hadis-i Şerif'leri, İcma-i Ümmet'in delili olarak zikredilmiştir.
İcma'nın teşekkül edebilmesi için, mücmel olan fıkhi bir meselenin bulunması zaruridir. Aynı asırda yaşayan müctehid imamlar; Kur'an ve Sünnet'te yer alan mücmel bir hüküm üzerinde, kat'i olarak ittifak ederlerse icma teşekkül eder. İcma'nın delil olması da buna dayanır.(68) Kat'i bir nassa dayanan ve tevatürle gelen İcma'nın inkârı insanı küfre götürür.(69) Zira bunda kat'i delilleri yalanlama sözkonusudur. Bilindiği gibi bir asırda; tek bir müctehid bile katılmazsa, icma teşekkül etmez.
Müctehid olmayan kimselerin tamamı; herhangi bir fıkhi meselede ittifak etseler, bununla icma teşekkül etmez. Dolayısıyla "İcma-ı Ümmet'in" teşükkülü için; aynı asırda yaşayan, birçok müctehid imama ihtiyaç vardır.
Müctehid seviyesinde ilme sahip olmayan, buna mukabil insanlar indinde "Mürşid-i Kâmil" diye anılan kimselerin; fıkhi meselelerde, bir müctehide tabi olmaları vaciptir. Nitekim tasavvuf yolunun büyüklerinden İbrahim b. Ethem, Şakik Belhi, Ma'ruf Kerhi, Ebû Yezid Bestami ve Fudayl b. İyaz; amel'de hanefi mezhebini taklid etmişlerdir.(70) İnsanlar tarafından "Müşrid-i Kâmil" vasfı ile anılan kimselerin; herhangi fıkhi bir meselede, kendi aralarında ittifak etmeleri, icma-ı ümmet mahiyetine haiz değildir.

KİTAP VE SÜNNET VE İCMA'DAB SONRA GELEN 4. DELİL : KIYAS-I FUKAHA
Kıyas; Arapça bir kelime olup "K-Y-S" kökünden (kâyese'nin) dili geçmiş masdarıdır. Lugatta "iki şeyi birbiri ile ölçmek, mukayese atmak ve iki şey arasınaki benzerlikleri tesbit etmek " anlamına gelir. (71) Fıkıh usûlü kitaplarında; "kitap, sünnet ve icma ile sabit olan bir hükmün; illet ve sebeplerini dikkate alarak, hakkında nass bulunmayan (fakat aynı illetlere sahip olan) meselenin hükmünü ortaya koymaya kıyas denilir" (72) tarifi yapılmıştır. Hz. ömer (ra)'in Ebû Musa El Eş'ari'ye: "Birbirine benzeyen şeyleri iyi kavra, illet ve sebeblerini çok hassas olarak tahlil et ve daha sonra kıyas yap"(73) tavsiyesinde, aynı unsurlar görülmektedir.
Kur'an-ı Kerim'de: "Onlara eminlik veya korku haberi geldiği zaman onu yayıverirler. Halbuki o (haberi) peygambere ve içlerinden ûlû'lemr olanlara arzetseler, elbette bunların istinbata kadir olanları onu anlar, bilirlerdi" (En Nisâ Sûresi: 83) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu ayet-i Kerime'de geçen "Yestenbitûnehû" ibaresinden kasdın, istinbat ve kıyas yoluyla hüküm çıkarmak olduğu hususunda ittifak mevcuddur.(74) Meselelerin ve haberlerin "Ulû'lemr" hükmünde olan alimlere sorulması bir vecibedir.
Resûl-i Ekrem (sav), Hz. Muaz b. Cebel'i, "Yemen" iline vali olarak gönderirken: "- Ya Muaz, bir hadise ile karşılaşırsan nasıl hükmedeceksin?" diye sormuştur. Hz. Muaz b. Cebel (ra): "Allahû Teâla (cc)'nın kitabı ile ya Resûlallah" diye cevap verir. Resûl-i Ekrem (sav): "- Peki hükmü kitap'ta bulamazsan nasıl hükmedersin?" diye sordu. Hz. Muaz (ra): "Allah'ın(cc) resûlü'nün sünnet'ine başvururum" diye cevap verdi. Resûl-i Ekrem (sav): "Peki hem Allahû Teâla (cc)'nın kitabında, hem Resûlü'nün sünnetinde bulamazsan nasıl hükmedersin?" sualini sordu. Hz. Muaz (ra): "- O zaman reyimle (Kıyas yaparak) hükmederim"(75) cevabını verdi. Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz Efendimiz (sav), Hz. Muaz b. Cebel (ra)'in bu cevabından memnun olmuş ve: "Resûlullah'ın elçisini, Resûlullah'ı hoşnud edecek şeye muvaffak kılan Allahû Teâla (cc)'ya hamd olsun" diye duada bulunmuştur. Bu hadis-i şerif, bir cemaat tarafından rivayet edilmiştir.
Kıyas; kitap, sünnet ve icma'ya bağlı olan, zanni bir delildir. Hakkında muhtem ve müfesser nass bulunan konularda kıyas yapılamaz. Mücmel olan haberlerde, kıyas usûlü ile hüküm çıkarılır. Müctehid seviyesinde ilme sahip olmayan kimseler; taharri (araştırma) yapabilirler, fakat kıyas ile hüküm veremezler.
Hanefi fûkahası: "Taabbüdi olan ve illetleri akılla kavranamayan hükümlerde kıyas'ın geçerli olmayacağı hususunda" ittifak etmiştir.(76) Meselâ: ibadetlerin biri, diğerine kıyas edilerek, yeni bir ibadet şekli tayin edilemez. Ayrıca Hadd cezalarında ve keffaretlerde, kıyas yoluyla yeni hüküm konulamaz.
Kitap, sünnet ve icma; her alanda delil olduğu halde, kıyas-ı fukaha sadece fıkhî meselelerde hüccet teşkil eder. Kıyas-ı fukaha; mutlak müctehidler ile mezhepte veya meselede müctehid olan fakihlerin başvurabileceği bir kaynaktır. Herhangi bir mukallidin; akli melekelerini kullanarak yapmış olduğu akıl yürütme kıyas-ı fukaha olarak nitelendirilemez.. Bu nevi akıl yürütmeler, şahsi kanaat hükmündedir. Şahsi kanaatlerini kıyas kabul edenler, büyük bir vebal ile karşı-karşıyadırlar. Nitekim Tabiûndan Şa'bi'ye bir kimse gelip bir mesele sorar. Hz. Şa'bi (rha); sualle ilgili olarak Abdullah İbn-i Mes'ud (ra)'un bir rivayetini nakleder. Sual soran kimse: "- Sen bu konudaki şahsı kanaatini söyle" deyince, Hz. Şa'bi (rha): "- Şu adama bakın, ben ona Abdullah İbn-i Mes'ud şöyle dedi diyorum. O bana şahsi kanaatimi soruyor. Ben dinimi bundan tenzih ederim. Vallahi müzikle meşgul olmayı, sana şahsi kanaatimle fetva vermeye tercih ederim"(77) diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir.

DİĞER KAYNAKLAR

İslâm fıkhının; kitap, sünnet, İcma-ı Ümmet ve Kıyas-ı Fûkaha'dan başka kaynakları da mevcuttur. Ancak bu "Edille-i Erbaa"; bütün ehl-i sünnet müctehid imamlarının ittifakına mazhar olmuştur. Şimdi üzerinde duracağımız kaynaklar ise; müctehid imamların bir kısmı tarafından kabul, bir kısmı tarafından reddedilen (üzerinde ittifak olmayan) hususlardır. Kısaca bu kaynaklar hakkında bilgi verelim.
İSTİSLAH:
Lugat manası maslahat bulunan yönü almak, bir şeyin islâhını, düzeltilip iyi bir hale getirilmesini istemek manalarına gelir. "Salaha" kökünden gelen maslahat; iyi olma, düzelme, elverişli bulunma manasınadır. Zıddı ise "Fesede" kökünden gelen mefsedettir.(78) Kur'an-ı Kerim'de: "...O kendilerine iyiliği emrediyor, onları kötülükten nehyediyor. Onlara temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri de haram kılıyor..."(79) buyurulmaktadır. Müctehid imamlardan bir bölümü "Istislâh'ı"; kıyas içerisinde zikrederek, ayrı bir delil olarak ele almamışlardır.
ÖRF VE ÂDET:
Önce lûgat manası üzerinde duralım. Örf kelimesi; ma'ruf ve irfan ile ilgili olup, "irfan ehlinin razı oldugu davranışlar" manasınadır. İmam-ı Kurtubi: "-Selim akıl sahiplerinin razı olduğu ve insanları mutmain eden davranışlara örf denilir" tarifini yapmıştır. Yaygın olan tarif şudur: "Şer'i şerife aykırı olmayan ve akl-ı selim sahibi kimselerin müstahsen bulduğu davranışlara örf denilir."(80) . Örf ve âdet'te dikkat edilecek husus "Şer'an ve aklen müstahsen" olmasıdır.(81) Buna sahih örf denilmiştir. Şer'i şerife uygun olmayan örfe, "fasid örf" denilir. Fasid örf, delil olarak kabul edilemez..(82) Nasslar ile örf ve adetler tearuz (çelişki) sökonusu olursa, nasslar esas alınır.Bu durumda, örfe ve adete itibar edilemez.

İSTİHSAN:

Lugatta "Bir şeyi iyi ve güzel görmek, tercih etmek" manalarına gelen "Husn" kökünden gelmektedir. İslâmi ıstılâhta; ümmetin menfaatini ve adalet esasını dikkate alarak, iki hükümden daha kolay olanını tercih etmektir. İmam-ı Serahsi istihsan'ın müsamaha ve ruhsat esasına dayandığını beyan etmiş ve "Kıyas-ı Müstahsen" olarak isimlendirmiştir. .(83)
Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kolaylaştırın, güçleştirmeyin, müjdeleyin nefret ettirmeyin"(84) Hadis-i Şerif'inin buna delil olduğunu beyan eden ulemâ çoğunluktadır. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'de yer alan: "Allah sizin için kolaylık diler, zorluk murad etmez"(85) ayet-i kerimesi de istihsan'ın delili kabul edilmiştir. İmam-ı Şafii (rha) "İstihsan'ın" sonradan çıkan bir yorum olduğu noktasını beyan ederek, delil kabul etmemiştir. Hanefi, Maliki ve Hanbeli mezhepleri, istihsanı delil olarak değerlendirmişlerdir.
Bunların dışında Sahabe-i Kiram'ın sözleri, İstishab, daha önceki Şeriat'ler (Yani Kur'an-ı Kerim'de beyan buyurulan geçmiş ümmetlere ait hükümler) ve Umum belva gibi deliller de zikredilmiştir.Diğer kaynaklar başlığı altında sunduğumuz deliller; "Edille-i Erbaa" da herhangi bir hükmün bulunmaması halinde, dikkate alınan unsurlardır. Bu kaynaklar "Usûl-i Fıkıh" kitaplarında izah edilmişlerdir.

İCTİHAD'IN MAHİYETİ

Önce kelime üzerinde duralım. "İctihad" kelimesi; gayret, takat, çaba manalarına gelen "Ce-He-De" kökünden ve iftial babındandır.(86) İslâmi ıstılâhta; kitap, sünnet ve icma'da kat'i olarak bulunmayan bir mesele hakkında (Yani fer'i bir konuda) müctehid olan bir fakihin bütün gücünü harcıyarak bir sonuca varmasıdır."(87)
Müctehid olmayan bir kimsenin, bütün gücünü sarfederek, yeni bir sonuca varması ictihad olmayacağı gibi; müctehid'in de fıkhın dışında herhangi bir konuda bütün gücünü sarfetmesi ictihad sayılmaz."(88)
Resûl-i Ekrem (sav)'in: "İctihadı ile hükmeden kadı isabet ederse iki ecir vardır. İctihadı ile hükmedip hata ederse bir ecir alır"(89) buyurduğu bilinmektedir. Ayrıca Resûl-i Ekrem (sav)'in sahabe-i kiram'ı ictihad'a teşvik ettiği de mutaber kaynaklarda zikredilmiştir.(90)
63 İctihad'ın makbul olabilmesi için, müctehid'de aranan bütün vasıfların tek bir kişide bulunması zaruridir.(91) Zira herhangi bir ictihad'ın amele konu olması; müctehid'in adil, sadık ve muttaki olmasıyla yakından alakaladır.(92) Çünkü din hususunda faasıkın sözü muteber olmaz. Son yıllarda; her ilim dalından bir kimseyi alıp, genel "İctihad şurası'nın" kurulması teklif edilmekteir. Bu teklif, "İlim ehlinin istişaresi" açısından güzeldir. Ancak müslümanların; "ya islâm fıkhını uygulayan bir devlet, ya islâmi cemaat" şeklinde teşkilâtlanmış olmaları gerekir. Aksi takdirde "içtihad şurasının" vereceği kararın ferdleri bağlayıcı olması düşünülemez. Ayrıca "ictihad yapılmalıdır" tezini savunan kimselerin, hangi konularda ictihada ihtiyaç bulunduğunu sarahaten ortaya koymalarında da zarûret vardır.
İmam-ı Şafii (rha) müctehidde bulunması gereken vasıfları şu şekilde ortaya koymuştur: "İctihad için gerekli vasıtaların tamamına sahip olmayan bir kimse kıyasla ictihad yapamaz. Allahû Teâla (cc)'nın kitabının hükümlerini, farzını, edebini, nasıh ve mensûhunu, amm ve hassını, irşadını bilmeyen kimse kat'iyyen bu işe ehil değildir. Tevile müsait olan Ayet-i Kerime'leri, Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetini delil getirerek açıklamak, eğer sünnette bu husus mevcud değilse mü'minlerin icmasını ve onda da yoksa kıyası delil getirmek gerekir. Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetini bilmeden, selef-i salihinin sözlerini, müslümanların icma'larını ve ihtilaflarını ve Arapça lisanının inceliklerini kavramadan kıyasla ictihad yapılamaz. Selim akıl sahibi olmayan ve benzerlikleri ayırma ve seçme kabiliyeti kuvvetli bulunmayan kimsenin; sözü, kıyasla ictihada getirmesi doğru değildir. Bir meselede muhalif olan kimse de dinlenir. Çünkü bu fiilde gafletin ortadan kaldırılması ve doğrunun ortaya çıkması için yerinde tesbit sözkonusudur. Bütün bunların yanında son derece güç ve takat sarfedilecek ve insaf gösterilecektir ki; neye dayanılarak bir şeyin alındığı veya terkedildiği bilinebilsin. Meseleye hakiki bir mahiyette nüfûz etmeksizin, yukarıdaki şartları taşıyan kimse de ictihad yapamaz. Zira mahiyetleri kavrama kabiliyetine de sahip olmak gerekir. Selim akıl sahibi olmayan veya Arapça lisanının inceliklerinde taksiratı bulunan kimse (Nass'larda hafız dahi olsa) kıyasla ictihad yapamaz. Zira ictihad vasıtalarında aklı ve ilmi noksandır."(93)
İmam-ı Gazali; "müctehidin sadık, adil ve muttaki vasıflarına haiz olmasının zaruri olduğunu" belirtmiştir..(94) Siyasi iktidarlardan müstağni olmayan kimselerin yaptıkları ictihad, daima tartışma konusu olmuştur. Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümleri hafife alan ve kendi hevâlarından hüküm icad eden tağuti güçler ile cihad etmek farzdır. Kafirlerin velâyetini (iktidarını) kabul eden ve onlardan görev alan bir kimse, "sadık ve adil olma" vasıflarını kaybeder.İcare hukukuna göre görev alması da tahrimen mekruhtur.. Dolayısıyle; velev ki müctehid derecesinde ilme sahip olsa bile, o kimsenin ictihadı ile amel edilemez.
İbn-i Abidin; "Hiçbir ilim yoktur ki sahibi ona müctehid'den daha fazla muhtaç olsun. Çünkü müctehid; dünya ve ahiretin her işiyle bir tarafından alakalıdır. Fakih; insanların ciddi ve gayr-i ciddi tutumlarını, hilelerini bilmek mecburiyetindedir. Ayrıca insanlar arasındaki muhalefetleri, (Yani ihtilâf konularını) maslahat ve mefsedetleri, mahiyetleri ile birlikte kavramalıdır. İnsanlar arasında cari olan işleri, örf ve adetleri bilmek zorundadır. Bu ise insanlar arasında mülâkat, çeşitli mezheplere salik kişilerle görüşmek, onlarla müzakere ve sohbetlerde bulunmak, onlara ait risaleleri toplayıp mütalaa etmek suretiyle elde edilebilir"(95) hükmünü zikrediyor.
Hz. Sa'id b. Müseyyeb (ra)'den rivayet edildiğine göre; Hz. Ali (ra)'nin, kat'i nass bulunmayan konularda nasıl hükmedeceklerine dair suali üzerine Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Mü'minlerden ilim ve takva sahibi olanları toplayıp istişare edin. Bir kişinin reyine göre hükmetmeyin"(96) buyurduğu kaydedilmektedir. Gerek Sahabe-i Kiram, gerek müctehid imamlar bu konuda oldukça titiz davranmışlardır. Bugün de; ictihad için her ilim dalından bazı kimseleri bir araya getirip, "İctihad Şurası" teşekkül ettirmeyi teklif edenler, nazari plânda haklıdırlar. Ancak İctihad'a konu olacak fer'i meseleler; İslâmi bir devlette veya cemaatte kat'i çözüme kavuşabilir. Kaldı ki "İctihad Şûrası'nın" teşekkülü için birçok sayıda müctehide ihtiyaç vardır. Ortada müctehid seviyesinde ulemâ mevcut değilken; "İctihad Şurası" teklifi temenni olmaktan öteye geçmez.
Şurası muhakkaktır ki; ictihad'la hüküm verme noktasında "Kadı" önde gelir. Hadd'lerin ikame ve hükümlerin infaz edilmediği toplumlarda, "ictihad"la hükmetmeye kalkmak; gösteriş yapmaktan öteye bir mana ifade etmez. "Kaza sistemini" kuramayan müslümanların, ictihad konusunda söyledikleri sözler, münakaşadan başka bir şeye yaramaz. Son yıllardaki manzara da budur.
Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Allahû Teâla (cc) size ilmi verdikten sonra zorla geri almaz. Ancak sizden ilmi; alimlerin ölümüyle söküp alır ve geriye kara cahiller kalır ki, onlardan fetva sorulur, onlar da şahsi görüşleriyle fetva verirler ve böylece hem kendileri saparlar, hem de başkalarını saptırırlar"(97) buyurduğu bilinmektedir. Bu Hadis-i Şerif de "Müctehid seviyesinde ulemâ'nın kalmayacağı bir dönemin bulunabileceğinin" delili olarak değerlendirilmiştir. İslâm ulemâsı; bunun kıyamet alametleriyle, ilgili olduğu hususunda müttefiktir.(98) Günüzümde bu hal, bütün dehşetiyle yaşanmaktadır. İlmin ihya edilmesi ve yayılması farzdır.
İmam-ı Şafii (rha): "Her mükellef; ya kıyasla ictihad etmek veya bir müctehid'e ittiba etmekle yükümlüdür. Bu iki halin dışında birşey söylenemez"(99) buyurmaktadır. Bazı çevreler; bir müctehid'e ittiba ile taklid'in farklı şeyler olduğu iddiasındadırlar. Ancak bu iddia'yı destekleyebilecek herhangi bir delil bulmak mümkün değildir. Zira bir müctehid'i taklid; o müctehid'in şer'i delillerden çıkardığı hükümlerle amel etmekten ibarettir. Yoksa müctehid'i "Hüküm Koyucu" noktasında görmek değildir. Esasen her mü'min; Allahû Teâla (cc) ve Resûlü (sav)'den başka hiç bir gücün, kat'i bir delile dayanmadan "Din" hususunda "Hüküm va'zetme" yetkisinin bulunmadığını bilir.

MÜCTEHİD'LERİN TABAKALARI

MUTLAK MÜCTEHİDLER: (El-Müctehid fi'ş Şer'i): Bütün şer'i delillere hakkı ile vakıf olup; gerek ûsul-i fıkıh, gerekse fer'i meselelerde (hiç kimseyi taklid etmeden) ictihad'da bulunan ulemâ bu sınıftandır. Sahabe-i Kiram, Said b. El Müseyyeb ve İbrahim Nehai gibi tabiûnun fakihleri, İmam-ı Azam Ebû Hanife, İmam-ı Malik, İmam-ı Şafii, İmam Ahmed b. Hanbel, İmam-ı Evzai, Muhammed b. Cerir Et Taberi, Davûd-û Zahiri, Süfyan Es Sevri, Hasan El Basri, Muhammed El Bakır, Cafer Es-Sadık, Ebû Sevr, Leys b. Saad ve bunun gibi yüzlerce ulemâ bu sınıftandır. Mutlak müctehidler; ictihadda kullandıkları usûlü, şer'i delillere dayanak tesbit etmişlerdir. Dolayisiyla, zaruri hallerin dışında birbirlerini taklid etmeleri caiz değildir.(100) Sahabe-i Kiram (Allahû Teâla (cc) hepsinden razı olsun) arasında görülen bütün ihtilâflar; fer'i konularda cereyan eden "ictihad" farklılaşmasından ibarettir. Resûl-i Ekrem (sav)'in; "ictihad'ın da isabet eden müctehid'e iki, isabet edemeyene de bir sevab verileceği" yolundaki beyanı esas alındığı zaman; Sahabe-i Kiram'a dil uzatmanın kat'iyyen caiz olamıyacağı kavranır. Mutlak müctehid'lerin tamamı için aynı hüküm geçerlidir. Nitekim Molla Hüsrev "Şahidlikleri kabul edilip edilmeyeceği" kişileri tasnif ederken: "Selefe açıkca küfür ve ta'n eden kimselerin de şahidlikleri kabul edilmez. Selef; sahabe-i güzin ve müctehid ulemâdır. Çünkü bu işler (Selef'e küfür ve ta'n etmek) o kimselerin akıllarının ve mürüvvetlerinin (Haysiyetlerinin) kusurunu gösterir. Böyle büyük bir vebalden kaçınmayan kimse, yalan söylemekten de çekinmez" hükmünü zikreder.(101)
Mutlak müctehid'lerin tamamı, aynı zamanda "Mezhep" kurucusu durumundadır. Dolayısıyla halk arasında yaygın olan "Dört Hak Mezhep" tabiri; ile her ne kadar saliki bulunan "Ehl-i Sünnet" mezhebleri kasdediliyorsa da, isabetli değildir. Zira, diğer mutlak müctehidlerin "Zann" altında tutulması tehlikesi mevcuddur. Şer'i hududları muhafaza için her türlü ızdıraba boyun eğen ve sabırla İslâmı tebliğ eden; "Mutlak Müctehid'lerin" tamamını hayırla yadetmek borcundayız. Allahû Teâla (cc) hepsinden razı olsun.
MEZHEB'TE MÜCTEHİDLER: (El Müctehid fi'l Mezheb): İctihad ûsulü'nde bir mutlak müctehidi taklid edip; fer'i meselelerde müstakil müctehid olan ulemâ bu sınıfa dahildir. İbn-i Abidin: "Mezhep'te müctehid'lerin" Usûl-i fıkıh'ta bağımlı, fer'i meselelerde mutlak müctehid'e muhalefet edebilen kimseler olduğunu kaydeder.(102) Mesela: İmam-ı Yusuf, İmam-ı Muhammed ve İmam-ı Züfer; usûl-i Fıkıh'ta İmam-ı Azam Ebû Hanife'ye tabi olmakla birlikte, fer'i bazı meselelerde ona muhalefet etmişlerdir.
MESELE'DE MÜCTEHİD'LER: (El Müctehid fi'l Mesail): Mutlak müctehid'den, kat'i bir hüküm nakledilmeyen meselelerde "İctihad" yapan ulemâdır. Bunlar; mutlak müctehid'e gerek usûl'de, gerek fürû'da muhalefet edemezler. İbn-i Abidin: "Mesele'de müctehidleri" şu şekilde tarif etmektedir: "Hassaf, Ebû Cafer-i Tahavi, Ebû Hasen El Kerhi, Şemsü'leimme Hulvani, Şemsü'leimme Serahsi, Fahrû'lislâm Pezdevi, Fahruddin, Kadıhan ve emsali bunlardandır. "Bu zevat, usûl ve füru'da İmam-ı Azam'a muhalefet edemezler. Ancak nass olmayan meselelerde usûl ve kavaide göre hüküm çıkarırlar."(103)
İCTİHAD'A MUKTEDİR OLAMAYAN FUKAHA'NIN TABAKALARI
ASHAB-I TAHRİÇ:
Bunlar asla ictihad yapmaya muktedir değildirler. Ancak mutlak müctehid'in, şer'i konularda takip ettiği usûlü gayet iyi bildikleri ve kaynaklara vakıf oldukları için; "Mücmel" olan bir ictihadı veya iki manaya ihtimalli mübhem bir hükmü, mukayese etmek sûretiyle kendi reylerine göre izah edebilirler. Fahrüddin-i Razi ve emsali bu tabakadandır. Mukallid'lerin en üst sınıfı budur.
ASHAB-I TERCİH: Bazı rivayetlerin, diğerlerinden daha üstün olduğunu tesbit edebilen fukaha'ya "Tercih Erbabı" denir. Ebû'l Hasen Kuduri ve İmam-ı Merginani bu sınıftandır. Meselâ: "Bu evlâdır, bu daha sahihtir, insanlar için bu daha münasibtir" gibi hükümler serdederler.
ASHAB-I TEMYİZ: Mukallidlerin üçüncü sınıfı temyiz erbabıdır. Bunlar Zahir mezhebi, nadir rivayetleri, kuvvetli ve zayıf kavilleri birbirlerinden ayırabilirler. Bunların görevi; reddedilmiş olan kavilleri ve zayıf rivayetleri kat'iyyen nakletmemektir. Müteehhirin ulemâdan Kenz, muhtar ve vikaye sahipleri, bu sınıfa dahildir.
MUKALLİD-İ MAHZ: Muteber fıkıh kitaplarını tetkik edebilen, ancak kuvvetli ve zayıf rivayetleri birbirinden ayırt edemeyen alimler bu sınıfa dahildirler. Hanefi fûkahasından Alauddin El Haskafi "Fukaha'nın tabakalarını" izah ettikten sonra: "Bize gelince... Vazifemiz onların tercih ettiklerine, sahih gördüklerine tabi olmaktır. Nitekim hayatlarında fetva vermiş olsalar, yapacağımız bu idi" hükmünü zikrediyor. İbn-i Abidin bu metni şerhederken: "Şu evrakı toplayan günahkâr kul dahi musannıfın dediğini der" diyerek, "Mukallid'ler" sınıfına dahil olduğunu itiraf eder.(104) Dolayısıyle; şer'i delillere hakkı ile vakıf olamayan bir mü'minin, bir müctehid'e tabi olması vaciptir. İbn-i Abidin gibi fıkıh sahasındaki otoritesi herkes tarafından kabul edilen bir ulemâ'nın "İctihad'a muktedir olamadığını ve bir müctehid'e tabi olduğunu" ikrar ettiği bir durumda; bize düşen "Edeb" hududlarını muhafaza etmektir.
İslâm ulemâsı: "Adil olan bir müctehid vefat ettikten sonra da taklid olunur, onun kavliyle fetva verilebilir. Bu hususta icma vardır" hükmünde müttefiktir.(105) Dolayısıyla şer'i delillerden hüküm çıkarabilecek derecede ilme sahip olmayan her mükellef; gerek ûsül, gerek füru'da günümüze kadar gelmiş olan bir mezhebe bağlı olmak zorundadır. Sahabe-i Kiram ve Tabiûn'dan olan mutlak müctehid'lerin mezhepleri günümüze kadar gelmediği için, onları taklid etmek mümkün değildir. Zira onların gerek ûsul, gerek fürû'a ait kaideleri zabt edilmemiş, kendileri de bizzat ilimlerini tedvin etmekle meşgul olmamışlardır.
"HAKKI TESBİT, BATILI İPTAL" MÜCADELESİ
İmam-ı Şafii (rha) "İhtilâf" konusunda kendisine: "- Gerek eskiden, gerek şimdi olsun, ilim ehlini daima ihtilâf halinde buluyorum. Bu ihtilâf onlara caiz midir?" şeklinde tevcih edilen bir suale şu cevabı veriyor: "İhtilâf iki çeşittir. Birincisi haram olan ihtilâftır. Bu mahiyette bir ihtilâfa düşmek caiz değildir. Allahû Teâla (cc)'nın kitabında veya Resûl-i Ekrem (sav)'in lisanı üzerinde apaçık ortaya koyduğu nass'lardaki ihtilaf bu mahiyettedir. İlim ehlinin,hakkında nass bulunan konularda ihtilâf etmeleri helâl değildir."(106) Bahsin devamında, Kur'an-ı Kerim'de kendisine açık beyyineler geldikten sonra ihtilâfa düşenlerin zemmedildiği ayet-i kerimeleri zikrederek, bunun "Haram" olduğunu belirtmiştir. Fer'i konularda; fakih sahabelerin ve müctehid imamların, sadece hakkı tesbit için gayret sarfettikleri sabittir. Dolayısıyla fer'i konulardaki ihtilâf rahmettir ve "Hakkı tesbit, batılı iptal" niyetiyle yapılan ilmi gayretlerin bir sonucudur.
İslâm ulemâsından bazıları ihtilâfı; "Hakkı tesbit ve batılı iptal niyyet ve gayretiyle iki muarızın şer'i delil getirmesi" olarak tarif etmişlerdir. Ehl-i Sünnet'in müctehid imamları, delâlet-i ve Subuti kat'i olan nasslarda ihtilâfa düşmemişlerdir. Ancak zanni olan konularda; (Yani İctihad' yapılması zaruri olan meselelerde), sadece Allahû Teâla (cc)'nın rızası için, ictihad etmiş ve dayandıkları delilleri açıklamışlardır.
İctihad'a konu olan fer'i meselelerde ihtilâfın caiz olduğu "Ümmetimin ihtilâfı rahmettir"(107) Hadis-i Şerifi ile sabittir.
Hanefi fûkahâsından Alaûddin El Haskafi: "Bir de ulemânın ihtilâfının rahmet eserlerinden olduğunu bilmesidir. İhtilâf ne kadar çok olursa, rahmet o kadar bol olur" hükmünü zikrediyor. İbn-i Abidin bu metni şerhederken şunları kaydediyor: "İhtilâftan murad; müctehid imamlar arasında fer'i meselelerde cereyan eden ihtilâftır. Yoksa mutlak ihtilâf değildir. Evet mezhep imamlarının ihtilâfı ümmet için bir genişlik ve kolaylıktır."(108)
Şer'i şerifin mübah kıldığı bir ihtilâftan söz edebilmek için; her iki muhalifin de müctehid olması ve ihtilâfa konu olan meselenin kat'i nass'la sabit olmaması lazımdır. Ayrıca "Hakkı tesbit ve batılı iptal" niyet ve gayreti esas olmalıdır. Şer'i deliller hususunda kat'i bir ilme sahip olmayan iki müslümanın, mücerred akla dayanarak yaptıkları ihtilâf rahmet eseri değildir. Aksine "Din" hususunda kat'i bir ilme sahip olmadan "Mücerred Akılla" hüküm verdikleri için "Bid'at'e" düşmüş olurlar.(109)
İTİKADİ MEZHEB'LERİN TEŞEKKÜLÜ VE TASNİFİ
Resûl-i Ekrem (sav)'in kendisinden sonra "Fitne"lerin zuhûr edeceğine dair Sahabe-i Kiram'a bilgi verdiği muteber hadis mecmualarında zikredilmiştir. Kat'i nass'ların heva ve heveslere göre tevili, "Siyasi ihtiraslarla" yakından alakalıdır ve Resûl-i Ekrem (sav)'in vefatından sonra ortaya çıkmıştır. Hz. Ebu Bekir (ra)'in hilafeti döneminde ortaya çıkan "yalancı peygamberler"; bu fitnelerin ilkidir. Daha sonra siyasi konularda tartışmalar başlamıştır.
86 Allahû Teâla (cc)'nın kitabında yer alan "Müteşabih" ve "Mücmel" ayeti kerimeleri; herhangi bir ilme sahip olmadan, mücerred akılla tevil eden siyasi fırkalar; değişik itikadi görüşler ortaya atmışlardır. Bilhassa Hz. Osman (ra)'ın feci şekilde şehid edilmesi; bu fırkaların istismarını hızlandırmıştır. Hz. Hüseyin (ra)'in "Kerbelâ"da şehid edilmesinden sonra, itikadi mezheplerin hızla çoğaldığı bir gerçektir. İmam-ı Eş'ari "Makalat" isimli eserinde; ümmet içerisinde görülen ilk ihtilâfın, "İmamet" meselesinden kaynaklandığını beyan etmektedir.
Muteber birçok kaynakta yer alan "Ümmetin yetmiş üç fırkaya" bölüneceğine dair Hadis-i Şerif, itikadi mezheplerin teşekkülü ile yakından alakalıdır. Resûl-i Ekrem (sav): "İsrail oğulları yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Benim ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan biri müstesna, hepsi de cehenneme girecektir" buyuruyor. Sahabe-i Kiram: "- O müstesma olan fırka hangisidir ya Resûlûllah?" diye sorunca, Peygamberimiz Efendimiz (sav): "Benim ve ashabımın yolunda olan cemaattir"(110) müjdesini veriyor. Yine bir başka Hadis-i Şerif'te Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Benim ve Raşid halifelerimin sünnetine sarılınız"(111) emrini verdiği bilinmektedir.
Abdülkadir el Bağdadi "Ümmet'in fırkalara ayrılacağını haber veren" Hadis-i Şerif'le ilgili olarak şunları zikrediyor: "Ümmetin fırkalara ayrılması ile ilgili hadisin birçok isnadı vardır. Bu Hadisi, (Allah'ın selât ve selâmı ona olsun) Nebi'den; Enes b. Malik, Ebû Hureyre, Ebu'd Derda, Cabir, Ebû Said El Hudri, Übeyy b. Kaab, Abdulah b. Amr El As, Ebû Ümame, Vasile b. El Eska ve diğerleri gibi sahabeden birçoğu rivayet etmiştir. İlk dört halifenin (Hülâfa-i Raşidin); kendilerinden sonra ümmetin fırkalara bölüneceğini, bunlardan yalnız bir fırkanın kurtuluşa ereceğini ve diğerlerinin ise dünyada sapıklığa düşüp, ahiret'te perişan olacağını söyledikleri rivayet edilmiştir."(112)
Resûl-i Ekrem (sav)'in ve Hülâfa-i Raşidiyn'in yolunu dosdoğru takip edenlere "Ehlû's Sünne ve'l Cemâa" ismi verilmiştir. Türkiye'deki yaygın kullanılışı "Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat" veya "Ehl-i Sünnet'tir" Tarih boyunca müslümanların kahir ekseriyetini "Ehl-i Sünnet" teşkil etmiştir.
İslâm ulemâsı, itikadi mezhepleri "Ehl-i Sünnet" ve "Ehl-i Bid'at" olmak üzere ikiye ayırmıştır. Bid'at; Resûl-i Ekrem (sav)'den alınan ilim, amel veya halden ibaret olan "Hakk'ın" hilafına olarak sonradan çıkarılan, bir tevil ve şüphe neticesinde itikad haline getirilen şeydir. Hanefi fûkahasından Alaûddin El Haskafi Bid'atı: "Peygamber (sav)'den malûm ve meşhur olan şeyin aksine itikad etmektir"(113) şeklinde tarif ediyor. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Dinimizden olmayan herhangi bir şeyi uyduranın ortaya koyduğu merduttur. Her bid'at delâlettir"(114) buyurduğu bilinmektedir. Bu Hadis-i Şerif'teki "Küllü Bid'atü'n Delâletün" hükmü, amm (Umumi) bir beyandır. İmam-ı Gazali "Bid'atı red ve ondan el çekmek beğenilmiş bir sünnettir. Her bid'at mezmun (zem edilmiş) ve delâlettir"(115) hükmünü zikreder. İmam-ı Rabbani "Mektubat" isimli eserinde: "Bid'atın hasenesi olmaz. Hepsi mezmundur"(116) diyerek, konunun ehemmiyetini ortaya koymaktadır. Sonradan ortaya çıkan sahih örfü veya güzel adetleri "Bid'at-ı Hasene" olarak isimlendiren alimler, terkipteki bid'at kelimesini lûgat manasında kullanmışlardır. Mu'tezile mezhebi ise bid'at-ı hasane'yi, insan aklının güzel gördüğü fiiller olarak değerlendirmiş ve savunmuştur.
Resûl-i Ekrem (sav)'in yolundan; makûl bir te'vil ve şüphe ile ayrılan fırkalar, Zaruriyyat-ı Diniyye'den olan hususları inkâr etmedikleri müddetçe "Ehl-i Kıble" olma özelliklerini korurlar. "Ehl-i Kıble tekfir edilmez" hükmü, Ehl-i Sünnet ulemâsı tarafından ittifakla kabul edilmiştir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kim bizim kıldığımız namazı kılarsa, bizim kıblemize yönelirse, kestiğimizi yerse, işte Allah ve Resûlü'nün zimmetinde bulunan müslüman budur. Allah'ın zimmetini bozmayın"(117) hadisi şerifi esas alınmıştır. İnanılması zaruri olan hususları inkar ederse "Ehl-i Kıble" olma özelliğini yitirir.
Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümleri çirkin görüp; o hükümlerin yerine geçmek üzere, kendi heva ve heveslerinden hükümler icad eden filozof'lar genellikle "Ehl-i Bid'at" arasından çıkmıştır.
Günümüzde; itikad'da "Ehl-i Sünne ve'l Cemâa'dan" ayrı olan ve dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan itikadi mezhepler şunlardır:
1. İbâdiyye, 2. Vehhabilik, 3. Zeydiyye, 4. İsmailiyye, 5. İmamiyye, 6. Nusayrilik, 7. Dürziyye, 8. Kadıyanilik, 9. Babilik, 10. Bahaiyye, 11. Alevilik.
İtikad'da "Ehl-i Sünne ve'l Cemaa'dan" olduğunu ikrar etmekle birlikte; müstekbirlerin istilâları sonucunda, küfrün ideolojilerini benimseyen ve "Din ile dünya işlerinin" birbirlerinden ayrılmasını savunan kimselere de raslamak mümkündür. Bunlar; Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümleri reddeden siyasi güçlere destek olmak sûretiyle "Küfrün" güçlenmesini sağlar. Ayrıca Küfür ahkamı ile hükmedilen beldelere "Darû'l İslâm" demekten bile haya etmezler. Bunların bir kısmı gafil, bir kısmı cahil, bir kısmı da haindir!.. Allahû Teâla (cc)'nın mülkünde, O'nun verdiği rızıklarla hayatlarını devam ettirdikleri halde; tağuti güçlere destek olmaktan zevk alırlar. Resûl-i Ekrem (sav)'in ve Sahabe-i Kiram'ın hayatının sürekli cihad'la geçtiğini bildikleri halde; bu gerçeği gizleyebilmek için "Hurafe'leri" yaymakla meşgul olurlar. Elbette bunların da; "Ehlû's Sünne ve'l Cemaa" ile yakından uzaktan alâkaları yoktur.
Allahû Teâla (cc) ve Resûlüne (sav) kayıtsız ve şartsız olarak teslim olan mü'minler; imtihan alanını ve zamanını kendilerinin tayin etmediklerinin şuurundadırlar. Hangi halde bulunurlarsa bulunsunlar; şer'i hududları muhafaza hususunda titizlik gösterirler. Allahû Teâla (cc) ve Resûlü (sav)'ne itaat etmenin "Farz" olduğunu bildikleri için, kat'iyyen pazarlık etmezler. İşte "Ehlû's Sünne ve'l Cemaa'nın" ortak özelliği budur.
kaynak : Emanet ve Ehliyet- Yusuf Kerimoğlu
Alıntı ile Cevapla