16 Ocak 2010, 23:05
|
Mesaj No:1 |
Durumu: Medine No : 8150 Üyelik T.:
15 Mayıs 2009 Arkadaşları:0 Cinsiyet: Mesaj:
120 Konular:
37 Beğenildi:6 Beğendi:0 Takdirleri:10 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | DÜRİYE' MİN GÜĞÜMLERİ DÜRİYE' MİN GÜĞÜMLERİ DÜRİYE’MİN GÜĞÜMLERİ
*Az sonra okuyacağınız yazıda geçen kişi ve olaylar gerçekle alâkası olmayan kuru bir kurgudur*
Adamın biri tren yolunun kenarından ev almaya niyetlenir. Ev sahibi evin tek dezavantajının; her yarım saatte bir geçen dayanılması güç, alışılması kolay tren sesi olduğundan üstü kapalı söz eder. Ancak en fazla bir hafta sonra bunu da duymayacağını garanti eder. Alıcının ise cevabı nettir:
-O halde ben bir hafta sonra taşınayım.
Alışmanın, kuşatılmış çaresizliğini anlatan bu fıkra bana hep üst komşumu hatırlatır. Aslında üst komşum bana hep bu fıkrayı hatırlatır demem daha gerçekçi bir ifade olacaktır. İmge insanın burnunun dibinde olunca, çağrışım da hiç üşenmez kalkar Fizan’dan gelir.
Üst kata bizden yaklaşık üç beş ay sonra taşındılar. Memur bir aile olduklarını duyunca gayri ihtiyari müsterih olmuştuk. En azından rahatımızın muhtemelen bozulmayacağını düşünmüştük.
Taşındıkları ilk günden itibaren cehennem azabının nasıl bir şey olabileceği konusunda fikir yürütmemi sağladıklarından; daha az günah işleyip, daha çok tövbe etmem gerektiğinin bilincine vardım.
Özellikle ilk günleri unutmamın mümkünü yok. Yeni sahip olduğum (borcu henüz bitmese de en azından kapıma gelerek, gözlüklerinin üstünden bana bakıp işaret parmağını sallayarak “Ola ki duvara çivi çakarsınız haa!!” diyen bir gudubetin olmadığı) bir mekanda huzur içinde uykuya dalma niyetiyle başımı yumuşacık yastığıma yerleştirirkene…
Aman Allah’ımm!!O sesi ilk duyduğumda üstüne karabasan çökmüş lohusa misali yatağın ortasına çakılıverdim. Yatak odaları bizimkinin hemen üstünde olduğundan ses üst kattan çıksa da, efekti bizim odadan yapılıyormuş gibiydi.
Her yarım saatte ve her saat başı kilise çanı gibi öten, ortasından sarkaçlı dev bir saatin gong sesleriydi gelen.
Dong..dong..dong.sesleri tepemden aşağıya vurdukça, elleri ve gözleri sıkıca bağlanmış, kafasına damla damla su akıtılan bir savaş esirinden farkım kalmıyordu. O gece de, ertesi gece de, daha ertesi gece de..
Yatağa girdiğimde her gece gelen o sesi obsesif bir sabırsızlıkla bekler oldum. İstasyon şefi gibi hissediyordum kendimi. Her saat başı trenin gelmesini bekleyen bir DDY memuruydum sanki.
Tam on gün boyunca sabaha kadar tefekkür ettim. Sabah ezanını dinleyip güneşin doğuşunu izledim. Face book’ da aramam gereken eski dostlarımı zihnimin arka odalarında aradım durdum.
Kimbilir her biri nerede ne yapıyordu. Çocukluk arkadaşım Yasemin, beş yıl evvel boşanmış olduğu eski kocasına şimdilerde geri dönme hazırlığındaymış.
Ne ümit ediyordu acaba? “Ümit en büyük kötülüktür. Çünkü işkenceyi uzatır.” Diye tevekkeli dememiş aziz dostum Nietzsche. Bunu düşünmek iyice asabımı bozuyordu. “Aynı suyla iki defa yıkanılmaz” der bizim Asiye de. Tanıdığım en yerli halk bilgelerindendir Asiye Sultan. Yaman kadın vesselam. Adı gibi asidir de. Haksızlığa, sünepeliğe hiç tahammülü yoktur.
Gündüz asla zaman ayıramayacağım düşünceler gong sesiyle beraber Veliefendi hipodromundaki işareti almış beygirler gibi yarışmaya başlıyorlardı zihnimde. Sıradaki gonga saniyeler kala saçma sapan düşüncelerimi çil yavrusu gibi dağıtabiliyor, düzeneğin harekete geçmesiyle beraber sil baştan yapıyordum.
Pavlov’un köpeği ile Notre Dame’ın kamburu arası bir şey olmuş çıkmıştım.
İlerleyen gecelerde değil çocukluğuma inmek, cenin halime kadar tüm gelmişimi geçmişi kronolojik sıraya dizdim.
İyide nereye kadar!
Gece uykusuzluğuyla kalsam yine iyiydi. Çok zaman olmuştu nitekim uzun monologlar yapmayalı. Bu işin iyi yanıydı. Ertesi gün mesai olmasa belki bir süre daha dayanacaktım. Sabahında zehirlenmiş fare gibi ortalıkta dolanmak, bir süre sonra iş yerinde nâhoş dedikodulara sebebiyet verebilirdi. Bu riski göze alamazdım. Akşamdan kalma halime acilen bir çözüm bulmalıydım.
Bizimkine göre hava hoştu tabii. Başını yastığa koyar koymaz, ondan geriye sayacak olsam beşi bile gördüğü olmayan sezaryene hazır bir hasta kadar uykuyla barışık bir adam, bu durumdan ne kadar rahatsız olabilirdi? Mesele benim meselemdi.
Müslüm Baba’nın değil.
İş başa düşmüştü yine. Bütün gücümü toplayıp ertesi sabah soluğu üst katta alacaktım. Sabahı dar ettim.
Günlerdir uyuyamamanın verdiği yüksek bir gerilimle kapıyı çaldım. O an bende pozitif olan tek şey kan grubumdu.
Kapıya evin hanımı Düriye Hanım çıktı. Kapı açıldığında göz hizamda bir çift göz bulacağımı umarken, başımı yaklaşık 80 derecelik bir açıyla yukarı kaldırmak zorunda kaldım. Şu tıfıl halimle soğan cücüğü gibi kalmıştım kapıda.
Çizgi film karakterinden farkım yoktu o an. Kedinin, fareyi kovalarken “İşte yakaladım!” dediği anda kuyruğunu tuttuğu şeyin, aslında güçlü bir köpek olduğunu görmesi ve bu beklenmedik karşılaşma ile zavallı kediciğin yüzünde beliren o sakil tebessüm..
Aynı tebessüm gelip suratıma yapışmıştı.
Düriye Hanım’ın beni konuşmaya buyur etmesiyle birlikte; karşımda duran güçlü ve kaslı ellerin her an yumruk olup kafama iniverecekmiş korkusu da içime düşmüştü. Öte yandan heyecansız ve seri bir konuşma yapabilmek için kendimi zorluyordum.
Aklıma ilk gelen “Sizin elleriniz neden bu kadar büyük? Sorusuna hiç yüz vermedim. En tehlikeli anlarda en muzır cümlelerin beynimi istila etmesine bir türlü çare bulamadım.
-Şeeyy, şu sizin saatin dong dongları.. Gündüzleri gerçekten çok sevimli. İnsan ruhunu okşayan bir yanı var âdeta.
Hatta alın sizin saatin dong donglarını, vurun Bethowen’ın 7. senfonisine! Ama Allah sizi inandırsın geceleri aynı etkiyi bırakmıyor insanda. Ben de anlamadım nedenini.
Düriye Hanım:
-Eee..
-Yani şey diyorum, sizin o yatak odasındaki gonglu saati bir şey etsek, onun için şey ettiydim..
Allaasen bir çözüm bulun buna!
Ohh bee! Dedim gitti işte.
Yarım yamalak cümleme noktayı koyduğumda ağzımdan çıkanı kulağımın duyduğuna emin olmak için, içimden bir kez daha tekrar ettim. Çünkü karşımdaki surat ifadesi “Derdin ne senin evlat!” cinsindendi.
İstifini bozmadan cevap verdi Düriye Hanım:
-Bir hal çaresi buluruz elbet..
Aynı sabahın gecesinde yatağa değil, pusuya yattım. İlk yarım saat sonra anladım ki; hal çaresi denen şey dev bir cisim olarak hayal ettiğim gonglu saatin, yatak odasından kucaklanıp salona taşınmasıymış.
Dâhiyâne! Daha yaratıcı olunamazdı doğrusu. Ya da daha lütufkâr.
Derinlerden de olsa o ses, günlerce, pardon gecelerce kulağımı tırmaladı durdu.
Bir gün, bir de baktım ki alışmışım.
Çok şeye olduğu gibi..
Onlar nasıl dayanıyorlardı peki bu sese?
Dayanmak mı? Ama bunun adı, benim algıma göre dayanmaktı. Karşı cephede durum; dayanılması gereken değil, vazgeçilmemesi gerekendi.
Küçük bir hatırlatma; Siz siz olun, bir eve taşınırken alt veya üst katınızda bir köşe yazarı oturup oturmadığına özellikle dikkat edin.
Bir dost!
Yazarın diğer yazıları için www.kadinnews.com
|
| |