Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.PEYGAMBERLER-ASHAB-I KİRAM-ALİMLER.::. > Peygamberler-Ashab-ı Kiram-Alimler > Alimler(Rh)

Konu Kimliği: Konu Sahibi MERVE DEMİR,Açılış Tarihi:  25 Kasım 2007 (00:38), Konuya Son Cevap : 02 Eylül 2008 (11:29). Konuya 25 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 02 Eylül 2008, 11:26   Mesaj No:21
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Ayetullah'il Uzma İmam Humeyni'nin (ra) Hayatı ve Yaptıkları

Batı medyası yıllar boyunca yaptığı geniş propaganda ve yorumlarda İmam Humeyni'nin -ks- ölümüyle İran İslam Cumhuriyeti nizamının yıkılmasının kaçınılmaz olacağı yolunda kamuoyunu şartlandırıyor, hatta batılı düşünürlerle politikacılar ve devlet yetkililerinin önemli görüşme ve konferanslarında bile bu mesele üzerinde ciddiyetle durulup Batı medyasının bu kehanetine kesin gözüyle bakılıyordu. Bütün bunlara kanan içerideki inkılap düşmanları bile kendilerini böyle bir zamana hazırlamakta ve İmam'ın ölümünü beklemekteydiler. Halbuki İmam Humeyni dünyadan göçüp de Hakın rahmetine kavuşunca bütün bu yorum ve kehanetlerin ne kadar cahilâne ve ham olduğu anlaşılmış ve yıllardır böyle bir anı iple çekmekte olan islam inkılabı düşmanlarının bütün hayallerinin bir anda suya düştüğüne bütün dünya şahid olmuştu. Bunun nedeni, yukarıda da belirtildiği üzere İmam'ın islam toplumu ve islâmî düşüncenin ihyası üzerindeki inkar edilemez yapıcı etkisiydi. Pehlevi hükumetinin zevk ve eğlenceden başka hedef gütmeyen 50 yıllık çirkefli ve ihanet dolu iktidarı boyunca öz değer ve inançlarından soyutlayıp duygu ve düşüncelerini donuklaştırdığı ve neticede bütün manevi değer ve ümitlerini yitirmiş olan ve herşeye karşı lakayt hale gelmiş bir nesli eğitip yetiştiren İmam bu uzun ve sabırlı çalışmasında öylesine başarılı oldu ki; yıllardır Pehlevi rejiminin batı ve batılı değerlere endekslediği bu nesil, laik rejim tarafından hayatlarının her safhasında iliklerine kadar işlenmiş olan bütün yabancı ve gayriislami değ erleri bir kenara bıraktı ve kısa bir sürede kendisinde muazzam bir değişiklik yaratarak islâmî ilke ve ülkülerle donandı. Baasçı Irak rejiminin islami İran'ın topraklarını işgal etmesiyle başlayan 8 yıllık tahmilî savaş boyunca fevkalâde bir bilinç, maneviyat, moral ve şevkle islam cephelerinde kelle koltukta savaşan yüzbinlerce Hak aşığı gencin sergilediği şanlı müdafaa savaşçı bunun en barîz delilidir. Yine bu gençler içinde şehadete nâil olanların yazmış olduğu ve bugün ciltlerce kitaplar halinde basılmış bulunan vasiyetnâmeler, sözkonusu bilinç, Hakka beslenen aşk, fevkalade iman ve moral gücünün en sarih belgesidir.
Sözkonusu cephelerde inanılmaz bir haması sergileyen Irak- İran sınırlarından ibaret gibi görünen bu eşitsiz savaşta gerçekte bütün bir Batı dünyasını ve bu maddeci dünyanın başını çeken ABD istikbarını korkunç bir hezimete uğratıp küfür dünyasını dize getirmeyi başaran bu gençler; islam inkılabının zaferinden birkaç yıl öncesine kadar, türlü ahlaksızlık akımlarına maruz kalıp olmadık propagandalarla zihinleri uyuşturucu nice şehevî cazibelerin bombardımanına tutulan gençlerden başkası değildi.
İmam Humeyni çağını bizzat ve yakından görememiş olanlar için bütün bunlar abartılı gibi gelebilir ve İmam'a ve inkılaba beslenen aşırı sevginin makul mübalağaları şeklinde telakki edilebilir. Ne var ki bugün bile bütün bunları ispatlamak için yukarıdaki satırlara lüzum bırakmayacak kadar canlı şahid, belge ve senet mevcuttur halâ... Evet, evlatlarını İmam Humeyni'nin göstermiş olduğu islam yolunda feda etmekten çekinmeyen analarla babalara başsağlığı yerine halâ tebriklerde bulunulmakta ve bir azizini şehid verebildiği için kutlanmaktadır. Bugün islami İran'da halâ nice annelerle nice babalar vardır ki, birden fazla evladını Allah yolunda şehid vermiş olduğu halde "yine olsa, yine veririz!" diyebilmekte ve bunu kendileri için bir cennet rızkı ve ilâhi bir nimet olarak görebilmektedirler. İslam inkılâbı nizamına ihanet eden inkılab ve islam düşmanı münafık nice örgüt üyeleri ve hücre evlerinin bizzat bu "mümin" anne-babalar tarafından güvenlik güçlerine bildirildiği ve islama ihanet evlatlarını bizzat kendi elleriyle islam adaletine teslim ettikleri gerçeği; batılılar ve batı hayranları tarafından anlaşılması pek kolay olmayan hakikatlerdir. İran halkının ruhsuz ve donuklaşmış batılıların aile yapısına hiç benzemeyen duygusal, sıcak ve samimi aile yapısı gözönünde bulundurulacak olursa bunun ne demek olduğu çok daha iyi anlaşılır. Cephelerde savaşmış onbinlerce gönüllü islam savaşçısından en acı cephe hatırasının ne olduğu sorulduğunda halâ "güvenlik konseyinin barış bildirisinin İran tarafından kabul edilmesi" cevabı alınmaktadır. Gönüllü islam savaşçılarının o günkü buruk ve mahzun hali, ancak o günü bizzat yaşaşan ve o sahnelere bizzat şahid olanlar için tavsif edilebilir bir haldir. Zira böylece "şehidlere mahsus cennet kapısı"nın artık kendilerine kapanması ihtimalinden korkmuş ve şühedâ kervanına katılamamanın üzüntüsüyle gözyaşı dökmüşlerdi!..
Koca bir toplumda böylesine bir değişikliğin vuku bulması ve bütün bir islam ümmetinde islam ve şehadet aşkının böylesine görülmemiş bir hızla alevlenmesi elbette kolay bir iş değildi ve bütün bu tahavvüller durup dururken gerçekleşmemişti. Lübnan ve o beldenin Hizbullah'ının sergilediği kahramanlıklar işte bu geniş ve köklü tahavvülün bir parçasıydı aslında. Lübnan Hizbullah'ının siyonist saldırgan işgalciler karşısında gösterdiği eşsiz mukavemet ve direncin nedeni, batılı medyanın iddia etmiş olduğu gibi İran'ın müdaheleleri ve desteği değildi aslında; nitekim Amerika, Avrupa ve eski Sovyetler gibi devler çok daha önceki yıllardan itibaren o bölge gayet faal olarak çalışmaktaydı, mesela Beyrut'taki ABD üniversitesi* yıllardır Lübnan'da faaliyet gösteriyordu. Lübnan olayları sırasında Amerika'yla Avrupa bu ülkeye resmen askeri birlikler göndermişti. Nitekim çok yakın bir tarihe kadar Lübnan'ın uluslararası lakâbı "Ortadoğu'da Batının politika pazarı"ydı. Durum böyleyken bunca küçük ve dört bir yanından kuşatılmış bulunan ve siyonist İsrail'le komşu olup hiçbir silah üstünlüğü de taşımayan Lübnan gibi bir ülke nasıl oldu da böylesine şanlı bir direnişe geçti ve Batılıların bütün askerlerini geri çekerek arkalarına daha bakmaksızın kaçmalarına sebeb oldu ve buca ekonomik sıkıntılar, ambargolar ve siyonist İsrail uçaklarının ardı arkası kesilmeyen bombardımanlarına rağmen Hizbullah güçleri nasıl oldu da varlıklarını Batılılara resmen kabul ettirebilmeyi ve bütün bir Batı'nın karşısına tek başına dikilebilmeyi başardı sahi?" Birçok batılı siyasi gözlemcinin de itiraf etmiş olduğu üzere bunun en bâriz nedeni, Lübnanlıların akidevi ve kültürel yapıları nedeniyle, diğer milletlerden çok daha önce İmam'ı tanımaları ve onun mesaj ve çizgisini idrak edip kabullenmiş bulunmalarıydı. Hemen ardından, Filistin'de başgösteren şanlı direniş'le Hamas hareketi ve diğer müslüman ülkelerdeki uyanış ve şahlanışlar da da yine doğrudan veya dolaylı olarak rahmetli İmam Humeyni'nin -ks- fikir ve düşüncelerinin etkileri müşahede edilmekteydi.
Böylesine geniş ve çok yönlü değişimleri meydana getiren yegane faktör, İmam Humeyni'nin -ks- siyasi fikirleri ve onun siyasi mücadele yöntemlerinden ibaret değildi elbet; İmam Humeyni'nin inancı olan Muhammedî öz islamın insanbilim, toplumbilim ve eğitim usulleridir ki bunca köklü siyasi değişimlere ortam hazırlamaktaydı. Rahmetli İmam'ın -ks- insan denilen şeye nasıl baktığı, toplum ve tarihi nasıl değerlendirdiği, eğitim ve yetişme konularında neler düşündüğü gibi önemli noktalar ne yazık ki henüz gereğince işlenip yazılmış değildir. İmam Humeyni'nin insan, eğitim ve topluma bakış açısıyla, bugün bu konularda islam ülkeleri ve 3. dünya ülkelerinin üniversitelerinde yazılıp çizilen ve öğretilen şeyler arasında hiçbir benzerlik mevcut değildir.
İmam Humeyni'nin hareketinin temeli, peygamberlerin metodları üzerine kuruludur. Zulme uğrayıp toplumdan dışlanmış ve yalnızlığa itilmiş kölelerden Ebuzer ve Selman'lar yetiştiren metoddur bu. Cahiliyet asrının nâçiz insanları arasından medeniyet öncüleri ve islâmî kültürün temel isimlerini yetiştiren bu ilahi metod günümüzde maalesef unutulmuştur. Bugün insan ve toplum bilimi adına bilinen ve konuşulan sözde çağdaş (!) şeyler, aslında vahyi temellere dayanmayan ve salt beşerî ürünler olan batı liberalizmiyle batı hümanizminin ürünlerinden başka şeyler değildir, kaldı ki bu ikisi de aslında rönesansın mahsulleri olup insanın kendi özüne yabancılaşması, eliminasyona uğraması, madde ve makinanın egemenliğinin insanı değerlere üst edilmesinin sonuçlarıdır.
Şimdi, islam inkılabının zaferinin ilk yıllarında, o fırtınalı günlerde İmam'ın olayları nasıl kontrol edip yönlendirdiğini ele alalım bir de: Hş. 1360'ta vuku bulan patlama ve 7 Tir faciası olarak inkılap tarihine geçen bu hadiseyle birlikte İmam'ın onlarca yakın adamının şehid düşmesi ve onca üst düzey yetkilinin bir anda kaybedilmesinin hemen ardından, Halkın Münafıklarının liderleriyle, görevinden azledilmiş olan hain cumhurbaşkanı Beni Sadr, Tahran havaalanındaki adamlarının da yardımıyla, kadın kılığına girip makyaj yapıp süslenerek çarşaf içinde Paris'e kaçtılar. Bu uçağın pilotu, şahın çok güvendiği özel pilotuydu; nitekim şahın iran'dan son firavını da yine bu pilot gerçekleştirmişti(77) Fransa devledi, insan haklarına saygı ve terörle mücadele gibi iddialarının tam tersine bir davranış sergileyerek, İran'da suçsuz sivil insanların rastgele terör edilip kamu yerleşim mekanlarının bombalandığı terör eylemlerini resmen bildiriler yayınlamak suretiyle üstlenen bu vatan haini teröristlere sığınma hakkı verdi. Bu münafık, hain ve terörist satılmışlar, bu eylemlerinden sonra diğer Avrupa ülkeleri ve Amerika'dan da her nevi desteği gördüler; bununla da yetinmeyerek, İran- Irak savaşı sırasında Saddam'la pazarlık edip asıl merkezi karargâhlarını Irak'a taşıdılar ve 8 yılı aşkın bir süre devam eden tahmilî savaş boyunca Baasçı Saddam ordusunun emrine girerek onların gönüllü uşaklığını yapıp kendi vatanları aleyhine casuslukta bulundular. İçeriye sızdırdıkları satılmış elemanlarının yardımıyla İran cephelerinin durumu hakkında bilgi topluyor, islami İran'ın sivil yerleşim merkezlerine Saddam'ın attığı füzelerin hedefe isabet edip etmediği vb. bilgileri Saddam ordusuna aktarıyor, İranlı esirleri sorguluyor ve Iraklıların İran'a karşı düzenlediği askeri operasyonlara katılıyorlardı.
İran'la Irak arasında barış imzalandıktan sonra hş. 1367 (1988-89'lu yıllar) de son bir çırpınışla islami İran'a karşı askeri bir operasyon düzenleyen bu münafıkların "Allah'ın Tuzağı"olan "Mirsad" karşı operasyonuyla korkunç bir hezimete uğrayıp 1000'den fazla ölü bırakarak tekrar Irak topraklarına çekilmesi son derece ibret verici bir hadisedir. Bugün Amerika'ya bağlı malum odaklarca "islami İran'da güya insan haklarının çiğnendiği" şeklindeki iftira ve spekülasyonların arkasında da hep bu münafıklar güruhunun mesnedsiz karalamaları ve batılı devletlerin bu söylemlerin ardına sığınarak sözkonusu vatansız münafıklara destek verme telaşları yatar.
Münafıklar, İran'ın müslüman halkı nezdinde en menfur ve en aşağılık kaatillerdir bugün; nitekim İran tarihinde hiçbir câni, bu satılmışlar güruhu kadar kendi milletine hıyanet ve zulümde bulunmamıştır.
İslam Cumhuriyeti Partisi merkez binasına yerleştirilen bir bombayla şehid olan üst düzey 72 görevlinin şehadetiyle İran İslam Cumhuriyeti cumhurbaşkanıyla başbakanının ve daha birçok güzide ve seçkin müminlerin terörü bu satılmış güruhun eylemlerinden bir kısmıdır; Yezd Cuma İmamı Ayetullah Saduki (11.4.1361), Kermanşah Cuma İmamı Ayetullah Eşrefi İsfehani (23.7.1361), Şiraz Cuma İmamı Ayetullah Eşrefi İsfehani (23.7.1361), Şiraz Cuma İmamı Ayetullah Destgayb (20.9.1360), Tebriz Cuma imamı Ayetullah Medeni (20.6.1360) Korgeneral Destcerdi'yle birlikte Ayetullah Kuddusi (14.6.1360), Hüccet'il islam Haşiminejad (7.7.1360) vb. nice yiğit ve mümin insanlar da islam inkılabının oluşum ve zaferinde etkili rol alıp geniş halk kitlelerinin kalbinde taht kurmayı başardıklarından sözkonusu münafıklar güruhu tarafından terör edilenler arasında yer alırlar. İslam nizamının yetkilileriyle yönetici kadrodan başka, sırf bu islâmi nizama gönül verip onu desteklediği için çarşı-pazar esnafı ve diğer sivil halktan nicesi de yine bu münafıklar güruhunun silahlı saldırıları ve kamu yerleşim merkezleriyle taşıtlarına yerleştirdikleri bombalarla şehadete nail olmuştur (78) Bu cani ruhlu güruhun son eylemlerinden biri de iki hırıstiyan dinadamını feci şekilde öldürmeleri ve h.ş. 1373'ünün Âşura günü Meşhed'de, İmam Rıza'nın türbesini bombalamalarıdır.
Sözkonusu câni güruh bu korkunç cinayetleri işlerken başta Amerika gelmek üzere, insan hakları tellallığını kimseye bırakmayan bütün Avrupa ülkeleri ve uluslararası kuruluşların bunca teröre karşı sessiz kalması, hatta bununla da yetinmeyip bu teröristlere her nevi destek ve yardımda da bulunması, noktalanmak üzere olan 20.yy'ın yüzkarası ve son derece düşündürücü olan gerçeklerindendir. Aynı kuruluş ve ülkeler, daha önce de aynı tavrı sergilemiş ve şahın toplu katliamlarını sessizlik içinde izleyip, gerektiği yerde açıkça desteklemekten çekinmemişlerdi. Bu nedenledir ki rahmetli İmam, ister inkılab öncesi, ister inkılab sonrası olsun; fikir, beyan ve girişimlerini "batılı ülkeler ve uluslararası kuruluşlar ne der?" kaygısıyla ve onların tarafsızlığına güvenerek tanzim etmedi asla. İmam; Bm'nin, Güvenlik Konseyi'nin, İnsan Hakları Komisyonu vb. kuruluşların dünya istikbar ve emperyalizminin elinde oyuncak durumundaki birer kukladan başka şey olmadıklarını defalarca söylemiş, açıklamıştı. Nitekim eski Sovyetler'le ,komunistlerin de özgürlük ve emperyalizmle mücadele gibi iddiaları da aynı amaca yönelik kandırmacalardan ibaretti. Hatta rahmetli İmam -ks- bu hakikate binaen İran İslam Cumhuriyeti yetkililerine daima bunu bir prensip olarak hatırlatır ve "Amerika, doğu ve batı vb. mahfiller günün birinde sizi över ve durup dururken sizin varlığınızı resmen kabul ettiklerini açıklarlarsa, işte o zaman gittiğiniz yol ve takındığınız tavrın doğru ve hak olduğundan şüpheye kapılmanız gerekir" derdi.
Tahmîlî Savaş Sürecinde İmam ve İran Milletinin Müdafaa Mücadelesi
Amerika'nın, islâmi İran nizamını yıkabilmek için başvurduğu ekonomik, siyasi ve askeri ambargo, Amerikalı rehinleri kurtarabilmek için giriştiği Tabes Operasyonu, İran Kürdistan'ını bölüp parçalama girişimi, akıl almadık terör eylemleri vb' şeytâni ve cânice komploların tamamı boşa çıkınca ABD yetkilileri İran'ı büyük bir sıcak savaşın içine itmeye karar verdiler, Amerikalılar her zaman olduğu gibi bu kez de askerî yöntemle meseleyi çözebileceklerini sanmışlardı. Hş. 1359 -1980- lu yıllardaki dünya siyasi panoraması, doğu-batı blokları arasındaki özel bir dengeye dayalıydı ki bu da ABD'nin tek taraflı girişimlerini engellemedeydi. Diğer taraftan, İmam'ın Fransa'daki çalışmaları, konuşmaları ve inkılab sonrasındaki karar ve uygulanmaları neticesinde İmam'ı ve İran'ın mazlum milletini daha iyi tanıma imkanı bulan dünya kamuoyu İran milletinin mazlumiyet ve hakkaniyetini farketmiş olduğundan İmam ve İran'dan yana bir tavır koymakta, bu da Amerika'nın doğrudan doğruya İran'a saldırmasını önlemekteydi. Fars Körfezi ülkelerindeki rejimlerin de pek iç açıcı bir durumları olmadığından, böylesine ciddi bir konuda paravan olarak kulanılmaya müsait değillerdi, binaenaleyh, islâmi İran'ın üzerine saldırtmak için seçilebilecek en uygun ülke Irak'tı ABD için. Çünkü Irak, doğu bloku ve Sovyetler'in müttefiklerinden biri olarak tanınıyordu dünyada; bu nedenle de Irak'ın savaşa girdiği bir ülkeye karşı Sovyetler ve diğer komunist doğu bloku ülkeleri Saddam'dan yana tavır koyacak, nitecede onlar da, İslami İran'a karşı, Amerika'yla batının safında yer almış olacaklardı ki, bu durum, gelecekte vukuu muhtemel birtakım anlaşmazlık ve sürtüşmelerin daha ilk baştan giderilmesi demekti. Bölgedeki petrol ülkeleri arasında askerî güç ve teçhizat bakımından Irak 2. sırada yer alıyordu ve gerekirse Amerika'nın mâli yardımını istemeden ve ABD askerlerine ihtiyaç duymadan da, bilgedeki Amerikan yanlısı diğer arap ülkelerinin yardımı ve kendi milli servetiyle bu savaşı belli bir süre devam ettirebilir ve Amerika'ya fazla külfet de olmazdı. Zaten Amerika'yla Saddam'ın ilk günlerindeki hesap ve tahminleri bu savaşın çok kısa süreceği ve en fazla, birkaç gün içinde İran'ın yerle bir edilip islam inkılabının işinin bitirileceği şeklindeydi.
Ama evdeki hesap çarşıya uymayacak ve Saddam da, Amerika da, bu hesapta ne kadar yanıldıklarını anlamakta gecikmeyeceklerdi. Kafirler istemese de, Allah, nurunu tamamlayacaktı çünkü.
Saddam'ın saldırgan ve iktidar hırslısı kişiliğiyle, iki ülke arasında ötedenberi süregelen sınır anlaşmazlığı da Saddam'ı kışkırtmak ve islami İran'ın üzerine saldırtabilmek için Amerika'ya istediği fırsat ve kozları kazandırıyordu. Bu savaşı başlattıran ve Saddam'ı islâmi İran'ın üzerine saldırtanın ABD olduğu, ama Sovyetlerle Avrupa ülkelerinin de bu hususta ABD'ye endekslendiklerine dair İran'ın savaş boyunca dünya kamuoyuna sunduğu belge ve dökümanlar her ne kadar hep görülmezden gelindiyse de, daha sonraları Amerika'yla Irak'ın toslaşmak durumunda kaldığı ve pastayı paylaşmak istemeyen ABD'nin Irak'ın karşısına dikildiği "petrol tankerleri savaşı"nda vuku bulan olaylar, itiraflar ve tarafların yekdiğerinin kirli çamaşırlarını orta yere dökmesi neticesinde bütün dünya gerçekleri olanca çirkinliğiyle görecek ve herşeyin farkına varacaktı.
Miladi tarihle 22 Eylül 1980'e rastlayan 31 Şehriver 1359 hş'de; yani, kameri takvimle hicri 1400'ün Zilkade'sinde ve islam dini gereğince savaşın ve kan dökmenin haram olduğu aylardan birinde hiç beklenmedik bir zamanda Irak ordusu, Saddam'ın emriyle İran'la müşterek 1280 kilometrelik sınır boyunca en kuzey noktadan başlayıp İran'ın güneyindeki liman şehri Hurremşehir'le Abadan'a kadar uzanan çok geniş bir şeritte islami İran'a karşı büyük bir saldırı başlattı. Aynı gün, öğleden sonra saat 14 sularında Irak savaş jetleri Tahran ve diğer kentlerdeki önemli havaalanlarının tamamını bombaladılar. Fransa devletinin direkt yardımları ve Amerika'yla İngiltere'nin silah kartellerinin tam takviyesi ve Sovyetlerin her nevi silah ve cephane desteğiyle aylar önceden beri böylesine korkunç bir saldırıya hazırlatılmış bulunan Saddam'ın savaş mekanizması, en zayıf anında gafil avladığı islami İran'ın topraklarında hızla ilerlemeye başlamış ve İran'ın 5 büyük eyaletinin önemli bir bölümünü kısa sürede işgal etmişti. Saldırının ilk anlarında, sınır boylarında yaşayan yiğit müslümanlarla küçük karakollar kahramanca bir direniş destanı yaratmışsa da, hazırlıksız ve silahsız oldukları için Saddam'ın ağır silahları karşısında bu direnişleri önemli bir mania teşkil edememişti. Sınır boylarındaki köylerle kasabalardaki sivil insanlar acımasızca katledilmiş, Baas ordusu girdiği bütün yerleşim merkezlerini yoğun top ve tank mermileri altında içindeki canlılarla birlikte yok etmiş geride, bir avuç toprak yığını ve haksız yere akıttığı masum sivillerin kanından başka şey bırakmamıştı.
İran, henüz büyük bir inkılabın içinde bulunduğundan orduda önemli zayiatlar yaşanmış, ordu hemen hemen dağılmış durumdaydı. Saddam'ın saldırdığı günler, İran'ın bu dağılmış olan orduyu toparlamakla meşgul olduğu ilk günlere rastlamıştı. Ordu, kısa bir süre öncesine kadar şahın emrinde olan bir orduydu ve başta Amerika gelmek üzere birçok Avrupa ülkesinden getirilen yabancı müsteşarlar tarafından idare edildiğinden her sahada bu müsteşarlara bağımlı hale getirilmiş, sözkonusu müsteşarlarsa islam inkılabıyla birlikte İran'dan kaçmışlardı. İran halkının parasıyla alınan çok ileri modern askeri gereç ve silahlarla, savaş uçakları ve teknolojinin en ileri ürünleri olan füzeler gibi stratejik yıkılacağını gören Amerika'nın şeytanca müdahelesiyle İran'dan çıkarılmış ve şahın son günlerinde gizli bir görevle İran'a gönderilen general Hayzer'in iki ay süren çalışmaları sonucu süratle Amerika'ya aktarılmıştı (79) İmam Humeyni'nin emriyle kurulan Sipah -İslam İnkılabı Muhafızları Ordusu- henüz kuruluşunun ilk günlerini yaşıyordu; gereğince teşkilatlanabilmiş, organize edilmiş değildi; ne silah, ne teçhizat ne de tecrübe açısından da Saddam ordusuyla mukayese edilemeyecek kadar toy ve yeniydi. Saddam ise Amerika, Fransa ve onlara uşaklık eden yerli münafıkların kendisine verdiği bilgilerle bütün bu zaafları iyice biliyor ve var gücüyle fırsatı değerlendirmeye çalışıyordu. Saaddam, bu şartlar altında bulunan islami İran'ı birkaç gün zarfında ele geçireceğinden o kadar emindi ki "Büyük Irak Toprakları" adını verdiği yeni haritalar bile hazırlatmış ve İran'a ait Huzistan eyaletinin tamamıyla, batı eyaletlerinin önemli birkısmını bu haritada Irak topraklarına dahil edivermişti!! Çünkü bu vahim şartlar altında islâmi İran'ın böyle bir saldırıya karşı direnebilmesinin imkansız olduğundan emindi; dahası; dünya emperyalizmi de Saddam'a tam destek vermekteydi bu saldırıyı gerçekleştirmesi için.
Irak'ın İran'a saldırdığı haberi, tüm dünyanın gözleri önünde cereyan eden ve tüm dünyayı ilgilendiren önemine rağmen, uluslararası kuruluşlar tarafından duyulmazdan geliniyor, insan hakları havarilerinin hiçbirinden çıt çıkmıyordu.
Dünyayı sömüren süper güçlerin de hiçbiri bu vahşi saldırıya tepki göstermemiş, bu tepkisiz halleriyle, islâmi İran'a besledikleri kin ve düşmanlığı ifade etmişlerdi aslında. Bunun yanısıra, içeride yaşanan gerçekler, Baasçı ordunun emrine verilen üstün teknolojinin en modern silahları, karar vermeyi oldukça zorlaştıran şartlardı. Henüz büyük bir inkılabın içinde bulunan ve hiçbir hazırlığı olmayan islami İran, sırf islâmi niteliğinden dolayı dünya siyonizminin hışmına uğramış, derhal ortadan kaldırılması için müstekbirler tarafından gerekli bütün girişimler başlatılmıştı. İran bir oldu bittiyle karşı karşıyaydı şimdi; önünde sadece 2 yol vardı: Ya bu eşitsiz savaşta direnmeye karar verip bütün olumsuz şartlara ve hiç de ümit verici görünmeyen bir yarına yürüyecek, ya da Amerika'nın isteklerine boyun eğip ona teslim olacak ve Saddam'ın elinden kendisini kurtarması için Amerika ve ona bağlı uluslararası kuruluşlara yalvarış teslim bayrağı çekecekti ki bu da islam ve inkılabdan tamamen vazgeçmek, bütün islâmî inanç ve ilkeleri ayaklar altına almak demekti.
Ne var ki bütün zorluklar, İmam Humeyni'yi, islamı müdafaa kararlılığından vazgeçiremeyecek kadar küçüktü. Zira o "Nice az bir topluluğun, kendilerinden çok daha fazla olan bir topluluğa Allah'ın izniyle galip gelmiş olduğuna ve Allah'ın, sabredenlerle beraber olduğuna* " iman edenlerdendi. Nitekim "herşeyiyle Rabbinde erimek" olan "fenâ fillah" gibi manevî makam ve mertebeleri, henüz ümmetin hidayet ve yönetim sorumluluğunu üstlenmeden yıllar önce katetmiş, geride bırakmıştı o. Kâmil insanların hicretini inceleyen "Esfâr-ı Erbee"yi defalarca öğrencilerine ders vererek teorik açıan irdelemiş; günlük yaşamında da fiili ve pratik olarak bu yolculukları en mükemmel haliyle katetmişti. Cihad ve müdafaa hükümleri, İmam Humeyni'nin kendi eseri olan amelî risalesi, yani tam ilmihalinde, her müslümana farz olan vazgeçilemez hükümler olarak yeralmıştı. İmam'ın geçmişi ve hayatını bilen ve onun kişilik ve tekamül seyrinden haberdar olan biri; bu yol ayrımı ve iki tercih arasında İmam'ın hangisini seçeceğini ve nasıl bir geleceği tercih edeceğini kolaylıkla tahmin edebilir.
Irak Baas ordusunun islami İran'a saldırdığı günlerde İmam'ın bu konuyla ilgili ilk tepki, ilk konuşma ve ilk mesajları; onun kişilik ve komuta niteliğinin çok bütün bunları, olanca incelik ve kendisine has özellikleriyle ele alıp incelemek gerekir ki bir özet olan elinizdeki eserde böyle teferruatlara girebilmek ne yazık ki mümkün olmamaktadır. İmam, zerrece tereddüde kapılmadan, derhal savunmaya geçilmesini emretti ve konuyla ilgili daha ilk konuşma ve yorumlarında asıl etkeni apaçık bir şekilde belirleyerek bu savaşı başlatan ve Saddam'ı kışkırtıp İran'a saldırtanın büyük şeytan Amerika olduğunu açıkladı. Bu arada görünüşteki bütün belirtilerin, tam tersi bir tablo sergilemesine rağmen, Allah rızası için ve O'nun dinini korumak amacıyla yılmadan bir müdafaa savaşına girişilmesi ve bunun dînî bir farz olarak telakki edilmesi halinde sonunda düşmanın mutlaka yenileceğini de çok sarih bir dille belirtmişti. İmam (81). Irak'ın savaşı başlattığı günün ertesi, İmam yine resmi bir açıklamada bulunarak ülkenin bir savaşa mecbur edilmiş olduğu bu şartlar altında savaş ve ülke yönetimiyle ilgili genel politika ve prensiplerin neler olması gerektiğini belirliyor ve 7 maddeden ibaret bu kısa, ama geyet kesin ve yeterli direktiflerini herkese ilan ediyordu (82); bunun hemen ardından yaptığı bir konuşma ve açıladığı mesajlarla Irak halkına ve devletine karşı son uyarı vazifesini de yerine getirmeyi ihmal etmedi (83). Bu mesajlardan sonra İmam 8 yıl sürecek olan eşitsiz ve amansız savaşın başkomutanlığını bizzat üstlenecek ve düşmanlarını hayrette bırakacak görülmemiş bir dirayet ve basiretle bu ağır vazifeyi de mükemmel bir şekilde başaracaktı.
İmam'ın konuşma ve mesajlarının hemen akabinde onbinlerce müslüman gönüllü olarak cephelere koşup Baas ordularının karşısına dikildiler ve inanılmaz bir iman ve direniş örneği sergileyerek daha ilk günlerde, Saddam ordularının ilerleyişini durdurdular. 29 yy'ın en inanılmaz ve en eşitsiz savaşıydı bu. İslama gönül veren sinelerdeki iman, teknolojinin ileri silahlarını bir kez daha yenmiş ve kan kılıca bir kez daha galebe çalmıştı. Her zaman olduğu gibi İmam'ın yegane dayanağı Allah Tealâ'nın karşı konulmaz iradesine iman ve O'na inanan gönül eri müminlerden ibaretti. İmam, yaptığı konuşmalarla halkı uzun ve çetin bir savaşa hazırlıyordu. Kur'an'da da sarih bir beyanla belirtilmiş olduğu üzere, saldırgan saldırganlığından vazgeçirilip cezalandırılıncaya kadar ona direnmek ve teslimiyet göstermemek mümine farzdı ve İmam da bu ilahi emrin gereğini yerine getirmekteydi. Savaş başladıktan birkaç gün sonra İmam, halkı müslüman ülkelerin İran'daki büyükelçi ve konsoloslarına hitaben yaptığı bir konuşmada "biz islamı savunmuyoruz ve savunacağız" diyor ve şöyle ekliyordu: "İslamı savunan ise caaaanı, malı ve sevdiklerini feda ederek savunur islami; böyle birinin davasından asla vazgeçirilemeyeceği bilinmelidir!"(84) Yine bu konuşması ve islam ülkeleri devlet başkanlarına gönderdiği sözlü ve yazılı mesajlarında onlara,dinsiz Saddam'ı bir müslüman olarak kabul etseler bile Kur'an'ın açık emri gereğince saldırgan tarafı saldırganlığından vazgeirinceye ve Allah'ın hükmünü kabule zorlayın onunla savaşmanın ve saldırıya uğrayan taraftan yana tavır koymanın bütün müslüman birey, toplum ve devletlere farz olduğunu hatırlatıyordu (85).
Alıntı ile Cevapla
Alt 02 Eylül 2008, 11:27   Mesaj No:22
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Ayetullah'il Uzma İmam Humeyni'nin (ra) Hayatı ve Yaptıkları

Savaş Neden Sürdü?
Saddam, belirlenen bölgeleri birkaç günde ele geçireceğini ve İran'ın bu savaşa birkaç günden fazla dayanamayıp dize geleceğini iddia ve ilan etmiş olduğundan Irak ordusu uzun yıllar sürecek yıpratıcı bir savaşla karşılaşabileceğini hiç hesaplamamış, bütün hesaplar birkaç günlük bir savaşa göre yapılmıştı. Halbuki Saddam'ın Baasçı ordusu müslüman İran halkının umulmadık direnişiyle karşı karşıyaydı şimdi, belirlenen hedeflerin ele geçirilmesi şöyle dursun, kendi mevzilerini bile güçlükle koruyabiliyordu Irak askerleri artık. Baas ordusunun bu direnişi kırabilmek için ard arda düzenlediği bütün saldırı ve geniş çaplı harekatlar hezimetle sonuçlanıyor, Iraklılar her defasında ağır kayıplar verip modern silahlarını bırakarak geri çekilmek zorunda kalıyordu. Amerika, bu ummadığı acı gerçeği kabullenmekte gecikmedi. Çok geçmeden Amerika, uluslararası kuruluşlarla bölgedeki arap ülkelerini harekete geçirip islâmî İran'a karşı yeni bir siyasi baskı ve çok yönlü bir ambargo dönemi daha başlattı. Bu kuruluşlarla arap ülkeleri, saldırgan tarafı kınayıp engelleyecekleri yerde, Amerika'nın önerdiği barışı kabul etmesi için islâmî İran'a baskıda bulunmaya başladılar. Halbuki bu şartlar altında ateşbesi kabul etmek demek, Saddam'la efendileri ve islam inkılabının diğer düşmanlarını ödüllendirip, savaş ve silah zoruyla gerçekleştiremedikleri emellerine bu yolla kavuşmalarını sağlamak demekti. Savaşı başlatan taraf Irak olduğu halde ona hiçbir itirazda bulunulmuyor, tam tersine, saldırıya uğrayan tarafa "artık savaşma, yeter!" deniliyordu!! Saddam orduları İran topraklarında ilerlerken her nasılsa kör, sağır ve dilsiz maymun kesilmiş olan bu barış havarileri, Saddam'ın yenileceğini görünce birdenbire galeyana gelivermişlerdi! Oysa ki İran Saddam'ın saldırısına uğrayan taraftı ve en zor şartlar altında kendisini kavunmaktaydı; onlarca şehri, yüzlerce köy ve kasabası ve ülkenin güneyle batı bölgelerindeki petrol yataklarının içinde bulunduğu binlerce km2'lik bir alanını oluşturan büyük bir kısmı düşman tarafından işgal edilmiş haldeydi ve sözkonusu "barış havarileri"(!) İran'ı bu durumu kabullenmeye ve işgal edilen topraklarını düşmana bırakıp barışı imzalamaya davet ediyorlardı" Saldırgan Saddam'ın gücünü yeniden toparlayıp, efendilerince önceden belirlenen hedeflere karşı yeni ve daha geniş çaplı bir saldırıya geçmek için bu barışı öne sürdüğü hakikati görmezden gelinse dahi İran'ın sözkonusu şartlar altında barışı imzalaması demek saldırgan Irak ordularının İran topraklarında kalmasını kabullenmek ve İran'ın, işgal edilen kendi topraklarını Saddam'ın pençesinden kurtarabilmek için, başını ABD'nin çektiği siyaset tellalı ülkelerle onların güdümündeki uluslararası kuruluş ve teşkilatlara yalvarış yıllarca tavizler vermek ve nihayet saldırıyı başlatan asıl güce, yani Amerika'ya el açıp kendi topraklarının kendisine iadesini bu büyük şeytandan dilenmek demekti...
Bu çirkin oyun daha önce Lübnan'la Filistin'de oynanmış ve işgalci siyonist yahudiler Filistin ve Lübnan topraklarından geri çekilmedikleri gibi burada bir de "İsrail" adı bir devlet kurmuşlardı" Evet, bütün dünyanın gözleri önünde yavuz hırsız ev sahibini bastırmış ve sözde insan hakları savunucusu olan uluslararası kuruluşlar bu inanılmaz işgali sessiz sedasız seyretmiş, kendi vatanını işgalci siyonist İsrail'in elinden kurtarabilmek için bir kurtuluş savaşı veren mazlum Lübnanlı ve Filistinli gençler ise bütün dünyaya "terörist" olarak lanse edilmişti.
Halâ sürmekte olan bu çirkin ve inanılmaz oyun, Saddam eliyle islâmi İran'a karşı oynanmak isteniyordu şimdi de...
Şeref ve gayret sahibi hiçkimsenin kabullenemeyeceği bu zilleti; yakın bir süre önce bölgenin en güçlü diletatörünü devirebilmeyi başaran İmam'la İran halkına zorla kabul ettirebilmek elbette ki mümkün olamazdı.
Kaldı ki Saddam; ateşkesi imzalasa bile işgal ettiği toprakları terketmeyeceğini, hatta şimdilik işgal edemediği bazı İran şehirlerini de gelecekte işgal edip Irak topraklarına katacağını açıkça söylüyordu! Nitekim daha sonraları Küveyt'e de saldırdığında aynı iddialarını tekrarlayacak ve bütün dünyanın gözleri önünde "Küveytin Irak'ın 19. eyaleti olduğu"nu ilan edecekti!! Saddam'ın islami İran nizamını yıkacak güce sahip olmadığı iyice anlaşıldıktan sonra İran'ı barışa zorlayan ülkelerin hiçbiri barıştan yana değildi aslında; çünkü bu şartlar altında hiçbir ülke ve hiçbir milletin böylesine bir zillete boyun eğip düşmana teslim olmayacağını herkes gibi onlar da çok iyi biliyordu; ama islâmi İran'ı "işte barışa yanaşmıyor, savaşı durdurmak istemiyor" diyerek dünya kamuoyuna savaş taraftarı gibi gösterip bu barış çağrısını İran aleyhine bir silah gibi kullanabilmek için barıştan dem vurmaktaydı onlar. Dahası, bölgedeki halkı müslüman, ama kendisi göbeğinden emperyalizme bağımlı sözde islam ülkeleri (!) Saddam'ın bu aleni saldırı ve tecavüzü karşısında islami İran'dan yana tavır koymadıkları için kendi müslüman halkları tarafından yoğun baskı ve tepkiler gördüklerindendir ki barış çağrılarda bulunmakta, böylece İran'ın kendisini kahramanca müdafaasından yana olan halklarına karşı "barışçı" bir görünüm vermekteydiler kendilerine.
Savaşı bizzat başlatan asıl müsebbibler olan Amerika'yla Avrupa ve arap ülkelerinin hiçbirinin bu barış çağrılarında samimi olmadığı hekesçe bilinen bir gerçekti artık. Bunun en bariz delili, savaşın daha ikinci yılında İran'ın zaferler kazanmaya başladığı ilk ataklardan sonra Saddam'ın savaşı sürdürmekten aciz kalması ve bölgedeki arap ülkelerinin astronomik rakamlara varan mâli yardımlarıyle, Avrupa ülkelerinin en ileri teknolojilerin ürünü olan modern silahların kendisine derhal ulaşmaması halinde İran güçleri karşısında bir ay bile dayanamayacağının herkesçe anlaşılmış ve açıkça itiraf edilmiş olmasıdır. Ancak İran karşı atağa geçtikten sonra barışçı kesilen bu ülkeler, bu iddialarında samimi olsalardı, saldırıya uğrayan islami İran'a karşı petrol, ekonomik, siyasi ve askeri ambargo uygulayacakları yerde Saddam'a yaptıkları yardım ve verdikleri desteği keserlerdi. İran'ın yegâne suçu, ansızın topraklarına saldırarak işgal eden ve daha ilk günlerde binlerce sivil insanın kanına girip yüzbinlerce mazlum insanı evinden barkından eden saldırgan düşmana karşı kendisini savunmak ve dünya emperyalizminin emirlerine boyun eğmemekti. Saddam'dan yana tavır koyan arap ülkelerinin, daha sonra Saddam'ın Küveyti işgali üzerine gerçeği itiraf edip ona verdikleri destek yüzünden islami İran'dan resmen özür dilemeleri son derece ibret vericidir elbet; ne var ki bu itiraf, Saddam'la batılı ülkelerin yanında yer alıp savaşın uzamasına neden oldukları için onların "savaşın uzun sürmesinin asıl sorumluları olduğu" gerçeğini hiçbir zaman ört bas edemeyecek ve bu hakikati gizlemeye yetmeyecektir asla.
İmam Humeyni -ks- barış görüşmeleri teklifini getiren heyetlere bu hakikatleri hatırlatıyor ve saldırganı geri püskürtüp işgal ettiği topraklardan söküp atmadıkça ve sebebiyet verdiği savaş için gerekli tazminatı ona ödetmedikçe müslüman İran halkının ve kendisinin bu kurtuluş ve savunma savaşında geri adım atmayacağını vurguluyordu. Ne var ki batı medyasının kopardığı gürültülü yaygara İmam'ın ve müslüman İran halkının mazlum sesini bastırıyor ve dünyanın gerçekleri duyup öğrenmesini engelliyordu. Nitekim batı medyası gerçekleri öylesine çarpıtarak saptırdıki, aslında saldırıya uğrayan taraf olan İran, savaş yanlısı, saldırgan Saddam ise "barış yanlısı" görünümü kazanıverdi dünya kamuoyu nazarında! Ama bu zulüm ve baskılan da İmam'ı ve İran milletini hak davasını savunmaktan alıkoyamadı. İhanetleri iyice gün ışığına çıkan Beni Sadr'ın görevinden azledilip yürütmenin tamamen İmam'a bağlı elemanların eline geçisinden sonra islam orduları Saddam'ın işgal ettiği toprakları hızla geri almaya başladılar.
İmam'ın bütün halkı gönüllü seferberliğe davet eden ve yirmi milyonluk bir ordu kurulmasını öneren çağrısı inkılâbi gençleri coşturmuş ve savaş cepheleri, gönüllü olarak eğitim görüp siperleri dolduran şehadet aşığı gençlerle dolmuş, İran baştanbaşa "şehadet gönüllülerinin diyarı" kesilivermişti. İslam savaşçılarının ard arda elde ettiği zaferler, Baasçı Saddam ordularının savaş cephelerinde korkunç bir hezimetle yenilgiye uğrayacaklarının ilk işaretleriydi (fotoğraf s:146) Amerika'yla Avrupalı müttefikleri yavaş yavaş maskelerini atıp gerçek yüzlerini göstermeye başladılar ve barış zamanında bile temin edilmesi ve satın alınması son derece zor olan ve ancak yıllarca süren üst düzey görüşmeler, taviz vermeler, çeşitli taahhütlerde bulunmalarla temini muhtemel olabilen son derece stratejik ve teknolojinin son ürünleri olan silahları derhal Saddam'ın eline tutuşturdular, Fransız, Exo-3 süper füzeleriyle süper Etandard savaş jetleri ve Rusların orta menzilli Scat füzeleriyle Miğ-29 ve diğer gelişmiş silahları da Saddam'ın emrine âmade edilmekte gecikmedi. Hatta kimseye verilmeyen "füze menzilini artırma ve füze imali teknolojisi"yle bu iş için gerekli bütün teçhizat ve hammaddelerin yanısıra kimyasal ve biyolojik silah üretimi için de gerekli bütün hammaddelerin yanısıra kimyasal ve biyolojik silah üretimi için de gerekli bütün hammadde ve teknolojik malzemeler de Amerika ve Avrupa devlet ve şirketleri tarafından İran İslam Cumhuriyeti'ni haritadan silebilmesi için Saddam'a bedava verildi.
Bu şartlar altında diğer taraftan Suudi Arabistan'la Küveyt, Birleşik Arap Emirlikleri ve Fars Körfezi ülkeleri Amerika tarafından, Saddam'ın savaş masraflarını bizzat karşılamak zorunda bırakıldılar ve böylece islami İran'a vurulacak her darbenin masrafı bu sözde islam ülkelerine ödetilmiş oldu. Nitekim Irak Küveyt'e saldırdığı zaman sözkonusu arap ülkeleri bu sırrı açığa çıkarmış ve gerçeği ifşa etmişlerdi; bugün Irak'ın bu ülkelere olan 80 milyar dolarlık borcu, onların 8 yıl süren savaş boyunca Saddam'a verdikleri meblağların toplamıdır aslında. Bu arada Mısır da Saddam'a uçak ve pilot vererek yardım etmiş, hatta bununla da yetinmeyip Irak'a binlerce asker de göndermiştir, buna benzer yardımları Ürdün'ün de yaptığı bilinmektedir.
İslâmi İran'ın sivil yerleşim merkezleri şehirler, kasabalar, köyler hastahane ve okullar, ekonakim merkezler vb. mekanlar Irak'a verilen gelişmiş füzeler yerle bir ediliyordu şimdi; insan hakları havarisi kesilen uluslararası kuruluş ve teşkilatlar Saddam'ın bu caniliklerini sessizce seyrediyor, ona verdikleri kitle imha silahlarının etkilerini bilfiil izliyorlardı. Bu vahşi bombardımanlar yüzlerce masum çocukla kadının hayatını kaybetmesine neden olmuştu.
İmam Humeyni -ks- mazlum İran milletinin mukaddes müdafaasına komuta ederken islami İran son derece çetin şartlar altındaydı; ülke böylesine ağır bir saldırıya uğramakla kalmamış, Amerika'yla Avrupa ülkeleri İran'a silah amsargosu da koymuşlardı ve o çetin günlerde İran, bir uçak yedek parçasını temin edebilmek için aylarca uğraşmak ve yüklüce paralar harcamak zorunda kalmaktaydı. Bir yandan çoğu ülkeler Irak'ın bu işgal ve saldırısı karşısında susmayı tercih edip İran'a da baskı uygulamaktan geri kalmıyor, diğer yandan bunların birçoğu da Saddam'a açıkça destek vermekten çekinmiyordu. İster doğu, ister batı blokunda olsun, dünyanın güçlü teknoloji, ve askeri sanayie sahip ülkelerinin de tamamına yakın bir kısmı Saddam'ı himaye etmekteydi. İran bu korkunç güç birikimi karşısında yapayalnız ve tek başına direnmekteydi; Allah'tan başka yâri ve yardımcısı yoktu; müslüman milleti ayakta tutan güç bu imanla birlikte kendisini tam anlamıyla Allah'a adamış yiğit bir âlim rehberin öncülüğü ve ilâhi gücün gaybî yardımlarının sık sık tezahürüydü, bu da inan bir halk için yeterliydi zaten. İşte bu mazlum cephenin savaşçıları bütün dünyanın şaşkın bakışları altında onca güç ve kuvvete sahip düşman ve müttefiklerini adım adım geri sürerek Saddam'ı kendi sınırlarına itmeyi başardı ve 20. yy'da "şu veya bu bloka veya güçlü ülkelerden birine sırtını vermeyen her 3. dünya ülkesinin mevcut dünya düzeninde birkaç günden fazla tutunamayacağı" yolundaki telkinlerin ne kadar kof olduğunu ve gerçekten Allah'a inanan bir topluluğun sayıca az da olsa; sayıca çok olan nice güçlere pekalâ gâlip gelebileceğini bütün dünyaya göstermiş oldu. İmam Humeyni'nin -ks- hayatının tam 8 yılı bu amansız savaşta islâmi İran'ı koruma ve müdafaayla geçti. Son derece önemli ve stratejik bir liman kenti olan Hurremşehr'in savaşın 3. yılında, yani hş. 3 Hordad 1361 de -1982'li yıllar- ünlü Beytulmukaddes Harekâtı'yla işgalci Saddam ordularından kurtarılması üzerine İmam Humeyni savaşın artık durdurulabileceğini söylemiş; bu durumu değerlendirmekle görevlendirilen üst düzey askerî ve siyasî yetkililer ülkenin siyasi ve askeri şartlarının yanısıra cephelerdeki durumunda son bir değerlendirmesini yaptıktan sonra İmam'a, sınırlarda ve bölgede geçici değil, kalıcı bir barış ve güvenliğin sağlanabilmesi için gerekli ortamın hazırlanması amacıyla bu müdafaa savaşına devam etmenin zaruriyetini bildirmişlerdi. Çünkü bu sırada islâmi İran'ın topraklarının bir kısmı halâ Saddam güçlerinin işgalindeydi ve Saddam, Hurremşehir'de aldığı inanılmaz yenilgiye rağmen gerçeği kabullenmeye bir türlü yanaşmıyor ve işgal niyetinden vazgeçmiyordu; dünya süper güçlerinin tam desteğine güvendiği için de bu saldırganlıklardan hiçbir zaman vazgeçmeyeceği ve şimdi geri çekilmek zorunda kalsa bile kendisini toparlar toparlamaz tekrar İran'a saldırıp aynı cânilikleri yeniden sergileyeceği apaçık ortadaydı ve mevcut söylem ve durumlar bu hakikati vurgulamakta, Saddam'ın "barış kabul etmez bir diktatör" olduğunu göstermekteydi. Bu şartlar altında bir barış çağrısına evet dese bile bu barışın kalıcı olacağına ve Saddam'ın sözünü tutacağına dair hiçbir garanti de yoktu ortada; binaenaleyh İran'ın tek taraflı olarak savaşı durdurması demek, Saddam'ın elinden kurtarılan onca geniş sınırlar ve onca sivil yerleşim bölgelerini savunmasız bırakmak ve neticede Saddam'ın yeni saldırılarına açık kapı bırakmak demekti.
Alıntı ile Cevapla
Alt 02 Eylül 2008, 11:28   Mesaj No:23
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Ayetullah'il Uzma İmam Humeyni'nin (ra) Hayatı ve Yaptıkları

Bu inkar edilemez gerçeklere ilaveten uluslararası kuruluşların aleni bir şekilde Irak'tan yana tavır koyup islami İran'a karşı açıkça hasmâne davranmaları, İran'ın önerdiği haklı ve insafa dayalı barış tekliflerini geri çevirmeleri, en gelişmiş silahlarla destekledikleri Saddam'a en azından silan vermekten vazgeçmeye bile yanaşmamaları gibi nedenler karşısında islâmi İran'ın rehber ve milleti için bu müdafaa savaşını yiğitçe sürdürmekten başka çare kalmıyordu.
Süper güçlerin hızla artan silah ve para yardımları; islâmi İran'ın şehadet gönüllüleri karşısında Saddam'ın adım adım gerilemesini durduramadı. Hak-batıl cephesi boydan boya hakk ordularının zaferlerine şahiddi artık. İslami İran'ı bu müdafaadan caydırabilmek amacıyla Saddam'ın sivil yerleşim bölgelerini füze ve bomba yağmuruna tutması da beklenen sonucu vermeyince Büyük Şeytan Amerika doğrudan doğruya müdahelede bulunmayı denedi, ama dünyayı korkutan ve gerçekte içi koflaşmış bulunan bu dev, bu kez de islâmi İran'ın karşısına tek başına dikilmeyi göze alamayarak Fransa, İngiliz ve Rusya'yı da yanına alıp onların da gelişmiş uçak gemileri ve savaş filolarıyla birlikte gelip Fars Körfezi'ne dayandı. Amerika için tek yol, bu savaşı uluslararası bir mesele haline getirmek ve diğer ülkeleri de doğrudan doğruya bu işe bulaştırmaktı. Nitekim çok geçmeden Amerikalılar, tarihe "Petrol tankerleri savaşı" adıyla geçecek bir savaş başlatarak İran'ın petrolünü diğer ülkelere taşıyan tankerleri engellemeye, İran'a mal getiren veya İran'dan mal götüren gemileri durdurup aramaya ve böylece gerekli ana tüketim ve sanayi hammaddelerinin İran'a ulaşmasını önlemeye başladılar. Amerika, bütün dünyanın gözleri önünde bu zorbalığı işlerken "demokrasi dünyası ve öncüleri"(!) üç maymun rolünü oynamakta ve "görmeyen, duymayan ve konuşmayan" bir demokratikliğin çarpıklığını sergilemekteydiler. Bu macera sırasında İran'ın birçok petrol ve ticaret gemisi füze ve hava bombardımanlarıyla saldırıya uğradı; İran'ın Fars Körfezi sahillerindeki petrol kuyuları bombalanarak alevler içinde yanmaya terkedildi. Bu arada Amerika'nın son girişimi, insanlık tarihine silinmez bir leke olarak geçecek korkunç bir katliamdı: 3 Temmuz 1988'e rastlayan hş. 12 Tir 1367'de, Amerika'nın Fars Körfezi'ni kuşatmaya alan uçak gemilerinden biri olan Wıncens'ten fırlatılan bir füze, İran İslam Cumhuriyeti'ne ait 655 sefer sayılı Aır-Bus yolcu taşıma uçağını, çocuk ve kadınların da bulunduğu mavi sularında kana boyadı.
Bu inanılmaz cinayet te yine demokrasinin azılı savunucusu ABD'nin eliyle ve medenî ülkelerin (!) gözleri önünde vuku buluyor, ama hiçbirinin sesi dahi çıkmıyordu. Çünkü düşürülen uçak; Batı dünyasının bütün sloganlarının yalan olduğunu farketmiş ve sadece Allah'ın ipine sarılarak insanı değerlerle yaşayabileceğini anlamış bulunan ve bu nedenle de islama gönül vermiş olan bir ülkenin uçağıydı ve bu nedenle de "tek dişi kalmış batı canavarı"nı rahatsız etmedeydi... Aynı vak'anın benzerleri Bosna'da da vuku bulmakta ve Bosna müslümanları da aynı suçla satır satır doğranmaktaydı... Efendisinden geri kalmayan Saddam da bu sırada bir başka cinayet işliyor ve tarihte benzeri bulunmayan bu vahşilikle Hitler'i aratacak bir tablo sergiliyordu: Kendi ülkesinin halkı olan Halepçe mazlumlarını kimyasal bombardımanla tarihten siliyor ve çoğunu kadınlar, çocuklar ve yaşlıların teşkil ettiği 5 binden fazla masum insanı inanılmaz bir barbarlıkla topluca öldürüyordu.
Ve bütün bu cinayetler ard arda vuku bulurken "medenî dünya"(!) ve "demokrasi havarileri (!) susmayı tercih ediyordu!...
Birleşmiş Milletler Teşkilatı'yla Güvenlik Konseyi şu yeryüzünde yaşayanlar arasında değildi adetâ...
Batılı ülkelerin Fars Körfezi'ne ard arda düzenledikleri haçlı seferleri ve şu 8 yıllık tahmili savaşın son aylarında başlattıkları çılgın ve barbarca saldırıların yegane nedeni islam ordularının artık zaferi kazanmaya başlaması ve topraklarını işgal eden Eflakçı Saddam ordularını kendi sınırlarına geri çekilmek zorunda bırakarak fitneyi kökünden kazımaya doğru gitmesiydi.
İşte bu durum, ABD ve tüm Batı dünyasını dehşete düşürmeye yetmişti bile!... Saddam'ın İran İslam Cumhuriyeti karşısında yenilmesi demek, birçok süper gücün islam inkılabı karşısında yenilgisinin davut zurnalarla duyurulması demekti tüm dünyaya... Şimdi durum tam tersine dönmüş ve Amerika'yla Güvenlik Konseyi'nin bütün çabası, islâmi İran'ın bu hızlı ilerleyişini durdurmak ve Saddam'ın devrilmesini engelleyebilmeye yönelikti. Bu nedenledir ki Güvenlik Konseyi'nin 598 no'lu bildirisi çabucak onaylanıp resmen duyuruldu. Bu bildiri; islami İran'ın ötedenberi savaşı durdurma konusunda öne sürdüğü şartları içermedeydi; ama ulaslararası kuruluşlar, Saddam'ın mutlaka başarılı olacağı umuduyla bu şartları kabul etmeye yanaşmamışlardı bu tarihe değin... Ve şimdi, Saddam'ı kurtarabilmek için alelacele bütün bu şartlar kabul edilivermişti bir çırpıda! 598 no'lu bildirinin onaylanması ve bu kanlı savaşı çıkaran canilerin son aylarda başvurdukları akıl almaz barbarlıkları; İmam'ın meseleyi incelemek ve yeni bir durum değerlendirmesi yapmak üzere askerî, ekonomik ve siyasi uzmanlardan müteşekkil dindar bir heyeti resmen görevlendirmesine neden oldu. Bu heyetin çalışmaları neticesinde verdikleri rapor; islâmi İran'ın zorla sürüklendiği 8 yıllık savunma savaşında ateşkes teklifini kabul edip 598 no'lu bildiride belirlenen şartlar çerçevesinde barışa evet demesi ve davasının haklılığını ispatlayabilmesi için gerekli şartların hazır ve elverişli olduğu şeklindeydi.
İmam Humeyni'nin -ks- 29.4.1367'ye musadıf 29 Temuz 1988'de "598 no'lu bildirinin kabulü münasebetiyle" yayınladığı tarihi mesajı onun liderlik ve yönetim konusunda fevkalâde bir yetenek ve güce sahip olduğunu gösteren en önemli belgelerden biridir. Sekiz yıllık tahmili savaşın maddi ve manevi bilançosu, bu hadisenin boyutları, islam inkılabı ve nizamının gelecekte çeşitli sahalarda nasıl bir politika izleyeceği, süper güçlerle müstekbirlere karşı izlediği inkılâbi tutumunu nasıl sürdüreceği ve inkılabın ülkü ve ideallerinden zerrece taviz verilmeyeceği gibi prensipler bu mesajda işlenen temel konulardı. Rahmetli İmam'ın -ks- 598 nolu bildiriyi kabul olayını "zehir kadehini yudumlamak" şeklinde tabir ve tavsif etmesi, bu kısa kitapçığa sığmayacak kadar derin, zarif ve açıklaması pek zor noktaları ihtiva etmektedir. Bu tarihi mesajına bazı bölümlerinde şöyle diyordu İmam:"... Bildirinin yayınlanması ve kabulü konusuna gelince: Herkes için, bilhassa benim için gerçekten son derece acı ve hazmi pek zor bir hadiseydi bu... Birkaç gün öncesine kadar ben; baştan beri sürdürdüğümüz şekliyle müdafaa savaşının idamesi ve malum tavrımızın devamından yanaydım ve nizamın, ülkenin ve inkılabın maslahatı için bu uygulamayı uygun görmekteydim. Ancak, Allah'ın izniyle, gelecekte aşikar olacağından kışkı duymadığım ve şimdilik açıklamak istemediğim birtakım faktör, hadise ve etkenler neticesinde ve ülkenin sadakat, samimiyet ve dürüstlüklerine güvendiğim üst düzey siyasi ve askeri uzmanlarının tamamının olumlu görüş belirtmelerine binaen 598 nolu bildiri ve ateşkesin kabulünü onayladım ve halihazırda bunu nizam ve inkılab için maslahat ve uygun görüyorum ve Rabbim bilir ki hepimizin -canının ve malının ve- hepimizin izzet ve onurunun islam ve müslümanların izzet ve onuru -maslahatı- yolunda feda edilmesi gerektiği aslına inanmıyor olsaydım buna asla rıza göstermezdim ve ölüm ve şehadet elbette ki daha tatlıdır bana. Ama, ne çare ki hepimiz Hak Tealâ'nın rızasına boyun eğmekle mükellefiz, yiğit ve kahraman İran milletinin de daima bugörüşte olduğu ve olacağından kuşkum yok!"...(86)
Saddam'ın barış iddialarının dünya kamuoyunu aldatmaya yönelik bir oyun ve oyalama olduğunu defalarca vurgulamış olan İmam'ın bu görüşünde de ne kadar isabetli olduğu çok geçmeden ortaya çıktı ve 598 no'lu bildiri İran tarafından kabul edildikten sonra da Saddam İran'a saldırarak geçmişte yaptığı çılgınlıkları tekrarlamaya yeltendi ve İran'ın güney bölgesindeki bazı noktaları işgal edebilmek için ordularını harekete geçirdi. Ne car ki İmam Humeyni'nin coşturucu bir mesajıyla göz açıp kapayıncaya kadar yüzbinlerce gönüllü müslüman cephelere koşarak Eflakçı Baas ordularını bir kez daha ağır bir yenilgiye uğratıp kendi sınırlarına kadar geri çekilmeye zorladılar. Saddam için barışı imzalamaktan ve yinildiğini kabullenmekten başka çare kalmamıştı artık. İmam Humeyni'nin daha savaşın ilk günlerinde vaadettiği hakikat şimdi bütün dünyanın gözleri önünde gerçekleşiyor ve müslüman İran milleti, bu savaşı kendisine tahmil edip zorla yükleyen dünün mağruru, bugününse mağlubu olan Baasçı düşmanına barışı zorla kabul ettiriyordu!... Saddam, efendisi Amerika ve dünya siyonizminin bir işaretiyle harekete geçerek islâmi İran'ın toprak bütünlüğünü bozmaya, ülkeyi parçalamaya ve güya islam inkılabını ortadan kaldırmaya gelmişti, ama şimdi canını kurtarabilmek ve mazlum Irak halkının kanını sömüren Eflakçı iktidarını birkaç gün daha sürdürebilmek için inkılabçı İran milletinin öne sürdüğü şartları kabullenmekten başka çaresi kalmamıştı!
İnkılâbi İran milletinin 8 yıllık mukaddes müdafaa mücadelesi boyunca sergilediği ve dost-düşman, herkesi hayret ve takdir duygularına farkeden bir diğer önemli hadise de bütün zorluklara rağmen ve savaş gibi bir sorunla yüz yüze bulunulduğu halde inkılâbi İran milletinin, şahın miras bıraktığı bozukluk ve eksiklikleri giderip ülkeyi yeniden onararak bayındır hale getirme yolunda azim, neşe süratle çalışması ve yol yapımından köprü ve baraj yapımına, büyük elektirik ve petrol projelerini uygulama safhasına geçirmeye, enerji santralleri kurma ve zıraati geliştirmeye, üniversitelerle ilmî araştırma ve inceleme merkezleri oluşturmaya varıncaya kadar ülkenin milli kalkınması için gerekli her sahada dev adımlar atmış olmasıdır. İran milletinin bu büyük başarısı elbette ki herşeyden önce Hak Tealâ'nın yardım ve lütufları ve İmam Humeyni'nin eşsiz ve bilgece idare yeteneğiyle gerçekleşmiş, o dönemin cumhurbaşkanı Ayetullah Hamenei, başbakanı Mühendis Mir Hüseyin Musevi ve meclis başkanı Ekber Haşimi Refsancani, Yargı gücü başkanı Ayetullah Musevi Erdebili gibi üstün idare yeteneğine sahib yılmaz yardımcıları ve diğer güç organlarıyla, İmam Humeyni'nin en güvendiği müşaviri ve danışmanı olan değerli oğlu Hüccet'il islam Hacı seyyid Ahmed Humeyni'nin yorulmak bilmek çalışmalarının ürünü olmuştur.
Böylece, islami İran'a zorla dayatılan tahmilî savaş son buluyordu artık. Savaşı başlatanlar, emellerinin hiçbirine ulaşamamışlardı. İran islam Cumhuriyeti bu oyunlarla yıkılmadığı gibi, halkın daha da kenetlenmesi neticesinde içeriden düşmana bilgi sızdıran hainleri tespit edip bu ihanetleri engellemiş ve milli gücünü artırmıştır. Diğer taraftan yine bu 8 yıllık amansız direnişiyle uluslararası platformlarda gücünü gösterip yenilmezliğini ispatlamış ve batılıların 8 yıl süren bütün propaganda çalışmalarına rağmen haklılık ve mazlumiyetini ispatlamayı becermiş, mesejını da tüm dünyaya ulaştırabilmiştir.
Bütün bunlar için islâmi İran'ın çok ağır bir bedel ödemiş olduğu da unutulmamalıdır: "Ey iman edenler, eğer siz Allah'a yardım eder -O'nun emirlerini uygulamak ve uygulatmak için çaba gösterir-seniz, O da size yardım eder ve sizin -azminizi güçlendirip, ayaklarınızı sağlamlaştırır" (Muhammed, 7)
Saddam ve onu kışkırtıp İran'a saldırtan batı ülkeleriyle sözde islam ülkesi olduğunu iddia eden laik ve güdümlü devletlerin işlediği en büyük cinayet, her iki ülkenin de insâni ve ekonomik gücünün zâyolmasına yol açmaları ve şahın devrilmesinden sonra, gerçekleşmesi için fevkalade müsait bir zeminin oluştuğu "islam ümmetinin vahdet ve birliği" gibi son derece önemli bir hadisenin uzun yıllar ertelenmesine neden olup islam ümmetinin hızla sıklaşmaya ve yekvücut olmaya başlayan saflarında ayrılık ve tefrika yaratmaları; İran'da gerçekleşen 22 Behmen -Şubat 79- zaferinin ardından islam aleminin hemen elele verip birleşmesi, müslümanların meselelerinin hemen halli yolunda gerekli adımlar atılması ve mukaddes Kudüs'ün siyonist yahudi işgalcilerin elinden kurtarılması yolunda İmam'ın uzattığı kardeşlik elini sevgiyle sıkacakları yerde küfür ve şirk dünyasının Ebucehil ve Ebu Leheb'leriyle elele verip onların safında Allah'ın dininin karşısına dikilmeyi tercih etmiş olmalarıdır... Tabi, bu hain tercih onlara da çok pahalıya mal olacak ve çok geçmeden ABD ve batı ülkelerinin tasmalı uşakları haline gelerek İsrail gibi bir ülkeyle uzlaşıp müslümanların tam kalbine yerleştirilen bu kanser tümörünün varlığını resmen tanıyacak, kendi ülkelerini kafirlere peşkeş çekerek şirk ve küfür devletlerinin askerlerini kendi ülkelerinde ağırlayıp eğlendirecek, Amerika'nın islam ülkelerinin kalbine kadar sızıp iyice yerleşmesi için ülkelerini, topraklarını ve bütün imkanlarını, ve bu cümleden olmak üzere vahy beldesini Amerikalıların yuvalandığı beldeler haline getireceklerdi. Saddam'ın tam bir çılgınlıkla Küveyt'e saldırıp bu ülkenin bütün varlığını ateşe vermesi ve hem Küveyt'in, hem Irak halkının geleceğini mahvedip islam düşmanlarının sürekli olarak bölgede bulunmasını sağlayacak bir taşeronluk rolünü oynaması, işlediği zulüm ve caniliğin ilahi adalet terazisindeki akıbetiydi: "... Allah'ın azabı da onlara hiç hesab etmedikleri bir yönden geldi, yüreklerine korku salıverdi, öyle ki, evlerini kendi elleriyle ve müminlerin elleriyle tahrib ediyorlardı. Artık ey basiret sahipleri, ibret alın!" (Haşr, 2)
Nisbî bir barış sağlandıktan sonra İmam Humeyni -ks- hş 11.7.1367'de açıkladığı 9 maddelik bir kararla İslam Cumhuriyeti görevlilerinin ülkenin yapım ve onarımında izlemeleri gereken çizgi ve politikanın ana hatlarını belirledi. Bu mesaj dikkatle incelendiğinde İmam'ın -ks- basiretinin yanısıra, insâni değerlere verdiği önem de kolaylıkla anlaşılacaktır. Bu arada İran İslam Cumhuriyeti'nin 10 yıllık bir pratikten sonra edindiği tecrübe neticesinde İmam Humeyni hş.4.2.1368'de İslam Cumhuriyeti nizamının esas ve organik teşkilat yapısını mükemmelleştirmek amacıyla dönemin cumhurbaşkanı Ayetullah Hamenei'ye resmi bir yazı yazarak burada belirtilen 8 ana mihver çevresinde gerekli ıslahatların yapılarak anayasanın yeniden düzenlemesi için bir grup uzman ve bilirkişiyi görevlendirdiğini açıkladı. Bu maddelerin en önemlileri rehberlik şartlarıyla ilgili maddelerin yeniden düzenlenmesi, yürütme ve yargı gücüyle radyo televizyon kurumunda perakendeliklerin giderilip görev sahalarının belli bir merkezde belirlenmesi, islâmi nizamın maslahatını teşhis şûrâsının vazifelerinin tesbitinden ibaretti (88) Anayasanın yeniden düzenlenen maddeleri hş.12 Azer 1368'de -İmam'ın rıhletinden sonra- halkoylamasına sunuldu ve İran milletinin büyük çoğunluğunun onayıyla resmiyet kazanmış oldu.
Alıntı ile Cevapla
Alt 02 Eylül 2008, 11:28   Mesaj No:24
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Ayetullah'il Uzma İmam Humeyni'nin (ra) Hayatı ve Yaptıkları

İmam Humeynî -ks- marxıst blokun çöküşünü seziyor
İmam'ın Gorbaçof'a Mesajı

Sovyetler Birliği Komunist Partisinin son başkanı ve yönetim heyeti reisi Gorbaçof, komunist blokun kaderini değiştirecek bazı reformlar başlatmıştı. Batı dünyası ve dünyanın ünlü siyasileri Sovyetlerdeki bu gelişmeleri tedirginlik ve şüpheyle izliyor, gerçeği göremiyorlardı; glasnost ve prosterika adlarıyla ün yapacak olan bu değişmelerin yetmiş yıllık komunist imparatorluğu yerle bir edip tarihin mezarlığına gömeceğine kimse inanmıyordu o günlerde... Tahminler; ekonomik sıkıntılar yaşayan Sovyetler Birliği'nin, bu sıkıntıları azaltabilmek amacıyla kendi uyduları durumundaki diğer doğu bloku ülkeleriyle var olan bazı direkt ilişkileri görmezden geleceği ve Sovyetlerin etkinliğinin azaldığı ve uydu ülkelerin kısmen bağımsız olabilecekleri yeni bir komunist düzen oluşturulmaya çalışıldığı yönündeydi. Ne var ki İmam Humeyni -ks- maddeci bir dünya görüşü taşıyan diğer politika uzmanlarının yabancısı olduğu muazzam bir ilerigörüşlülük ve basiretle bu değişimlerin henüz plân safhasında olduğu günlerde hş. 11.10.1367 tarihinde Gorbaçof'a yazdığı mektupta "Bundan sonra komunizmi dünyanın siyasi tarih müzelerinde aramak gerekir artık!" diyordu (89) İmam Humeyni -ks- bu mektubunda Sovyetlerdeki son gelişmeleri tam bir isabetle yorumlamakta ve bu gelişmeler için "Komunizmin kemiklerinin çatırdayışı" tabirini kullanmaktaydı. Şaşırtıcı olan bir diğer nokta da; İmam'ın o günkü dünya siyasi platformunu çok iyi bildiğini gösteren bazı net uyarılar ve belge nitelikli tespitlerdir bu mektupta... İmam Humeyni -ks- bu tarihi mektubunda Rusların, görünüşte yemyeşil ve pek cazip gibi duran kapitalist Batı'nın alımlı bahçesine doğru yuvarlandıklarını açıklıyor ve Amerika'nın oyununa düşeceklerini söyleyerek Rusları uyarıyordu. Felsefe ve irfanın derin konularına değinerek komunistlerin dinsizlik politikasında aldıkları ağır yenilgiyi hatırlatan İmam, batının maddeci dünya görüşüne bel bağlayacağı yerde Allah'a ve dine yönelmesini tavsiye ediyordu Gorbaçof'a. (solda fotoğraf s:157) Bu tarihi uyarı ve insancıl tavsiyede şöyle diyordu İmam:" Ülkenizin asıl meselesi mülkiyet, ekonomi ve hürriyet değildir; sizin sorununuz Allah'a samimiyetle inanmıyor olmanızdır; batıyı da çıkmaza sürükleyen ve mahva götürecek olan problemdir bu!"(90)
Ne var ki Rus liderler, İmam'ın bu insancıl nasihat, tavsiye ve fevkalâde isabetli görüşlerini ciddiye almadılar; Amerika ve Avrupalı şirketler bugünkü Rusya'yı ekonomik emelleri için bir oyuncak gibi kullandılar. Bugün bu blok ülkelerinin tamamında yeni ve değişik bir sömürü yöntemi uygulama safhasına konulmuş durumdadır. Bu ülkelerin halkları uyanıp kendilerine gelmedikçe bu gidişatın hızla uçuruna yuvarlanmaktan başka şey olmadığı apaçık ortadadır.
O dönemin Sovyetler dışişleri bakanı Şvardnadze, Gorbaçof'un cevâbî mektubunu İmam'a -ks- getirdiğinde karşılaştığı manzara onu şaşkına çevirmişti: Gerçekleştirdiği inkılapla Amerika'nın beynelmilel gücünü sarsan ve dünyanın 2. nükleer ülkesinin devlet başkanına nasihat ve uyarı mektubu yazan İmam Humeyni, Tahran'ın Cemâran mahallesindeki kerpiçten yapılma ve çamur sıvalı son derece gösterişsiz evinin 12 m karelilik odasında zerrece gösteriş ve teşrifata gerek duymaksızın inanılmaz bir sadelik içinde yaşıyor, bunca sadeliğine rağmen dağları imrendiren bir heybet taşıyordu. Bu sade odada bir Kur'an, bir seccade, bir tesbih ve küçük bir el radyosuyla birkaç gazeteyle dergiden başka birşey yoktu! Şvardnadze'nin asıl şaşkınlığı, yanındaki üst düzey Rus yetkilinin oturması için odada ikinci bir sandalyenin bulunmadığını farkettiği zaman başlamıştı. Bu durumda kendisi, hayatında ilk kez de olsa, yere oturmak zorundaydı şimdi! İmam'a gönüllü olarak hizmet eden yaşlı mümin adam, bu sade odada ikram edilen yegane şey olan bir bardak çayla, tabağın kenarına konulan iki küp şekeri eline tutuşturduğu zaman, doğu bloku merkezi yönetiminin dışişleri bakanı irkilerek kendisine gelmeye çalışacak ve bütün bunların ya hayal, veya kasıtlı plânlanmış şeyler olduğunu sanacaktı belki de... Ama gördükleri bir gerçekti... Sürgün yıllarından ve bu dönemden vefat lahzasına kadar bir tek defa olsun İmam Humeyni -ks- bu sade ve gösterişsiz yaşamını değiştirmemiş, ne kadar önemli olursa olsun, görüştüğü hiçkimse karşısında bu narmal ve sade hayatıyla davranışını değiştirmeye gerek duymamış, bir kez olsun mevki ve makam protokollerine kapılmamıştı.
İmam Humeyni, İslâmi Değerler Ve İslam Peygamberinin Onurunu Müdafaa Uğruna Tekrar Batının Karşısına Dikiliyor
İran- Irak savaşı sona erince Batılı siyasi liderler inkılâbî islama karşı yeni bir saldırı başlattılar. İslâmî İran'ın kendisini savunduğu bu uzun savaş boyunca ve aynı şekilde Lübnan Hizbullahıyla Filistin'in islami hareketi, Afganistan'ın islâmi cihadı ve hş. 14.7.1360'da Enver Sedat'ın Mısırlı inkılâbî müslümanlar tarafından öldürülmesi gibi birçok hadisede Batılılar, giderek gelişip güçlenmekte olan islâmi hareketi askerî yöntemler ve silah zoruyla durduramayacaklarını anlamışlardı. Şimdi yeni bir cephe açılması gerekiyordu bi islami uyanış hareketi karşısında: Psikolojik, kültürel ve ideolojik saptırma hareketi!
Batılılar daha önce sünni-şii ihtilafı da yaratıp müslümanları birbirine düşürmeyi denemiş, ama İmam Humeyni'nin dirayet ve basireti sayesinde bu iğrenç oyunları bozulmuştu. Bu durumda tek çare kalıyordu, o da bu yeni inkılâbî islamî hareketin temel dinamiklerini oluşturup gaye ve yöntem birliğine yardımcı olan ve bütün müslümanların şevk ve aşkla islama sarılmasını sağlayan ana değerler ve mukaddes inançlara saldırmak ve bu inançları leçkalaştırıp lekelemeye çalışmak!..
Selman Rüstü adlı satılmış bir yazara yazdırılan müptezel "Şeytan Ayetleri" kitabı astronomik tirajlarla basılıp bütün dillere çevrilmeye başlanıyor, Batı ülkelerinin bu müptezel ve ahlaksız girişini açıkça desteklemesi sözkonusu yeni kültürel haçlı saldırısının startını vermiş oluyordu. Bu iğrenç kitapta yüce islam peygamberine -sav- yapılan çirkin iftiralar karşısında islam toplumları gereken tepkiyi göstermeyip susmuş olsalardı en ön saflardaki ilk siper düşmanın eline geçmiş olacak ve bundan cüret alan düşman, islamın diğer mukaddesatlarına da kolayca dil ve el uzatarak siperleri teker teker ele geçirecekti. İslam ümmetinin dini düşüncesinin temelleri ve vahdet kimliğinin aslı bu mukaddesatlar üzerine kurulmuş durumdadır. Bu mukaddesatları laçkalaştırıp zihinlerde şüpheye yer bırakacak girişim ve fikirleri normalmiş gibi göstermek islam ümmetini içeriden dinamitlemek ve asıl kimliğinden koparıp uzaklaştırmak demekti. Kimliğinden soyutlanan ve kendi özüne yabancılaşıp yozlaşan bir neslin batı menşeli bozuk ideolojilerin propaganda ve fesat bombardımanları karşısında direnebilmesiyse elbetteki mümkün olmayacaktı.
İmam Humeyni -ks- bütün bu delil ve gerekçelere binaen hş. 25. 11.1367 (1989 kışı)'de birkaç satırlık bir fetva yayınlayarak Selman Rüşdü'nün mürted -dinden çıkmış- olduğunu ve idam edilmesi gerektiğini açıklayarak bu küfür ve şirk dolu kitabın muhtevasından haberdar olduğu halde onu yayınlayan veya satan yayınevleri için de aynı hükmün geçirli olduğunu duyurup bütün dünyayı etkileyen bir inkılabı daha gerçekleştirmiş oldu (91). Bu tarihi fetva bütün müslümanları Batı'ya karşı aynı safta biraraya getirmiş ve mezhep, dil ve ülke farklılıklarını bir kenara bırakarak bütün müslüman milletler İmam'ın bu fetvası etrafında kenetlenip "Şeytanın uşağı Rüşdü'ye ölüm!" diye haykırmaya başlamıştı. Bu hadisenin beraberinde getirdiği şeyler, bütün müslümanların bir ümmet olarak tecelli etmesini sağlamış ve aralarındaki çeşitli ihtilaflar ve farklılıklara rağmen doğru bir şekilde yönlendirilip güvenilir bir imamın liderliğinde harekete geçirilmeleri halinde islâmî değerlerin güçlü savunucuları kesileceklerini ve dünyanın geleceği üzerinde belirleyici bir rol oynayabileceklerini de göstermiş oluyordu. Ayrıca, İmam'ın yayınladığı bu fetva, islâmi İran'ın 598 no'lu bildiriyi kabul etmekle islami ve inkılâbî ülkü ve gayelerinden vazgeçmiş olduğu yolundaki batı menşeli zehirli propagandaları da etkisiz hale getirmişti.
Alıntı ile Cevapla
Alt 02 Eylül 2008, 11:29   Mesaj No:25
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Ayetullah'il Uzma İmam Humeyni'nin (ra) Hayatı ve Yaptıkları

İmam Humeyni'nin -ks- Son Yılları Ve Acı Hadiseler
İmam Humeyni'nin yakınlarının aktardığı hatıraları, bu takva ve İmam timsali insanın Rabbinin huzur ve likâsına kavuşacağı anların yaklaşmakta olduğunu sezdiği yolundadır. İmam'ı yakından tanıyanlar onun ötedenberi çok boyutlu güçlü bir karaktere sahip olduğunu, bilirler; bu boyutlarından biri olan irfânî kişiliğinin yanısıra, ömrünün son anlarına yaklaştığı dönemlerdeki mesajlarına, konuşmalarına ve siyası tavırlarına bakıldığında bunların daha öncekilerden çok farklı olduğu kolaylıkla görülür.
Bahsimizin ileriki bölümlerinde bunlardan örnekler aktarmaya çalışacağız.
Bu arada İmam'ın -ks- son yıllarında, onu pek etkileyip üzen bazı olaylar vuku buldu. Bunların en başta geleni Beytullah'il Haram'ı ziyarete giden mazlum hacıların hş. 1366'da -1988- savaşın ve kan dökmenin haram olduğu hac mevsiminde ve yine karıncayı bile incitmenin haram olduğu o kutsal mekanlarda şehid edilmeleriydi. Kur'an'daki yüzlerce ayetin emrine, hz. Resulullah'ın -sav- sarih sünnetine, Ehl-i Beyt imamları ve nice sahabeden ulaşan sayısız rivayetlere binaen İmamda islamda dinle siyasetin ayrılamayacağını ve yüce islam dininin siyasi anlamda eksik olduğunu zannetmenin şirkten başka şey olmayacağını, dinle siyasetin ayrı şeyler olduğu şeklindeki lâik fikirlerin aslında son yüzyıllarda sömürücü ülkeler tarafından insan topluluklarına aşılanmaya başladığının farkındaydı. Nitekim bu siyonist menşeli laiklik düşüncesinin islam alemi ve diğer dinlerin mensupları üzerindeki yıkıcı etkileri günbegün aşikar olmakta, toplumu dini inançlarından nasıl uzaklaştırdığı herkesçe görülmekteydi. İmam Humeyni -ks- yüce islam dininin insanoğlunun ferdî, içtimâî ve siyasi bütün boyutlarını tanzim edici bir hidayet dini olduğuna inanıyor ve esasen dinle siyasetin birbirinden ayrılması düşünülemeyeceğinden ve bu ikisi yekdiğerinden ayrılmaz bir bütün olduğundan, sadece ahlak ve ibadet dini olarak takdim edilip "kulla Allah arasındaki ilişkilerden ibaret"miş gibi gösterilen bir islam, İmam Humeyni'nin nazarında tahrif edilmiş olup "Amerikancılaştırılmış bir islam"dır. Böyle bir din, insanların sosyal, siyasi ve ferdî hayatına giremeyeceğinden onların kendi kaderlerini kendilerinin kurmasını da sağlayamayacak, bilakis, fertlerin ve milletlerin, kaderlerini kuzu kuzu ecnebilerle onların yerli uşaklarına teslim etmelerine göz yumacaktır. Bilhassa son iki yüzyılda din düşmanlarının ana sloganlarının "dinle siyaset ayrıdır" nakaratı olduğunu sezen İmam, başlattığı inkılâbi uyanış hareketini "dinle siyasetin ayrılmaz bir bütün olduğu" prensibi üzerine kurmuş ve bu isabetli tavrıyla islam ümmetinin inkılâbî ruhunun şahlanışa geçmesini sağlamıştır.
İmam Humeyni -ks- islam inkılabının zaferinden sonra İran'da, çağdaş beşeri düzenlerden çok farklı temellere dayalı islamî bir devlet düzeni oluşturdu ve bu nizamın temel prensiplerinin belirlendiği bir anayasa resmen kabul edildi. İmam bununla da yetinmeyerek yüce islam dininin sosyal ülküleri ve islam hükümlerinin siyasi ruhunu ihya için de büyük adımlar attı. Niceden beridir unutulmuş olan Cuma namazı ve Cuma hutbelerinin baştanbaşa tüm ülkede yeniden uygulamaya konulup pratik hayata geçirilmesi, dinî bayram namazlarının kalabalık kitlelerin katıldığı cemaatle kılınması ve bunun gereğince siyasi-ibâdî bir kalıpta gerçekleşmesine özen gösterilmesi, islam dünyasının iç ve dış meselelerinin Cuma ve bayram namazları hutbelerinde gündeme getirilip çözüm yollarının önerilmesi, dînî yas, taziye ve mersiye merasimlerinin nitelik ve nicelik olarak gerekli etkiyi sağlayacak şekilde yeniden düzenlenmesi... gibi girişimler İmam'ın -ks- bu konuda attığı adımlara verilebilecek örneklerden birkaçıdır.
İmam'ın -ks- islami düşünce ve ibadetlerin ihyası ve yeniden eski canlılığına kavuşması yolunda attığı en önemli adımlardan biri de "İbrâhimî Hacc İbadeti"ni ihya etmesidir.
Birçok islam ülkesinde olduğu gibi İran'da da islam inkılabının zaferinden öncesine kadar, baştakilerin ecnebilere bağımlılığı ve bilhassa Suudlu yöneticilerin tam bağımlı bir politika izlemeleri nedeniyle yıllık hac törenleri gereken islâmî ruh ve muhtevadan tamamen boşaltılmış ve salt şekilden ibaret birtakım uygulamalar haline getirilmişti.
Müslümanlar dünyada benzeri olmayan bu "yıllık muazzam kongre"nin ruh ve felsefesinden bîhaber olarak gidiyorlardı hacca. Kur'an-ı Kerim'de açıkça buyurulmuş olan bir nassla "Hacc, insanların kıyam etmeleri gereken yer ve müminlerin müşriklerden uzak ve berî olduklarının en sarih ve en güçlü beyanı ve bu tür gösterilerin en yoğun şekilde gerçekleşmesi gereken mahall" iken (92) hac merasimlerde müşriklerden teberri ve şirkten uzak durulduğuna dair hiçbir alenî ilan görülmemekte, islam dünyasının şu veya bu meselesinin halli yolunda herhangi bir adım atılmamaktaydı. Oysa ki aynı günlerde islam dünyası en zor dönemlerini yaşamakta ve dört bir yandan dünya sömürü güçleriyle siyonist İsrail'in saldırılarına maruz bulunmaktaydı. İslam inkılabının zaferinden sonra İmam Humeyni yayınladığı hac merasimi mesajlarıyla müslümanların hac törenleri sırasında kendi siyasi meselelerini gündeme getirip görüşmeleri, saflarını müşriklerle kafirlerden ayırıp onlardan uzak ve ayrı olduklarını haykırıp teberrîde bulunmaları ve bunun haccın vazgeçilmez dînî şartlarından biri olduğunu unutmamaları, bu hususta bütün müslümanlara belli görev ve sorumluluklar düştüğü ve her müslümanın bu hususta yükümlü bulunduğu aslının sürekli hatırda tutulması gerektiğini vurguluyor ve bu azmi ve dikkatiyle islama canlılık kazandırıyordu. Böylece hac merasimleri giderek özüne kavuşmayan ve muazzam hac kongresi gerçek kimliğine kavuşmaya başlamıştı. Her yıl hac mevsiminde Rabbinin evini ziyarete koşan İranlı hacılar onbinler halinde yürüyüşler tertipliyor ve islam düşmanlarına, müşrikler ve kafirlere karşı olduklarını ve sadece Allah'a "Lebbeyk!" dediklerini haykırıyor, diğer ülkelerden gelen inkılâbi müslümanlar da coşkuyla bu sele katılarak küfür ve şirk dünyasını dehşete düşüren muazzam kalabalıklar oluşturup hep bir ağızdan Amerika, Sovyetler ve İsrail gibi küfür ve şirk aleminin bugünkü çetebaşlarının yüreklerine korku salan sloganlar atıyor; bütün müslümanları vahdet içinde elele verip birlik olmaya davet ediyor ve hac günlerinde dünya müslümanlarının çeşitli meselelerinin görüşülüp tartışıldığı ve gerekli çözüm yollarının konuşulduğu müşavere toplantıları düzenliyordu.
Bütün bu girişimler ve çalışmaların fevkalade etkili olmaya başladığını gören Amerika ve İsrail, islâmi İran'ın bu inkılâbi girişim ve çalışmalarının derhal engellenmesi için Suudi Arabistanlı yetkililere baskılarda bulunmaya ve bu baskıları günbegün artırmaya başladı.
Hacc mevsimi... Hk. 1407 Ziyhicce'sinin 6'sına rastlayan Cuma günü 150 bini aşkın hacı müşriklerle kafirlerden teberrîde bulunmak ve saflarını onlardan ayırmış olduklarını haykırmak üzere yapılacak büyük yürüyüş ve gösteriye katılmak üzere Mekke caddelerinde hareket etmekteyken (foto s: 164 ve 165) daha önceden aldıkları direktiflerle teçhizatlanmış bulunan Suudi Arabistan'ın gizli memurlarıyla polis ve askerleri; Amerika ve İsrail'e geçit vermeyecekleri yerde, bu kalabalıkların toplandığı geniş sahanın bütün çıkışlarını barikatlarla kapatarak tıpkı İsraillilerin yaptığı gibi ansızın müslümanların üzerine ateş açmaya başladılar. Bu hengamede her çeşit silahı kullanan Suudlular birkaç müslüman kadınla yaşlı hacıları pala, bıçak, zincir, sopa, jop vb silahlarla öldürüp inanılmaz bir vahşet örneği sergilediler. Karıncayı bile incitmenin haram olduğu bu mukaddes beldede hem de... Bu inanılmaz katliamda İranlı, Lübnanlı, Filistinli, Pakistanlı, Iraklı ve diğer ülkelerden hacca gelen 400'e yakın müslüman şehid oldu, 5000'den fazla müslüman yaralandı ve çok sayıda müslüman da hiçbir suç işlemediği halde tutuklandı. Şehid ve yaralıların çoğunluğunu, olay mahallesinden kaçabilecek gücü olmayan yaşlılarla kadınlar ve çocuklar teşkil ediyordu.
Bu müslümanların yegane suçu, Rablerinin çağrısına lebbeyk diye koşmak ve tekbirler getirerek çağın müşrik ve kafirlerini kınayıp teberride bulunmuş olmalarıydı: Kan dökülmesinin haram olduğu aylardan birinde, Beytullah'il Haram mıntıkasında ve Cuma günü... Bu barbarca küstahlık karşısında hiçbir girişimde bulunamamak ve islam ümmetinin maslahatı ve o günlerde islam dünyasının içinde bulunduğu şartlar nedeniyle bu inanılmaz zulme gereken cevabı verememek İmam'ı fevkalade üzmüş, bu üzüntü ve hışmı ömrünün son günlerine kadar konuşma ve mesajlarında kendisini belli etmiştir.
Daha önce de belirttiğimiz nedenler ve şartlar gereğince bu vak'adan bir yıl sonra İran İslam Cumhuriyeti'yle Irak, 598 no'lu bildiriyi kabul etmiş, böylece İran'a zorla yüklenen tahmilî savaş son bulmuştu. Müslüman İran halkının bu 8 yıllık mukaddes müdafaa boyunca gösterdiği fedakarlık ve islam savaşçılarının sergilediği kahramanlıklar ve düşmanın bu savaşı çıkarma nedeni olan gaye ve emellerinden hiçbirini gerçekleştirme başarısını gösterememiş olması ve işgal ettiği topraklardan çıkarılarak tamamen eşitsiz bir savaşla kendi sınırlarına kadar geri püskürtülmesi ve islam ordusunun zafer kazanarak bu savaşa son vermesi sevindirici bir hadiseydi; ama bu savaşın bitiminden önce vuku bulan facilar ve bu cümleden olmak üzere mazlum Halepçe halkının Irak tarafından kimyasal bombalarla katledilip binlerce masum kadınla çocuğun kendi hükumeti tarafından barbarca öldürülmesi ve yine Baasçı güçlerin İran'ın nice sivil yerleşim merkezlerini bombalaması sonucu binlerce masum insanın hayatını yitirmesi, Saddam'ın yardımına koşması amacıyla bölgedeki sözde müslüman ülkelerin uzlaşması iktidarlarının Amerika'yla Avrupa'ya yeşil ışık yakarak Fars Körfezi'nin ABD ve Avrupa savaş filolarıyla dolmasına neden olması ve nihayet İran yolcu taşıma uçağının Amerikan savaş gemisi tarafından düşürülerek Fars körfezi'nin masum insanların kanına boyanması gibi dayanılmaz hadiseler, gayret ve izzet sahibi her müslümanın kalbini cenderede sıkacak kadar büyük acılardı; bütün varlığını islam ümmetinin salahına adamış ve müslümanların tekrar geçmişteki onur ve izzetlerine kavuşabilmesi için hayatını ortaya koymuş bulunan İmam Humeyni gibi bir evliyanın bu hadiseler karşısında acı duymaması elbette ki mümkün değildi.
Müslüman milletlerin islama duydukları sevgiye rağmen, başlarındaki uzlaşmacı iktidarların islamın yeminli düşmanı olan ülkelerle işbirliği yapıp saldırgandan yana tavır koyduklarını görmek İmam'ı fevkalade üzüyordu. Üstelik o, bütün bu ihanetlerin getireceği acı akibeti önceden görmekteydi; nitekim islam nizamının karşısına dikilip saldırgan Baasçılara destek vermenin hiçbir olumlu sonuç getirmeyeceği gibi, yakın bir gelecekte bu küllenen ateşin bizzat kendilerini yakacağı yolunda sözkonusu ülkeleri defalarca uyarmıştı. İmam'ın bu şaşırtıcı basireti ve isabetli tahminlerinin en bariz örneklerinden biri, henüz Saddam Küveyt'e saldırmadan 8 yıl önce çarpar. Aynı yıl Sahife-i Nur külliyatında (c:16 s:150) basılan bu konuşma metninde İmam Humeyni -ks- Saddam'ı himaye eden arap ülkelerine hitaben şöyle diyordu: "Bölgedeki devletler dikkat etsinler şuna: Amerika veya bir başka blok için kendilerini uçuruma atmaları isteniyor onlardan... "Sizler süper güçlerin oyuncağı haline getirilmişsiniz" diye defalarca uyarmışızdır kendilerini... Şunu biliniz ki Saddam, kurtulur da yeniden gücünü elde edecek olursa gelip size teşekkür edecek ve sizin gibilere kadirşinaslıkta bulunacak biri değildir asla. O, kendisini dev aynasında görmekte ve cinnet geçirmektedir şimdi; kendisine yardımcı olan sizlere saldıracak, sizinle de savaşacaktır o!.." Aynı konuşmadan bir yıl önce de İmam Humeyni -ks- bu görüşünü dile getirmiş ve hş.11.9.1360 tarihli bir konuşmasında şu uyarıda bulunmuştu: "Bölge hükumetlerinin tamamına nasihatte bulunuyorum: Saddam'ı desteklemekten vazgeçin ve Allah Tebarek ve Tealâ'nın sizlere gazab edeceği o günden korkun!" Bu ihtar ve nasihat karşısında bugün hayretlere kapılmamak elde değildir; zira Allah'ın bu has evliyasının vefatından çok kısa bir süre sonra bu olay vuku bulacak ve saldırgan Saddam'ı barışçı, saldırıya uğrayan İran'ı ise savaş yanlısı olmakla suçlayan bölge ülkeleri bizzat Saddam'ın saldırısına maruz kalacaklardı!.. Arada sadece şu fark vardı: İslami İran'ın tam tersine, bu ülkeler Saddam'ın elinden Saddam'ın efendilerine sığınmış ve bu savaşları çıkarıp Saddam'ı kışkırtan şeytanlardan medet ummuşlardı yine!
Siyonist İsrail'in Filistin'i işgal ettikten sonra Güney Lübnan'a da saldırmaya başlaması ve sözde islam ülkelerinin İsrail'e karşı hiçbir tepki göstermemesi ve bundan cüret alan siyonist İsrail'in Filistinli inkılâbi gençleri acımasızca işkenceler altında öldürmesi ve daha da kötüsü, arapların Kudüs'ü kurtaracakları yerde işgalci İsrail'le uzlaşmaya başlaması "Cemaran Evliyası"nın iman dolu kalbini cendereye alan acılardı... O, siyonist İsrail tarafından işgal edilen islam topraklarının kurtarılması için daha ilk günlerde İsrail'le onun asıl hâmisi Amerika'ya karşı itiraz edip haykırmış ve bu yüzden ülkesinden uzaklaştırılarak tam 14 yıl sürgüne gönderilmiş, islam inkılabının zaferinden sonra da bütün maddi ve manevi imkanlarını bu gaye için seferber etmekten geri durmamıştı. Ve şimdi; bütün islam dünyasında olduğu gibi Filistinli gençlerde de başlayan islami uyanış hareketlerinin mevcut şartları hızla değiştirerek dengeyi ABD ve İsrail aleyhine bozmaya başladığı bir sırada islam ülkelerinin başındakilerle Filistin teşkilatlarının yöneticileri İsrail'le uzlaşıp kendilerini ona teslim edecek olan "Barış Süreci"ne giriyor ve İsrail'e teslim olmak için gerekli anlaşmaları imzalamaya hazırlanıyorlardı! (foto-solda s:168) İmam'ın ömrünün son yıllarında vuku bulan bu olaylar onu derinden etkilemekte ve gece namazlarındaki dua ve yakarışlarının çoğu, bu sorumsuzlukları Rabbine şikayet edip ahvalin ve bu ahvale sebebiyet verenlerin ıslahı için duayla geçmekteydi.
İran dahilinde de benzeri hadiseler vuku bulmadaydı ki bunların en başta geleni hş.8.1.1368'de rehber vekilinin görevinden uzaklaştırılmasıyla sonuçlanan şartlar ve gelişmelerdi. İran İslam Cumhuriyeti anayasasına bizzat İmam Humeyni'nin önerisiyle getirilip onaylanan çok önemli maddelerden biri de, islam nizamını idare salahiyetini belirleme ve bu salahiyete haiz rehberi tayin amacıyla bir "Uzmanlar Meclisi" kurulmasıdır. Bu uzmanlar, gerekli şartlara haiz seçkin fakihlerle müçtehidlerden müteşekkil olup bizzat halk tarafından seçilmektedirler ki böylece halk, islam nizamının kaderini belirleyecek en önemli mesele olan rehberliğin tespit ve tayinine doğrudan doğruya müdahele etmekte ve bu makamı belirleyecek ve gerekli denetimi yapacak uzmanları bizzat seçmektedir.
İlk Uzmanlar Meclisi hş. Tir-1362'de yaptığı bir oturumda Ayetullah Muntazari'yi rehber vekili olarak seçti. Muntazari, İmam'ın seçkin öğrencilerindendi ve 15 Hordad kıyamıyla ondan sonraki gelişmelerde fiilen mücadeleye katılmış ve bu nedenle de Ayetullah Talagani ve diğer inkılâbî alimler gibi o da uzun süre şah rejiminin hapislerinde yatmıştı.
İmam'ın ona yazdığı son mektup, onun istifasının kabulü ve rehber vekilliğinden uzaklaştırılmasıyla sonuçlanacak gelişmelerin habercisiydi; İmam -ks- bu mektubunda, Muntazari beyin islam nizamının gelecekteki rehberi olarak seçilmesine kendisinin daha ilk baştan beri karşı olduğunu ve onu, bu ağır, tehlikeli ve çetin sorumluluğun yükünü kaldırabilecek güç ve tahammüle sahip biri olarak görmediğini belirtiyordu (93).
İmam, bu mektubunda Uzmanlar Meclisi'nin onu seçtiği sırada kendisinin meseleye müdahele etmemesinin nedenini açıklıyor ve "Uzmanlar Meclisi'nin yetkilerine müdahelede bulunmak istemediği"ni hatırlatıyordu. Evet, İmam'ı yakından tanıyanlar, onun ahdine ve islam nizamının kanunlarına bağlılık konusunda ne kadar ciddi ve samimi olduğunu bilirler. İslam nizamı mesulleri ve müslüman İran halkının kendisini can-u gönülden sevmesine ve görüşüne öncelik verileceğini bilmesine rağmen İmam -ks- bunca önemli bir konuda bile kanunu çiğnememiş ve meclisi etkileme yoluna gitmemişti.
Aynı mektupta İmam Humeyni -ks- kendisinin ona ilgi duyduğunu ve bu nedenle de geçmişteki hatalarını tekrarlamamasını ve evini dürüst olmayan kimselerle islam nizamına muhalif unsurların uğrak yeri haline getirmemesini salık verdiğini vurguluyor, böylece halkın, medrese çevresinin ve nizamın onun fıkhî görüşlerinden faydalanabilmesinin mümkün olabileceğini hatırlatıyordu.
Bu arada şu noktayı bilhassa hatırlatmakta fayda vadır: İmam Humeyni -ks- Uzmanlar Meclisi'nin Ayetullah Muntazari'yi rehber vekili olarak seçmesi üzerine bu görüşe katılmadığını açıklamamakla kalmamış, onun zaaflarını gidermesi ve hatalarını düzeltmesi için de müşfik bir baba gibi elinden gelen hiçbir yardımı esirgemeyip gelecekte islam nizamının rehberliği gibi ağır bir vazifeyi üstlenebilmesi için onu hazırlamaya da başlamış; hatta bu gayeyle birçok önemli ve stratejik işi de onun insiyatifine bırakmıştı. Ne var ki "böylesine ağır bir vazifeyi kaldırabilecek güç ve takatten yoksun olduğu" gerçeği daha ilk günlerde kendisini göstermeye başlamıştı. Büro olarak da kullandığı evi, dürüst ve sağlam olmayan insanların uğrak yeri haline geliyordu; karanlık emeller taşıyan bazı odaklar kolaylıkla oraya sızmayı başarmışlardı. Nitekim televizyonda yayınlanan itiraflarında geçmişlerinin ne kadar karanlık olduğu ve ne gibi çirkin emeller taşıdıkları herkesçe görülmüştü. Bu çirkin emelleri taşıyanlar, Ayetullah Muntazari'nin sözkonusu zaafını kullanarak İmam'ın müşfik öğütlerine kulak verilmesini engellediler ve eski gidişatlarında da hiçbir değişikliğe gerek duymadılar. İmam Humeyni -ks- yazılı mesajlar ve ikili görüşmelerde ve unsurlarla irtibatın kesilmesi gerektiğini ve nizamın samimi yetkilileriyle meşverette bulunulmasının faydalı olacağını defalarca hatırlatmış, müşfikçe uyarılarını sürekli tekrarlamıştı.
İslami İran tarihinin bu olayına dair kritik noktaları kavrayıp bu olayın İmam'ı ne kadar üzmüş olduğunu anlayabilmek ve İmam'ın islam nizamının maslahatı için özel ve duygusal ilişkilerini nasıl kolayca bir kenara bırakabildiğini görebilmek için onun hş. 21 Ferverdin 1368'de İslamî Şûrâ Meclisi'ne yazmış olduğu resmi mektubun şu cümlelerine dikkat etmek yeterli olacaktır: "Muntazari Bey meselesini gereğince bilmediğinizi ve hadisenin aslından haberiniz olmadığını duydum. Şu kadarını bilmeniz yeter: Meselenin bugünkü boyutlara ulaşmaması için şu ihtiyar babanız iki yıldır bildiri ve mesajlarla elinden geleni yaptı ama ne yazık ki başarılı olamadı"...(94) "... Diğer taraftan, şer'i vazifesi gereği, islam nizamının muhafazası için gerekli kararın alınması gerekiyordu, binaenaleyh onun elinden içim kan ağlayarak hayatımın mahsulünü islam ve nizamın maslahatı için berkenar ettim!"(95)
Böylece islam nizamının geleceğiyle ilgili son derece tedirginlik verip kaygı uyandıran meselelerden biri daha, rahmetli İmam'ın güçlü insiyatifiyle halledilmiş oluyordu ki, ondan başkasının uhdesinden gelemeyeceği kadar zor ve çetrefilli bir problemdi bu. İmam Humeyni -ks- bu prensibini daha önce de defalarca tekrarlamış ve şöyle demişti:"İnkılab, hiçbir gruba borçlu değildir", "Defalarca açıkladım bunu, ben kimseyle "herşeye rağmen" denilebilecek bir dostluk ahdinde bulunmuş değilim" "Benim dotluğum, muhatabımın yolunun doğruluğuyla orantılıdır." Yine İmam -ks- dînî ilmiye medreselerine gönderdiği meşhur mesajında şöyle diyordu: "Allah da bilir ki kendi şahsım için zerrece özel bir hak ve ayrıcalık veya dokunulmazlık istemiyorum ben... Eğer bir hata işlersem ben de hesap vermeye hazırım..."(96)
Daha önce de belirttiğimiz gibi İmam'ın -ks- ömrünün son dönemlerindeki konuşma ve mesajlarıyla, daha önceki konuşma ve mesajları pek farklıdır; onun son dönemlerindeki bütün konuşma ve mesajları kendisinden sonraki zaman dilimlerine de önem verdiğini ve zamanın o dönemleri için de sorumluluk hissettiğini göstermektedir. İmam'ın -ks- daha önceki konuşma ve mesajları genellikle islami İran milleti ve yöneticilerine yol gösterme ve İran'ın iç meseleleriyle islam dünyasının problemleri çevresinde şekillenirken son dönemlerdeki mesaj ve konuşmalarında daha ziyade geçmişle şimdiki zamanın birlikte bir değerlendirmesini yapıp bunun ışığında geleceğin panoramasını çizmekte ve gelecekteki sorumluluklar karşısında bütün müslümanların vazifelerinin ne olduğu ve nasıl davranılması gerektiğini hatırlatmaktadır. Başka bir deyişle Allah'ın bu has evliyası, ebedî dosta kavuşma vaktinin gelip çattığını hissetmekteydi. Bu nedenle de onun islâmî hareketinin temellerini oluşturan değer, ülkü ve gayeleri son bir kez daha önemle hatırlatıyor, İran İslam Cumhuriyeti nizamıyla cihanşumül islam inkılabının birincilleriyle vazgeçilmez prensip, gaye ve ilkelerini tekrar vurgulamayı gerekli görüyordu.
İmam Humeyni -ks- bu değerlendirmelerinde İran'ın iç yapısı ve dünya sathındaki son yapılanma şekillenmeleri ele almakta, çağdaş dünyaya egemen güçlerin durum, yapı ve geleceklerini incelemekte, gelecek nesillere fevkalâde yardımcı olarak ne yapılması gerektiğini öğretmekte ve artık kendisinin aralarında bulunmayacağı yarınlarda her kesim ve sınıfa düşen vazifelerin ne olduğunu açıklamaktadır.
İmam Humeyni -ks- vefatından yıllar önce, hş. 26 Behmen 1361'de (1983'te) yazmış olduğu tafsilatlı siyasi-ilahi vasiyetnamesini bu gayeyle hazırlamıştır işte. Bugüne değin çeşitli dillere çevrilip basılmış bulunan bu muazzam vasiyetname (97) İmam'ın ölümsüz mesajını, onun inanç, ülkü ve ideallerini ihtiva etmekte ve onun çizgisine inananlara tavsiye ve öğütlerini iletmektedir. Böylesine geniş ve teferruatlı olup bütün meseleler karşısında duyarlı, islam dünyası ve her kesime ait müslümanların tamamına hitab edip herkes için gerekli tavsiye ve öğütleri kapsayan bir vasiyetname islam alemi fakihleri ve müçtehidlerinin tarihinde gerçekten eşsiz ve benzersizdir. İmam'ın mesuliyet bilinci ve sorumluluk sahasının şaşırtıcı ufuklarını göstermesi açısından bu vaziyetname bir belgeseldir de aynı zamanda. (foto: s:172)
İmam Humeyni'nin -ks- son mesaj ve öğütleri bu vasiyetnamede belirttiği değerler ve değindiği siyasi, ahlaki ve sosyal prensiplerdir aslında. Bu son mesajların başlıca önemli boyutlarından biri de, İmam'ın müslümanların dikkatini islam konusunda iki zıt algı ve değerlendirmeye çekmiş olmasıdır. İmam, ister islam ister diğer ilahi dinler olsun; bütün dinlerin ilk dönemlerden günümüze kadar daima iki farklı ve zıt çehreyle insanlara takdim edilmiş olduğu inancındaydı ki sayısız tarihi belgeler, onun bu tespitinde ne kadar haklı olduğunu gösteriyordu: Bir yanda dinadamı kılığına bürünmüş sahtekarların takdim ve tavsiye ettiği ve egemen zalim güçlerle sömürü zihniyetli iktidarların tahrif edip saptırdığı bir din ve islam; diğer yanda da bu sahte islamın karşısında yeralan ve tarih boyunca mücahitlerin kanıyla ayakta durup gerçek evliya ve alimlerin yorulmak bilmez samimi çalışmalarıyla her nevi sapma, tahrif ve hurafeden uzak tutularak korunan gerçek din ve gerçek islam vardır. İslam toplumunu harekete geçirme konusunda İmam'ın -ks- gösterdiği başarının bir sırrı da bu zıtlaşmaya sürekli değinmesi ve bu iki zıt ekolün özellik ve neticelerini doğru ölçülerle değerlendirebilmiş olmasıdır.
İmam Humeyni -ks- bu tarihi hakikatin gereğince bilinip anlaşılmamasının islam ülkelerine sömürünün sızmasına yol açtığını ve müslümanların kendi kimlikleriyle parlak kültür, geçmiş ve medeniyetlerinden uzak düşmesine neden olduğu inancındadır; bu da müslümanların bugünkü üzücü konuma düşmesiyle sonuçlanmış ve geçmişte sloganı "İslam yükselecek ve galip olacaktır, hiçbirşey ona üst gelemez, hiçbirşey islamdan daha üstün olamaz" olan (98) ve "Allah Teala, kafirlerin müminlere üst gelmesi için hiçbir yol yordam göstermiş değildir" (99) buyruğunu şiar edinmiş insanların torunları bugün kendi ülkelerinin toprak bütünlüğünün korunmasını bile kafirlerle müşriklerden umacak ve kendi düşmanından merhamet dilenecek hale düşmüştür.
İmam Humeyni bu çağda islama getirilen iki yorum ve iki zıt değerlendirmeyi "Amerikancı islam" ve "Muhammedî öz islam" şeklinde isimlendirmektedir. Kur'an ve hz. Resulullah'ın -sav- sosyal ve siyasi sorumluluklara dair buyruklarının görmezden gelindiği ve iyiliği emredip kötülüğü engelleme, cihad, islamî adalet, sosyal ve ekonomik ilkeleri belirleyen hükümlerin kulak ardı edilip müslümanların kendi kaderlerini belirlemelerine izin verilmediği ve "dinle siyaset birbirinden ayrıdır" yalanıyla dini salt birtakım ahlâki ve manevi şeylerden ibaret gibi gösterip bunları da gerçek anlam, felsefe ve özlerinden soyutlayarak takdim etmek şeklinde anlaşıldığı bir islam, ancak islam düşmanlarının işine yarayan özü ve ruhu dumura uğratılmış bulunan ve onların ekmeğine yağ süren "Amerikancı islam"dır ki Amerika'yla kuklalarının yozlaştırarak takdim ettiği islamdır bu.
Rahmetli İmam'ın -ks- bu düşünceleri, islam ülkelerinin bugünkü halini gösteren birçok tarihi ve sosyal gerçekler ve acı belgelerle ispatlanmış hakikatlerdi. İmam'a göre çağdaş sömürü düzeni bütün başarısını, geçmişteki sömürü çalışmalarına borçluydu. Geçmişte islam ülkelerine gönderdikleri hırıstiyan ve yahudi musyonerler vasıtasıyla islamı değiştiremeyen veya müslümanları dinlerinden çıkarmaya muvaffak olamayan sömürü odakları bu tecrübeyi tekrarlamayarak; islamı özünden ve ruhundan soyutlama yöntemini tercih ettiler ve yüce islamı, ruhsuz ve aktivitesiz bir dine dönüştürmüş oldular. Böylece islamı kendi içinden kurt gibi kemirerek koflaştıran bu ihanet girişimlerinin acı neticesi bugün açıkça gözler önündedir: Bugün islam ülkelerinin çoğunun kanun ve hukuk düzenlemeleri, yargı ve adalet sistemleri batının materyalist ve laik ilkelerinden iktibas edilmiş olup vahy ve bi'set esaslarına dayalı bulunmayan prensiplerden kaynaklanmaktadır. Amerikancı islam, batının herze ve laubali kültürünün olanca ahlaksızlıklarıyla islam toplumlarına sızmasına izin vermekte, müslüman neslin özünü ve kimliği için ciddi tehdidler oluşturmaktadır. Yine bu Amerikan islamıdır ki göbeğinden ecnebilere bağlı bulunan hükumetlerin işbaşına gelmesini sağlamakta ve bazen islam, bazen laiklik, bazen de demokrasi ve hümanizm gibi isimler altında müslüman halkın karşısına dikilmekte, ezanı yasaklamakta, okulları kapatmakta, başörtüsüne müdahele etmekte, müslümanların dinî inanç ve mukaddesatlarına saldırma cür'eti göstermekte, hatta bunlarla da yetinmeyerek islamın yeminli düşmanları olan Amerika ve İsrail'le de her çeşit anlaşma yapıp müslüman halk adına her çeşit ihanet ve satılmışlığa imza atabilmektedirler.
İmam Humeyni -ks- son mesajlarında bu noktaya çok sarih bir şekilde değinmekte ve insanoğlunun mevcut çıkmazlardan kurtulabilmesinin tek yolunun din çağına dönmek ve dine gönülden inanmak olduğunu vurgulayarak müslüman ülkelerin hal-i hazırdaki esef verici durumlarından kurtulabilmelerinin yegane yolunun kendi öz benliklerini bulup Muhammedî öz islam etrafında kenetlenmek ve şirk dünyasından kimliğini bulmak olduğunu hatırlatmaktaydı.
İmam Humeyni'nin -ks- İnanç, İdeal Ve Hedefleri Nelerdi?
İmam Humeyni'nin -ks- siyasi hayatını incelediğimiz bu özet eserin sonlarına yaklaşırken, tarihe şerefle imzasını atmış bulunan bu nadide mümin ve hak evliyaullahın inanç ideal ve hedeflerine de kısaca gözatmakta fayda vardır (100) Böylesine nadide bir kişiliğin inanç ve ideallerini etraflıca inceleyebilmek için en azından onun pratik hayatı ve bütün konuşmalarıyla yazılı ve basılı eserlerini mütalaa etmek gerekiyorsa da biz bu özet eserde İmam'ın bu boyutlarına da kısaca değinmeye çalışacağız.

İmam Humeyni -ks- hayatını Yüce Rabbinin rızasına adamış bir mümindi; onun yaşam, inanç ve düşüncesine şekil veren etkenler Kur'an ve Resulullah'ın -sav- sünnetiyle, bu sünneti en mükemmel ve bozulmamış öz haliyle yaşatabilen Eh-i Beyt-i Resulullah'ın -sav- yolu-yordamıydı. İmam Humeyni -ks- hangi ırk, mezhep ve düşünceye sahip olursa olsun, Allah ve Resulü'ne inanıp Ka'be'yi kıble olarak bilen bütün müslümanların samimiyetle elele verip birlik ve vahdet içinde olmaları gerektiği inancındaydı; bütün müslümanlar elele verip kenetlenmeli ve islam düşmanı sömürü güçlerinin karşısına dikilmeliydi. İmam'ın konuşma, yazı ve mesajlarının önemli bir bölümü, dünya müslümanlarını vahdet, birlik ve beraberliğe çağıran mazmunlar oluşturur.
İmam Humeyni -ks- müslümanlar arasında ihtilaf yaratıp saflarının gevşemesine neden ve sömürücülerin ekmeğine yağ sürecek olan hiçbir girişimi câiz bulmuyordu. Kendisine has muazzam fetvaları, hz. Resulullah'ın -sav- doğum günü münasebetiyle vahdet haftası ilanında bulunup ard arda mesajlar yayınlayarak şîasıyla, sünnisiyle tüm müslümanları birleşmeye çağırması ve sünni - şii birliğinin pratik imkanlarını bilfiil öğretmesi, bütün hayatı boyunca sünni-şii ayrılığını körükleyen girişimlerin karşısına dikilmesi onu tüm dünya müslümanlarının sevgilisi haline getirmişti.
Eşi ve ortağı bulunmayan biricik Yaratıcı'ya -cc- inanmak, hz. Muhammed'in -sav- son peygamber olduğuna ve Kur'an-ı Mecid'in insanlığa ebediyen yol gösterebilecek hidayet kitabı ve kanunlar bütünü olarak indiğine iman etmek ve islam dininin namaz, oruç, hacc, zekat ve cihad gibi vazgeçilmez hükümlerine iman ve amelde bulunmak, islam düşmanları karşısında bütün müslümanların birleşip kenetlenmesini sağlamaya yetecek eksenler ve müştereklerdi.
İmam Humeyni'nin -ks- ıslahçı kıyam ve mesajları sadece İran'a veya diğer islam ülkelerine yönelik değildi. O, bütün insanların yaradılış ve fıtratının tevhid, şeref, hayra ve hakikate yönelme ve adalet arama gibi insânî prensiplerle yoğrulmuş olduğunu bildiğinden, kitlelerin bilinçlendirilmesi ve bireylerin kendi kötü nefislerinin şeytanıyla dış çevrenin şeytanîliklerine karşı durabilmeyi becermesi halinde bütün insanların Allah'a inanma ve gerçek ilahi adaletin gölgesinde yaşama yolunu tercih edeceklerine inanmadaydı. Bu nedenle de İmam Humeyni -ks- yayınladığı mesajların çoğunda, esaret halinde bulunan 3. dünya ülkeleriyle dünya mustaz'aflarını müstekbirler ve sultacı egemenlere karşı başkaldırıp kıyama davet eder. Nitekim İran'da islam inkılabının zafer kazandığı ilk günlerden itibaren İmam bu görüşünü yüksek sesle açıklamakta ve "dünya mustazaflar partisi"nin bir an önce kurulması gerektiğini vurgulayarak bu görüşü can-u gönülden savunmaktaydı. Nitekim "dünya kurtuluş ve bağımsızlık hareketleri"nin ilk uluslararası oturumu, İmam'ın -ks- insiyatifiyle ve onun zamanında islami İran'da gerçekleşecekti.
İmam Humeyni -ks- islam inkılabının Amerika, batı ve eski Sovyetler'in başındaki sultacı ve zorba iktidarlarla bu müstekbir egemenlere düşman olduğunu ama bu ülkelerdeki zulüm sistemlerinin pençesinde kıvranan millet ve halklarla hiçbir alıp-veremediğinin bulunmadığını, çünkü bizzat o milletlerin de başlarındaki mezkur sultacı yönetimlerin kurbanları olduklarını vurguluyordu daima. İmam Humeyni'nin -ks- birinci slogani "Zalimle savaşmak ve mazluma yardımcı olmak"tı: "Biz, ne kimseye zulmeder, ne de kimsenin zulmüne boyun eğeriz!"(101).
Alıntı ile Cevapla
Alt 02 Eylül 2008, 11:29   Mesaj No:26
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Ayetullah'il Uzma İmam Humeyni'nin (ra) Hayatı ve Yaptıkları

İmam Humeyni'nin inanç, akide ve ideallerinin neler olduğu ve onun hangi temel kaynaklardan beslendiğini çok net olarak ortaya koyan en bariz belge, kendisine "inancı"nı soran Londra -Tımes muhabirine verdiği şu cevaptır:
"Benim ve bütün müslümanların inancı; Kur'an-ı Kerim'de belirtilmiş bulunan ve Allah'ın hak Resulü'yle -sav- yine onun belirtmiş olduğu hak imamlardan bize ulaşan buyruk ve prensiplerdir ki bütün bu buyruk ve prensiplerin temeli olup bizim inancımızın da ana kaynağını teşkil eden eksen "tevhid" esasıdır. (foto-inan s:176) Bu itikad gereğince biz inanırız ki tüm kainat ve varlık aleminin ve bu cümleden olmak üzere de insanoğlunun yaratıcısı ancak ve ancak Allah Tealâ hazretleridir; O'nun mukaddes zâtı herşeyi bilir ve herşeyden haberdardır, herşeye muktedirdir ve herşeyin sahibi ve mâlikidir. Bu temel esas ilke bize şunu öğretmektedir: İnsanoğlu sadece Hak Teala'nın mukaddes zâtı karşısında eğilmeli; kendisine itaat etmenin Allah'a itaat etmekle eşanlamlı olduğu kimseler dışında hiçkimseye itaat etmemeli, eğilmemelidir. Yine bu esas gereğince hiçkimse, başkalarını kendisine eğilmeye ve ona itaatte bulunmaya zorlama hakkına sahib değildir. Bu akidevi inancımız, bize, insan hak ve hürriyeti inancını öğretmektedir: Hiç kimse bir insanı, bir toplumu veya bir milleti hürriyetten mahrum edemez, onun için kanun-kural koyamaz, son derece kısıtlı ve yetersiz olan kendi beşerî aklıyla ve kendi emel ve isteklerine binâen birey ve toplumların davranış ve ilişkilerine müdahele edemez, bu cihette kanun, kural ve prensip tayin edemez. Bu vazgeçilmez esasın bize öğrettiği hakikat şudur: İnsanoğlunun ilerleyebilmesini temin edebilecek "tek kanun koyucu" Allah Tealâ'dır, kanun koyma yetkisi sadece Allah'ındır; nitekim tüm yaradılış düzenini var ettiği gibi bu düzenle ilgili tüm kanun, kural ve kaideleri belirlemiş olan da O'nun bizzat Kendisi'dir. Birey ve toplumun saadet, kalkınma ve kemali, Allah'ın belirlediği kural ve kaidelere itaatle mümkündür ancak; bu kural, kaide ve hükümler yine O'nun upeygamberleri -s- tarafından insanlara bildirilip öğretilmiş, iblağ edilmiştir. İnsanoğlunun izmihlal ve düşüşünün yegane nedeni hürriyetini kaybetmesi, diğer insanlar karşısında teslim olması ve "kula kulluk etmesi"dir. Bu nedenledir ki insan bu tür esaret zincirlerini kırıp parçalamalı ve kendisini esarete davet edenler karşısında ayaklanıp kıyam etmeli, kendisini ve içinde yaşadığı toplumu esaretten kurtarmalıdır, böylece herkes sadece Allah'a kulluk edecek ve sadece O'nun karşısında teslimiyet gösterecektir. Biz müslümanların sosyal ilke ve kurallarımızın ilkinin, sömürü ve zorbalığa karşı koymak olması bundandır; yine tevhîdî inanç ve akîdemizden hareketle, bütün insanların Allah Tealâ indinde bir ve eşit olduğuna inanırız: O, herkesin yaratıcısıdır ve herkes O'nun kulu, O'nun yarattığı bir varlıktır. İnsanların bir ve eşit olduğu aslına binaen yegane üstünlük ve ayrıcalık ölçüsünün "takva, dürüstlük, günah ve hatadan uzak durma" olduğuna inanırız. Bu nedenle de toplumda fertlerin bir ve eşit olduğu esasını bozan ve hiçbir hakikat ve insânî değere dayalı bulunmayan boş ve kof ayrıcalıklara yolaçan herşeye karşı mücadele etmek gerekir..."(102)
Bir başka yerde de şöyle diyordu: "İslamda ölçü ve kıstas şahsîlikler değil, Allah'ın rızasıdır. Biz şahıslar ve şahsiyetleri hak ölçüsüyle ölçeriz; hakkı şahıs ve şahsiyetlerle değil!"(103) İmam Humeyni -ks- insanların yaradılışının "mutlak kemale aşk besleme"yle yoğrulduğunu, "mutlak kemal"in ise Hak Teala'dan başka şey olmadığını, bütün güç ve kemallerin O'ndan kaynaklandığını savunmaktaydı; nitekim kendisini izleyenlere daima şu nasihatte bulunurdu: "Bütün kâinat, Allah Tealâ'nın huzurudur; sakın O'nun huzurunda günah işlemeyin!"(104) ve: "Allah'tan başka kimseden korkmayın; Allah'tan başka kimseye ümit beslemeyin!"(105).
İmam Humeyni -ks- peygamberlerin insanları Allah'ı tanıma ve O'na yönelmeye sevketmek, insanoğlundaki "mükemmeli arayış ve kemale yöneliş" potansiyelini fiiliyata geçirmek, zulüm ve kötülükleri reddedip toplumu ıslah etmek, hak ve adaleti hakim kılmak amacıyla gönderilmiş olduklarına inanmakta ve şöyle demekteydi: "Peygamberlerin gönderiliş nedeni insanların ahlakını, insanların öz benliğini, insanların ruhunu, insanların cismini, velhasıl bütün bunları zulmetlerden kurtarmaktır; zulmeti tamamen ortadan kaldırıp onun yerine nuru ikame etmektir"(106) İmam Humeyni'nin -ks- sıkça tekrarladığı bir inançtı bu: "Hak Tealâ'dan başka nur yoktur, O'ndan gayrısı hep zulmettir"(107)
İmam Humeyni -ks- islamın Allah'ın indirdiği son din ve insanların hidayeti için en mükemmel ve en kapsamlı okul olduğuna inanır ve "İslam, medeniyetin en zirve noktasıdır" derdi. "İslam hukuku ileri, mükemmel ve kapsamlı bir hukuktur"(108) "İslamda bir tek kanun vardır, o da, Allah'ın kanunudur"(109) İslamın siyaset ve ibadet dini olduğunu vurgular ve "İslam, yeryüzünde büyük medeniyetin temelini atan dindir"der(110) ve kendisini izleyenlere daima şu öğütte bulunurdu: "Mukaddes Kur'an ve kurtarıcı din olan yüce islamı, insan düşüncesinin ürünü olan yanlış ve saptırıcı okullarla karıştırmayasınız sakın!"!(111)
"Müslümanların en büyük meselesi Kur'an-ı Kerim'i bir kenara bırakıp başkalarının emri altına girmiş bulunmalarıdır"(112)
"Hz. Resulullah'ın -sav- getirdiği dinin gerçek devamı ve bozulmamış hali olan inkılâbî şiilik okulu da bizzat şiaların kendisi gibi, zorbalarla sömürücülerin nâmertçe saldırılarına maruz kalmıştır daima."(113)
İmam Humeyni -ks- başlattığı hareket ve kıyamın nedenini açıklarken "bütün gayemiz islamdır bizim" demekte (114) ve İran'da gerçekleşen islam inkılabını, "yüce islam dinini yozlaştırıp bozmak isteyen zorba zalimlerin pençesinden bu dini kurtarabilmek amacıyla İmam Hüseyin'in -s- gerçekleştirdiği şanlı Âşurâ Kıyamı'nın bir şua ve yansıması" şeklinde tanımlamaktadır.
"İslam belli bir millete mahsus olarak gelmiş değildir, islamın türkü, farsı, arabı, acemi yoktur; islam herkesindir; islam nizamında milliyet, ırk, renk, kavim, kabile ve dilin değeri yoktur."(115) "Herkes birdir herkes kardeştir; sadece ve sadece takva üstünlüğü vardır; iyi ahlâk ve salih amelle üstün olunabilir"(116)
İmam Humeyni Allah yolunda şehid olmayı en büyük saadet, ebedi izzet, evliyaların iftiharı ve zaferin anahtarı olarak bildirdi; şehadet, tutkusu kulun Rabbine olan aşkının tecellisinden başka şey değildi onca. Bu nedenledir ki şehadetin değer ve niteliği konusunda "Şehadetin değerini tabiatın sayfalarında arayan ve onun tanımını şairlerin hamâsi şiirlerinde arayıp onu keşfedebilmek için hayal sanatıyla akıl kitabından medet umanlar ne kadar da yanılmaktalar aslında! Bu muammayı aşktan başka şeyle çözebilmek mümkün değildir asla!" (117) demektedir. (foto s:180) Yine bu mantıkla şöyle demektedir o: "Siz mümin kardeşlerime şunu arzediyorum: Amerika'yla Sovyetlerin câni eliye yok edilip al kanlara boyanmış olarak Rabbimizin huzuruna çıkmamız; doğunun kızıl ordusunun bayrağıyla batının kara bayrağının gölgesinde müreffeh ve lüks bir hayat yaşamamızdan elbette ki daha yeğdir!"(118)
İmam Humeyni -ks- ilâhî bir folozof, rabbani bir ârif, usulden ayrılmayan bir fakih, müslüman halkın taklid mercii bir müçtehid ve aynı zamanda islam inkılabının lideri ve İran İslam Cumhuriyeti nizamının kurucusuydu. Batının felsefe ekollerine âşinaydı, islam mantık ve felsefesinin ister meşşâi, ister ışrâkî ekolü olsun, her iki ekolünü de mükemmel bir şekilde tanıyıp bilmedeydi. İmam'ın felsefi görüşü; yine kendisine has bazı farklılıklar ve ayrıcalıklara sahip olup bir ölçüde büyük islam bilgesi merhum Molla Sadra'nın Şuhudî felsefeyle Işrâkî felsefenin karışımı olan düşünce tarzına yakındı. İmam Humeyni -ks- onbeş yıldan fazla bir süre boyunca yüksek felsefe dersleri hocalığı yapmıştı. İmam'a göre felsefe; varlıklar alemi ve bizzat varlığın hakikatleriyle ilgili merhale ve mertebelerden bir kısmını anlama yolu ve yöntemiydi; bu nedenledir ki onun varlığın hakikatiyle vahdet-i vücud ve bunların mertebe ve merhaleleri konusundaki felsefî bakış ve düşünce tarzı, önemli ölçüde yine onun kendi irfânî okulundan etkilenmiş durumdaydı.
İmam Humeyni'nin -ks- irfanı Kur'an ayetleriyle hadis-i şeriflere ve bu bağlamda din büyüklerinden ulaşan prensiplere dayalı olup yüce islam dininin mutahhar şeriatinin sınır ve prensipleri çerçevesinde seyreden ve bu çerçeveyi asla aşmayan bir irfandı (foto s:181) Allah'ın dinini birtakım zikir ve dualarla sınırlayan ve bireyi her çeşit siyasi ve sosyal sorumluluklardan uzak tutarak bir köşede inzivaya çekilmeye teşvik eden "menfi tasavvufa" şiddetle karşıydı o. İmam Humeyni insanın kendisini tanımasının, Allah'ı tanımanın temeli olduğu inancındaydı; insanlar nefis ve benliklerini ahlaki rezalet ve kötülüklerden temizleyip insânî erdem ve faziletler kazanmalıydılar, zira Hakk'ı tanıyabilmenin kaçınılmaz şartıdır bu. Gerçek marifete ulaşabilme ve yüce manevi mertebeler elde edebilmenin ise Allah'ın peygamberleriyle hüccet ve evliyalarının öğrettiği ve gösterdiği yoldan -şeriatten- başka ikinci bir yolu mevcut değildir. Bu nedenledir ki İmam Humeyni -ks- nurlu şeriat ve yüce islam dininin emirlerinin sınırlarını aşan riyazet ve yöntemleri câiz bulmuyor; olduğundan daha dindar görünmeye çalışmak, mukaddesmeâplığa kalkışmak ve irfân riyakarlığı sergilemek gibi davranışlardan tiksiniyordu.
İmam Humeyni'ye -ks- göre nefs-i emmareyle mücadele demek olan tarikatte yolalma ve cihad-ı ekber'in tehlikelerle dolu yolunda ve asfar-ı erbaayı katetme amacıyla profesyönel sahtekarlarla yalancılardan değil; keramet ve keşfin gerçek ashıbı ve hakiki mürşidinden meded ummak ve "kurtuluş gemisi" olan "velayet-i uzma"ya sarılmak gerekir; bundan başka bir yolla ulaşacak ve ulaşılacak olan herşey sapmadır ve bâtıldır. İmam Humeyni'nin -ks- fevkalâde arınmış olan dupduru nefsi ve kişiliğiyle sahib olduğu ruhi büyüklük, onun bu maneviyat seyr-u sülukundaki yolu kadar başarıyla katetmiş olduğunu göstermekte, bu da onun inandığı yöntemin doğruluğunu ispatlamaktadır. İmam Humeyni -ks- bu yolda öylesine ileri bir manevi makam ve şuhûdî idrake ulaşmış ve Rabbinde öylesine eriyip fâni olmuştu ki, Hallacların "ene'l hak!" iddiası karşısında bile rahatsızlık duymaktaydı. Ama onun bu rahatsızlığının nedeni, irfandan bîhaber safdillerin Hollac'ı teksir etmiş olması nedeniyle değildi asla; bilakis; Hellevler, öerlğk meydanında Hak'tan gayrısını da gördükleri ve dolaylı bir "ben"den bahsettikleri için eleştiriye tâbi tutulmadaydılar İmam Humeyni'nin irfanında. Zira İmam Humeyni'nin irfanında "nur" olan, sadece ve sadece Hak Tealâ hazretleridir ve O'ndan başka herşey "zulmet"tir; zulmet ise nurun yok olduğu şeydir; "yok" olan birşey ise zaten "var" değildir ki "varlık" da olabilsin... Binaenaleyh "varlık" hep Hakk'ın cilvesi, O'nun tecellisidir ve O'ndan başka hiçbir şey yoktur aslında! (foto-imam. s:182)
İmam Humeyni -ks- felsefe, irfan tefsir,ahlâk ve islami kelama mükemmel şekilde vakıf olmasının yanısıra fıkıh ve usulde de nadide ve pek ileri bir müçtehiddi. Otuz yılı aşkın bir süre boyunca yüksek fıkıh ve usul dersleri hocalığı yapmıştır. İmam'ın bizzat kaleme aldığı birçok fıkıh ve usul kitaplarının yanısıra, bu dalda verdiği derslerden öğrencilerinin derlemiş olduğu birçok kitabı da basılıdır şimdi (119) İmamın fıkıh ve usul konusundaki çok meşhur özelliklerinden biri de onun bu iki ilim dalına özel bir önem veriyor olmasıydı. Bir fıkıh hükmü üzerinde çalışır ve ahkâm istinbatıyla uğraşırken felsefe, kelam ve irfânî bakış açılarını bu işten tamamen uzak tutmaya bilhassa özen gösterirdi.İmam Humeyni fıkıh ve usul sahasında inceleme ve çalışmalarda bulunmanın, içtihadın süreğenliliği için gerekli görmedeydi; zaman ve mekan unsurunun içtihadda son derece etkili ve belirleyici bir rol oynadığını ve bu iki unsurun gözardı edilmesinin; günlük olaylar vuku bulan yeni hadiseleri idrak ve gerekli hall yolunu bulma hususlarında yetersizliğe neden olacağına inanıyordu. Ancak, bunu yaparken; fıkıhta inceleme ve yeni araştırmalara girmenin, geleneksel fıkıh ve içtihad yöntemini gevşek hale getirmek olmadığını ve olmaması gerektiğini vurgulamayı da ihmal etmiyordu. Bu nedenledir ki dînî eğitim ve incelemeler yapan medreselere yaptığı tavsiyelerde; mevcut hükümleri kavrama ve gerekli yeni hükümleri keşfetme konusunda geçmişteki değerli ulemanın doğru yöntem ve üsluplarının korunması demek olan geleneksel fıkha uyulmasını önemle salık vermekte, buna uyulmaması halinde büyük bid'at ve tehlikeli sonuçlara ortam hazırlanmış olacağını sürekli hatırlatıyordu(120). Rahmetli İmam Humeyni -ks- dînî ilmiye medreselerinde ıslah ve değişimler olsun derken, bu çerçevelerde yapılacak bir ıslah ve tahavvülden sözetmekteydi, bizzat kendisi bu hususta ilk adımı atanlardan biri olarak ünlüdür bugün. O, inkılabi fetvalar vermek suretiyle müçtehidlerin bakış açılarını değiştirip bu bakışın ufuklarını toplumun hayatî ve temel meselelerine uzanabilecek kadar yaymaları ve fıkhın unutulmaya terkedilmiş boyutlarının yeniden canlanabilmesi için gerekli diriliş ortamını hazırlamış; zaman ve mekanın içtihad üzerindeki etki ve müdahelesinin kaçınılmaz olduğunu bilfiil ispatlamıştı(121)İmam Humeyni -ks- şöyle diyordu: "Gerçek bir müçtehid nazarında devlet ve hükumet, fıkhın tamamının, insanoğlunun hayatının bütün boyutlarındaki felsefesinin pratiği ve hayata geçirilişi demektir. Devlet ve hükumet; hayatın sosyal, siyasi, askerî, kültürel vb. tüm sorunlarına karşı fıkhın pratik çözüm boyutunun göstergesidir. Fıkıh, insanın beşikten mezara kadar idare edilmesinin gerçek ve mükemmel teoriğidir."(122)
İşte bu bakış açısının ışığında İmam Humeyni -ks- "Gaybet döneminde velayet-i fakîh esasına dayalı bir islam devleti kurulması" teorisini gündeme getirip geliştirdi ve bunun gerçekleşmesi için yıllarca mücahedede bulunup çok çetin mücadeleler verdi. Yetki sınırları konusundaki farklı görüşler bir tarafa bırakılacak olursa, velayet-i fakih teorisinin ötedenberi şia fakihlerinin icmayla ittifak ettikleri bir konu olduğu bilinmektedir; ne kar ki, geçmişte ortam ve şartların müsait olmaması nedeniyle bu konunun boyutları etraflıca gündeme getirilip konuşulmamış ve bu teorinin pratiğe geçirilmesi için gerekli ortamın hazırlanması yoluna gidilmemişti. Bu nedenledir ki İmam Humeyni -ks- asırlar sonra, gerekli şartlar ve özelliklere sahip bulunan bir müçtehid alim önderliğinde idare olunan bir islam devleti kurabilmeyi başaran ilk islam alimidir. Gerekli olan bu şart ve özelliklerin başlıcası şunlardı: Nefsini tehzib ve arıtmış olma ve kendi benliğine tam hakim bulunma, toplumu idare edebilecek yönetim sanatının inceliklerine vakıf olma, cesur ve âdil olma ve Allah'ın hükümlerini çok iyi bilip bu hususta uzman bir müçtehid olma. İmam Humeyni'ye -ks- göre "İslam devleti, toplumun, Allah'ın kanunlarıyla yönetilmesi ve egemenliğin kayıtsız şartsız Allah'a ait olması"dır(123)
İmam Humeyni'ye -ks- göre bir islam devleti ülkü, amaç ve icraat niteliği açısından olduğu kadar teşkilatlanma, organize ve prensipler açısından da çağdaş diğer siyasi sistemlerden çok farklıdır. Bu teoride "çoğunluk" ancak "hak" ekseninde meşruluk kazanır; tabii bir sonucu olarak da velayet-i fakihin velayetini uygulama safhasına koyması ancak gerekli şartların hazır olmasıyla mümkündür ki bu şartlardan biri de halkın genelinin kabul ve talebidir ki bu da doğrudan seçim veya halkın seçtiği "uzmanlar"ın vereceği kararda kendisini gösterecek bir neticedir (124)
Görüldüğü gibi islam devleti ve rehberlik makamıyla halk arasındaki bağ, tabii olarak derin ve itikada dayalı bir bağdır, nitekim bu nedenledir ki rahmetli İmam Humeyni -ks- çağının "halka en yakın" sistemini oluşturabilmeyi başarmış ve böyle bir sistemi idare etmiştir. Dünyadaki mevcut siyasi sistemlerin tam tersine, bu sistemde halk, rehberi belirleyip seçimleri tamamladıktan sonra sahneden çekilmez ve "ne hali varsa görsünler" diyerek kendi haline bırakılmaz; bilakis, islam toplumunun yönetim ve idaresiyle, islam devlet ve milletinin kader ve geleceğini belirlemede halkın doğrudan ve süreğen katılımının sağlanması şer'i bir vazife olarak garanti altına alınmıştır. İmam Humeyni'ye göre islam devletinin temeli, salih yönetim makamıyla halk arasında oluşan karşılıklı güven ve sevgi üzerine kuruludur, bu nedenle de İmam "Eğer" der, "Bir fakih sadece bir kez olsun, diktatörlük etmeye kalkışacak olursa velayet -islam devletinin yönetici olma- özelliğini yitirmiş olur."(125) "Semavi dinler ve yüce islam dininde liderlik ve lider olma; kendiliğinden değer sayılabilecek ve Allah göstermesin, insanda gurur ve kibirlenme duygusu yaratacak birşey değildir"(126) Evet, İmam Humeyni'nin -ks- yönetim ve yöneticilik olayına bakış açısı buydu, bu bakış açısı nedeniyledir ki "Bana hizmet ehli denilmesini, rehber ve lider denilmesine tercih ederim" diyor ve şöyle ekliyordu: "Rehber ve liderlik değil, hizmet ehli olmaktır esas olan... İslam hizmette bulunmakla mükellef ve sorumlu kılmıştır bizi!"(127), "Ben İran milletinin bir kardeşiyim ve kendimi bu milletin hizmetkârı ve askeri olarak görüyorum!" (128), "İslamda sadece bir şey hükmeder, o da islamın hükmü ve kanunu! Hz. Peygamber-i Ekrem -sav- zamanında da kanun egemendi, hz. Peygamber-i Ekrem efendimiz -sav- kanunun uygulayıcısıydı"(129). İmam Humeyni -ks- kendisini buyruk sahibi ve halkın üzerinde bir güç ve hak sahibi olarak gören yöneticiler için şöyle demektedir: "Hükumetler, şu millete hizmet vermekle görevli bulunan azınlıklardır; bunlar hükumetin halka tasallut değil, hizmet etmesi gerektiğini bilmiyor, anlamıyorlar!"(130), "Halkın kendiği seçtiği hükumeti denetlemesi, onunla birlikte çalışması ve bilinçli bir tavır sergilemesi, toplumun asayiş ve güvenliğinin en büyük garantisidir."(131). Devlet, hükumet milli ve sosyal güvenlik gibi konularda, bu teoriyle; en demokratik sistemlerde bile devlet ve hükumeti salt "iktidar ve güç" olarak gören ve iktidara götürecek bir araç ve gereç olarak tanımlayan ve bu nedenle de sosyal güvenlik ve asayişin temel unsurunun "salt ezici güç" olduğunu savunan teori arasındaki fark apaçık ortadadır. İmam Humeyni -ks- "Millî üssü bulunmayan bir büyük güç, varlığını devam ettiremez" diyordu (132). Görünüşte pek güçlüymüş gibi duran komunist düzenin birdenbire gürültüyle çökmesi; buna karşılık dünyanın en güçlü ülkelerinin bütün engelleme ve düşmanlıklarıyla, yine onların sergilediği 8 yıllık amansız tahmîli savaşa rağmen İran İslam Cumhuriyeti'nin yıkılmadan ayakta durabildiği gibi, üstelik, günbegün daha da güçlenip ileri adımlar atması rahmetli İmam'ın -ks- bu görüş ve tespitinde ne kadar haklı olduğunu ispatlayan en bâriz belgesidir.
İmam Humeyni'nin -ks- islam devleti ve bu devlette halkın konumu ve rolüne dair görüşlerinin, dünya siyasi literatüründeki "ırkçılık ve milliyetçilik"le hiçbir alakası bulunmadığı, bilakis, bunun tam karşısında yer aldığı açıktır. Irkçılık ve milliyetçilik demek olan nasyonalizm bir ideoloji olarak gündeme geldiği zaman, pratikteki başarısızlığı bir yana, "insani değerlere karşı duran bir sistem oluşturmak"la sonuçlanmaktadır. Zira bu tür bir bakış açısından her milletin nasyonalist fikir ve zanlarının "herşeye rağmen korunması gereken bir hakikat" şekilde tanımlanması halinde "değişken olmayan, sabit değerler" yoktur ve her an değişebilen mevcut coğrâfî ve siyâsî sınırlarla, milliyet ve kavimlerin sayısınca değişken ve yekdiğerinden farklı adalet, barış ve hürriyet gibi değerler ve gerçeklere getirilen farklı yorumlar var demektir. Bu şartlar altında, şu veya bu şekilde, daha güçlü olan milletlerin diğer milletlere egemen olmayı kendileri için adeta meşru bir hak telakki edecekleri ortadadır. Çünkü aşırı milliyetçilik demek, başkalarında daha üstün bir ırk, renk veya dille, coğrafi ve tarihi konuma inanmak demektir. İmam Humeyni -ks- târihî belgelerin de ortaya koyduğu bir hakikati vurgulayarak milliyetçilik ve kavmiyetçiliğin yaygınlaştırılıp Pan-Türkçülük, pan-Arapçılık, pan -İrancılık gibi milliyetçi fikirlerin 3. dünya ve islam ülkelerinde ortaya atılıp bazıları tarafından hararetle savunulmuş olmasını, ülkeleri parçalayıp küçük lokmalar haline getirmek ve yutmak isteyen sömürücü güçlerin nifak yaratıcı şeytânî planlarından biri olduğunu hatırlatmaktaydı. İmam "Güçlü ülkelerle yardakçılarının islam ülkelerinde oynadıkları oyun şudur" diyordu: "Allah Teala'nın kardeş olarak yarattığı ve tüm müminleri kardeş olarak tanımladığı şu müslüman kesim, grup ve toplulukları birbirinden ayırıp parçalamak ve Türk milleti, Fars milleti, Arap milleti, Kürt milleti gibi isimlerle farklı kamplarda saflaştırıp yekdiğerine düşman etmek! Bu ise islam ve Kur'an'ın gösterdiği yol ve çizginin tam karşısında ve onunla zıt bir yoldur."(133) Bu nedenledir ki rahmetli İmam -ks- daima "Bizim hareketimiz İrancı değil, islamcı bir harekettir!" demekteydi(134). (foto s:188)
İmam Humeyni'ye göre sultacı müstekbir güçler var olduğu ve onların varlığı resmen tanınıp sulta ve egemenlikleri kabul edildiği sürece dünyada gerçek bir barışın oluşabileceğini düşünmek ham bir hayalden ibarettir. Çünkü. "Dünyanın barış ve güvenliği, müstekbirlerin ortadan kalkmasına bağlıdır; aksi takdirde bu kültürsüz sultacı egemenler yeryüzünde var olduğu sürece mustaz'aflar, Allah Teala'nın kendilerine vaadetmiş olduğu mirası elde edemeyeceklerdir"(135) "Bizim için kutlu olan gün; dünyayı sömüren sultacı güçlerin bizim mazlum halkımızla diğer mustaz'af milletler üzerindeki sultalarının kırıldığı ve her milletin kendi kaderini kendi iradesiyle belirleyebildiği gündür"(136), "Amerika bizi yenebilir, ama inkılabımızı asla! Bu nedenledir ki ben, zaferi kazanacağımızdan eminim; Amerikan hükumeti şehadetin ne demek olduğunu bilmiyor çünkü!" (137)
Gâsıp ve işgalci siyonist İsrail devletiyle, onun oluşmasını sağlayan güç hakkında İmam -ks- şöyle demektedir: "Amerika; şu terörist tıynetli ABD devleti, baştanbaşa tüm dünyayı ateşe vermiştir; onun müttefiki olan dünya siyonizmi ise çirkin emellerine ulaşabilmek için öyle canilikler işlemektedir ki, kalemler yazmaya, diller söylemeye utanır!..."(138), "İslam ve müslümanlar açısından ve mevcut bütün uluslararası kural ve kanunlara göre İsrail gâsıp ve saldırgandır."(139), "İsrail'in bağımsızlığını öngören projeye evet deyip onu resmen tanımış olmanın müslümanlar için bir facia ve islam ülkelerinin devletleri için de bir patlama olacağı inancındayım"(140)
İmam Humeyni -ks- islam inkılabının zaferinden sonra mükemmel bir buluşla ramazan'ın son Cuma'sını "Dünya Kudüs Günü" olarak ilan ettiğini açıkladı ve dünya müslümanlarından "Kudüs islam düşmanlarının pençesinde olduğu sürece her yıl "Kudüs Günü"nde yürüyüş ve gösteriler düzenleyip gerekli diğer yol ve yöntemlerle Filistin müslümanlarının mücadelesini desteklediklerini göstermeleri"ni istedi (foto s:189)
İmam Humeyni -ks- Kudüs'ün kurtuluşunun tek yolunun Allah'a iman edip sadece O'na güvenmek olduğu ve İsrail tam anlamıyla ortadan kaldırılıncaya kadar silahlı cihad ve şehadet yöntemine başvurulması gerektiği inancındaydı.
Komunizm hakkında İmam şöyle diyordu: "Daha ilk ortaya çıktığından beri komunizmin öncü savunucuları dünyanın en diktatör, en iktidar hırslısı ve en tekelci devletleri olagelmişlerdir!" (141)
Batı dünyasının kalkınmaları hakkında da şöyle diyordu İmam: "Biz batı dünyasının ilerleme ve kalkınmalarını kabul ediyoruz, ama bizzat kendilerinin gına gelmiş oldukları fesadlarını, asla!" (142), "Batının eğitim sistemi insanı kendi insaniyetinden soyutlamıştır"(143), "Biz medeniyete karşı değiliz, bizim karşı olduğumuz şey ithal malı olan medeniyettir"(144), "Biz, insanlık ve şeref temeline dayalı bir medeniyet istiyoruz"(145)
İmam Humeyni -ks- kültürün temel etki ve rolünü defalarca vurgulamakta ve şöyle demekteydi:"Kültür, bir milletin tüm saadet ve bedbahtlıklarının kaynağıdır... Milletleri yetiştiren şey doğru kültürdür" (146), "Mide, ekmek ve su ölçü değildir; insanlık onur ve şerefidir önemli olan!"(147), "İnsanoğlu makinalı tüfekle top ve tankın gölgesinde hayatını sürdürmek istediği sürece insan olamaz, insânî gayelere ulaşamaz" (148), "Siz, beyan ve kalem vasıtasıyla makinalı tüfekleri sahnedışı bırakmaya ve meydanı kalemlere, bilimlere ve ilimlere bırakmaya çalışın"(149). İmam Humeyni sömürü ve sömürgeciliğin hizmetindeki sanatın karşı olduğu gibi, "sanat için sanat"ı da her nevi değerden yoksun bilmekte ve islama göre sanatı şöyle tanımlamaktaydı: "İslam irfanında sanat; adalet, şeref ve insafı net bir şekilde tanımlamak ve parayla iktidarın gazabına uğrayan açların perişanlığını tasvir edebilmektir"(150)
İmam Humeyni -ks- eğitim ve öğretim sahasında da hem pratik hem teorik olarak örnek bir üstaddı. Pehlevi hanedanıyla onun batı hayranı yardakçılarının ihanetleri neticesinde bütün kültür ve değerleri ayaklar altına alınmış ve tam bir sorumsuzluk ve bahane'ciliğe itilmiş bir toplum; İmam Humeyni'nin eğitim ve terbiye yöntemleri sayesinde büyük bir dînî hareketin öncülüğünü yapan bir topluma dönüşüvermişti. Hş. 1342 15 Hordad'ıyla ilgili kıyam hadiselirinde baskı ve hafakanın kol gezdiği o üzücü siyasi ve sosyal ortamda dostlarının "Hangi ümit ve hangi güçle bir adalet devleti kurmak istiyorsunuz?" şeklindeki sorusu karşısında İmam'ın -ks- orada bulunan bir beşiği gösterdiği anlatılır(151). Nitekim bu konuşmaya şahid olanlar 15 yıl sonra islam inkılabının kıyam sahnelerinde boy gösteren asıl etkin kesimin genç yaştaki İranlı müslüman lise ve ortaokul öğrencileri olduğunu göreceklerdi hayretle.
İmam Humeyni -ks- nefsin temizlenmesi ve nefsâni ve şeytânî istek ve arzulardan uzak olması için sürekli kontrol altında tutulmasını gerçek kemale erişmenin vazgeçilmez şartı olarak görüyordu. O, eğitim ve yetiştirmenin çocukluk yaşlarından itibaren başlaması, hatta çocuk henüz ana rahmindeyken annesinin özel bir itina göstermesi gerektiğine inanmaktaydı. Bu nedenledir ki "Hiçbir meslek, annelik mesleği kadar onurlu ve şerefli değildir". diyor (152) ve şöyle ekliyordu: "Çocuğun ilk okulu, ana kucağıdır"(153) İmam, öğretmenler ve toplumun eğitim ve öğretimiyle uğraşan tüm kesimlere "Dikkat ediniz", diyordu "ilk, orta ve lise yılları, üniversiteden çok daha önemlidir, çünkü çocukların aklî rüşdleri o dönemlerde oluşup şekillenmektedir"(154) (foto s:192), "Öğretmene bambaşka bir emanet devredilmiştir; insan emanet edilmiştir ona!" (155), "Bütün mutluluklar ve bütün kötülüklerin saiki okullarda başlar, bu işin anahtarı öğretmenlerin elindedir."(156) İmam Humeyni öğretmenliği peygamberlerin mesleği olarak görmekte ve öğretmenlerin en önemli vazifesinin -resmi eğitim ve öğretimin yanısıra- toplumu "Allah"a doğru yöneltip yönlendirmek" olduğunu "Allah"a doğru yöneltip yönlendirmek" olduğuna inanmaktaydı.
İnsanı tüm varlık aleminin özü ve usaresi olarak gören İmam "İnsan öylesine tuhaf ve ilginç bir yaratıktır ki" derdi, "Ondan ilahî ve melekûtî bir varlık oluşturulabileceği gibi; cehennemî ve şeytânî bir varlık ta oluşturabilir!"(157), "İnsanın doğru eğitilmesi halinde tüm dünya ıslah olur"(158). İmam Humeyni -ks- eğitim, terbiye ve yetişmenin, öğretim ve öğrenimden çok daha önemli olduğu inancındaydı; olanca değer ve kıymetine rağmen, nefsî eğitim ve ahlâki terbiyeyle birlikte olmaması halinde bilgi, kolayca şeytânî emellere alet edilen bir vasıta haline gelebilirdi: "İlim fasıd ve kötü bir kalbe girecek olursa; ahlakî açıdan bozulmuş bir beyne girecek olursa, vereceği zarar cahillikten daha fazla olur"(159)
İmam Humeyni'nin -ks- islami hareketinin İran'a kazandırdığı fevkalâde ileri neticelerden biri de kadınların çeşitli sosyal sahalarda faaliyet göstermesi olmuştur. İran tarihinin hiçbir diliminde müslüman kadınlar bunca yüksek bir siyasi ve sosyal bilinç seviyesine ulaşmamış, ülkesinin kaderine bunca katkıda bulunmamıştır. Müslüman İran halkının şaha karşı başkaldırıp kıyam ettiği günlerde kadınlar bütün sahnelerde erkeklerle omuz omuza, hatta kimi zaman onlardan önde olmuşlardır. Irak'ın İran'a zorla tahmil ettiği 8 yıllık savaş boyunca İranlı müslüman kadınların cephe gerisi hizmetleriyle islamı ve inkılabı korumaları için kardeşleri ve eşlerini hararetle teşvik etmeleri ve hatta ön saflara yardım hizmetlerine faal bir şekilde katılmaları yaşadığımız çağın savaş tarihinde eşine rastlanmamış bir hamasi ve olaydır. (foto s:193) Müslüman İran kadını bugün de erkeğiyle omuz omuza kültür, eğitim, öğretim, üniversiteler, sosyal hizmetler, sağlık ve tedavî hizmetleri, devlet ve kamu kuruluşları gibi çeşitli sahalarda hizmet vermekte, ciddi bir katılım örneği sergilemektedir. Halbuki islam inkılabının zaferinden önce şah rejiminin tüm ülkeyi bir fesad ve ahlaksızlık yuvasına çevirip sosyal ortamı tamamen kirletip bozmuş olması nedeniyle müslüman kadınların önemli bir çoğunluğu ortamın kirliliğinden uzak durabilmek amacıyla evlerine sığınmak zorunda kalmış ve o zulüm düzeninin sözkonusu olumsuzlukları nedeniyle birhassa köylerle kasabalarda birçok kız öğrenci tahsillerini yarıda bırakmış veya tahsil nimetinden büsbütün mahrum olmuşlardı. Büyük şehirlerde okuyabilme ve sosyal faaliyetlerde bulunma imkanına kavuşan genç kızlarla kadınlar ise sorumsuzluk ve laubaliliğin iyice yozlaştırmış olduğu ortamlarda ırz ve namuslarını güçlükle koruyabilmekteydiler; hatta bu eşitsiz mücadele sırasında iffet ve hicabını korumak isteyen birçok kadın, yüksek öğretim veya mesleğini bırakmak zorunda bile kalıyordu.
İran'da kadın kesiminde meydana gelen bu muazzam değişim ve gelişmelerin herşeyden ziyade rahmetli İmam'ın -ks- kadının kişilik, kimlik ve konumuna bakış açısının ürünü oluşu ve onun, kadın haklarının gerçek savunuculuğuna yapmasından kaynaklandığı bilinmelidir. Rahmetli İmam -ks- "İslam nizamında kadın, erkeğin sahip olduğu hakların aynasına sahiptir" diyor ve bu hakları şöyle sıralıyordu:"Tahsil hakkı, iş ve çalışma hakkı, mülkiyet hakkı, oy alma ve oy verme hakkı"(160), "İnsan hakları açısından kadınla erkek arasında fark yoktur, her ikisi de insandır çünkü. Kadı da tıpkı erkek gibi kendi alınyazısına müdahele hakkına sahiptir"(161), "İslamın karşı olduğu ve haram bildiği şey, fesad ve ahlaksızlıktır; ister kadın tarafından işlenmiş olsun, ister erkek tarafından, farketmez."(162), "Biz, kadının endi yüce insânî makamında bulunmasını istiyoruz, oyuncağa dönüşmesini değil... İslam, kadının erkeğin elinde bir meta ve oyuncağa dönüşmemesini istemektedir; islam, kadının kişiliğini korumak ve onu ciddi ve becerikli bir insan olarak yetiştirmek istemektedir"(163), "Tıpkı erkek gibi kadın da, kendi alınyazısını ve kendi faaliyet ve çalışma sahalarını kendi seçme hürriyetine sahiptir"(164) "Gençlerin, genç kızlarla genç oğlanların kötü yollara düşmesine neden olan batı stili özgürlükler hem islam hem mantık açısından geçersizdirler."(165)
İmam Humeyni'nin -ks- ekonomik tavsiye ve ekonomik tavırları adaletin icrası temeline dayalı ve toplumun mahrum ve mustaz'af kesimine öncelik tanınması prensibi üzerine kuruluydu (166), o, mahrum ve mustaz'aflara hizmeti en üstün ibadet bilir ve onları kendisinin ve toplumun "velinimeti" olarak tanımlardı. İmam Humeyni'nin -ks- islam nizamı yetkililerine en çok tavsiyede bulunduğu şey yoksullarla düşkünlere ilgi göstermek ve lüks yaşama huyundan kesinlikle kaçınmaktı. O; devletle devlet yetkililerinin milletin (-foto s:195-) hizmetkârı olduğu inancındaydı ve hizmetkârın ise, halkın avâm kesiminin sahip olduğundan daha fazla bir imkana sahip olma gibi bir talepte bulunmaya hakkı yoktu: "Şu gecekondularda yaşayan ve şehid verenlerin saçının ber teli; dünyanın tüm sarayları ve o saraylarda yaşayanlardan daha şerefli ve daha yeğdir!"(167), "Sonuna kadar bizimle birlikte olacak olanlar; fakirlik, yoksulluk ve mustaz'aflığı bilfiil tatmış ve yaşamış bulunanlardır"(168), "Hükumetimizin saray -lükse- ilgi duyduğu gün, hükumet ve milletimizin fatihasını okumamız gereken -işinin bittiği- gündür" (169)
İmam'ın en belirgin özelliklerinden biri, sözlerinin son derece samimi olması, sözüyle amelinin bir olmasıydı; o birşey söylediğinde herkesten önce kendisi amel ederdi. Onun geçimi ve özel hayatı, kanaatkarlık ve sade yaşam konusunda söylediklerinin en büyük deliliydi. Üstelik taklid merciiliği ve inkılab rehberliği öncesinde değil; sonrasında da yaşamı aynıydı onun; rehber ve liderin halkın en orta halli kesimi gibi, hatta daha aşağı bir maddî geçim seviyesinde yaşaması gerektiğine inanır ve kendisi de öyle yaşardı. O, hayatı boyunca son derece sâde ve zâhidâne bir yaşam sürdürdü. İmam'ın -ks- bu özelliği konusunda belgesel olan birçok kitap ve hatıra yayınlanmışsa da (170), onun ciltlere sığmayacak olun bu sade ve zühd dolu boyutu halâ birçoklarınca bilinmemekte ve İmam'ın bu boyutuna pek az insan âşina bulunmaktadır.
İmam'ın -ks- sade yaşamı ve beytulmalı kullanma konusunda gösterdiği fevkalâde kanaatkar sorumluluk konusunda şu noktayı belirtmek yeterli olacaktır: İmam'ın teyid ve direktifiyle anayasasının 142. maddesi gereğince Yüksek Divan; rehber ve diğer üst düzey yetkililerin göreve gelmeden önce ve görev sonrası mal varlıklarını incelemekle mükellef kılınmıştır; böylece hak ve hukuka aykırı bir mal artırılması önlenmiş olmaktadır. İmam Humeyni -ks- naçiz mal varlığının resmi listesini Yüksek Divan'a gönderip resmen mal beyanında bulunan ilk yetkili olmuştur İran'da (hş. 24 Dey, 1359) İmam'ın -ks- vefatından sonra, bütün günlük gazetelerde de yayınlandığı üzere oğlu, babasının mal varlığının resmen incelenmesi için Yüksek Yargı Kurumu'na resmi bir yazıyla başvuruda bulundu (171)
Bu incelemenin neticesi hş. 11 Tir 1368'de Yüksek Divan başkanı tarafından resmi bir yazıyla açıklandı(172) Bu resmi açıklamada, İmam'ın mülküne hiçbirşey eklenmediği gibi, Humeyn'de babasından miras kalan bir arsayı da o köydeki yoksullara hediye ettiği ve mülk listesinden çıkarılması gerektiği (173) belirtiliyordu.
İmam'dan miras kalan yegâne gayri menkul, Kum'daki eski evidir. Bu ev ise hş. 1343(1963-64) te İmam yurt dışına sürgün edildikten sonra aslında islami hareketin hizmetindeki bir merkeze dönüşmüş ve İmam'ın taraftarı olan dinadamlarıyla halk kesiminden müracaat edenlerin toplantı mekanı olmuştu ki, bu durumunu bilfiil sürdürmüş olup halihazırda da şahsa münhasır bir durumu yoktur. Hş. 1359'da tanzim edilip İmam'ın rıhletinden sonra yapılan kanunî incelemeyle ilan olunan resmi mal tezkeresinde artma değil, azalma olmuştur. Resmi bildiride şöyle deniliyordu: "...Birkaç kitaptan başka kendi şahsına ait malı-mülkü olmadığı anlaşılmıştır. Çok sade bir yaşam için gerekli birkaç eşya ise eşine ait bulunmaktadır. Kullanılan iki eski halı da özel mülk olmayıp, ihtiyaç sahibi seyyidlere verilmesi gerekmektedir. Kendisine ait nakit parası yoktur, eğer birşey varsa müslüman halkın, harcanması için kendi taklid mercilerine bırakmış oldukları şer'î vücuhattır ki yine şer'î ihtiyaçlar için harcanmak üzere verilmiş olduğundan bu yolda harcanması gerekir ve bu nedenle de mirasçılara düşmez. (foto- s:197) Evet, 90 yıla yakın ömrü boyunca insanların sevgi selinde yaşayan bir evliyadan geriye kalan şahsına ait mal ve mülk bir gözlük, bir tırnak makası, tarak, tesbih, Kur'an ve seccadeyle sarık ve abasından oluşan elbisesi ve dinî mevzuata dair birkaç kitaptan ibaretti! Elli milyonu aşkın nüfusa sahip bir petrol ülkesinde inkılap yapmış bir rehber ve liderin değil sadece; aynı zamanda dünyanın dört bir yanında da milyonlarca insanın gönlüne taht kurmuş olan ve milyonlarca mücahidin yüreğinde yatan birinin bütün dünyalığı bunlardan ibaretti işte! İslam ve inkılabı korumak için müslümanları genel seferberliğe davet ettiğinde birkaç saat içinde milyonlarca şehadet gönüllüsünün listeye isim yazdırmak için uzun kuyruklar oluşturduğu "İmam"dı o... Kalp hastahanesinde acil servise alındığı haberi duyulur duyulmaz, yarattığı hastahanenin önünde "kalplerini vermeye gelen" müminlerin (174) imamıydı o... Bunca tutku ve sevginin yegane kaynağı elbette ki onun "ilmiyle amel eden" samimi ve dürüst kişiliği, zühdü, takvâsı ve sadeliğiydi şüphesiz.
İmam Humeyni -ks- günlük yaşamında son derece düzenli, muntazam ve disiplinliydi. Gündüz ve gecesinin belli bir zamanını mutlaka ibadet, Hakk'ın zikri, Kur'an okuma, dua ve mütalaaya ayırırdı. Dinlenme anlarında yürümek ve yürürken Rabbinin zikriyle meşgul olup tefekkür etmek onun günlük programından biriydi. Doksan yaşına yaklaştığı halde dünyanın siyasi liderleri arasında günlük mesaisi en yoğun istisnalardan biriydi o. İslam ümmetinin şanını yüceltmek ve müslümanların meselelerini halletme azim ve neşesi, en zor anlarda bile kaybolmadı onda. İmam her gün mütalaada bulunur, ülkenin günlük önemli haber ve yorumlarını mutlaka matbuattan izler, haber bültenlerini inceler, radyo ve televizyonun haberlerini dinler, bununla da yetinmeyerek islam ve inkılab düşmanlarının propaganda gidişatlarından haberdar olup gerikli karşı koyma yolları üzerinde düşünebilmek için yabancı ülkelerin farsça radyo yayınlarını da her gün birkaç kez dinlemeyi de ihmal etmezdi. Günlük yoğun programı ve islam nizamı yetkilileriyle yapılan müteaddit toplantılar; islam inkılabı ve islami hareketin asıl sermayesi olan halkın çeşitli kesimleriyle irtibat ve yakın ilişkisini sürdürmesine engel olmazdı hiçbir zaman. "Nur Dergahında" adlı kitabın iki cildinde İmam'ın kendisini ziyarete gelen halk kesimlerine yaptığı 3700'ü aşkın görüşme ve konuşmanın özellikleriyle ilgili bilgiler kayıtlıdır (175) ki bunlar onun islam inkılabının zaferinden sonraki görüşme ve konuşmalarıdır sadece. Sırf bu rakam bile, onun yaşadığı dönem'in halkı ve ümmetiyle ne kadar derin ve içiçe bir ilişki içinde bulunduğunu anlatmaya yeter sanırız. O, halkın kaderiyle ilgili hiçbir kararı, samimi bir şekilde halka götürmeden almazdı; çünkü ona göre halk "gerçekleri bilmesi gereken en mahrem kesim"di.
Kararlı, azimli ve sevgi dolu bir çehresi vardı İmam'ın. Bakışları fevalâde çekici ve maneviyat doluydu. Onu ziyarete gelen kalabalıklar bile gayriihtiyârî bir şekilde bu maneviyatın etkisine kapılıverir, orada bulunanların çoğu, tarifi imkansız bir şevk duygusuyla ağlamaya başlardı. Allah Teala'ya el açıp dua eden ve duayı andıran sloganlarında "Ya Rabbim! Benim ömrümü al, İmam'ın ömrünü bir lahzâ olsun, uzat!" diye yakaran (176) müslüman İran halkına hak vermemek elde değildir. Maneviyattan bihaber dünyanın bunu anlayabilmesi mümkün değildir, ama İmam'ın yanında yetişenler, o gerçek "Allah kulu"nun günlük hayatında bir lahzanın bile ne demek olduğunu bilirler. Hayatını bütünüyle Rabbine ve O'nun rızası için O'nun kullarına hizmete adamıştı çünkü. (foto sy:199)
İstikbar dünyası ve siyonist güdümlü batı medyası İmam Humeyni konusunda hakikatleri gizleyip gerçeği saptırmak ve olmadık karalama ve iftiralarla onu yanlış tanıtmakla insanlık tarihine inanılmaz bir zulümde bulunmuştur. İmam ve islam inkılabının gerçek çehresinin bilinip tanınmaması için bu mihraklar yıllardır yoğun propagandalar yapmakta, astonomik paralar harcamakta, senaryolar düzmektedirler. İmam -ks- vefat ettiği halde bu zehirli propagandalar yıllardır bir lahza olsun durmamış, hatta giderek artmıştır. Bugün dünyanın dört bir yanında siyonist güdümlü medyanın farsça ve diğer dillerde yayın yapan binlerce radyo ve telivizyon şebekeleri İmam Humeyni -ks- ve İran islam inkılabı aleyhinde gece gündüz aralıksız propaganda yayınları yapmaktadır. Amerika, Avrupa ve batı çizgisindeki nice laik ülkelerde şah yanlılarından solcular ve Halkın Münafıkları'na varıncaya kadar İmam ve islam inkılabına düşman olan bütün grup ve örgütlere geniş imkanlar sağlanmış olup islâmî İran, İmam Humeyni -ks- ve şiilik aleyhine iftiralarda bulunabilmek gayesiyle günlük gazete ve haftalık dergilerde sürekli makale ve sözde araştırmalar yayınlanmakta, CIA ve Mosad'ın ve bunlarla koordineli çalışan teşkilatların bütçesinden ödenen paralarla gazeteler çıkarılıp kitaplar basılmaktadır. İmam Humeyni'nin başlattığı bu muazzam islâmî hareketin gerçeklerini örtbas veya tersyüz edebilmek için girişilen bunca propaganda ve harcanan bunca astronomik paralara rağmen hakikat güneşi elbet parlayacak ve "Allah, nurunu tamamlayacaktır; kâfirler istemese de!.. "Birkaç asırdan bu yana bütün varlığını diğer milletleri sömürüp sessizce yağmalamak ve zihinleri bulandırıp kamuoyunu kimi zaman oyalayıp kimi zaman aldatmak gibi gayriinsâni prensipler üzerine kuran ve varlığını bu tür iğrençliklere borçlu olan batı dünyası kendisini tehdit eden tehlikeyi teşhis hususunda yanılmadı. İmam Humeyni'nin -ks- uyandırıcı ve bilinçlendirici mesajlarını duyup da onun yoluna ve meramına hayran olmayacak kim vardır hür vicdanlı şeref sahibi insanlar arasında? Hangi vicdan ve şeref sahibi insan, İmam'ın kişilik ve mesajlarıyla aşina olduktan sonra dünyayı pençesinde inleten bu zulüm düzenine başkaldırmaz ki?!
Sahi, bugün güdümlü iktidarlar tarafından yönetilen islam ülkeleri ve arap beldelerinin büyük bir çoğunluğunda İmam Humeyni'nin -ks- vasiyetnamesi, konuşmaları ve mesajlarının yayınlanması ve mütalaası neden suç sayılmakta ve yasaklanmaktadır? Bunca ülkede başkanlar en üst düzey yetkililerin İmam Humeyni'nin hareket ve fikirlerinin yayılmasını önlemek amacıyla elele vermesi ve bunca imkanı seferber etmesi niye? Bütün bunların yegane sebebi, onun; asırlardır insanlığın hasretle beklediği ve yokluğundan acı duyduğu insânî değer ve hakikatleri dile getirmesi ve bunları can-u gönülden savunuyor olması değil midir? İmam Humeyni'nin -ks- pâk yaşamıyla âşina bulunan ve onun mesajını duyup muazzam kişiliğini tanıyabilenler onun tutuşturmuş olduğu bu meşalenin, sözkonusu kin ve düşmanlıklar fırtınasıyla söndürülemeyeceğini bu saptırma ve yozlaştırma zulmetleriyle yokedilemeyeceğini bilirler: "Allah nurunu tamamlayacaktır; kâfirlerle müşrikler istemeseler de!" (Saf, 8)
İmam Humeyni'nin Vefatı:
Yârin Visâli, Yârenlerin Firâkı

İmam Humeyni -ks- ülkü, ideal, hedef ve gayeleri belirlemiş, söylenmesi gerekenleri söylemiş, pratikte de bütün varlığını bu ülkü ve amaçların tahakkukuna adamıştı. Hş.1368 Hordad ayının ortalarıydı ve çağın büyük evliyası, tüm hayatını kendisine adadığı ve rızasını kazanmak için çırpındığı sevgilisine kavuşmaya hazırlanıyordu şimdi. O'ndan başka kimsenin önünde eğilmemiş, O'ndan başka kimse için gözyaşı dökmemişti. Her biri bir edebiyat şahaseri de olan irfânî şiirleri onun bu vuslat anının özlemiyle yanıp tutuştuğunun belgesiydi. Onun için visal ve kavuşma, onu sevenler içinse ayrılık ve firak ateşi demekti bu. Uğruna baş koyanlar için dayanılması pek güç bir ayrılık görünüyordu şimdi. Vasiyetnamesinde bu lahzaları şöyle tavsif etmekteydi kendisi: "... Huzurlu bir gönül, emin bir kalp, şâd bir ruh ve Allah'ın fazlından ümitli bir öz ile kardeşler ve bacıların hizmet ve huzurundan ayrılıp ebedî mekana doğru yolculuğa çıkıyorum, sizin hayır duanıza pek ihtiyacım var. Rahman ve Rahîm olan Allah'tan hizmette kusur, suç ve taksirim hususunda özrümü kabul buyurmasını dilemekte ve milleten kusurlarım, suçlarım ve taksiratım hususunda mazeretimi kabul etmesini, irade gücü ve kararlılıkla ilerlemesini dilemekteyim". (foto sy: 201)
Bugün ister İran halk, ister dünyanın dört bir yanından onu ziyarete gelenler, bu nur imamının makberinin parmaklıklarına sarılmakta ve onun bu son sözlerine şöyle cevap vermektedirler: "Ey İmam! Ey gönüllere taht kuran sevgili, hangi suç, hangi taksiratın oldu ki bize karşı? Babalarımız da biz de sende iyilik, hasenat ve nurdan başka birşey görmüş veya duymuş değiliz ki!.. Ey nur imamı "Şehadet ederim ki sen namaz kıldın, zekat verdin ve bunları dirilttin, iyiliği emredip kötülüğü engellemek için çaba gösterdin, Allah yolunda cihad ettin ve bütün bunları en mükemmel bir şekilde yerine getirdin!" (177)
Daha da şaşırtıcı olanı, rıhletinden yıllar önce yazmış olduğu bir gazelde İmamın şöyle diyor olmasıdır: "Sâlhâ miygozered, hâdisehâ miy-âyed / İntizâr-i ferec ez niyme-i Hordâd keşem!" (Yıllar geçmekte, hadiseler ard arda vuku bulmakta / Herşeyin düzeleceği Hordad ayının ortalarını bekliyorum şimdi!)
Aynı gazelin bundan önceki beyitlerinde de ayrılık ve hicranın zorluğundan sözedilmekte ve visal anının hasreti vurgulanmaktadır! (178) (foto. s:202)
Ve şimdi hicri- şemsi 1368 Hordad'ının ilk günleri gelip geçmiştir. Birkaç gün önce İmam'ın sindirim sistemi ve kalp rahatsızlığı halka açıklanmış, ameliyata alındığı duyurulmuştu. Bu günlerde İran'a hakim olan manevî atmosferin tevsifi mümkün değidir. Evlerde, camilerde, tekke ve zaviyelerde, sokaklarda, caddelerde; heryerde toplu dua merasimleri düzenlenmiş, İmam'ın yurtiçi ve yurtdışındaki izleyicileri "Allah'ım" Bizim ömrümüzü al, onun ömrünü uzat" diye yakarmaya başlamışlardır. Bütün İran, hatta dünyadaki bütün inkılâbi müminler inanılmaz bir hüzne ve kedere gömülmüştür; kimse rahatsızlığını gizleyememekte, gözyaşını tutamamaktadır. Kederli gönüller Cemaran'a yönelmiştir bütün varlığıyla. Zaman bir türlü geçmek bilmiyor... İran baştanbaşa bir "dua ve yakarış beldesi" kesilmiş... Doktorlar ellerinden geleni yapıyor, ama Yaradan'ın takdirini değiştirebilmek mümkün mü hiç: "Ey mutmain nefis! Rabbinin rızasını kazanmış ve sen de O'ndan razı olmuş olarak dön Rabbine! Artık kullarımın arasına gir! Ve Cennetime gir!" (Fecr, 27-28)
Hş. 1368 Hordad ayının 13. günü: Kamerî tarihle 27 Muharrem, miladi tarihle 3 Haziran 1989... Günlerden Cumartesi... Akşam; saat 2220' yi gösteriyor. Sevgiliye kavuşma vakti, vuslata erme zamanı gelip çatmış... Milyonlarca müminin kalbinin Allah'ın nuruyla, manevî aşkla dolmasını sağlayan bir müminin kalbi duruveriyor... Çok yakın dostları tarafından hastahane odasına yerleştirilen gizli bir kamera aracılığıyla hasta olarak yattığı son günler, ameliyatları ve Hakk'ın Rahmetine kavuştuğu, likaullah'a eriştiği o lâhzalar kaydedilmiştir bugün (179) İmam'ın bu lâhzalardaki inanılmaz huzuru ve maneviyatla dolup taşan hali televizyondan yayınlandığında baştan başa bütün İran bir kez daha maneviyat beldesi kesilecek, yaşlı gözlerle yaslı gönüller bir kez daha mânevi bir inkılab yaşayacaktı âdeta... Bu anları tarif edebilmek gerçekten imkansızdır... O sırada bizzat o ortamda bulunan ve o atmosferi teneffüs edebilenler bilir ancak bunu... Dudakları sürekli kıpırdamakta, Allah'ı zikretmekteydi! Seksenyedi yaşında olduğu, çok kısa aralıklarla birden fazla pek zor ve uzun ameliyata girdiği, mübarek kollarında serum iğneleri, vücudunun birçok yerinde cihazlar bulunduğu ve ömrünün son akşamını geride bırakmakta olduğu o son lâhzalarda farzlarını tamamladığı akşamla yatsının sünnetlerini kılıyor, teheccüd namazını (foto s:203) ihmal etmiyor ve Kur'an telavet ediyordu... Son saat geldiğinde fevkalâde bir huzur ve melekutî bir sükunu vardı. Durmadan kelime-i şehadet getiriyor, "Allah birdir, Muhammed O'nun elçisi ve kuludur" diyordu... Ve, kelime-i şehadeti tekrarlayarak verdi son nefesini; Melekut-i Â'lâ'ya kanatlanırken sevgilisine kavuşmanın sevinci dudaklarındaki huzurlu tebessümden belliydi... O sevgilisine kavuşmuş, ama sevenleri tarifi imkansız acılara boğmuluştu.
İmam'ın -ks- dâr-ı bekaya göçtüğü haberi yayınlandığı zaman islâmi İran büyük bir zelzele yaşamıştı âdeta. Sadece İran değil, islam ve islam ümmetine bütün dünyada izzet ve saygınlık kazandıran bu nur İmamının mesaj ve kişiliğiyle âşina olan her yerde, her belde ve her diyarda gözler yaşlı, gönüller yaşlıydı o gün... Evet, müminlerin o günlerdeki halini tavsif edebilmek ne dilin ne de kalemin yapabileceği bir iş değil gerçekten. Yârini, sevgili İmam'ını kaybeden İran halkı böylesine dövünerek gözyaşı akıtmakta haklıydı elbet; tarihte hiçbir millet, bir rehbere böylesine ağlamış değildi şüphesiz. Koca bir islam ümmetinin ayaklar altında çiğnenen izzet ve onurunu kurtarmış, yüceltmişti o; inananlar onun yiğit kıyamı sayesinde kavuşmuşlardı layık oldukları izzet ve onura. Gerçek anlamda bir Allah eri olan bu nâdide goncanın yiğitçe haykırışı şahı İran'dan söküp atmış, Amerika'yla batı şirkinin bu ülkedeki sömürü ve sultasına son vermiş, islamı yeniden diriltip ihya etmiş, (foto- s:204 ve 205) müslümanlara onur ve izzet bahşetmiş, İslam Cumhuriyeti'ni kurmuş kimsenin yan bakmaya dahi cür'et edemediği dünyanın tüm süper güçlerinin karşısına dikilip bütün şeytanî ve cehennemî güçleri dehşete düşürmüş, bütün küfür dünyasının elele vererek on yıl boyunca tertiplediği tüm oyun, komplo, ihtilal girişimleri, hükumeti düşürüp devleti yıkma çabaları, içeriden ve dışarıdan fitne, ve bozgunculuklar çıkarıp bölücülük yaratma tertiplerinin tamamını bozmuş, hem doğu, hem batı blokunun tüm gücüyle destek verdiği bir ülkenin kışkırtılmasıyla başlayan 8 yıllık bir savaşta İslam Cumhuriyeti'nin başkomutanlığını yaparak dünya müstekbirleriyle bölgedeki maşalarını dize getirip pes ettirmiş bir âlim, müçtehid, taklid mercii, kutub ve rehberdi o; müslüman İran milleti onlarla birlikte tüm dünyayı Muhammedî öz islamla tanıştıran bu nur İmamının ardından gözyaşı dökmekte elbette ki haklıydı.
Bütün bunları abartma gibi gören ve esasen başka bir dünyadan meselelere baktığı için bu mefhumları yeterince algılayamayanlar İmam'ın -ks- vefat ettiği ve onun pâk na'şının kaldırıldığı günlerde İran ve dünya televizyonlarından yayınlanan gerçek sahneleri gördüklerinde, bu acı haberin ağırlığına dayanamayan onlarca müminin haberi duyar duymaz can verdiğini ve bekâ diyarına göçtüğünü duyduklarında ve yüzlerce İmam aşığının baygınlık geçirerek ancak eller üzerinde ambulanslar ve kliniklere aktarılabildiğine şahid olduklarında elbette ki hayretler içinde kalacak ve bu gerçekleri doğru yorumlama ve idrâk hususunda acze düşeceklerdir. Ama ilahî aşkı tadmış ve Rabbinin rızasını umarak yaşamaya alışmış olanlar için bütün bunları anlamak ve algılayabilmek hiç de zor değildir. Müslüman İran halkı İmam Humeyni'ye -ks- gerçekten aşıktı; onun rıhlet gününde "Humeyni'yi sevmek, tüm iyilikleri sevmek demektir" sloganı atan kitleler bunun en bariz delili olsa gerek.
Hemen ertesi gün, yani hş. 1368 Hordad'ının 14'üne rastlayan Pazar günü "Rehberlik Uzmanlar Meclisi" toplanıyor ve Ayetullah Hamenei tarafından okunan ve okunması 2,5 saat süren İmam'ın vasiyetini dinledikten sonra; islam cumhuriyetinin rehberliğini üstlenecek ve İmam'ın yerini doldurabilecek yeni rehberin kim olması gerektiği hususunda gerekli müşaverelerde bulunduktan sonra o sırada dönemin cumhurbaşkanı olan ve rahmetli İmam'ın en seçkin öğrencileri arasında yer alıp islam inkılabına fevkalâde emeği geçen, İmam'ın 15 Hordad kıyamındaki yarenlerinden biri olup hareket boyunca imamın yanında yer alan Ayetullah Seyyid Ali Hamanei İran'ın yeni lideri olarak seçiliyor.
ruhullah.com alıntıdır.
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Sosyal medyanın bize yaptıkları... Esma_Nur Resim/Karikatür 0 19 Nisan 2016 22:24
İmam Humeyni r.a dan İrfani Nasihatler MERVE DEMİR Güzel Sözler-Deyımler-Nükteler 37 10 Ekim 2012 18:30
Rahmetli İmam Humeyni’den bir şiir İmamHüseyin Şiirler ve Şairler 0 09 Mayıs 2009 14:04
Ayetullah Hamanei'nin Hayatı MERVE DEMİR Alimler(Rh) 0 07 Ocak 2009 05:51
Ayetullah Emekdar Üye İslami Kavramlar 0 01 Mayıs 2008 02:11

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.