Tekil Mesaj gösterimi
Alt 26 Mart 2010, 14:32   Mesaj No:1

esracık

Medineweb Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:esracık isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5414
Üyelik T.: 30 Kasım 2008
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:44
Mesaj: 122
Konular: 12
Beğenildi:1
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart SEYYİD KUTUP ÜZERİNE BİR RÖPORTAJ

SEYYİD KUTUP ÜZERİNE BİR RÖPORTAJ

Seyyid Kutub´un ülkemizdeki İslamî uyanışa 1960´lı yıllardan başlayarak önemli fikri katkıları olmuştur. Ancak bu katkının yeterli ve isabetli değerlendirildiğini düşünmüyor İbrahim Sarmış. Kutub´u anlayanların büyük bir bölümü O´nu yüzeysel ve sloganik bir düzeyde anlamıştır. Tabi ki birçoğu da adını anmakla ve aleyhinde bulunmakla yetinmiştir. Bir Düşünür Olarak Seyyid Kutub ve Bir Edebiyatçı Olarak Seyyid Kutub (Fecr Yayınları, Ankara) adlı iki çalışmasında birçok eserinin dilimize kazandırıldığı Kutub´un fikirlerini ve edebi yönünü kapsamlı bir biçimde ortaya koyan İbrahim Sarmış'la Seyyid Kutub'u konuştuk.

- Seyyid Kutub'u hem bir düşünür hem de bir edebiyatçı olarak ele alma düşüncesi nasıl oluştu?

- Üniversitede akademik çalışma konusu için saha araştırması yaparken ülkemizde Seyyid Kutub'un bir edebiyatçı olarak pek bilinmediğini tespit ettim. Taha Hüseyin, Abbas Mahmud el-Akkad, Lutfi el-Manfaluti, Mustafa Sadık er-Rafii, er-Rusafi gibi çağdaş Arap edebiyatçılarının o gün akademik çalışma konuları olarak ülkemizde araştırıldığı gibi ben de Kutub'un edebi çalışmalarını incelemeyi uygun gördüm. Edebi çalışmalarını okurken düşünce yapısını da okudum. Bir Edebiyatçı Olarak Seyyid Kutup ve Bir Düşünür Olarak Seyyid Kutup kitapları bu şekilde ortaya çıktı.

- Kutub'un hayatına genel olarak baktığımızda özellikle ilk dönem itibariyle İslami bir ortamda olmasına karşın İslam ve Müslümanların sorunlarıyla ilgilenmekten oldukça uzak bir biçimde bir tür Mısırcılık düşüncesini savunduğunu görüyoruz. Muhammed Tevfik Bereket, Kutub külliyatını üç bölümden oluşan bir zaman süreci içinde ele alır: liberal dönem, genel İslâmî yönelim dönemi ve hususen İslâmî yazım dönemi. Bu çerçevede Seyyid Kutub'un düşüncesinin genel yapısında ne gibi dönüşümler oldu ve başlıca değişiklikler nelerdir?

- Seyyid Kutub'un hayatının belirtildiği şekilde üç aşamadan oluştuğu tespiti yerindedir. Ailesinin muhafazakar ve dindar olmasına karşın hepimizde görüldüğü gibi çocukluğundan beri kendisine İslami bilinç vermesi sözkonusu değildir. Sadece Kur'an okutup hafız yapmış ve ilkokula göndermiştir. Bunun ötesinde genel olarak İslam'a yöneldiği ve tamamen İslam üzerinde yoğunlaştığı dönemlerdeki gibi bilgi ve bilince sahip olması sözkonusu değildir.

Kahire'ye gelerek üniversiteye girdiğinde de İslamcı çevreler ve yazarlarla değil Akkad, Taha Hüseyin, Sadık Rafii gibi ünlü edebiyatçı ve yazarların başını çektiği edebi çevreler ve ekonomik ihtiyacından dolayı da özellikle basın çevreleriyle oturup kalkmıştır. Bu dönemde belirttiğimiz gibi salt edebiyat ve ülkenin meseleleri üzerinde durmuştur.

Bu da doğaldır. Çünkü ben kendim olmak üzere ülke çocuklarının tamamına yakını din ve kültür olarak bir bilinçlenme olmaksızın köyde veya mahallede Kur'anı öğrenmiş ve ilkokulu bitirmiştir. Ondan sonra okuduğu okulun mahiyetine ve oturup kalktığı çevreye bağlı olarak dinsel ve kültürel yapılanma başlamıştır. Örneğin, köyde ilkokulu bitirince Mardin'de henüz iki yıllık olan İmam Hatip Okulu yerine başka bir okula yazılmış olsaydım, Allah bilir, bugün sahip olduğum dinsel bilgi ve bilincin zıt kutbunda bir bilgi ve bilince ve buna bağlı olarak bir yaşantıya sahip olabilirdim. Seyyid Kutub'un da bu aşamada o günün edebi ve değişik toplumsal olaylarla ilgilenmesi çok doğaldır. Bu dönemine liberal dönem demek yanlış olmaz. Nitekim cahiliye hayatı yaşadığını ve kimi ahlaki zaaflarının olduğunu iddia edenler de zaten bu dönemine işaret ederek söylüyorlar.

Ancak bunu söyleyenler sanırım İslam'a genel olarak yöneldiği ve özellikle son aşamasındaki İslamcılığına bakarak o dönemde bunun aksi bir anlayışa ve yaşantıya sahip olduğu varsayımından hareket ettiklerini, çünkü bununla ilgili olarak ellerinde somut bir delil veya örnek bulunmadığını gördüm. Biraz da İslam anlayışında büyük bir tecdit sayılan güçlü yorumuyla İslam coğrafyasında büyük yankı uyandıran böyle bir dehayı İslam'a kazandıran İslam dinin büyüklüğüne vurgu yapmak gibi bir düşünce ile başlangıcı ile sonucu arasında böyle bir uçurumun bulunduğunu söylemeye çalıştıkları için onun hakkında bu tür şeyler söylüyorlar. Yani Kutub'un o dönemde İslam inancından uzak olduğunu ve cahiliye hayatı yaşadığını iddia edenler bunu zıtların karşılaştırılmasından hareketle varsayım olarak söyledikleri kanaatindeyim.

Hayatının ikinci aşaması diyebileceğimiz genel İslami yönelimi, bir edebiyatçı olarak Kur'an'ın anlatım üslubu üzerinde yoğunlaşmasıyla başlamış ve bu okuma kendisini Kur'an dünyasına taşımıştır. Önce bir edebiyatçı olarak Kur'an'ın anlatım üslubu üzerinde bir çalışma yapmış ve bunu o gün yayınlanmakta olan el-Muktataf dergisinde yayınlamış, daha sonra bunu geliştirerek 1939 yılında Kur'an'da Edebi Tasvir adıyla Türkçe'ye çevrilen et-Tasviru'l-Fenni fi'l-Kur'an adıyla kitap olarak yayınlamıştır. İhvan hareketine katılması, edebi amaçla girdiği Kur'an dünyasına siyasal, kültürel, sosyal, ekonomik, vd.boyutlarıyla da girmesine yol açmış, bilgi ve eylem olarak destek verdiği Genç Subaylar hareketinin kendisine ve İhvan'a cephe almasıyla da siyasal mücadelesi başlamıştır. Özetle, Kutub'un anlayış ve yazım hayatı önce edebi olarak, sonra kültürel İslam olarak, sonra da siyasal İslam olarak bir çizgi izlemiştir.

- Onun bir nevi sürgün olarak Amerika'ya gönderildiğini biliyoruz. Kutub, bizzat kendisinin İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika örneğinde, modern Batı'nın iflâsına ilk elden şahit olduğunu belirtiyor. Amerika yılları Kutub üzerinde nasıl bir etki oluşturdu?

- Kutup, Amerika'ya gönderildiği zaman kültür bakanlığında eğitim alanında aktif olarak çalışıyordu. Yazıları, konuşmaları ve araştırma raporları Bakanlığı rahatsız edecek boyutta ses getiriyordu. Örneğin o yıllarda eğitimin kalitesini/kalitesizliğini ve çıkmazlarını ele aldığı Medarisu li's-Suht (Yüzkarası Okullar) başlıklı makalesi büyük yankı uyandırıyordu. Bundan dolayı da yönetim kendisinden rahatsızlık duyuyordu. Milli Eğitim Bakanlığında o gün etkin bir konumda bulunan Dr.Taha Hüseyin, Kutub'un bu hengamede harcanmasını ve yönetim tarafından cezalandırılmasını önlemek amacıyla bir süreliğine gözlerden uzaklaştırmak için Eğitim Sistem ve Programlarını İncelemek gerekçesiyle onu ABD'ne iki yıllığına gönderir. Bu seyahat daha yolda iken Kutub'un anlayışı ve düşüncesi üzerinde çok büyük etki yapar. Şöyle ki:

Yolda gemi ile yolculuk yaparken Hz.Yusuf'un başından geçenlere benzer yaşadığı bir olay yaşar. Gemide gecenin ortasında tek kişilik odasında yatmaya gittiğinde başına musallat olan manken güzeli Amerikalı bir kadının şerrinden nasıl kurtulduğunu şöyle anlatır:

"Odaya girer girmez kapı çalındı. Açtım. Bir de ne göreyim, karşımda servi boylu, altı üstü açık, vucudu baştan çıkarmak için ne lazımsa yapacak kadar güzel bir bayan. İngilizce, 'bu gece misafiriniz olabilir miyim?' diyerek söze başladı. Odada tek kişilik yatağın olduğunu söyleyerek özür diledim. Türkçedeki "iki gönül bir olursa samanlık seyran olur" anlamına gelen bir ifade ile yatakta iki kişinin de yatabileceğini söyledi. Yüzsüzlüğü ve bastırarak girme çabası karşısında dışarı atmak için kapıyı şiddetle yüzüne kapatmaya mecbur kaldım. Koridorda tahta zeminin üzerine yıkılışının seslerini duydum. Sarhoştu"(el-Halidi, Mine'l-Milad ila'l-İstişhad, 195).

Kutub'un Avrupa'yı görüp görmediğini bilmiyorum ama Batı'nın en büyük gelen temsilcisi olarak ABD'yi görmesi, anlayış ve düşüncesinde büyük bir etki yapar ve İslam ile zıddı ideoloji, sistem ve felsefelerin İslam öncesi cahiliye Araplarının yaşadığı cahiliyeden farklı olmadığını görür. Toplumun değer yargılarının nasıl sınıf, çıkar, bölge, renk, makam ve güce göre şekillendiğini, insanların sınıflara nasıl ayrıldığını, ahlak ve erdemliğin ayaklar altına nasıl alındığını, iffet, merhamet ve saygı gibi şeylerin nasıl yok olduğunu, çıkarın, bencilliğin, tahakkümün, ayrımcılığın ve sömürünün nasıl egemen olduğunu bizzat görerek ve okuyarak öğrenir. Bunu İslam ve Medeniyetin Problemleri adıyla çevrilen kitabında dile getirdiği gibi orada tuttuğu notları da Gördüğüm Amerika adıyla kitaplaşan ve Türkçeye çevrilen makaleler halinde yayınlar. Denilebilir ki Seyyid Kutub'un hayatında iki önemli dönüm noktası vardır; Biri Amerika tecrübesi, diğeri de İhvanı Müslimin'e katılması.

- Batı uygarlığına ilişkin değerlendirmeleri nasıldır?

- Kutub, Batı ve Batı uygarlığına ilişkin düşünce ve değerlendirmeleri okuduklarının yanında Amerika'da yaşadığı bu tecrübe ile başlar. Bütün kokuşmuşluğuna ve barbarlığına karşın, Batı uygarlığının insanlığın kültür ve medeniyetine büyük katkılar yaptığını kabul eder ve bir Müslüman olarak bu uygarlık hakkında idam hükmünü vermenin adaletli ve sağlıklı olmayacağını, onun yerine bunu İslam ile ıslah ve terbiye etmek gerektiğini söyleyerek Batılıların da bu çıkmazdan İslam ile kurtulabileceklerini söyler. Onun için siyasal İslam döneminde Batılıların şekillendirmesi olan yönetim tarafından gördüğü insanlık dışı bütün zulüm ve barbarlıklara karşın, siyasal İslam döneminde de hiçbir zaman terörü, şiddeti ve haksızlığı onaylamamış, cahiliye olarak nitelediği yönetim ve siyasal sistemlerin birer cahiliye yönetimi ve sistemi olduğunu söylemesine karşın, tekfirci kimi çevrelerin ona haksız olarak mal etmeye çalıştıkları gibi, inanç ve yaşantısını bilmediği bireyleri fert fert tekfir etmemiştir. İddiaların aksine Kutub'un Batılılar ve Batı Uygarlığı hakkındaki değerlendirmeleri şöyledir:

"Şimdi bu uygarlığa ilişkin yargımız ne olacaktır? Uygarlığın zirvesine ulaşan ülkelerde yıkılışa doğru yönelen, insanlık için en büyük tehlike oluşturan, çılgınlık, ahlaksızlık, sapıklık ve psikolojik her türlü hastalığa ortam hazırlayan bu uygarlık hakkında yargımız ne olacaktır?

Hakkında idam kararı mı vereceğiz? Doğrusu, suça ve onun şartlarına eşit bir hüküm! Başta Alexis Carrel olmak üzere feryat ve imdat çığlıkları atan Batılıların bu uygarlık hakkındaki yargısı budur.

Fakat hemen belirtelim ki bu uygarlık hakkında idam kararı vermek, insanlık için en iyi çözüm değildir. Her şeyden önce bu sanayi uygarlığı hakkında idam kararı vermeye yetkili değiliz. Çünkü bu uygarlık insanlığın tarihinde yeri ve önemi olan doğal bir üründür. Bu dünyaya başka gezegenden gelmediği gibi rasgele ve kendiliğinden de ortaya çıkmış değildir. O halde, bu uygarlık, tarihin uygun bir zamanında insanlığın doğal bir ihtiyacını karşılamak için ortaya çıkmış, kökleri derinlerde olan bir uygarlıktır. Bu nedenle idam kararına layık değildir. İnsanlığa karşı işlediği bu kadar korkunç cinayetler nedeniyle hakkında idam kararı versek bile, bu kararı kabul etmeyecektir.

Diyelim ki ona karşı böyle bir karar aldık. Ya da Bağdat uygarlığını yerle bir eden bu uygarlığı da yerle bir edecek, kitaplarını Sen, Ren, Thames ve başka nehirlere dökerek yeni bir Moğol ordusu çıktı veya atom, hidrojen v.b. nükleer güçlere sahip bir avuç çılgın histeri nöbetine tutuldu ve bir anda bütün bombaları bu uygarlığın merkezleri üzerine boşalttı.

Bu şıklardan birinin gerçekleştiğini varsayalım. Ne olacak? İşlerin geleceğini ve iyilik ile kötülüğün gerçekliğini kavramaktan aciz sınırlı ve yetersiz görüşümüze göre, böyle bir şey insanlığın yararına olmayacaktır. Bu görüş ve kanı ışığında, bütün cinayetlerine ve çirkinliklerine karşın bu uygarlık hakkında idam kararı verme yetkisine sahip olamayız. O halde kurtuluş nasıl olacaktır?

Feryat ve imdat sesleri yükselen batılılar başka bir çözüm ve kurtuluş yolu olarak insan hakkında ilimleri çoğaltmayı öneriyorlar. Her şeyin ölçüsü insan olmalıdır, diyorlar. Bu uygarlıkta gerçeğin tam bunun zıttı olduğunu belirtiyorlar. Çünkü insan kendi elleriyle kurduğu bu dünyaya artık yabancılaşmıştır. Kendi dünyasını kendisi düzenleyememektedir. Çünkü kendi doğasına ilişkin yeterli bir bilgiye sahip değildir. Bu nedenle fizik bilimlerinin sosyal bilimlere oranla daha çok ilerlemesi insanlığı mutsuz kılan en büyük felakettir-, diyorlar.

Sosyal bilimlerin daha fazla gerekliliğine ilişkin batılıların söylediklerine katılıyoruz. Fakat tek başına bunun yeterli olmadığını da biliyoruz. Sosyal bilimlerde daha çok ilerlediğimizde de kurtuluş yolunu bulacağımızdan emin değiliz. Sonra, sosyal bilimlere onların güvendiği kadar güvenimiz de yoktur. Başka bir seçeneği olmadığı için onlar gibi eli kolu bağlı da kalmıyoruz.

Kuşkusuz insanla ilgili bilimlerin daha fazlasına biz de evet, diyoruz. İnsanı ne ölçüde tanıyabileceğimiz konusunda gücümüzü ve sosyal bilimlerin gücünü en azından öğrenmek isteriz. İnsan konusunda gücümüzü aşan ve elimizin uzanamayacağı bilinmez yönlerinin neler olduğunu da bilmek isteriz. İnsan konusunda egemen olabileceğimiz ve olamayacağımız yönleri, ışığında belirlemek için bu bilgiye ihtiyacımız vardır.

Oysa batılıların kendileri daha önce sosyal bilimlerin fizik bilimlerinden geri kalmasının, bir taraftan hayatın karmaşıklığı, diğer taraftan aklımızın doğası nedeniyle olduğunu ve bu nedenlerin geçici olmayıp kalıcı ve doğal olduğunu belirtmişlerdi. Bu nedenle sosyal bilimlerin hiçbir zaman fizik bilimlerinin ulaştığı düzeye ulaşamayacağını, çünkü sosyal bilimleri geri bırakan nedenlerin ortadan kalkmasının mümkün olmadığını kendileri söylemektedirler. O halde uygarlık problemini çözmede, insanı baştan inşa etmede dönüp tekrar "Sosyal bilimleri ilerletme"ye dayanmaları çok tuhaftır. Fakat ne yapabilirler? Ellerinden ne gelir?

Her şeyden önce bunlar batılıdır. Tarihi geçmişi ve şimdiki şekliyle batılı toplumda yetişmişlerdir. Yine bu uygarlığın kucağında ve dış karakteri olan bilim gölgesinde doğup büyümüşlerdir. Bütün bunlar nedeniyle bu uygarlığa mahkumdurlar. Ortamı, tarihi ve yaşama biçimleriyle sınırlıdırlar. Bu çevrenin bütün kalıntı ve görünümlerinin esiridirler. Bu nedenle ne kadar çırpınsalar ve ne kadar çaba gösterseler de bu çerçevenin ve bu kafesin dışına çıkamamaktadırlar. Çünkü pozitif bilime kesin olarak iman etmiş bir ortamın havasını teneffüs etmektedirler. Bunlar insan ruhunu tatmin edecek şeylere büyük özlem duymalarına karşın, çözüm olacak nizam sunma güç ve bilgisinden yoksun bulunmaktadırlar. Din hakkında imajları da Ortaçağ Hıristiyanlığının ve Kilise'nin bıraktığı kötü imajdır. Bu nedenle bunların dönüp dolaşıp çözüm olarak bilime, yalnızca bilime sarılmaktan başka çareleri yoktur. Madde alanında ulaştığı birçok sonuçlar gibi insan hakkında kesin sonuçlara götürmeyeceğini bildikleri halde yine de ondan başka sarılacakları ve önerecekleri bir şeyleri yoktur. Denize düşenin yılana sarılması gibi bir şeydir bu!

Biz İslam'ın hayat nizamına sahip Müslümanlar, dünya üzerinde başkalarının sahip olamadığı reçeteye ve ilaca sahibiz. Alexis Carrel'i ve onun gibi samimi imdat isteyenleri, bulundukları çıkmazdan kurtarma gücüne ve imkânına sahibiz. Hayat nizamı olarak İslam'a sahip bizler, insanlığa kurtuluş yolunu sunmaya ve ellerinden tutmaya mecburuz"(el-İslam ve Müşkitâtu'l-Hadara, kitabı, özet)

- Peki Kutub'un İhvan'la ilişkileri nasıldı? Bu harekete dahil olması ve bu hareketten ayrılması ve genel olarak siyasi düşünce ve eylemleri hakkında neler söylersiniz?

Söylediğimiz gibi Kutub'un siyasal İslam düşüncesi ve hayatının üçüncü aşaması İhvan'a katılmasıyla başlamıştır. Daha önce toplumun problemleri ve bunların çözümü için kültürel olarak Kapitalizme karşı İslam Kapitalizm Çatışması ve Sosyalizme karşı İslam'da Sosyal Adalet kitaplarını yazmasından sonra İhvan hareketine katılması onun hayatında siyasal anlamda bir devrim olmuştur. Bu harekete katılmakla hem kendisi hem teşkilatı bir yandan egemen sistemin İslam dışılığını vurgulamak ve onun yerine İslam'ın egemenliğini sağlamak için çalışırken, diğer yandan hem egemen sistemin hem onu başa getiren ve destekleyen Doğu ve Batı kanatlarıyla Batı emperyalizminin boy hedefi olmuştur. Çünkü teşkilat içinde Kutup kalemi ve söylemi ile yönlendirici konumda olmuş, hareketin teorisyenliğini yapmıştır.

Hasan el-Benna'nın mankurt yönetim ve işbirlikçileri tarafından şehit edilmesinden sonra cemaate lider olan Hasan Hudaybi'nin "Dinlediğim bütün hatiplerin kalbim üzerindeki etkileri o anla sınırlı olmasına karşın, el-Benna konuşurken kalbimi hem etkilemiş hem giderken beraberinde alıp götürmüştür" sözleriyle büyüklüğünü belirttiği ve bütün konuşmaları ve davranışlarıyla ülkenin kötülüklerden arındırılması, siyasal, sosyal, ekonomik, ahlaki ve kültürel olarak düzlüğe çıkması, zenginleşmesi, kalkınması ve örnek bir İslam ülkesi olması için çalışan Hasan el-Benna'yı Kutup takdir etmiş ve özellikle faili meçhul olarak varlığının ortadan kaldırılması olayından çok etkilenerek bunun bir emperyalizm savaşı olduğu yargısına varmıştır. O andan itibaren Kutup, İhvan teşkilatının aktif bir elemanı olmuş ve yeri geldiğinde liderliğini yapmıştır. Yerel bazda yönetimin ve global bazda emperyalizmin onu boy hedefi yapması ve ancak varlığının ortadan kaldırılmasıyla belasından (!) kurtulabileceklerini düşünmeleri de bu etkinliğinden kaynaklanmıştır. Çünkü Kutup, güçlü kalemi ile ve cahiliyeyi bütün çıplaklığıyla tasvir ederek gözler önüne sermesi, siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik, insani ve ahlaki bütün boyutlarıyla alternatif kurtuluş yolu olarak İslamı mükemmel bir şekilde sunması, inanç ve değerlerinden taviz vermemesi, din üzerinden yönetimle pazarlık yapmaması, Batıya meydan okuması ve kirli çamaşırlarını pazara çıkarması gibi sebeplerle hem yönetimin hem emperyalist Batının boy hedefi olmuştur.

Seyyid Kutub'un İhvan cemaatinden ayrılması ve onlar içinde iken söyledikleriyle çelişen şeyler söylemesi sözkonusu değildir. Sadece yönetim ve işbirlikçileri tarafından İhvan teşkilatı dağıtılmış, liderleri ve üyeleri zindanlara doldurulmuş, yirminci yüzyılda Nazi katliamını aratmayan insanlığın büyük trajedilerinden biri yaşanmış ve kaos ortamı olmuştur. Bu ortamda kimi çatlak sesler çıkmış, Kutup ve arkadaşları hakkında kim söylediği belli olmayan ortalıkta birtakım söylemler dolaşmıştır. Yukarıda adını belirttiğimiz ikinci lider Hasan Hudaybi'nin daha sonra aşırılıklara karşı kaleme aldığı "Nahnu Duâtun la kudât" kitabı da Kutub'un İhvan'dan ayrılması ve toplum bireylerini tekfir etmesine bir tepki olarak değil, ceza evine doldurulan ve yönetimin tahliye etme vaadini kabul ederek onunla işbirliği yapan birtakım gençlerin bunu kabul etmeyenler tarafından tekfir edilmesine tepki olarak kaleme almıştır. (Bilgi için bakınız; Salim Behnesavi, el-Hukm ve Kadiyyatu Tekfiri'l-Müslim, Daru'l-Beşir, Amman 1985, kitabı).

- Buradan Seyyid Kutub'un tefsirine gelmek istiyorum: Seyyid Kutub'un Kur'an tefsirindeki ana prensipler nelerdir?

- Seyyid Kutub'un Fi Zilali'l-Kur'an tefsiri adının da çağrıştırdığı gibi Kur'anın anlaşılması için kültürün oluşturduğu İslam anlayışından hareketle değil, Vahiy'den/Kuran'dan hareketle Kur'an'ın anlaşılması amacıyla yazılan bir tefsirdir. Ağırlıklı olarak Edebi-İçtimai tefsir özelliklerine sahiptir. Klasik fıkıh, kelam, siyer, rivayet gibi anlatımlardan uzak toplumsal ve çağdaş bir Kur'an yorumudur. Özet olarak, İslam'ın inanç, ibadet, hukuk, yönetim, ahlak vd. hayatın bütün alanlarında cahiliyeye karşı ilahi bir devrim olduğunu ve insanlığın ancak bunu izlemesiyle kurtulabileceğini anlatır.

Kur'an'a parçacı olarak değil, bütün olarak bakar, fıkhi ahkam kesmeler ve teorik anlatımlar yerine, İslam'ın model bir cemaat/topluluk ile temsil edilerek ancak gerçekleşebileceğine dayanan hareket metodunu esas alır, böyle bir topluluğun yetişmesi ve gerçeklemesinin yolunu ve tabiatını anlatır, Kur'an'ın bütünlüğü içinde sureler birer bölüm kabul edilerek ve her surenin de kendi içinde bölümlere ayrılarak değerlendirmesini yapar.

- Fi Zilal bağlamında Seyyid Kutub'a yöneltilen eleştirilerin kaynakları ve değeri nedir?

- Seyyid Kutub, ülkeye Demokrasinin gelmesi halinde işlerin düzeleceğini söyleyenlere karşı söylediği "karnını doyurmak için çöp bidonlarından topladığı yemek artıklarındaki kurtçukların bağırsaklarını kemirdiği insanların kol gezdiği bir topluma Demokrasi gelse ne olur, gelmese ne olur, çünkü böyle bir toplumda zenginler, ağalar, paşalar, seçkinler, güçlüler vd. bunlara gidecek ve oylarını rüşvetle, aldatma ile, tehdit ve korkutma ile, yalan dolanla alacak ve parlamentoya gidecek, tekrar tekrar seçilmeleri için de yasaları çıkarları doğrultusunda oluşturup çıkaracak ve çıkarlarına hizmet eden bu çark böyle dönmeye devam edecek" sözleriyle tasvir ettiği gibi gerilemiş, kokuşmuş ve çökmüş bir toplumda hayatın hemen her alanında inkılap/reform yapılması gerektiğini söyler. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu güçlü reform sesinden ürken, çıkarları zedelenen veya sömürü çarklarının durmasından korkan çevreler onu susturmak, halk üzerindeki etkisini sıfırlamak veya asgariye indirmek için koro halinde onun hakkında karalama ve yıpratma kampanyaları yürütür. Din bezirganları onu dinde reform yapmakla, türbe ve yatır bezirganları vehhabilikle, bağnaz mezhep ve hizipçiler mezhepsizlikle, cahiliye rejimlerinin boyunduruğu altında yaşamayı içlerine sindiren ve sivri sineklerin bataklıklarda üreyip yaşadığı gibi çıkarlarını bu sistemlerin altında yaşamakta bulan çevreler tekfircilikle suçlarlar. Oysa belirttiğimiz gibi Seyyid Kutup bütün bu alanlarda İslam'dan başka bir söylemde bulunmamış ve cahiliyeye karşı en büyük mücadeleyi vermiştir. Hatta ona karşı bu karalama kampanyaları yürütenlerin hayallerinden bile geçiremeyecekleri kadar bu MÜCADELEDE CANINA VARINCAYA KADAR HER ŞEYİNİ FEDA ETMİŞTİR. Onun için bu kampanyaların arkasında saf, cahil, bağnaz ve yoz kimi çevreler ve cemaatler olabildiği gibi, uluslararası emperyalizmin desteklediği ve yönlendirdiği işbirlikçisi çevreler ve topluluklar da bulunmaktadır. Global düzeyde Müslümanları kendilerine getirmek ve kendi coğrafyalarında bağımsızlığa kavuşmasını sağlamak için çırpınan gerek Mevdudi'nin ve gerekse Kutub'un halklar üzerinde etkisini sıfırlamak için kitaplar yazan ve bir düzine yabancı dile çevirerek deniz aşırı ülkelerde bile dağıtan cemaatlerin ve güçlerin arkasında acaba kimler duruyor dersiniz!

Acaba "Hükümetin şeriata uygun emirlerini yapmak vaciptir. İslamiyet'e uymayan emirlerine isyan etmek, fitneye, anarşiye sebep olmak büyük günahtır. Büyük zarardan kurtulmak için küçük zararı yapmak lazım gelir… Zalim hükümet mubah işlemeyi yasak ederse, buna itaat vacip olur" (Saadeti Ebediyye, 1994, 58.baskı, s, 586'dan naklen Prof.Dr.Mehmed Said Hatiboğlu, Kültürel Mirasımızı Tenkid Zarureti, 72, Otto, Ankara, 2009) ve "Hakiki müslüman…devletin kanunlarına karşı gelemez" (s,9) diye ahkam kesenler, "Her çeşit çalgı dinlemek haramdır" (s. 593), "tekkelerde yapılan rakslar/danslar, teganni ile okunan şeyler (ilahiler, mevlidler) haramdır" (s.7117) deyirek fetva verdiği halde televizyonlarında dansözler oynatır ve tesettürsüz programlar yaptırırken helal haram aklına gelmiyor da İbni Teymiye, M.Abduh, Mevdudi, M.Hamidullah, için söylemediğini bırakmayan ve Allahı inkar ederek zamanı tanrılaştıran Dehrilere karşı er-Reddu ala'd-Dehriyyin kitabını yazarak eleştiren Cemaleddin Afgani için "Zındıkların kitaplarını okuyarak dinden çıkmış cahil bir zındık" (Age.1063-1064) diyenlere göre "Cahilce davranışları, gafilce yazıları ile devlete karşı ihtilale sebep olan" Seyyid Kutub'un hareketi, bir ahmaklıktır" (M.S.Hatiboğlu, Age.79) demeleri çok görülmez.

"Haller, zevkler, tatlı rüyalar görmeye başlar. İmamı Rabbaniyi, Evliyayı, Ashabı Kiramı ve Resulullahı (sav) rüyada görmeğe, uyanık iken ruhlarını insan şeklinde görmeye, bunlarla konuşmaya başlar. Evliyanın suretleri öldükten sonra da talebesine görünüp feyz verirler" (Hatiboğlu, Age.80) diyenleri eleştiren Kutub'a bu çevrelerin karşı çıkmasına ve karalamasına şaşmamak gerekir. (Bu konuda geniş bilgi için bakınız. M.Said Hatiboğlu, Age. 67-80, Otto, Ankara 2009). Onun için yukarıda bazılarına değindiğimiz suçlama ve karalamalara itibar etmemek gerekir.

Diğer yandan bir insan ve alim olarak Kutub'un elbette yanlışları olabilir ve olmuştur da. Örneğin cihadı düşmanın saldırılarına karşı yapılan savaş olarak değil, gayri Müslim toplumlar Müslümanlara hiç ilişmese bile kendi ülkelerinde yaşayan insanlara İslamı seçme ve yaşama özgürlüğü tanımadıkları taktirde Müslümanların bu hakkı sağlamak üzere onlara saldırabileceğini söyleyerek cihadı saldırı savaşı olarak anlaması, aksini söyleyenleri içinde bulundukları yenilmişlik psikolojisinin kurbanları olarak niteleyip ayetlerin boynunu bükmekle suçlaması isabetli değildir. Bunun böyle olmadığını aşağıda yapacağımız uzunca açıklama herhalde ortaya koymaktadır.

Müslümanların büyük çoğunun geleneksel anlayışında İslam dininin bütün dinlerin üstüne çıkmayı ve mensuplarının tamamını Müslümanların egemenliği altına almayı hedeflediği anlayışı hakimdir. Müşrikler ve kafirlerle ilgili Kur'an'daki cihad ve fitne ayetleri de bu doğrultuda anlaşılıp yorumlandığı gibi, Tevbe/33, Fetih/28 ve Saf/96.ayetleri de bu anlayışla çevrilmekte ve açıklanmaktadır.

Mesela Elmalılı, Hasan Basri Çantay Ömer Nasuhi Bilmen, Süleyman Ateş, Muhammed Esed, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıf Meali, Talat Koçyiğit, Durmuş Bulgur (Tefhimu'l-Kur'an), Fi Zilali'l-Kur'an, İbni Kesir, Ali Bulaç, Suat Yıldırım, Yaşar Nuri Öztürk, Suat Yıldırım, Edip Küksel, Şaban Piriş, Mehmet Türk (Allahın Kelamı, Konya 2008), Yusuf Işıcık (Kur'an Meali, Konya İlahiyat Vakfı Yayınları), R.İhsan Eliaçık (Yaşayan Kur'an), Mustafa Yıldız (Son Mesaj Kur'anı Kerim Ve Türkçe Meali, İşrak Yayınları, İstanbul 2007) vd. bakabildiğim meallerde sözkonusu ayetler bu anlayış doğrultusunda şöyle çevrilmektedir.

"Puta tapanlar hoşlanmasa da, dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere, peygamberini doğru yol ve hak dinle gönderen Allah'tır" (9 Tevbe/33). "Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, peygamberini, doğruluk rehberi Kuran ve hak din ile gönderen odur. Şahit olarak Allah yeter" (48 Fetih/28). "Ortak koşanlar istemese de, dinini bütün dinlerden üstün kılmak için, peygamberini, hidayet ve hak din ile gönderen odur" (61 Saf/9) .

Âyetlerindeki "liyuzhirahu aladdini küllihi" ifadeleri, İslamın bütün dinlerin üstüne çıkması ve Müslümanların başka bütün halklara egemen olmaları, anlamında çevrilmektedir.

Oysa, ayetlerde söylenen şey, müşrikler ve kafirler istemese de/karşı çıksa da Allahın dinin tümünü peygambere bildirip vahyini tamamlayacağı, müşriklerin ve kafirlerin bunun önüne geçemeyecekleridir.

Ayetlerde "yuzhirahu" kelimesindeki 'o' zamiri Hz.Peygambere, "kullihi" kelimesindeki 'o' zamiri de İslama dönmekte olup "din"'den maksat da İslam'ın kendisidir. Buna göre ayetlerin anlamı "Dinin tümünü kendisine bildirmek/vahyi tamamlamak üzere Rasulünü hidayet ve hak din ile gönderen odur" olmaktadır. Özellikle Tevbe/33'ten önceki "Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kafirler istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır" (9 Tevbe/32) ayeti bunun böyle olduğunu açıkça göstermektedir. Buna rağmen sözkonusu her üç ayet, inanmayanları dininden, olmazlarsa malından, olmazlarsa canından etmek üzere yapıldığı söylenen geleneksel cihad anlayışının etkisiyle bu şekilde çevrilmektedir. Oysa Resulullahın, hayatı boyunca tebliğ etmenin dışında, din savaşı yapmadığı yahud dini yaymak için cihad etmediği, sadece saldıran düşmanın saldırılarına karşı savaştığı kesindir. Kur'an'daki savaşla ilgili anlatımların tümünde olay budur.

Başka ayetlere ve tarihin gerçeklerine baktığımız zaman her üç ayeti belirttiğimiz şekilde anlamak gerektiğini görüyoruz. Çünkü tarihin hiçbir döneminde tek din olarak İslam'ın kaldığı veya başka dinlere mensup bütün toplumlara İslam'ın/müslümanların egemen olduğu görülmemiştir. Kur'an'ın indiği tarihten bugüne kadar da böyle bir şey gerçekleşmemiştir. Nitekim Hz.Adem'in çocuklarından itibaren iman ile küfür ayırımı başlamış ve kıyamete kadar böyle gideceği ayetlerden anlaşılmaktadır. Bu gerçek karşısında geleneksel anlayışın seslendirdiği hedef, şu ana kadar gerçekleşmemiş olmaktadır ki kıyamete kadar insanların müminler ve kafirler olarak devam edecek olması da bunun gerçekleşmeyeceğini ve sözkonusu anlayışın gerçekçi olmadığını gösterir.

Onun için sözkonusu ayetlerin "İslam'ın bütün dinlerin üstüne çıkması" anlamında değil, müşriklerin ve kafirlerin bütün muhalefet ve düşmanlıklarına karşın "İslam'ın tümünün Rasulullaha bildirilmesi, vahyin tamamlanması" anlamında olmasının daha uygun ve gerçekçi olduğunu düşünüyoruz. Yani inen son ayet olduğu kabul edilen "Bugün, size dininizi tamamladım, üzerinize olan nimetimi/vahyi sona erdirdim, din olarak sizin için İslamı beğendim" (5 Maide/3) ayetinin belirttiği vahyin tamamlanması ve dinin kemale ermesi anlamında olması gerekir. Nitekim müşriklerin bütün muhalefet, düşmanlık ve nefretlerine rağmen İslam'ın tümü Rasulullaha bildirilmiş ve din tamamlanarak (5 Maide/3) insanlığa yayılmıştır. Yüce Allahın olmasını istediği budur.

Dil açısından da ayetlerin bu şekilde anlaşılmasının doğru olduğunu düşünüyoruz. Çünkü Arap dilinde "zahara ala" kipi, bir şeye muttali olmak, başkasına galip gelmek, üstün olmak, üstüne çıkmak, anlamını belirtirken,"Azhara ala" kipi, muttali kılmak, bildirmek, göstermek, birine deşifre etmek, üstüne çıkarmak, anlamlarını belirtmektedir. Mesela "Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir şeyler anlatmıştı. Eşi onu açıklayınca ve Allah da onu Peygambere izhar edince (azharahullahu aleyhi=eşinin açıklamasından haberdar olunca) Peygamber konuşmanın bir kısmını açıkladı, bir kısmını ise açıklamyı reddetti" (66 Tahrim/3) ayetinde de "azharahullahu aleyhi" ifadesi de bunu gösterir. (Kur'andışı vahiy konusunda geniş bilgi için bakınız. M.Said Hatiboğlu, Hz. Peygamber ve Kur'an Dışı Vahiy, Otto, Ankara 2009). Aynı şekilde "Firavun: "Beni bırakın da Musa'yı öldüreyim, o, Rabbine yalvaradursun. Onun, sizin dininizi değiştirmesinden veya yeryüzünde bozgunculuk izhar etmesinden/çıkarmasından (yuzhira fi'l-ardi fesaden) korkuyorum" dedi" (40 Mümin/26) ve "Görülmeyeni bilen Allah, gaybını kimseye izhar etmez/bildirmez. (la yuzhiru ala ğaybihi ehaden)" (72 Cin/26) ayetlerinde de "azhara-yuzhiru" fiilinin anlamı budur.

Nitekim M.İslamoğlu hoca 9 Tevbe/33 ayetini "Odur dinin tümünü kendisine bildirmek için Elçisini doğru yol bilgisiyle ve hak din ile gönderen, tabii ki şirke gömülüp gidenler hoşlanmasa da" şeklinde doğru olarak çevirir ve ayetle ilgili yazdığı 2.dipnotta azhara ala fiilinin birine bir şeyi bildirerek duruma el koydu, anlamına geldiğini, ayette din kelimesinin çoğul gelmediğini ve Yuzhirahu kelimesindeki zamirin Resul'e gitmesi gerektiğini söyleyerek çevirisinin doğruluğunu savunurken, ne olmuşsa, bunu unutarak dinin/İslam'ın batıl bütün dinlere üstün olması için elçinin gönderildiğini söyleyerek Fetih/28 ve Saf/9 ayetlerini bu anlayışla çevirmektedir. Şüphesiz bu çeviri yanlış olduğu gibi bir çelişkidir de.

Onun için bu ayetleri yanlış anlamaktan hareket ederek İslam'ın bütün dinlerin üstüne çıkması ve hakim olması için Peygamberin gönderildiği anlamını çıkarmak ve cihadı da kafirler Müslümanlara ilişmese de, bunun için saldırı savaşı olarak anlayıp insanların ya dinlerinden veya mallarından yahut canlarından olmaları seçeneklerinden biri ile dünyada ancak kurtulabilecekleri, şeklinde anlamak yanlış olur. Çünkü bu anlayış, yanlış delilden hareketle yanlış sonuca varmak olur. Zira dinde zorlama olmaz (2 Bakara/256) ve cihadın ancak din farklılığından dolayı Müslümanlara saldıran, onları yurtlarından çıkarmaya çalışan veya çıkarılmalarına destek verenlere karşı yapılacağını, böyle olmayanlara Müslümanların iyilik ve adaletle davranmalarını Allahın yasaklamadığını Kur'an genel bir ilke olarak kararlaştırır (60 Mümtehine, 8-9). Yani Kur'an'a göre Müslümanlarla Müslüman olmayanlar arasındaki ilişkilerde prensip, düşmanlık ve savaş değil, barıştır. Bu sebeple daha önce kimi fukahanın ve onların izinden giden Kutub'un dünyayı daru'l-harb ve daru'l-İslam olarak ikiye ayırmaları ve ikisi arasındaki ilişkinin ilke olarak barış değil, savaş olduğunu söylemeleri doğru değildir.

Ayrıca "din"den maksat, başka bütün dinler olsaydı, İslamoğlu hocanın belirttiği gibi din yerine "edyan" kelimesi kullanılırdı ve "ala'l-edyani külliha" denirdi. "Din" kelimesinin cins isim olarak kullanıldığı iddia edilebilir. Ama "edyan" gibi açık seçik bir çoğul dururken, niçin delaleti tartışmalı olan kelime kullanılmış olsun? Nitekim Kur'anda "Hiçbir fitne olmaması ve din (2 Bakara/193)in tümü Allahın olması için onlarla savaşınız" (8 Enfal/39) ayetlerinde "din" kelimesiyle İslam kastedildiği gibi, ilgili ayetlerdeki "din" kelimesinden maksat da İslam'ın kendisidir. Çünkü "ed-Din" isminin başındaki "lam" harfi önceden bilinen bir dini belirtir, yani Arapça dilbilgisi terimi ile söylersek, ahd içindir. Aynı şekilde İslam'ın dışında bir din kastedildiği yerde "Kim İslamdan başka bir din ararsa" (3 Ali İmran/85) ayetinde olduğu gibi, dinin, özellikle İslam'dan başka bir din olduğu belirtilmiştir. "Din" kelimesinin geçtiği bütün ayetlere baktığımızda hepsinde İslam olan din anlamında kullanıldığı görülür.

Bütün bunlara rağmen, ayetleri klasik şekilde anlamaya devam edersek, o zaman bunun ancak konjonktürel olarak o günkü Arap yarımadasının merkezinde mevcut olan İslam dışı dinlerle ilgili özel bir durum olduğu ve tarih olarak da bunun ancak burada bir defalığına gerçekleştiği söylenebilir ki bu da gerçekçi değildir. Çünkü bunun bir defalığına olmak üzere gerçekleşeceğini belirten hiçbir delil yoktur. Diğer taraftan o gün gerek Mekke'de gerekse Medine'de olmak üzere Arap yarımadasında birden fazla din olduğu halde ayetlerde çoğul olarak "edyan" değil, tekil olarak "din" sözcüğü kullanılmıştır. Ayrıca saldırgan düşmana karşı cihadın kıyamete kadar olacağı kabul edilen bir inançtır.

Kaldı ki şimdiye kadar İslam'ın dünyadaki bütün dinlerin üstüne çıkıp mensuplarını Müslümanların egemenlikleri altına aldıkları sözkonusu değildir. Onun için bunu dünyadaki diğer bütün dinler için kabul ederek genelleme yapmak ve cihadın bunun için saldırı savaşı olduğunu söylemek doğru değildir..

"Hiçbir fitne olmaması ve dinin/tümü Allahın olması için onlarla savaşınız" ayetlerinde de sözü edilen fitne, bugün kullandığımız anlamda insanların arasını bozmak, kışkırtıcılık yapmak, fitne fesat çıkarmak, anlamında değil, Müslüman olan kişilere İslam'dan dolayı kafirlerin baskı ve işkence yaparak eziyet etmeleri ve dinden dönmeye zorlamalarıdır. Bu da "Fitne öldürmekten beterdir/daha büyük bir suçtur/cinayettir" (2 Bakara/191) ayetinde belirtildiği gibi kişinin İslam'dan döndürülmesinin öldürülmesinden daha büyük bir kötülük olduğunu belirtir. Çünkü Müslüman olarak öldürüldüğü taktirde dünya hayatında büyük bir haksızlığa uğramış olmakla beraber mümin olarak öldüğü için cennete giderken, kendi arzusu ile dinden dönüp öldüğü taktirde kafir olup ahirette ebedi cehenneme gidecektir. Bu da o kişi için öldürülmekten daha büyük bir felakettir. (bkz.M.İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur'an, Bakara/91.ayetle ilgili 2.not). Onun için Kur'an'da savaşın/cihadın ana gerekçelerinden biri yapılan bu baskı ve zulmün önlenmesidir.

- Edebiyat ilgisinin kaynakları ve bu konudaki eserlerinin genel özellikleri nelerdir?

Seyyid Kutup 1930'lu yılların ortasına kadar salt edebiyatla uğraşır. Arap Edebiyatının en zengin ve hareketli olduğu Mısır'da edebiyatta muhafazakarlığı temsil eden Mustafa Sadık Rafii, Liberalliği temsil eden Taha Hüseyin ve ikisini birleştiren A. Mahmud Akkad arasındaki tartışmalarda Akkad'ın safında yer alır.

Bu dönemde günün tartışma konuları olan edebi konularda gazete ve dergilerde yazılar yazar ve kitaplar kaleme alır. Meşhur edebiyatçıların yolunu izleyerek şiir, hikaye, masal, eleştiri kural ve yöntemleri, çağdaş edebi akımlar, edebi türler ve eleştiriler gibi edebiyatın hemen her alanında yazar ve dizi oluşturacak şekilde eserler verir.

Kutup, bütün eserlerinde sistematik ve tutarlı bir çizgi izler. Mezuniyet tezi olarak yaptığı Muhimmetu'ş-Şair fi'l-Hayat adlı çalışmasında şairin hayatta belirli bir misyonu ve hedefinin olması gerektiğini söyler ve şiirde yenileşmeyi savunur.

Yazdığı eş-Şatiu'l-Mechul adında 210 sayfalık bir şiir kitabı 1935 yılında yayınlanır. Kitapta şiirler Gölgeler ve Semboller, Resimler ve Düşünceler, Gazel ve Münacat, Memleket Şiirleri gibi başlıklar altında toplanmaktadır. (el-Halidi, Mine'l-Milad, 221).

En uzun kasidesi 60 beyittir. Ayrıca er-Risale, el-Muktataf, el-Belağu'l-Usbuî", Sahifetu Dari'l-Ulum, Mecelletu'ş-Şihab, gibi dergi ve gazetelerde de şiirleri yayınlanır. Bunlarİn dışında aktif bir İslam davetçisi olduğu ve rejimin baskılarına maruz kaldığı dönemde de hem duygularını dile getirdiği, hem de rejimi ve yöneticileri eleştirdiği şiirler yazar. Bunlardan Hubel", gibi şiir örneklerini Ahmed Abdullatif el-Ced' ve Edhem Carrar'ın çağdaş islam davetçilerinin şiirlerinden seçtikleri Şuarau'd-Daveti'l-İslamiyye fi'l-Asri'l-Hadis, (Beyrut,1978) adlı 5 kitaplık şiir antolojisinde görmek mümkündür.

Kırklarda yazıları edebiyatın yanında daha çok sosyal, siyasi ve İslami içeriklidir. Örneğin 1930'ların ikinci yarısında Kur'an'ın anlatım üslubu üzerinde dururken, 1948 yılında çıkardığı el-Fikru'l-Cedid dergisinde devrimci, ıslahatçı, sosyal ağırlık olarak fakirlik, zulüm, kapitalizm, bozuk sosyal ve siyasi durum, paşalık ve toprak ağalığı gibi konuları işler ve İslami bir bakış açısından değerlendirme yapar. Nitekim yönetim bir yıl geçmeden dergiyi kapattırır. 1954 yılında İhvan'ın sesi olarak çıkarılan el-İhvanu'l-Muslimun dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapar. Seyyid Kutub Hayatuhu ve Edebuhu konulu master çalışması yapan Dr.Abdulbaki Muhammed Hüseyin'in tespitlerine göre 19 dergide yazdığı makale ve kasidelerinin toplam sayısı 455 kadardır. (el-Halidi, Mine'l-Milad ila'l-İstişhad,109). Kutub'un 293 sayfa tutan şiirleri aynı kişi tarafından bir kitap halinde derlenip 1989 yılında el-Mansura şehrinde yayınlanır.

Kutup, Eşvak (Dikenler) kitabında tasvir ettiği gibi bir kıza aşık olur. Nişanlandığı kızı daha önce komşunun oğlu bir subay istemiş, bir süre beraber yaşamış ama evlilik gerçekleşmemiştir. Kutup ise, yabancı el değmemiş ve gönlüne başkası girmemiş bir kıza aşıktır, onun için duyduğu subay hikayesi içini bir kurt gibi kemirir. Uzun süre bocalar ve sevgilisinin gönlünün artık bekar olmadığını düşünerek gün gelir aralarındaki ilişkiyi bitirir ve hayat boyu eseri ile yaşattığı sevgilisinden ayrılır. Bunun etkisiyle uzun süre evliliği defterinden siler. 1947 yılında yayınlanan ve aşk macerasını tasvir ettiği Eşvak romanını ayrıldığı sevgilisine şöyle ithaf eder:

"Benimle birlikte dikenliklere dalıp ben kanadıkça kanayan, benim gibi ızdırap çeken ve bu aşk savaşından birlikte aldığımız yaraların sızlayışı içinde kendisi kararsız ben de istikrarsız olarak vedalaşıp ayrıldığım sevgiliye ithaftır".

Daha sonra örneğin, "Ba'de'l-Evân" (İş İşten Geçtikten Sonra) kasidesi gibi bu aşkını terennüm ettiği şiirler de yazar.

Seyyid Kutub büyük bir edebi yeteneğe sahiptir. Bu yetenekle Kur'an'da edebi tasvir nazariyesini keşfettiği gibi, Kur'an'ın hareket (uygulama) özelliği başta olmak üzere birçok hususiyetlerini de kavramıştır.

Seyyid Kutub'un edebi hayatı iki döneme ayrılır. Birinci dönemde salt edebiyatla meşgul olmuş ve her türden edebi eserler vermiştir. Ömrünün ikinci dönemi diyebileceğimiz davet, hareket ve İslami mücadele dönemin¬de kendini Kur'an edebiyatına vermiş ve Kur'an'ın anlatım metodunu keşfetme başarısına ulaşmıştır. Asırlardır belagat ve edebiyatı üzerinde alimlerin çalıştığı Kur'an'da tercih edilen anlatım metodunun edebi tasvir metodu olduğunu keşfetmiş ve bu nazariyesini kaleme aldığı eserlerde örneklerle ortaya koymuştur.

Kutub'un, eli kalem tutmağa başladığı ilk yıllarda Arap Edebiyatında, özellikle şiir alanında bir yenilik ve değişim çağrısı yaptığını görüyoruz Atılımcı, yenilikçi ve inkılapçı ruhunu o yıllarda da göstermiştir. Bu salt edebiyat dönemi, Kutub için Kur'an'da edebi tasvir anlayışının oluşması ve eserlerinde uygulamasının alt yapısı olmuştur.

Sanatçı olarak yeni bir sanat anlayışına sahip olmasında ve eleştiri yeteneğinin gelişmesinde bu dönemin büyük rolü olmuştur. Bu yetenek ve zevk daha sonra eleştiride büyük bir hüner kazanmasına, değerli çalışmalar yapmasına imkan tanımış ve en önemlisi, Kur'an dünyasına tutarlı ve güçlü adımlarla girmesini sağlayacak, daha sonra Kur'an'da edebi tasvir nazariyesini ortaya koyacaktır.

Kutub, şiir ve düz yazıda düşünce ve duygularını tasvir yolu ile ifade etmiştir. Sözün, zihinde oluşan belirli bir imajdan sonra kişinin dilinden döküldüğünü ve bu sözün o imaja işaret ettiğini söylemektedir. Kısaca, kişinin zihninde önce söyleyeceklerinin bir resmi oluşmakta, kişi kelimelerle bu resmi ifade etmektedir.

Sanatçının ruhundan coşan ve zihnini dolduran deneyimlerin tasviri, bu tabloyu canlı bir şekilde yansıtmak suretiyle başkalarının ruh dünyalarını etkilemeyi amaçlamaktadır. Bunun en etkili yolunun da tasvirle anlatım olduğunu belirtmektedir. "Mühimmetu'ş-Şaîr fi'l-Hayât ve Şi'ru'l-Cili'l-Hadır" adlı deneme çalışmasında bu düşüncelerini açıkça görüyoruz Kutub, şairin kelimelerle çizdiği canlı sanat tablolarının ressamın fırçası ile çizdiği resimlerden daha canlı, etkili ve güzel olduğunu ifade etmektedir. Çünkü şairin kelimelerle çizdiği tablo, hayalin önünde geniş ufuklar açarken, ressamın çizdiği resim, maddi boyutlarla sınırlı olduğu için seyirciyi hayal gücünden yoksun bırakmaktadır. Bu resimlerde gözle görülen güzelliklerden başka bir güzellik bulmak için hayalin faaliyeti sözkonusu değildir. Onun için şairin kelimelerle çizdiği tablolar ressamın fırça ile çizdiği tablolardan daha canlı ve çekicidir, der.

Belirttiğimiz gibi Kutub, daha genç yaşta seçkin edebiyatçılar arasında yer almıştır. Hikaye, roman, makale ve inceleme çalışmalarında güçlü duyarlılık, derin hayal gücü ve akıcı üslup özellikleriyle temayüz etmiştir.

Yazılarında akıcılık, dile hakimiyet, düşüncelerini büyük başarı ile ifade etme özelliği bulunmaktadır. Bu özellikleriyle okuyucuların ilgisini çekmiş ve büyük bir okuyucu kitlesine hitap etmiştir.

Yazdıklarında tasvir üslubunu kullanmıştır. Manaları soyutlayarak sadece zihne hitap etmemiş, hem zihne hem de vicdana ve duyguya birlikte seslenmiştir.

Tasvir, gölge ve canlandırma üslubunu kullanarak eserlerini canlı tablolar ve resimler halinde sunmuştur. Mesela kitap olarak yayınladığı Tıflun mine'l-Karye, Eşvâk, el-Medînetu'l-Meshûra gibi hikaye ve masallarında olsun, gazete ve dergilerde yayınlanan kısa hikayelerinde olsun daima tasvir üslubunu kullanmıştır. (örnek olarak min Suvar'l-Hayat hikayesine bakınız).

Salt edebiyatla uğraştığı dönemlerde yazdığı makale, şiir ve diğer edebi eserlerinde hep bu tasvirle anlatım üslubu hakimdir. Aynı şekilde, kendisini İslâm düşüncesi ve İslâm nizamını açıklamaya verdiği yıllarında da bu tasvirle anlatım üslubunu büyük bir başarıyla kullanmıştır. Mesela İslâm düşüncesinin niteliklerini anlattığı Hasâisu't-Tasavvuri'l-İslâmî ve Mukavvimâtuhû (İslam Düşüncesi) kitabında çağdaş toplumun tasvirini yaparak nasıl bir cahiliye bataklığı içinde debelendiğini çok mükemmel bir şekilde gözler önüne serdiği gibi, İslâm nizamının temel dinamiklerini ve niteliklerini son derece akıcı ve güzel bir üslupla dile getirmiştir.

Bu dönemde kaleme aldığı Fî Zilali'l-Kur'an olsun, diğer eserleri olsun bilimsel ve İslâmî değerleri yanında edebi bakımdan da şaheser sayılır.

Günümüze kadar Kur'an'ın yorumunu yapan pek çok eser yazılmıştır, ama hiç birinin Seyyid Kutub'un akıcı, çekici ve etkileyici edebi bir üslupla yazdığı Fî Zilali'l-Kur'an kitabı kadar toplumda zevkle okunduğunu sanmıyoruz.

Seyyid Kutub'da, edebi tasvir anlayışı gittikçe kuvvet kazanmış ve yazdığı bütün kitaplarında bu anlayış üslubuna yön vermiştir. Bunun yansımalarını edebi eleştirilerini içeren Kütüb ve Şahsiyat kitabındaki değerlendirmelerinde görüyoruz. Kur'an'la ilgili edebi tasvir zevkinin nasıl doğduğu ve gittikçe bir nazariye haline nasıl geldiği, Kur'an'ın temsil ve tasvirlerini küçük yaşta nasıl algıladığı ve bu tasvirlerden ne kadar çok zevk aldığını şöyle belirtmektedir:

"Bu kitabın (Kur'an'da Edebi Tasvir) bende bir hikayesi var. Ben küçük bir çocuk iken Kur'an okurdum. İdrakim onun mana ufuklarına yükselemez, anlayışım onun yüksek hedeflerini kavrayamazdı. Ancak, içinde bir şeyler hissederdim.

Kur'an ifadeleri berrak, küçük hayalime bazı tablolar nakşediyordu. Bunlar sade tablolardı. Fakat ruhuma şevk, duygularıma zevk veriyorlardı. Uzun uzun Kur'an okudukça ferahlıyor, seviniyordum. Zihnime çizdiği tablolar içinde bir tablo var ki, ne zaman şu ayeti okusam hemen gözümün önünde canlanır. "İnsanlar içinde Allah'a bir yar kenarında imiş gibi ibadet eden vardır. Ona bir iyilik gelirse onunla sevinir, başına bir bela gelirse yüz üstü döner. Dünyayı da, ahireti de kaybeder."

O zamanlar zihnimde şu tablonun canlandığını söylersem, kimse bana gülmesin: "Yüksek bir yerin kenarında seki gibi bir yerde bir adam durmuş namaz kılıyor. -Ben köyde iken vadi kenarındaki tepeleri görmüştüm- dar bir tepe, önü uçurum. Adam kendine malik olamıyor. Her hareketinde uçuruma doğru kayıyor. Az daha düşecek oluyor, ben de karşısında onun hareketlerini tuhaf bir zevk ve lezzet içinde izliyorum.

Bunun gibi çeşitli tablolar küçük hayalime nakşediliyor, ben bunları düşünmekten zevk alıyor ve bunun için Kur'an okumak istiyordum. Okudukça da Kur'an ayetlerinde hep bu tabloları arıyordum.

O günler tatlı hatıralar ve sade hayallerle geçti. Günler birbirini kovaladı. Okullara girdim, tefsir kitaplarından Kur'an tefsirini okudum. Hocalardan tefsir dersleri dinledim. Fakat okuyup dinlediğim şeylerde çocukluğumda duyduğum o tatlı güzel Kur'an'ı artık bulamıyordum.

Eyvah! Ondaki bütün güzellik işaretleri örtülmüş, lezzet ve cazibe yok olmuştu. Yoksa önümüzde iki tane Kur'an mı vardı? Biri o tatlı, kolay, teşvik edici çocukluk Kur'an'ı; diğeri güç, kördüğüm haline getirilmiş, zorlaştırılmış gençlik Kur'an'ı öyle mi? Yoksa bu, Kur'an'ın tefsirinde/yorumlanmasında izlenen yorumun bir cinayeti miydi? Tekrar Kur'an'a döndüm, okuyorum. Ama tefsir kitaplarından değil, Mushaf'tan okuyorum. Yine o güzel sevgili Kur'an'ımı bulmaya, coşku veren canlı tablolarını görmeye başlamıştım. Ancak bunlar eski sadeliğinde değildi. Anlayışım değişmişti. Şimdi bunların gaye ve hedeflerini anlamaya ve bunların meydana gelen bir olay değil, verilen birer örnek olduğunu kavramaya başlamıştım. Kur'anım eski canlılığını hala sürdürüyordu ve cazibesinden hiçbir şey kaybetmiş değildi. Elhamdülillah Kur'an'ımı bulmuştum."

Seyyid Kutub'da tasvirle anlatımın üstünlüğü düşüncesi 1939 yılında el-Muktataf dergisinde yazdığı et-Tasvîru'l-Fenni fil-Kur'an başlıklı makalesiyle tam belirginleşir ve mükemmele doğru gelişir. Ondan sonra artık doğal anlatım üslubu haline gelir ve her yerde onu savunarak uygulamaya çalışır. Kur'an'da bunun tercih edilen anlatım üslubu olduğunu göstermek için Kur'an'da Edebi Tasvir ve Kur'an'da Kıyamet Sahneleri kitaplarını yazar. Daha sonra kaleme aldığı Fi Zilali'l-Kur'an tefsirinde de bunu göstermeğe çalışır. O halde edebi tasvir nedir?

Seyyid Kutub'un Kur'an üzerindeki çalışmalarında iki alanda parlak bir başarıya ulaştığını görüyoruz. Birincisi, Kur'an'ı hayat nizamı olarak algılayıp durduğu tefsir alanıdır. Kutub, Kur'an'ı bir toplum kitabı olarak görmekte ve Rasulullah zamanında İslâm toplumunu kurduğu gibi çağımızda da bunu gerçekleştirecek şekilde tefsir etmek gerektiğini söylemektedir. Kur'ana genel bakışta, kavramlarını belirleme, toplumu kurarken izlediği hareket metodunu ortaya koyma ve surelerini yorumlamada büyük bir müceddit ve öncü olduğunu görüyoruz. Hareket ve davet adamı olarak gösterdiği çabalar ve yaptığı büyük fedakârlık yanında Kutub'u meşhur yapan ve etkilerini geniş kitlelere yayan birinci başarısı budur.

İkinci başarısı ise, Kur'an'ın anlatım üslubunu kavraması ve bunu parlak edebi üslubuyla "Kur'an'da Edebi Tasvir Nazariyesi" şeklinde ortaya koymasıdır. Hicri ilk asırdan itibaren Kur'an'm edebi yönü ve anlatım üslubu üzerinde sayısız çalışmalar yapılmış olmasına rağmen, bu çalışmaların hemen hepsinin Seyyid Kutub'un ifade ettiği şekilde Kur'an'ın anlatım üslubunun genel kuralını ortaya koyduğunu ve bunu Kur'an'ın tümüne uyguladığını söylemek zordur. Hayal, düşünce ve duygularıyla Mekke'ye gitmiş, ilk mü'minlere iman etmelerinin, kâfirlere de yüz çevirmelerinin sebebini sormuş, her iki kesim üzerinde Kur'an'ın büyüleyici etkisini gözlemlemeye çalışmış, duygu ve psikolojik durumları hakkında Kur'an'ın yaptığı büyük etkiyi onların ağzından dinlemiştir. Her iki tarafın da Kur'an'ın büyük etkisi, müthiş cazibesi ve güzel anlatımının etkisinde kaldıklarını, böylece Kur'an'ın bir insan eseri olmadığını anladıklarını kavramıştır. Bu Kur'an'ın ilahi bir karakter taşıdığını, benzerini ortaya koymak bir yana, karşısında durmaktan bile aciz kaldıklarını anladıklarını müşahede etmiştir.

Kutub, başlangıçta inen ve o günün insanları üzerinde büyük etkiler yapan bu ayetleri incelemiş, önceki alimlerin Kur'an'ın icazını açıklamaya çalıştıkları hukuk, gaybi haberler, kıssalar, kimi edebi sanatlar vb. yönleri sözkonusu ayetlerin içermediklerini görmüştür. Bunun yerine o ayetlerin büyüleyici bir sunuşa, edebi âhenge ve muciz bir anlatımla tasvir üslubuna sahip olduklarını müşahede ederek Kur'an icazının anlatımındaki ahenk, sanat ve tasvir üslubunda bulunduğunu kavramıştır.

Kur'an'da etkileyici gücün kaynağının yahut Kur'an'da icazdan söz ederken Kur'an'ın icazını kavramanın en ideal yolunun onun ideal hukuk sistemi, gaybi haberler ve pozitif bilgilerini araştırmaktan önce, sahip olduğu büyüleyici etkinin kaynağını araştırmaktan geçtiğini belirtmektedir. Bunu da Kur'an'ın nüzulü tamamlanıp bir kitap haline gelmeden önceki durumunda, yani Arapları etkisi altına alan ve ilk nazil olan ayet ve surelerde aramak gerektiğini vurgulamaktadır. Zira İslâm davetinin ilk yıllarında inen ayet ve sureler, daha sonra gelen ayet ve surelerin içerdiği hukuk, gaybi haberler ve pozitif bilgilerden genellikle bahsetmediği halde, ilk muhataplarını hayran bırakan köklü bir etkiye sahip bulunuyordu.

Bu arada Merhum Seyyid Kutub'un Kur'an'ın insanlar üzerindeki etkisinin büyüklüğünü belirtmek için Kur'an hakkında "büyüleyici" niteliğini kullanmasını yerinde bulmadığımızı belirtmeliyiz. Bilindiği gibi Kureyş müşriklerinin Rasulullah'a büyülenmiş ve Kur'an'a da büyü olarak baktıklarını Kur'an kendisi birkaç yerde belirtmektedir. Bu bakımdan Kur'an için büyüleyici nitelemesinin uygun olduğunu düşünmüyoruz. Günümüze kadar edebiyatçılar Kur'an'ın edebi icazını ortaya çıkarmak ve insanlara anlatmak için büyük çabalar sarfetmişlerdir. Ama hiçbiri Kur'an'ın edebi icazını Kutub'un ortaya koyduğu şekilde anlatma başarısına ulaşamamıştır.

Kutub, tasvirle anlatım metodunun Kur'an'ın tümünde tercih edilen anlatım metodu olduğu genel kuralını ortaya çıkarmış ve bunu Kur'an'da Edebi Tesvir, Kur'an'da Kıyamet Sahneleri, Fi Zilali'h Kur'an gibi kitaplarında örnekleriyle açıklamıştır, bu da Kur'an'ın edebi icazı alanında onun ikinci parlak başarısıdır.

Kutub'a göre Kur'an'ın icazı, etkili ve cazibeli anlatımında yatmaktadır. Bu da günümüzde herkesin itiraf ettiği etkileyici edebi tasvir metodudur.

(Kur'an'da edebi tasvirin tanımı, mahiyeti, orijinalliği ve önemi hakkında geniş bilgi için bakınız: İbrahim Sarmış, Bir Edebiyatçı Olarak Seyyid Kutub, Fecr Yayınları). Seyyid Kutub'a göre Kur'an'ın icazı edebi ve sanatsaldır. Ancak tefsir ve belagat alimlerinin Kur'an'ın bu edebi ve sanatsal icazını yeterince kavrayabildiği ve onu insanlara sunabildiği kanaatinde değildir. Belagat bilginlerinin bu tür icazı kavrayamadıklarını, daha çok lafız ile mana tartışmalarıyla uğraştıklarını söylemektedir.

Kutub'a göre her iki tarafın Kur'an'ın icazını kavramadaki başarısızlığının sebebi, çabalarına klasik Arap eleştiri anlayışının hakim olmasıdır. Bu anlayış metinleri atomize ederek her bölümü kendi başına değerlendirmektedir. Böylece bütün halinde metnin oluşturduğu güzellik ve sanat üstünlüğü kaybolmaktadır. Kur'an'ın belagatı araştırılırken bu durum açıkça kendini göstermiştir. Sözleri ve cümleleri arasındaki uyum yahut metnin bilinen belagat ve fesahat kuralları taşıması konusunda söylenenler dışında, hiçbiri parçayı aşıp bütünün edebi güzellik ve üstünlüğünü tespite ulaşamamıştır.

Kutub'a göre, Kur'an icazının en açık olduğu yer, anlatımda kullandığı edebi tasvir metodudur. Değişik konuları dile getirirken bir anlatım metodu olarak tasviri kullanmasında yatmaktadır.

Bu tasvirin materyali edebiyatçı ve belagat üstatlarının kullandığı sözcüklerdir. Kendisi ile beliğ bir söz düzenledikleri ve Kur'an-ı Kerim'in tablolarına oranla çok ilkel sayılabilen bir takım edebi tablolar çizdikleri sözcüklerdir. Ama Kur'an aynı sözcüklerle hayat ve hareket dolu, baştan başa uyumlu ve ahenkli, somut tablolar çizmekte ve manzaralar canlandırmaktadır.

Hemen belirtelim ki Seyyid Kutub, Kur'an'ın icazını et-Tasviru'l-Fenni fi'l~Kur'an kitabında üzerinde durduğu bu tür icazdan ibaret görmemektedir.

Fî Zilal kitabı incelendiğinde görülecektir ki, birçok yerde tasvirden başka Kur'an'ın kimi icaz yönlerine de değinmektedir.

Kutup, Kur'an icazının "Etkide icaz", "Tasvirde icaz", "îfade etmede icaz", "Konuda icaz", "Hukuk sisteminde icaz", "Harekette icaz" gibi icaz yönleri şeklinde sıralamaktadır.

- Peki Kutub'un eserleri ve bunların genel olarak içeriği nedir?

- Kutub'un yayınlanmış yirmi altı (26) kitabı vardır. Bunları salt edebiyat, Kur'an edebiyatı, İslami kültürel ve İslami hareketle ilgili kitaplar, şeklinde tasnif edebiliriz. Bazılarının adını vermekle yetinirken bazılarını kısaca tanıtacağız.

A-Salt Edebiyatla ilgili kitapları:1-Muhimmetu'ş-Şair fi'l-Hayat.2-eş-Şâtiu'l-Mechûl. 3-Tıflun Mine'l-Karye.

Taha Hüseyin'in el-Eyyam, A.Mahmud el-Akkad'ın Ene, Ahmed Emin'in Hayatî otobiyografi kitaplarını örnek alarak kaleme aldığı ve köydeki aile hayatını anlattığını belirttiği otobiyografik bir kitaptır. 1946 yılında yayınlanmıştır. O gün edebi kişiliğini takdir ettiği Taha Hüseyin'e ithaf edilmiştir.

4-el-Medinetu'l-Meshûra.

5-Eşvâk.6-Ravdatu't-Tıfl. Emine Said ve Yusuf Murad'la beraber çocuk hikayeleri kapsamında yazılmış çocuk kitaplarıdır. 1947 yılında iki seri halinde yayınlanıştır.

7-el-Kasasu'd-Dini li'l-Etfal.Yine çocuklar için yazılmış dinsel içerikli çocuk hikayeleridir. Kur'an kıssalarından alıntılardan oluşmaktadır. Abdulhamid Cûde es-Sahhar ile birlikte kaleme alınmış ve 1947 yılında yayınlanmıştır. Salt edebiyattan dini kültür alanına geçişinin belki de ilk basamağıdır. Türkçe'ye çevrilmiştir.

8-el-Cedidu fi'l-Luğati'l-Arabiyye.

9-el-Cedidu fi'l-Mahfuzat.

Ders kitabı olarak okutulmak üzere yazılmış iki ders kitabıdır. Birincisi dilbilgisi, ikincisi okuma kitabıdır. İhtilalden sonra Milli Eğitim Bakanlığı tarafından basılmış ve 1965 yılına kadar okullarda ders kitabı olarak okutulmuş, ondan sonra kaldırılmıştır.

10-en-Nakdu'l-Edebi Usûluhu ve Menahicuhu.

Edebi eleştirinin esas ve ilkelerini metinler ve şiirler üzerinde açıkladığı, edebi eleştiri alanında çok takdir ettiği Abdulkahir Curcani'ye ithaf ettiği bir kitaptır. Birinci bölümde edebi eleştirinin esaslarını, ikinci bölümde de yöntemlerini anlatır. 1948 yılında yayınlanmıştır.

11-Kütüb ve Şahsiyyat.

Kutub'un edebi eleştiri olarak 1942-1946 yılları arasında dergilerde yayınlanan makalelerinden oluşan bir kitaptır. Kitap olarak 1946 yılında yayınlanıştır. Şiir, hikaye, roman, psikoloji ve evren, araştırma ve inceleme, biyografi, konularına ilişkin yazılmış kimi kitapları edebi yönden eleştirip değerlendirmesini yapar. Hacimli bir kitap olup edebiyat eleştirisi yapanlar için değerli bilgiler içermektedir.

12-Nakdu Kitabi Mustakbeli's-Sakafeti fi Mısr.

Taha Hüseyin'in 1938 yılında Mustakbelu's-Sakafe fi Mısr adıyla yayınladığı ve Mısır'ın Arap ve İslam medeniyetine değil, Ege-Akdeniz havzası/Batı medeniyetine mensup olduğunu savunduğu kitap, Mısır'da büyük tepkilere ve eleştirilere uğramıştır. Kutub da daha çok edebi ve kültürel yönden değerlendirdiği Taha Hüseyin'in kitaptaki düşüncelerinden bazılarına o gün katılırken, bazılarını Daru'l-Ulum dergisinin 4.sayısında 1939 yılında uzun bir makale ile eleştirmiştir. Bu makale daha sonra kitap olarak basılmıştır.

Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın La Turquie en Europe (Avrupa'da Türkiye) adlı kitabının düşünce kaynağı büyük ölçüde Taha Hüseyin'in bu kitabı olmalıdır. Bilindiği gibi Özal'ın bu kitabı da Türkiye'nin Avrupalı olduğunu ve yerinin Avrupa olması gerektiğini savunur. Prof.Dr.Mehmet Bayrakdar, Özal'ın bu kitabına hacimli bir eleştiri yazmış ve kitap olarak yayınlamıştır. (Bkz. Özal'ın Günah Galerisi, Rehber Yay. 5. baskı, Ankara, 1991)

el-Halidi, eleştirisinin İslami açıdan değil, salt edebi, kültürel ve bilimsel açıdan olduğunu, İslami açıdan değerlendirseydi yazarının hiçbir düşüncesine katılmasının mümkün olmadığını söylüyorsa da, bu düşüncesi doğru değildir. Çünkü Kutup, Kur'an üzerindeki çalışmalarına önceden başlamış ve 1939 yılında et-Tasviru'l-Fenni fi'l-Kur'an konusunda makale yayınlamıştır. Dolayısıyla Taha Hüseyin'i eleştirirken hiçte Kur'an'ın ve İslam'ın yabancısı değildir.

13-el-Atyafu'l-Erbaa.Kutup ailesinden Seyyid, Muhammed, Emine ve Hamide'nin duygu ve düşüncelerini, hatıralarını makaleler şeklinde ortaklaşa satırlara döktükleri bir kitaptır. 1945 yılında yayınlanmıştır.

B-Kur'an Edebiyatı ile ilgili kitapları:

14-et-Tasviru'l-Fenni fi'l-Kur'an.Kur'an dünyasına geçişinin ilk basamağı olarak Kur'an'ın anlatım metodu ve icazı üzerine yazdığı bir kitaptır. 1930'lu yılların ikinci yarısından başlayarak geliştirdiği ve 1945 yılında kitap olarak yayınladığı ve Kur'an Okulu dediği ilmi-edebi bir projenin ilk çalışmasıdır. Bu çalışmasıyla gerçekten Kur'an'ın edebi icazı ve tasvirle anlatım metodu konusunda bir çığır açmış ve kendisinden sonra bu alanda yazacak kişilere öncülük etmiştir. Seyyid kutub konusunda uzman olup birkaç ciltlik kitap yazan el-Halidi, Kutub'un bu konudaki çalışmasını Nazariyyetu't-Tasviri'l-Fenni İnde Seyyid Kutub, adında hacimli bir çalışma ile tanıtmıştır. (Daru'l-Furkan, Amman, 1983).

15-Meşahidu'l-Kiyameti fi'l-Kur'an.

Kur'an'da edebi tasvir konusunda Kutub'un söylediklerinin bir uygulaması ve göstergesi olmak üzere bu alanda yayınladığı ikinci kitaptır. Kur'an'da kıyamet sahnelerinin tasvirle anlatımı yapılmaktadır. Seksen sure içinde yayılmış 150 tane kıyamet sahnesini tanıtır. 1947 yılında yayınlamıştır. Önsözde milletlerin cahiliyye dönemlerinde ve Kur'an'da ahiret inancını işler. Kur'an'la ilgili başka kitapları yazmayı düşünmüşse de ne yazık ki gerçekleştirmeye ömrü yetmemiştir.

C-İslami kültürel kitapları:

16-el-Adaletu'l-İctimaiyye fi'l-İslam.

Kutub'un İslam düşüncesini ve sistemini kavrayıp topluma sunduğu, sosyal, ekonomik, siyasi ve ahlaki örnek bir toplum tasavvurunu ortaya koyduğu, Mısır toplumunda ve İslam aleminde meşhur olmasında büyük rol oynayan bir kitaptır. 1949 yılında yayınlanmıştır. Eleştirdiği Sosyalizm ve Kapitalizmin aksine, İslam'ın her alanda adaletli ve insani bir sistem olduğunu, onun oluşturacağı topumun ideal ve adaletli olacağını anlatır. Ruhen bağımsızlığı, insanî tam eşitliği, sağlam İslami dayanışmayı çekici ve modern bir üslupla gözler önüne serer. Bunun da İslami yasama ve yönlendirme ile gerçekleşeceğini belirtir. Yönetimin ilkelliği, şeyhlerin ve dervişlerin yönetimi, yönetimin haksızlığı, nasların kapalılığı, kadın ve azınlıklar gibi ana konuları detaylı olarak inceler ve İslam'a yöneltilen eleştirilerin haksız ve hakkında yayılmış kanaatlerin yersiz olduğunu belirtir. İslam'ın yönetmesine haçlıların, emperyalistlerin, sosyalist ve komünistlerin karşı çıktığını ve düşmanlık yaptığını belirtir.Kitap Mısır'da ve İslam dünyasında büyük bir yankı uyandırdığı gibi, kısa bir zamanda Batı dillerine de çevrilmiş, örneğin Amerika'da FORD vakfı tarafından çevrilerek yayınlanmış
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi esracık 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Tesettürlü Erkek Aranıyor Serbest Kürsü Mihrinaz 10 3906 23 Nisan 2010 23:44
Dini - Siyasete, Siyaseti- Ticarete... Serbest Kürsü esracık 0 1240 07 Nisan 2010 21:55
Suriye Zindanlarında Bakın Neler Olmuş ... Serbest Kürsü ibrahim73 6 2103 02 Nisan 2010 16:27
ERGENEKON ALLAHIN İZNİ İLE KURULDU Serbest Kürsü esracık 0 2041 26 Mart 2010 18:37
SEYYİD KUTUP ÜZERİNE BİR RÖPORTAJ Anket'ler-Röportaj'lar Kara Kartal 6 3062 26 Mart 2010 14:32