|
Konu Kimliği: Konu Sahibi MERVE DEMİR,Açılış Tarihi: 21 Nisan 2009 (10:21), Konuya Son Cevap : 22 Nisan 2009 (11:16). Konuya 3 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
21 Nisan 2009, 10:21 | Mesaj No:1 |
Molla Mansur Güzelsoy'un HAYATI Molla Mansur Güzelsoy'un HAYATI MOLLA MANSUR GÜZELSOY Mücadeleci ve Mütefekkir Bir Âlim: Emin Mansuri “Biz zemheride geldik; zemheride gidiyoruz.”der Said-i Nursi… Aynı kaderi bu ülkede başkaları da yaşamıştır. Baharı göremeyenlerin, mücadelesinin çiçeklerini devşiremeyenlerin, hülyâsını kurduğu dünyaya tanık olamadan dar-ı bekaya gidenlerin emsalleriyle doludur yaşadığımız ülke… Şeyh Said, büyük bir düş kırıklığı içerisinde yürüdü darağacına. Süleyman Hilmi Tunahan, karanlığın çöktüğüne tanık oldu; ama fecre tanık olamadı; İskilipli Atıf, kahırlı hayatını “yürek burkan bir vedayla” noktaladı. Mehmet Akif, bu topraklardan çok uzaklarda aradı huzuru; yok sayıldı, örselendi, tahkir ve tezyif edildi, yutkunarak yaşadı… Mazbut bir şekilde yumdu gözlerini… Süngüler, sürgünler, takipler yağlı bir urgan gibi bırakmadı nicesini; ayağına, boğazına dolandı… Bu coğrafyanın tarihi “yenilmiş asilerin, diz çöken isyanların, yorgun aksiyonerlerin” öyküleriyle doludur. Ve zemheride bir “güvercin tedirginliğiyle” yaşayanların serencâmı belleklerimizdeki tazeliğini hâlâ korur… Seydayı anlatmak bunun içindir ki zordur. Çünkü Seyda kendisinden çok önce başlamış bir öykünün konuğudur. Bütün muhaliflerin geçtiği cendereden o da geçmiş; gurbetin, hicretin ve mazlumca bir hayatın uğraklarında o da soluklanmıştır. Yer ve gök, akan zaman ve dostları şahittir ki o “sözünde duranlardan” olmuştur… Girizgâh: Yaşadığımız ülkenin düşünce geleneğinde bir tür “hipermetropluk” olduğundan söz etmek mümkün… Yani; yakını ve yakınındakini görememe veya bulanık görme hali… Diğer coğrafyalarda yaşamış olan aydınlara, mütefekkirlere ve aksiyonerlere yönelik yoğun bir teveccüh, ilgi ve ihtiram mevzu bahisken; kendi içimizdeki aydın, âlim ve aktivistlere yönelik genel bir ilgisizlik söz konusudur. Elbette İslam dünyasının kültür mirasını ve bu mirasın öncülerini tanımak, içselleştirmek, tahlil ve tenkit etmek gereklidir; fakat bu topraklara ruh ve mana kazandırmış, eserleri ve mücadeleleriyle önemli izler bırakmış şahsiyetlerin de hak ettikleri ölçüde tanınmaları ve irdelenmeleri bir zorunluluk olarak önümüzde durmaktadır. Merhum Molla Mansur Güzelsoy’un da örnek hayatı, mücadelesi ve fikirleri itibariyle yeterince incelenmediği, eserlerinin tetkik edilmediği ve şahsiyetinin etraflıca işlenmediği kanaatindeyim. Bu iddiasız ve mütevazı makalemize, Molla Mansur’un hak ettiği ölçüde hatırlanması ve düşüncelerinin daha nitelikli bir biçimde irdelenmesi temennisiyle başlıyoruz… İlme Adanmış Bir Hayattan Kareler: Yıl 1948… Diyarbakır’ın Zozınç(Bağpınar) köyü. Tek parti döneminin son demleridir. Bu yoksul, mahrum ve mazbut köye yeni bir “can” katılmıştır. Zozınç köyü nicedir kendi içine kapanmış, yeni ismine bir türlü alışamamıştır; ama köyde sade ve huzurlu bir hayat akıp gitmektedir… Molla Mansur, küçük yaştan itibaren zekâsı, cevvaliyeti ve ilme olan yatkınlığı ile akranları arasında dikkat çeker. Doğru bir yönlendirmeyle zekâsı ve yetenekleri ilmi bir mecraya dökülür ve hayatındaki fotoğraf kareleri ardı ardına şekillenmeye başlar: Küçük yaşlarda alınan Kuran ve Arapça dersleri… Müşfik bir annenin gözetiminde rahmânın ayetlerinin ve o ayetlerin şiirsel dilinin tedrisi… Gençlik dönemine kadar aralıksız devam eden edep, ilim ve irfanla yoğrulmuş günler, geceler… Şahsiyetinin oluştuğu, kişiliğinin mayalandığı yorucu yıllar… İzdivaç ve yakın köylerdeki âlimlerden alınan dersler. Bilgiye susamış meraklı bir dimağın dur-durak bilmeyen yolculuğu… Her aydınlığa, her ışığa koşan, zihnini ve ruhunu ulaşabildiği bütün güzelliklerle dolduran bir tecessüs… Otuzlu yaşlarına kadar devam eden ilim talebeliği… Sakin mizacında hiçbir zaman yer bulamamış olan hırs ve merak, söz konusu ilim ve ahlâk olduğunda devreye girer. Okur, sorar, sorgular… Kısa bir dönem sürdürülen imamlık görevi ve akabinde tekrar kitapların dünyasına dönüş… Allah’ın lütfu ve toprağın bereketiyle maişetini temin… Seksenli yılların başından itibaren birikimini ve gayretini hasrettiği İslami değişim ameliyesi… Yeni bir kuşağın yetişmesi uğrunda harcanan meşakkatli yıllar… Sahih, sahici, berrak bir mesajı insanlarla buluşturmanın derin sancısı ve karşılaşılan sorunlar. Bir arayışın ve zorunluluğun sonucu olarak gerçekleşen hicret… Gurbetin kasvetli ve yorucu günlerinde başlayan hastalık belirtileri… Son demlerinde dahi içini kemiren “İslami davanın akibetiyle” ilgili kaygılar… Ve 15 Ocak 1996, Rahman’a yolculuk… Molla Mansur Güzelsoy’un Düşünce Dünyası: Her âlimin düşünce evreninde, ayrıcalıklı bir yer edinen bilge insanlar vardır. Molla Mansur’un makaleleri incelendiğinde, referans gösterdiği ve itimat ettiği çok sayıda Doğulu ve Batılı düşünürle karşılaşırız. Bu yönüyle onun yazılarının, düşünce dünyamızın saygın simalarının geçit resmi yaptığı bir arena olduğunu söylersek mübalağa etmiş olmayız. Fakihler, abidler, feylesoflar, kelamcılar, hukukçular, müfessirler, muhaddisler, siyasi mücadelesiyle tanınmış aktivistler, çığır açanlar, ekol oluşturanlar, devrimlere imza atanlar… Ve daha nicesi onun eserlerinde arz-ı endam eder. Seyda, salt İslam düşüncesinin öncü isimlerine yer vermez. Batı tefekkürünün mimarlarına ve eserlerine de göndermelerde bulunarak analizler yapar. Fakat makalelerinin bütünü incelendiğinde O’nun bazı şahıslara müstesna bir değer atfettiğini ve mezkûr şahısların tezlerinden fazlasıyla istifade ettiğini görürüz. Bunlardan birkaçı: İmam Şafii, Mevdudi, Seyyid Kutub, Alleme Fadlullah, Said-i Nursi ve İmam Humeyni’dir. Molla Mansur’un bir konuyu izah ederken veya o konuyla ilgili yaklaşımlarını temellendirirken belli bir metodolojiye göre hareket ettiğini söylemek mümkün. Seyda’nın ilmi konulardaki metodolojisini, örnek aldığı âlimler ve medrese kültürü şekillendirmiştir. O’nun ilim usulüne baktığımızda belli bir “sistematik” ve plan dâhilinde hareket ettiği görülebilir. Molla Mansur incelediği konuyu öncelikle “kavramsal düzlemde” irdeler ve konunun omurgasını oluşturan kavramları; kökenleri, arka planı, çağrışımları ve nüansları bakımından izah eder. Onun bu özelliğinin, kavram kargaşasının ve kavramlar üzerinden yürütülen anlamsız fikri mücadelelerin revaçta olduğu bir dönemde ne kadar önemli olduğunu belirtmek gerekiyor. Seyda anlamın, kelimelerin belirsizliğine kurban edilmesinin ve tartışmaların verimsiz bir diyaloğa dönüşmesinin önüne geçmek adına bu konudaki hassasiyetini ısrarla muhafaza etmiştir. Örneğin; İnsan Hakları, İslami Hareket, İslami Cemaat, Mezhepler, Medine Vesikası gibi girift konuları incelerken evvela kavramları berraklaştırmayı ve onların anlamları üzerinde bir mutabakata ulaşmayı denemiştir. Bu nedenledir ki; insan doğası, hak mefhumu, cemaat teriminin semantiği, vesikanın mahiyeti, mezhep olgusu ve mezheplerin tarihsel gelişimi ile ilgili detaylı açıklamalarda bulunmuş ve konuyla ilgili muhtelif tezleri gündemleştirmiştir. Düşüncenin “çerezleştirildiği” önemli mevzuların demagoji ve kelime oyunlarıyla sulandırıldığı, polemik sosuna batırılıp, izafi formüllerle servis edildiği bir dönemde Seyda, tartışma adabını ve fikirlerin sistematik bir biçimde nasıl izah edilebileceğini göstermiştir. Molla Mansur’un; delilden, burhandan, mantık örgüsünden yoksun yaklaşımlara itibar etmeyerek, tartışmalara ilmi bir düzey ve derinlik kattığını gözlemleriz. Molla Mansur’un düşünce dünyasının sınır taşları ve sabitelerinin olduğunu da belirtmek gerekiyor. O, ümmet mefkûresini zedeleyen her türlü ırkçı söyleme, mezhep taassubuna ve grupsal bağnazlığa karşı oldukça hassastır. Fakat bu hassasiyeti; etnik, mezhebi ve hizipsel realiteleri görmezlikten geldiği anlamında yorumlanmamalıdır. O, düşünceleri zehirleyen, bakış açısını daraltan ve husumeti kamçılayan yaklaşımlara itibar etmemiş, kuşatıcı bir perspektif ile meselelere yaklaşmıştır. Bu yönüyle Molla Mansur’un 90’lı yılların aşırı politize olmuş ve hazır şablonlarla düşünmeye alışılmış olan ikliminde farklı ve ayrıcalıklı bir yerinin olduğunu, yaşadığı zamanın ve coğrafyanın ilerisinde durduğunu söylemeliyiz. Şüphesiz, Seyda’nın meselelere yaklaşımı ile o dönemdeki sosyal gerçeklikleri ve zihinsel tutumları karşılaştıran herkes onun bu özelliğini tespit etmekte zorlanmayacaktır. Molla Mansur’un dikkat çeken bir başka özelliği de farklı yaklaşımlara, tez ve önermelere karşı sergilediği engin hoş görüsüdür. O, İslam düşünce tarihinin irfanî, kelamî ve siyasî ekollerinin büyük çoğunluğunu yakından incelemiş ve büyük bir kısmından istifade etmiştir. Bu yönüyle Seyda’nın anlam dünyası değişime ve dinamizme açıktır. O, taklitçiliğin, durağanlığın ve tekrarın yaygın olduğu bir ilim atmosferinde yaşamasına rağmen, düşünsel dinamizmini ve yenilikçi anlayışını muhafaza etmiş ve ezberleri bozan bir üslup geliştirmiştir. Molla Mansur’un düşünce dünyası ile hayatının iç içe geçtiğini ve anlamlı bir bütünlük oluşturduğunu müşahede ederiz. Amelden yoksun bilginin, eylemden bağımsız teorinin sığ sularında gezinmeyi doğru bulmayan Seyda, ilimdeki cehdi ölçüsünde hayatında da cehd ve İslami değişim çabası içerisinde olmuştur. Tepkisizliği ve duyarsızlığı âlim/aydın olmak ile özdeşleştirmiş bunca insana karşın O, yaşadığı coğrafyanın dönüşümü ve sahih İslami anlayışla buluşması amacıyla yorulmak bilmez bir mücadele serüvenine atılmış ve son anına kadar hakikat, adalet ve özgürlük mücadelesini omuzlamıştır. Son Söz: “Güzellikler, özetlenemez.”der. Paul Valery, aynı durum güzel insanlar ve saygın simalar için de geçerlidir. Hayatını güzel, hayırlı ve manidar bir çizgide yaşamış olan şahsiyetleri, bir makalenin sınırları içinde tanıtmak olanaksızdır. Onu tanıyanlar şahittir ki Molla Mansur, “güzel” yaşadı ve güzellikler bırakarak ayrıldı aramızdan… O salihlerdendi, abid ve âlimdi. Ve her zaman şer’i mesuliyetlerini bireysel kaygılarının üzerinde tutmuştu. Seyda, ömrünü aydınlanmaya adamış, mazlum bir hayat sürmüş ve gurbette Rabbi’ne kavuşmuştur. Ama O, ölümü bir buluşma ve saadet beldesinin ilk basamağı olarak görenlerdendi. O “İnsanlar uykudadırlar; öldükleri zaman uyanacaklardır.” sözüne iman ve itimat etmiş; nebiler, şehitler, ârifler ve âlimlerin beldesine gitmeyi imrenilecek bir sefer olarak görmüştü. Allah onu rahmetiyle kuşatsın… 08.01.2008 | |
Konu Sahibi MERVE DEMİR 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN ülke tv Canlı... | Videolar/Slaytlar | Medine-web | 1 | 2898 | 23 Ağustos 2013 00:41 |
İran Emperyalizmi | Makale ve Köşe Yazıları | Medine-web | 6 | 3640 | 26 Ocak 2013 22:53 |
gerekli gereksiz bir şiir.. | Makale ve Köşe Yazıları | MERVE DEMİR | 0 | 3281 | 06 Aralık 2012 10:48 |
olmamış kayınbiradere mektup :) | Komik Paylaşımlar | Allahın kulu_ | 10 | 7794 | 03 Kasım 2012 23:19 |
İslamın kurtuluşu bilinçlenme ile mümkündür | Makale ve Köşe Yazıları | Esadullah | 11 | 7258 | 02 Ekim 2012 21:16 |
21 Nisan 2009, 23:35 | Mesaj No:2 |
RE: Molla Mansur Güzelsoy'un HAYATI
Allah Rahmet eylesin. İzettin yıldırım Ve Molla mansur Gibi Alimlerimizin Ana Gayesi,Olan Mutlak hakimiyet ve mülkiyetin Allah'a aid olduğunu, ondan başka tüm güç, otorite ve hakimiyetin reddedilmesi gerektiğini ifade eden "La ilahe illallah" gerçeğini kabul eden Alimlerimizdi.Allah Mekanlarını Cennet Eylesin.Bu Alimlerimizin Tevhidi Anlayışlarını Hazmedemeyen Derin Güçler Tarafından Şehid Edildiler.
| |
22 Nisan 2009, 00:06 | Mesaj No:3 |
Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 | RE: Molla Mansur Güzelsoy'un HAYATI
Amin Yorumlar için teşekkürler. Diyarbakırda iken babamların seydası idi.. Fikri düşüncesini az çok biliriz. Yazılarınıda elime geçtikçe eklerim inşallah... Rahmetullah Ona.. |
22 Nisan 2009, 11:16 | Mesaj No:4 |
Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 | RE: Molla Mansur Güzelsoy'un HAYATI
Mezhepler Arasındaki İhtilafların Doğuş Sebepleri... Molla Mansur Güzelsoy "Mezhepler Arasındaki İhtilafların Doğuş Sebepleri Ve Mezhebi Taassuptan Kaynaklanan Savaşlar" Bir toplum veya ümmetin, birlik ve beraberlik içersinde olduğu müddetçe hiçbir emperyalist güç tarafından mahkum ve mağlup edilmesi söz konusu olamaz. Çünkü en güçlü silahla dona*tılmış. Birlik silahı, vahdet silahı… Emperyalist gücün gerek yerlisi, ve gerekse yabancısının, bir toplum ve ümmete galip olabil*mek için ilk düşündüğü plan; Tefrika, ve bölme ve birbirine düşürme planıdır. Bunu iyice sağla*dıktan sonra egemenliğini kurar, emperyalist emelini gerçekleştirir. Söz konusu olan bu yöntem ne ilktir ne de son, belki tarihsel süreç içersinde egemen olan tüm emperyalist tağuti güçlerin değişmeyen tuzak ve planlarındandır. Kitab-ı Kerim’de Kasas Süresi’nin dördüncü ayetinde Al*lah-u Teala, o tağuti plana işaretten şöyle buyuruyor: “Muhakkak ki, Firavun yeryüzünde bü*yüklenmiş ve oranın halkını bir takım fırkalara ayırıp bölmüştü…” İşte bugünkü emperyalist, kapitalist, bölücü sınıfçı ve Allah’ın hakimiyetini gasp eden Firavun taklitçileri; kendi hakimiyetle*rini iddia etmekle, uluhiyetini ve Rububiyetini ilan eden eski önderleri; Mısır Firavunu’na tabi olmaktadırlar. Çağın, günün, toplumun ve ümmetin hassasiyetlerine göre tefrika unsurunu seçip sahneye koymaktadırlar. Tefrika konusu ulus meselesi ise ulusal mesele, mezhep meselesi ise mezhebi mesele olarak gündeme getirmektedirler. Neticede toplumun sosyal hayatını alt-üst ederler. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Yakın tarihte Osmanlı Devleti bünyesinde Arapçılık ve Turancılık gibi ulusalcı akımların sonucunda emperyalist emellerin gerçekleşmiş olması zihinler*den daha silinmemiştir. Bugün İslam dünyasında konumuz açısından tahlil ettiğimizde vaziyet oldukça vahimdir. İslami nizamda, İlahi şeriattan uzaklaşmış cahili devletler ve cahili hükümetlerle karşılaşıyoruz. Sosyalizm, Kapitalizm ve Demokratik-Laik kültür sistemleriyle idare ediliyoruz. Yönetim ve ide*oloji açısından İslam dünyasıyla ve Avrupa dünyasının aynileştiği bir süreci yaşıyoruz. Ancak bu olumsuz sürece rağmen İslam dünyasında Müslüman halklar arasında İslam’ı iyi kavramış ve küfür sistemlerini iyi tanımış İslami güçler tezahür etmiş bulunuyor. Bu yeni İslami doğuş, mez*hebi farklılıklara ve ulusal özelliklere takılmaksızın İslami ümmetiyle dayanışma içersinde olup İslam’ın hakimiyetini kendine hedef seçmiştir, ümmeti hedef seçmiştir. Çünkü bugün Müslü*manlarla emperyalistler arasında savaş İslam ile küfür savaşıdır. Küfür dünyası kendine hedef olarak mezhebi değil, İslam’ı hedef seçmiştir, ümmeti hedef seçmiştir. Hedeflerine ulaşmak için İslam ümmeti arasında mezhep taassubunu taktik olarak kullanmayı da unutmamıştır. Emperya*listler şartlara göre, gah Sünni, gah Şii kesilirler. Örneğin anti-emperyalist olan İran İslam İnkı*labı’na karşı, yapay Sünni olarak ortaya çıkarlar. Şimdi İslam nedir, mezhep nedir? Soruları üzerinde biraz duralım. Cibril-i Emin insan sure*tinde Resulullah’a (s.a.v) gelerek imanı, İslam’ı ve ihsanı sorar. Resulullah (s.a.v) da bu soruları cevaplandırır. İslam sorusuna şöyle cevap verir. “Allah’ın varlığına, birliğine inanacaksın. Mu*hammed’i Resul kabul edeceksin. Namaz kılacaksın, oruç tutacaksın, zekat vereceksin, gücün varsa hacca gideceksin.” Hz. Muhammed’e (s.a.v) inanmak, Kitab-ı Kerim’e de inanmayı zorunlu kılar. Çünkü Kitab-ı Kerim beşeri hayatın ve toplumsal düzenin kurtuluş reçetesidir. Küfür dünyası ve emperyaliz*minin İslam’ı ve Kuran’ı yeryüzünden kaldırmak için çırpınmaları İslam’ın bu fonksiyonuna bi*naen olsa gerek. Müsteşrik emperyalist Glatson Kur’an’ı Kerim’i eline alarak şöyle diyor: “Bu Kur’an var oldukça Avrupa şark üzerinde kendi egemenliğini kuramaz. Gördüğümüz kadarıyla emniyet ve güvenlik içinde de kalamaz.” Öte yandan Lozan antlaşmasın’da Türkiye’nın bağım*sızlığı kabul edilirken İngiltere Dışişleri Bakanı Cruzon parlamentoda Türkiye’ye bağımsızlık ve*rildiği için sert eleştirilere tabi tutulur. Cruzon, eleştirileri şöyle cevaplandırır: “Artık Türkiye diye bir şey yok, bundan sonra da olamaz. Çünkü onun kuvvet kaynağını teşkil eden ana unsurunu öldürdük. (İslam ve hilafeti)” Dikkat ediniz, bizce İslam’ın ruhuna tam uymayan o hilafet, emperyalistler tarafından tehlikeli bulunuyordu. Zira İslam’ın bir yönetim şekliydi, birlik ve vahdet sembolüydü, emperyalist saldı*rılara karşı direnç gücüydü. İşte kısaca İslam budur, Kur’an’ın açık, net ahkamlarıdır. Bu İslam küfür dünyası tarafından hedef seçilmiştir. Mezhep meselesine gelince. Mezhep, bir müçtehidin kitap ve sünnet ışığı altında fikir yürüte*rek benimsediği yorumlardır. Daha açık bir ifade ile müctehidin benimsediği zanni görüşlerdir. Yani kat’i olmayan zanni düşüncelerdir. İsabet de etmiş olabilir, hataya da düşmüş olabilir. Bununla beraber yine de bir ecir kazanır. Çünkü ilmi güç ve takatini sarf etmiştir. İçtihat seviye*sine yükselen her bir müçtehid için özel bir mezheb vardır. Kendi içtihadını, mezhebini redde*den şer’i bir hüccet eline geçmezse kendi içtihadıyla amel etmek zorundadır, başka bir müçte*hidi taklid etmesi haramdır. Ama içtihad seviyesinde olmayan herhangi bir Müslüman istediği bir müçtehidi taklid edebilir. İşte mezheb ve içtihad kavramı budur. Sahabe’i kiram’a ait mezhepler var, tabiinlere ait mezhepler var ve diğer meşhur imamlara ait mezhepler var. Hatta bir mezhep içersinde dahi ehli tahriç olan ‘müçtehid fi’l-mezheb’ vardır. Bağlı bulunduğu mezheb imamının usul ve kaidelerine muvafık veya muhalif içtihadları, mezhebleri vardır. Kuvvetli görüşe göre o mezheb asıl mezhebden sayılmaz,(1) mustakil mezheb olur. Yani her ne kadar ehl-i tahriç olan ‘müçtehid fi’l-mezheb’ bağlı bulunduğu mezhebe intisab edilse de, mezheb imamın usul ve kaideleri ışığı altında içtihad ederse de-Şafii mezhebinde Müzenni, Rabi, Buveyti İmamı Haremeyn, İmam-ı Gazali, İbni Dakik Eliydi; Hanefi mezhebinde, Ebu Yusuf, Ebu Muhammed ve Zufer gibi zatlar- yine onların içtihadları en sahih görüşe göre asıl mezheb sayılmaz ve asıl mezhebe intisab edilmez. Belki o ‘müçtehid fi’l-mezheb’ alimlerin mezhebleri olur. Örneğin Şafii mezhe*binde alimler tarafından çok itina gösterilen Minhac ismiyle İmam Nevevi’nin fıkha ilişkin bir kitabı vardır. O kitapta bazı fıkhı istilahlar var. Örneğin ‘Ezher’, ‘Meşhur’, ‘Kadim’, ‘Cedid’, ‘Nas’ gibi tabirler var. Bu tabirler adı altında geçen tüm fıkhı meseleler İmam Şafii’nin kendi görüşleridir. Oysa İmam Şafii’nin görüşleri bu kitabın % 30’unu teşkil ediyor. Geriye kalan % 70 ise Şafii mezhebinde ehl-i tahriç olan ashabinin görüşleridir, yani müçtehid fi’l-mezheblerindir. Demek ki Şafii olduğumuz halde Şafii mezhebi adı altında tabi olduğumuz mezhebin %30’unda İmam Şafii’ye uymuş oluyoruz. Bu mezhebin %70’inde ise assah, sahih, evceh gibi fıkhi istilahlar adı altında ehl-i tahriçten olan mezhebte müçtehid alim*lerin görüşleri ile amel etmekteyiz.(2) Hanefi mezhebinde de durum böyledir. İmam Gazali, (El menhul) adıyla bilinen usul-i fıkıh kitabında; Ebu Yusuf ve Muhammed’in mezhebinin üçte iki*sinde Ebu Hanife’ye muhalefet ettikleri belirtilmektedir.(3) Yani Hanefi mezhebi olarak bilinen mezhebin %70’i Ebu Yusuf ve Muhammed’e geriye kalan %30 ise Ebu Hanife’ye ait görüşlerden oluşmaktadır. Sonuçta dört mezheb de kalmıyor farkında olmadan bir çok mezheble amel etmiş oluyoruz. Verdiğimiz bilgilerden anlaşılıyor ki kendini Şafii veya Hanefi olarak gösteren bir mukallid, mezhebinin ancak %25-30’unda Şafii veya Hanefi’ye uymakta, %70-75’inde ise Muzeni, Rabi, Gazali, Ebu Yusuf, Muhammed ve Zufer gibi alimlerin görüşlerine tabi olmaktadır. Ashab, Tabiin, İmam Davut, Evzai, Sufyan-i Servi, Taberi gibi alimlerin mezheplerini göz ardı etsek bile; “yalnız dört mezheb ve dört büyük imam vardır, başkalarının mezhebleriyle amel edilemez,” diyenler yine de ilmi geerçeklerden uzaktırlar ve gaflettedirler. Çünkü hangi müçte*hidi taklid ettiklerinin ve başka mezheblerle amel ettiklerinin şuurunda değildirler. “ehl-i tahriçten olup mezhebde müçtehid olanlar da belli bir mezhebe mensupturlar, farklı görüşleri de aynı mezhebe nisbet edilir,”şeklinde bir gerekçe öne sürseler bile bu gerekçeleri kabul edilmez. Zira yukarıda verdiğimiz bilgiler ışığında ve en sahih görüşe göre bu müçtehidlerin görüşleri kendilerine nisbet edilir ve farklı bir mezheb olarak kabul edilir. Asıl konuya girmeden önce ashab, tabiin ve diğer imamlar arasında farklı mezheb ve içtihadların nasıl doğduğunu, aralarında ki ihtilaf sebeblerini ele almakta fayda vardır. a- bir sahabe Resulullah’ın (s.a.v) yanındayken Resulullah(s.a.v) bir hükmü açıklamış,işiten sa*habe de onunla amel etmiştir. Orada bulunmayıp işitmeyen diğer sahabiler ise o konuda içtihada başvurmuşlardır. Bazısının içtihadı isabet etmiş, böylece içtihadı ihtilaf tezahür etmemiştir. Ba*zısı da içtihadlarında hata ettiklerinden sonuçta farklı bir içtihad ve mezhebi görüş ortaya çık*mıştır. Mesela, Hz. Aişe’den (r.a); “Ben kapının yanında Resulullah’a(s.a.v) soru soran birini gör*düm: “Ya Resulullah (s.a.v) sabahleyin cünup olarak kalktığım halda oruç tutmayı düşünüyorum, ne dersiniz?” diye sorunca Resulullah (s.a.v) da: “Ben de cünup olarak sabahladığımda oruç tutmayı düşünüyor, gusul ederek o günkü oruca devam ediyorum.”(4) şeklinde cevap verdi.” Bu rivayete rağmen Ebu Hureyre’nin bundan haberdar olmadığından: “Herhangi bir kimse cünup olarak sa*bahlarsa orucu bozulur.” Dediği Buhari ve Müslim’de rivayet olunmuştur. İşte iki sahabi rasında mezhebi görüş ayrılığı ve ihtilafa bir örnek… b-Müslim’in rivayetine göre İbn Ömer kadınlara gusül esnasında saç ögülerini açmalarını em*rediyordu. Hz. Aişe bunu duyunca hayret ederek; “İbn Ömer niçin saçlarını traş etmelerini de emretmiyor, bari bunu da emretsin. Ben ve Resulullah (s.a.v) aynı kaptan gusül ederdik, gusül esnasında başıma üç defa su dökmekten başka bir şey yapmazdım.” Demişti.(5) İşte İbn Ömer İle Hz. Aişe arasındaki bu ihtilafta konu Hz. Aişe’yi ilgilendirdiği için en doğru fetva validemizindir. c-Bir sahabi bir rivayetin metnini iyice hazfetmediği veya metnin bir parçasının unuttuğunda ihtilaf çıkmıştır. Yine sahabeden İbn Ömer: “Ölü özerinde ağlamak ölüye azab çektirir” şeklinde fetva vermiştir. Hz. Aişe fetvaya karşı çıkmıştır. İmam Ahmed, Buhari, Nesei, ve diğerinin rivayetlerine göre Hz. Aişe “Allah İbn Ömer’i affetsin. O yalan söylememiş belki unutmuş veya hataya düşmüştür. Resulullah (s.a.v) Yahudi bir kadının mezarının yanında ağlayanları gördü. Bunun üzerine Resulullah’ın: “Onlar ağlarken, ölü de azab çekiyor.” Dediğini rivayet etmiştir.” (6) a-Farklı anlamlara gelebilen lafızlardan doğan ayrı içtihad ve görüşler. Mesela: "Veya ka*dınlara dokunduğunuz zaman…" ayetinde geçen ‘lems/dokunma’ sözcüğünün anlamı üze*rinde İmam Şafii ve Ebu Hanife ihtilaf edip farklı içtihadlarda bulunmuşlardır. İmam Şafii ‘lems/dokunma’ sözcüğü mecaz ve kinaye olmayıp ‘dokunma’ şeklindeki gerçek manasını ifade eder, diye görüş belirtmiştir. Ebu Hanife ise “Her ne kadar bu sözcüğün gerçek manası dokunma ise de burada mecazi manası olan cinsel ilişki anlamında kullanılmıştır:” Bu edebi üslubla hitab etmek o günkü arap toplumunda yaygındı. Bu mecazi mana hakiki-gerçek manadan daha fazla şöhret kazanmıştı. Böyle olunca mecaz tercihe şayandır. Gerçek mana varken mecaza gidilmez kuralı ise mecazi mana hakiki manadan daha fazla şöhret kazanmamışsa doğrudur, demiştir. b-Müçtehide, mevcut bir konu hakkında sahih hadis rivayeti ulaşmadığı zaman, kıyas yapmak zorunda kalarak görüş belirtir. Bu durum da sahih rivayete muhalif bir görüş (mezheb) ortaya çıkardı. c-Bir müçtehid bir konu hakkındaki gelen hadis rivayetini kendi ölçüleri dahilinde sahih kabul ederken, diğer bir müçtehid aynı hadis rivayetini zayıf kabul edip içtihad etme durumunda kalır. Böylece ayrı ayrı görüşler (mezhepler) ortaya çıkardı. d-Yahut bir konu hakkında sahih rivayet olur, bir de aynı konuyla ilgili Medine ehlinin uygu*laması bulunurdu. Bazıları sahih rivayeti kabul ederken; bazısı ise Medine ehlinin uygulamasını ter*cih ederdi. Netice itibarıyla birbirine zıt iki görüş (mezheb) ortaya çıkardı. Mesela; Buhari ve Müslim’in rivayet ettikleri bir hadiste Resulullah (s.a.v) “Alıcı ve satıcı mecliste (alış veriş yeri) birbirinden ayrılıncaya kadar (cayma) pişmanlık hakkına sahiptirler.” Buyurur. İmam malik ise Medine ehlin uygulamasına itibar ederek: “Pişmanlık hakkı yoktur” demiştir. Dolasıyla iki ayrı görüş (mezhep) ortaya çıkmıştır. e-İmam Ebu Hanife tüm Müslümanların mübtela olduğu (karşılaştığı) bir konuya dair ahad olan rivayeti sahih olsa dahi reddedip şer’i delil olarak kabul etmez. Rivayetin tevatür yoluyla olmasını şart koşar. Ama geriye kalan müçtehidler ise bu görüşe muhalefet edip ahad ve sahih olan rivayetleri şer’i delil (hüccet) olarak kabul ederler. Hatta namazda iken el kaldırmaya dair Buhari’de geçen hadis 60 sahabeden rivayet edilmiş ol*duğu halde Hanefiler bu rivayeti nazar-ı itibara almamışlardır. Yukarıda anlattığımız gibi mezheb imamları her ne kadar birbirinden farklı görüşler (mezhebler) ortaya koymuşlarsa da, bununla beraber birbirilerin görüşlerine de saygılı olmuşlardır. Sahih rivayete karşı çıkıyorsunuz diye kıyameti koparmamışlardır. Fakat bazıları; ahad olmasına rağmen, Sebure El-Cuheni’nin Mut’a’nın yasaklanışı hakkında rivayetine Şia muhalefet ediyor diye, Şia’ya propaganda savaşı açıyor ve bu konu ile ilgili (Mut’a) görüşlerine de içtihad gözüyle bakmıyorlar. Bakınız İmam Şafii’nin insafına, gerçekçi müçtehidin bakış açısına! Tüm içtihadı ve hasas me*selelerde bizlere ölçü olması gereken görüşlerine. “Mut’a nikahını helal kılan; onunla fetva veren ve amel eden kişinin şahadeti (şahitliği) red edilemez, çünkü onu caiz gören, onunla fetva veren ve onunla amel eden öncü mücahidler bili*yoruz. Ama o (Mut’a) içtihadımıza göre mekruh ve haramdır. Her ne kadar bizler o öncü insanlara muhalefet edip görüşlerini terk etmişsek de bu onları cerh edip eleştiriyoruz anlamına gelmez. Onları ‘Hataya düştünüz, allah’ın haram kıldığı bir şeyi helal kıldınız’ diye suçlamıyoruz. Çünkü onlar hakkında böyle bir şey iddia ettiğimizde onlar da bizleri hataya düşmekle, Allah’ın helal kıldığı bir şeyi haram kılmakla suçlayacaklardır.”(7) İşte insafa, işte ictihadi meselelere bakış açısının ölçüsüne, gerçek metoda ve tüm mezhebi taasupları ortadan kaldıran İmam Şafii’nin barışçı ilkesine bakınız. Bizler nerede gerçekçilik ne*rede. Şunu kesin olarak bilmeliyiz ki, müçtehid imamların içtihadından doğan mezhebi farklılıklar konu itibariyle ne kadar hassas olursa olsun, akıl onu istikbah etse de (çirkin görse de) tabiata aykırı olsa da, yine de saygiyla karşılamak ve cerhetmemek gerekmektedir. Çünkü Ehl-i Sünnet akidesine göre hüsn (iyilik ve güzelik) ve kubh (çirkinlik) şer’idir. Yani güzelik ve çirkinlik Allah’ın (c.c) emrine tabidir. Aklın hükmüne değil… Böyle olmasına rağmen bazı kardeşlerimiz (Ehl-i Sünnet mensubu olduklarını iddia eden) akıl ve tabiata göre hüküm vermekle Ehl-i Sünnetin çizgisinden çıktıklarının farkında değiller. Bir de şunu hatırlatmakta fayda görüyorum. Ebu Yusuf, Muhammed, İmam Gazali, İmam Eş’ari, Kadi Ebubekir, el Bakillani, Şafii ashabından İbn-i Sureyc ve Muhammed el Kerhi gibi ulemadan bazı şahsiyetlerin rivayetlerine göre İmam Ebu Hanife ve cumhuru mütekellimin (kelam ehlinin cumhur uleması): Bütün müçtehidler, musibdir (hakka isabet etmiştir) diye fetva vermişlerdir.(8) Çünkü Allah’ın hükümleri müçtehidin zanına tabidir. Yani hak bir değil belki de müteaddittir. İşte bundan dolayıdır ki, Harun Reşit hacamat sırtından kan aldırmak) yapmış olmasına rağ*men İmam olmuş Ebu Yusuf da ona uyup namazını da iade etmemiştir. Yine İmam Ahmed de burnundan akan kanın abdesti bozacağına inanıyordu. Buna rağmen kendisine “burnundan kan akan birinin ardında namaza durabilir misin?” sorusuna karşılık İmam Ahmed, “İmam Malik ve Said bin el Müseyyeb’in arkasında nasıl namaz kılmam diye cevap ver*miştir.”(9) Evet elbette ki, tüm müçtehidlerin hak üzere olduklarını ileri süren zatları –ki İmam Ahmed’den de böyle bir rivayet vardır- birbirilerine iktidada (uymada) her hangi bir sakınca görmemektedirler. ‘yalnız bir müçtehid hak üzeredir, diğerleri yanlıştır. Hak birdir, çok değildir’ diyenler, müçtehid zatlardan hataya düşenlere saygı gösterip bir ecir kazanmış olurlar. Çünkü o hakkın belli olmadığının ya da kimin elinde bulunduğunun kesin bir delili yoktur. Ama maalesef mez*heplerin doğuşundan bugüne kadar uzanan tarihi süreç içinde mezheb taasubundan dolayı üzücü savaş, kargaşa, kavga tipi olaylarla karşılaşıyoruz. 1-Yakut El Hamevi, Mu’cemu’l Buldan adlı eserinde ‘İsfahan’ maddesini yorumlarken şunları söylüyor: Seyahatim esnasında İsfahan’ı gürdüm ama Şafiiler ile Hanefiler arasında cereyan eden savaş yüzünden şehir harabeye dönmüştü. Birbirilerine saldırırken kim kimi altederse onun mahalle*sini yağma ediyordu.(10) 2- Yakut El Hamevi aynı eserinde ‘Rey’ maddesi üzerinde şunları söylüyor: Şehir halkı üç kısımdı. a-Şafiiler. Bunlar en az bulunan mezheb mensublarıydı. b-Hanefiler. c-Şia mensubları ise şehrin yarı nüfusunu teşkil ediyordu. Kırsal kesimlerde ise Hanefiler’in fazla olduğu nadir yerler mustesne Şia gene çoğunluktaydı. Nihayet bir süre sonra ehl-i Sünnet ile Şia arasında mezheb taasubu baş gösterdi. Hanefiler ve Şafiiler Şialar’a karşı birleştiler, sonunda aralarında uzun uzadıya bir savaş çıktı. Müttefik güçler her gürdükleri Şia mensubu şahsı katlattiler, iş bununla da kalmayıp daha sonra Hanefiler ile Şafiiler arasında mezheb taasubundan savaş baş gösterdi. Sayıca az olmalarına rağmen Allah’ın yardımıyla Şafiiler bu savaştan galip çıktılar. Kırsal yörelerden yardım gelmesine rağmen Hanefiler başarılı olamadı. Sonunda can korkusundan dolayı Hanefiler ve Şiiler yer altında gizlemek zo*runda kaldılar. Gizlendikleri yerlere ulaşabilmek zordu.(11) 3-İbnü’l Esir’in El Kamil Fi’t-Tarih adlı eserinde şunlar anlatılıyor: Abbasi halifesi El Kaim Biemrillah zamanında Bağdat’ta, Şia ile Ehl-i Sünnet arasında daha önce çıkan fitne ve savaşlardan daha büyük fitne ve karşılıklar cereyan etti. Karışıkların sebebi de Bağdat’ın burçlarının bir kısmını inşa eden kerh beldesinin sakinlerinin –ki bunlar Şii’dir- inşa ettikleri burçlara ‘Muhammed ve Ali Beşeriyetin en hayırlarıdır’ mealindeki cümleyi altın harflerle yazdılar. Sünniler bunu yadırgadılar ve bu cümleye ek olarak ‘kim bundan hoşnut olursa şük*retmiş olur. Kim de bunu kabul etmezse küfre girer’ mealindeki cümlenin yazıldığını idia ettiler. Kerh beldesi sakinleri de bunu kabul etmediler, “Biz bundan fazlasını yazmadık” dediler. Bundan dolayı aralarında kargaşa çıktı. Halife Kaim Biemrillah emirname çıkararak Ehl-i Sünnet ve Şia’dan iki heyeti olayı incelemek üzere görevlendirdi. Araştırma neticesinde bu şayianın iftira olduğu ortaya çıktı. Halife karışıklıkların sona erdirilmesi için halka emir vermiş olamasına rağmen olaylar devam etti. Bu arada Hanbeliler araya girip, fitneyi ortana kaldırmak istediler, sözlerini kimse dinlemeyince onlar da bu işten vaz geçtiler. Sonra iş iyice kızıştı. Sünniler Kerh’e giden su yolunu kesince, Şiiler çok zor durumda kaldılar. Sünniler ibarenin burçlardan silinmesini istedi*ler. Şiiler bunu reddidince aralarında aylarca devam eden savaş çıktı.(12) 4-İbn-i Kesir, ‘El Bidaye’de Şam fitnesinden bahsederken şöyle diyor: “Meşhur hanbeli ulema*sından Hafiz el Makdis Şam Emeviye Camisi’nde Allah’ın sıfatlarını ders olarak işlerken o sırada orada bulunan diğer mezheb mensupları söylediklerinden rahatsız olup üzerine saldırdılar. Hanbeliler’e ait minberi kırdılar. O gün cami kapatıldı. Hafız el Makdis de sürgün edildi.”(13) 5-Yine İbn-i Kesir: “İbn-i Selahaddin Hicri 595’te Hanbeliler’i kendi devletinden sürgün et*meye kalkıştı fakat aynı yıl vefat ettiği için bunu başaramadı”,(14) diyor. 6-Muhiddin-i Arabi, El Futuhatü’l Mekkiye adlı eserinde Horasan Eyaletinde, Şafiiler ve Hane*filer arasında savaş çıktığını hatta birbirilerine karşı savaşı devam ettirebilmek için Ramazan ayı’nda oruçlarını bozmak zorunda kaldıklarını yazıyor.(15) 7-İbn-i Kuddame, Elmuğni adlı fıkıh kitabının mukaddimesinde şu olayları anlatıyor. Afganlı bir Hanefi imam kendisine namazda tabi olan bir Şafii’nin göğsüne, Fatiha okuduğu için iki yumruk vurup yere serdi az kalsın adam ölüyordu. Ayrıca bir Hanefi de yanındaki bir Şa*fii’nin şahadet parmağını kırdı. Trablus’ta da bir Şafii kadıya baş vurarak kendileri ile Hanefiler arasında caminin bölünmesini istedi. Kadi sebebini sorunca adam: “ Niye olmasın ki, Hanefi alimleri bir erkek Hanefi bir Şafii kadınla evlenemez diye fetva vermişler” demiş. Sonra da müftü Es Sekaleyn lakabiyla bilinen Hanefi mezhebinin büyük alimi bu fetvaya karşılık daha yumuşak bir tavırla şöyle diyor: “Ehl-i Kitab bir kadınla evlenebildiği gibi Şafiiler’le de evlenebilir.”(16) , 8-Hafız El Askalani ve Zehebi. Hanefi kadınlardan olan Muhammed bin Musa El Sağani’nin şunu söylediği naklediliyor: “Eğer yetki elimde olsaydı Şafiiler’den cizye alırdım.”(17) Bildiğimiz kadarıyla cizye ancak Ehl-i Kitab (Yahudi ve Hristiyan) dan alınabilir. Müslümanlardan alınmaz. Acaba bu mezheb mensubları birbirilerine bu şekilde kafir gözüyle bakarlarsa Müslümanların hali ne olur? 9-Şafii fakihlerden Ebu İshak El İsfehani; bir Şafii’nin bir Hanefi imamına tabi olup ardından namaz kılması sahih olmayıp batıldır, iddiasında bulunmaktadır.(18) 10-Hicri 493 senesinde kendisine Hanefi mezhebinin riyaseti tevdi edilen Ebu Yusur da; Ha*nefi bir kimse Şafii bir imam arkasından namaz kılarsa batıl olur diye fetva vermiş; gerekçe ola*rak da “Şafiiler namazda namazı bozan bazı hareketlerde (el kaldırma gibi) bulunuyorlar” demiş. Hanefi mezhebinden olan Kadı Han’ın gerekçesi ise, “Şafiiler kendi imanlarından şüphe ediyorlar. Çünkü onlar ‘inşaallah mü’minim’ diyorlar” şeklindedir.(19) İşte üzücü manzaralar. Buraya kadar anlatılan olaylar fıkhi mezheblerle ilgili manzaralardı. Şimdi de itikadi mezheblerle ilgili üzücü ve aynı zamanda ibret verici manzaraları görelim. İtikadi mezhebler siyasi olaylarda rol oynadığı gibi, siyasi olaylar da itikadi mezheblerin oluş*turulması ve geliştirilmesinde rol oynayabilir. Bu teoriyi Emevi, Abbasi ve Osmanlı devletlerinde somut misallerle isbat edebiliriz. Emevi Devleti İslam ruhtan uzak, zalim diktatür, sömürücü sınıfçı, pragmatist, egoist ve ırkçı bir yapıya sahipti. Emevi hanedanı müstesna diğer insanlar mürakebe (kontrol) altında idiler. Gerçeği dile getirmek insanların hayatına mal oluyordu. Resulullah’ın (s.a.v) Ehl-i Beyt’ine ve Mu’tezili’lere acımasızca davranıyor baskı altında tutuyor, hapsediyor ve öldürüyorlardı. Çünkü bunlar Emevi diktatörlüğüne karşı devrimci bir ruh taşıyorlardı. Hafız Askalani, Tehzib El Tehzib adlı eserinde şunları söylüyor: “İmam Malik Emeviler zama*nında İmam Cafer Es-Sadık’tan hadis rivayet etmeye cesaret edemiyordu.” Ancak Emevi Devleti yıkılıp Abbasi Devleti kurulunca İmam Cafer’den iki rivayeti Muvatta’sına ilave etmiştir. Fakat emniyeti sağlamak için konuyla ilgili diğer şahıslardan rivayetler eklenmiş*tir.(20) Hafız El Mızzi de şöyle bir olayı anlatıyor. Bir ara Hasan El Basri hadis rivayet ederken ravi sa*habeyi atlayarak direk ‘Kale Resulullah’ yani ‘Resulullah şöyle buyurdu…’ demiş. O sırada birisi “Ey Hasan sen tabiindensin, Resulullah’ı görmemişsin, buna rağmen nasıl olur da rivayeti direk Resulullah’a dayandırıyorsun.” Demiş. Bunun üzerine Hasan El Basri de şöyle cevap vermiş. Ben öyle bir zamanda yaşıyorum ki, Hz. Ali’nin ismini bile dile getiremiyorum. Ben ‘Kale Resulullah…’ dediğim zaman o rivayeti Hz. Ali’den aldığımı bilin”(21) Emevi hükümdarları kendi saltanatlarını devam ettirebilmek, işledileri zulüm ve kanlı cinayet suçlarını unutturmak için Cebriye akidesinin kisvesine bürünüyorlardı. Cebriye akidesinin her şeyin Allah’ın kader ve kazasına bağlı olduğunu, İnsanda olan irade ve hürriyetin bu kaza ve kader karşısında hiç bir rolünun olmadığını savunmaktadır. Emeviler işte bu düşünceyi sürekli gün*demde tutmak istiyorlardı. Emeviler’in bu siyasi tavırları kadercilik ekolünün (her şey insanın irade ve hürriyeti dahilindedir) doğmasına sebep olmuştur. Bu sırada Emevi idaresine karşı dev*rimci bir kitlenin oluştuğunu görmekteyiz. Bakınız, Kaderiye alimlerinden Mabed El Cuheni ile ilgili olay –ki rical ilmiyle uğraşan alimler onun hakkında ‘en doğru rivayeti yapan tabiinlerdir’ demişlerdir.-Muhammed Bin El Eşas’la beraber emevilere karşı kıyam etmiş, Haccac-ı Zalim ta*rafından hicri 80 senesinde şehid edilmiştir. Haccac onu sıkıca bağladıktan sonra ona sormuş: “Ey Mabed! Senin bu bağlanman Allah’ın kaza ve kaderine bağlı değil midir?” Mabed de buna ce*vaben: “Senden başka hiç kimse beni bağlamadı” demiştir. Bir ara aynı Mabed el Cuheni Ata bin Yesar’la beraber Hasan El Basri’ye geliyorlar ve Hasan El Basri’ye diyorlar ki “Bu krallar Müslü*manların kanını akıtıp ve mallarını gaspediyorlar. Bunu da Allah’ın kaza ve kaderine bağlıyorlar.”(22) Kaderiye alimlerinden ‘Gilani el Dimeşki’ –ki kaderi düşüncesini Mabed el Cuheni’den almış*tır.- Bir gün halife Ömer bin Abdulaziz’e gelerek nasihatte bulunur, Emevilerin yaptıkları zu*lümleri ve cebriye ilkelerini sert bir şekilde eleştirir. Halife Ömer bin Abdulaziz de bunun üzerine ona bir teklifte bulunur. “O zaman bana yardım et bunu birlikte halledelim” Gilan da mali ve hukuk işlerinde görev almayı taleb eder. Halife bunu kabul edip onu görev*lendirir. Ömer bin Abdulaziz vefat ettikten sonra Hişam başa gelince Gilan el Dimeşki’nin el ve ayaklarını kestirir. Kendisine sorar: “Ey Gilan, senin Rabbinin, başına ne getirdiğini biliyormusun?” Gilan da cevaben: “Bunu başıma getirene lanet olsun” deyince, Hişam onun dilini de kestirir, çenesini kaldırır ve Gilan yapılan bu işkenceler sonunda ölür.(23) Yine Kaderiye alimlerinden olan Cad Bin El Dirhem’in başına gelen olay: Kurban Bayramı’nda Emevi valilerinden Halid bin Abdullah el Kesri minbere çıkıp: “Ey cemaat-i müslimin” diye hütbesine başlar, “bu Kurban Bayramı’nda her şahıs için kurban kesmek vaciptir. Ben de bu gün kurban keseceğim ama Cad Bin El Dirhem’i kendime kurban seçtim” der ve minberden iner inmez Ced’ı keser.(24) Yine İmam Subki ‘Tebekat el Fukaha’ adlı eserinde, Selçuklu başkenti Nişabur’da Maturudi olan Hanefilerle Eş’ari olan Şafiiler arasında mezhebi taassuptan doğan çeşitli acı olayların vuku bulduğu görülüyor. Kısaca şöyle: Hicri 455’te Selçuklu İmparatoru Tuğrul Bey Hanefi mezhebine mensub olarak hüküm sürü*yordu. Eş’ari ve Şafii olan üstad Ebu Selh de belediye başkanlığını yürütüyordu. Sonradan Tuğrul Bey’den gelen bir emirname ile mutediler (bid’at ehli) –ki bundan kasıt eş’ari’lerdi- minberlerde kürsülerde lanetlenecektir. Aynen Hz. Ali’nin (ra) Emeviler tarafından lanetlendiği gibi. Sonra İmam Kureyşi, İmam Hare*meyn, Ebu Selh ve Alamle Furati’nin yakalanmaları için saltanattan emir çıkar. İmam Kureyşi ve Allame Furati yakalanıp toprak üzerinde sürüklenerek hakarete uğratılırlar ve aynı zamanda hapse atırılırlar. İmam Haremeyn ve İmam Beyhaki de ülke dışına kaçarlar. İmam Haremeyn Kir*man yolu üzerinde Hicaz’a kaçıp yerleşmesinden dolayı İmam Haremeyn lakabını alır. Ayrıca Hanefi ve Şafiiler’den toplam 400 şer’i hakim ve kadı ülkeyi terk eder. Çünkü bu emirname üzerine birçok insan öldürülmüştür.(25) Hafız ibni Hazm, (Endülüslü Fakih) El Fisel Fi’l-Milel Ehva ve’l Nihel adlı eserinde İmam Eş’ari’yi delaletten olan fırkadan sayıp cehemi silsilesine sokmuştur.(26) İmam Eş’ari ise İmam Ebu Hanife’yi ve Ashabını dalalette olan Mürcie ekolünün dokuzuncu kolundan saymaktadır.(27) Şeyh Abdulkadir Geylani ‘Gunyet et-Talibin’ adlı eserinde İslam ümmeti ve 73 fırka konusunu işlerken aynen İmam Eş’ari gibi o da İmam Ebu Hanife ve arkadaşlarını delalette olan Mürcie ekolünün dokuzuncu kolundan sayıp hüküm vermektedir. Her ne kadar Allame Luknevi El Ref’ üt Tekmil’ kitabında Günye’de geçen bu cümleye cevap olmak üzere ulemadan bir çok cevap getir*mişse de yeterli görülmemiştir. Hele hele bu iddianın İmam Eş’ari gibi mezhebin büyük bir mensibi tarafından geliyor olması meseliyi güçleştirmektedir. Ama bence fıkhi mezhepler gibi itikadi mezheb olarak bilinen Ehl-i Sünnet dışındaki diğer fıkıhlardan hangisi olursa olsun –küfre kaymamak şartıyla- Kur’an ve sünnet’e bağlı olduktan sonra, Kur’an ve Sünnet’en hüküm çıkar*mada heva ve heves olmasa çıkarılan hükümler yanlış da olsa her hangi bir mesuliyet yoktur. Bilakis güç ve takat sarfettikleri için ecir bile kazanırlar. Bu konuya Ümmet ve İmamet bölümünde değinmiştim. Ama konu büyük bir önem taşıdığı için sanırım sık sık üzerinde durulması gerekir. Ancak burada tekfir, tevsik ve te’sim (günahkar ka*bul etmek) edici müfrit Vehabiler’in dikkatini çekmek istiyorum. Hafız ibni Teymiye mezhepleri fıkhi mezhepler gibi kabul edip hatalı görüşlerinden mazur olduklarını kabul ediyor. Bazı fırkalar hakkında dile getirilen zem, hücum ve teşdit ise başka Müslümanların o hatalara düşmesini ön*lemek içindir, diyor. Kişinin kendi içtihadına diğerini hatalı görmesi normaldır, belki de içtihadın gereğidir. Fakat bunun bir tefrika, ve husumet unsuru olmaması gerekir. İşte ibn Teymiye’nin tefsirindeki kendi cümlesi: Seleflerden ve imamlardan hiçbirisi içtihadi konularda bu usulidir (itikadi) bu furuidir (fıkhı) diye bir ayrım yapmamışlardır. Dini usul ve furu’ diye ikiye ayırmak ne sahabe ne tabiin ne de Selefler arasında bilinmiltır.Sahabelerden veya tabiinlerden birisi kalkıp da; gerek usulda gerek furu’da hakkı bulmak için tüm takatini sarfetmiş bir müçtehidin hatalı olduğu zaman günahkar olduğunu söylememiştir. Ama bu ayırma düşüncesi Mu’tezile ekolü tarafından ortaya atılmıştır. Sonradan da başka alimler de bunları fıkıh metodolijisine dahil etmişlerdir. Alimler Ubeydullah bin el Hasen el Anbari’den şöyle naklederler: “Ubeydullah tüm müçtehidlerin musib (hakka isabet etmiş) olduklarını söylemiştir. Bu cümle*den kastı, günahkar olmayışlarıdır. Aynı zamanda bu düşünce İmam Ebu Hanife, İmam Şafii ve diğer müçtehidlerin düşüncesidir. Bunun içindir ki bid’at ehlinin şahitliğini kabul edip arkaların*dan namaz kılmayı caiz görür; ama Malik ve Ahmed gibi müçtehidlerin bid’at ehlinin şahitliğini reddetmeleri, onların günahkar olmalarını gerektirmez. Belki şahitliğini reddetmeketen gaye o bid’ate karşı çıkmaktır, bid’ati yaymak isteyen Müslümanları uzak tutmak, ardından namaz kıl*mak ve şahidliğini reddetmek onu bid’at ortaya çıkmadan engellemek içindir. Bundan dolayıdır ki İmam Ahmed bid’at propagandacısı ile benimseyeni birbirinden ayırmıştır. Maliki alimlerden ‘Haraki’ açık olarak bid’atı işleyenin ardından namaz kılanın iade etmesi gerekir demiştir. Ama bildiğimiz gibi İmam Şafii, İmam Hanefi ve diğerleri ayrı düşünmektedir.”(28) son söz olarak şunu söylemek istiyorum: İslam tarihinde değil, belki Müslümanların tarihinde (çünkü aziz İslam’ı bu tip olaylardan ten*zih ederiz) bu gibi taasuba dayanan nahoş olaylar çok yaşanmış ve sonuçta Müslümanların tari*hinde kara sayfalar açmıştır. Tabii ki bunların tümü aziz İslam’a ve Müslümanlara zarardan başka bir şey sağlamamış, Müslümanlara tefrika, zayıflık, güçsüzlük, zillet, kölelik, dünya emperya*lizmine yem olma kalırken; küfür dünyasına ve dünya emperyalizmine de, izzet, güçlülük, hü*kümranlık kazandırmıştır ve bugün dünya emperyalizmi özellikle kan içiçi büyük şeytan Amerika bülüp parçalama planını İslam alemi içinde en güçlü bir silah olarak kullanmakta ve gündemde tutmaktadır. Müslümanlar çok uyanık ve hassas olmalıdırlar. Tüm Müslümanların üzerinde bir*leştiği ortak İslami temel esaslar üzerinde vahdet sağlayıp, kat’ı (kesin) delillerle sabit olmayan mezhebi konuları nazar-ı dikkate almadan taassuptan uzak kalmaları gerekmektedir. Allah bizlere birlik, beraberlik ve sıhhatlı bir ümmet anlayışı nasib etsin. Dipnotlar 1-Edabu’l Fetva ve’l Mufti, Nevevi, s:28, Tufetu’l Muhtaç, Daru’s Sadr, c:1, s:53 2-Sullemu’l Mutcalimil Muhtaç ile Rumuzil Minhac 3-Menhul, Darulfikir, s:496 4-İhtilafu’l Hadis li’ş Şafii, Darul Kutabil İlmiyye, s:141 5-El İnsaf Fi Beyani Esbabi’l İhtilaf lil Dehlevi, Daru’l Nefais, s:26 6-Müsned Şerhi, Fethi Rabbani, c:7, s:17 7-El Üm, Şafii, c:6, s:222 8-Nihayet us-sul Şerhi, Minhacu’l usul, c:4, s:560 9-a.g.e, c:3, s:175 10-Mucem ü’l Buldan, Darus-Sadr baskısı, c:1, s:209 11- a.g.e, c:3, s:117 12-El Kamil, Hicri 443 senesi vakıaları. 13-El Bidaye ve’n-Nihaye, c:13, s:19 14- El Bidaye ve’n-Nihaye, c:14, s:42 15-El Futuhat-ı El Mekkiye, Darus-sadr, c:3, s:336 16-El Muğni, ibni Kuddame, Mısır baskısı, c:1, s:18 17-El Mizan Baskısı, c:, s:52 18-El Mecmu Nevevi, Beyrut Baskısı, c:4, s:289 19-Fethu’l Kadir, Beyrut Baskısı, c:1, s:112 20-Tenzib el Tenzib, Darus-sadr Baskısı, c:3, s:103 21-El Feteva el Hadisiye, ibn Hacer el Haytemi 22-El Müniyetü ve el Emel, s:7-8 23-Tebekat el Mu’tezile, s:230, Fiilmil Kelam, c:1, s:8 24-El Bidaye, İbn Kesir, c:9, s:324, Halk u Ef’al-i İbad, s:7, Buhari 25-El Tebekat, Subki, Mısır Baskısı, c:3, S:391 26-El Fisel, Darulmarife, c:4, s:204 27-Makalat El İslamiyetin, Eş’ari, c:1, s:138 28-Tefsir el Kebir, İbn Teymiye, Beyrut Baskısı, c:1, s:231 Eklenme: 14.05.2008 |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Molla Rejiminden Tarihi Geri Adım | Mihrinaz | Gündem/ Manşetler | 0 | 04 Aralık 2022 19:16 |
Hz. Muhammed S.A.V Hayati 16 Cd | enderhafızım | Hz.Muhammed(s.a.v) | 3 | 12 Temmuz 2018 15:25 |
Abdulkadir Molla'nın Son Sözleri...DinLe İzle | enderhafızım | Videolar/Slaytlar | 0 | 03 Ocak 2014 16:34 |
Hallac-ı mansur | MERVE DEMİR | Makale ve Köşe Yazıları | 5 | 08 Şubat 2011 01:10 |
KABİR HAYATI | ebu katade | Serbest Kürsü | 9 | 19 Nisan 2010 18:05 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|