|
Konu Kimliği: Konu Sahibi Medine-web,Açılış Tarihi: 20 Ekim 2013 (12:36), Konuya Son Cevap : 20 Ekim 2013 (12:40). Konuya 4 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
20 Ekim 2013, 12:36 | Mesaj No:1 |
Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Ankara ilitam fıkıh ders özetleri Ankara ilitam fıkıh ders özetleri ÜNİTE: 1 FIKIH İLMİNİN MAHİYETİ VE TARİHİ GELİŞİMİ Prof. Dr. İbrahim ÇALIŞKAN Fıkhın Anlamı Fıkıh kelimesi sözlükte çeşitli bablara göre; “mutlak olarak anlamak, konuşan kimsenindediğini anlamak” gibi anlamların yanısıra “fakihin bir karakteri”ni ifade edebilmek için de kullanılmıştır. İlk dönemlerde fıkıh terimi, Kitâb ve Sünnet’in nasslarının delalet ettiği itikat, ahlâk veamellerle ilgili hükümleri içermektedir. Hatta ilk dönemde geniş anlamdaki bu “fıkıh” terimi, “zühd”ü de kapsamaktaydı. Nitekim Hasan-ı Basri fakihi şöyle tanımlar. “Gerçek fakih dünyaya değer vermeyip ahiretle meşgul olan , derin bir dini bilgiye sahip olan, ibadetleri düzenli olan, takva sahibi, müslümanların namuslarında gözü olmayan ve ümmetin selametini isteyen kimsedir.” Daha sonra fıkıh, sadece ‘ahiret ilmi ve nefsin âfetlerinin inceliklerini bilme’ye hasredilmiş, böylece fıkıh, ahiret ile ilgili meselelerin ön plana çıkarılıp dünyanın önemsenmemesi sonucunu doğurmuştur. Örneğin İmam Malik fıkhı, “Allah’ın kalplere koyduğu bir ışık” olarak tanımlamşıtır. Nihayet fıkıh, “tafsilî delillerden elde edilen bilgiyle amelî-şer’î hükümleri bilmek” olarak tanımlanan bir ilim haline gelmiştir. Hicri ikinci yüzyıla kadar fıkıh, hem hukukî hem de itikadî meseleleri içermekteydi. “el- Fıkhu’l-Ekber” adıyla bilinen ve Ebû Hanîfe’ye (ö. 15h./767m.) nispet edilen ve kadercilere karşı yazılmış olan bu eserde; iman, Allah’ın birliği, sıfatları, ahiret hayatı, peygamberlik gibi İslam’ın temel inanç esasları ele alınıp incelenmektedir. Bu da ilk dönemde kelam konularının da fıkıh terimi kapsamına girdiğini göstermektedir. Bu anlamda Ebu Hanife fıkhı “kişinin hak ve sorumluluklarını bilmesi” olarak tanımlamıştır. Fıkhın kelamdan bağımsız bir ilim olarak ilk defa Me’mun döneminde, Yunanca felsefi eserler Arapçaya tercüme edildiğinde, Mutezile tarafından ortaya konmuş olduğu anlaşılmaktadır. Hicri birinci asrın sonlarına doğru hadis toplama hareketi başlayınca “ilim” terimi genellikle “sünnet bilgisi” için kullanılırken, aynı dönemde fıkıh terimi ise, “akıl ve re’yedayanan bilgi” için kullanılmaya başlanmıştır. Fıkıh “zihinsel faaliyet” olma özelliğini hiç kaybetmemiştir. Sahâbiler arasında hukukî kararlar veren ve bu kararlarında aklı kullanmakla tanınanlar, “fukahâ” diye bilinmekteydiler. Bu terimlerin özellikle İslam’ın ilk dönemlerinde ifade ettikleri anlamlar arasında yine de kesin bir ayırım yapılması oldukça zor görünmektedir. Fıkıh-Şeriat İlişkisi Şeriat kelimesi sözlülte; “doğru yol, içilecek su yolu” anlamına gelmektedir. Terim olarak şeriat, “Allah’ın kullarına indirdiği, inandıklarında ve inandıklarıyla amel ettiklerinde dünya ve ahiret mutluluğuna erecekleri hükümlerin tamamı”na denilmektedir. Bu anlamıyla şerîat, uyulması gereken itikadî hükümleri, bezenilmesi gereken ahlakî değerleri ve bugünkü ifadesiyle özel ve kamu hukuku ile ilgili yerine getirilmesi gereken tüm hükümleri içermektedir ki, bu hükümlerin tamamına “Kur’ân fıkhı” adı da verilmektedir. Şeriat ile Fıkıh Arasındaki Farklar • Her fıkıh şeriattır, ancak her şeriat fıkıh değildir. • Şerîat noksansızdır. Ancak fıkıh böyle değildir. • Şerîat, fıkhın aksine tüm insanlığa hitap etmesi bakımından geneldir. • Şerîat, fıkhın aksine koyduğu hükümlerle bütün insanlığı bağlayıcı bir özelliğe sahiptir. • Şerîatın içerdiği hükümler doğrudur. Fukahânın ictihadları ise, bazen isabetli olurken bazen de yanlış olabilmektedir. • Şeriatın içerdiği hükümler ebedî ve değişmezdir. Fıkıh hükümleri ise, insan aklının dahli söz konusu olduğu için her zaman tartışmaya açıktır ve değişebilir niteliktedir. Fıkhın İlminin Doğuşu Fıkıh, Kur’ân’da yer alan itikadî, ahlakî ve amelî hükümlerden, Hz. Peygamber’in verdiği fetvâ ve hükümlerden / kararlardan, sahabenin Kitâb (Kur’ân), Sünnet, İcmâ’ ve Re’y’den çıkardıkları hükümler ve karşılaştıkları olaylarla ilgili verdikleri fetvâlardan doğmuştur. Sonraları İslâm devletinin sınırları genişlemiş, yeni topraklar ele geçirilmiş ve buna bağlı olarak müslümanlar yeni problemlerle ve olaylarla da yüz yüze gelmişlerdir. Bunun tabiî bir sonucu olarak, müctehidler karşılaştıkları problemleri çözebilmek için ictihâda baş vurmuşlar, Kur’ân ve Sünnet’in nassları ışığında yeni hükümler elde etmişlerdir. Böylece, fıkhî hükümlerin alanı daha da genişlemiştir. Fıkıh İlminin Gelişmesi Hz. Peygamberin vefâtından sonra sahâbe, hüküm çıkarma (istinbât) görevini üstlenmişler, karşılaştıkları yeni olaylara Kur’ân ve Sünnet ışığında çözümler bulmaya çalışmışlardır. Bu nedenle sahâbe dönemi “hukukî tefsir dönemi” veya “hüküm çıkarmakapısının açılmaya başladığı dönem” olarak kabul edilmektedir. Bu dönemde sahabe, yargı (karşılaştıkları bu olaylar hakkında hüküm verme) ve fetvâ (yeni olaylar hakkında Kur’ân ve Sünnet ışığında insanları bilgilendirme) görevini üstlenmişlerdir. Fıkıh İlminin Özellikleri Fıkhın, kendisini diğer semâvî hukuk sistemlerinden olduğu gibi beşerî hukuk sistemlerinden de ayıran kendisine özgü karakteristik özellikleri vardır: • Fıkıh, ilâhî bir hukuk sistemidir. Çünkü fıkhın referansları vahiy ve onu açıklayan Sünnet’tir. Fıkhın bu ilahi özelliği onu diğer beşeri hukuk sistemlerinden farklı kılmaktadır. • Allah, insanların kitabında bildirdiği emir ve yasaklara uymasını ister. Çünkü insanın bu emir ve yasaklara uyması, hem kendisinin, hem içinde yaşadığı toplumun , hem de diğer insanların yararınadır. • Fıkıh insanı ve insanın mutluluğunu esas almaktadır. Kaynağı ilahî olması sebebiyle fıkıh, renk, dil ve ırk ayırımı yapmaksızın tüm insanlığa hitap etmektedir. Allah emir ve nehiylerine uyma konusunda, tüm insanlığı –kendi yararları için- uyarmaktadır. • Fıkıh insanların ihtiyaçlarına cevap verebilecek genel ilkeleri içermektedir. • Fıkıh, adaleti esas almakta ve adaletli davranmayı istemektedir. Bu bağlamda hak, adalet, eşitlik ve sevginin tüm ilişkilerde esas alınmasını ister. Aklın kullanılmasını, düşünmeyi ısrarla ister. Karşılaşılan olayların çözümünde vahiyden hareketle kolaylık ve hoşgörüyü esas alır. Fıkhın ana konusunu oluşturan ilahi emir ve yasaklarda, ‘insan yararı’ gözetilmiştir. Adaletli davranmayı esas alan fıkıh, bu konuda müslim, gayr-ı müslim ayırımı yapmaz. • Fıkıh ilmi, toplumun içinde yaşar ve olaylarla beraber vardır. Fıkıh insanları sıkıntıya sokmak için değil de onların problemlerini çözmek için vardır. Fıkıhta fetvaların zamana, mekana ve kişilere göre değişeceği, maslahata ve örfe dayanan hükümlerin de maslahat ve örfün gereklerine göre farklılık arzedeceği genel bir ilke olarak kabul edilmiştir. Fıkıh’ı sekiz kısma ayırmak mümkündür: 1. İbadetler: Birey ile yaradan ilişkisini düzenleyen hükümlerdir ki, nefis terbiyesini, kişinin kurtuluşunu ve toplumun mutluluğunu amaçlamaktadır. (140 ayet) 2. Aile ile ilgili hükümler: İnsanın doğumundan ölümüne kadar emzirilme, bakım, hacr, velayet, evlenme, boşanma ve miras gibi hükümleri içerir. (70 ayet) 3. Mâlî konularla ilgili hükümler: İnsanların hukuki anlamda borç doğuran çeşitli ilişkilerini düzenleyen hükümlerdir. Alım satım sözleşmesi, rehin, akitlere vefa gibi. (70 ayet) 4. Devletin gelirleri ve giderleri ile ilgili hükümler: Devletin gelirleri (ganimet, fey’, zekat, harac gibi) fakir ve zengin arsındaki haklarla ilgili hususları düzenleyen hükümlerdir. (10 ayet) 5. Anayasa ile ilgili hükümler: Birey ile yönetim arasındaki ilişkileri düzenleyen hükümlerdir. (10 ayet) 6. Milletlerarası ilişkiler ile ilgili hükümler: Savaş ve barış anında diğer milletlerlemüslüman devletlerin ilşkilerini düzenleyen hükümlerdir. (25 ayet) 7. Yargı ile ilgili hükümler: Adalete uygun bir şekilde davanın görülmesi, sonuçlandırılması ve hükme bağlanması ile ilgili hükümlerdir. (13 ayet) 8. Suçlar ve cezalar hakkındaki hükümler: İnanç özgürlüğü, din, can, mal, akıl, ırz ve namusun korunmasıyla ilgili hükümler. Cezalar ise, kısas, hadd ve ta’zir cezalarıdır. (30 ayet) Fıkıh / İslam Hukuku ile Diğer Hukuk Sistemlerinin Karşılaştırılması a. Hükümlerin Kaynakları Bakımından İlahî hükümlerin kaynağı Allah tarafından gelen VAHİY’dir. Bu vahiy ister Kur’ân, Tevrat ve İncil gibi doğrudan olsun, ister kendisine vahiy indirilen peygamber (Sünnet) aracılığı ile olsun. Çünkü Peygamberler, vahiy alan ve aldığı vahiy doğrultusunda yaşayan, vahyi insanlara açıklayan ve insanların günlük hayatlarını düzenleyen kimselerdir. Bu bağlamda fıkhın, Kitap ve sünnetin uygulamalı açıklaması olduğu söylenebilir. Fıkıhçıların karşılaştıkları problemleri rahatça çözebilmelerini sağlayacak genel ilkeler, Kitap ve Sünnet’te yer almaktadır. “Allah, sizin için kolaylık ister, zorluk istemez” (Bakara, 185) “Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermey yoktur.” (Hadis) Kur’an ve sünnetin koyduğu bu temel ilkelerden yararlanarak, fıkıhçılar da bazı “genelhukuk kuralları” geliştirmişlerdir: “Sıkıntıların ortadan kaldırılması esastır.” (Raf’ul harac), “Kötülüğe giden yolların kapatılması esastır.”, “Zaruretler, mahzurlu/sakıncalı şeyleri mübah kılar.” Beşeri hukuk sistemlerinin ise Allah’a isnadı sözkonusu değildir. Bu sistemler, tamamen insan düşüncesinin ürünüdür. Bu hukuk sistemlerinin kaynağı, toplumlara ve şartlara göre değişmektedir. Bu kaynak bazen siyasi otoritenin idaresi, bazen hukukçuların gayretleri sonucu oluşan hukuki çalışmalar, bazen daha önce uygulanmış hükümler ile örf ve adetler, bazen de halkın seçtiği bir meclistir. b. İçerdikleri Hükümler Bakımından Vahiy kaynaklı hukuk sistemlerinde, tüm emir ve yasaklar Allah tarafından insanların yararı için belirlenmiştir. Çünkü Allah onlar için bu gün ve gelecekte yararlı ve zararlı olan şeyleri herkesten iyi bilmektedir. “Ey iman edenler! Şarap, kumar,…” (Maide, 90) Allah kullarına emrettiği emir ve yasaklarda onların yapılarına uygun, adaletle örtüşen hükümler indirdiğini kullarına asla zulmetmeyeceğini / haksızlık etmeyeceğini belirtmektedir. “Kim iyi iş yaparsa bu kendinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara zulmedici değildir.” (Fussilet, 46) Hakkında kesin bir nas bulunmayan konuda sonuçta yanılma ihtimali bulunsa da, ictihad zorunludur. Çünkü müslümanlar problemleriyle başbaşa bırakılamazlar.” Beşerî hukuk sistemleri ise, mevcut durumda insanların isteklerine ve yararlarına uygun olan hükümleri içermektedir. Şartlar değiştikçe, yeni durumlara göre düzenlemeler yapacaklardır. Bu nedenle vahye dayalı hukuk sistemlerinde insanlara zararlı olduğu için yasaklanan bazı şeyler, beşeri hukuk sistemlerinde yasaklanmayabilmektedir. c. Müeyyideler / Cezâlar Bakımından Cezâlar açısından da ilahî hukuk sistemi ile beşerî hukuk sistemleri arasında farklar vardır. Fıkıhta cezâlar, hem insanların kusurları sonucunda oluşan fiillerine cezâî müeyyide uygulayarak maddî ceza öngörmekte, hem de işlediği fiilin derecesine göre uhrevi ceza öngörmektedir. Bu durum beşerî hukuk sistemlerinde yoktur. Sadece maddî müeyyideler (dünyevî cezâlar) söz konusudur. Dünyevî cezâdan kurtulmak insan için vicdânî rahatlık bakımından her zaman yeterli olmayabilmektedir. Fıkıh, beşerî / pozitif hukuktan farklı olarak aşağıdaki konuları da içermektedir: • Fıkıh, kişinin yaradan ile ilişkilerini de düzenlemektedir. • Fıkıh, kişinin kendi nefsiyle olan ilişkisini de düzenlemektedir. • Fıkhın ahlakî kuralları, başkasına yardımdan geri durmaktan ve fakirin ihtiyacını görmemekten dolayı insanı sorumlu tutar. Fıkıhta mevcut bu özellikleri, beşerî (pozitif) hukukta bulmak oldukça zordur. İslam Hukuku-Roma Hukuku İlişkisi İslam hukukunun Roma hukukundan etkilendiği hep söylenegelmiştir. Ancak bu tür iddiaların bir değer ifade edebilmesi için, gerçekten böyle bir etkilenmenin söz konusu olup olmadığının çok ciddi, uzun ve dikkatli bir şekilde araştırılması sonrasında ortaya atılması gerekmektedir. Bilindiği gibi hukuk sistemleri, kendilerinden önceki hukuk sistemlerinin etkisi altında kalabilecekleri gibi, aynı çağdaki hukuk sistemlerinden de etkilenebilmektedir. Bu doğal ve kaçınılmazdır. Roma hukuku ile İslam hukuku arasında muâmelat (borçlar hukuku) konusunda bir dereceye kadar benzerliklere rastlanmaktadır. Ancak bu konudaki detay benzerlik, İslam hukukunun Roma hukukundan etkilendiğine delil olacak nitelikte değildir. Çünkü böyle bir iddiayı geçersiz kılacak bir çok delil vardırr: • Fıkhın en son kaynağı Hz. Peygamberdir. Hz. Peygamber ümmî olup, Yunanca, Latince ve Süryanîce bilmiyordu. • Fıkhın, doğmuş olduğu Mekke’nin, Hz. Peygamber’in son on yılını geçirdiği Medine’nin genel olarak da Arabistan’ın örf ve adetlerine dayanması çok doğaldır. Bu dönemde Roma hukukunun fıkha etkisini gösterecek her hangi bir iz, Arap yarımadasında yoktu. • Tüm fıkıh mezhepleri / ekolleri, Hicaz, Irak gibi Bizans’ın hakimiyeti altına girmemiş topraklarda ortaya çıkmıştır. Bu özellikle sünni mezhepler için olduğu gibi Zeydiye ve İmamiye gibi Şii mezhepler için de böyledir. (Eski Bizans topraklarında yetişen o dönemin tek fakihi ‘Evzai’dir ki, o da aslen Sind’li (Batı Pakistan) olup ömrünün sonlarında Beyrut’a yerleşmiştir. Mezhebi de ölümün de sonra devam etmemiştir.) Daha sonra ortaya çıkan Şafii ve Hanbeli mezhepleri de Bizans’ın etkisi dışında olan Bağdat’ta doğmuştur. • O dönemde henüz Roma hukukuna ait eserler tercüme edilmemişti. • Sahabiler ve sonraki meşhur hukukçular Roma İmp. sınırları dışında yaşamışlardır. • Arap kaynakları, İran gibi bazı yabancı kanunları kabul edildiğinden bahsetse de bunlar arasında Roma hukuku yoktur. • Sistem aşısından da arada farklar olup Fıkıh; ibadet, muamelat ve ukubat kısımlarına ayrılırken Roma hukuku; eşhas (sahıslar), eşya ve kaza (yargı) konularını içermektedir. FIKIH İLMİNİN GEÇİRDİĞİ EVRELER 1. Hz.Peygamber Döneminde Fıkıh İslam’dan önce Arapların yeme içmelerinde, giyimlerinde, bayramlarında, yılın çeşitli mevsimlerinde, birbirleriyle olan ilişkilerinde, düğünlerinde, evlenme, boşanma ve alım-satım gibi diğer hukukî ilişkilerinde kendilerine özgü örf ve adetleri vardı. Yine onların kendilerine göre haram saydıkları fiiller, haksızlık sözkonusu olduğu zaman kasame ve kısas gibi caydırıcı tedbirleri de vardı. Ancak bunlar düzenlenmiş bir hukuk sistemi halinde değildi. Onları, sıkıntılı, haksızlıkların hakim olduğu böyle bir dönemden , mutlu ve huzurlu bir döneme kavuşturmak isteyen Allah, onlara bir nimet olarak Hz. Peygamberi ve İslâm gibi yüce bir dini göndermiştir. “Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Allah’ın izniyle bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak.” (Ahzab,45-46) Hz. Peygamber dönemi (peygamber oluşu ve ahirete irtihali arası), fıkıh açısından daha sonraki dönemler için bir model oluşturmaktadır. Çünkü fıkhın temelleri bu dönemde atılmıştır. a. Hicretten Önceki Dönem ve Özellikleri Bu dönem İslâm’a davet dönemidir. Bu dönemde fıkıh, yeni bir davetin esaslarını belirlemeye yönelmiştir. Bu esaslar, ulûhiyyet (tevhid), risâlet ve âhiret günü konularında yoğunlaşmaktaydı. Bu mekki ayetlerin çoğunda “aklı kullanmak, ibretle bakmak ve incedeninceye düşünmek” kökünden türetilmiş kelimeler sıkça geçmektedir. Kur’an bununla da yetinmeyerek insanların nazarını kainata ve ondaki ince plana yönlendirerek bir Allah inancını yerleştirmeye çalışarak ‘burhani delil’e de başvurmuştur. b. Hicretten Sonraki Dönem ve Özellikleri Medeni ayetlerde, Müslümanların Medine’de başlayan yeni hayatlarında karşılaştıkları problemlerin çözümü yer almaktadır. Ayrıca bir çok konunun hükmü de bu ayetlerde belirtilmiştir. Müslümanların müşriklerle savaşları da bu dönemde olmuş, müslüman olmayanlarla ilgili ilişkileri belirleyen ayetler de Medine’de nazil olmuştur. Yine aile hukuku,boşanma ve miras gibi hükümler de bu dönemde koyulmuştur. Hz. Peygamber döneminde fıkhın kaynakları üçtür: 1. Kur’an 2. Sünnet 3. Hz. Peygamberin ictihâdı. Hz. Peygamber kendisine bir mesele sorulduğunda o konuda Kur’an’ın hükmünü söylerdi. Yoksa bu konuda ayet nazil olmasınıbeklerdi. Ayet nazil olmazsa konuyu kendi ictihadıyla hükme bağlardı. Hz. Peygamber, isabetli ise Kur’an bunu doğrular değilse doğrusu bildirilirdi. Hz. Peygamber daha sağ iken sahabileri ictihad yapmaya sevketmiş, kendisinin huzurunda bile, onların ictihad yapmasını istemiştir. İctihad yapmaktan çekinenlere “isabetli hüküm verirseniz iki sevap; şayet yanılırsanız, bir sevap alırsınız.” demiştir. Hz. Peygamber Dönemindeki Fıkhın Karakteristik Özellikleri - Hükümlerde tedrîcilik. - Hükümlerde kolaylık ve hafiflik ilkesi benimsenmiştir. - Hüküm verirken bireyin ve toplumun maslahatı/yararı gözetilmiştir. - Hükümlerde, insanlar arasında adaletin gerçekleştirilmesi ilkesi esas alınmıştır. 2. Hulefâ-i Râşidîn Döneminde Fıkıh Hulefâ-i râşidîn de bir konuda hüküm verirken Hz. Peygamber’in izlediği yöntemi izlemiştir. Hulefâ-i râşidîn döneminde yapılan ictihâdlar iki şekilde gerçekleşmekteydi. - Bazen bu ictihad, ictihada ehil olan kimselerin bir araya gelip o konunun hükmü hakkında fikir birliğine varmalarıyla gerçekleşirdi. Buna el- İctihad-ül Cemâi adı verilirdi. - Bazen de ictihada ehil olanların bir araya gelmeleri mümkün olmazdı. Böyle bir durumda ictihada ehil olan, çözüm bekleyen mesele hakkında hüküm bulunan bir meselenin hükmünü vermeye çalışırdı. Buna da el- İctihad-ul Ferdî adı verilirdi. Bu ferdi ihtiyaç ya kıyasa dayanır ya da sıkıntının oratadan kaldırılması için genel ilkelere dayanır ya da böyle olunca maslahat gerçekleşmeyecekse genel ilkeler uygulanmaktan vazgeçilirdi. (Bu uygulama sonraki dönemde “istihsan” daha sonraki dönemlerde ise “el- maslahat’ül mürsele” olarak isimlendirilecektir.) Hz. Peygamber de sahabilere, Kur’ân’da hakkında hüküm bulunmayan bir konuda alimleri toplamalarını, konuyu aralarında istişare etmelerini, tek kişinin ictihâdıyla hüküm vermemelerini tavsiye etmiştir. Bu yöntemi önce Hz. Ebubekir daha sonra ise Hz. Ömer uygulamıştır. 3. Sahâbîler Döneminde Fıkıh Sahâbîler döneminde, olaylar yaşanmadıkça diğer bir deyişle problemler ortaya çıkmadıkça sahâbîler görüşlerini ortaya koymuyorlardı. Çok fetvâ vermekten hoşlanmıyorlardı. Ancak bir olay ortaya çıkarsa ya da çözülmesi gereken bir olayla karşılaşılırsa, o konu ile ilgili doğru olan hükmü bulmaya, güçleri yettiğince gayret gösteriyorlardı. Sahabiler ictihad yaptıkları zaman uyguladıkları yöntemleri fıkhi terimlerle ifade etmemişlerdir. Bu terimler mezheplerin oluştuğu dönemde fıkıhçılar tarafından oluşturulmuştur. Sahabilerin bu içtihadları “re’y” kavramı içerisine sokulabilir. Sahabilerin çözdüğü ya da hakkında fetva verdiği meseleler henüz tedvin edilmemişti. Bunlar fakihler tarafından ezberlenmiş, henüz küçük yaştaki sahabiler tarafından daha sonraki nesillere intikal ettirilmiştir. Bu dönemde müslümanlar arasında kayda değer ihtilaflar daha çıkmamıştır. Bunun sebepleri: - Şura ilkesinin yerleşmesi ve uygulanması - Sahabilerin ileri gelenleri ve fakihlerin başkent Medine’de yaşıyor olmaları sebebiyle bir konuda hüküm vermeleri ve icma etmelerinin çok kolay olması. Abdullah b. Mes’ud gibi sahâbîlerin bir kısmı, karşılaşılan bir olayla ilgili nassın bulunmadığı durumlarda re’y ile hüküm verilmesi gerektiği görüşünde idiler. Ancak Abdullah b.Ömer gibi bir kısmı ise, nassların esas alınması, nasslardan kesinlikle ayrılınmaması gerektiği görüşünde idiler. Bu dönemden sonra birinci görüş “ehlü’r-re’y” ikinci görüş ise “ehl’ül hadis” olarak isimlendirilmeye başlanacaktır. Kur’ân ve Sünnet’ten Hüküm Çıkarmada Sahâbenin İzlediği Yol Sahabe karşılaştıkları yeni bir olay karşısında, o olayla ilgili Kur’ân’da ve Sünnet’te bir hüküm bulunup bulunmadığını araştırırlardı. Eğer bu konuda Kur’ân ve Sünnet’te konu ile ilgili bir hüküm (nass) bulurlarsa, bu nass çerçevesinde gayretlerini yoğunlaştırırlardı. Eğer karşılaşılan yeni olayla ilgili Kur’ân ve Sünnet’te bir hüküm bulamazlarsa, kendi görüşlerine (re’y) başvururlar ve o konuda ictihâd yaparlardı. Olaylara yeni çözümler bulurken bazen kıyasa bazen de maslahata başvuruyorlardı. Fıkıhçılar da sahabenin bu yöntemini takip ederek şu iki hususu her zaman göz önünde tutmuşlardır: Verdikleri hükmün, dinin ruhuna aykırı olmaması ve müslümanların problemini çözecek , onları sıkıntıya sokmayacak, onların yararlarını gözetecek nitelikte olması. Sahabenin fıkıh anlayışlarının özellikleri: - Kaynak; Kur’an, Sünnet, İcma’ ve Re’y idi. - Farklı anlayışlar o zaman var olan ve yaşanan olaylarla sınırlıydı. - Verdikleri hükmün ve fetvaların dayanağı, Kur’an ve sünnetten elde edilen illetlerle sınırlıydı. - Hakkında nas bulunmayan konulardaki ictihadları, o günün insanlarının ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde maslahata uygunluk arzetmekteydi. 4. Tabiîler Döneminde Fıkıh İlmi Tabiîler döneminde fıkıh ilmi önemli gelişmeler kaydetmiştir. Bunun sebepleri: - Hz. Ali’nin ‘tahkim’i kabul etmesi üzerine müslümanlar üç gruba ayrılmışlardır: Şîa, Hariciler (Havaric) ve Ehlü’s sünne vel cemâa. - Sahabe alimlerinin farklı bölgelere dağılması sonucu ‘şura’nın gerektiği şekilde icra edilememesi. - Bu dönemde islam hukukçuları, naslara bağlı kalanlar (ehl’ül hadis) ve kıyasa başvuranlar (ehl’ür re’y) olarak ikiye ayrılmışlardır. - Hadis rivayetlerinin çoğalması - Uydurma hadislerin çoğalması - Arap olmayan fıkıhçıların da ortaya çıkması ve katkıları Bu sebepler fıkıh konularında çeşitli ihtilaflara sebep olmuş, fıkıhçılar arasında anlaşmazlık ve tartışmalara sebep olmuştur. Bu dönemde fıkıh ekollerinin sayısı artmıştır. Bunların en meşhurları, hadisçilerin (ehlu’l-hadis) kalesi durumunda olan Medine Ekolü ile re’y taraftarlarının görüşlerini benimseyen Kûfe Ekolü’dür. Medine Ekolü (Ehlu’l-Hadis) Medine, Hz. Ali döneminde hilafet merkezi olmaktan çıksa da çok orada sayıda sahabe vardı. Bunların başlıcaları Zeyd b. Sabit, Hz. Aişe, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Ömer’in yanı sıra “el-Fukahâus Seb’a” idi. Yedi fakih şunlardır: Said b. El Müseyyib, Urve b. ez Zübeyr, Kasım b. Muhammed, Ebubekir b. Abdirrrahman, Abdullah b. Abdillah, Süleyman b. Yesar ve Harise b. Zeyd. Kufe Ekolü (Ehlu’r Re’y) Bazı sahabiler Kufe’ye yerleşmişti. İbn Mes’ud, Ebul Musa el-Eşari, Sa’d b. Ebî Vakkas, Ammar b. Yasir, Huzeyfe b. El- Yeman Enes b. Malik bunlardandır. Bunun yanı sıra Hz. Ali Kûfe’yi devlet merkezi yapmıştı. Bu ekolde yetişmiş önemli fıkıhçılar ise; Alkame b. Kays en Nehâi, Şurayh el- Kâdi, Amir b. Şurahbil eş-Şa’bi, Mesruk b. El-Ecda’, İbrahim en Nehâi ve Said b. Cubeyr. Tabiîler de aynı sahabe gibi karşılaştıkları yeni olaylar ile ilgili bir nass buldukları takdirde çözümü onda ararlar ve çözerlerdi. Eğer yeni olayla ilgili bir nass bulamazlarsa re’ye başvuruyorlardı. Ancak bu dönemde kıyasın ve icmâın hüccet/delil olup olmayacağı konusundaki ihtilaflar ve sahabe döneminin sonu tabiîn döneminin başında ortaya çıkan siyasî parçalanmalar sebebiyle önemli değişiklikler yaşanmıştır. Tabiîn Fıkhının Karakteristik Özellikleri • Siyasî parçalanmalar sebebiyle farklı fıkhî eğilimlerin çoğalması. • Fıkıh ilmi için bir metod oluşturulmaya başlanmıştır. Emevilerin baskıcı politikası bilim adamlarının siyasetten uzaklaşıp dini ilimlerle baş başa kalmasına sebep olmuş ve çeşitli dallarda ihtisaslaşmalar başlamıştır. (İmam Şafi’nin er Risale adlı eseri “usül” ile ilgili olarak bize ulaşan ilk kitaptır.) • Fıkhın alanı genişlemiş ve fıkıh ilmi gelişmiştir. Bu olumlu gelişme şu sebeplere dayanmaktadır: - Siyasi ayrılıklar - Hadis rivayetinin yaygınlaşması - Fıkıh ekollerinin ortaya çıkması ve ılımlı müslümanların tartışmalarda iki büyük ekolün görüşlerine rağbet etmeleri. - Arap olmayan müslümanların (mevali) da fıkıhla meşgul olmaları -Sünnet’in tedvini ile hadis ezberlenmesinin kolaylaşması ve hüküm çıkarılması (istinbât) 5. Fıkıh İlminin Altın Dönemi Hicri II. asırdan hicrî IV. asrın ortalarına kadar uzanan bu dönem İslam fıkıh ilminin ‘altın çağı’ olarak vasıflandırılmaktadır. Çünkü fıkıh ilmi bu dönemde; zirveye ulaşmış, yaygınlaşmış, fıkıh ilminin kendine özgü bir yöntemi oluşmuş ve hüküm elde etme yolları net bir şekilde çizilebilmiştir.Bu dönemin özellikleri: - Fıkıh ilmi bu dönemde canlanmış, olgunluk ve kemal derecesine ulşamıştır. Birey ve toplumun sorunları çözülmeye başlanmıştır. - Fıkıh bilginleri yetişmiştir. Dört mezhebin yanı sıra Şia (İmamiye ve Zeydilik), Haricilik, Zahirilik yanında Hasan el-Basri, Evzai, Leys, Sevri, Süfyan b. Üyeyne, İbn Cerir et –Taberi, Ebu Sevr gibi alimlerin öncülüğünde fıkıh mezhepleri oluşmuştur. Bu dönemde taklid olmayıp ictihad yeteneği kazanan her öğrenci hüküm verebilmiştir. - Çeşitli mezheplerin fıkhi görüşleri bir araya getirilerek eserler tedvin edilmiştir. İmam Malik (el Muvatta), İmam Şafiî (el Hucce, el Umm) eserlerini yazmışlardır. - Re’y ekolünün imamlığı döneminde “farazi fıkıh” gelişmiştir. - Fıkhi kavramlar (istılah) bu dönemde ortaya çıkmıştır: Farz, vacip, sünnet gibi… - Fer’î meselelerde fıkıhçılar arasında ihtilaf çıksa da bu saygıyla karşılanmıştır. Bu dönemde, fıkhın yükselişini sağlayan faktörlerdenbazıları şunlardır: • Emevî halifelerinin aksine Abbâsî halifelerinin fıkıh ilmine önem vermesi. • Büyük müctehidlerin ortaya çıkması ve bunların ictihadlarında bağımsız / hür olmaları. • İslam devletinin sınırlarının genişlemesi sonucu müslüman toplumun bir çok yeni olayla karşılaşması ve bu olaylara çözüm bulma zorunluluğu. • Yeni müslüman olan ancak Arap olmayanlar arasında felsefe, mantık ve dini bilgilerlemücehhez bilim adamlarının varlığı. Bunlar yeni hükümlerin çıkarılmasına katkıda bulunmuşlardır. • Değişik milletlerden bir çok insanın müslüman olması. • Çeşitli dillerde ve ilimlerde tercüme ve tedvin hareketinin artması. • İlmi tartışmaların artması ve ilim adamlarının birbirleriyle fikir alışverişinde bulunmaları 6. Taklîd Dönemi Bu dönemde, karşılaşılan yeni problemlerin çözümü, daha önceki yazılan eserlerde yer alan hükümlerle sağlanmaya çalışılmıştır. Bu dönem, daha önceki düşüncelerin tekrarlandığı, yazılmış eserlerin sadece şerh edildiği, yeni eserlerin pek yazılmadığı bir dönemdir. Taklîd dönemi dediğimiz bu dönemin karakteristik özellikleri: • Mezhep taassubu. Her mezhep belli bir bölgede yayılmış ve o mezhebin görüşlerini anlatan eserler kutsal metinler gibi algılanmaya başlamıştır. • Siyasî otoritenin belli mezheplerin yayılmasına izin vermesi. • İlim açısından yeterli ve ehil / layık olmayan kimselerin yargının başına getirilmesi. • Mezheplerin görüşlerini belirten eserlerin tedvin edilmesi. • Fetvâ konularında çok farklı görüşlerin ortaya çıkması. Böyle olunca fakihler mensubu olduğu mezhep imamının görüşünü nakletmeyi yeterli görmüştür. Taklid döneminin oluşmasının sebepleri: - Abbasilerde siyasi zafiyetin baş göstermesi. - Alimlerin kendi mezhep imamlarının görüşlerine kendilerini bağlı hisstmeleri. - Alimlerin tüm gayretleri yazılmış eserleri özetlemek (ihtisar), açıklamak (şerh) veya bu alimlerin kitaplarının bazı kısımlarına itiraz ya da açıklayıcı notlar (haşiye) ilave etmek olmuştur. - Mezhep taasubunun oluşması.
__________________ Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır. |
Konu Sahibi Medine-web 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
Medineweb Görsel ve Slayt arşivi( kaybolmaması... | Medineweb.net Videolar | Medine-web | 5 | 211 | 23 Eylül 2024 20:24 |
Mustafa İslamoğlu Sözler | Medineweb.net Videolar | Mihrinaz | 2 | 393 | 30 Nisan 2023 16:51 |
Şirk Hakkında Kuran Ne Diyor? | Medineweb.net Videolar | Medine-web | 0 | 264 | 29 Nisan 2023 18:52 |
DÜNYA KABE'NİN NERESİNDE | Hacc-Umre-Kurban | Medine-web | 0 | 1106 | 27 Nisan 2020 21:40 |
20 Ekim 2013, 12:37 | Mesaj No:2 |
Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Cevap: Ankara ilitam fıkıh ders özetleri ÜNİTE: 2 FIKIH MEZHEPLERİNİN OLUŞUM SÜRECİ VE FAKÎHLER ARASINDAKİ FIKHÎ İHTİLÂFLARIN SEBEPLERİ Prof. Dr. İbrahim ÇALIŞKAN Mezhep İmâmlarının Yaşadıkları Dönemin Özellikleri Mezhep imâmlarının ortaya çıktığı dönem, hicrî ikinci asrın başlangıcından hicrî dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu dönem, hakimiyetin Emevîlerden Abbâsîlere geçtiği (h.132) döneme rastlar. Bu dönemin karakteristik özellikleri şöyle özetlenebilir: • Fukahânın halifeler tarafından madden ve manen desteklenmesi: - Harun Reşid, Ebu Yusuf’tan devletin mali siyasetiyle ilgili bir eser yazmasını istemiş o da ‘Kitabu’l Harac’ isimli eserini yazmıştır. - Ebu Cafer el- Mensur hacca gittiğinde İmam Malik’ten mutedil tarzda bir eser telif etmesini istemiş, o da ‘Muvatta’yı yazmıştır. - Mehdi de hacca geldiğinde İmam Malik’ten Muvatta’yı dinlemiş, hem ona hem de öğrencilerine bahşiş vermiştir. - Harun Reşid de aynı şekilde Muvatta’yı dinlemiş ve (daha önce Ebu Cafer’in de istediği gibi) bu kitabın herkes tarafından uygulanmasının zorunlu hale getirilmesi teklifini İmam Malik kabul etmemiştir. Bu dönemde şartlanmışlık ve fikri taassup söz konusu değildir. Ancak siyasi konular da fikir hürriyeti olamamıştır. • İslâm devletinin sınırlarının genişlemesi: Bu dönemde İslam devletinin sınırları genişlemişti. İnsanlar günlük hayatlarındaki uygulamaların İslam hukukuna uygun olmasına özen gösteriyorlardı. Bu nedenle karşılaştıkları her konuyu fakîhlere soruyorlardı. Olaylarla karşılaşılmadan, bu olayların hukukî çözümleri ortaya konuyordu. Hukuk halkın ihtiyaçlarıyla beraber yürüyordu. • Takdirî fıkhın ortaya çıkışı: “Takdirî fıkıh” dediğimiz, henüz olmamış olaylar hakkındaki hükümler içeren bir fıkıh oluşmaya başladı. Bu durum re’y’i hakem kabul eden Iraklı fakihler arasında aşırıya varacak düzeyde yayılmıştı. Böyle bir durum sahabe ve tabiîn döneminde söz konusu değildi. Sahabe döneminde bir olay gerçekleşmeden o olayla ilgili hüküm verilmiyordu. • İslâm devletinin sınırlarının genişlemesi çeşitli yerlerde farklı meselelerin oluşması sonucunu doğurmuştur: Her beldede dini öğreten bir kültür merkezi kurulmuştu; Hicaz’da Mekke ve Medine; Irak’ta Kufe, Basra ve Bağdat ; Mısır’da Fustat; Şam’da Dımeşk. Bu merkezler daha sonra ‘medrese / ekol’ adıyla da anılmıştır. • İlmî amaçla yapılan seyahatler: Çeşitli ekollere mensup bu fakîhler, diğer ekollerin fakîhlerinin görüşlerini de öğrenmek için birbirlerini ilim amacıyla ziyaret ediyorlardı. - Ebu Hanife’nin öğrencisi Muhammed b. El- Hasen eş-Şeybani , Hicaz’a gidip İ. Malik’ten el-Muvatta’yı okumuş ve bu görüşme neticesinde re’y ve hadis ekolleri birbirini tanımıştır. - İmam Şafiî, Irak ve Hicaz’a sonra da Mısır’a gitmiş ve netice de görüşlerinin çoğu değişmiştir. - Hacca gelip gidenlerin Medine’de İmam Malik’i ziyaret etmeleri ve ülkelerine döndüklerinde ondan bahsetmeleri sonucu onun görüşleri Mısır, Sudan ve KuzeyAfrika’da yayılmıştır. • Fakîhler arasındaki ilmî tartışmalar: Bu dönemde, etrafında öğrencileri ve taraftarı olan mezhep imâmları ortaya çıkmıştır. Bunların her birinin kendisine özgü ictihâd / hüküm elde etme yöntemi vardı. Her imâmın görüşlerini ve çeşitli konulardaki fetvâlarını içeren eserleri oluşmaya başladı. İmamların etrafında toplananlar onların görüşlerini yaymaya ve savunmaya başladılar. Böylece çeşitli mezheplerin taraftarları arasında tartışmalar (münazara ve cedel) yaygınlaştı. Sahâbîlerin İhtilâf Sebepleri Hz. Ömer’in hilafetinde sahâbîlerin fakîhlerinin hilâfet merkezini sebepsiz bir şekilde terk etmelerine izin verilmiyordu. Fakîhler çoğalıp, fethedilen alanlar genişleyince bu izlenen politikadan vazgeçilmek zorunda kalındı. Artık ilmi fetih askeri fetihle yanyana yürüyordu. Beldelerdeki farklı özellikler, buraya yerleşmiş olan fıkıhçıların fetvâlarına dayansıyordu. Bu sebeple bazen aynı konularda bile farklı farklı fetvâlar ve hükümler, yerleştikleri bölgenin şartlarına bağlı olarak farklı bir şekilde ortaya çıkabiliyordu. Fakat hiçbir sahâbî kendi görüşünün başkasını bağlayacağını düşünmüyordu. Sahabiler kendisinden sonra gelecek olan fıkıhçılara önemli ‘hukukî miras’ bırakmışlardır: - Bunların başında, Kur’an ve sünnetin ahkam bildiren naslarını açıklayan ‘şerhler ve tefsirler’ gelmektedir. - Hakkında nas bulunmayan konulardaki sahabi ‘fetva ve ictihadları’ da diğer hukuki mirası oluşturur. Sahâbîlerin ictihâdlarında söz konusu olan ihtilâfların sebepleri: • Hz. Peygamber’in her zaman yanında bulunup bulunmamaya bağlı olarak hadislere muttali oluşlarının faklı oluşu. • Delâleti kesin olmayan şer’î nasslardaki farklı anlayışları. • İctihâd ve kıyâsta göz önünde tutulan maslahatlar ve yetiştikleri çevrelerin farklı oluşu. • Sahâbîlerin fakîh olanlarının yeni fethedilen bölgelere hicret etmesi. • Fethedilen bu yeni bölgelere yerleşen fakîhlerin medenî ve tabiî bir çok farklı durumlarla karşılaşmaları. • Bu bölgelere yerleşen sahabîlerin Hz. Peygamber’in hadislerini ezberleme noktasında hafıza olarak birbirlerinden farklı olmaları. Ancak belirttiğimiz bu ihtilâflar, sahâbe arasında çok büyük görüş ayrılıklarına sebep olacak boyutta değildir. Hatta sahâbe arasındaki ihtilâfların oldukça az olduğu bile söylenebilir. Sahâbe arasındaki bu ihtilâfların azlığının sebepleri şöyle açıklanabilir: • Sahâbîlerin hulefâ-i râşidîn döneminde hepsinin bir bölgede (Medine’de)bulunmaları, henüz dağılmamış olmaları, yeni olaylar hakkında hüküm verirken fikir birliği (icmâ) oluşmasını kolaylaştırmaktaydı. • “Şûra sistemi” nin uygulanması. Halife, sahâbenin ileri gelenlerini, bir olayla ilgili olarak görüşlerini almak ve onlarla istişare etmek için onları bir araya getirerek, onlara durumu izah edip görüşlerini alabiliyordu. • Daha sonraki asırlara oranla, sahâbe döneminde yeni karşılaşılan ve çözüm bekleyen olayların oldukça az olması. • Kendilerinden sonra önemli bir ihtilâf sebebi olan, hadis rivayetinin azlığı. • Karşılaştıkları yeni olaylar karşısında enine boyuna araştırma yapmadan hüküm vermemeleri. • Sahâbe döneminde şûra ilkesinin esas olarak alınması sonucu (müslümanlar idarede söz sahibi idi olduğu için) fıkıh siyasete değil, uygulanan siyaset fıkha tabi idi. Tabiînin İhtilaf Sebepleri Tabiîlere yetişenler onların ibadet, abdest, namaz, nikah, alım-satım gibi konulardaki tutumlarını ve problem çözme yöntemlerini öğrenmişlerdir. Tabiîlerin bu görüşleri, ictihadları ve çeşitli konulardaki ihtilafları da sonraki fıkıhçılar için bir kültür mirası olmuştur. Tabiîlerin ihtilaf sebepleri üç başlıkta toplanabilir: • Fıkhî tartışmalara dayalı ihtilâflar: - Tabiîn fıkıhçılarının bir kısmı nassları esas almış ve re’ye çok az başvurmuşken, bir kısmı da re’ye oldukça geniş yer vermiştir. - Siyasî ayrılıklar sonucu kıyas ve icmâ gibi ikincil kaynakların kabulü konusunda tabiîler arasında ihtilâflar vuku bulmuştur. • Sünnet’e dayalı ihtilâflar: Hadis rivayetlerinin yaygınlaşması ve hadis uyduranların ortaya çıkması sebebiyle ancak belli belli şartları taşıyan hadislerle amel edilmiştir. • Dil ve usûl konularına dayalı ihtilâflar: İslam’daki eşitlik anlayışı Arap olmayan müslümanları (eâcim/mevali) da Arap diliyle meşgul olmaya sevketmiş ve bu durum düşünceyi geliştirmiş, çeşitli meselelerde ve naslarda derinlemesine düşünmeyi ve anlamayı sağlamış, dil ile ilgili anlam farklılıklarının da tartışılmasını sağlamıştır. Fıkıh Mezheplerinin Doğuşu Tafsilî delillerden hüküm çıkarma konusunda sahâbe de ihtilaf etmişlerdir. Ancak onların bu ihtilafı, oldukça sınırlı ve belli konularda olmuştur. Müctehid imâmlar dönemi geldiğinde bu ihtilafların boyutu genişlemiş ve hatta o hale gelmiştir ki, çeşitli fıkıh mezhepleri ortaya çıkmıştır. Mezhep imâmlarının hüküm çıkarma konusundakiihtilaflarının, Sünnetten haberdar olma, Sünnete uyma ve Sünneti anlama konularındaoluştuğunu söyleyebiliriz. Çünkü birinin haberdar olduğu hadisten diğeri haberdar olmayabiliyordu. Yani bir olayla karşılaşınca da hadisten haberdar olan bildiği hadisin hükmünü o olaya uygularken, o konudaki hadisten haberdar olmayan fakîh kendi görüşüne göre hüküm veriyordu. Aynı şekilde bir fakîhe rivayet edildiğinde hadisin senedinin sağlam olması sebebiyle o fakîh bu hadisi kabul ederken, diğer bir fakîh aynı hadisi farklı rivayet sebebiyle senedini zayıf gördüğünden bu hadisi kabul etmiyordu. Bunun tabiî bir sonucu olarak da olayla ilgili fetvâları farklı oluyordu. Aynı şekilde zannî olan şer’î delillerden ne murad edildiği konusunda da ihtilaf söz konusu oluyordu. Delil bazen zannî oluyor ve birden çok anlama gelebiliyordu. Bu sebeple fakîhlerin/hukukçuların bu manalardan/anlamlardan hangisini esas olarak alacakları konusunda ihtilaf ediyorlardı. Sonuç da, buna bağlı olarak farklı oluyordu. Bu saydıklarımıza ilave olarak fakîhlerin, genel ilkeler (el-mebâdiü’l-âmme) konusundaki ihtilafları, hükümlerin çıkarılmasında da ihtilaf doğmasına sebep oluyordu. Meşhûr hadis, Kur’ân’daki âmm (umûm ifade eden) bir lafzı/sözü tahsis eder mi etmez mi? Ya da mutlak bir lafzı takyîd (sınırlandırma) eder mi etmez mi? Sika (sözüne rivayetine güvenilir) olan ravilerin ister fakîh olsun isterse olmasın rivayet ettiği hadis delil olarak kabul edilir mi edilmez mi? Sahâbîlerin ictihâdları sonucu verdikleri fetvâlar delil olur mu olmaz mı? Sahâbîlerin bu fetvâlarına aykırı fetvâ vermek caiz mi, değil mi? Kıyâs şer’î bir delil midir? Kıyas, illetlere ve münasip vasıflara mı dayandırılacak, yoksa maslahatlara ve amaçlanan gayelere/hedeflere mi dayandırılacak? Tahsîs edilmemiş olan âmm lafzın delâleti kat’î midir, zannî midir? Mutlakın mukayyede hamledilmesi, hüküm ve sebeplerin bir olması halinde mi olacak yoksa sadece hükümlerin bir olması halinde mi olacak? Mutlak olarak zikredilen bir emir vücûba mı delâlet edecek, mutlak talebe mi, yoksa bu durumu bir karîne mi belirleyecek? Nass, hem ibarede yer alan bir hükmün varlığına hem de hakkındaki hükmü belirtilmemiş (meskût anh) olan mefhûm-ı muhalifine de mi delâlet edecek yoksa sadece ibarede yer alan hükme mi delâlet edecek? Bu süreçte Irâk ve Hicâz ekolü adı verilen iki farklı eğilimin ortaya çıkış sebepleri: • Hicâz’da Hz. Peygamberden rivayet edilen hadisler ve sahâbîlerin fetvâları boldu. Irâk’ta ise durum farklıydı. Onların elindeki Hz. Peygamber’in hadisleri ve sahâbîlerin görüşleri Hicâzlılar gibi bol değil, aksine azdı. • Her iki ekole mensup olan fıkıhçıların, yaşadıkları çevrenin, onların karşılaştıkları olayları değerlendirmelerinde büyük etkisi vardır. Hicazda yeni karşılaşılan bir durum olmadığı için daha çok nasların zahiri anlamlarıyla yetinmişlerdir. Irak ise farklıydı. Farslılar ile aralarında yeni muameleler ortaya çıktığından bunlar hakkındaki ictihad yapılması gerekliliği onların araştırma yeteneklerini geliştirmişti. • Irâk çeşitli kültürlerin ve çatışmaların da beşiği durumundaydı. Bu durum, Irâklı fıkıhçıların hadis diye rivayet edilen her şeyin hadis olmayacağı şüphesine kapılmaları sonucunu doğurdu. Bu sebeple, hadis rivayet eden kimselerin sika (güvenilir) kimseler olması şartını koydular. Bu bağlamda akıl ile bağdaşmayan bir hadis gördüklerinde ya bu hadisle amel etmediler ya da bu hadisi te’vil etme yoluna gittiler. Hicaz ise, bu akımdan uzak, asûde bir hayat sürüyordu. Sika olan raviler Hicâz’da boldu. Onların rivayetlerine de kimse şüphe ile bakmıyordu. Hicazlı fakihler de hiç tereddütte kalmadan bu hadislerle amel ediyorlardı. Farklı görüşlere sahip mezhep mensuplarının arasındaki diyalog arttıkça farklılıklar da zamanla yok olmaya başlamıştır. Örneğin Irak ve Hicaz fıkıhçılarından ders almış İmam Şafiî’nin re’y ve hadis arası orta yol olan bir mezhebin kurucusu olmuştur. Irak’tan Mısır’a göç edince de eski görüşlerinin (er- re’yul kadim) çoğundan vazgeçerek yeni ictihadlarda (er-re’y’ul cedid) bulunmuştur. İslam Fıkıh Mezheplerinin Doğuş Sebepleri Bu sebeplerden önemli olanlarını şöyle özetleyebiliriz: • Hadislerin bazılarının, bazı fıkıhçılara ulaşırken bazılarına ulaşmaması. • Bir konuda birden çok hadisin bulunması ve bu hadisler arasında çatışma (teâruz) olması. • Hocalarına ulaşmadığı için onların görüşlerini bilemediklerinden fıkıhçıların bazı hadisleri tevil etmeleri ve hadislerin anlamlarını zâhirinden uzaklaştırmaları. • Haber-i vâhid niteliğindeki hadislerin, Kur’ân’da yer almayan yeni hükümler içermesi. • Haber-i vâhidin hadis-i meşhur ile çatışması. • Haber-i vâhidin umum belvâ/genel ihtiyaç/kaçınılmaz zorunluluklar konusunda hükümler içermesi. • Haber-i vâhidin şer’i naslardan çıkarılmış genel ilkeler ile çatışan bir hüküm içermesi. • Sahâbîler döneminde haber-i vâhidle amel edilmemesi. • Sahâbînin rivayet ettiği hadisle amel etmemesi • Deliller arasında çatışma (teâruz) olması. • Zayıf hadisle amel edilmesi • Mürsel hadisle amel edilmesi • Müşterek lafzın nasıl anlaşılacağı konusundaki ihtilaf. Müctehidlerin İhtilaf Sebepleri Fıkıhçıların ihtilâfları, ilmî sınırlar içinde ve ictihâd çerçevesinde kalan, birbirlerine saygı, takdir ve terbiyenin sınırlarını asla zorlamayan bir özelliğe sahiptir. Aralarındaki bu ihtilâflar kızgınlığa ve ilişkilerini kesmeye varmadığı gibi, kişilerin görüşlerinde taassuba da neden olmuyordu. Dört mezhep imâmının da “bir hadis sahîh ise o benim mezhebimdir”, “eğer benim görüşüm Hz. Peygamber’in hadisiyle çatışıyorsa, hadisi alınbenim sözümü atın” ilkelerini tekrarladıkları bilinmektedir. Müctehidlerin ihtilaf sebeplerini ise iki başlık altında toplayabiliriz: Nassların Sübûtu ile İlgili İhtilâflar: • Bir nassın bir müctehide ulaşırken diğer müctehide ulaşmaması. • Nassın sübûtu, sübût derecesi ya da nassın sabit olmaması. Nassın Anlaşılmasından Doğan İhtilâflar: • Arap dilinin yapısı ve Şâri’in elastiki genel kipler ya da bir çok nassta kesin olmayan ifadelere yer vermesi. • Usûl-i fıkıhçıların ve fakîhlerin bu nasslara dayanarak anlayış ve idrak boyutuna göre meseleleri çözmeye çalışmaları. Neticede bu nasslardan kendi güçleri ve imkanları ölçüsünde hüküm çıkarması. Bu noktada aşağıdaki durumlar ortaya çıkarmaktadır: - Bu nassların anlaşılmasında ve hikmetinin idrakinden kaynaklanan ihtilâf. - Usûl kurallarında ve bazı yardımcı istinbât kaynaklarından doğan ihtilâf. - Nassların zâhirinden kaynaklanan teâruz ve tercîhlerin te’lîfi. • Fakîhlerin kendi takdir ve anlayışları doğrultusunda, mevcut nasslar ve kurallar ile olaylara çözüm bulurken uyguladıkları yöntemlerle ilgili ihtilâflar. Fakîhlerin nassları yorumlaması ile ilgili olarak koydukları kurallar, nassı lafız yönüyle ve mana yönüyle ele almaktadır. Bu kurallar dört noktada toplanmaktadır: - Kendisinden kastedilen açısından lafızların delâletleri ve açıklık ya da gizlilikleri ve dereceleri. - Lafızların delâlet yolları. Delâlet, sarîhu’l-ibâre mi, sarîhun bi’l-işâre mi, yoksa lâzımu’l-ma’nâ mı, mentûk mu, mefhûm mu? - Lafızların içerikleri bakımından. Lafızların umûm, husûs, itlâk ve takyîde delâletinin sınırları (çerçevesi). - Teklîfin sîğası, talebin ve nehyin gerekliliği (gerektirdiği/muktezâsı) ve çeşitleri, teâruzdan çıkış ve bunlar arasında tercih. İhtilaf Sebepleri ile İlgili Literatür Bildiğimiz kadarıyla İslâm hukukçularının ihtilâf sebeplerini ilk defa ele alıp bu konuda bir eser yazan Betalyevsî (ö.521h), bu sebepleri sekiz maddede toplamış ve bu maddeleri ayrı ayrı ele alarak el-İnsâfadlı eserinde incelemiştir. İbn Rüşd(ö.595h.) de Bidâyetü’l-Müctehid ve Nihâyetü’l-Muktesidadlı eserinde İslâm hukukçularının ihtilâf sebeplerine değinmiş ve bunları altı başlıkta toplamıştır. Her iki İslâm hukukçusunun zikrettiği ihtilâf sebeplerini -Sünnet’te ihtilâf olarak tanımlayabileceğimiz delillerin çatışması dışındaki - dil ve usûl kurallarıyla ilgili ihtilâflar olarak özetleyebiliriz. Daha sonra İbn Teymiyye (ö. 728h.) Ref’u’l-Melâm ani’l-Eimmeti’l-A’lâmadlı eserinde bu ihtilâf sebeplerini üç başlık altında toplamıştır: • Müctehid’in delil olarak kullandığı hadisin Hz. Peygamber’e ait olmadığına inanması. • Hz. Peygamber’in bu hadisiyle böyle bir konuyu kastetmediğine inanması. • Müctehidin bu konudaki hükmün kalktığına (nesh edildiğine) inanması. İbn Teymiyye zikrettiği bu üç sebebe dayalı olarak on ihtilâf sebebinden bahsetmekte, bununla ilgili uygulamalardan örnekler vermektedir ki, bunların hepsi Sünnet’le ilgili ihtilâflardır. 790 h. da vefat eden Şâtıbî de el-Muvâfakâtadlı eserinde Betalyevsî’nin zikrettiği ihtilâf sebeplerini aynen zikretmiş, ancak bu sebepleri “hakikî ihtilâf” ve “zahirî ihtilâf” şeklinde sınıflandırmıştır. Şâh Veliyyullâh Dehlevî(ö. 1180h.) de, Huccetullâhi’l-Bâliğaadlı eserinde ihtilâf sebepleri ile ilgili ek bir bölüm ayırarak (bu bölüm daha sonra el-İnsâf fî Beyâni Esbâbi’l-İhtilâf adıyla ayrıca basılmıştır) İbn Teymiyye’nin zikrettiği ihtilâf sebeplerini aynen zikretmiş ve fıkıh ekollerinin Ehlu’r-Re’y ve Ehlu’l-Hadîs diye ayrılmalarından hareketle bu ihtilâf sebeplerine “re’yle ictihâd” ı da eklemiştir. Günümüzde bu konuyu, Alî el-Hafîf (Esbâbu İhtilâf’il-Fukahâ), Abdulmuhsin et-Turkî (Esbâbu İhtilâf’il-Fukahâ) ve Mustafa İbrahim ez-Zelemî (Esbâbu İhtilâf’il-Fukahâ fi’l- Ahkâmi’l-Şer’iyye) eserlerinde ele alıp incelemişlerdir.
__________________ Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır. |
20 Ekim 2013, 12:39 | Mesaj No:3 |
Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Cevap: Ankara ilitam fıkıh ders özetleri ÜNİTE: 3 FIKHÎ MEZHEPLER VE KARAKTERİSTİK ÖZELLİKLERİ YAŞAYAN FIKIH MEZHEPLERİ HANEFİ MEZHEBİ___________________________________________ ______ EBU HANİFE (h. 80-150 / m. 699-769) - Asıl adı Numan b. Sabit olup Ebu Hanife onun künyesidir. - Milliyeti belli olmasa da Arap olmadığı fakat onların arasında yaşadığı kesindir. - Dedesi Sabit küçüklüğünde Hz. Ali’den kendisi ve nesli için bereket duâsı almıştır. - Ebû Hanîfe tabiîndendir. Zira sahâbî Enes b. Mâlik’le görüşmüştür. Bilindiği gibi Enes b. Mâlik Basra’da vefat eden son sahâbîdir. Dört sahabiye yetişmiş olsa da onlarla görüşememiştir. Ebû Hanîfe’nin tebe-i tâbiînden olduğu da söylenmektedir. - Ticaretle geçimlerini temin ediyor olsa da uzun düşüncelerden sonra fıkıh ilmiyle meşgul olmaya karar verir. - Yaşı 21’i geçse de o devirde Irak’ın en ileri gelen alimi Hammad b. EbiSüleyman’ın (ö. 737m.) Kufe Camii’ndeki ders halkalarına o vefat edinceye kadar devam eder. - Hocası ölünce o zaman 40 yaşında olan Ebu Hanife, ısrarlar üzerine onun yerine geçer ve ders halkasını devam ettirir. 30 sene içerisinde 4 bini aşkın öğrenci yetiştirir. Bunkardan en az 40’ı ictihad yeteneğine sahiptir. Ebu Hanife’nin ders ve fetva verme yöntemi (rivayet ve ananecilerin dinleme) sema yönteminden farklı olup ders halkasında iki türlü müzakere yapılmaktaydı: 1- Öğrenciler için takip edilen düzenli fıkıh dersleri 2- Ders halkası dışından ve halktan cevabı istenen sorular (istiftâ) Cevabı istenen mesele ortaya koyulup da ehil olanlar ictihadlarını bitirdikten sonra sıra imama gelirdi. O da meseleyi yeniden açıkladıktan sonra öğrencilerinin konu ile ilgili mütalaalarını belirterek kendi mütalaalarını, ictihadlarını ve delillerini ortaya koyduktan ve gerekli düzenlemeler yapılıp sorulara cevap verildikten sonra alınan karar, çoğunlukla delillerden tecrit edilerek son derece veciz cümlelerle bizzat imam tarafından imla edilirdi. İşte bu imla vecizeleri daha sonra ‘fıkıh kaideleri’ haline gelmiştir. Bu ders halkalarında müslümanlığın ameller (a’mal=ef’âl) hakkındaki bütün öğretileri yeni baştan teker teker gözden geçirilerek incelenmiş ve düzenlenmiştir. Ders halkalarında karara bağlanarak tespit edilen konular onun öğrencisi İmam Muhammed tarafından tedvin edilmiş ve ‘Zâhiru’r- Rivaye’ adlı eserde toplanmıştır. Görüldüğü gibi Ebu Hanife’nin derslerinde bir yandan fıkhın eski olaylara verdiği cevaplar takrir edilirken bir yandan da yeni karşılaşılan olayların (mesail-i nâzile=nevâzil) hükümleri de aranırdı. Ebu Hanife’ye kadar geleceğin farazî meselelerine karışılmadığı halde o bunu ilmî bir zorunluluk olarak kabul etmiştir. Ebu Hanife bir meselenin çözümü hakkında Kur’an’da bir şey bulamazsa sünnete yönelir ve belki de esaslarını hocasından aldığı kendine has bir yöntemi ile çözmeye çalışırdı. O İslam’ın esas ve asıllarına uymayan ‘haber-i vahid’i reddettiği için itiraz ve ithamla karşılaşmıştır. Ebu Hanife, Kitap ve Sünnet’te (ve sünnet olması muhtemel olan sahabi fetva ve kazalarında) bir kaynak bulamadığında ‘kıyas’ ve ‘istihsan’a başvururdu ve bunu öğrencilerine de öğretmişti. Ayrıca ‘icma’ yı da fıkhen şeriatın kaynaklarından birisi saymaktaydı. (İcma: Müslüman toplumun veya bir devir ve bölgedeki ictihad ehli ve teşrî’ işleri ile ilgili ‘ehlu’l- hall ve’l-akd’in bir hükmün üzerinde ittifak etmesidir.) Ebu Hanife’nin vefatından sonra öğrencileri, mezhebin tasnif ve tedvin işini de ele almışlardır: Şöyle ki; O zaman genç olan Muhammed eş- Şeybani, 7-8 yıl Ebu Yusuf’un derslerine devam eder ve ayrıca Medine’de İmam Malik’in de derslerini de üç seneden fazla takip ettikten sonra Ebu Yusuf’un ‘kâdi’l- kudât’ görevini kabul ettikten sonra Ebu hanife’nin tarzı üzere ders halkaları açmıştır. İmam Muhammed sırasıyla el-Asl, el- Câmiu’s- Sagîr, el-Câmiu’l Kebir, ez-Ziyâdât ve es-Siyer’ul Kebir adlı eserini yazmıştır. Bu eserler ‘Zahiru’r Rivaye’ adıyla bilinen Hanefi mezhebinin ana kaynakları olarak bilinmektedir. İmâm Ebû Hanîfe’nin Eserleri: 1. el-Fıkhu’l-Ekber (Kendisine ait olduğu hemen hemen kesin olan eseridir.) 2. el-Fıkhu’l-Ebsat 3. Kitâbu’l-Âlim ve’l-Müteallim 4. Kitâbu’r-Risâle 5. el-Vasiyye 6. el-Kasîdetü’n-Nu’mâniyye 7. Ma’rifetu’l-Mezâhib 8. Müsnedü’l-İmâm Ebî Hanîfe Ebû Hanîfe’nin Önde Gelen Öğrencileri a. Ebû Yûsuf (113h.-183h.) Fakih, alim bir kimse idi. Hafız idi. Çok hadis ezberlemesine rağmen (ki hadisçiler onu ‘muhaddis’ olarak kabul eder) Ebu Hanife’nin görüşlerini benimsemiştir. Malik b. Enes ile Medine’de görüşmüştür. Bu sebeple ehl-i hadis ile ehl-i re’y ekolünü karşılaştırma ve birbirine yakınlaştırma özelliğine sahiptir. Hanefî mezhebi ile ilgili ilk kitap tedvin eden Ebû Yûsuf’tur. Kâdi’l-kudâtlıkgörevini üstlenen ilk fakîhtir. Meşhur eseri el-Harâc’ı Harûn er-Reşîd’e devlet ve raiyye konusunda tavsiyede bulunmak amacıyla yazmıştır. Eserleri: “el-Harâc”, “el-Mehâric fi’l-Hiyeli’ş Şer’iyye”, “er-Redd alâ Siyeri’l-Evzâî”dir. b. Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî Kûfe’de yetişti. Züfer, Mâlik, Evzâî ve Sevrî’ye öğrenci oldu. Ebû Hanîfe’ye de öğrenci olup fıkhı ondan öğrendi. Ancak Ebû Hanîfe’nin vefatı nedeniyle onun yanında fazla kalamadı. Kûfe alimlerine ve Ebû Yûsuf’a öğrenci oldu. Medine’de Mâlik b. Enes’ten hadis öğrendi; onun el-Muvatta’ adlı eserini rivayet etti. Eserleri 1. el-Asl (el-Mebsût olarak bilinir) 2. el-Câmiu’s-Sağîr (bin beş yüzden fazla fıkhî mesele yer almaktadır.) 3. el-Câmiu’l-Kebîr 4. ‘es-Siyerü’s-Sağîr’ ve ‘es-Siyerü’l-Kebîr’: İslâm devletler hukuku ile ilgili olup Serahsî (ö.490h.) bunlardan es-Siyerü’l-Kebîr’i şerh etmiştir. 5. Kitâbu’z-Ziyâdât 6. Kitâbu Ziyâdeti’z-Ziyâdât (Muhammed eş-Şeybânî’nin bu iki kitabı, el-Câmiu’l- Kebîr’i yazdıktan sonra ondaki bazı meseleleri tamamlamak amacıyla yazmıştır.) Bu altı kitap Hanefî mezhebinde, tevatür derecesinde nakledildiği ve şöhret bulduğundan, Zâhirü’r-Rivâyediye bilinmektedir. Zâhirü’r-Rivâye adı verilen bu altı kitabın dışındaki eserlerin de, âhâd (haber-i vâhid) yoluyla nakledildiği için Gayru Zâhiri’r-Rivâyediye isim verilmektedir. Bu eserleri şunlardır: - Ruk’iyyat (Irak’ta Ruka kadılığı görevini sürdürürken karşılaştığı fıkhi meseleleri ele almaktadır) - el-Keysaniyyât (kendisinden Şuayb b. Süleyman el-Keysâni’nin rivayet ettiği meseleleri içermektedir. - el-Cürcaniyyat - el-Haruniyyat - Kitâbu’l-Hiyel ve’l-Mehâric Hadis rivayeti ağırlıklı eserleri: el-Âsâr, el- Muvatta ile el-Hucce fi’l İhticac elâ Ehl’il Medine’dir. Hakim eş-Şehid el-Mervezî’nin yazdığı ‘el-Kâfi’ adlı eseri Zahiru’r Rivaye’nin özetidir. Serahsi de ‘el-Kâfi’ adlı eseri esas alarak 30 ciltlik el-Mebsut adlı eseri yazmıştır. (Bu şerh gibi gözükse de aslında bir hanefi fıkıh eseridir.) Ebû Yûsuf ve Muhammed eş-Şeybânî’nin İctihâdlarının Hanefi Fıkhına Etkisi Onların öğrenciliği Ebu Hanife’nin hüküm çıkarırken (istinbat), ictihad yaparken ya da fetva verirken kullandığı yöntemin esaslarına ve kurallarına uyma noktasındadır. Fakat hocalarına karşı fikrî bağımsızlığa sahip idiler. Nitekim Hanefî mezhebi ile ilgili kaynaklar incelendiğinde, Ebû Yûsuf ile Muhammed eş Şeybânî’nin, hocaları Ebû Hanîfe’nin görüşlerine bir çok konularda katılmadıkları görülecektir. Yoksa Ebu Hanife ne derse onlar da onu söyleyen mukallid kimseler değildi. Ebû Hanîfe’nin öğrencileri “hanefî fıkhının düzenlenmesinde” Ebû Hanîfe’nin istinbât yöntemini benimsemişlerdir. Bununla beraber Hanefi fıkıhçılar, fıkhi meseleleri üç kısma ayırmışlardır: 1- el-Usül (Zahiru’r Rivaye eserlerin içerdiği konular) 2- en-Nevadir (Gayru Zahiri’r Rivaye eserlerin çıkardığı konular) 3- al- Fetâvâ (Ebu Hanife’nin görüşünün bulunmadığı, Hanefi usül ve esaslarına dayanarak tahric edilmiş fetvalar olup bu yöntemle yazılan ilk eser Ebu’l Leys es-Semerkandi’nin ‘en-Nevazil’ adlı eseridir.) Ebû Hanîfe’nin Kişiliğinin Oluşumuna Etki Eden Faktörler Sağlam ve parlak bir kişiliğe sahip olan Ebu Hanife’nin kişiliğinin oluşumunda; • Yaratılışından gelen kişisel özellikler. • Karşılaştığı ve etkilendiği hocaların kendisine çizdikleri yol, onun da fıkıh alanında bu yolu izlemesi. • Yaşadığı özel hayat ve toplumla sıkı ilişkisi sonucunda elde ettiği tecrübeler. Ebû Hanîfe’nin fıkhî düşüncesinin oluşumuna etki eden faktörler: • Çevre: Çevre karşılaşılan problemlerin çözümü ve yaşanan olayların hukuki açıdan değerlendirilmesi zorunluluğu bakımdan etkili olmuştur. • Yapılan ilmî münakaşalar. (Daha çok kaza- kader ve iman konularında) Kûfe medresesinde yaklaşık on sekiz yıl hocası Hammâd b. Ebî Süleymân’dan ders almıştır. Bu medresenin kendine has bir özelliği vardır. Sahâbîlerden İbn Mes’ûd bu ekoldendi. Hanefî Mezhebinin Kaynakları / Esasları Ebu Hanife’nin hüküm çıkarılmasında diğerlerinden farklı olarak izlediği yol; istihsan ve kıyas yöntemini diğerlerine göre fazla kullanmasıydı. İmâm Ebû Hanîfe bir haberin kabul edilebilmesi için, haberin ‘sika raviler’in rivayet ettiği meşhûr bir haber olmasını, rivayet eden ravînin bu rivâyetin aksine amel etmemesini şart koşmaktadır. Zarûret söz konusu olduğunda kıyası ve eseri (rivâyet edilen haberi) terk edip genel ilkeyi ön plana çıkarmaktadır. Ya da tercih edilen başka bir kıyas sebebiyle kıyası terk etmektedir ki buna “istihsân” denmektedir. Aslında her müctehid kıyas ve istihsan yöntemini ‘istislah’ gibi farklı isimlendirerek kullanmışlardır. Ebû Hanîfe’nin Hüküm Çıkarırken Kullandığı Kaynaklar: 1. Kur’ân. 2. Sünnet. (Ancak âhâd haberle amel etme konusunda onun kendisine özgü bir yöntemi vardır.) 3. İcmâ’. (Sarih icmâ’ı kesin bir delil olarak kabul ederken sükutî icmâ’ı ise zanni bir delil olarak kabul etmiştir.) 4. Sahâbe kavli: Re’ye yer olmayan konularda Ebû Hanîfe, sahabî kavli ile amel etmiştir. 5. Kıyâs. 6. İstihsân: Esasında Ebû Hanîfe, sadece istihsânı yöntem olarak kullanmamış olmasına rağmen, istihsânı yöntem olarak en çok kullanan kimse olarak kabul edilmektedir. 7. Örf (Ancak örf kıyas ile çatışırsa ‘sahih örf’ü tercih etmiştir.) 8. Mesâlih-i mürsele, istishâb. Hanefî Fıkhının Karakteristik Özellikleri • İbâdetlerde ve muâmelatta kolaylaştırmayı esas almıştır. • Verdiği hükümlerde Kur’ân’ın tavsiyesine uyarak hep fakîr ve zayıfın yanında yer almıştır. • Mümkün olduğunca insanların tasarruflarını geçerli saymaya gayret göstermiştir. • İnsana ve insan hürriyetine saygı göstermiştir. • İmamın şahsında tecelli eden devlet hakimiyetine riayeti ve devleti temsil etmekte olan imama itaati gözetmiştir. • Farazi fıkha yer vererek sonrakilere fıkhi bir servet (çözülmüş meseleler) bırakmıştır. MÂLİKÎ MEZHEBÎ___________________________________________ ______ İMAM MALİK (ö.179h. - 795m.) İlim tahsiline başladığı 17 yaşından itibaren 85 yaşına kadar ömrünü Medine’de insanlara dini öğretmek ve onların problemlerini çözmek için gayret göstermiştir. İmam Mâlik, İbn Ömer’in fetvâlarını Nâfi’den öğrenmiştir. Bilindiği gibi Abdullah b. Ömer’in Sünnet’in ışığında hüküm istinbâtı konusunda önemli bir yeri vardır. Mâlik b. Enes, Hicaz’ın imâmı olarak kabul edilmiştir. Medîne ehlinin fıkhı ona ve yedi imâma dayanmaktadır. Aynı şekilde Ebû Hanîfe de Irâk’ın imâmı olarak kabul edilmiştir. Kûfe ehlinin fıkhı (fıkh-ı ehl-i Kûfe) onun ve altı fakîhin görüşlerine dayanmaktadır. İmam Malik’in Eserleri Muvatta’ İmam Malik’in kırk yıla yakın bir sürede bizzat kendisinin yazmış olduğu ve okuttuğu bir kitap olup Zeyd b. Ali Zeyne’l Âbidîn’in ‘Mecmuul Fıkhîl Kebir’ isimli kitabından sonra bize ulaşan ilk kitaptır. Muvatta’ dışında da çeşitli telif risaleleri vardır. İmâm Mâlik’in Önde Gelen Öğrencileri Mezhebin yayılmasında emeği geçen öğrencileri ikiye ayırabiliriz: - Mısır’lı öğrencileri: Bunları Abdurrahman b. el-Kâsım, Abdullah b. Vehb, Eşheb b. Abdilazîz, Abdurrahman b. el-Hakem, Esbağ b. el-Ferec el-Emevî, - Kuzey (Doğu) Afrika’lı öğrencileri: Esed b. el-Furât, Sehnûn et-Tenûhî, Abdülmelik b. Habîb. Mâlikî mezhebinin kaynaklarını şöyle sıralayabiliriz: 1- Kur’ân, 2- Sünnet (Haber-i vahid’i ifrata kaçmadan delil olarak kullanmıştır. Ebu Hanife ise bazen kullanmıştır.) 3- İcmâ’, 4- Kıyâs, 5- İstihsan (Bunu kabul etse de Ebu Hanife kadar yaygın kullanmamıştır.) 6- İstishâb (aksine bir delil olmadıkça bir şeyin hali üzere devam etmesi), 7- El-mesâlihü’l-mürsele (fazlaca kullanmıştır), 8- Seddu’z-zerâi’ (bu konuda da diğerlerinden ayrı olup bununla çok hüküm vermiştir), 9- Örf (fazla başvurmamıştır) 10- Sahâbî kavli (Özellikle yedi fakih’in fıkhını esas almış ve sünnet olarak telakki etmiştir) İmam Malik’in Hadislerden yararlanma / Hüküm Çıkarma Yolları İmam malik hadisleri onlardan amel edilebilmesi için hüküm istinbatı amacıyla rivayet etmiştir. O, hadisi rivayet eder, arkasından Hz. Peygamber’in bu hadisten neyin yapılmasını istediğini, bu hadisi hangi amaçla söylediğini zikrederek hadisin fıkhi yönünü de açıklar. Re’y ile hüküm verme konusunda Ebu Hanife kadar rahat hareket edemez ve şunu söyler: “Bir konuda Hz. Peygamber’in hadisi varsa, ya da O’nun sahabilerinin ve tabiînin görüşü varsa ben bunun dışına çıkmam.” Mâlikî Mezhebinin Karakteristik Özellikleri • Mâlikî usûlünün, elastiki özelliğe sahip olması. • İster kıyas, ister istihsân, ister maslahat-ı mürsele ister sedd-i zerîa, hangi yolla olursa olsun maslahatı delil olarak kullanması. • Fıkhın asıl gayesinin tespitinde ve uygulanmasında sahabilerin fetvaları ve verdikleri hükümlere dayanması. • Bu fıkhı benimseyenlerin aklı kullanmaları, ufuklarının geniş olması ve ilkelerinin elastiki olması bu mezhebin yayılmasını sağlamıştır. ŞAFİÎ MEZHEBİ___________________________________________ __________ İMAM ŞAFİÎ (150h. - 204h.) Hz. Peygamber ile uzaktan akrabalığı vardır. Mekke’de Müslim ez-Zenci ve Sufyan b. Uyeyne’den hadis ve fıkıh tahsil etmiştir. 20 yaşında Medine’ye gitmiş ve İmam Malik vefat edinceye kadar ondan fıkıh öğrenmiştir. Halife Harun Reşid’in sunduğu fırsat ile tartıştığı İmâm Muhammed’den Irâk fıkhını öğrenerek, şahsında Irâk ve Hicâz fıkhını birleştirmiştir. Ehl-i hadis ile ehl-i re’yin ortası diyebileceğimiz nitelikte bir mezhebin doğuşunu hazırlamıştır. Er-Risâle adlı eserinde daha önce belirlenmeyen fıkhın usûl ve esaslarını belirlemiştir. İmam Şafiî’nin Hüküm Verirken Başvurduğu Kaynaklar Asıl kaynaklar Kur’an ve sünnet olup orada bir hüküm bulamazsa Kur’an ve sünnette bulunan benzer bir hükme kıyas yapılır.Hz. peygamber’e isnadı açık olan bir hadis ile hüküm verilir. İcma haber-i vahid’den önce gelir. Şafii, sahih sünneti neredeyse Kur’an gibi görür. İmam Şafii’nin hayatını fıkhi açıdan üçe ayırabiliriz: Mekke Dönemi (9 sene), Bağdat Dönemi (3 sene) ve Mısır Dönemi (4 sene olup Usül-i Fıkıh ile ilgili er Risale adlı eserini burada yazmıştır.) İmâm Şafiî’nin ilmî hayatını eski dönem (Irâk’ta geçirdiği dönem) ile yeni dönem (Mısır’da geçirdiği dönem) olarak ikiye ayırmak gerekmektedir. Mısır’a yerleştikten sonra Iraktaki görüşlerinin çoğundan vazgeçmiştir. Eski görüşlerine el-kavlu’l-kadîm, Mısırdaki yeni görüşlerine ise el-kavlu’l-cedîdadını vermiştir. İmâm Şâfiî’nin Eserleri Onun günümüze intikal eden eserleri öğrencisi er-Rabi’ b. Süleyman tarafından rivayet edilmiştir. 1. er-Risâle (usûl-i fıkh) 2. el-Umm (furû-i fıkh) 3. Ahkâmu’l-Kur’ân (Beyhakî tarafından bir araya getirilen ahkâm ayetleri ile ilgili Şafiî’nin açıklamalarını içermektedir.) 4. Kitâbu Cimâ’ul-İlm. 5. Kitâbu İhtilâfi’l-Hadîs 6. Kitâbu İbtâli’l-İstihsân 7. Kitâbu’r-Redd alâ Muhammed b. el-Hasen 8. Ahkâmu’t-Tedbîr 9. el-Mükâteb İmâm Şâfiî’nin Önde Gelen Öğrencileri Eski görüşlerini nakleden öğrencileri; ez-Za’ferâni, Ebû Sevr, Ahmed b. Hanbel, Ahmed b. Ömer, İbrâhim b. Hâlid ve el-Kerâbîsî’dir. Yeni görüşlerini nakleden öğrencileri ise; el-Müzenî, er-Rabî’ b. Süleymân el- Cîzî, er-Rabî’ b. Süleyman el-Murâdî, el-Buveytî, Hermele ve Yûnus b. Abd el-A’lâ’dır. İmâm Şâfiî’nin hüküm çıkarırken kullandığı kaynaklar şunlardır: Kitâb, Sünnet, İcmâ’, Sahâbî kavli, Kıyâs, İstishâb ve Örf. Şâfiî Fıkhının Karakteristik Özellikleri • Şafiî fıkhı, ehl-i hadis ve ehl-i re’y fıkhının ortasında bir özellik arz etmektedir. • Hadisleri ve yardımcı kaynakları delil olarak kullanmada kendine göre bir sınır çizmiştir. • Şâfiî’ye göre, Kur’ân ve Sünnet’teki bir nassın anlaşılmasında, nassın zâhiriyle amel edilmesi gerektiği bunun ötesine gidilmemesi gerekmektedir. • Usülü, nazari ve tatbiki bir esasa dayanır. Farazi fıkha değil de yaşanan gerçek olaylara göre hüküm verir. • Bir konuda birden çok görüşe rastlanabilmektedir. HANBELÎ MEZHEBİ___________________________________________ _______ Ahmed b. Hanbel (164-247h. / 780-855m) Bağdat’ta doğmuştur. Hem Bağdat’ta hem de tahsil amacıyla gittiği Irak, Suriye, Hicaz ve Yemen’de bütün mesaisini hadis incelemelerine ayırmıştır. İlim ve takvası, etrafında büyük bir öğrenci grubunun oluşmasına neden olmuştur. İmam Şafii Mısır’a gidinceye kadar onun yakın arkadaşı ve öğrencisi olmuştur. Daha sonra bağımsız bir müctehid olmuş, buna ilave olarak Buhari ve Müslim’in kendisinden rivayet ettiği bir hadis imamı olmuştur. İbn Hanbel kendine özgü bir fıkıh sistemi kurmamıştır. Ancak öğrencilerinin fıkıh ile ilgili meselelere verdiği cevaplar onun fıkhi görüşlerini yansıtmaktadır. Onun fıkıh ile ilgili görüşleri, öğrencisi Salih ve Harb tarafında toplanarak el Fetâvâ adıyla tedvin edilmiştir. Ehl-i hadîsten olduğu için İbn Hanbel, ancak zaruret halinde re’ye cevaz vermektedir. Mümkün olan normal hallerde fıkhî hükümlerin doğrudan doğruya hadislerden çıkarılması gerektiği görüşündedir. Bidatlere karşı oluşu taraftarlarında hoşgörü eksikliği (müsamahasızlık) oluşturmuştur. Hanbeli mezhebinin günümüzde taraftarı oldukça az olsa da hicri 8. asra kadar geniş bir coğrafyaya yayılmasında bu mezhebi diğerlerine karşı savunan İbn Teymiye’nin büyük rolü olmuştur. (İbn Teymiye’nin bu gayretleri 18. y.y.’da ortaya çıkacak olan ‘Vehhabilik’ üzerinde etkisi olmuştur.) Ahmed b. Hanbel’in Eserleri - el-Müsned: İbn Hanbel’in eserlerinden en önemlisi olup oğlu Abdullah tarafından verdiği derslerden toplanan ve ilavelerle 29 bin hadis içeren bir eseridir. - Kitâbu’z-Zühd:Bu eserine oğlu ilavelerde bulunmuştur. - Kitâbu’s-Salât ve mâ Yelzem fîhâ:Namaz hakkındaki eseri. - Kitâbu’l-Vera’ ve’l-İlm, - Kitâbu’l-Eşribe, - er-Radd ale’z-Zenâdika ve’l-Cehmiyye fîmâ Şekkat fîhî min Müteşâbihi’l-Kur’ân, - Kitabu Tâati’r-Rasûl - Kitâbu’s-Sünne adlı dinî inanç ve düşüncelerini açıkladığı eseri vardır. Ahmed b. Hanbel’in Önde Gelen Öğrencileri ve Hanbelî Mezhebinin Önemli Fakîhleri En meşhûr öğrencileri; - Salih b. Ahmed b. Hanbel (Ahmed b. Hanbel’in en büyük oğlu), - Abdullah b. Ahmed b. Hanbel (Ahmed b. Hanbel’in oğullarından bir diğeridir. Babasından el-Müsned’i rivayet etmiştir.) - İbrâhîm b. İshâk el-Harbî, - Ahmed b. Muhammed b. Hârûn Ebû Bekr el-Hallâl, - Ömer b. el-Huseyn el-Hırakî’dir. Ahmed b. Hanbel’in hüküm çıkarırken kullandığı kaynaklar şunlardır: Nasslar, sahâbenin fetvâları, mürsel ve zayıf hadis, kıyâs. Ahmed b. Hanbel’in, bu kaynakların dışında istishâb, mesâlih-i mürsele ve sedd-i zerâi’i de kaynak olarak kullandığı Hanbelî usûl kitaplarında belirtilmektedir. Hanbelî Fıkhının Karakteristik Özellikleri • Ahmed b. Hanbel’in fetvaları, hadislere, haberlere, selef-i salihînin rivayetlerine ve uygulamalarına dayanmaktadır. • Gerçekleşmemiş olaylar hakkında (iftirâdât) fetva vermekten kaçınırdı. • Hüküm verirken önce hadislere dayanması onun fıkıh anlayışını onun fıkh anlayışını toplumdan ve günlük hayattan uzaklaştıramamıştır. • Ahmed b. Hanbel nasslarda ya da eserlerde mevcut bir hüküm bulamazsa “maslahat” a dayanarak fetva verirdi. Hanbelî mezhebinin özellikle 7.h. asırda yayılmasında iki büyük alim İbn Teymiyye ile öğrencisi İbn Kayyım el-Cevziyye’nin büyük katkısı olmuştur. İbn Teymiyye (661-728 h.) Dört mezhebin mantığını iyi kavramış, onları birbirleriyle iyi karşılaştırmıştır. Bir çok alimin tepkisini çekse de ‘bir anda üç talakın gerekmeyeceği’ görüşü ile şöhret bulmuştur. Eserlerinden bazıları: Es-Siyasetu’ş-Şer’iye fî islahi’r Râî ve’r-Raiye El-Hisbe fi’l İslam Meâricu’l-Vusul ilâ Ma’rifet’il-Usûl İbn Teymiye’nin hüküm çıkarırken izlediği yöntem: - Akla sonsuz bir şekilde güvenmez fakat aklı ihmal de etmezdi. - İnsanların isimlerine tabi olmaz, Kur’an’a, Sünnet’e ve selefin eserlerine dayanmayan sözü kabul etmezdi. - Belli bir düşünceye saplanıp kalmazdı. İbn Kayyim el-Cevziyye (691-751) İbn teymiyye’nin öğrencisi olup onun yöntemini kullanmış fakat kendisine özgü bağımsız bir yöntem de geliştirmiştir. Eserleri: - İ’lamu’l Muvakıîn an Rabbil Alemin - Zâdu’l Meâd - Et-Turûku’l-Hükmiyye fi’s Siyaseti’ş-Şer’iyye İbn Kayyim el-Cevziyye’nin hüküm çıkarırken izlediği yöntem: - Akli ve nakli delilleri oldukça çok kullanmaktadır. - Bir konuda fakih görüşlerinin en isabetli olanını seçer - Önce kendi delillerini sunarak karşı görüşleri belirtir ve bunları çürütür. - Sünnet Kur’an’da olmayan bişr hükmü koyabilir. - Belli bir mezhebe bağlı değildir. Hedeflerinin temel noktası; ictihada teşvik ve taklidden uzaklaşmadır. ZAHİRİYYE MEZHEBİ___________________________________________ _____ Dâvud ez-Zahirî (202-270h.) Dâvud ez- Zahirî olarak bilinen Ebu Süleyman Davud b. Ali Bağdat’ta doğmuş, İsfahan’da yaşamıştır. Zahirî mezhebinin kurucusudur. Şâfiî’nin öğrencilerinden fıkıh öğrenmiştir. Re’y’e ve kıyasa karşı olduğu için Hanefi’nin de muhalifiydi. Dâvud ez-Zâhirî, mezhebini Kitap ve Sünnet’in zahiri ile amel etme esasına dayandırmıştır. (Sahâbenin icmâ’ı dışında icmâ’ kabul etmemektedir) Ona göre Kitap ve Sünnetin naslarında her problemin çözümü vardır. İbn Hazm ez-Zahirî (384-456 h.) Dâvud ez- Zahirî’nin mezhebini kabul edip benimseyen Zahiri mezhebinin gerçek kurucusudur. Ali b. Ahmed b. Hazm ez-Zâhirî Endülüs’te, Kurtuba’da doğmuştur. Önce Endülüs’te yaygın olan Mâlikî mezhebine yönelmiş, daha sonra Şâfiî mezhebini incelemiş, daha sonra nasslara bağlılığı, kıyası batıl sayması sebebiyle Davûd ez-Zâhirî’ye yönelmiştir. Zâhirî Mezhebinin Karakteristik Özellikleri • Zahirî mezhebi, genel anlamda nassların, özel anlamda hadis fıkhıdır. • Hüküm istinbâtında sınırlı kaynakları kabul etmesi, kıyasla amel etmeyi reddetmesi, sahâbenin dışındaki icmâ’ı ve diğer yardımcı kaynakları kabul etmemesi, insanların çözüm bekleyen problemlerin çoğunda sıkıntı ve zorluklara sebep olmuştur. • Zahiriler, Hanbeliler’in aksine nas ve icma ile sabit olmayan her akdin ve şartın batıl olduğu görüşündedir. İMAMİYYE (CA’FERİYYE; İSNA AŞERİYYE) MEZHEBİ____________________ İMAM CAFER es SADIK (80-148 h.) Ebû Abdillah Ca’fer es-Sâdık İmâmiyye (isnâ aşeriyye) şiasının imâmlarının en büyüğü olarak kabul edilir. İmâmiyye şiası, kendisine özgü yöntemi, kendisine has özellikleri ve fıkıh anlayışı olan şia fırkalarının en büyüğüdür. İmamiyye Şiasının hüküm çıkarırken kullandığı kaynaklar şunlardır: - Kur’an - Sünnet (Hz. Peygamber ve masum imamlardan sadır olan emirler, nehiyler, onların fiilleri ve takrirlerini içine alan sünnettir.) - İcma’: İslam hukukçularının tamamının üzerinde ittifak ettiği bir fetva ile amel etmek vaciptir. Çünkü diğer mezhepler gibi “müslümanlar hata üzerinde birleşmezler” ilkesini kaul etmişlerdir. - Akıl: Nassın ve İcma’ın olmadığı konularda kullanılır. İmâmiyye Fıkhının Karakteristik Özellikleri İmâmiyye kelimesi, tek bir fıkıh anlayışını ifade etmez. Çünkü İmâmiyye “ahbâriyyûn”, “usûliyyûn” diye ikiye ayrılmaktadır ve her birinin kendine has yöntemleri vardır. Ahbâriyyûn’a göre; - İmamlar masum olduğu için onların sözleri Şarinin nasları konumundadır. İctihad ve re’y ile hüküm çıkarılamaz ancak masum imamın bildirmesiyle hüküm verilebilir. - Kendi muhaddislerine güvenirler. (el-Kuleyni, es-Saduk ve et-Tusi) Usûliyyûn’a göre; Kendilerinin olan dört hadis kitabındaki hadislere güvenilmemesi gerektiğini bunların senetlerinin kritik edilmesinin şart olduğunu söylerler. “Ahbâriyyûn”, ile “Usûliyyûn” yöntem açısından iki noktada birbirinden ayrılırlar: - el- Ahbariyyün ‘kütüb-i erbaa’daki haberleri hiçbir ayrıma tabi tutmadan kat’i kabul edip bunlarla amel eder, el-Usüliyyün ise emir ve nehyin teklif edildiğini bildiren bir delil olmadıkça berâet ve ibâha olduğu kanaatindedirler. - el-Ahbariyyün masum imamları taklid ederler, kitaplarda herhangi bir nas bulamazlarsa ictihad yapmazlar. El-Usüliyyün ise aksi görüşte olup bu kitaplarda yer alan haberlerin yetersizliği sebebiyle zaruret olarak gördükleri ictihadın yapılması kanaatindedirler. Bu iki fırka da genel olarak bütün imâmların, özel olarak da Cafer-i Sadık ve babasının sözlerinin hüccet (delil) olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Gayri menkullere kadınları mirasçı yapmamak ve mut’a nikahını kabul etmek İmamiyye’nin karakteristik özellikleri arasındadır. Hicri 3. asırdan sonra gelişmeye başlayan İmâmiyye’nin ictihâda yer verdiği için esnek ve hareketli bir yapıya sahip olduğu söylenebilir. Zira onlara göre, yaşayan problemlerin çözümü, ölmüş müctehidlerin ictihâdlarıyla çözülemez. Problemleri çözecek olan müctehidin yaşıyor olması gerekmektedir. İMAM ZEYD (80-122h.)______________________________________________ Zeydî fıkhı, sadece İmâm Zeyd’in fıkhı değildir. Zeydî fıkhı, İmâm Zeyd’in fıkhı ile kendisinden sonra ehl-i beytin ileri gelenlerinden olup kendi mezhebini benimseyen öğrencilerinin fıkıh anlayışının mezcedilmesinden doğmuştur. İmam Zeyd’in hüküm çıkarırken kullandığı kaynaklar şunlardır: Kitap, Sünnet ve İcma’ Zeydî Fıkhının Karakteristik Özellikleri • İmam Zeyd, fıkıh anlayışını hadis ve re’ye dayandırmaktadır. • Diğer fakihlerin aksine, Zeydî mezhebinin fakihleri, kendi mezheplerinin mantığıyla ters düşmeyen, kendi görüşlerine uygun olan diğer mezheplerin görüşlerini de kabul etmektedirler. • İctihâd kapısının açık olduğu, olayları takip etmenin ve şerîatın ruhuna uygun şekilde yeni karşılaşılan olaylara hemen çözüm getirilmesi gerektiği görüşündedirler. İmâm Zeyd’in en Meşhur Öğrencileri - Haşim b. İbrahim er-Ressî - Hâdî Yahyâ b. el-Huseyn b. el-Kâsım (Torunu) - el-Hasen b. Ali - Ahmed b. Yahyâ el-Murtedâ’dır. Zeydiler’in diğer şia fırkalarına karşı olduğu noktalar: - İcma ve kıyası fıkhın ikinci kaynağı olarak kabul ederek,İmamiyye’ye muhaliftirler. - Cenazedeki tekbirlerin beş olduğu görüşündedirler. - Gayr-i müslimlerin kestiğinin yenmeyeceği görüşüncedirler. - Ehl-i kitapla evlenmenin haram olduğu görüşündedirler. - Mut’a nikahını caiz görmezler. - Mest üzerine meshetmeyi kabul etmezler. İSMÂİLİYYE MEZHEBİ___________________________________________ ___ Şia’nın bir koludur. Mezhep imâmı Ca’fer-i Sâdık’ın oğlu İsmail’e nispetle İsmâiliyye adını almıştır. İmâmiyye ile aralarındaki ihtilaf, imâmetin intikali ile ilgilidir. İmâmiyye, imâmeti, Ca’fer’den sonra oğluna intikal ettirirken, İsmâilîler imâmetin İsmail’e geçtiği kanaatindedirler. İsmaililer bugün ikiye ayrılmış durumdadırlar: Doğudakilerinmerkezi Pakistan, olup batıda olanlar ise Güney Arabistan ve Halic bölgesindedir. (Suriye’de de dağlık bölgelerde vardır) İBADİYYE (HARİCİLİK) MEZHEBİ_____________________________________ İmâm Câbir el-İbâdî (21-93 h.) Mezhebin ilk kurucusu olup aslen Umman’lıdır ve tabiinin önde gelenlerindendir. Basra’da yaşamış, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Enes b. Malik gibi sahabenin ileri gelenlerini tanımıştır. İbâdiyye mezhebi harici fırkalarından biridir. Düşünce ve fıkhî görüşleri açısındanCumhur’a (fakihlerin çoğunluğu) en yakın ve mutedil olan fırkadır. Bu mezhep, Abdullah b. İbâdî et-Temîmî’ye nispet edilerek “ibâdiyye” diye meşhur olmuştur. Bu mezhebin esaslarını vaz’eden ve kaynaklarını tedvin eden de odur. İbâdiyye’nin Hüküm İstinbâtında Kullandığı Kaynaklar İbâdiyye de, diğer meşhur mezheplerin kullandıkları kaynakları kullanmıştır: Kitap, Sünnet, İcmâ’, Kıyas, İstıshâb, Mesâlih-i Mürsele ve İstihsân, İbadiyye’nin de kullandığı kaynaklardır. En meşhur fıkıhçıları Muhammed b. Yusuf b. Utufeyyiş’tir. İbâdiyye Mezhebinin Karakteristik Özellikleri 1. Büyük günah işleyenleri tekfir (kâfir saymak) ederler. 2. Zulmeden imâma (devlet başkanına) karşı isyanı vacip kabul ederler. 3. Hilafetin, müslümanların seçtiği kimsenin hakkı olduğunu kabul ederler. (Kureyşli olup olmaması ferketmez. Bunu ‘La hukme illa lillah’ -Hükmetmek sadece Allah’a aittir-ayetine dayandırırlar.) 4. Haricîler, amelin imandan bir cüz olduğunu kabul ederler. 5. Haricîler, muhsan (başından sahih bir nikah evliliği geçmiş kimse) olan kimsenin recmedilemeyeceği (taşlanarak öldürme) görüşündedirler. Nur Suresi’ndeki ‘celd’ ayetini hem bekar hem de erkekleri kapsadığı kanaatindedirler. TARİHE MÂL OLMUŞ FIKIH MEZHEPLERİ a. Evzâî Mezhebi (88-157 h.) Mezhebin imâmı, Evzâî’dir. Mezhebi de onun adıyla anılmaktadır. Şam halkının imâmıdır. Zührî ve Atâ’dan hadis ve ilim öğrenmiştir. Kendisinden de Sevrî rivayette bulunmuştur. Ayrıca Abdullah b. el-Mubârek ve birçok kimse kendisinden ders almıştır. Evzâî, kıyası kabul etmeyen hadis ehlinden olduğu kabul edilmektedir. Şam halkı onun mezhebine göre amel etmiştir. Daha sonra Endülüs’e intikal etmiştir. Kendisinden sonra Şam’da Şâfiî mezhebi hakim olmuş, aynı şekilde Endülüs’te de Mâlikî mezhebi hakim olmuştur. b. Taberî Mezhebi (224-310) Mezhep imâmı olan Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr b. Yezîd b. Hâlid et-Taberî’ye nispetle Taberî mezhebi denilmektedir. Mısır’da Rabî’ b. Süleyman yoluyla Şâfiî fıkhıyla tanışmıştır. Mâlik’in ve Irak’ın fıkhını da öğrenmiştir. Sonuçta tefsir, hadis, fıkıh ve tarih ilimlerinde otorite olmuştur. Bağımsız bir mezhebin de imâmı olmuştur. Beşinci asrın sonlarına kadar bilinen ve amel edilen bir mezhep olarak varlığını sürdürmüştür.
__________________ Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır. |
20 Ekim 2013, 12:39 | Mesaj No:4 |
Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Cevap: Ankara ilitam fıkıh ders özetleri ÜNİTE: 4 İBADETLER (KİŞİNİN ALLAH’A KARŞI YÜKÜMLÜLÜKLERİ) Prof. Dr. Şamil DAĞCI İslâm Dini, tevhit temeli üzerine kurulmuştur. Tevhit, kişinin, Allah’ın varlığını ve birliğini bütün benliği ile tasdik etmesidir. Bu inanç ile yaşayan kişiye mümin; benliğini yüce Allah’ın iradesine teslim eden kişiye ise müslim (müslüman) denir. O halde İslâm’ın ilkelerine bağlı olan müslümanın, Allah’a ve O’nun peygamberleri aracılığı ile bildirdiği ilkelere gönülden inanması zorunludur. Bu bakımdan İslâm dininin özünü oluşturan iman, bu dinin diğer ilkelerinin eyleme dönüştürülmesinde en önemli güç kaynağıdır. Amel (eylem) ile arasındaki bu zorunlu nedensellik ilişkisinin doğal bir sonucu olarak iman, bilinçli olarak davranışlara yansıdığında gerçek anlamını kazanır ve amacına ulaşır. İslâm dini, kaynak olarak ilahi, ancak amaç olarak insanîdir. Bu nedenle ilahi emir ve yasakların muhatapları, yaşayan insanlardır. Amacı ise insanlığın dünya ve ahiret mutluluğudur. Bu amacın gerçekleşmesinde farz ibadetlerin son derece önemli bir rolü bulunmaktadır. Fıkıh, kişinin kendisine, yaratanına ve diğer insanlara karşı hak ve sorumluluklarını bilmesi olarak tanımlandığı için ibadetler fıkhın bütün yönlerini ilgilendirmektedir. İbadet Kavramı__________________________________ Dinî bir terim olarak ibadet, ibadet yükümlüsünün isteyerek yüce yaratıcıya yönelmesi, O’nun emir ve yasaklarına gönülden bağlılık göstermesi anlamındadır. İbadet yerine bazen ‘ubudiyet’ kavramı kullanılsa da ubudiyet sadece kulun belli sembolik hareketlerle Allah’a yönelmesini değil, aynı zamanda Allah’ın kendisi hakkındaki takdirine rıza göstermesini de kapsamaktadır. Bir kısım ibadetler yapma ve yerine getirme; bir kısmı ise, yapmama ve kaçınma temeline dayanır. Bütün bu ibadetlerde kulun iradesi yaratıcısının iradesine uymaya yönelir. Bu geniş anlamdan hareketle, güçlü bir inancın tezahürü olan olumlu davranışlar da ibadet kabul edildiği gibi kötü fiillerden bilinçli olarak kaçınmayı da ibadet olarak değerlendirmek gerekir. İbadet İhtiyaç ve Görevi__________________________ İbadet sadece bir görev değil aynı zamanda bir ihtiyaçtır, yüceltme duygusunun zirvesidir. Böyle bir duygu ancak nimetlerin en büyüğü olan yaratma ve yaşatma nimetini lutfeden yüce kudrete karşı duyulur. İnsanın yüce Yaratıcı’nın nimetlerinin sonsuzluğu karşısında kendi acizliğini idrak ederek, O’na kulluk etme bilinci, nimetlerin artmasına sebep olur. İnsanın maddi varlığı ve kendisini kuşatan fizik ve sosyal çevreden farklı olarak bir de iç (zihin ve maneviyat) dünyası vardır. Yunus Emre bunu “bir ben vardır bende, benden içeru” sözleriyle ifade etmiştir. İnsana insanlığını farkettiren akıl, irade ve vicdan gibi çok önemli yetenek ve fonksiyonları vardır. İnsan kendini tanıdıkça davranışlarını değerlendirir, doğruyu yanlıştan ayırır ve davranışlarına biçim verir. Bu yetenek ve fonksiyonlarıyla gerçek benliğini kazanan insan, bir taraftan diğer varlıklara hükümran olarak sahip olduğu muazzam imkan ve gücü; diğer taraftan da fani bir varlık olarak sahip olduğu sınırlı imkanların bile kendi eseri olmayıp Allah’ın lütfu olduğunu düşünerek, yaratıcı yüce güç karşısındaki durum ve konumunu değerlendirir. Evrendeki bütün varlıklar, bu yüce gücün koyduğu sünnetullah denilen kanunlar çerçevesinde varlıklarını sürdürmektedirler. İnsan dışındaki varlıkların ilahi güce boyun eğmesi iradi değil zorunludur. Seçme ve tercihte bulunma veya ilahi iradeye aykırı hareket etme durumları söz konusu olmadığı ve Allahın koyduğu düzene zorunlu bir uyma şeklinde gerçekleştiği için, insan dışındaki varlıkların ibadetine zorunlu ibadet anlamında “el-ibâde bi’t-teshîr” denilmektedir. Fakat insan, Allah’a hem itaat, hem de isyan etme imkânıyla donatılmış olduğundan, kendisinden beklenen, sahip olduğu cüz’î iradeyi kullanarak ve isteyerek o küllî iradeye (kuvve-i kahira) uymasıdır. İnsanın fiil ve hareketlerini diğer canlılarınkinden değerli kılan da bu irâdîlik özelliğidir. İnsan, iradesini isyan yerine, Allah’a itaat ve ibadet yönünde kullandığından dolayı bu ibadet türüne de isteyerek yapılan ibadet anlamında “el-ibâde bi’l-ihtiyâr” denilir. İbadetin Tezahürleri_______________________________ - İbadetleri ifa ederek ve olumsuz davranışlardan kaçınarak kul yaratıcısı ile güçlü bir iletişim kurar ve YüceYaratıcının sonsuz himayesinde yaşadığına inanır. Böylece kendisini güçlü hisseder, kendi beni (zihin dünyası) ile uyum içinde yaşar, yalnızlık duygusundan, ümitsizlikten ve psikolojik gerilimlerden korunur. - Diğer taraftan bu bilinç Onu, insanlar arası ilişkilerde, adalet, hakkaniyet, yardımlaşma ve dayanışma, affetme, bilgi ve değer üretme gibi olumlu ahlaki tutum ve davranışlara yöneltir. Böylece ibadetleriyle sosyalleşen insan, sosyal çevresiyle de uyum içinde yaşar. - Kulluğunun bilinci ile varlık aleminin bir parçası olduğunu fark eden insan, diğer canlılarla doğal bir denge içinde yaşar, sadece yaşayan insanların değil, kendisinden sonra yaşayacak insanların da hakkının olduğunu düşünerek, ortak doğal kaynakları israf ekmeksizin ölçülü, dengeli biçimde kullanır. İbadetlerin tezahür durumu kılasik ahlak literatüründe; “et-tazimü biemrillâh, eş-şefâkatü alâ halkıllâh” (Emrine uyarak Allah’ı tazim ve yüceltme, yaratıklara karşı şefkatle davranma) olarak özetlenmiştir. İbadetlerin Temel Özellikleri_____________________ a. Samimilik (İhlas) İbadetin en temel özelliği sadece Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak amacı ile ve samimi olarak yapılmasıdır. Ayrıca bireysel, psikolojik, sosyal ve ekonomik faydaları olmakla birlikte ibadetlerde temel ilke; mü’minin, ibadetleri Allah’ın emri olduğu için yerine getirmesidir. b. Süreklilik İbadetlerin temel özelliklerinden birisi de sürekli oluşlarıdır. Şekil ve şartları belli olan namaz, oruç, zekat ve hac gibi ibadetlerde zaman önemli bir unsurdur. Diğer bir ifade ile, bu ibadetlerin belli zaman dilimi içinde ifası öngörüldüğünden, zaman tekrarlandıkça farz ibadetlerin de zamana bağlı olarak tekrarlanması zorunludur. Hz. Peygamber, ‘az da olsa sürekli olan ibadetin daha faziletli olduğunu’ belirtmiştir. c. İradilik İnsanın fiil ve hareketlerini anlamlı kılan, şuurlu bir iradenin eseri oluşlarıdır. İrade ise birden fazla alternatiften birisinin tercih edilmesi ile somutlaşır. Kişi iradesini kullanarak ibadet etmeyi tercih edebileceği gibi isyan etmeyi de tercih edebilir. İradilik, ibadetin ihlasla, gönül huzuruyla yapılmasını sağlamaktır. Bu nedenle ibadetler açısından iradilik ve derûnilik iç içedir. Diğer taraftan ibadet, kulun, Allaha karşı yapması gereken bir görev olduğuna göre, müeyyidesinin de ilahi olması gerekir. İbadetini yerine getirmeyen insanların, başka insanlar tarafından dünyevî müeyyideler ile cezalandırılması, dinin de ibadetin de özüne uygun değildir. Din, tebliğ ve teklif edilir, teklifte icbar ve ikrah söz konusu olamaz. Bu nedenle dinin tebliğ ve teklifi de fıtratın özüne uygun yöntemlerle yerine getirilmelidir. d. Bilinçlilik Bir eylemin ibadet sayılabilmesi için Allah’a kulluk bilinciyle yapılması gerekir. Başka bir ifade ile kul, niçin ibadet ettiğini unutmamak durumundadır. Bilincin göstergesi olan niyet, bir eylemin ibadet olup olmadığını gösteren en önemli kriter durumundadır. Sürekli olarak tekrarlanan eylemler zamanla alışkanlığa dönüşüp temel amacını kaybedebileceği gibi ibadetler de tekrarlandıkça isteksizliğe ve tembelliğe yol açabilir. Kılasik fıkıh kitaplarında “en niyetü tüferriku beynel âde vel ıbâde” (niyet ibadet ile adeti birbirinden ayırır) şeklinde geçen temel kural, niyetin ibadet bilincini kazanmasındaki önemini vurgular. e. Sünnete Uygunluk İbadetler ile ilgili hükümler Kur’an’da genellikle mücmel ifadeler ile yer almış; ibadetlerin şekil şartları, yerine getiriliş biçimleri ve geçerlilik şartları ile ilgili detay hükümler ise, Hz. Peygamberin sünneti ile hükme bağlanmıştır. Bu bakımdan namaz, oruç, hac ve zekat gibi ibadetlerin temel özelliklerinden birisi de yerine getiriliş biçimlerinin Hz. Peygamberin uygulaması ile sabit olmasıdır. Cuma ve bayram hutbelerinde öğüt kısmının Arapça’nın dışındaki bir dille okunması caiz görülürken ezan ve kametin ise İslam dininin şiarı olması yanında bağımsızlık ve egemenliğin sembolü olması bakımından da siyasi bir fonksiyonu olduğundan orijinal şekliyle okunması gerekli görülmüştür. İslâm’ın şiarı olan namaz ibadetinin, bütün müslümanlarca ortak bir ibadet dili ile kılınmasının birçok fayda taşıdığı açıktır. Bundan dolayı İslam tarihi boyunca bütün müslüman toplumlarda namaz, Kur’an’ın aslı okunarak kılınmıştır. Bu bakımdan sünnete uygunluk, sadece ibadetleri oluşturan sembolik hareketlerin tespit ve uygulaması açısından değil, aynı zamanda bu hareketlere içerik kazandıran duaların da sünnete uygunluğunu ifade bakımından önem arzetmektedir. f. İbadette Hareketlerin Sembolik Oluşu İbadetlerin şekil boyutunu oluşturan hareketler semboliktir. İslâm dininde akla-mantığa aykırı emir ve yasak bulunmamakla birlikte, akıl ve mantığı aşan durumlar söz konusu olabilir. Ancak bu durumu, akıl dışılık değil, akıl üstülük olarak kabul etmek gerekir. Bu bakımdan Kur’an’ın öngördüğü emir ve yasakların amaç ve hikmetleri, her zaman insanın zihin modları ile tam olarak anlaşılıp algılanamayabilir. Ancak bu husus, ibadetlerin sembol olmanın ötesinde bir anlam ifade etmediği anlamına da gelmez. İbadetler, kişisel yararları ile birlikte hatta daha çok nefsin arınmasında önemli fonksiyon icra etmektedir. g. Fonksiyonellik İbadetlerin bireysel ve toplumsal; dini, psikolojik, sosyolojik ve ekonomik yanları bulunmaktadır. Dini hayatın temel unsuru olan ibadetleri, sadece kul ile Allah arasında gerçekleşen ve uhrevi mutluluğu amaçlayan eylemler olarak sınırlayıp, bunların bireysel ve sosyal fonksiyonlarının olmadığını düşünmek isabetli değildir. Çünkü İslam yaşayan insanların dinidir. h. Yeterlilik İbadet yükümlülüğünün en temel şartlarından birisi de yükümlünün, ibadetin îfasına güç yetirebilmesidir: - Namaz ve oruç gibi bedenî ibadetlerde beden sağlığı, - Zekat ve kurban gibi mâlî ibadetlerde ekonomik yeterlilik, - Hac ibadetinde ise hem sağlık ve yol güvenliği, hem de ekonomik yeterlilik şartları aranmaktadır. İnsanın, ibadetle yükümlü olması için gerekli olan şartlara fıkıh dilinde vücûb şartları, yapılan bir ifanın dinen geçerliliği için aranan şartlara da sıhhat (eda) şartları denilmektedir. Müslümanın akıllı ve bâliğ olması ile ibadeti ifaya güç yetirecek durumda bulunması genel yükümlülük şartları olup bu konuda ibadetler arasında çok az farklılıklar bulunmaktadır. Örneğin, Cuma namazında hür, erkek ve mukim olma; zekâtta belirli miktarda bir mala, hacda ise ekonomik yeterliliğe sahip bulunma, bu ibadetler için aranan diğer yükümlülük şartlarının oluşturmaktadır. İbadetlerde meşakkat ve zorluk durumlarında ise azimet hükümleri ruhsat hükümleri ile kolaylaştırılmıştır. Teyemmüm, mest üzerine mesh, seferilikte namazların kısaltılması gibi. İbadet Türleri_________________________________ Değişik yönleri ön plana çıkarılarak ibadetler, kategorik olarak farklı biçimlerde sınıflandırılmıştır. Yapılan kimi sınıflamalarda ibadet yükümlülüğünün bağlayıcı olup olmadığı, kimisinde zaman faktörü, kimisinde ise yerine getiriliş biçimi temel alınmıştır. Yükümlülüğün derecesi ve bağlayıcılığı olup olmaması bakımından ibadetler; farz, vacip, sünnet ve nafile ibadetler olmak üzere dörtlü bir ayrıma tabi tutulmuştur. İbadetler, yerine getirilişleri bakımından da ‘şekil ve şartları belli olan’ ve ‘şekil ve şartına bağlı olmayan ibadetler’ biçiminde ayrıma tabi tutulmuşlardır. (Namaz, oruç, hac, zekat gibi temel ibadetlerin yerine getirilişinde şekil şartı aranmakta; İslâm’ın, salih amel olarak isimlendirip evrensel kabul ettiği değerleri korumaya yönelik davranış nitelikli ibadetlerde ise şekil şartı aranmamaktadır.) Eda Edileceği ZamanBakımından İbadetler__________ 1- Mutlak ibadetler: Şâriin, ifasını zaman ile sınırlamadığı (ifası vakte bağlı olmayan) ibadetlerdir. Zaman belirtilmeden yapılanadaklar (nezir), belli ibadetlerin kasıtlı olarak bozulması sebebiyle yükümlünün yerine getirmesi emredilen ceza nitelikli kefaretler buna örnek verilebilir. 2- Mukayyet ibadetler: Eda edilmesi için belli bir zaman tahsis edilen ibadetlerdir. Bu ibadetlerde edâ vaktinin başlangıç ve bitiş süresi bellidir. Bu ibadetler de kendi içinde geniş zamanlı ibadetler (muvassa’) ve dar zamanlı ibadetler (mudayyak) olarak ikiye ayrılır: - Geniş zamanlı ibadet: İbadetin ifası için tahsis edilen zaman, hem ifası öngörülen ibadetin, hem de aynı cinsten başka bir ibadetin yerine getirilmesine imkan tanıyan süre genişliğine sahiptir. Örnek: Beş vakit namaz. Hanefi hukukçuları söz konusu zamana ‘zarf’ adını vermişlerdir. - Dar vakitli ibadet: ibadetin ifa edilmesi için tahsis edilen zamanın, aynı cinsten bir başka ibadetin ifasına imkan tanımaması durumunda söz konusu olmaktadır. Örnek: Ramazan orucu ve bir yönüyle hac. Zamana Bağlı İbadetlerin İfası______________________ İbadetlerin zaman, biçim, ve nitelik olarak geçerlilik şartlarına uyularak yerine getirilmeleri eda, iade ve kazaşeklinde olur. - Namaz, oruç, hac, kurban ve zekât gibi, zamana bağlı olan ibadetlerin ifa edilmeleri için öngörülen zaman dilimi içinde usulüne uygun olarak yerine getirilmelerine eda denir. Zekât ve keffaretler gibi, geniş zamana ya da imkâna bağlı olan ibadet veya dini yükümlülüklerin yerine getirilmesi de edadır. - Vakti içinde ancak, eksik ya da yanlış olarak yerine getirilen ya da usulüne uygun olarak yerine getirilmeyen namazın bir sonraki namaz vakti girmeden yeniden kılınması gerekir. Buna iadedenir. - Bir mazeret sebebiyle ya da herhangi bir sebep olmaksızın zamanında eda, ya da iade edilmeyen ibadet, kişinin zimmetinde/uhdesinde borç olarak kalmaktadır. Kişinin, ibadet yükümlülüğünden kurtulması için, zamanı geçmiş olsa da bu ibadeti yerine getirmesi gerekir. Bu ise kazâolarak isimlendirilir. Miktarının Belli Olup Olmaması Bakımından İbadetler - Miktarını Şari’nin Belirlediği İbadetler: Beş vakit namaz, zekat ve sadaka-i fıtır. - Miktarını Şari’nin Belirtmediği İbadetler: Yardım nitelikli sadakalar, Allah yolunda infak vb. Yükümlünün Belli Olup Olmaması Bakımından İbadetler - Ayni İbadetler: Namaz, oruç, zekat ve hac ibadetlerinde olduğu gibi Şâri’in, mükelleflerin her birine ayrı ayrı öngördüğü ibadetler. - Kifai İbadetler: İfasını mükelleflerin her birine ayrı ayrı değil, hepsine birden öngördüğü ibadetlerdir. Cenaze namazı, ülke savunması(cihad), hastane ve diğer sosyal tesislerin yapımı, eğitim ve öğretim faaliyetleri bu tür ibadetler kapsamında yer alır. İfası İstenen İbadetin Belirli Olup Olmaması Bakımdan İbadetler - Muayyen ibadetler: Şâri’in mükellefe seçim hakkı tanımaksızın ifa edilecek ibadeti aynen belirlediği ibadetler. Namaz, oruç. - Muhayyer ibadetler: Şâri’in, yerine getirilmesi gereken yükümlülüğü bir tek fiil ile sınırlamaksızın yükümlüyü birkaç yükümlülükten birisini yapmakla serbest bırakarak talep ettiği yükümlülüklerdir. Örnek: Yemini bozan kişiye verilen seçenekler. (Maide, 89) İfa Ediliş Biçimleri Belli Olan İbadetler_______________ 1. Namaz Namaz, oruç, hac ve zekat îfa ediliş biçimleri belli olan ibadetlerdir. İslâm dini yüce yaratıcıya boyun eğme, onunla iletişim kurma, onun sonsuz gücü önünde acizliğini kavrayarak ona teslim olma ve ona dayanma temeli üzerine kurulmuştur. Bu iletişimi sağlama amacına yönelik şekil ve şartları, yerine getiriliş biçimleri Hz. Peygamberin fiili sünneti ile kesin olarak ortaya konulan ibadetlerin başında namaz yer almaktadır. Bu özellikleri sebebiyle namaz ibadeti Hz. Peygamber tarafından “mü’minin miracı”; dindeki önemi bakımından da “dinin direği” olarak nitelendirilmiştir. Namazın farz bir ibadet olduğu ve önceki kutsal kitaplarda yer aldığına Kur’an-ı Kerim’in değişik ayetlerinde vurgu yapılmaktadır. Namaz Farsça bir kelime olup bunun karşılığında Kur’an ve sünnette ‘dua etmek, yakarmak’ anlamında ‘salat’ kelimesi geçmektedir. “[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...](Ankebut, 45) “Bunları ne ticaret, ne de alış veriş Allah’ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekatı vermekten alıkoyar. Bunlar gönüllerin ve gözlerin döneceği günden korkarlar.” (Nur, 37) Namaz Çeşitleri Bağlayıcılık temel alınarak namazlar; farz, vacip, sünnet ve nafile olmak üzere dörtlü bir ayırıma tabi tutulmuşlardır. a. Farz namazlar: Yükümlülük şartlarını taşıyan herkese ayrı ayrı farz olup olmama bakımından farz-ı ayn ve farz-ı kifâye olmak üzere kendi içinde iki türlü değerlendirilmiştir. (Beş vakit namaz, cenaze namazı…) b. Vacip namazlar: Doğrudan Şari tarafından emredilen (vitir, bayram namazları) ya da yükümlünün kendi iradesiyle kendisine vacip kıldığı namazlar ( adak namazı, bozulan nafile bir namazın kazası) olmak üzere ikiye ayrılır. Sünnetler (revatib): Düzenli olarak namazlardan önce veya sonra kılınan namazlardır. Müekked ve gayri müekked olarak ikiye ayrılır. Namazın Yükümlülük (vücûb) Şartları Bunlar kişinin namaz ibadetiyle yükümlü tutulması için aranan niteliklerdir: Müslüman olmak, akıllı olmak ve büluğ (ergenlik çağına ulaşmış olmak) oluşturmaktadır. Namazın Yerine Getiriliş (edâ) Şartları Namazın şartlarını ve rükünlerini oluşturan farzlardır. Namaz ibadetinin farzlarından bir kısmı, namazın rükünlerini önceleyen hazırlık nitelikli şartlar, diğerleri ise doğrudan namaz ibadetini oluşturan unsurlardır (rükün). 2. Oruç_________________________________________ Oruç, Farsça rûze (günlük) sözcüğünden geçmiş olup Arapça karşılığı savm ve sıyam (tutmak, engellemek, kaçınmak) dır. Dînî bir terim olarak oruç; müslümanın ramazan ayında fecrin doğuşundan güneşin batımına kadar yeme, içme ve cinsel ilişkiden kaçınması biçiminde tanımlanır. Oruç bedensel görünümlü bir ibadettir. Ancak kişinin belli bir süre fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamaktan bilinçli olarak kaçınması, kişinin iradesi ve psikolojik yapısı ile de yakından ilgilidir. Bu bakımdan oruç ibadeti insanın bedensel ve ruhsal yönden arınma çabasıdır. Ramazan ayında tutulan oruçta; - Müslüman olma, ibadet yükümlüsünü, - Ramazan ayı, bu ibadet için öngörülen zamanı, - İmsak kavramı ise kaçınılması gereken eylem ve davranışları ifade etmektedir. Bu bakımdan oruç ibadetinde zaman ve imsakkavramları belirleyici rol oynamaktadır. Oruç ibadetinin yükümlülük (vücup) şartları oruç ibadetini yerine getirebilmesi için yükümlüde aranan şartlardır. Diğer ibadetlerde olduğu gibi oruç ile yükümlü olmada, müslüman olma, akıllı ve ergenlik (bülûğ) çağında olma gibi teklifte aranan genel şartlar aranmaktadır. Oruç ibadetinin yerine getirilmesinde teklif için yeterlilik şartlarını taşıyan yükümlünün ayrıca oruç ile ilgili birtakım özel şartları da taşıması gerekir. Bunlar ise; sıhhat ve ikamettir. Ayrıca diğer ibadetler gibi oruçta da niyet şarttır. Ramazan ayında oruç tutulan günlerin her biri başlı başına bir ibadet sayıldığı için, her günün orucuna ayrı ayrı niyet etmek gerekir. İslam dini ibadetlerin ifası, kolaylık temeli üzerine inşa edilmiştir. Zorluk durumlarında bunları kolaylaştıracak ruhsat hükümleri de bulunmaktadır. (Örneğin; yolculuk, hastalık, hamilelik ve süt emzirme durumlarında daha sonra kaza etmek üzere oruç ibadeti ertelenebilmekte; yaşlılık ve iyileşme ümidi kalmayan hastalık durumlarında ise, oruç tutulmayarak her gün için bir fidye ödenmektedir.) 3. Hac___________________________________________ İbadetler açısından kutsal mekan ve zaman inancı, bütün dinlerde çok önemli bir unsurdur. İslâm dini açısından kutsal mekan kavramı, hac ibadeti ile daha da belirginleşir. Kelime anlamıyla kast etmek ve yönelmek anlamındaki hac, dini bir terim olarak, dinen belirlenen bir zamanda, Arafat’ta bulunmak ve usulüne uygun olarak Kabeyi tavaf etmekten oluşan bir ibadeti ifade etmektedir. Haccın farzları; ihram, Arafat vakfesi ve Ziyaret tavafı’ndan oluşmaktadır. İhram şart; arafat vakfesi ve ziyaret tavafı ise rükün konumundadır. Bağlayıcılık açısından; farz, vacip ve nafile olmak üzere üç çeşit hac bulunmaktadır. Farz olan hac, bu ibadetin yükümlülük şartlarını taşıyan kişinin, ömründe bir kez ifa ile yükümlü olduğu hacdır. Yerine getiriliş biçimi bakımından;ifrad, kıran ve temettu olmak üzere üç türlü hac bulunmaktadır. Hac ibadeti ile yükümlü olmak için; müslüman olma, akıllı olma, baliğ olma ve bedensel ve ekonomik yönden yeterli olma (istitaat) şartları aranır Haccın yerine getirilme (eda) şartları, sağlık şartlarının elverişliliği ve yol güvenliği gibi niteliklerdir. Hac ibadetinin geçerlilik şartlarını; ihram, hac ibadetinin, belirlenen zaman ve mekanlarda yapılması oluşturmaktadır. 4. Zekat_________________________________________ Zekat kelime olarak, temizlenme, artma, arıtma, arınma, büyüme ve kurtulma anlamındadır. Terim olarak zekat; üzerinden bir yıl geçen ve limiti dinen belirlenen ölçüde (nisap) mala sahip olan müslümanın yılda bir kez olmak üzere, belli kişi veya harcama yerlerine verilmek üzere malın cins ve kıymetine göre değişenorandaki miktarını, temliketmesiolarak tanımlan maktadır. İbadetlerde aranan genel teklif şartları, zekat yükümlülüğü için de geçerlidir. Malın zekata konu teşkil etmesi için sahibinin, o malın hem çıplak mülkiyetine (aynrakabe) hem de kullanma ve yararlanma hakkına (tasarruf) sahip olması gerekir. Zenginliğin asgarî sınırı diyebileceğimiz nisap miktarı, zekata konu teşkil eden her mal için Hazret-i Peygamber tarafından belirlenmiştir. İslam toplumunun ortalama geçim standardını ve zenginlik sınırını gösteren bu ölçü, şer’i belirleme (mukadderat-ı şer’iyye) olarak benimsenmiş ve daha sonraki dönemlerde de aynen korunmuştur. Zekata tâbi mallarda aranan şartlardan birisi de, malın artma, çoğalma ya da kâr getirebilme fonksiyonuna sahip olmasıdır. Malın zekata konu teşkil etmesi için üzerinden bir yıl geçmiş olması gerekir.Kişinin zekat ile yükümlü olması için, kendisinin ve dinen bakmakla yükümlü olduğu kişilerin temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra, zekat için aranan mal varlığına sahip olması gerekir. Zekatın miktarı ve oranlarıyla ilgili düzenlemelerin kaynağını hadisler oluşturmaktadır: Madenler; 1/5, toprak ürünlerinden elde edilmesine göre 1/10 veya 1/20, altın, gümüş ve diğer ticari eşyadan ise 1/40 şeklinde bir geometrik sıra izlendiği görülmektedir. Zekat gelirlerinin harcanacağı kişi ve yerler, Tevbe Suresinin 60. ayetinde belirtilmiştir. Bu ayette zekat verilecek kişi ve zümreler; fakirler, miskinler, zekat görevlileri (amiller), yolcular, köleler, borçlular, Allah yolunda, müellefe-i kulûb olmak üzere sekiz grupta toplanmıştır. Zekat, zengin müslümanlara farz kılınan bir ibadettir. Bu bakımdan zekat yükümlüsünün gelişigüzel değil, mal varlığının zekatını her yıl düzenli olarak hesaplayıp ödemesi gerekir. Yıllık bilanço yapma zarureti, aynı zamanda müslüman zenginin sağlıklı bir ekonomik büyüme trendinde olup olmadığının da göstergesi olmaktadır. SÖZLÜK Fevr : Bir yükümlülüğün geciktirilmeksizin yerine getirilmesi. Örneği; haccın yükümlülük şartlarını taşıyan kişinin hemen o yıl hacca gitmesi. İbâde bi'l-ihtiyâr : Allah'a ibadet edip etmemede seçme özgürlüğüne sahip olan insanın, kendi özgürlüğünü kullanarak Allah'a ibadet etmesi. İbâde bi't-teshîr : Allah'ın yarattığı bütün varlıkların, varlıklarını zorunlu olarak Allah'ın koyduğu sünnetullah denilen kanunlar çerçevesinde sürdürmesi. Mi'yâr : Bir ibadetin ifası için tahsis edilen zamanın, aynı cinsten başka bir ibadetin ifasına imkan tanıması. Nisap : Şariin, malın hangi değer limitine ulaştığında zekat konusu olacağını belirleyen kriter. Terâhî : Bir yükümlülüğün geciktirilerek yerine getirilmesi. Örneğin yükümlülük şartlarını taşıyan ve haccetme imkanı olan yükümlünün, hac ibadetinin ifasını daha sonraki yıllara ertelemesi.
__________________ Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır. |
20 Ekim 2013, 12:40 | Mesaj No:5 |
Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Cevap: Ankara ilitam fıkıh ders özetleri ÜNİTE: 5 A H V Â L – İ Ş A H S İ Y Y E Prof. Dr. Şamil DAĞCI Giriş Fıkıh disiplini, konuları itibariyle geleneksel olarak üçlü bir ayrıma tabi tutulmuştur: İbâdât (İbadetler) muâmelât (hukukiişlemler), ukûbât (suç ve yaptırımlar) Evlenme akdi____________________________________ İslâm hukukunda evlilik, günümüzde olduğu gibi, bir akit olarak düzenlenmiştir. Evlilik akdi, klasik fıkıh literatüründe akdu’n-nikahya da akdu’z-zevâctabirleri ile ifade edilir. Münâkehât, evliliğe ilişkin hukuki düzenlemeleri; müfârekât ise boşanma ile ilgili hükümleri içermektedir. Evlenme: “Evliliklerine şer’î bir engel bulunmayan bir kadın ve erkeğin, karı-koca olarak birlikte yaşamalarını meşrû kılan ve karşılıklı olarak herbirine haklar ve sorumluluklar yükleyen, rızaya dayalı bir akittir.” İslâm hukukunda evlenme akdi, dinî karakterinden çok hukukî nitelikli bir ‘sözleşme’ mahiyetindedir. Kimi hukukçuların evliliğe ibadet anlamı atfetmeleri ya da evlilikleri vacib, mekruh, haram gibi tavsif etmeleri, evlilik akdinin hukukî niteliği ile ilgili değildir. Söz konusu yaklaşım, aile ve evlilik kurumunun hukukî konumunun yanısıra, toplumun temelini oluşturması bakımından İslâm dini tarafından da son derece önemli görüldüğünü vurgulamak amaçlıdır. Nişanlanma Hz. Peygamber’in hadislerinde evlilik teklifi anlamında ‘hıtbe’ifadesi yer almaktadır. İslâm hukukçuları bu kelimeyi nişanlanma olarak kavramlaştırmışlardır. Nişanlanma evlilik mukaddimesi kabul edildiği için her şeyden önce evlenecek kadın ve erkek arasında bir evlenme engelinin olmaması gerekir. Aralarında evlenme yasağı olan kişilerin durumunda olduğu gibi yasak ve hükümsüz olan bir işleme teşebbüs de hükümsüz olacaktır. Bir sebeple evliliğin sona erdiği durumlarda kadının iddet beklemesi de geçici bir evlenme engeli olarak kabul edilmektedir. İddet bekleme durumunda olan kadına üstü kapalı biçimde (zımnen) evlilik teklifi yapılabileceği Bakara Suresi 235. ayetinden anlaşılmaktadır ve bu duruma ‘tarizi nikah’ denilmektedir. Nişanlanmanın Hukuki Sonuçları Nişanlanmaya, nişanlanan erkek ve kadını evlenmeye zorlayıcı herhangi bir sonuç bağlanmamıştır. Bu nedenle nişanlandıktan sonra evlenmekten vazgeçen kadın ya da erkeğin evliliğe zorlanması hukuka uygun değildir. Nişanın bozulması bazı sonuçlar doğurmaktadır. Bunların mehr, hediyeler ve tazminat açısından ele alınması uygun görünmektedir. Genellikle evlenilecek kadına ödenecek mehr miktarı nişanlanma sırasında belirlenir. Evlenme akdi gerçekleşmeden nişanın bozulması durumunda, mehr olarak ödenen eşya ve malın aynen, telef olmuşsa, kıymet bedelinin iade edilmesi gerekir. Nişanlıların karşılıklı olarak birbirine verdiği hediyelerde, hibe (bağışlama) hükümleri geçerlidir. Bu nedenle hediye mevcut ise aynen geri alınabilir, kullanılmış veya telef olmuşsa artık geri alınamaz. Klasik fıkıhta nişanın bozulması sonucunda tarafların maddi ve manevi tazminat talep edip edemeyeceği hususunda bir hüküm bulunmazken Muhammed Ebu Zehra ve Zekiyüddin Şa’ban gibi çağdaş İslam hukukçuları ise tazminat talebinde bulunan tarafın kusursuz olması halinde böyle bir talebin İslam hukukunda da mümkün olabileceği kanaatindedirler. Evlenme Akdinin Unsurları (Rükünleri) Akdin unsuru denildiğinde, onu meydana getiren ve yapısına dahil olan; bulunmaması akdin yok hükmünde sayılmasına sebep olan temel öğeler kastedilir. Buna göre evlenme akdinin iki unsurundan söz edilebilir. Bunlar akdin tarafları ve irade beyanıdır. 1. Akdin Tarafları: İslâm hukukunda evlenme akdinin tarafları, doğrudan evlenecek kadın ve erkek ya da kendilerini temsil eden veli veya vekilleridir. Bu bakımdan evlenme ehliyetine sahip olan kimseler bizzat evlenebilecekleri gibi, veli ve vekil gibi temsilcileri aracılığıyla da evlilik akdini gerçekleştirebilirler. 2. İrade Beyanı (Sıygatü’l-akd): İrade beyanı ile icab ve kabul kastedilmektedir. İcab, evlenme teklifi anlamında olup, önce söylenen sözdür. (Kadın ya da erkekten veya veli yahut vekillerden, önce teklifte bulunanın beyanına icab denilmektedir. Kabul ise, karşı tarafın, teklifi kabul ettiğine ilişkin sözüdür.) Evlenme Akdinin Kurucu (İn’ikad) Şartları Şart, hukukta, bir işlemin yapısına ilişkin olmamakla birlikte, bulunmaması, hukûkî işlemi hükümsüz kılan durumdur. Akdin kurucu şartları ifadesinden, herhangi birisinin ya da tümünün bulunmaması durumunda akdin hükümsüz (batıl) hale geldiği şartlar kastedilmektedir. Evlenme akdinin kurucu şartları da evlenme ehliyeti, akitte meclis birliği ve evlenme engelininbulunmamasından ibarettir. 1. Evlenme Ehliyeti: İslâm hukukunda evlenme akdinde taraf olmak, yani bir başkasının izni ve onayına gerek olmaksızın evlenme akdi yapabilmek için mümeyyiz ve büluğa ermiş olmak (âkil ve bâliğ olmak) gerekir. - Hanefilere göre sefihler de evlenme selahiyetine sahiptir. - Mümeyyiz küçükler ancak velilerinin izni ya da onayı ile evlenebilirler. - Mümeyyiz olmayan küçükler ve akıl hastalarının kendileri ya da başkaları adına (vekaleten) yaptıkları akitler ise batıldır. 2. Meclis Birliği: İrade beyanları, araya başka bir konu ve işlemin girmediği veya icabdan vazgeçmeyi gösteren bir söz ya da durumun ortaya çıkmadığı akit ortamında açıklanmalıdır. Bu ortama meclis birliği (ittihadu’l-meclis) denilir. Evlenme Engelinin Bulunmaması Evlenme akdinin kurulabilmesi için, taraflar arasında evliliğe engel oluşturan durumlardan herhangi birisinin bulunmaması gerekir. Evlenecek kadın ve erkek arasında evlenme engelinin bulunmaması, akdin gerçekleşmesi için zorunlu olan bir şarttır. 1. Sürekli (Mutlak) Evlenme Engelleri Ana-oğul, baba-kız gibi doğuştan geldiği için süreklilik arz eden veya damat-kayınanne ve gelin-kayınbaba, sütanne süt evlat ve süt kardeşler gibi sonradan oluşan, fakat süreklilik kazanan akrabalık ilişkisine dayanmaktadır. a. Neseb Akrabalığı: Aralarında evlenme engeli bulunan nesep akrabaları; kişinin usûlü ve furûu; ana babasının furûu ve dede ve ninenin birinci derecedeki furuu olmak üzere belirlenmiştir. b. Sıhriyetten Doğan Akrabalık: Sıhriyetten doğan sürekli evlenme engelleri, evlilik sebebiyle oluşan akrabalıktan doğan engelleridir. Buna hurmet-i musâhere de denilir. Kişinin bir aileye mensubiyeti, her şeyden önce sıhriyet (evlilik) olgusuna dayanır. Üvey kız ile ilgili Nisa Suresi’nin 23. ayetine göre şu temel kural mevcuttur: Fiili birleşme olmasa bile bir kadının kızıyla sadece nikah akdi yapmak bile kızın annesiyle evliliği; annesiyle nikah akdi yaptıktan sonra fiilen karı koca olmak (zifaf) ise, kızı ile evliliği haram kılar. c. Süt Akrabalığı: İslâm hukukunda, başkasının çocuğunu emziren kadının hem kendisi, hem de kendi öz çocukları ile, emzirdiği başka bir kadından olan çocuk arasında sütten kaynaklanan bir akrabalık bağı oluşmakta ve bu bağ bir evlenme engeli oluşturmaktadır. 2. Geçici (Nisbi) Evlenme Engelleri Bunlar zaman içinde ortadan kalkma durumu ve ihtimali söz konusu olan evlenme engelleri olup şunlardır: a. Din Farklılığı: Müslüman erkek ve kadınlar müşriklerle evlenemezler. Müslüman bir erkeğin ehl-i kitap (yahudi vehıristiyan) ile evlenmesine müsaade edilmiştir. Ancak İslam doktrininde müslüman bir kadının müslüman olmayan bir erkekle evlenmesi yasak görülmüştür. b. Üç Kez Boşanmış Olma (bâin talak): Bu durumda erkeğin boşadığı kadınla tekrar evlenebilmesi için; kadının iddet beklemesi, başka bir erkekle hukuka uygun olarak evlenmesi ve evlenmenin fiilen gerçekleşmiş olması gerekmektedir. c. Çok Evlilikten Doğan Evlenme Engeli: Kuran-ı Kerim, aralarında adaleti sağlama şartı getirerek bir erkeğin dört kadın ile aynı anda evli bulunmasına cevaz vermiştir. (Taaddüd-izevcat) Dolayısıyla beşinci bir kadınla evlenemez. d. Sıhri Civar Akrabalığı: Örneğin; kişi, iki kız kardeş ile ya da teyze ve yeğen ile aynı anda evlenemez. Ancak bunlardan biri ile olan evliliğin sona ermesi durumunda diğeri ile evlenmek mümkündür. e. İddete Bağlı Evlenme Engeli: Karı-koca arasındaki evlilik bağının kocanın ölümü, boşanma ya da nikah akdinin feshi sebebiyle sona ermesi durumunda; kadın yeni bir evlilik akdi yapabilmek için evliliğin sona eriş biçimine ve kadının biyolojik-fiziksel durumuna göre (hayız çağında olup olmamasına) göre değişen belli bir süreyi (iddeti) beklemek zorundadır. İrade Beyanının Şartsız (müneccez) Olması Evlilik akdinin unsurlarını oluşturan icab ve kabul beyanlarının, taraflarca işitilir ve anlaşılır bir nitelik taşıması, irade beyanında kullanılan ifadelerin, yapılan işlemin evlenme akdi olduğunu kesin ve açık olarak göstermesi gerekir. Kısaca irade beyanları hemen sonuç doğurma niteliği taşımalı ve gelecek zamana bağlanmamalıdır. İslam hukukçuları irade beyanında tarafların, evlenme akdinin ruhuna ve aile düzenine aykırılık oluşturmayan bir takım takyidi (kayıtlandırıcı-sınırlayıcı) şartla evlilik akdinin kurulabileceğini, örneğin; evlik akdi esnasında kadının kocasından istediği zaman ayrılma hakkına sahip olma şartıyla evlilik yapmasını (tevfid-italak) kabul etmektedirler. Evlenme Akdinin Geçerlilik (Sıhhat) Şartları - Şahitlerin Bulunması: Evlenme akdi esnasında iki erkek ya da bir erkek iki kadın şahidin bulunması ve şahitlerin taraflara ait icab-kabul beyanlarını birlikte duymaları evliliğin sıhhat şartıdır. - Evlilik Akitlerinin İkrah Altında Yapılmaması: Hanefî hukukçular ikrah altında gerçekleşen evlilik akitlerini geçerli kabul etmekle birlikte, çoğunluk İslâm hukukçuları, evlenme akdinin ikrah altında yapılmamış olmasını, bir sıhhat şartı olarak kabul ederler. Diğer mezhepler ise, fiziksel ve psikolojik baskı-cebir, zorlama ve baskı yoluyla yapılan akitleri geçersiz saymaktadırlar. Evlenme Akdinin Yürürlük (nefaz) Şartları: Evlenme akdinin hukuki sonuçlarını hemen doğurmasına ‘akdin nafiz olması’, bu akdin yürürlük kazanabilmesi için gerekli olan şartlara da ‘nefaz şartları’ denir. Evlenecek kişiler tam ehliyetli ise, kendilerinin; eksik ehliyetli iseler, kendi başlarına yaptıkları nikahlarda velilerinin rızaları alınmadıkça akid mevkuf (askıda) olup, hukukî sonuç doğurmaz. Evlenme Akdinin Bağlayıcılık (lüzum) Şartları Evlenme akdi, tarafları bağlayan ve prensip olarak tek taraflı feshedilmeyen bir akit türüdür. Bulunmadığında akdin feshini gerektiren şartlar, bağlayıcılık şartlarıdır. Bununla birlikte bazı durumlarda örneğin, evlenecek kadın ve erkeğin denklik (kefaetin) bulunmadığı veya taraflardan her ikisinin ya da birinin büluğa bağlı seçimlik hakkının (büluğ muhayyerliği) mevcut olduğu durumlarda nikah akdinin tek taraflı feshi mümkün olmaktadır. Evlenme Akdinin Hukuki Sonuçları__________________ Evlilik, karı kocaya karşılıklı olarak birtakım haklar ve borçlar yüklemektedir. Evliliğin yegâne amacı, eşlerin cinsel olarak birbirlerinden faydalanmaları değildir. Evliliğin; sevgi, duygu, dini-ahlâki yönü de bulunmaktadır. Bu bakımdan evlilik, tarafların karşılıklı olarak sevgi ve saygıyı, karşılıklı olarak birbirlerinin haklarını gözetmelerini öngörür. Evlilik akdinin en önemli mali sonuçları mehir ve nafakadan ibarettir. 1. Mehr Mehr, evlenme akdi kurulurken erkeğin kadına verdiği yahut vermeyi taahhüt ettiği parasal kıymettir. Mehr, İslam hukukunda evlenme akdinin doğurduğu mali sonuçlardan biridir. Ancak Maliki hukukçular mehri akdin sıhhat şartlarından saymışlardır. Miktarının akit esnasında tespit edilip edilmemesine göre: - Mehr-i müsemmâ:Taraflarca akit sırasında belirlenen mehr - Mehr-i misil:Akit sırasında belirlenmeyen ancak benzer şartlardaki kadınların durumu emsal alınarak tesbit edilen mehre ise benzer mehr Hemen ödenip ödenmemesine göre: - Mehr-imuaccel: Peşin olarak ödenen mehr. - Mehr-imüeccel: Ödenmesi tecil edilen, sonraya bırakılan vadeli mehr. Akit sırasında mehrin belirlenmemesi ya da mehr ödenmemesinin şart koşulması durumunda bile evlenecek kadın mehr alma hakkına sahiptir. Nafaka Bu yükümlülük kocaya ait olup eşin ve çocukların geçim masraflarını içermektedir. Kocanın bu yükümlülüğü yerine getirmemesi durumunda kadın mahkemeye başvurma hakkına sahiptir. Evliliğin Sona Ermesi_____________________________ İslâm hukukunda evliliğin eşler arasında sürekli bir hayat ortaklığı esasına dayanması temel ilkedir. Yani nikah, herhangi bir zaman dilimi ile sınırlandırılmaksızın akdedilmektedir. Buna uygun olarak boşamada hürmet (yani boşamanın olmaması) esas kabul edilmiş; en azından meşrû gerekçelere dayanmayan boşama/boşanmalar dinen günah sayılmıştır. İslâm hukukunda evlilik birliği; kocanın eşini boşaması (talak), karının bir bedel ödemek üzere eşlerin karşılıklı rıza ile evliliği sona erdirmeleri (muhâlaa), yargı yolu ile boşama (tefrik) ve ölüm ile sona ermektedir. Talak Tanımı ve Şartları Talak, kocanın tek taraflı irade beyanıyla gerçekleştirdiği boşanmayı ifade eder. Aslında klasik İslâm hukuk literatüründe talak kelimesi geniş anlamlı olup, ölüm dışında, nikah bağını sona erdiren her türlü işlemi içine alır. Günümüzde ise daha çok kocanın tek taraflı olarak karısını boşaması anlamında kullanılmaktadır. Koca boşama yetkisini doğrudan doğruya kullanabileceği gibi vekil vasıtasıyla da kullanabilir. Veliler velayetleri altında bulunan eksik ehliyetli ya da ehliyetsiz kişileri evlendirme hakkına sahip olsalar da onların eşlerini boşama yetkisine sahip değildirler. Şayet koca karısına boşama yetkisi vermişse (tevfiz-italak) kadın bu yetkiyi kullanarak boşanabilir. Talak Sayısı İslam hukukunda bir evlilik süresince kocaya tanınan boşama hakkı üç ile sınırlandırılmıştır. Koca ilk iki boşama hakkını kullandığında ya iddet içinde yeni bir akde gerek olmaksızın; ya da iddeti bittikten sonra yeni bir akitle karısına dönebilir. Üçüncü boşama hakkını kullandıktan sonra ise erkeğin, artık boşadığı karısına dönebilmesi için, boşadığı kadının hukuka uygun olarak bir başkasıyla evlenmiş olması gerekir. Bu ağır şart kocanın boşama yetkisini kötüye kullanmasını engelleme amacına yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Talakın Çeşitleri 1. Ric’î talak (dönülebilir boşama) Ric’î talak, kocanın iddet süresi içinde, yeni bir evlenme akdine gerek olmaksızın boşadığı karısına dönebildiği boşamadır. Koca, boşadığı eşine iddet içinde dönmek istediğinde, onun rızasını almak ve yeniden mehr ödemekle yükümlü değildir. Boşamanın ric’î talak kabul edilebilmesi için bazı şartlar vardır. Buna göre evliliğin zifafla fiilen gerçekleşmiş olması; talak beyanının sarih olmayan (kinaî) ve şiddet / mübalağa içeren sözlerle yapılmamış olması gerekir. Ayrıca bir diğer şart da boşamanın, üçüncü boşama hakkının kullanımını teşkil etmemesidir. Şayet üçüncü boşama hakkı da kullanılırsa, artık aşağıda geleceği üzere, eşler isteseler dahi tekrar bir araya gelmezler. Ric’î talakla gerçekleşen boşamada, iddet bitinceye kadar evlilik devam eder ve hükümlerini doğurur: Buna göre karı-koca arasında miras hükümleri cereyan eder. Koca, ric’î boşama sebebiyle iddet bekleyen karısının nafakasını karşılamak yükümlülüğünde olduğu gibi, kadın iddet beklemekte iken eşlerden birisinin ölmesi durumunda, diğeri kendisine mirasçı olabilmektedir. 2. Bâin Talak (ayırıcı boşama) Kocaya, boşadığı karısına ancak yeni bir evlenme akdi ile dönme imkanı veren boşamaya ise bâin (ayırıcı) talak denir. Bu tür boşamaya bâin denilmesi, eşlerin yeni bir evlilik akdi yapmaları durumunda kadının iradesinin aslî bir unsur oluşundan ötürüdür. Buna göre şayet koca üçüncü boşama hakkını kullanmamış ise (veya hukukçuların çoğunluğuna göre, aynı anda üç hakkınıkullanmamış ise), eşler yeni bir evlenme akdi ile birbirlerine dönebilirler. Üçüncü boşama hakkının kullanılmasıyla birlikte beynûnet-ikübrâ(kesin ayırıcı boşama, büyük ayrılık) gerçekleşir. Bu durumda eşler yeni bir akitle tekrar evlenebilmeleri, kadının başka bir kimse ileevlenmesi ve bu ikinci evliliğin de meşru biçimde sona ermesinden sonra mümkündür. Miras Hukuku___________________________________ Miras hukuku, ölen kişilerin malvarlıklarının (tereke) kimlere, nasıl intikal edeceğini konu edinen bir hukuk disiplinidir. İslâm hukukunda mirasa ve mirasçılara ilişkin temel prensipler Kitab ve Sünnet’te, diğer bir kısım alanlara nazaran ayrıntılı biçimde düzenlenmiştir. Miras hukuku, fıkıhta Kitabü’l feraiz başlığı altında incelenmiştir. Ferâiz ilmi sadece ölen kişinin mal varlığının mirasçılar arasında nasıl taksim edileceğini değil; varsa, borçlarının da nasıl ödeneceğini düzenlemektedir. Bu bakımdan ferâiz ölen kişinin hem aktifinin (alacak hak ve mallarının), hem de pasifinin (borçyükümlülüklerinin) nasıl intikal edeceğini de ele alır. Ölenin Malvarlığı ile İlgili Yapılacak İşlemler - Cenazenin techiz ve tekfîni: Bu konudaki masraflar murisin terekesinden karşılanır. - Miras bırakanın borçlarının ödenmesi: Borçların muhatabı mirasçılar değil tereke olduğu için murisin borçları terekeden ödenir. - Vasiyetlerinin ifası: Ölmeden önce başkası lehine vasiyyet ederek ölüme bağlı bir tasarrufta bulunan kişinin vasiyyeti, tereke mirasçılara teslim edilmeden önce yerine getirilir. Ancak kişi malını 1/3’inden fazlasını başkasına vasiyet edemeyeceği gibi, mirastaki payları belli olan varislerine de vasiyette bulunamaz. - Mirasın taksimi: Yukarıdaki işlemlerden sonra hâlâ mal varlığı bulunuyorsa onun taksimi yapılır. Bu konuda üç grup mirasçı vardır: · Ashabü’l ferâiz: Kitap ve sünnette payları kesin olarak belirlenmiş mirasçılardır. (ferdi sistemebenzer) · Asabe: Murisin baba tarafında bulunan araya kadın girmeyen ‘erkek akrabaları’dır. (sınıf usülüne benzer) · Zevi’l erhâm: Ölenin yukarıdaki iki grup dışındaki akrabalarıdır. (zümre usülüne benzer) İslam Miras Hukunun Temel Özellikleri - Hangi mirasçıların terekeden ne kadar miras alacakları Kitap ve sünnet tarafından belirlendiği için ictihada bırakılan alan oldukça sınırlıdır. - Murisin vasiyet dışında mirasçı belirleme hakkı yoktur. Vasiyetinin 1/3’inden fazlasını vasiyet etme hakkı yoktur. - Mirasçı olmada ve mirastan pay almada murise yakınlık temel alınmaktadır: Asabelerin belirlenmesinde “el-akreb, fel-akrab”(önce en yakın, sonra ondan sonraki en yakın) ilkesi temel alınır. - Miras oranlarının belirlenmesinde ‘el-harac bid-daman‘ ilkesinden hareketle nimet külfet dengesi esas alınmış ve ölen kişinin sağlığında iken maddi, ekonomik, nafaka yükümlülüğü olan akrabalara öncelik verilmişitir. - Mirastan pay alan kişi ve zümrelerin çerçevesi geniş tutularak malın belli kişilere intikali önlenmiştir. - Hem muris hem de varis açısından miras icbâridir. Örneğin, annesinin karnında iken babası ölen çocuğun mirasçılık hakları saklı tutulmaktadır. İslam Hukukunda Mirasçılık Sebepleri - Kan Hısımlığı: Kan akrabalığı ile miras bırakana neseb bakımından bağlanan akrabalar kastedilir. - Evlilik: Muris öldüğünde evlilik bağı devam ediyor ise birbirlerine mirasçı olabilirler. Evlilik akdinin sıhhati mirasçılık için yeterlidir. - Vela: Kölenin ölmesi durumunda mirası kendisini azad eden, özgürlüğüne kavuşturan efendisine (mevla’l-itâka) kalmaktadır. Mirasçı Olmanın Şartları - Miras bırakanın ölmüş olması - Mirasçıların sağ olması - Mirasçılık sebeplerinin bulunması - Mirasçılık engellerinin bulunmaması Mirasçı Olmaya Engel Durumlar - Mirasçının miras bırakanı öldürmesi. - Din farklılığı: Karşışıklı olarak müslimler ve gayr-i müslimler birbirlerine mirasçı olamazlar. - Ülke farklılığı: Hanefiler müslümanların farklı devletlerin vatandaşları olmalarını (ihtilafü’d dâr) mirasçılık bakımından bir engel görürken diğer mezhepler bunu engel olarak görmezler. - Kölelik: köleler, İslâm hukukunda kimi sınırlı alanlar bakımından hukuk kişisi kabul edilmiş olmakla birlikte, miras hukukunda vâris olma ehliyetine sahip değildirler. Mirasta Payları Belli Olan Kişiler Baba ,dede (cedd-i sahîh) anabir erkek ve kız kardeşler, anne, oğlunun kızları, bababir kız kardeşler, karı, koca, nine, ölenin kızları, ana- bababir kız kardeşlerin ölenin malvarlığından (tereke) alacakları pay oranları belirlidir. Vasiyet________________________________________ Vasiyet, ölümden sonra hukukî sonuç doğurmak (nâfiz olmak) üzere, bir mal, menfaat ya da alacağın karşılıksız olarak başkasına temlik edilmesi olarak tanımlanmaktadır. Hanefî hukukçulara göre vasiyet, tek taraflı bir hukukî tasarruf olduğu için, vasiyette bulunacak kişinin icabı, vasiyet işleminin kurulması için yeterlidir. Diğer hukukçular ise vasiyeti iki taraflı hukuki tasarruf olarak kabul ettikleri için vasiyetin kurulabilmesi için icab ve kabulün bulunmasını zorunlu görmüşlerdir. Vasiyet bağlayıcı olmayan (gayr-i lazım) feshi mümkün hukuki bir işlemdir. Vasiyetin Geçerlilik Şartları - Vasiyet Ehliyetini Haiz Olmak: Vasiyetin geçerli olabilmesi için vasiyette bulunan kimsenin teberru ehliyetine sahip (mümeyyiz ve baliğ) olması gerekir. Bazı hukukçular ise sadece mümeyyiz olmayı yeterli görmüşlerdir. - Vasiyet Cihetinin Bilinir Olması: Kimin lehine vasiyette bulunulacaksa o kişi, kurum veya cihetin (amaç) niteliklerinin bilinmesi gerekir. Örnek: “Ahmet’in düğün masrafları karşılanacak” ya da “Çocuk esirgeme Kurumu’ndaki bütün çocuklara pantolon alınacak” gibi amaç belirtilecektir. Gayr-i müslim vatandaşa ve cenine de bazı şartlarla vasiyet yapılabilir. - Vasiyete Konu Teşkil Eden Şeyin Hukuka Uygun Olması: Vasiyet konusunu teşkil eden şey (mal, menfaat, alacak) hukukî muameleye uygun ve elverişli olmalıdır. Diğer taraftan bir kişinin malik olmadığı bir şeyi vasiyet etmesi de mümkün değildir. Vasiyetin Nefaz Şartları Tereke borca batık olsun ya da olmasın vasiyetin uygulanması, alacaklıların icazetine (onayına) bağlıdır. Tereke borca batıksa, vasiyetin tümü, borca batık değilse borç oranında olan kısmı alacaklıların kabul etmesi halinde yerine getirilebilecektir. Vasiyetin Hükümsüzlüğü - Vasiyette bulunan kişi vasiyetinden dönebilir. - Vasiyet eden kişinin ölmeden vasiyet ehliyetini kaybetmesi. - Lehine vasiyette bulunulan kişinin vasiyet edenden önce ölmesi. - Vasiyetin lehine vasiyet yapan kişi tarafından reddedilmesi (kabul edilmemesi). - Lehine vasiyet edilen kimsenin vasiyette bulunanı öldürmesi. - Vasiyete konu olan şeyin zayi olması. SÖZLÜK Ferâiz : Belirli pay anlamına gelen farîza kelimesinin çoğuludur. Terekeden kimlerin hangi ölçü ve miktarda pay sahibi olduğunu belirleyen fıkhın bir alt disiplininin adı. Fesih : Adlî boşama, evlilik akdinin hakim kararı ile sona erdirilmesi. Halvet-i sahîha : Baş başa kalma, aralarında nikah akdi bulunan kadın ve erkeğin herhangi bir maddi ve psikolojik engele maruz kalmaksızın fiilî birleşmede bulunabilecekleri bir ortamda baş başa kalmaları. Hıtbe : Evlilik teklifinde bulunma. Terim olarak çağdaş İslam hukukunda nişanlanma anlamında kullanılmaktadır. Meclis birliği : Bir akdin gerçekleştiği ortam. Mutlak evlenme engeli : Sürekli evlenme engeli. Nısbî evlilik engeli : Geçici evlenme engeli. Tereke : Sözlük olarak terk edilen şey. Terim olarak; ölen kişinin, bıraktığı mal varlığı anlamındadır.
__________________ Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır. |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Fıkıh Usulü 3. Ünite Sorular Ankara İlitam | sultan5 | Fıkıh Usülü | 0 | 31 Ağustos 2019 02:46 |
Ankara ünv.ilitam öğrencileri ders çalışma bölümü | Medineweb | İlitam 4.Sınıf Dersleri | 14 | 01 Ekim 2016 18:11 |
ANKARA İLİTAM İslam Tarihi ve Medeniyeti Ders Özetleri 1.2.3.4.5 Üniteler | Medine-web | ANKARA İlitam | 4 | 09 Ocak 2014 20:33 |
ANKARA İLİTAM 1. SINIF Fıkıh Üsulu-özet | Medine-web | ANKARA İlitam | 0 | 22 Aralık 2013 21:21 |
İstanbul ilitam sistematik kelam ders özetleri | JAZARİ | İSTANBUL İlitam | 1 | 27 Ekim 2013 19:36 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|