ayrandan ^^cola^^ ya geçiş
Ben, doğunca toprakla belenen bebeklerin arasındaki yerimi almıştım. Çocuk bezi bilinmiyor, mama tanınmıyordu. Annemizin sütü yetmez ise, yemeniye sıkıştırılmış kara üzüm suyu emerek beslenirdik. O zamanlar anne-baba, dedenin yanında çocuklarını sevemezlerdi.
Aile, çocuk bahçesi gibi hareketli ve bereketli idi. Herkes sofradan yer kapma mücadelesi verirdi. Zaten az çeşitli olan yemek kıyıda köşede kalana kendini sunmazdı. Böyle yapanlara bir tas ayran bile kalmazdı.
Apartman olmadığı için, daireye sıkışıp kalmak ne demek bilinmezdi biz çocuklar arasında.
Efrad-ı ailenin işi de aşı da beraberdi. Evin muhtarı, dede idi. Kaynana vardı, örflü mü örflü. Gelinlerin stajı zor geçerdi. Kaynana olabilmek epeyce zor idi.
İlkokula başlarken biz erkeklerin giyindiği entari, yerini, pantolon denilen soba borusuna benzer paçalara sahip dona bıraktı. Kemeri pantolonun sıkıcısı olarak tanıdım.
Ne kadar geri kaldığımızı öğretmenimizden öğrendim. Dedemin öğretmeye çalıştığı harflerin “kargacık-burgacık” olduğunu da öğretmen söyler dururdu.
Okul bize, muhteşem geçmişe rağmen kendimizi küçük görmeyi öğretmişti. Bunu daha sonra öğrenecektim. Bize, üstün olanların daima Avrupalılar olduğu aşılanmaya çalışıldı. Bu sebeple almamız gereken her şeyin Batı’da olduğu benimsetilmeye gayret edilmişti yıllarca.
Derken bizim aileden biri de, (babam) imamlıktan ayrılarak Almanya’ya gitmişti.
Merak almış yürümüştü: Babam neler getirecekti? Diğer insanların sahip olamadığı, nelere sahip olacaktık? Aç filler gibi, “Medeniyet “ ürünlerine aç bî-ilaç ağız açmıştık.
“Aygaz” evimize girdi. Artık bulgur pilavının isli lezzeti yok olmuştu. Tandır pahlası arada sırada soframızı ziyaret eder hale geldi. Düdüklü tencerenin düdüğü pek hoşumuza gitmese de, kısa sürede yemekleri nasıl pişirdiğini hayranlıkla izliyorduk.
Evimize elektrik bağlattık. Elektrik sayesinde aydınlandık, artık erkenden yatıp uyumuyorduk.
Babamın yurt dışından ilk izinli gelişi… Kot pantolonu, gocuğu, kısa gömleği giymeye başladık. Alamancı çocuğu olmak gurur verici idi. Kot pantolona imrenerek bakan akranlarımıza “havamız” oluyordu. Ama bu elbiselerin bir kültürü temsil ettiğini henüz kavrayamıyorduk.
O sıralar kasabanın erkekleri artık başı açık gezmeye başlamışlar, süslenip- püslenmeyi âdet haline getiriyorlardı. Saçlarını zeytinyağı ile yağlayanların fiyakasından geçilmiyordu.
Düğün seğmeni olan analarımız, bacılarımız da çarşaf yerine atkı örtünmeye başlamışlardı.
Bu arada pirinç mutfaktaki yerini sağlamlaştırıyor, bulgur karşısında zafer kazanıyordu.
Grundik marka teyp çok hoşumuza gitmişti.
Nasıl gitmesin ki, naylon şeritlerden Neşet ERTAŞ, “İki büyük nimetim var, biri anam biri yârim” diye türkü çığırarak, bütün mahalleyi şenlendiriyordu.
Büyük aile parçalanmaya başladı. Herkes kendi derdine düştü. Arazi yetmiyor diye kimi sağa kimi sola savruldu. Biz de kendimize, iki göz bir aralık bir ev yaptık. Çocuk bahçemiz yok oldu. Artık mahallede arkadaşlarımız oldu. Ama yine de bayramlarda büyük aile, dedenin başkanlığında bir sofrada bir araya gelebiliyordu.
İlk takım elbiseyle ortaokulda tanıştım. Kravata pek anlam veremiyordum. Ama hocalarımızın bir bildiği vardır anlayışı ile kravatı da benimsedim. Kravatı yapamadığım için bir yıl kadar hiç çözmeden kullandım, yıkanırken bile bağlı bir şekilde yıkanıyordu.
Takım elbise, pantolon ütü istemez mi? Sağ olsun babam roventa ütüyü getirmekte gecikmedi. Ütü de hayatımıza girmişti böylece. Her şeyi ütülüyorduk.
Belediyenin su hattı çalışmalarında, kepçelerin çalışmaları biz çocukların ilgisini çekerdi. Kepçelerin üzerindeki “Cat” yazısını anlayamazdık. Neden bizlerin de böyle makineler yapamadığını konuşurduk
Evimize su bağlattık. Mahalle çeşmesi hayvanların su içmesi için kullanılır oldu. Çeşme muhabbetleri de kayboldu gitti. İyi hatırlıyorum, annem o zaman perşembe günleri yemeği fazla yapar, fakire fukaraya “perşembelik” diyerek dağıtırdı.
Evlerimizde büyüklerimiz masal anlatmaya devam ediyordu. Çünkü başka alternatif yoktu. Ninem “Hızır”dan bahsederdi. Hatta Hızır gibi bir zata pekmez verdiği için pekmez küpünün taşmaya başladığını anlatmıştı.
İnsanlar birbirlerini sevmeseler bile saymak zorunda olduklarını hissediyorlardı. Bu sebeple birbirlerine aşırı zarar veren neredeyse hiç olmazdı.
Ve “Aga” marka televizyon kasabanın en büyük kıraathanesine gelip yerleşti. Belirli günler kahve hıncahınç dolardı. Yaşımız yeterli olmadığından köy bekçisi bizi dışarı atar, biz de içerdekilerin seyrettiği filmleri dışarıdan sessiz seyrederdik.
Televizyon denilen kutu evlere yayılmaya başladığında televizyonu olmayanlar yıllardır muhabbet ettikleri komşularını Türk filmi seyretmek için ziyaret etmeye başladılar.
Vatandaşın mevzu dağarcığına akşam seyrettikleri konular da girmeye başladı. Televizyondan yeni yeni kahramanlar türedi. Çocuklar o kahramanlara öykünmeye başladı. Genç kızlar beğenme alternatiflerine televizyon kahramanlarını da eklediler. Nişanlılar yavuklularını ecnebi de olsa artistlere benzetmekten çekinmiyorlardı.
Ev hanımları, kocalarına reklâmlarda gördükleri eşyayı aldırabilmek için dil dökmeye başladılar. Bu arada margarin denilen bir yağ çeşidi somunlara sürülüp çocukların ellerine veriliyordu.
Bazı fakir ailelerin tereyağını satıp “sana” yağı aldıklarını merhum Vaaz Osman kürsüden dillendirmişti de gene de fayda etmemişti.
Buzdolabı ile yemekleri dondurmayı, ekşitmemeyi öğrendik. Lakin zihnimizin donup donmadığına bakmadık.
Elektrikle başlayan gece hayatı, televizyonla gece yarılarına sarkmaya başladı. Yılbaşı gecelerinde, kimilerinin felekten bir gün çalma isteği televizyon karşısında gerçekleştirilmeye çalışıldı.
Bizler o zamanlar hazır tavuk yemezdik. Büyüklerimiz tavuğun kesilmesinde ve yolunmasında problemler var diye hazır tavuğu yemezler ve bize de yedirtmezlerdi.
Kasabaya traktör girdi. Ekiyor, biçiyor; üstelik patozla harman ediyordu. Zahmet azalmış, süre kısalmıştı.
Yavaş yavaş sabah namazından sonra işe başlama âdeti de yok oluyordu.
Bu arada, evlere telefon girdiğini söylemeyi az kalsın unutuyordum. Mektup heyecanı da telefonla tükeniyordu. O günlerden aklımda kalan: “Kestane kebap, yemesi sevap, acele cevap” cümlesi oldu.
Odamızda, önce yer minderleri yerlerini somyalara bıraktı, sonra somyalar da kendilerini hurda arabasında buldular. Onların yerine oturma grupları taht kurdular.
Yüksekten bakmaya başladık birbirimize.
Evimizin şekli şemali değişti. Karınca duası, hilye-i şerif levhaları yerine futbol takımlarının afişleri ve umumi manzaralar duvarlarımızı süslemeye başladı. Umumileşme bizi de sarıp sarmalıyordu.
Perdeler örtmek için değil; moda için alınır olmaya başlandı. Mutfaklar eşyalarla dolup taştı. Robotlar ailemize dâhil oldu. Evimize lavobanın gelişini dün gibi hatırlıyorum. Lavoba kelimesinin hangi millete ait olduğunu şimdilerde sorgulayabiliyorum.
Şimdilerde hazır tavuk da yiyoruz. Bütün bunlardan sonra geriye Amerikan kültürünü temsil eden kola kaldı.
Bugün, yaşama biçimimiz ve yeme alışkanlıklarımız iyice değiştikten sonra, midemiz nasıl hazmedecek! Ayrana razı mısınız? Biliyorsunuz “cola”yı da artık bizimkiler üretiyor. “Cola” da bizim!
Hayatımızda çok şey terk edip çok şey kazandık. Gerçekten kazandık mı, varın siz hesap edin!