Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.İLİTAM İLAHİYAT LİSANS TAMAMLAMA.::. > İlitam 3.Sınıf Dersleri > Arapça 2

Konu Kimliği: Konu Sahibi Medine-web,Açılış Tarihi:  20 Ekim 2013 (12:47), Konuya Son Cevap : 20 Ekim 2013 (12:49). Konuya 3 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 20 Ekim 2013, 12:47   Mesaj No:1
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:8
Cinsiyet:Erkek
Yaş:50
Mesaj: 3.071
Konular: 340
Beğenildi:1382
Beğendi:464
Takdirleri:10171
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Ankara ilitam arapça 2.sınıf unite tercümeleri

Ankara ilitam arapça 2.sınıf unite tercümeleri

İLİTAM ARAPÇA 4.SINIF

1. ÜNİTE 1. METİN

EN BÜYÜK ARAPÇA KİTAP KURAN
1-İlk asırdan itibaren tefsir planı (metodu): Millet (alimler) kuranın tefsirini surelerin tertibi üzerine ele almaya başlamışlardı. Bazıları ayetin bir bölümünü veya bir ayeti veya bir ayetin bir cümlesi üzerinde durarak anlamları beyan ediyorlardı. Açıklayan kişi kendi kişiliğine uygun olacak şekilde tefsir yapıyordu. Bu tür plan etkin olarak tefsirde devam metodu etti. Ayet ve sure tertibine göre yapılan bu galip tefsir inceleme (tartışma) konusudur.
2-Bu gün tefsir: bu günkü tefsir metodu hakkında ‘onu eleştirerekten’ bir kelime (söz) söyleyeceğiz. Eski İslam alimleri İslam bilimleri hakkında söz söylediklerinde onu üçe ayırmışlardır. Ki bu ilimler: olgunlaşmış ve kemale ermiş nahiv ve usul ilmi, olgunlaşmış ama tam kemale ermemiş fıkıh ve hadis ilmi, hem olgunlaşmamış hem de pişmemiş tefsirul beyan ilmidir.
3-Kuran en büyük Arapça kitaptır: yukarıda “tefsir çeşitleri” nden söz ederken müfessirlerin kendilerine hedef olarak seçtiklerinin beyanı vardı. Diğer amaçlarından daha çok onun gerçekleşmesine önem veriyorlardı.Biz üstat imam abduh’dan işittik ki müfessirleri edindikleri bu gayeden dolayı tenkit ediyordu. M. Abduh şu görüşte: tefsirden amaç, Kuran hidayetini ve rahmetini gerçekleştirmesi akidedeki, ahlaktaki ve hükümlerdeki (teşriin) hüküm koyma hikmetini ruhları cezp edecek bir tarzda açıklaması gerekir. M abduhun yanında tefsirin gerçek amacı kuran ile hidayeti bulmaktır. Bu maksat da yüce bir gayedir. Hiç şüphesiz Müslümanlar bu gayenin gerçekleşmesine muhtaçtırlar.
4-Ancak bu hedefler ( bu görüş yeni bir şey sayılmamalı ) hakkında şöyle bir görüşte bulunmamız yeni bir şey değildir. Tefsirden ilk amaç muhakkak ki bu görüş olmaması gerekir. İtina gösterilen ilk gaye edinilen de bilakis bu söylenenlerin hepsinde önce daha önde, daha (uzak) büyük olan bir gaye vardır ki diğer amaçlar bu gayeden türeyip yayılır. Çeşitli gayeler de bunun üzerine kaim oluyor. Bu söyleyeceğimiz gayenin yerine getirilmesi gerekir, diğer maksatları gerçekleştirmeden önce. O diğer maksatlar ilmi ya da ameli, dini ya da dünyevi bir maksat olsun aynıdır değişmez.
5.Bu en önde ve en büyük gaye şudur: kurana şu fikirle bakmaktır ki, o da şu yönden ki kuran en büyük Arapça kitaptır. En büyük edebi eserdir. O kuran ki Arapçayı ebedileştirmiş ve mevcudiyetini korumuştur. Kendiyle Arapçayı ebedileştirmiş ve Arapçanın iftiharı, kültürünün süsü olan bir kitaptır. Kuranın bu özelliğini dini ne olursa olsun, Arap olmanın şuurunda olan, insanlar arasında Araplığının idrakinde insan cinsi içinde cinsinin Arap olduğunu bilen Arap bilir. Bundan (Araplığının idrakinde farkında olduktan) sonra ister Hıristiyan olsun ister putperest isterse tabiatçı, zamancı isterse dinsiz, ya da Hanif bir Müslüman olsun değişmez. Çünkü o Arap sadeliği ile bu kitap Arapçadaki konumunu, menzilini, Arapça dilinde ki yerini bilecektir. Bu dini bir sıfat ile herhangi bir imandan gelmese kurandaki bir akideye tasdik olmasa bile.
6-Bu sadece Arap ın durumu da değildir. Bilakis kanları asla Arap olmayan ancak tarihin ve hayatın seyrinin sadeliği ile kendilerine kavuştuğu, islamı din olarak kabul etmiş veya kanları Arapların kanlarına karışmış sonra Arapçayı dil edinmiş Arapça edebi yaşantısının bir temeli olmuş toplumlar için de (kuranı anlamadaki durum) geçerlidir.
7-Hatta bu toplumlar ki Arapçaya onları bağlamıştır. Bu sağlam bağlar. Arapça lügatsel ve sanatsal şahsiyetinden (açısından) esas bir unsur, esas bir yön olmuştur. En büyük Arapça kitap ve Kuranı Kerimin (yeri) onlar arasında sözlü sanatsal eserler ve edebi çalışmalar arasında önemli olmuştur.
8- Bütün bu milletlere miras kalan asıl olan bu kitabı edebi bir çalışmayla ele almaları gerekli gördüler ki bu sadelikten varis olan çalışmayla kökleri anlaşılsın. ( O milletler) Tüccar Arapçası veya güçlü ve canlı bir bağ ile Arapçaya bağlanarak, şahsiyetini def etmiş, varlığını yöneltmiş ve hayatına yön vermiştir. Öz Arap veya bu bağlarla Arapçaya bağlanmış kişi bu yüce kitabı okur, edebi bir yöntemle ona çalışır (Aynen şunun gibi). Değişik milletlerin değişik dillerdeki edebi kaynaklarına çalıştıkları gibi çalışır.
9- Bu edebi çalışmalar büyük bir eser olan Kuran için olmalı ki çalışanların şunu yerine getirmeleri gerekir ki ilk önce bu kitabın hakkını yerine getirmiş olmalılar. Kuranla hidayete ermek istemeseler ve kuranın ihtiva ettiğine ve kapsadığından faydalanmak istemeseler bile. Edebiyatla uğraşanlar kuranın içeriğine inanmasalar bile ilk önce (kuran üzerinde) bu edebi çalışmayı yapmaları gerekir. Yahut da Müslümanların peyderpey dile getirdikleri o kuranın mukaddes olduğuna dair inançlarının zıddına bir inançları olsa bile. Kur’an Arapça mukaddes bir sanat kitabıdır. Ona bakan kişi ister dini açıdan ona baksın ister bakmasın durum aynıdır. (yani o edebi yönü büyük olan bir kitaptır.)
10- Kuran üzerindeki bu edebi çalışma, sanatsal düzlemde, dini açıdan olmasa bile bizim açımızdan ve bizimle birlikte aslen Arap ve sonradan Arap olan milletler nezdinde değerli, itibarlı bir çalışmadır. Ki bu çalışma (bizim için) ilk maksat ve en yüce gayedir. Bu amaç ve maksat da en ileri seviyede olmalıdır.
11- Her bir gaye ve maksat sahibi bu edebi çalışmadan sonra kurana yönelerekten dilediğini ondan alıp istediğini ondan iktibas etmeli ve itikadi, ahlaki ya da toplumsal barışa yönelik konulara veya bunun dışında sevdiği teşrii hükümlere müracaat etmeli… Bu Arapçanın tek kitabının (Kuranın) sahih kâmil önemli (edebi) çalışmasını yapmadan, itimat etmeden bu ikincil amaçlardan hiç biri gerçekleşmiş olmaz. Kuran üzerinde yapılan bu çalışmaları bu gün tefsir diye adlandırıyoruz. Çünkü bu edebi çalışmalar olmadan ne Kuranın gayesi açıklanabilir ve ne de manası anlaşılabilir.
12- Özet olarak anladığım kadarıyla bu gün tefsir şu olmalıdır: Metodu doğru, her yönüyle kâmil, eşit dağılımlı bir edebi çalışma olmalıdır. Bu gün tefsirin ilk amacı sırf sade bir edebi çalışmadır ki bunun ardından başka bir tesire itibar edilmemiş. Kastedilen diğer amaçların gerçekleşmesi bu edebi çalışmaya bağlıdır. İşte bizim tefsire bakış açımız ve tefsirden gayemiz bu (Kuran üzerindeki edebi) çalışmadır.





1. ÜNİTE 2. METİN

KURANI NÜZÜL SIRASINA GÖRE TEFSİR ETMENİN ÖNEMİ
1-Tefsiri; sürelerin nüzul sırasına uygun olarak tertip etmeyi uygun bulduk. Buna gö*re, ilk tefsir edilenler; Alak, Kalem, Müzzemmil ve sırasıyla diğer Mekki süreler bitene kadar, sonra Bakara, Enfal ve takip eden Medeni sûreler son bulana kadar (bu sıraya göre) olmalı. Çünkü bizim (nüzul sırasına gö*re tertip etme) düşüncemiz, Kur'an'ı anlamak ve ona hizmet etmek için en üstün yol olduğuna inandığımız metoda daha uygun düşmektedir. Zira böylece, Kur'an'ın iniş dönem ve merhalelerini daha açık ve net bir biçimde izlemek mümkün olduğu gibi, aynı şe*kilde nebevi siret sürecinin izlenmesi sağlanmış olmakta; şöyle veya böyle okuyucu Kur'an'ın nazil olduğu ortama, onun karşılaştığı şartlar, ilişkiler, boyutlar ve kavramla*rının atmosferine girmekte, kendisi için tenzilin hikmeti berraklaşmaktadır.”

2- Bu tarz etrafında görüşümüzü şekillendirdik. Bu metod etrafındaki farklı görüşleri araştırdık ve (nüzul sırasına göre yazıldığında] mevcut mushafın kutsallığına zarar verme ihtimalini soruşturduk. Bu soruşturmamız bizi bu metot üzerinde karar kılmaya götürdü. Çünkü, bir açıdan bakıldığında tefsir, tilavet edilen bir mushaf de*ğildir. İkinci açıdan da tefsir fennî (teknik-edebî) ve ilmî bir çalışmadır. Zira her bir sürenin tefsiri.mushafın tertibi ile ilişkisi olmadan bizzat bağımsız bir çalışma olabilmektedir. Üçün*cü olarak bu metodun, mushafın tertibinin kutsallığına zarar verecek bir hali de yok*tur.

3- Eski ve yeni seçkin alimlerden, bazı surelere dokunmadan bazı surelere ait (yazdıkları husu*si) tefsir örnekleri nakledilmiştir. Ali b. Ebî Tâlib (r) 'in Kur'an'ın nüzulüne göre bir mus*haf yazdığı rivayet edilmektedir, ki ne yukarıdakini ne de bunu tenkit veya inkar ede*ni görmedik. Bundan dolayı bu metod üzerinde devam etmeyi uygun bulduk. Özellikle burada amaç, en fazla yararı olacak metodla Kur'ana hizmet etmektir. Bu ise sapma ve muhalefet etme değildir. Allah niyetleri daha iyi bilir. Kişi için niyet et*tiği vardır.

4- Buna rağmen benimsedimiz görüşün doğruluğunu belgelemeyi uygun bul*duk ve muhterem Suriye müftüsü Şeyh Ebü Yusr Abidin ile Halep şehri müftülerinden Şeyh Abdul-Fettah Ebû Gudde'den[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...][1][1][7] fetva istedik. Bunlardan destekleyici cevaplar aldık ki, ilk (alim] cevap yazısında söyle demiştir: "Telif ve yazım, kendilerinin uygun gördük*leri şekillerde, bildikleri bazı yararlı noktaları göstermeleri için müelliflerin amaçlarına tabidir. Tefsir, ayet ve sûrelerin tertibinin gözetildiği tilavet edilen bir Kur'an kitabı değildir. Müfessir bazen herhangi bir ayeti tefsir eder ve bunun anlamı*nın ortaya çıkması için, o ayetin yanındaki ayeti bırakabilir. Bir sureyi tefsir eder sonraki sureyi manasının anlaşıldığını düşünerekten tefsir etmeyi terkeder. Belirtilen şekilde (nüzul sı*rasına göre) bir tefsir kitabı yazmanın sakıncası yoktur." Allah daha iyi bilir.

5-ikinci alim (Ebû Gudde) de şöyle demiştir. "Bu metodun sakıncalı olma kuşkusu; o-nun, üzerinde icmâ edilen ve nesilden nesile ümmete tevatürle ulaşan bugünkü terti*be ters olması (endişesinden) kaynaklanmaktadır. Bu kuşku şu şekilde giderilebilir: Nüzule göre tefsir yazılması, tilavet mushafı yani sizin izlemiş olduğunuz tarza göre insanların Kur'an'ı tilavet etmeleri için yapılmış bir iş olmasına mani olunursa. (sakınca ortadan kalkar) Oysa müfessir ve okuyucunun birlikte amacı bundan başkadır ve kesin*likle onun takip ettiği tarzın sakıncası yoktur. Geçmiş*teki birçok büyük âlimin bu yolda yürümesi bu yolda yürüyenlere cesaret verir. … Bu âlimlerin yapmış oldukları çalışmaları reddeden hiçbir kimseye rastlanılmamıştır.
6- Şimdi onlardan biri hatırım da, o da 276 h. senesinde vefat etmiş olan imam İbn Kuteybe'dir. O, "Tevilu Müşkili'l-Kur'an" adıyla basılmış kitabında tefsir etmiş olduğu ayetleri ne nüzul sırası ve ne de şu an tilavet edildiği biçimde ele almamıştır. Bu durum Kuranda 240-339. sayfalarda açıkça görünmektedir. Dar görüşlülükten kaynaklanan "sakınca" düşüncesinin, bu tarzı kullanan Şeyh Celaluddin el-Mahalli sonra da Celâleddin es-Suyütinin (Tefsîru'l-Celâleyn) adıyla bilinen tefsirlerini de kapsaması gerekir. Zira ilki (el-Mahallî) tef*sire Kur'an'ın sonundan başlamış ve Kehf sûresine kadar (ilerlemiş) gelmiş, sonra vefat etmiş ve bilahare es-Suyûti, selefinin yaptığı gibi Kur'an'ın baş tarafına doğru süre*lerin tefsirini tamamlamıştır. Her ikisi de izlemiş oldukları yöntemlerinde, baştan sona Kur'an'ın tertibine göre tefsire başlamaya riayet etmemişlerdir.


1.ÜNİTE 3.METİN

İMANA DAVET ( BAKARA SURESİ 13. AYETİN TEFSİRİ
Bismillêhirrahmênirrahîm
1-(“Onlara: İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiği vakit "Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!" derler.) Bu söz önceki ayette geçen sözün tamamlayıcısıdır. Bunu hükmü söyleyen ve atıf açısından önceki ayetin hükmüdür. Bu sözü söyleyenin önceki ayette olduğu gibi münafıklardan bir taife olması caizdir. Nifaktan kökten kurtulmaya işaret ediyorlar. Çünkü münafıklar rahatsız olmuş, usanmış, sakınıp çekindikleri şeyin külfetinden (rahatsız olmuşlardı). Hileler üretmekten ve çirkin sözlerle hakaret etmekten zihinleri yorulmuştu. “eminu” kelimesinin mefulu atılmıştır. “insanların iman ettiği gibi” sözüne benzetilerek istiğna edilmiştir. (yani sizde insanların Allaha iman ettiği gibi iman edin demek istenmiştir.) ya da o meful (Allah) işitenlere malumdur. “keme emenennesü-insanların inandığı gibi” sözündeki “kaf” teşbih yada sebebiyet içindir. (yani insanlar iman ettiği için, onlar gibi Allaha iman edin demektir.) “ennesü” deki “el” takısı cins (insan) yada örfi olarak (tüm) insanları kapsaması içindir. Burada “insanlardan” maksat muhataplarının (münafıkların) dışındaki insanlardır. Bu söz Arapların bir fiile heveslendirmek yada yeşvik için söylediği bir sözdür. Çünkü insan nefsi, kendisinden önce birisi bir işe başlamışsa, o işi taklit etmede, (o işi yapmaya başkalarıana) uymada acelecidir. Bunun için (Araplar) bu (“keme emenennesü) sözü heveslendirmek, teselli etmek yada örnekedinmek makamında (manasında) kullanırlar.
2-”Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz?” Bu söz inkâr için bir istifham (soru) dur. Bu söz ile en açık bir şekilde inanmayacaklarını kastetmişlerdir.Uzak durdukları o imanı, kötülemek, Müslümanları üzmek için sefihlerin imanına benzetmişler. Ki Müslümanları iman etmeye akıllarının sefihliği yönlendirmiştir. (münafıklar, iman eden) insanlardan kastedilenin Müslümanlar olduğunu da biliyorlar. “Süfehe” kelimesi “sefih”in çoğuludur. O da sefihlikle nitelenmiştir. “sefehet” de, az akıllılık kendi işlerinde muvaffak olmada zayıflıktır.
3- Araplar zayıf görüşlülere ve mal hususunda tedbirsiz olanlara “sefih” derler. Allahu Teala buyurur ki: “mallarınızı sefihlere vermeyin” nisa 5 ve “….(Borçlu) akılsız biriyse, yahut aklı azsa….” Bakara 282 ( ayetlerde böyle der). Çünkü bu zayıf görüşlülükten ileri geliyor. Münafıkların müninleri sefihlikle vasfetmesi bir iftiradır. Münafıklar zannediyorlarki müminlerin onlara muhalefeti (münafık olmamaları) akıllarının hafifliği sebebiyledir. Bu (münafıkların bu zanları) onları (Müslümanları) hakir gördükleri için değildir. (!?) Çünkü Müslümanlar içinde Araplardan ileri gelenler de vardı.
4-Bu sefih ve fesat ehlinin adetidir ki onlar ıslah ehline kötülük yapar iftira atarlar. Ki kötü halleri araştırılıp ortaya çıkarılmasın. Bunun için Ebu tayip el mütenebbi demiştir: Nakıs (kötü) birisinden benim kötü halim (haberim) sana gelirse, bu benim mükemmel olduğumun bir delilidir. Bu ayette zındığın hükmü ile ilgili zındıklığı açığa çıkar ve bilinirse müspet veya menfi hali için bir delil yoktur.Çünkü münafıklara “insanların inandığı gibi inanın diyenler onların akrabaları yada müminlerden arkadaşlarıdır. Ol müminler ki o münafıkların münafıklığını ifşa etmemişlerdir. Bu ayet peygamber yanında münafıkların hallerinin mutat bir yönle açık olduğuna delil değildir. Ancak münafıkların hallerine (Allah izniyle) nebi muttali olmuştu. Aslolan (münafıklığın) gizliliğidir. Bazı müminler de onlarla içli dışlı oldukları için münafıkların hallerini biliyorlardı. Peygamberimizden nifakın yayılmamasını öğrenmişlerdi (o müminler). Bu ayet nifak ve zındıklıkla ilgili bir hükme delil değildir.
5- “Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler).” (Bakara 13) Münafıkların kötü sözlerine mükabil, müminlere nusret olsun (diye Allah da onları bu sefih sıfatıyla sıfatlandırır.) eğer o münafıkların “o sefihlerin imanı gibi mi iman edeceğiz” bu ağır sözü olmasaydı, kuranda olara kötü söz söylemez, (sefih sıfatını vermezdi). Allahın adeti cahillerle muhatab olmamaktır. Ancak münafıkların (müminlere “sefih” demesine karşılık, kuranın da onlara asıl “sefih” sizlersiniz demesinin) durumu şu darbı mesele benzer, osöz “sen söyledin sen hak ettin” çünkü burası hakkı batıldan ayıretme açıklama yeridir. Hitabet adabında yerini bulduğu gibi orada kesinlik ve açıklık güzeldir. Allahu teala bunu “elê” kelimesiyle ilan etmiştir. Ki bu kelime ile yüklemin durumuna dikkat çeker. Kasr sigasıyla gelmiştir. Nasıl ki aynı şey “dikkat edin, haberiniz olsun ki, asıl fesatçılar onlardır” cümlesinde olmuştur. Sefihlik sadece ve sadece onların üzerine gasr olunmuştur müminlerde yoktur. bu izafidir yani, yalnız ve yalnız, hiç şüphesiz müminler değil münafıklar “sefihtir”. Sefihlik onlarda sabit olunca halimlik onlarda yoktur. Çünkü bu ikisi (“halim” ve “sefih”) akıllılarda bulunan iki zıt sıfattır. Buradaki “inne”haberi pekiştirmek içindir. Bu gasr’ında ifade ettiği şeydir. Zamirul fasl (innehüm hüm …) (ikinci hüm) gasr ı pekiştirmek içindir. Biraz önce geçtiği gibi. “ele” de (“ele” innnehüm hümül müfsidündeki “ele” gibidir.
6- Ve “fakat bunu bilmezler” sözü: Allah ilmi, sefih olma bilgisini, onlardan nefy etmiştir. Önceki iki ayetin muhalifi olarak “yeşurun” kelimesiyle değil yalemun” kelimesiyle. Çünkü onların sefihlikle nitelenmesi gizli olan bir durum değildir. Onların bu halini bilmek için şuura gerek yoktur. bunu bilmemek şuursuzluktur. Bilakis sefihlikleri gizli değil zahirdir. Çünkü onların her bir fırkayı bir yüzle karşılamaları, bu iki sıfattan birini seçmekte zorlanmaları, dinlerinde iyice sebat etmemeleri, Müslüman olmamaları… Çünkü onların bu sefahat” sıfatı gizlenemeyen bir durumdur. Onların küfrü bir erdem zannetmeleri, müminlerin taklit ettikleri imanı da sefih bilmeleri onların ilminin olmadığına delalet eder.


1. ÜNİTE 4. METİN

NEFİS TERBİYESİ

ALİ İMRAN SURES, 105. AYET
Bismillahirrahmenirrahim
1-“Ey iman edenler, üzerinizdeki (yükümlülük) kendi nefislerinizdir. (Siz kendinizi düzeltin) Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. O, size yaptıklarınızı haber verecektir.” (maide 105) Toplu manası şöyledir: Allah teala, müşriklerin cehaletini, inadını, azgınlıklarını ve fesadını yerdikten sonran azarlama ve uyarma da onlara fayda görmemiş bilakis cehaletlerinde ısrar etmiş ve dalaletlerinde kalmışlardır.
2- Allahu teala müminlere nefislerini, Salih ve faydalı işlerle ıslah etmelerini önemsemelerini emretmiştir. Allahu teala müminlere açıklamıştır ki müminler nefislerini ıslah edip Allahın vacip kıldığı amelleri gerçekleştirdiklerinde ki o farzlar da: ilimdir, ameldir, öğretmektir ve irşad etmektir. Bundan sonra sapıkların ve sıradı müstegimden ayrılanların sapkınlıkları, aşırı taklide gidenler ve cehalet karanlıklarında olanlar, doğru yoldan sapmış olanlar müminlere zarar vermez.
İZAH:
3- Ey iman edenler, üzerinizdeki (yükümlülük) kendi nefislerinizdir. (Siz kendinizi düzeltin) Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez…” yani : nefislerinizi günahlardan koruyun ve onu rabbine yaklaştırıp azabından koruyacak şeylere bakın. Siz hidayet üzere olduğunuzda başkalarının sapıklığı size zarar vermez. “…Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez…” (en’am 164) “…Tümünüzün dönüşü Allah'adır. O, size yaptıklarınızı haber verecektir.”
4- Sizin de sizinle hidayet üzere olmayan sapıkların dönüşü de yalnız Allahadır. Dünyada yaptığınız şeyleri size hesap anında haber verecek ve onunla sizi mükafatlandıracaktır. İbni kesir rivayet etti ki: Hz. Eba bekr ayağa kalkıp Allaha hamd ve sena ettikten sonra dedi ki: Ey insanlar siz şu ayeti “Ey iman edenler, üzerinizdeki (yükümlülük) kendi nefislerinizdir…” okuyorsunuz. Siz bu ayeti kendi yerinin dışında bir yere koyuyor (başka manada anlıyor) sunuz. Ben Allah Rasülünden işittim ki: “ İnsanlar kötülüğü görür de onu değiştirip gidermezlerse Allahın azabı umumi olur.”
5- Tirmizi ebi Umeyye Eşşeybaniben rivayetle der ki: Eba Teğlebe el Huşeniyye’nin yanına geldim dedim ki; bu ayetten sen ne anlıyorsun? Dedi hangi ayet? Dedim Allahu Tealanın şu sözü: “Ey iman edenler, üzerinizdeki (yükümlülük) kendi nefislerinizdir. (Siz kendinizi düzeltin) Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez…” Vallahi onu bir bilene Rasülellaha sordum. O dedi ki: “Marufu emredip münkeri nehyedin. Cimriliğin saygınlaştığı, hevaya uyulduğu, dünya (ahrete)tercih edildiği, herkesin kendi görüşünü beğendiği zaman sen kendi nefsine bak, (kendini koru) avamı terk et. Muhakkak sizin önünüzde bazı günler olacak o zaman sabreden, ateş korunu avuçlayan gibidir. O gün (hayırlı) amel işleyene, sizin gibi amel işleyen, elli kişinin ecri vardır.”
6- İbni Cerir ibni Ugale’den rivayet etmiştir ki: “İbni Ömere denildi ki, bu karışık günlerde otursan yerine de ne emretsen ne de nehy etsen çünkü Allahü Teala buyuruyor ki: (…Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez…) İbni Ömer dedi ki: bu ayet benim ve arkadaşlarım hakkında değildir. Çünkü rasülellah buyurmuştu ki: (Burada bulunanlar (benden aldıklarını) bulunmayanlara tebliğ etsin.) Biz orada bulunuyorduk ancak siz orada değildiniz. Ancak bu ayet bizden sonra gelecek toplumlar içindir ki onlardan (hayır söz) söyleyenlerin sözü kabul edilmez.”
7- ÖZET: Seleften Raviler ittifat etmişlerdir ki, müminler kendi nefislerini ıslaha önem verip başkalarınınkini önemsemezse hidayette değildir. Başkasına iyiliği emrederek, kötülüğü yasaklayarak ıslah edecek. Bu musamaha olmayan bir farz’dır.
8- Bu farz ancak şu durumda düşer ki, insanlara vaaz ve irşad tesir etmeyip (hakikata) dönmeyecek kadar fesat içindedirler. Yada vaaz ve irşad edene eziyet edilecek (kadar fesat ilerlemişse) onlar nasihatından bir fayda gelmeyeceğini bilir veya kuvvetli bir zannı olursa yada emri bil maruf ve nehy anil münker yaptığında eziyet görecekse. Eğer bu onu tehlikeye götürecek dereceye gelirse haramdır.






1. ÜNİTE, 5. METİN ------ NEBE SURESİ ------ CENNET VE CEHENNEM TASVİRİ
1-İfadenin akışı sura üfürülmesinin ve mahşere toplanmanın ardından bir adım daha atıyor ve tağutlarla ; muttakilerin varacakları yeri tasvir ediyor. Buna ilk gruptan yani o günü yalanlayanlardan ve o büyük haberi birbirine soranlardan başlıyor. “21- Cehennem de suçluları gözetleyip durmaktadır. 22- Orası azgınların varacağı yerdir. 23- Orada sonsuza dek kalacaklardır. 24- Orada ne bir serinlik ne de içilecek bir şey tadarlar.25- Yalnız kaynar su ve irin içerler. 26- Yaptıklarına uygun bir ceza olarak 27- Çünkü onlar bir hesap görüleceğini ummuyorlardı. 28- Ayetlerimizi de tamamen yalanlamışlardı.” Onlar böyle yaparken Allah onların aleyhine her şeyi bir harf bile atlamadan en ince bir şekilde sayıyordu. “29- Biz de her şeyi sayıp yazmıştık. 30-Şimdi tadın, artık size azaptan başka bir şeyi artırmayacağız.”
2-Gerçek şu ki cehennem yaratılıp var edilmiş ve azgınları bekleme yeridir. Gerçekten cehennem onları beklemekte ve gözetmektedir, onlar da sonunda oraya varacaklar. Kendilerini karşılamak için hazırdır. Sanki onlar, yeryüzünde bir yolculuğa çıkmışlar sonra da asıl barınaklarına geri dönmüşlerdir. Yada onlar yıllarca sürecek, upuzun yeni bir yerleşim için asıl barınaklarına gelmektedirler. "Yaptıklarına uygun bir ceza olarak orada ne bir serinlik ne de içilecek bir şey tadarlar.”(24) Sonra (yüce Allah bu yargının yani hiçbir şey tadamayacakları yargısının) istisnasını getiriyor. (Aman Allah'ım) istisna daha da acı daha da felaket. "Yalnız kaynar su ve irin."(25) Ancak boğazlarını ve karınlarını yakıp kavuracak kaynar suyu tadacaklar. İşte bu serinliktir. Ğassag ise, ancak yananların vücutlarından akan ve damlayan irindir. Bu da içecek tir. "Yaptıklarına uygun bir ceza..." Amel birikimlerine ve yaptıklarına uygun ceza budur... "Çünkü onlar bir hesab görüleceğini ummuyorlardı." Ve (cehennem gibi bir) dönüş yerine varacaklarını beklemiyorlardı. "Ayetlerimizi de tamamen yalanlamışlardı." ifadede yer alan sözcüklerin tonundaki şiddet, onların yalanlamalarının şiddetini ve bunda ne kadar ısrarlı olduklarını ilham ediyor. Yüce Allah onlara yaptıkları herşeyi hiçbir harfi dışarda bırakmaksızın inceden inceye sayarken ve "Biz de herşeyi sayıp yazmıştık."(29) Burada durumlarının değiştirilmesi yada hafifletilmesi konusunda ümitleri kesen tehdit geliyor. Ve "Şimdi tadın artık size azaptan başka birşeyi artırmayız."(30) buyuruyor.
3-Sonra, cehennemdeki azgınların ve zalimlerin sahnelerinin ardından, karşı sahne, nimetler içinde yüzen müttakilerin sahnesi gelmektedir. “31- Takva sahipleri içinde başarı ödülü vardır. 32- Nice bahçeler, bağlar, 33- Göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar ve 34- Dolu dolu kadehler 35- Orada ne boş bir söz ve ne de yalan işitirler. 36- Bunlar Rabbinin katından yaptıklarına karşılık yeterli bir ihsan olarak verilmiştir”Orada cehennem, azgınlar için bir gözetleme yeri ve barınaktır. Oradan asla kurtulamayacak ve (başka bir yere) gidemeyeceklerdir. Müttakiler ise buna karşın “Bahçeler ve üzüm bağları”(32) şeklinde simgelenen kurtuluş yerine ve barınağa gideceklerdir. Özellikle üzümü zikretmesi ve belirlemesi, muhataplarının üzümü tanımış olmalarındandır. Ayet metninde yer alan "Kavaib" memeleri büyüyüp tomurcuklanmış genç kızlar "etrab" ise bir yaşta ve aynı güzellikte "Ke'sen dihaka" ise, dolu kadehler demektir. Bu nimetler insanın kavrama yeteneklerine yaklaştırıldıkları için duyu organları ile dış yüzleri kavranabilir. Ama dünya ehli bu nimetlerin gerçek tatlarının ve bunladan doyuma ulaşmayı kavrayamazlar çünkü yeryüzü sakinlerinin idraki ve tasavvurları dünyayı anlayacak kabiliyet kadardır. "Orada ne boş bir söz ve ne de yalan işitirler."(35) Cennet hayatı, boş şeylerden ve tartışmanın eşlik ettiği yalancılıktan korunmuştur. Hakikat orada cedele ve yalanlamaya yer yoktur, kendisinde hayır olmayan boş şeyler gibi. O cennet ebedi yurda layık, yüksek ve faydalı bir haldedir. (Bu öyle bir yücelik öyle bir doyumdur ki tam ebedi yurduna layıktır.) "Bunlar Rabbinin katından yaptıklarına, karşılığı verilenlerdir."(36) Biz burada, yer alan "cezâen" ve "atâen" ifadeleri arasındaki taksimatta söz ve müzikal ahengin açık olduğuna da işaret ediyoruz.
4-Bütün her şeyin tamamlandığı günün sahnelerinden sonuncusu ki o gün: soranların sorduğu, ihtilaf edenlerin ihtilaf ettiği gündür. Bu surede son sahne geliyor. Bu sahnede Cebrail (a.s.) ile Melekler Rahmanın huzurunda korku içinde saf tutarak beklemektedirler. O yüce ve heybetli huzurda ancak Rahmanın izin verdiği kimseler konuşabilmektedir. “37- O, göklerin yerin ve ikisi arasında olanların Rabbidir. O, önünde kimsenin konuşamayacağı Rahman olan Allah'tır. 38- Cebrail ve meleklerin dizi dizi durdukları gün, Rahman olan Allah'ın izni olmadan kimse konuşamayacaktır. Konuştuğu zaman da doğruyu söyleyecektir.”
5- Geçen bölümde anlatılan bu ceza, yani azgınların cezaları ve müttakilerin mükafatları, "Senin Rabbindendir." Evet tüm bu karşılıklar "Göklerin, yerin ve ikisi arasında olanların Rabbinden"dir.Bu ifadeler, (biraz sonra değinilecek) büyük gerçek ve dikkat çekilecek nokta için hazırlanmış uygun bir ortamdır. Bu gerçek, tüm insanları, gökleri, yeryüzünü, dünyayı ve ahireti kapsayan bir tek ilahın olduğu gerçeğidir. Bu gerçek, azgınlığa ve takvaya hak ettiği karşılığı verecek olan ve dünyanın da ahiretin de sonunda varıp kendisine dayanacağı bir tek ilahın olduğu gerçeğidir. Sonra o yüce ilah "Rahman"dır. Azgınlara ve müttakilere verecek olduğu bu karşılık rahmetindendir. Dahası azgınlara ve zalimlere vereceği azab ile takvalıların ödülü bile yüce Allah'ın rahmetinin eseridir. Çünkü Kötülüğün cezasını bulması ve sonunda akıbetinin iyilikle aynı olmaması da, O'nun rahmetinin eseridir.
6- Rahmetin yanısıra celalliği vardır. “Onda (günde) konuşmaya malik değildirler” Çünkü, o korkunç ve dehşetli günde, Cebrail'in ve diğer meleklerin "Konuşmadan dizi dizi durdukları" o günde Ancak Rahman'ın izin verdiği konuşacaktır ve doğruyu söyleyecektir. Zaten Rahman da ancak doğru söyleyeceğini bildiği kimseye konuşma izni verecektir. Yüce Allah'a yakın olup ve her türlü günahtan ve isyandan uzak olanların konumuda böyledir, Allah izin vermedikçe susarlar ve konuştuklarında da hesaplı konuşurlar. (Buradaki) hava, heyecan, korku, heybet, yücelik ve vakar ile karışıktır. İşte bu sahnenin ışığı altında bir uyarı haykırışı ve yaptığına aldırmadan gaflet uykusuna dalmışları sarsacak, bir sarsıntı kopar. (Yine) o korkunç sarsıntı şüphe içinde soru soranlar içindir. İhtilafa ve soru sormaya mecal olmayan “gerçek gün budur.” O cehennem kendisi için bir barınak ve varış yeri olmadan önce “Dileyen kimse Rabbine götürecek bir yol benimser.”(39) O bir uyarıdır ki, (gaflet uykusundan) sarhoşluktan uyandırır.Sizi yakın gelecekteki azabla uyardık”(40) Cehennem sizleri beklemektedir, sizleri gözetlemektedir, (bu ayetlerde) gördüğünüz biçimi ile. Dünya bütünü ile kısa bir yolculuktan ve (yakında bitecek) bir ömürden ibarettir. Ve (ardından) bir korku azabı gelmektedir. Kafire yok olmayı var olmaya üstün tutturacak bir azaptır bu. "..O gün kişi elleriyle yaptıklarını görür ve kafir de `Keşke toprak olsaydım' der.”(40) Bu sözü ancak dayanılmaz sıkıntı ve şiddete düşen kişi söyler.
7- Bu öyle bir ifade ki, atmosfere heybet ve pişmanlık vermektedir. Hatta insan denen varlık yok olup ortadan kalkmayı kimsenin önem vermeyeceği değersiz bir nesne haline gelmeyi temenni eder. Ve insan yok olmayı, ya da değersiz bir nesne olmayı, o şiddetli ve korkunç durumla yüzyüze gelmekten daha hafif bulur. Bu durum bu büyük haberi (küfründen dolayı) soranların sorusuna ve şüphe edenlerin şüphesine mukabil bir konumdur.
söze izin verecektir?

1. ÜNİTE 6. METİN
İHLAS SURESİ 1 - 5. AYETLER

1. “De ki: O, Allah'tır, bir tektir." 2- "Allah Samed'dir. (Her şey O'na muhtaçtır, o, hiçbir şeye muhtaç değildir.)" 3- “Ondan çocuk olmamıştır (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir)." 4-"Hiçbir şey O'na denk ve benzer değildir." Sure Allahı zatının birliği ile vasfediyor.ve Allahtan başka bütün varlıkların ihtiyaç için ona yöneleceğini. Hiçbir şey ona zatında sıfatında ve fiillerinde ortak değildir. İşte bu kurani bir tevhiddir ki o kuranı kerime hastır. Bütün İslami bilgiler de bunun üzerine inşa ediliyor. Surenin faziletine dair haberler çoğalmış taki iki fırka yolundan varid olmuştur. Kuranın üçte birine denktir. İnşallah (konuyu anlatırken) geleceği gibi. Bu surenin Mekki ve Medeni olma ihtimali vardır. Sebebi nuzulu ile ilgili bazı revayetlerden onun mekki olduğu açıktır. Ve o dört ayettir.
2. (Rivayete dayalı yorum) Kafi’de Muhammed ibni Müslim o da ebi Abdillah isnadıyla (şöyle Rivayet vardır) : Yahudiler Rsülellaha as sorarak Rabbini bize anlat dediler, (Peygamberimiz) üç gün cevap vermeden bekledi ve “de ki o Allah birdir.” Ayetler sonuna kadar nazil oldu. Askeriden gelen delilde soruyu soran Yahudi Abdullah b. Suriya idi. Ehli sünnetten bazı gelen rivayetlerde ise soran Abdullah ibni Selemdir. O bunu Rasülüllaha Mekkede sordu sonra da iman etti (ancak) imanını gizledi. Bazı rivayetlerde de Yahudi olan bazı insanlar bunu sordular.bir çok Sünni rivayetlerde bunu Mekkeli Müşrikler sordular. Vasıf ve niteliklerinden murat nasıldır? (yani Allahın vasıfları ve nitelikleri nedir?)
3. Meanide de Esbağ ibni nebatat oda hz. Aliye isnatla bir hadiste şöyle buyrulur: Allahü Tealanın nesebini (ne olduğunu) sana soranlara sen “Deki o Allah birdir.” İlelde, Caferi Sadığa isnad edilen mirac hadisinde Allahü Teala nebisine nazil olduğu gibi oku ve :” Deki o Allah birdir.” Bu benim nesebim ve sıfatımdır.” buyruldu. Dürril Mensurda Ebu Ubeydenin tahriciyle Fezailinde (kitabında) ibni Abbastan rivayetle Peygamberimiz dedi ki:” Gul hüvellahü ehad… kuranın üçte biridir.”
4. Ben diyorum ki: bu yoldan (ehli sünnetten) bu manada pek çok rivayet sahabeden nakledilmiştir. Önceki hadiste geçen İbni Abbas, ebidderda, ibni ömer, Cabir, ibni mesud, ebu said hudri, muaz ibni enes, ebu eyyüp, ebi ememe, ve diğerleri peygamberden rivayette bulunmuşlardır. Aynı şekilde Ehli beyt İmamlarından da bu şekilde rivayetler olmuştur. Onlar bu surenin kuranın üçte birine denk olmasını değişik şekillerde yorumlamışlardır. Bu yorumların en orta olanı, Kuranda bulunan bilgiler üç gruba ayrılır. Ki bunlar: Tevhid, nübüvvet ve ahirettir. Bu sure üç ana konudan birisini kapsıyor, o da tevhid’dir.
5. Tevhidde (kitabında) emiril müminden, bedir savaşından bir gece önce uyurken Hızır as’ı gördüm ona dedimki bana bir şey öğret ki ben onunla düşmanlara galip geleyim. Hızır as dedi ki, “ey o (Allah), ey o kendisinden başka olmayan o (Allah).” Sabah olunca bunu rasülullaha anlattım, o bana dedi ki “ey Ali sana öğretilen ismi azamdır.” Bedir günü bu (ismi azam) benim dilimde idi (diyor Hz. Ali).
6. Müminlerin Emiri (hz.Ali) “gulhüvellahü ehadı” okuyup bitirdi. (ve) Dedi ki: “Ey o (Allah), ey o kendisinden başka olmayan o (Allah). Beni bağışla ve kafirlere karşı beni muzaffer kıl.” Usulul Kafide (kitabında) davud ibni gasım el Caferiden isnadla (davud) dedi ki: Babam Cafere (ikinci) dedim ki, “samed nedir”? dedi ki: az veya çok kendisine gidilen, başvurulandır.
7. Ben “samed”in tefsirinde diyorum ki, onlardan rivayet edilen başka manaları vardır. Bagıri ra den rivayetle, “Samed”: kendisine itaat edilen, üzerinde emreden ve nehyedeni bulunmayan büyüktür. Hüseyin ra dan, “samed”: karnı olmayan, “samed”: uyumayan, “samed”: yok olmamış ve yok olmayacak olandır. Seccad ra den, “samed” bir şeyin olmasını murad edince o şeye ol der o da oluverir. “samed”: eşyayı yoktan var edip, onu zıtlık, şekil ve çiftler halinde yaratandır. (Allah) Birliğinde tek olup, zıddı, şekli, örneği ve benzeri olmayan kendine özel bir varlıktır. “Samed”in asıl manası Ebi Caferi saniden rivayet ettiğimizdir, ki onun lugat manası sameddir. Ehli beytten nakledilen çeşitli manalar samed manasının gerektirdiği manadır. Bu zikrettiğimiz mana da allahu tealanın kasdettiği manadır. Her şey bütün ihtiyaçlarında ona bağımlıdır. Allah için herhangi bir ihtiyaç karşılamak olmaksızın, her şey ona yönelir.
8. Tevhide veheb ibni veheb el gurayşi o da sadıktan o da babalarından rivayetle, Basralılar hz Hüseyine yazmışlar ki. “samed nedir”? o da onlara yazmış, besmeleden sonra “Kurana dalmayın, onun hakkında mücadele etmeyin, bilgisizce onunla konuşmayın, ben dedemden (Rasülüllahtan) işittim ki “kim bilgisi olmadan Kurandan bir şeyler söylerse, o cehennemdeki yerine hazırlansın”.
Allahü Teala “samed”i, allahaü ehad, allahüssamed diye tefsir etmiştir. Sonra onu, “Ondan çocuk olmamıştır (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir)." 4-"Hiçbir şey O'na denk ve benzer değildir." Diye tefsir etmiştir. Onda (tevhid kitabında) ibni Ömeyrden o da Musa ibni Caferden isnatla rivayet etmiş, şöyle demiştir: bil ki Allah birdir, sameddir, doğurmamış ve mirasçısı yoktur, doğmamış ve ortağı da yoktur. Onda (tevhid kitabında) yine vardır: hz Alinin bir hutbesinde, doğmadığı için izzetinin ortağı ve doğurmadığı için de, yok olduğunda, mirasçısı yoktur. Onda (tevhid kitabında)ki bir hutbede, Allah bir benzerinin olmasından yücedir.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi Medine-web 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Medineweb Görsel ve Slayt arşivi( kaybolmaması... Medineweb.net Videolar Medine-web 4 147 23 Eylül 2024 20:24
Mustafa İslamoğlu Sözler Medineweb.net Videolar Mihrinaz 2 343 30 Nisan 2023 16:51
Şirk Hakkında Kuran Ne Diyor? Medineweb.net Videolar Medine-web 0 250 29 Nisan 2023 18:52
DÜNYA KABE'NİN NERESİNDE Hacc-Umre-Kurban Medine-web 0 1092 27 Nisan 2020 21:40

Alt 20 Ekim 2013, 12:47   Mesaj No:2
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:8
Cinsiyet:Erkek
Yaş:50
Mesaj: 3.071
Konular: 340
Beğenildi:1382
Beğendi:464
Takdirleri:10171
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Ankara ilitam arapça 2.sınıf unite tercümeleri


2. ÜNİTE 1. METİN

RASÜLULLAHA İTAAT GEREKLİLİĞİ
1- Sahabe peygamber sav döneminde peygamber sav efendimizden aldıkları Kuranı Kerimin şeri hükümlerinden istifade ediyorlardı. Kuran ayetleri çoğu zaman, mücmel (gayri mufassal) ya da mutlak (gayri mukayyet) olarak iniyordu, namaz emrinde olduğu gibi. Namaz mücmel olarak gelmiş, rekât sayısı, kılınış şekli ve vakitleri kuranda açıklanmamıştır. Yine zekât emrinde olduğu gibi, zekât mutlak olarak gelmiş, zekatı vacip kılan en alt sınırı kayıtlanmamış, miktarı ve şartları da açıklanmamıştır. Böyle birçok hüküm gelmiştir ki, onların açıklamasına bağlı olan şartlarını, rükünlerini ve bozan hallerine vakıf olmadan bu ibadetleri yerine getirmek mümkün değildir. İşte bu ibadetlerin hükümlerini açık ve tafsilatlı bir şekilde bilmek için, peygamberimize müracaat etmek gereklidir.
2- Yine bazı olaylar vaki oluyordu ki bu olayların hükmü ile ilgili K. Kerimde nas bulunmuyordu. Bu olayların hükümlerini peygamber sav in açıklaması gerekiyordu. O (peygamber) asv yaptığı bu açıklamaları rabbinden yapıyordu. Çünkü peygamber sav Allahü Tealanın şeriatının maksatlarını, sınırlarını, metodlarını ve meramını bilme hususunda yaratılmışların en iyisidir.
3- Allahü Teala, Kuranı Kerimde, Rasülüllahın görevini kurana nispetle, kuranın ve ayetlerin meramını açıklamak olarak haber vermiştir. Allahu Teala kitabında buyuruyor ki: “(O peygamberleri) apaçık belgeler ve kitaplarla gönderdik. İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur'an'ı indirdik.” (nahl s. 44) Yine aynı şekilde peygamberin görevi, insanlar hakta ihitlaf ettiklerinde hakkı açıklamasıdır. Şöyle diyerek: “Sana kitabı, ancak ayrılığa düştükleri şeyleri onlara açıklaman için ve iman eden bir topluma doğru yolu gösterici ve rahmet olarak indirdik.” (nahl s 64)
4-Her türlü ihtilafta Peygamber sav in hükmüne uymayı Allah vacip kılmıştır. Çünkü Allah, dini ahkamı insanlara öğretmek hususunda ona Kuran ve Hikmet verdiğini haber vermiştir. Çünkü cumhur ülema ve muhaggig alimleri hikmetin Kurandan başka bir şey olduğu görüşüne varmışlardır. Hikmet, Allah tealanın dinin ve şeri hükümlerin sırları hususunda peygamberini bilgilendirmesidir. Âlimler “hikmet” i “sünnet” olarak tarif etmişlerdir. Ki İmam Şafi’de bunlardandır.
5-Rasülullaha Kuranla birlikte başka bir şeyde verilmişti. Peygambere sav o hususta da uymak vaciptir. Ebu Davut o da migdad ibni magdi yekrib oda peygamberimizden şu söz rivayet etmiştir : “Dikkat edin, bana kitap ile beraber onun gibi başka bir şey daha verilmiştir.” Bu da Allah Tealanın, peygamberin emir ve nehiylerinde Müslümanların kendisine uymalarını vacip kıldığına delalet ediyor. Allahü Teala buyuruyor ki: “ Rasülüllahın size verdiğini alın nehy ettiği şeylerden de sakının. Araf 156 / 7 “
6-Bunu için sahabe Peygamber sav ile beraber hayatında, onun sözüne, işlerine ve takrirlerine şeri bir hüküm olarak itibar ediyorlar, hiçbirisi bu hususta ihtilaf etmiyorlardı. Hiç birisi Kuranın emrine muhalefet etmeyi kendine caiz görmüyordu. Çünkü peygamber sav ashabı ile kendi arasında perde olmadan yaşıyordu. Mescide, çarşıda, evde, seferde ve hazarda onlara karışıyor, onlarla beraber yaşıyordu. Peygamber sav in fiil ve sözleri onlar için takdir ve yardım makamı idi. Rasülullah onların dini ve dünyevi hayatlarının merkezi, mihveri idi. Allah onları karanlık ve dalaletten hidayet ve nura kavuşturduktan itibaren, bu böyle idi.
7- Nasıl ki hayatında Peygambere ittiba ve tabi olma kuranda Allahın Sahabeye farzı ise, onun vefatından sonra da sahabeye ve onlardan sonra gelen Müslümanlara peygamberin sünnetine tabi olmak farzdır. Çünkü ona itaati farz kılan naslar geneldir, onun yaşadığı zamanla ve sahabesinin ittibasıyla kayıtlı değildir. Çünkü illet sahabe ve onlardan sonra gelenler arasında geneldir. Bu illet de onlar bir elçiye tabidirler. Allah ona ittibayı ve taatı emretti. Yine illet hayatı ve vefatı arasını kapsama açısından da geneldir. Çünkü peygamber sav in sözü, hükmü ve fiili masum bir hüküm koyucudan kaynaklandığı için, Allah onun emirlerine sarılmayı emretmiştir. Onun hayatta olması ya da vefat etmesi bu duruma muhalif değildir. (her durumda onun emirlerine sarılmak Allah ın emridir.)
8-Kendisi Müslümanların yanında olmadığı zaman da sünnetine ittiba etmenin vücubunu irşad emiştir Allah Rasülü. Muaz ibni Cebeli Yemene gönderirken ona dedi ki: “"Sana bir mesele soruldugunda ne ile hükmedeceksin?" Ben: "Allah'in kitabindakilerle" diye cevap verdim. "Eger Allah'in kitabinda bulamazsan ne ile hükmedeceksin?" dedi." "Allah Rasûlü'nün hükmettigi ile, dedim. Eger onda da bulamazsan?" dediginde: "Kendi reyimle içtihad ederim, diye cevap verdim. "Bunun üzerine Allah Rasûlü: "Nebisini, râzi oldugu seyde basarili kilan Allah'a hamdolsun" dedi. Vefatından sonra sünnetiyle amel etmenin farz oluşunu pek çok hadisinde teşvik etmiştir cidden. Ki (bu hadisler) manevi tevatür hükmüne ulaşmışlardır. Bu rivayetlerden biri de hakimindir. Ki peygamberimiz dediki: “size iki şey (emrayn) bırakıyorum. Onlara sarılırsanız dalalete düşmezsiniz. Onlar da Allah ın kitabı ve Sünnetimdir.”


2. ÜNİTE 2. METİN

SÜNNETİN KURAN KARŞISINDAKİ KONUMU
1- Bazı Fukaha manasında Kurana rucu etmesi itibarıyla sünneti değerlendiriyorlar. Sünnet kapalı olan ayetlerin ayrıntılı olarak açıklaması ve müşkil olanların beyanıdır ve muhtasarının genişçe açıklamasıdır. Allahü Tealal buyurur: “İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur'an'ı indirdik. Sünnette kuranın manasına delalet etmediği şeyi bulamazsın. Kuran o şeye icmali yada tafsili olarak delalet etmiştir. Allah kuranı her şey için açıklayıcı kılmıştır. Bundan dolayı Sünnetin özet olarak kuranda hasıl olması gerekir. Ancak Kuranda aslı olmayan bir şey hususunda sünnet gelir mi (sünnet hüküm koyar mı) ? Bu tartışma konusudur. Sahihi olan sünnet Kurana nazaran şu üç neviyi (çeşidi) geçmez.
2- İlk nevi: Allah o konuda kitabi nassını (ayet) indirmiştir. Rasülullah kitabin nass ettiği gibi onu açıklamıştır. Bu nevide olan sünnet kuranda geleni pekiştirir. O zaman hüküm iki kaynağa dayandırılır. Ki bu iki şey: Kaynak olarak kuran ve destekleyici olarak sünnettir. Orucun ve namazın farzlığına dalalet eden, yine şirkin ve yalan şahitliğin haramlığını bildiren hadisler bu türdendir. Bu tür hadislerde ilim ehli arasında ihtilaf yoktur. ikinci nevi: Allahın kitaptan öz olarak indirdiği şeydir. Allahü tealanın murad ettiği manayı peygamber sav açıklamıştır. Kuran için sünnet, ya mücmeli açıklama yada mutlakı tekyit yada genele tahsisi içindir. Aynı şekilde ( birinci nevide olduğu gibi) bunda da ihtilaf yoktur.
3- Üçüncü nevi: kitapta nass olarak yer almadığı halde peygamber sav in sünnet olarak hüküm koymasıdır. İşte bu sünnet çeşidinde alimler arasında ihtilaf vaki olmuştur. Muhaddisler ve ilim ehlinin bir çoğu demişlerdir ki: sünnet kuranda olmayan şeyleri (hükümleri) getirir. Aslında sünnet bu yönüyle Allah katındandır. İbni Hazm demiştir ki: kuran ve sahih sünnet birbirine muzaftır. Allah yanında İkisi bir şeydir. Allah nezdinde vahy iki çeşittir. Onlardan biri düzen açısından (edebiyat, belağat ….) muciz olarak telif olmuş “okunan vahy” dir. O da Kurandır. İkincisi ise: Nizamı muciz olmayan, telif edilmemiş, gayri matluv olup rivayet olunan vahiydir. Ancak o da lafız itibariyle okunabilir. İşte bu ikincisi Rasülullah sav den varid olan haberdir. Bu çeşide misal, ehli merkebin etinin haramlığını bildiren hadislerdir. Yine bir kadının teyzesi ve halasıyla aynı nikah altında olmasının haramlığı da bu nevidendir. Yine bundan başka kuranda nas bulunmayan hükümler de bu türdendir. Bu, Kuranda aslı bulunmayan şeyler hakkında sünnetin müstakil bir hüküm oluşunun en kuvvetli delilidir.
4- Bunlar bu husustaki delillerden olduğu gibi, Rasülullaha sav itaatin vacip olduğunu ve ona muhalefetten sakınmanın gerekliliğini bildiren ayetler de vardır. Allahü Teala buyuruyor ki: “Öyleyse Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin ve Allah'a karşı gelmekten sakının. Şayet yüz çevirirseniz bilmiş olun ki elçimize düşen sadece apaçık tebliğdir.” (Maide 92) başka kuran ayetleri de bunlardandır.
5- Yine sadece kuranla yetinip (yetinilemeyeceğini), sünnetin terkininin sakıncalı olduğunu bildiren hadisleri de bu görüşte olanlar delil getirmişlerdir. Ebi Rafinin hadisi gibi. O, Rasülullahın şöyle dediğini bildirmiştir: “Sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış olarak, kendisine emrettiğim veya nehyettiğim bir haber geldiğinde “bunu bilmiyorum”. Biz Kur’an’da tabi oluruz” derken bulmayayım.“ Bu hadisi ebu Davut ve Hakim tahric etmiştir.
6- Mikdam ibni meadikerbi nin hadisinde olduğu gibi: “Rasülullah sav, Hayber günü bazı şeyleri haram kılmış (yasaklamış) tır. Ehli merkep ve diğerleri bu yasaklardandır. Sonra Rasülullah şöyle dedi. “adamın birisi koltuğuna oturup benim hadislerimi söylemesi yakındır. (O adam derki benimle sizin aranızda Allahın kitabı vardır. (bana kitap yeter) onda helal bulduğumuzu helal, haram bulduğumuzu haram kabulederiz.) Bilin ki Rasülullahın haram kıldığı Allahın haram kıldığı gibidir. Beyhaki dedi: Bu Rasülullahın haberidir ki, (o haberde) kendisinden sonra bidatçıların onun hadisini reddettiklerini bildirir. Onun bu haberi sonradan doğru çıkmıştır.
7- (Sünnet hakkındaki) ikincibakış açısı : Kuranda olmayan bir şeyi sünnet getirmez görüşüdür. Sünnet kapalı ve müşkil olanı açıklar. Şatibi bu görüşü şöyle tabir etmiştir: mana açısından sünnet kitaba rücu eder. O (sünnet) mücmelin tafsili müşkilinin beyanı, muhtasarının genişçe izahıdır. Allahü teala buyurdu ki: “(O peygamberleri) apaçık belgeler ve kitaplarla gönderdik. İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur'an'ı indirdik.” (Nahl 44)
8- Geçen ayette bu görüşe delil getirmiş demişler ki: Allah kuranı her şey için açıklayıcı kılmıştır. Bundan dolayı Sünnetin özet olarak kuranda hasıl olması gerekir. Başkaları delil olarak getirmişler bu bakış açısına hadisler ile. Bu hadiste Peygamberimiz sav şöyle buyurmuştur: “ Kimse bana çamur atmasın, beni suçlamasın. Allahü Teala kitabında neyi helal kılmışsa onu helal, neyi haram kılmışsa onu haram kılıyorum.”
9- İmamı şafi ra bu meselede sözleri (görüşlerin hepsini) arzetmiş, hiçbirini tercih etmemiştir. Ancak şu sözünü eklemiştir:bunlardan hangisi olacak? Allah Peygamberine itaatin farz olduğunu beyan etmiştir. Yarattıklarından hiç birini özürlü kılmamıştır, bir emre muhalefetten dolayı. O emir ki Allah Rasülünün emrinden olduğu biline. (Allah rasülünün emri olduğu bilinen bir hususa muhalefet edenlerin özrünü Allah kabul etmez.)
10- Önce ikinci görüşün sahipleri (sünnet) o hükümleri (ihtiva eder ki), bunlar Kitapta gelmemiş (hükümler) hastır. denilmiştir. (sünneti kitapta olmayan hükümlere hs kılmışlardır.) demişlerdir ki sünnet kuranın istediğini izah eder. Bunun dışında bir şey getirirse bunun maksadı aslında gizli olan ayrıntıyı ona eklemek, ortaya koymaktır. Onu cezbeden iki şeyden birnin o asıl olana eklenmesidir.
11- Birinci görüş: sünnette varid olan bir kadının hala veya teyze ile aynı nikah altında haram oluşu aslında kuran nassında olan iki kız kardeşin tek nikah altında olamayacağı hükmüne kıyasdır. Bunun için, maslahatın beyanına terettüp eden hükme, hadis açıklama getirmiştir. Çünkü peygemberimiz ikisinin aynı nikahta olmasını yasakladıktan sonra demiştir ki: “Eğer siz böyle yaparsanız akrabalık durumunuzu kesmiş olursunuz.
12- İkincisinden olan şudr ki: Allah temizi helal pis olanı da haram kılmıştır. Onu iki asıldan birine katmak açık olmuştur. Kimisi de ehli merkep ve yırtıcı dişli hayvanlarve dişli kuşlar gibi şüphelidir. Sünnet nass olup, Helal yada haram olan iki yönden birini tercih ettirerek, bu şeylerin şüphesini kaldırmıştır. (Mesela) ehli eşeklerin, yırtıcı dişli hayvanların her birini, pençeli kuşların her biriniyenmesini nehyederek; keler, tavşan ve benzeri hayvanlarında yenmesini helal kılarak, (helal yada haramdan birini tercih ederek) şüpheleri ortadan kaldırıyor.
13- Hakikat şu ki, sünnette gelen her şeyi Kurana döndürmek (her şeey kuranda vardır görüşü) bir çeşit zorlamadır. Sünnet Kuranda olmayan bir şeyi getirmemiştir diyen kimselerin delil olarak getirdikleri her şeyde onlar için bir delil yoktur. Gerçekten de sünnet Kuranı açıklar. Bazılarının görüşlerine göre sünnet te Allah tarafından gönderilen bir vahiydir. (vahyi ğarri matlüv) muhakkak ki Allah Rasülüne itaati bize gerekli kılmıştır. Allahın ve rasülünün sözüne muhalefet edelim demek bize yoktur. (diyemeyiz.)




2. ÜNİTE 3. METİN

HADİSİN KURANA ARZ EDİLMESİ
1. İlk ölçünün anlatımıyla başlayacağız. Rasülullahtan kendilerine naklolan hadiste ona başvurdular. Ki o Allahın kelamı olan “kuran”dır. Onun ve önünden ne de ardından batıl gelmez. Müminler onu bütünüyle muhafaza etmiş ve bize tevatüren nakletmişlerdir. Bunda ittifak vardır. Onun hükümlerini ve şeriatını kabul hususunda ihtilaf etmemişlerdir. İhtilafa düştükleri hususlarda onu asıl kaynak kabul edip müracaat ettikleri gibi.
2. Söz konusu problemleri inceledikten sonra, Kuranı Kerimin onlar nazarında ilk ölçü olduğu ortaya çıkmıştır. Ona muhalefet den hadisleri kabul etmemişledir. Bilakis ravilerin vehm ve hatalı olduklarına hükmetmişlerdir. Hadisleri almayı ve gereğince amel etmeyi terk etmişlerdir. Kuranın nassına muarız (aykırı) oldukları için. Kuran nassına muarız (zıt) hadisleri sahibine reddetmenin kifayeti hususunda meseleyi ortaya çıkarmaya bu yeter. Bu red, peygamberin hükmünü reddetme değildir. Onların nazarında rivayet peygamberin sözü değildir. Ve de kurana muhaliftir. Kuran ve sahih sünnetin ikisi de gerçekte Allah katındandır. Bu ikisinin birbirine muhalif yada zıt olması mümkün değildir. Belki nakleden ya hata etmiş veya unutmuş yada işittiğinin hepsini nakletmemiş yada pepgamberin sözüyle kasdettiğinin dışında bir şey anlamıştır. Bu ölçünün güzellikleri örnekler ve bu husustaki sahabe sözleri arzedildikten sonra ortaya çıkacaktır.
3. Müslim sahihinde ebi ishaktan rivayetle, esved ibni yezidle büyük camide oturuyordum. Yanımızda şe’bi vardı. Şe’bi Fatıma binti gaysın hadisini anlattı: rasülellah ona ne mesken ne de nafaka vermedi dedi. Bunun üzerine Esved bir avuç taş alıp şe’biye atıp diyor ki: yazıklar olsun sana böyle şeyleri anlatıyorsun. Ömer ra diyoki: Biz Allah ın kitabını ve peygamberinin sünnetini terk etmeyiz bir kadının sözü için. Bilmiyoruz mesken ve nafakayı belki hatırlıyor yada unuttu. Allah Teala buyuruyor ki: “… Apaçık bir hayasızlık yapmaları dışında onları (bekleme süresince) evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar. ….” (talak 1)
4. İbni Hacer diyor ki, ömer demek istemiştir ki: peygamberin sünneti ile hükmü bildirilen şey Allah ın kitabına ittibadır. Yoksa o hususi sünneti murad etmemiştir. Fatıma binti gaysın rivayeti burada Kurana muarızdır. Geçen ayette olduğu gibi. Ve yine Allah buyuruyor: “Onları (iddetleri süresince) gücünüz nispetinde, oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun.” (Talak 6) bu ayet boşanmış kadın için mesken olduğunu ispat emiştir. Hz Ömer Fatımanın rivayetini kuran nassına muarız olarak görmüş ve onu almamıştır. Burada bir görüşü diğerine tercih etmek bizi ilgilendirmiyor. Bizi ilgilendiren, kamil bir ölçü ve kaide olarak itibar edilen, Ömer’in sözünü isbattır. O ölçü ve kaide ki ona dayanıp güvenmemiz mümkündür. Bu, sahabenin kullandığına, en açık en net delillerimizdendir. O ölçü ki sahabe ona itina etmiştir.
5. İbni Ömerden (…. …) Hz. Ömer dedi, ey süheyb üzerime ağlayacak mısın? Peygamber sav buyurdu ki: “Ölü, dirinin -yâhud kabîlenin- kendisine ağlaması sebebiyle azâb olunur." İbni Abbas dedi, Hz Ömer öldüğünde bunu Hz Aişeye zikrettim. Aişe dedi, Allah ömere rahmet etsin. Hayır , vallahi birisinin ağlamsından dolayı mümine azap edileceğini hz Peygamber söylememiş, ancak ailesinin ağlamasıyla kafirin azabı artar. (İbni Abbas) dedi. Aişe dedi ki bu kuran (ayeti) size yeter: “kimse başkasının günahın üstlenmez” (enam 164) İbni ebi müleykete dedi ki, İbni Ömerin buna hiçbir şey söylemedi. Başka bir rivayette Hz aişe ded ki, Allah ebi abdirrahmana mağfiret etsin. O yalan söylememişitir. Ancak unuttu ya da hata etti. Bir kere Hz Peygamber ölmüş bir Yahudi kadının üzerine ağlanan yere uğradı ve dedi ki: “onlar ona ağlıyorlar o ise kabrinde azap görüyor.”
6. İbni Ömerin bu hadisinde kuranın zahirine ve nebevi sünnete muhalefet vardır. Hz Peygamberin ölmüş cemaata ağladığını ve ağlayanları da takrir ettiğini isbat eden bir çok hadis vardır. Hz Peygamberin, birinin azabına sebep olacak bir işi yapması ve ya takrir etmesi mümkün değildir.
7. Burada Hz Aişenin “size kuran yeter” sözü, onun kuranla yetinip hadisi bıraktığı manasında değildir. Ancak hadisi bu sözlerle rivayet eden ravinin hatasına kuranın delil olarak yeteceğini murad etmiştir. Bu, nakladen, hadisi peygamber sav in dediği gibi tam olarak getirmemiş, bilakis bir kısmını rivayet etmiştir. Bu yapılan yarım rivayetlede Allahın kitabına muarız olunmuştur. Müminlerin annesi peygamber sav söylediği metni bütün olarak getirerek, kamil nassı beyan ediyor. Böyle hadisi noksan bir nass şekilde rivayet etmek Allah ın kitabına muhalefettir. Allah ın kitabına muhalif olan şeyleri Müminlerin terk etmeleri daha evladır. Biliyorlar ki, Kur’an’a muhalif olan söz, Allah Rasülünün sözü değildir. Hz Aişenin bu hatalı hadisin kurana muarız olduğunu delil getirmesi, Sahabenin kendilerine varid olan ve inkar ettikleri hadislerde bu ölçüyü kullanmasına başka bir delildir.





2. ÜNİTE 4. METİN

İSLAMDA SÜNNETİN YERİ

1. Sünnet, kuranın uygulamalı tefsiri, islamın da gerçek tatbikatı ve örneğidir. Hz peygamber de tefsiri kuran ve canlı bir islamdı. Hz Aişe, fıkhı, basireti ve Hz peygambele yaşantısıyla, sünnetten bu manayı idrak etmiş, beliğ ve parlak bir ifadeyle bunu tabir etmiştir. Ona Rasülullahın ahlakı sorulduğunda, “onun ahlakı kurandır” demiştir. Kim islamın rukünlerini, özelliklerini, ameli metodlarını bilmeyi murad ederse, onu, kavli, ameli, ameli ve takriri nebevi sünnetten ayrıntılı ve canlı bir şekilde öğrensin.
2. Kapsamlı bir Metod: O insan hayatının bütününü, uzunlamasına, genişlemesine ve derinliğine kapsayarak temeyyüz etmiş bir metoddur. Bizim uzunlıuktan kastımız, insan hayatında doğumdan ölüme kadar olan hayatını kapsayan, baş(langıç)lı zamansal uzunluktur. Hatta ceninlik merhalesinden, vefatından sonrasına kadar olan uzunluktur. Genişlikten kastımız: hayatın her alanını kapsayan yatay bir düzlemdir. Öyleki, çarşıda, yolda, mescide, işte, allahla irtibatta, nefisle irtibatta, aile ile olan irtibatta ve diğer Müslüman yada gayri Müslümanlarla olan irtibatlarda nebevi hidayet hayatın tamamında birlikte sürüp gider. Yine insan, hayvan ve cansızlarla olan ilişkilerde de nebevi hidayetin etkisi vardır. Derinlikten kastımız, insan hayatının dikey düzlemidir. O cismi aklı ve ruhu kapsayıp, batın ve zahiri birleştirip, niyet amel ve sözü geneller.
3. Dengeli (Ölçülü) bir Medod: O dengeli bir şekilde bunun (şümüllü) gibi temeyyüz etmiştir. O (İslam) ruhla cisim, akılla kalp, dünyayla ahiret, örnekle gerçek, nazariyle ameli, gaybla şehadet, mesuliyetle hürriyet, ferdiyetle toplumsallık, ittibayla özgünlük arasında dengeyi kurmuş, orta bir ümmet için orta bir metoddur. Bundan dolayı hz Peygamber ashabından bazısında ifrada ve terfide kayma olduğunu görse, onları orta duruma kuvvetle çevirir, onları kusurlu şeylerden ve ……. sakındırırdı.
4. Bunun için hz Peygamber üç sahabeye itiraz etmiştir, onları eleştirmişti. O üç kişi ki, Peygamber sav’e (evine bazı insanlar geldiler ve) onun ibadetlerini sordular. Sanki aralarında konuşup (Onunkiler anlatılınca kendi ibadetlerini azımsadılar.) İbadet arzu ve istekleri doymamıştı. ("Biz nerede, o nerede! Onun tüm günahları affetilmiştir," dediler.) Biri, "Ben bütün gece uyumayıp namaz kılacağım," dedi. Diğeri, "Ben devamlı oruç tutacağım," dedi. Öbürü de, "Ben kadınlardan uzak duracağım," dedi.
Allah Resûlü sav (geldi ve) onlara: ("Bu sözleri söyleyenler siz misiniz? Bana gelince,) ben Allahtan hepinizden daha fazla korkarım ve Ondan hepinizden daha çok çekinirim. Orucu hem tutarım, hem de tutmam. Namazı hem kılarım, hem uyuduğum da olur. Hanımlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, benden değildir!" buyurdu. Yine peygamberimiz sav İbni Amr’ı namazda, oruçta ve gıraattaki aşırılığını görünce ona şöyle diyerek onu itidale çevirip, ikaz etmiştir: “Vücudunun senin üzerinde hakkı vardır, (yani istirahat) gözünün senin üzerin de hakkı vardır (yani uyku), hanımının senin üzerinde hakkı vardır (yani onunla ilgi ve ünsiyet kurman), misafirinin senin üzerinde hakkı vardır (yani onların sohbetine katılıp, ona ikramda bulunman). Her hak sahibinin hakkını ver!”

5. Kolay bir Metod: Bu metodun özelliği, kolaylık, bağışlama ve yumuşaklık gibi şeylerden temeyyüz etmesidir. Bu, geçmiş ümmetlerin kitapları, Tevrat ve incilde geçen peygamberin özelliklerindendir. Kuranı Kerimde de Allah Teala buyuruyor ki: “... O, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve temiz şeyleri helal, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırır. (Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.)” (Araf 157)
6. Bu peygamberin sav sünnetinde insanları dinlerinde zorluğa düşürecek, dünyevi hayatlarında yoracak bir şey bulunmaz. Bilakis o kendinden “ben rahmet ve kolaylaştıranım” diye bahseder. Allah tealanın: “Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik.” (enbiya 107) ve peygamber sav in: “Allah beni ne kırıcı, ne de kırıcılığa sebep olacak geçimsiz biri olarak gönderdi. Fakat beni öğretici ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi.” Sözleri bu durumu açıklar.
7. Ebu Musa ve Muazı yemene gönderdiği zaman, onlara öz ve manalı bir vasiyette bulundu: ”kolaylaştırın zorlaştırmayın, sevdirin nefret ettirmeyin, ittifak edin ihtilafa düşmeyin” (Buhari ve Müslim) müttefekun aleyh. Ümmeti için bir Mualli olarak diyor ki: “Kolaylaştırın zorlaştırmayın, mücdeleyin nefret ettirmeyin.” Ve yine Risaleti hususunda: “Ben müsamahakar Hanif Dinini İslamı getirmek için gönderildin.” diyor.
8. öyleyse Nebevi Sünnet, Müslüman fert ve İslam toplumu hayatı için tafsilatlı bir metottur. O, işaret ettiğimiz gibi “kuranı tefsir etme” ve" “islamı mücessed (yaşnır)” olarak temsil ediyor. Hz peygamber, tek başına ve toplumda, hazarda ve seferde, uyanıkken ve uyurken, özel hayatında ve umumi hayatında, -Allahla, insanlarla, akraba olan ve olmayanlarla, dost ve düşmanlarıyla olan ilişkilerinde,- savaşta ve barışta, zorlukta ve genişlikte, sözüyle, ameliyle ve bütün siretiyle ,kuranı açıklayan ve islamı yaşantında gösteren biri idi.
9. Müslümanların bu tafsilatlı Nebevi metodu bilmeleri gerekir. Onun özellikleri, şumüllü, kamil, dengeli ve kolay olması ve köklü rabbani bilgiyi, yüksek insanlık değerlerini, asil ahlaki değerleri ortaya çıkarmasıdır. Yine bunu bilmeleri gerekir ki, sünneti, anlama ve yaşama noktasında, nasıl daha güzel anlayıp, nasıl amel edecekler. Bu ümmetin en hayırlı kuşağı (nesli) olan Sahabe ve iyilikle onlara uyanların (anlayıp amel ettiği) gibi.





2. ÜNÜİTE 5. METİN

HADİSLERDE PSİKOLOJİK TEZAHÜRLER

1. İnsan günlük hayatı içerisinde bazı durumlarda muhtelif psikolojik tezahürleri hisseder. Sevgi ve nefret,korku ve emniyet, sürur ve hüzün, kıskançlık ve haset ve bunun dışında duyguları hisseder. Psikologlar bu psikolojik konuların (sorunların) oluşunu, sebeplerini, insan yaşantısındaki, ruhi ve bedeni sağlıklarındaki etkilerini ayrıntılı bir şekilde araştırıp incelemişler. İnsanın birçok önemli psikolojik özellikleri Kuranı Kerimde (beyan edilmiş) gelmiştir. Müellif daha önce “kuran ve ilmün nefs” adlı kitabında bu konuyu ele almıştır. Aynı şekilde Nebevi Hadislerde sevgi, korku, öfke ,nefret, hüzün, haya, hased, kıskançlık, kibir, gibi bazı önemli ruhi sorunları ele almışlardır. Nebevi Hadislerde geçen bazı ehemmiyetli psikolojik durumları ele alıp inceleyeceğim.
2. SEVGİ : Sevgi, insan hayatında önemli psikolojik duygulardandır. Ailenin oluşması, fertlerin birbirine bağlılığı, dayanışma ve yardımlaşmada o (sevgi) asıl amildir. Yine o çocuğun kişiliğinin oluşumunda da önemli bir rol oynar. Anne ve Babanın çocuğu sevgi duygularıyla (yaklaşması) kuşatması, çocukta güven ve rahatlık duyguları meydana getirir. Böylece çocuğun kişiliği düzgün ve sağlıklı gelişir. Onu özelde aile fertlerine ve genelde de çevre(sindeki) toplum fertlerine, muhabbet, meveddet, ünsiyet bağlarıyla bağlar.
3. Çocuk, herhangi bir sebepten dolayı ana-baba sevgisinden mahrum olursa, güven ve rahatlık duygusunu kaybeder. Kişiliğinde sıkıntı ve tedirginlik meydana gelir. İleride sinir hastalığı ona isabet eder. Genel olarak sevgi, insanlar arasında toplumsal ilişkilerde barışın oluşmasında önemli bir etkendir. Sevgi, insanları aralarında ülfet kurup, yardımlaşma, kaynaşma ve işbirliğine sevkeder. Yine o, insanı ailesine, milletine ve vatanına bağlar. Ayrıca sevgi, kişiyi ailesini, milletini ve vatanını savunma uğruna canını ve malını feda etmeye sevkeder.
4. Allah sevgisi Müminin hayatında önemli rol oynar. Sözlerinde ve işlerinde ona tesir ederek, onun hayatını yönlendirir. Onun hayatında, kendini Allah a yaklaştıracak ve rızaya eriştiracak şeylerin dışında bir şey meydana gelmez. Aynı şekilde Peygamber sevgiside Müminin hayatında önemli rol oynar. Onu kendine güzel örner ittihaz eder. Bütün fiillerinde ona uyup, neyi emretmişse uyup, neyi nehyetmişse kaçınır.
5. Peygamber sav, bir çok hadislerinde bu sevgi nevilerini ele almıştır. Bunlar: Allah sevgisi, peygember sev, insan sev, hayvan sev, doğa sev, hanım sev, mal sev, ana-baba sevgisi. İleride nebevi hadislerde geçen bu sevgi çeşitlerini ele alacağım.
6. ALLAH SEVGİSİ: Allah sevgisi insandaki sevgi çeşitlerinin en yücesidir. Ruhi rahatlık ve gerçek saadet daha çok bununla olur. O öyle esaslı bir sevgidir ki müminin bütün fiilleri onun üzerine kurulur. O onun davranışlarına yön veren bir güçtür. Allah sevgisi insanı kapsayıp kuşatırsa, onun bütün filleri, tasarrufları, hareketi, hareketsizliği Allaha itaate boyun eğer. Onun bütün fiillerini Allahın rızasına ve sevgisine yönlendirir. Allaha isyandan uzaklaştırıp, Allah ın ikrah ettiği ve nehyettiği şeylerden sakındırır.
7. Kendisine iyilik yapanı insanın sevmesi adettendir. Bunun için çocuk, kendisini koruyan, yardım eden, iyilik yapan ve terbiye eden ana-babasını sever. İnsan Allah ın kendisine verdiği nimetlere baktığında onu hesaplayacak ve sayacak gücü yoktur. Onu yoktan yaratıp, onu, duyularla, akılla, öğrenme kudreti, mağrifet, ilim, meslek ve sanat tahsili ile nimetlendirmiştir. Onu dengeli ve düzgün bir halde var ederek, en güzel şekilde yaratmıştır. Yer yüzünde onu halifesi yapıp, yaratılmışları ona musahhar kılarak, diğer mahlukata karşı keremli kılmıştır. Yine dalaletten kurtarmak ve hakka ulaştırmak için, asırlar boyu ona nebi ve rasüller as göndermiştir. Bu peygamberler de, dünya ve ahrette onların güven ve saadetlerine kefil olacak hayatları için en sağlam yöntemleri onlara göstermişlerdir.
8. Allah ın insana verdiği nimetler sayılamayacak kadar çoktur. Bunun için insanın Allah ı sınırsız ve büyük bir sevgiyle sevmesi gerekir. Diğer bütün sevgilerden daha büyük olmalı Allah sevgisi. Allah tealaya olan sevgisi, nefsine, ana-baba, hanım, evlat, kabile, aşiret, vatan ve hayatında hangi sevgi varsa onlara olan sevgisinden daha büyük olmalıdır. Muhakkak ki Kuranı Kerim insanın Allah sevgisine işaret etmiştir ki, o sevgi, insanın hayatında olan diğer bütün sevgilerden daha büyük olmalıdır. Allah Teala buyuryor ki : De ki: "Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticâret ve beğendiğiniz meskenler size Allah'tan, peygamberinden ve onun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah fasık topluluğu doğru yola erdirmez." (tevbe 24)






2. ÜNİTE 6. METİN

İSLAMDA TEMİZLİĞE VERİLEN ÖNEM
1. İslamın sağlığı koruma konusunda özen gösterdiği hususlar arasındadır Temizliğin önemi. İslam ın temizliğe karşı tutumunun hiçbir dinde olmadığı bir gerçektir. Temizlik ibedettir yakınlıktır. Ayrıca farzlarda da bir farzdır. İslamda şeriat kitapları ilk olarak “taharet” adlı bölümle başlar. Yani temizlik. Bu Müslüman kadın ve erkeğin İslam fıkhından ilk öğrendikleri konulardır.
2. Bu taharet günlük ibadet “namaz”ın anahtarından başka bir şey değildir. Namazın da cennetin anahtarı olduğu gibi. Müslümanın namazı küçük hadesten abdestle, büyük hadasten gusülle temizlenmedikçe sahih olmaz. Abdest günde birkaç defa tekrarlanır. Onda, toprağa, tere, toza maruz kalan azalar yıkanır. Burun ve ağız bulunan yüz, iki el, iki ayak, baş ve iki kulak gibi. Allahu Teala buyuruyor: “Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi ve -başlarınıza mesh edip- her iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz iyice yıkanarak temizlenin…” (maide 6) Peygamber as : Allah temizlik olmadan namazı kabul etmez”
3. Yine namazın şartlarındandır: elbise, beden ve mekanın kir ve pislikten temizliği. Allah Teala : “elbiseni temiz tut” (müddesir 4) buyurmaktadır. Buna ilaveten kuran ve sünnet temizliği ve temizleri övmektedir. Nitekim Allah Teala : “ Allah temizlenenleri ve tevbe edenleri sever” (bakara 222) buyurmaktadır. Yine Allah cc Kuba Mescidi ehlini överek: “ … orada temizlenmeyi seven adamlar bulunur.” (tevbe 108) buyurmuştur.
4. Peygamber sav : “temizlik imanın yarısıdır.” Buyurmuş. Yani, yarısıdır. Bu hadis sahihtir. Bu nedenle Müslümanların seçkinleri ve halkın konuştuğu şu hikmetli söz yaygınlaştı. Diğerlerinden ona denk olan bilinmedi. O da: “temizlik imandandır.”
5. peygamber sav insanın temizliğine önem vermiş ve onları yıkanmaya çağırmış (teşvik etmiştir). Özellikle Cuma günü için: “her ihtilamlı için Cuma günü gusletmek vaciptir.” Buyurmuştur. Yani baliğ için. Yine Peygamberimiz: “yedi günün birinde başını ve bedenini yıkaması Allah ın Müslüman üzerindeki hakkıdır.” Buyurmuştur.
6. yine ağız ve dişlerin temizliğine de önem vermiştir. O Müslümanları misvak kullanmaya, şöyle diyerek teşvik etmiştir. “misvak ağız temizleyici ve rabbini hoşnut tutucudur.” Abdestte mazmaza ve istinşakta emrinin yanı sıra. Hatta Hanbeli Mezhebi bu ikisine abdestin farzlarından saymıştır.
7. Ev, alan ve avlu temizliğine de önem vermiş ve şöyle demiştir: “Allah güzeldir güzeli sever, temizdir temizi sever. Avlularınızı temiz tutun ve Yahudi lere benzemeyin.” Yol temizliğine de önem vermiştir. Her kim yollara dıçkı ve eziyet bırakırsa onlar laneti hak ederler. Kim Müslüman lara yollarında oraları pisleyerek eza ederse onların laneti eza edenin üzerine gerekir. Yine Peygamber sav buyurdu: “lanetli ve lanetlenmeye sebep olanlardan sakının. Onlar insanların geçtikleri yollara ve gölgeliklere def i hacet ederler.” Defi hacet idrar ve dıçkıya şamil olarak açıklandı.bu tahrimen mekruhtur. İmamı nevevinin dediği gibi. İmamı zehebi ye göre daha büyüktür.
8. Nitekim Peygamber sav suyun yenilenmemesi ve akmamsı sebebiyle pisliklerin yuvası olması sebebiyle durgun suda yıkanmayı yasaklamıştır. Çünkü o yenilenme ve akıntı olmadığından mikrop yuvasıdır. Sahihte sav : “durgun suda yıkanma çünkü o pistir.” Buyurmuştur. Aynı şekilde sav uykudan sonra eli su kabına daldırmayı da şöyle diyerek nehy etmiştir: “ Sizden biriniz uykusundan uyandığı zaman, elini üç defa yıkamadıkça su kabına sokmasın. Çünkü o, elinin nerede gecelediğini bilmez.”
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla
Alt 20 Ekim 2013, 12:48   Mesaj No:3
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:8
Cinsiyet:Erkek
Yaş:50
Mesaj: 3.071
Konular: 340
Beğenildi:1382
Beğendi:464
Takdirleri:10171
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Ankara ilitam arapça 2.sınıf unite tercümeleri

3. ÜNİTE

1. METİN

BİREYLERİN HAKLARI
1. Yasal sistemlerin bina edildiği esaslardan biri de kişi haklarına kefil olması ve bu haklardan faydalanmada aralarında eşitliği sağlamasıdır. Yasal hükümetler için anayasada özgürlük, eşitlik ve bunların uygulanmasını ve korunmasını gerçekleştirecek durumlar mevcuttur. Bütün haklar çeşitliliğine rağmen genelde ikiye ayrılır. İlki, kişisel özgürlük ikincisi ise siyasal ve medeni haklarda kişiler arası eşitlik.
2. KİŞİSEL ÖZGÜRLÜK: Kişisel özgürlükten kasıt, kişinin kendisiyle alakalı bütün işlerinde tasarrufta bulunma gücücüdür. Nefsine, ırzına, malına, evine veya şahsi haklarından herhangi birine yapılan saldırı (düşmanlık ) karşısında güvende olacak. Ve bu haklarını kullanırken başkalarına zararı olmayacak.
3. İslam ahkamında kişisel veya zati özgürlük, kişiyi herhangi bir zarara karşı koruyarak bu hakkı kabul eder. Bunun için İslam emir ve nehiylerle sınırlar çizmiş, bu sınırlara tecavüz edenler için de cezalar koymuştur. Bunların bazısı takdir edilmiş “hudud” (cezalar) , bazısı da Müslüman yöneticinin takdirine bırakılmış “ta’zir” cezasıdır. Allah ın sınırlarını aşmanın dışında bir suç olmadığı gibi onun şeriatı dışında da bir ceza yoktur. İslam ulaması rey ve kıyasla cezaların sabit olmayıp ancak nass’la sabit olacağı konusunda ittifak etmişlerdir. Kuranı kerimde Allah cc: “ Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (bakara 193) ve “O halde kim size saldırırsa, size saldırdığı gibi siz de ona saldırın, (fakat ileri gitmeyin).” (bakara 194) Düşmanlığın zalimlerin dışındakine nehyedilmesi, zalimlere yapılan düşmanlık ta onlarınki kadar olup fazla olmayacak. Cürümün Suçun da Allahın hududuna muhalefetle oluşacağı ve cezaların uygulanmasının rey ve kıyasla yasaklanması olmamalı. Çünkü burada kişisel özgürlüklerin teminatı ve düşmanlıktan kişiye güven verme söz konusudur. Allahın cc kitabı ve Rasülullah sav ın sünnetinde bulunan, Müslüman ve zımmilere eziyet ve zulüm hususundaki bütün nehy’ler, kişsel özgürlükleri ve insan güvenliğini başkalarının zulmünden korumaya yöneliktir.
4. İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ: İslam bu özgürlüğü de (önemli) kabul etmiştir. Herkes için tam bir kişisel özgürlük, inancını akıl ve sahih görüşler üzerine bina etmesiyle oluşur. Çünkü İslam tevhidin ve imanın esasını zorlama ve taklide değil araştırma ve düşünmeye dayandırmıştır. Allah cc : “Onlar göklerdeki ve yerdeki sınırsız hükümranlık ve nizama, Allah'ın yarattığı her şeye, hiç bakmadılar mı? …” (araf 185) yine “Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah'ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.” (bakara 164). Bir çok ayeti kerimelerde düşünme ve araştırma olmadan taklidi imana sahip kişilerin bu imanına değer verilmemiş, kınanmıştır. Şu ayette olduğu gibi: “Hayır! Onlar sadece, "Şüphesiz biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, ve biz onların izlerinden gitmekteyiz" dediler.” (zuhruf 22). Pek çok ayetlerde iman için zorlama yolu nefy edilmiştir. Şu ayette olduğu gib: “ Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır…” (bakara 256) yine şu ayette de olduğu gibi: “..Böyle iken sen mi mü'min olsunlar diye, insanları zorlayacaksın?” (yunus 99), “… sizin dininiz size benim dinim bana.” (kafirun 6)
5. islamda inancın temeli, akli bakış açısıyla, Allah ın yarattığı şeyleri araştırma, düşünme oluşturur. Taklit zorlama ve icbar değil. İnanç özgürlüğü için bundan daha garantilisi yoktur. Kuranı Kerimde gelen, davetçinin iyilikle nasihat ve uyarmadan başka bir gücü yoktur görüşü bunu te’yid ediyor. Allahü Teala Rasülüne: “Artık sen öğüt ver! Sen ancak bir öğüt vericisin. Sen, onlar üzerinde bir zorba değilsin.” (Ğaşiye 21,22) uyarıda bulunmaktadır.
6. Bu İslam da inanç özgürlüğünü teyit eder. İbadet hürriyeti hususunda da İslam, gayri Müslimlere ibadetlerini kilise ve ibadethanelerinde yapmada tam bir özgürlük sağlamaktadır. Onları dinlerinin hükümlerine uymada, muamele ve medeni haklardan faydalanmada özgür kılmıştır. Bunun temelipeygamberimizin şu sözüne dayanır: “bizim için olan haklar onlara da vardır. Bize düşen vazifeler, onlara da vaz ” Bütün (zımmilerle yapılan) sözleşmelerde, ibadeti ifa edebilme, inanma, mal ve can emniyetini sağlama gibi güvenceler onlara sağlanıyordu. Hz Ömerin Kudüs halkına verdiği emanda şunlar vardı: “Bu emanı canlarına, mallarına, kilise ve mabetlerine ve diğer halka vermiştir. Kiliseleri Müslümanlarca kullanılmayacak ve yıkılmayacak, haçlarına dokunulmayacak. Din değiştirmeleri için baskı yapılmayacak, hiçbirine zarar verilmeyecek….”
7. İSLAMDA FİKİR HÜRRİYETİ: İslam bu hak hususunds fikrin dini mi yoksa din dışı bir konuda mı ona bakar bakar. Eğer fikir din dışı bir mevzuda ise her fert fikrini düşüncesine göre ortaya koyar. Kolayına geldiği gibi açıkça ifade eder. İslamın başında ve sonrasında bazı hadiseler buna işaret etmektedir. Bazı savaşlarda Peygamber as belli bir yerde müslümanlara konaklamalarını işaret etti. Sahabeden biri ona, burada konaklamayı sana Allah mı bildirdi yoksa kendi reyin ve düşmana bir tuzak mı diye sorunca, peygamber sav “kendi reyim ve düşmana tuzak” diye cevap verdi. Sahabe dedi ki: burada konaklanılnaz. …. Müslümanlara başka bir menzili işaretetti. Yine Hz ebu Bekr ile Hz Ömer in esirler hussunda peygamberi sav in görüşünü bildikleri halde itrazları. (Dünya işlerinde fikir hürriyetinin en güzel örnekleridir.)
8. Dini işlerde her bir (ilim ehli) kişi ictihad edebilir. Nsss konusu hariç kendidi reyini ortaya koyar.sünnette her bir müctehide me’cur denileler isabet etmese bir sevap, isabet ederse iki ecir verileceği belirtilmiştir. Pek çok nasslarda taklid zemmedilmiştir. Bir çok müctehid; taklid (edilmek) için ictihad etmediklerini,görüşlerinin kendilerini bağlayacağı, hatalarının da onlara ait olduğunu, aktarmışlardır. İslamın temelinde ve nasslarında bu manada fikir hürriyetine karşı bir şey yoktur. Bilakis özgürlüğü kabul ve ona destek vardır.




3. ÜNİTE 2. METİN

ÖRF TEORİSİ
Beşinci bab, örf nazariyesi. İlk fasıla, genel bakış ve tanım.
1. Her işi tercih etmek işin bir sebebin olması gerekir. Bu sebep ya bir şeyden veya bir işten menfatin ortaya çıkması gibi harici, ya da kişiyi intikam almaya yönlendiren intikam sevgisi, suskunluk sebebi aşırı utanma gibi dahilidir. İnsan bir sebepten dolayı bir fiili yapar, o işi tekrar yapmaya ynelir. Bu tekrar onda adet haline gelir. Başkası da o işi taklit etmeye başlayıp severek onu savunur, o taklitte insanların çoğu arasında tekrarlanıp yayılırsa o vakit örf oluşur. O örf de, hakikatte toplumun adeti haline gelir.
2. Bu durum fiillerde olduğu gibi sözlerde de meydana gelir. İnsan birlikte yaşadığı insanlarla anlaşmaya muhtaçtır. İşaretlerle anlaşmak zordur. Bundan dolayı beşer, sözlerle ifade etme yoluna sığınmıştır. O sözleri de ses ile ifade etmeyi adet edinir, böylece aralarında genel bir lügat oluşur.
3. Ülkeler veya insanlardan özel sınıflar arasında meydan gelen adetler, bir tek sebepten yada tekbir yoldan meydana gelmez. Ancak adetlerin büyük çoğunluğu ihtiyaçlar sebebiyle oluşur. İnsanlar özel durumlarla karşılaşınca özel amellere yönelirler. Bu ameller tekrarlana tekrarlana yaygınlaşıp, yaygınlaşıp benimsenen bir örf oluyor. Menkul malların çeşitli şekillerde vakfedilmesi, cenaze araçları ve kitaplar gibi. Adetler ve örfler güç sahibi sultanın emri, gayreti ve yönlendirmesiyle oluşur. Peygamber sav in doğumunu hatırlayıp kutlamak gibi. Bu kutlamayı Fatimi ve Şii Sultanlar (inşaa etmiş) başlatmış, sonra da diğer İslam ülkelerine yayılmıştır.
4. Adetlerin ve örflerin insanlar üzerinde bir gücü ve akılda da bir kontrolü vardır. Ne zaman ki bir adet kökleşirse o, hayatın zaruratlarınden sayılır. Çünkü psikolokların da dediği gibi, özellikle ihtiyaç hasıl olduğunda çokça tekrarlanan bir işe insanın uzuvları ve damarları alışır. Bunu için “adet ikinci tabiattır” demişler. Fakihlerimiz de “İnsanları adetlerinden ayırmak çok zordur” demişlerdir. Bu yüzden Nebiler ve ıslahatçılar büyük sıkıntı ve zorluk çekiyorlar. İnsanları adetlerinin ve örflerinin mefsedetlerinden bir seferinde zorla, bir seferinde de tedrici olarak döndürüyorlar.
5. Bu manada Hz Aişe ra İslam Şeriatının siyasetini şöyle vasıflandırıyor: “Kurandan ilk inen sureler cennet ve cehennemi zikretmektedir. Ne zaman ki insanlar islama akın ettiler, o zaman haram ve helal olan hükümler nazil oldu. Şayet ilk inen hükümlerde -içki içmeyin ve zina yapmayın- olsaydı, ebediyen içkiyi de zinayı da bırakamayız diyeceklerdi.”
6. bundan anlaşılıyor ki, adetler ve örflerden kimi güzel kimi kötüdür. Cehalet ve dalalet üzere bina olan bazı adetleri adet edinir insanlar. Kendilerine miras olarak kalan bu adetlerle toplum şüpheye kapılıp sapar. Onda fayda (hayır) da yoktur. Romalılarda fakir borçlunun köleleştirilmesi, cahili Araplarda kız çocuklarını diri diri toprağa gömülmesi, Putperest Hintlilerde ölen adamla beraber diri hanımını defnedilmesi, eski Mısırlılarda ölen kişi ile değerli eşyalarının gömülmesi, bizim ülkemiz Suriye’deki bedevi adetinde evlenen kızın mihrini kız babasının alması ve diğer ülkelerden günümüze kadar gelen adetler. (Bu kötü adetlerden bazılarıdır.)
7. Lugatta adet kelimesi, avedi yada muavede kelimesinden alınmıştır. Fiilin yada infialin tekrarlanmasının adıdır. Taki yerine getirilmesi kolay bir huy olur. Onun için adet ikinci huydur demişler.
8. Usulu Fıkıh Alimleri Adet’i “akıllairtibatı olmadan tekrarlana şey” olarak tarif etmişlerdir. Eğer tekrarlanan şey akılla irtibatından dolayı meydana geliyorsa, o zaman adet kabilinden değil akli zorunluluk kabilinden olur. Bu tesir eden bir şeyi tesiriyle olan eserin tekrarı gibi olur. Çünkü o, tabii etken ve meyilden meydana gelmeyip, illet ile malül arasındaki bağ ve irtibattan dolayı meydene gelir. (bundan dolayı da adet olmaz)


3.ÜNİTE 3.METİN

NİKÂHTA DENKLİK


1. DENKLİĞİN ZAMANI: Akdin inşasında denkliğe itibar edilir. O, aktin devamı için değil, akit kurulurken şarttır. Bir adam evlenirken bayanla denk olsa, sonra bu denklik adamdan yok olsa, zenginken fakirleşmesi gibi, Salihken saparak fasıklaşması, değerli bir meslek sahibiyken bu değerli mesleği yitirip daha aşağı bir mesleğe sahip olsa, evlilik devam eder. Denkliğin zevaliyle evlilik fesholmaz.
2. Biz onu evliliğin devamı için şart koşsaydık, bu durumda aile yıkılır, evlilik bağından bir bağ kalmazdı. Çünkü hayatın düzeni değiştiği gibi durumlarda değişiyor. Bu durumda denkliği giden bir eş ile kaldığı için kadına bir utanma bitişmez. Bilakis, bu durumda kadın, Allahın kazasına rıza ve sabrından dolayı övgüye ve teşekküre layık olur. İnsanların örfünde (bu durumda) evliliğin devam etmesi vefa sayılır. Buna rıza göstemmemk ve nefret etmek vefa sayılmaz. Aile hukuk kanunu bu durumu 46 maddede şöyle açıklamış: “nikah akdinin başında denkliğe itibar edilir. Akitten sonra denkliğin yokolması akde tesir etmez.”
3. DENKLİK HAKKI KİME AİTTİR? İmam Cafere göre, denklik hakkı sadece kadına aittir. Şayet kadın denklik hakkını düşürürse, küfür hariç, kadının velisine evliliğe itiraz hakkı yoktur.
4. Ulemanın çoğunluğuna göre bu hak hem kadına hem de velisine aittir. Seniyen bu hususta her biri ayrı ayrı hak sahibi olup, ancan kendisi hakkından vazgeçerse hakkı düşer. O zaman da diğerinin hakkı bakidir. Bu hak istisnasız veli için her surette sabittir. Kadın içinse bir durumda sabittir. O da kadın ehliyet sahibi olmayıp, seçiminde kötülüğü ile bilinmeyen velisi yada usul ve furuğundan biri, onu dengi olmayan biriyle evlendirirse, Ebu Hanife’ye göre bu akdin sahih olması gerekir. Bu hususta aşağıdaki ayrıntılar vardır: A) Akil ve baliğ bir kadın, velisinin izni olmadan, denk olmayan biriyle kendini evlendirirse, bu akit velinin iznine bağlıdır. Ebu hanifeye göre iki rivayetten birine göre. Fetva, bu akdin fasid olduğu rivayet yönündedir. B) Veli, akil baliğ olan bir kadını rızası dışında denklik olmadan evlendirirse, bu akit kadının rızasına bağlıdır. Denklik hakkı sabit olduğundan, bu haktan kendisi vaçgeçmedikçe bu hakkı düşmez. C) Kadın, durumu bilinmeyen biriyle evlenirse ve akit esnasında da denklikte şart koşmamışsa, sonra kocanın denk olmadığı ortaya çıkarsa, kadının bu hakkı, kusurundan ve akit esnasında denkliği şart koşmamasından, düşer. Bu durmda velinin hakkı sabittir ve evlilik onun iznine muvafakatına bağlıdır. D) Veli kadını rızası ile, durumu bilinmeyen biri ile evlendirirse ve her ikisi de denklikte şart koşmazlar sonra da kocanın denk olmadığı ortaya çıkarsa, akitte şart koşmamalarından ve araştırmayıp kusurlu oldukları için hen kadının hem de velinin hakları düşer. Ancak kadın veya veliden birisi şart koşarsa, şart koşanın hakkı sabit olup, şart koşmayanın hakkı düşer. H) Akit esnasında adam denklik hususnda kandırıp denkliğini isbat iddiasında bulunur sonra da denk olmadığı ortaya çıkarsa, hem velinin hem kadının hakları sabittir. Veli yada kadının rızasıyla evlilik gerçekleşip başlar. V) Adam nesebi hususunda aldatır kendini kendi nesebinden daha yüksek bir nesebe nisbet eder sonrada onun yalanı ortaya çıkarsa, denklik olmadığından kadının ve velinin akitteki hakları sabittir. Kadın adama razı olursa velinin buna itiraz hakkı vardır. Bunun aksi de geçerlidir. Her ikisi de razı olurlarsa ikisinin de hakları düşer. Kadın bazen kendinden daha faziletli birine razı olurken bazen kendine denk birine razı olmaz. Burada evlilik akdinin sıhhat şartı olan kadının rızasına noksanlık girer.
5. Eğer aldatma kadın tarafından olursa, kendini ailesinden başka bir aileye nisbet eder sonra da kendi ailesinin daha düşük bir aile olduğu ortaya çıkarsa, koca için muhtariyet yoktur. Çünkü kendinden daha düşük bir kadınla evlilik, erkeğe eksiklik getirmez. Faraza erkeğe eksiklik getirecek bir durum olursa, erkek talak hakkı ile bundan kurtulur.
6. Sonra denklik hakkı âsıb (yakın akraba olan) veli için vardır. Yakın akraba olmayan veliye yoktur. anne ve hakime de yoktur. Eğer veli tekse (nikahta denklik üzerinde söz sahibi olmadaki) hak onundur, birden çoksa, en yakın akraba olan velinindir.
7. Eğer yakın veli, denk olmamaya rıza gösterirse, uzak olanın itiraz hakkı yoktur. Eğer yakın veli razı olmamışsa, ondan sonrakilerin rızasının tesiri olmaz.
8. Eğer birçok veli varsa, özkardeşler veya öz amcalar gibi, hak her biri için sabit olur. Hepsi de rıza gösterirlerse akit geçerlidir. Eğer akit öncasinde veya akit sırasında bazısı rıza gösterir bazısı rıza göstermez ise:
9. Ebu Hanife ve Muhammed bazısının rıza göstermesiyle bazılarının rıza hakkının düşeceği görüşüne varmışlardır. Çünkü velayet bölünmez. Onu sebebi akrabalıktır. O akrabalık ta bölünmez. Onlardan her biri için bu hak tam olarak sabit olur. Buna göre birinin rızası hepsinin rızası gibidir. Eman velayetinde olduğu gibi. Çünkü eman velayetinde bir Müslümanın verdiği eman bütün Müslümanları bağlar. Bu emanı veren kadın bile olsa.
10. Ebu Yusuf ve Züfer ise bazısının rızasının diğerlerinin hakkını düşürmeyeceği görüşündedirler. Çünkü bu hak müşterek bir haktır. Bazısının rızası hepsinin hakkını düşürmez. Çünkü bu bir topluluk arasında ortak bir borç gibidir. Bazısı alacağından vaz geçerse, diğerlerinin hakkı bakidir.
11. Tercih edilen görüş ilk görüştür. Çünkü bazısının rızasıyla evlenme gerçekleşmiş kadın için denklikten daha üstün maslahatlar zuhur etmiştir. O araştırıp karşılaştırarak razı olmuştur. Kadın razı olup, bazı veliler rıza gösterip desteklediği sürece kadına evliliği hususunda itham yoktur. akdin kalıcılığı için kadının rızası tercih edilir. Müşterek borca yapılan kıyas doğru değildir. Çünkü borç, denkliğin hilafına, mali bir haktır. Rıza, temlik bir şey değildir ki o ıskata uğrasın. Tercih edilen görüş üzere aile hukuku kanunu 49. maddede şöyle düzenlenmiş: “derece bakımından eşit olan velilerden biri rıza gösterirse diğerlerinin itiraz hakkı yoktur. Uzak olan velinin rızasının, gaib olan yakın velinin itirazını düşürmesi bunun gibidir.


3.ÜNİTE 4. METİN

İSTİSHAB
1. Luagatta istishab: maslahatı talep etmektir. Usulcülere göre ise: bir şey hakkında var olan olumlu yada olumsuz hükmün devam etmesidir. Hilafına bir delil olmadıkça. Geçmiş hükmün değiştiğine dair bir hükmün var olmayışı üzerine bine edilmiştir. Bunun için müctehidlerin en son sığındığı bir delildir.
2. O geçmiş hüküm açısından iki nevidir: ilki; Hilafına delil olmadıkça, Beraatı Asliye yada ibaha ile (kişinin suçsuz yada bir şeyin helal olduğuna dair) hükmün devamını aklın kabül etmesidir. Bütün yiyecek ve içeceklerde bir şeyin haram olduğuna dair şeriatta bir hüküm yoksa, o şey mübahtır. Çünkü Allahü Teala yeryüzündeki şeyleri insanlar faydalansın diye yaratmıştır. Şu ayette buyurduğu gibi: “O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratandır….” (bakara 29) Bunun için haram olduğuna dair bir delil olmadıkça, eşyada aslolan ibahadır.
3. Bütün akitler insanlar arasındaki mal ve menfaatlerin değişiminden dolayı cereyan eder. Şeriatta onun haramlığını bulamazsak, mubah olur. Şunun gibi, 6. vakit farz namazın var olmadığı sözü yada şaban ayında orucun farz olmadığı misali. İstishab, yokluğu bilinen bir şeyde hilafına bir delil yoksa, asli beraat üzere aklın hüküm vermesidir. Zeyd, Amr’ın kendine borcu olduğunu iddia edip, bu borcu isbat edemezse, Amr borçtan beridir. Çünkü Zeyd Amrda olan alacağının isbat etmedikçe burada asl olan beraattır. (Zeydin borçsuzluğudur). Bu söylenenlereen iki kaide çıktı: A) “Eşyada asl olan mubahlıktır” B) “Zimmette asl olan beraattır”.
4. (İstishabın) 2. çeşidi (ise): Şeri bir delille sabit olan bir hükmün değiştiğine dair bir delilin olmadığı istishabdır. Şarinin bazı sebeplere dayandırıp bina ettiği hükmü, o sebeplere bağladığı hükümler gibi. Ne zaman ki bu sebeplerin gerçekleşmesi ile ilim vaki olursa hüküm o sebeplere göre düzenlenir ve devam eder taki o hükmün yok olduğuna dair delil ortaya çıkana kadar.
5. Bir adam abdest alıp, sonra da bunda şüpheye düşerse, abdestinin olduğuna hükmetsin. Çünkü daha önce yakinnen abdesti (aldığını biliyor) sabittir. Namazdayken bir şey (abdestinin olmadğı) üzerine hayal kuran bir adamın durumu hatırlatıldığında, Peygamberimiz sav, “ (Yellenmedeki) kokuyu almadıkça yada (onun) sesini içitmedikçe (namazdan) ayrılmasın” dedi. Bu manada Ebu Said el Hudriden rivayetle Müslimde, Peygamber sav: “sizden birisi namazda, 3 mü yoksa 4. rekatta mı olduğu hususunda şüphelenirse, şüpheyi bıraksın. Kesin olarak bildiği üzere (namazına devam) etsin” buyurmuştur.
6. filan adamla filan kadının evlilik akitleri sabit olduğu zaman, aralarında evlilik gerçekleşmiş olur. Bu evliliği bilen biri, evliliğin bittiğine dair bir delile sahip olmadıkça, bu evliliğin varlığına şahitlik yapar. Yine mesela bir kişi filancaya babasından bu evin miras kaldığını biliyor. Yeni bir sebepten dolayı, o filanın mülkiyet hakkının zail olduğuna dair bir delil olmadıkça, evin, filanın mülkü olduğuna şahitlik eder. Bununla da iki kaide meydana gelmiştir: A) şüphe ile yakinen (kesin) bilinen yok olmaz. B) aksine bir delil olmadıkça, asıl olan önceden varlığı bilinen şeyin varlığının devam etmesidir.
7. bütün bunlardan, İstishabın yeni bir hüküm getirmediği ortaya çıkıyor. Bilakis, aklın hükmünün, helal olma yahut asli beraat olma ya da bir sebebin gerçekleşmesi üzerine şeriatın vermiş olduğu hükmün onunla devam ediyor olmasıdır. Bundan dolayı (usulcüler) demişledir ki: İstishab, önceden var olan şey için delildir. Yoksa olmayan için değil. Yine bundan dolayı İstishab, iddianın defi için delil olur, ispatı için değil.
8. Mesela kaybolmuş bir kişi için de istishaben onun yaşadığına hükmedilir. Çünkü kaybolduğu anda yaşıyor idi. Ancak bu hayat istishaben muteber olur. Bu durumda yokluğuna terettüp eden bazı durumları def eder. Bunlar da: eşinin terk etmesi ve malının miras olmasıdır. Yaşamına terettüp eden şeyleri isbat etmez. Bunlar da: vasiyet veya ırsi yolla başkasının malını alması. (yani kişiye yöneltilen ideaları def eder ama kişinin lehine olan ideaları ref etmez.)


3. ÜNİTE 5. METİN

HAKLAR VE HÜRRİYETLERİN KAYNAĞI


1. Hukuk insanın kendisi kadar eskidir. Hukukun koruyucuları ile hakları çiğneyenlerin karşılıklı mücadeleleri zaman içinde (tarih boyu) devam etmiştir. İnsanlık, insan haklarına 1945 yılında BM insan hakları beyannamesini ilan ettiğinde ulaşmıştır. Halbuki İslam, insan haklarına çağrıyı daha önce yapmış ve onu insan hayatının düsturu kılmıştır.
2. Bunun için (İslam) insan cinsi ve insan toplumu fertleri arasında eşitliği farz kılmıştır. Bir ayrıcalık olmaksızın onları kardeş kılmıştır. Medeni anlayışla vatan esasına göre vatandaşların birliğini sağlamıştır. Müslümanların birliğini de akide esasına göre gerçekleştirmiştir. Allah sübhane ve Teala: “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır”(hucurat 12.ayet) buyurmuştur.
3. Peygamber efendimiz “yaratılmışların hepsi Allahın ailesidir. Onlardan Allah a en sevimli olan ailesine faydalı olanıdır” derken, yüce Rabbimiz de: “Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah'a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin” (hucurat 10.ayet)buyurmuştur. Allah Rasülü: “ Müslüman Müslüman ın kardeşidir. Ona zulüm etmez, ondan desteğini çekmez” buyurmuştur.
4. İslam mutlak bir eşitliğe ittiba ederek, insanlar arasında hukukta bir cinsin diğer cinse, bir rengin diğer renge yada başka hususlarda fark gözetmeksizin eşitliğini gerçekleştirerek yüksek bir ruh ile İslam kendini süslemiş ve hoşgörülü bir adaletle insanları yönetmiştir. Allah Rasülü veda hutbesinde: “Ey insanlar ! dikkat ediniz, Rabbiniz birdir, Arabın Aceme üstünlüğü yoktur. siyahın da kırmızıya kırmızının da siyaha üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvadadır” buyurmuştur.
5. Bu insanlık ve adalet anlayışı, sosyal adaletin hakim olduğu tek bir ümmet olma (ruhunu) gerçekleştirmiştir. Allah cc ve Rasülü de (insanlığı) bu birliğe çağırmışlardır. Allah Teala: “Bu sizin ümmetiniz de böyle tek bir ümmettir. Ben de sizin rabbinizim. Öyleyse bana kulluk edin” buyurmuştur.(enbiya 92) Allah Rasülü de: “Kim size gelerek danışmanızı bozmak ve cemaatinizi parçalamak amacıyla bir kişi etrafında toplanmanızı isterse onu öldürünüz” buyurmuştur.
6. Dinlerinin ve cinslerinin farklı olmasına rağmen , fertler arası eşitliğin ve sosyal adaletin önderlik ettiği bir olan bu İslam toplumunda, değerli olan yaşam hürriyeti güvence altına alınmıştır. Çünkü İslam, (toplumsal yaşamı) kuranın emrettiği adaletle sağlam sütunlar üzerine ikame etmiştir. Allah Teala: “insanlar arasında hüküm verdiğinizde adaletle hükmedin” buyurmuştur. (nisa 58)

7. Yani bunun manası, insanlar kanun önünde eşittir. Başkalarının inançlarına saygılı olarak, dinlerine taaruz etmeden, toplumsal adaleti gerçekleştirmektir. O eşitlik. Çünkü İslam bütün semavi inançlara, gerçek, sadık ve güvenilir bir dost olmuştur. Toplumun bütün fertleri için, zulmü men edip insanlığı kötü yönde kullanmayı da haram kılarak, iş alanını genişletmiştir. Adil Halife hz Ömerin dönemindeki İslamın uygulama yılları buna en hayırlı delildir. İşte İslam, iyiliklerin emredildiği, kötülüklerin yasaklandığı, hayra çağıran adil bir siyasi nizam için böyle çalışıyor.
8.Hiçbir toplumda, islamın çağırdığı gibi, insan hakları savunulmamıştır. Çünkü İslam, “dinde zorlama yoktur” kuralıyla inanç hürriyetini güvenceye alırken, aldatma ve dayatmayla yapılan iş akitlerini batıl sayarak, insanların iş hürriyetini garanti altına almıştır.
9.Siyasi hürriyet alanında ise İslam, fikri, siyasi, dine ve toplumsal önderliği olan bir devlet dinidir.Bu önderliğin uygulanışı, İslami bir fikir öncülüğünde,Allahın emrine muhalif olmayan şeyler ve nehiylerini de görmezden gelmeden İslam toplumunu yönlendirmektir. Bu önderlik, özel metotlar, hedefler ve vesilelere sahiptir. Toplum fertleri bunu kabul edip bunu insanlar arasında yaymaya çalışırlar. Ta ki (insanlar) o kanun ve maddelere inanıp bağlanana kadar.

3.ÜNİTE 6. METİN

MASLAHAT – İCMA ÇATIŞMASI

1.Altıncı bahis. Maslahat ile İcmanın taarruzunda. Bu konuda (açıklama yaparken) korkarak yürüyorum. Çünkü bu konunun tehlikeli olduğunu hissediyorum. Bu tehlike iki delilin çatışması ve aralarında ayırım yönünden değildir. Bilakis, ulemanın icmaı masum olarak vasfetmeleridir. Çünkü icmaa saygıdan dolayı onu korumak için, (ona muhalefet edenleri) küfür, isyan ve fısk (ile niteleyerek) aşılmaz duvarlar ilga ettiler.
2.Bizler bunun karşısında, lafzi tevatürde olduğu gibi, manevi tevatürü de inkar etmiyor bilakis gerçekleştiği zaman bunu kabul ediyoruz. Biz nassın harfiliğine sarılanlardan değiliz. Biz burada, söyleyenden manevi tevatürü ispat etmesini istiyoruz. Buna bir yol bulamayacak. Çünkü icma hususunda hadislerden varid olan nassların sayıları bellidir ve sayılacak kadar yoldan dar bir çerçevede gelmiştir. Lâfzî tevatür tartısıyla tarttığımız zaman manevi tevatürü gerçekleştiremiyorlar.
3.Onun kanıtlarının delillerinden yüz çevirirsek, onun hüccet oluşunu teslim ediyoruz. Çeşitleri çoktur. Alimlerin, bir kısmını kati bir kısmını da zanni olarak çeşitlerine ayırdığı gibi. Eğer biz bu tartışmada hepsinin kati plduğunu kabul edersek, icmanın gerçekleşmesi bir şeydir, önemli bir yolla onun bize ulaşması farklı bir şeydir. Ama mücerred bir icma iddiasının bir değeri yoktur.
4.İcmanın cenedine baktığımızda ki onun senedi gerçekte onun delilidir. Onun ya nas ya kıyas veya maslahattan başka bir şey olmadığını görürüz. Eğer o nass ise sen onun ne olduğunu biliyorsun. Eğer o kıyassa kıyaslar da çeşitlidir. Bütün kıyasların maslahata hüküm olma açısından karşı olma gücü yoktur. o hüküm ki maslahat elde etmek için teşri olur.
5.Muhakkak ki taklit devirlerinde icma ideasından bulunanlar çok olmuştur. Fukaha arasında tartışmaların arttığı zaman mezhep taassubundan dolayı, içtihat kapısının kapanması bunlardan biridir.
6.İşte said ibni Müseyyib ve yedi fakihler topluluğu. İnsanların maslahatlarının ve mallarının korunması için fiyat belirlemenin caiz olduğu hususunda fetva vermişlerdir. Bunun nehyedildiği, sahabenin bunu terk ettiği ve bu işlemin terki konusunda icma olduğu halde. Bunda onlara bir dayanak yoktur. ancak maslahatla amel vardır. (Onların bu fetvası nerde) icma nerde?
7.Yine Kasım ibni Muhammedin sarhoşun hırsızlığıyla ilgili , bundan önce hırsızlığı bilinen biriyse eli kesilir değilse kesilmez, diye fetva vermiştir. İbni Ebi Şeybe bunu ondan rivayet etmiştir ki el kesme ile ilgili olan bu nas mutlaktır. Sahabeden ayrıntılı bir nakil yoktur bu hususta. Bilakis ayet ve hadislerin delillendirdiği şeyde icma etmişlerdir. O da bir hırsızla diğer hırsıza uygulanan hüküm arasında fark olmayışıdır. (Bu uygulamada) ameli bir icma ile icma vardır dedikleri gibi. Maslahatı inkar edenler bu büyük Fakihin görüşüne ne diyorlar?
8.İşte Ömer İbnü Abdülaziz. Bir Patriğe onu İslama ısındırmak için bin dinar vermiştir. İbni Said bunu tabakatında rivayet etmiştir. Yine başka bir yolla ondan rivayet edilmiştir ki, islama ısındırmak için çokça mal veriyordu ona. Ömer İbnü Abdülaziz bunu yaparken hz.Ebubekr zamanında dedesi Hz.Ömer’in gayri Müslimlere zekât verilmesini yasakladığını da biliyordu. Sahabe bu yasaklamayı inkâr etmemiş bilakis muvafakat ederek icma etmişlerdir. Ömer İbnü Abdülaziz, delil olmaksızın bu icmaya muhalefeti nasıl caiz görür?
9.Zühri bize haber verdi ki sahabeden ve onlardan sonra gelenlerden. Yakının yakını için şahitliği mutlaktı istisnasız. Ne zamanki durumlar değişti, nefisler üzerinde imanın (koruyucu) tesiri zayıfladı. O zaman töhmet arttı. Sahabeden sonra gelenler, maslahat için bu şahitliği yasakladılar. O maslahat ki hakları zayi olmaktan koruyor. Bunlarda icma nerede?
10.Bu da İmam Malik.Beytül Malin durumu değişince Haşimilere zekat vermenin caiz olduğuna fetva vermiştir.Haşimileri ziyan olmaktan korumak için. Bunun yasak olduğuna dair hadis olmasına rağmen. Sahabe de bunun yasak olduğunda ittifak etmiştir. Bunun caiz olduğuna dair bize bir haber de intikal etmemiştir. Ebu Hanife de aynı illetten dolayı aynı fetvayı vermiştir. Sonraki fukahamız bu rivayete zayıf dese de. “Nassa karşı hacete itibar edilmez” sözlerinden başka o rivayetin zayıf yönünü bilmiyorum.
11.Ebu Yusuf da hacılar (sürülerinin) için, Harem bölgesinin otlarının ihtiyaç ve maslahat sebebiyle yayılmalarını caiz görmüştür. Bunun yasak olduğuna dair rivayet olmasına ve daha önce de bunun yasak olduğu konusunda ittifak olmasına rağmen.
12.Ben sesimi icmaya muhalefet caiz değildir diyenlerin sesine ekliyorum. Ancak icma gerçekleşip bize sahih bir yolla nakli sabit olduğu zaman, bir hüküm üzerine, sonraki günlerde maslahatı değişmemeli. (Ki o zaman icmaya mulefeti caiz görmeyelim.) Ama sadece bir ideaya değer vermiyorum. İbni Hambel, oğlu Abdullah’tan rivayetle, “kim icmanın gerçekleştiği iddiasında bulunursa o yalancıdır” belki de insanlar ihtilaf etmişlerdir, demiştir. Bu icma iddiası Bişr el Merisi’ye aittir. Ancak o diyor ki: ben insanların ihtilaf ettiğini bilmiyorum veya bize (ihtilaf haberi) ulaşmadı.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla
Alt 20 Ekim 2013, 12:49   Mesaj No:4
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:8
Cinsiyet:Erkek
Yaş:50
Mesaj: 3.071
Konular: 340
Beğenildi:1382
Beğendi:464
Takdirleri:10171
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Ankara ilitam arapça 2.sınıf unite tercümeleri

2. sınıf / 4. Ünite 1. Metin
Muhammed es Sıddık


1. Kişi insanları sever ve insanların sevgisine de layık (ehil) olursa, o kişi için iki taraf açısından da doğruluğun (sıdgın) sebepleri tamamlanmış olur. O kişi için sıdkın şartları, kendisine verilen, insani geniş şefkat, sağlam zevk alma ve vefakarlık tabiatı miktarınca tamamlanmış olur.
2. (peygamberimiz) 12 yaşında küçük bir çocuk iken, amcası sefere çıkacağı gün, amcasına yapışmış amcasıda ona şefkatını göstererek mekkede bırakmayıp yolculuğunda onu yanına almıştı. (peygamberimiz) Çocukluğunda bakımını üstlenen, konuşması düzgün olmayan cariyenin sevgisini, ömrünün geri kalan kısmında da unutmamıştı. Nasıl ki bir baba kızının ve akrabasının evlenmesiyle meşgul olursa, peygamberimiz de o dadısının evlilik işinde onunla meşgul olmuştur. Bu hususta ashabına demiştir ki: “kim cennet ehli bir kadınla mutlu olmak isterse Ümmü Eymenle evlensin…” yine her gördüğünde ve her konuştuğunda “ey anacığım” “ey anacığım” diyerek onunla konuşmaya devam ediyordu. Onu bir savaş zamanı bozuk dili (lisanı) ile, nasıl dua edeceğini bilmeden, Allaha dua ederken gördü. Bu korkunç savaş halinde bile ona (dadısına) kulak vermeyi, ona acıyıp merhamet etmeyi unutmamıştır.
3. Asv 60 yaşına yaklaştığı ihtiyarlığında, annesinin kabrinde unutulmayacak derecede ağlamıştı. İnsani sevgi sicillerinde (kayıtlarında) (sav’in) süt annesi Halimeye olan şefkatinden ve ona saygısından daha değerli ve daha güzeli yoktur. 40 yaşını geçtiğinde (bile süt annesine) rastladığında (ona) “anneciğim” “anneciğim” diye (saygıyla) hitab eder, hırkasını oturması için serer, iki eliyle süt annesinin göğüslerine dokunur, kendisine o göğüslerin iyiliğinin olduğunu hatırlardı. Kıtlık yıllarında onu zengin yapacak miktarda deve ve davarlardan süt annesine verdi. Huneyn vakasında Hevazin Kabilesi mağlup olarak Sav’e geldiler. İçlerinde Sav’in süt amcası vardı. Bu süt amcası için (hatırına) Sav esir olan kadın ve çocuklarını geri vermeleri için Müslümanlara müracaat etti. Mal olmadan (bedava serbest bırakmayı) reddedenler (sahabeler)d en de bu esirleri satın almıştır.
4. Onun (Sav’in) şefkati, bütün canlıları kuşatacak kadar, her zaif için genişti. Ona çocukluğunda duyulan merhamet ve süt emmedeki akrabalık bağı hatırlatılmadığı halde. (o bu kadar şefkat ve merhametli idi.) Ne bir hizmetçi azarladı ne de bir kimseye vurmuştur. Enes Ra. Dedi ki: “10 yıl Sav’in hizmetini yaptım. Bana asla ‘öf’ bile demedi. Yine yaptığım bir (yanlış) iş için bunu neden yaptın, yapmadığım bir (görevim olan) iş için bunu neden yapmadın ? dememiştir.”
5. Kedinin su içmesi (ni kolaylaştırmak) için kabı (ona) yaklaştırırdı. Hizmetçisinin kardeşinin kuşu öldüğünde ona baş sağlığında bulunurdu. Ve Müslümanlara şu tavsiyede bulunurdu: “hayvanlara bindiğiniz zaman onların istirahat etme haklarını gözetin, üzerlerinde şeytanlardan olmayın”. Şu sözüyle bu vasiyetini tekrar etmiştir: “konuşamayan hayvanlar hususunda Allah’tan korkun. Onlara binmeniz ve onlardan yemeniz güzelce (merhametlice) olsun.”
6. Hayır ! onun şefkati hen canlı hem de cansız varlıkları kuşatıyordu. Onun bir tabağı vardı ona “ğarra” denilirdi. Süslü bir kılıcı vardı “zül fikar” diye isimlendirilirdi. Bir lambası vardı “eddac” diye isimlendirilirdi. Bir kilimi vardı “el kezze” diye isimlendirilirdi. Küçük bir kovası vardı “es sadir” diye isimlendirilirdi. Bir aynası vardı “el medille” diye isimlendirilirdi. Tırnak makası “el câmi” diye isimlendirilirdi. Değneği “memşûg” diye isimlendirilirdi. Bu eşyaların böyle isimlendirilmesindeki mana bilinen canlılara benzemelerindeki muhabbetten kaynaklanıyordu.
7. (Asv’in) Bu insani şefkati, Sav’i ihata eden, Onun da (o şefkatla) kuşattığı (çevresindeki) her şeyi içine alacak kadar genişledi. Bu yüce nefisteki doğruluğun sebepleri bu kadar değildi. Bilakis, bununla beraber (bu şefkatte) lezzet almaya benzeyen bir yücelik vardı. İşte bu (lezzet alma duygusu) Sav’in insanlarla ilişkilerinde ve insanların şuurlarına riayette en güzel bir örneklik oluyordu. (Şöyle ki) Asv sahabesinden biri ile karşılaşınca sahabe kalkınca o da onunla birlikte kalkar, o sahabe ayrılmadan peygamber as. sahabisinden ayrılmazdı. Sahabesinden biri onunla karşılaştığında ona elini uzatınca onun elini sıkar, sahabisi bırakmadan o sahabisinin elini çekmezdi. Örtüsü içindeki genç kızdan daha hayalı ve insanların eziyetlerine karşı insanlara en çok sabreden idi. İnsani şefkat, sağlam zevk ve güzel edepli olmakla beraber güzel bir kıyafet, bâliğ bir temizlik ve insanların kendisini en güzel bir surette görmesi hususnda bir hırsı (gayreti) vardı.
8. Bütün bunlarla beraber, düşmanları için bile güven verici idi o. Dost için nasıldır? Onan düşmanlık besleyenlerin emanetlerini ona vermeleri insanların ona güvenleri (hususunda delil olarak) sana yeter. O tehdit altında olduğu halde taraftarları arasında hicrete çıkmadı taki emanetleri sahiplerine iade etmedikçe.
9. Biz (yukarda) takdim edilen hususlarda bir insan ile (başka bir) insan arasındaki sadakat sevgisini kasdettik. Müminlerin peygamberine olan sevgisini kasdetmedik bu bölümde. Müslüman erkek ve kadınların kalplerinin bu (peygamber) sevgi ile dolması (şu noktaya) ulaşmıştır: Bir kadına savaş haberlerinden yakınının ölüm haberi kendisine ulaşıyor. O (bu haber üzerine) istirca edip, bu haberi önemsemeden peygamber as’ın selametini önemsediğinden onu soruyordu. Onun için kardeş ve amca çocuklarının selametinden daha öncedir peygamberin sav’in selameti. Ancak bizim kasdımız (genel anlamda sadakat) doğruluk sevgisidir. Çünkü O sevgi çoğu insanı peygamber sav’e iman etmeye götürdü. Böylece onlar onu seviyor ve ona imanda (tatmin olup kalpleri imanla huzur buluyordu) itmi’nan oluyorlardı.



**************************
2. sınıf 4. Ünite 2. Metin
Hz. Ömer Döneminde Yönetim
1. YÖNETİM: islamın ilk yıllarının tarihini ince bir anlayışla okumayı murad edersek, devlet yönetimi bilmemiz gerekir ki o (devlet yönetimi) bu asır onun üzerine bina olmuştur. Bilakis bu yönetim Hz. Ömer’in devrinin sonlarındaki yönetimi alırsak, onunla büyük işlerinde İslami devleti onunla büsbütün anlamaya güç yetiririz. Hz. Ömer dönemindeki yönetim öyle bir yönetimdi ki aslında hilafetle ilgili işler onun üzerine dayanıyordu. Bu yönetim bize islamın ilk yıllarındaki bir çok hadiseyi açıkladığı gibi Emevi Devleti Dönemindekileri de açıklamaktadır.
2. HİLAFET: Hilafet nizamını Hz Ebu Bekir vaz etmiştir, sahabeden (oluşan) bir şura ile. O Hilafet Nizamı nedir? O Halife Allah Rasülünün halifesidir. Bu mana hilafetin yönünü bize açıklıyor. Nebinin Halifesi, Onun sireti ile siretlenir, Onun saltanatıyla da güç sahibidir, peygamber gibi. Ey Allah. Ancak nebilik hariç. Çünkü nübüvvet peygamberlik sahibi olarak ona hastır. rasül genel maslahatları ikame ederdi ve yönlendirirdi. Aynı şekilde O din işlerine de bakar ve onları yönlendirirdi. Halife imametle yani din işleri ile imareti yani dünya işlerini bir arada yürütürdü.
3. Halife Allahın yeryüzündeki gücünü temsil eder. Ancak O Allahtan bir yetki ile tayin olmamıştır. Bilakis Rasül de Halifeyi tayin etmemiştir. O halde halifenin gücünü herhangi bir yönden alması lazımdır. İşte bu gücü (O) fiilen ümmetten alıyor. O halde Halife toplumun ve ümmetin temsilcisidir.
4. Toplumun Halife(nin meşruluğu için) muvafık olması gerekir. Onun üzerinde anlaşamazlarsa O toplumun halifesi olmaz. Muvafakat bey’atla olur. Bey’at halife(nin meşruluğu) için gereklidir. (Çünkü) halife gücünü beyattan alır. Bey’at hıl ve akl sahibi olanlarca akdedilir, Ümmetin basiret ve görüş hahibi olanlarından. Yine o ümmetin rey sahiblerince olanlarca akdedilir.
5. Toplum halife üzerinde muvafık olunca, gücünü halktan almış olur. Eğer halife hata yaparsa toplum ona hatasını açıklar. Toplum için halifeye gücünde ortaklık vardır. Ancak (halifeye yetkilerindeki) gücündeki bu müşareke (katlılm) dolaylı yöndendir ve hudutları halife tarafından belirlenmiştir. Halife ümmetin şahıslarından bir şura seçer. Böylece kendine bir istişare meclisi oluşturur. Şura Meclisini seçen toplum değildir. Sonra halife o meclisle istişare eder. Ancak son kelam halifenindir. O nasıl hüküm verecekse öylece hüküm verir. Ancak ümmet ve toplum onu bu kararından dolayı sorgular.toplumun bir kısmı Hz. Osman bin Affanı yaptığı işlerden dolayı sorgulamak istemişlerdir.
6. Öyleyse, halifeye gücün verilmesinde ve hata işlediğinde hatasının açıklamasında ve istişare meclisindeki (yanlış durumlarda) toplum müdahale eder. Bütün bunlar yönetimdeki demokratiklikten kaynaklanmakta, aynı şekilde ferdiyetçilikten (yeşermekte) kaynaklanmaktadır. Bu durumda halife son söz sahibidir. Onun verdiği hükme itaat edilir. Şüphesizi insanlar halifeyi dinlerler. O (halife) hükümlerini mimberin üzerinden (yayar) açıklar. Bazı kimseler de halifenin bu hükümleri hususunda görüşlerini açıklar. Böylece demokrasinin özellikleri ortaya çıkmış olur.
7. EL VİLEYET: İslam şehirlerini valilikle yönetme şeklini Hz Ömer vaz etmiştir (hulefai) Raşidin döneminde, son şekliyle. Ancak Hz Ebubekir bu yönetim şeklinin ilk ilkelerini ortaya koymuştur, fetih için ordular göndererek ve ordunun başına da komutanlar (ihdas ederek). Hz Ebubekir nazarında ordu komutanı fethettiği bölgeleri de idare eden kişidir. (bundan sonra) Hz Ömer Vilayet yönetim (biçimini) sağlam bir şekilde vaz etmiştir. Onun döneminde vali veya amil “emir” diye adlandırılmıştır. ( ilk emir diye adlandırılan kişi Muğirabin Şu’be’dir. Sonra bu lafız ondan başka komutanlar ve valiler için de kullanılmaya devam etmiştir.
8. Emirin sorumlu olduğu bölgelerindeki yürüttüğü işler için halifenin gücü onun üstündeydi. Emirin elinde 3 alanda yetki vardı. Bunlar: yasama, yürütme ve yargılama yetkileridir. Ancak Hz Ömer bu güçlerin bazısını bazısından ayırdı (emirin elindeki bu yetkilerin kimini ond an aldı). Emirde yürütme ve mescidlerde namaz imamlığı kaldı. Yargıyı ondan ayırıp şehirlere kadılar tayin etti. Haraç işlerini ondan ayırıp sadaka ve haraç (toplama) işçileri tayin etti. Kadı insanlar arasındaki husumetleri çözer. Yine O fey (gelirlerini) dağıtır. Yine O (kadı) yetimlere, dullara ve mallarına bakar (onları korurdu). Ancak haraç toplayan amiller (memurlar) da vergilerin tanzim işlerine bakar, (haraç) malları toplar ve sadaka mallarını (toplardı). Bunlar Valiler, kadılar ve ummalar (yetkililer) halifeye dönerler yani onları halife tayin de eder azl de eder. Bu yönetim düzeni Raşit halifeler döneminin sonuna kadar böyle devam etmiştir.


2. sınıf 4. Ünite 3. Metin
Ömer b. Abdülaziz’in İç Siyaseti
1.Ömer b. Abdülazizin hilafetinin en önemli yönü, iç siyasete önem vermesi (itibar etmesidir). Bununla birlikte bu yönü bu ana kadar ciddi bir araştırma görmemiştir. Belki de bunun sebebi halifenin bariz bir yönünü (şahsında ve kişiliğinde topladığı ) süslerini insanların beğenmesindendir. O süste adalet, zühd vetakvasıdır.
2.Ömer malın ve vaktin kıymetini biliyordu. O şeyler ki (mal ve vakit) Müslümanlar onu saçıp savuruyorlar şimdi faydasızca. Bundan dolayı da ızdırap çekiyorlar kimseye gizli olmayan geri kalmışlıklarıyla. Lakin Fakih Ömer, malın korunmasını ve zamanın önemini islamın üzerinde çaba sarfettiği ehemmiyetli şeylerden olduğunu biliyordu. Ömerin Medine valisi bekr b. Hazm’a dediğine bak, Vilayetin işlerini yazacağı kağıt istediği vakit ondan. Halife şöyle demişti ona: “ kalemini incelt ve satırlarının arasını yakınlaştır. Ben Müslümanların mallarından çıkarmayı (harcamayı) sevmem, onlara faydası olmayan (durumlarda).
3.Vakit hususunda ömerin hırsıdandandır, bu günün işini yarına bırakmayı bilmemesi. Onun bütün günü iştir. Ne zaman ki ehlinden bazıları onun üzerinde çok çalışmaktan dolayı sitres belirtilerinin olduğunu düşündüler ona şöyle dediler: ey müminlerin emiri, biraz -tenha bir yere gitsen de- rahatlasan ! onlara cevap verdi: benim bu günkü işimi kim yapacak? Dedi(ler): onu yarın (başka gün) yaparsın. Ömer cevap verdi: beni çaresiz bırakır bir günün işi. İki günün işi toplanırsa onu nasıl (yaparım)?
4.Ömer usluplarından razı değildi, beni ümeyyeden devlet işlerini idare eden bazı çalışanlardan. (ömer) şu görüşte idi, onlar (idareciler) kabalık ve şiddetle hadde tecavüz ediyorlardı. ( Ömer idareden) Uzaklaştırmaya güç yetirdi, idaredeki haccac oğulları okulu öğrencilerinin kalıtılarını. (Ömer) karar verdi uzaklaştırmaya ki (Onlar Ömere idare işlerinde) rahat vermiyorlardı. Ve daha fazıl ve daha Salih adamları seçti iş başına getirdi. Ömer b Abdülazizin seçtiği isimlerden açıkça meydana çıkan şu ki, onun hırsı (seçtiği idarecilere) itimad (noktasında) bir çok unsurdur. (o unsurlar ise seçtiği idarecilerin) denklik,ilim ve iman (bakımından) ve Müslümanların çoğunluğu nazarında itibar görmeleridir.
5.Kötü eserlerdendir ki Ömer onları (halife olunca gördü) buldu. Ve onların izalesi için bütün gücü ve samimiyetiyle çaba gösterdi. (o kötü şey de şudur) yeni Müslüman olan(lar)dan cizye alınmasıdır. Beni Ümeyye yöneticilerinden bazıları, islama girenlerden cizye alınması (kuralını) bırakmışlardı, (ki o Müslümanlar) fetholunmuş ülkelerin oğullarıydı. Zannetmişler ki o Müslüman olanlar bu Müslümanlıklarında sadık seğillerdi. Onları cizye vermekten affetmekle de beytül mal zarar görecektir (böyle zannetmişlerdir). Bir de kim islamı seçerse onun sünnet olması gerektiği bidatını ihdas etmişlerdir. Lakin ömer onları zemmetmiştir bundan dolayı. Ömer, horasan valisi cerrah b. Abdullah Hakemiye bir mektup yazarak: kim senin yanında kıbleye dönüp namaz kılıyor ona bak da cizyeyi onlardan kaldır. (Vailnin böyle yapmasıyla) insanlar islama koşmuşlar. (bunun üzerine) Vali Cerrehe denildi ki, insanlar islama cizyeden kurtulmak için kaçıyorlar, Onları sünnet olmak ile imtihan et. Cerrah bu durumu ömere yazdı. Ömer de ona cevap olarak şöyle yazdı: Allah peygamberini bir davetçi olarak göndermiştir, bir sünnetçi olarak değil. Ve horasan valisi cerrahı valilikten azlederek, oraya abdurrahmen b. Naim guşayriyi vali olarak atamıştır. Sonra haraç işleri için de Ukbe b. Züra taiyyi atamış ve ona şöyle yazmış: saltanatın (direkleri) rukünleri vardır ki onlar, Vali rüknü, kadı, maliyaci ve 4.sü de benim (yani saltanat bu 4 şeyle mevcut olur). Müslümanların sınırları (diğer bölgeleri), horasan sınırından (bölgesinden) benim katımda daha yüksek bir değere sahip değildir. Haracı genel yap ve onu koru. Eğer toplanan haraç onların ihtiyaçlarına yeterliyse (onlardan başka isteme haraç toplamada uygun olan) bu yoldur. Eğer yetmezse, bana yaz da sana mallardan yollayayım ki sen onların paylarını (yeter miktarda) onlara ver.
6.Ömer b. Abdulazizin idari ve mali ıslahatlarını bünüyle kavramak zor olmaktadır. Velakin icmalen şunu dememiz kafidir: (Onun) mali siyaseti fakirliği bitirmiş ve insanlar arasında (mali) dengeyi gerçekleştirmiştir. Taki orada sadakaya muhtaç bir fakir kalmamıştır. Zehebi Abdurrahman b. Yezidden o da Ömer b. Üseydin’den rivayetle dedi ki: “Vallahi, ömer b. Abdulaziz ölmedi taki, bir adam büyük bir malı bize getirir derdi ki, (bu malı alın) neyde uygun görürsen öyle kıl (öyle kullan). (adamın getirdiği malı dağıtacak bir ihtiyaç sahibi olmadığından) malının tamamını almadan adan mordan gitmezdi. (yani malının tamamını geri götürürdü). Ömer insanları zengin etmişti.
7.Ömer b. Abdülaziz ümmetin tamamından kendini sorumlu tutuyordu. Orada (onun idaresinde) bir (mümin) kimse bir diğerinden daha evla değildi. Kuruluşundan beri Emevilere düşmanlık besleyen Haricilere de bu düşünce ile bakmıştır. Ömer bu insanların (haricilerin) ahret (için çabalayan) talipliler olduklarını idrak etmiştir. Ancak onlar yolu şaşırmış, hem kendi takatlarını hem de İslam devletinin takatını, altında fayda olmayan iç savaşlarda harcamış (zayıflatmışlardır). Bilakis bu savaşla hem kendileri hem de devletin üzerine kötü tesiri olmuş. (zarar vermiştir). Ömer (hariclerin) konumlarının hatalı olduğunu kendilerine göstermeyi kendine bir vecibe bilmiş ve onları tartışıp (konuşmaya) davet etmiş, onlar da icabet etmiş harici cemaatla konuşmuş ve ikna etmiştir. Hatta onlardan bir cemaat ömerin yanında kalıp, (haricilerle) geri dönmemiştir. Ancak günler Ömeri ihmal etmemiş (unutmamış), bu olaydan kısa bir süre sonra vefat etmiştir. (Allah rahmet eylesin amin)
2. SINIF 4. ÜNİTE 4. METİN

İBNİ HALDUN TARİH FELSEFESİNİN KURUCUSUDUR
1-Alemin büyük fikir adamlarının çoğu itikad etmişlerdir ki, felsefenin dallarından (tarih) felsefesinin kurucusu İbni Haldundur. Bunlardan (bazıları şunlardır): çağdaş İngiliz tarihçisi meşhur Toynbee, felsefe üstadı Flint, Fransız müsteşrik Gaston Bouthoul ve (yine) Fransız müsteşrik Garady Foe (ile) Arap düşünürlerden : Setığ el Hasrıyyi, Üstad Muhammed Abdullah ve diğer pek çoğu.
2-Amma Dr Taha Hüsyin bize veriyor –bilmeden- tarih felsefesini getirdiğinin delillerini. Böyleyken Taha Hüseyin, İbni Haldunun sosyoloji ilmini getirmediğine inanmıştır, çoklarının iddia ettiği gibi. (o iddia edenlerin) başında, Feriro ve Gomplowitz gelmektedir. (onlara göre İbni Haldun) sosyoloji içinde bir felsefe getirmiş (o da) ilmi bir dereceye yükselmemiştir. (Dr) bu görüşü delillendirmede diyor ki: “İbni Haldun tarihi açıklamak için toplumu incelemiştir”. Ve “Mukaddime, Montesquie’nun Kanunların Ruhu adlı kitabına şiddetle benzemektedir”. (bunları söyleyerek) Taha Hüseyin bilmeden bize vermemiş midir, İbni Haldunun tarih felsefesi getirdiğinin delillerini? (yani vermiştir). Burada (yukardaki delilleri getirerek) onun hedefi, sosyoloji ilminin kurucusunun İbni Haldun olduğunu söyleyen karşı görüş(teki insan)leri susturmaktı.
3- İbni Haldun çalışmalarında isim olarak “tarih felsefesi” tabirini kullanmamıştır. O (çalışmalarını) “beşeri ümran” olarak isimlendirmiştir. (O) bize mukaddimesinde “beşeri ümran” ancak “beşeri ictima”dır demektedir. İbni Haldunun nazarında “umran” tam olarak nedir? Araştırmacılardan pek çoğu onun “medeniyet” olduğu (hususunda) hemfikirdirler. Nickholson, Toynbee ve bu ikisi dışında Arap düşünürlerden Üstad Sedığ Hasrıyyi ve Doktor Abdurrahman Bedevi bunlardandır.
4-Larousse Ansiklopedisinde gelmiştir (açıklanmıştır) ki, Hadari: fikri, fenni, ahlaki, siyasi ve maddi hayatın hasletlerinin toplamıdır, bir belde veya bir toplum için. (yine) O ansiklopedi “hadari” nin tarih felsefesinin konusu olduğunu ekliyor (açıklamasına). Yazar Duplessy Lucien “medeniyetlerin ruhu” adlı kitabında, (bir medeniyetin) doğuşu, yaşayışı ve batışını bize demektedir.
5-İbni Halduntarih felsefesini nereden aldı? Mukaddimesinde dediği gibi onu bilfiil kendi mi icad etti? Ve bizim açıklamalarımızda geçtiği gibi. Ya da kendinden öncekilerden mi aldı? Eğer bu doğruysa , o halde kimden aldı? Bize mümkün olan İbni Haldunun kendinden önceki arap mütefekkirlerden almadığıdır.karşılaştırmalar buna delalet ediyor.
6-Ancak tarih metodu açısından, Müslümanlar tarihi bilgileri ayan olan şahid ve ilk kaynaklarından nakletmede mümkün olduğunca dikkat ve doğruluğu talep ediyorlardı. (bununla) gayeleri isnat silsilesinin doğruluğunu pekiştirmekti. Onların metotları “cerh ve ta’dil” idi. O metot Dr Abdürrazzak Mekkiyyi’nin bize dediği gibi nebevi hadislerin ravilerinin icat ettiği yoldur. Ravinin doğruluğu ve güvenilirliğini pekiştirmek için araçtırmacıların (bu metodun gereğini ) yerine getirmeleri gereklidir. Müslüman alimler bu hususta öyle uzmanlaşmışlar ki yapılan bu araştırma icraatları neticesinde ansiklopediye benzer eserler oluşturmuşlardır. Bazı gaideleri çıkarmak için bu eserlere müracaat etmek mümkündür. O gaideler ki her hadisin kıymetini takrir etmede yardımcı olan gaidelerdir. “mustalahul hadis” (hadis ıstılahları) ilmi bu kaidelerden oluşmuştur. İbni Haldun bu metodu aldı. Ancak bu minhac onun yanında asıl metod değildir. Bilakis ona nisbet edilen onun metodu tabiata hükmeden kanunlar vasıtasıyla tarihi rivayetleri araştırmaktır. Bu da toplumda hükmeden (kanunlardır). Orada tarihi rivayetler arasında ve bu kanunlar arasında ittifak olduğu zaman onun sahih olduğuna itibar ederdi. Ama orada tenakuz varsa onu terk eder, onları nakleden ravilerin silsilesine (bile) bakmadan
7-İbni Haldun mukaddime de bize bir çok örnek sunmuştur, tabiat kanunlarıyla çelişen bazı rivayetleri terk etmesiyle alakalı olarak. Misal, İskenderiyye şehrinin kuruluşuyla (alakalı olan ) kıssa. Ya da toplumsal kurallarla çelişen (rivayetlere) misal, Beni İsrail askerleri ve Musa as kıssası. O halde İbni Halduna tesir etmemiştir bu (rivayetleri yapan) alimler, O yeni ilmini vaz ederken (oluştururken kimseden etkilenmemiştir).


2. SINIF 4. ÜNİTE 5. METİN
İSLAMIN ORTA ASYADA YAYILIŞI

1. Değerli Peygambere SAV Kuranın nuzülü ve Rasülullahın SAV davete başlaması, insanlık tarihinde bu ikisi, en bariz olaylardandır. Dünya tarihinin seyri üzerinde çok büyük tesiri olmuş ve de olacaktır, beşeri toplumun ilerlemesi için. Alemde baş döndüren bir süratle İslam Dini yayıldı. Bu( yayılma) bizim ülkemiz Orta Asyada (da aynı süratle olmuştur), Orta asya, Kafkas ve Fulga etrafının Arap Yarımadasından binlerce km uzakta olmasına rağmen, oradan hanif dinimiz doğdu ve zuhurunun ardından memleketimizde (onun) aydınlık öğretileri yayıldı.
2. İslam ilk önce ülkemiz Azerbaycan ve Dağıstanda yayılmıştır . bu olay m.7. asrın başlarında Hz. Ömerin hilafeti günlerinde olmuştur.
3. İslam Orta asya ya geldiğinde, orası “ma veraun nehr” olarak adlandırılıyordu. Burası da şu şehirleri kapsıyordu: Semerkand, Buhara, Veşşeş, Tirmiz, Nseef, Keş, Havarizm, Merv, Hacende, Balasagun, Özkent, nesee ve diğerleri. Bu şehirler islamın tesiriyle zengin bir tarihe ve dopdolu bir kültüre sahiptirler. Bu (gelişmeler) Muaviyenin Hilafeti ve Said b. Osmanın komutanlığı zamanında olmuştur. Eski “Sek” kabileleri “Sağdiyyin” ekarşı yapılan savaşlarda, Peygamberimizin SAV amca oğlu Gasam b. Abbas meşhur olmuştur. O da Semerkandda şehid olmuş ve oraya defnolunmuştur.
4. Halife Abduülmelik döneminde, Orta Asyaya gönderilen Kuteybe b. Müslimle (İslamın hudutları) Çin sınırına kadar ulaşmıştır. Beni Ümeyye Halifeleri, bu bölgeye (arap) dilinin ve Kuranın öğretilmesini ve İslam akidesinin yayılmasını gerçekleştirecek kişiler göndermişlerdir.
5. İslam niçin bu süratle dünyada yayıldı? İnsanlar niçin eski inançlarını terk ederek İslama tabi oldular? Ulemadan ve filozoflardan pek çoğu muhtelif memleket ve zamanlarda bu soruda düşünmüşlerdir. Mümkün müdür, bu veya şu inanç sistemlerinden, milletler arasında bu serilikte yayılarak insanların akıllarını ele geçirebilecek (islamdan başka bir inancın) olması? (Bu soruya) her insaflı araştırmacı ve düşünür olumsuz cevap verir.
6. Tabiatlarında ciddi iki farklı kişinin sözlerini (burada örnek olarak) getiriyoruz. (Biri) “Dünya Tarihinin Özeti” kitabının yazarı Herebert Wales, (diğeri Hintli) Jawahar lal Nehru.
7. Wales diyor ki: İslam dini nazil olduğu bütün insanlığa yönelmiş, adaletin ilahı olan Allah ile onları mücdelemiş(ona imana çağırmış)tir. Peygamber Muhammed SAV öğretileri ve metodu (ile öyle bir şey) bina etti ki, hiyanet ve şüphe dolu olan o dünyada, insanlar arasında güven ve kardeşlik ruhu önünde iki kanadı üzerinde kapıyı açtı (güven ve kardeşliği tesis etti). Nasıl ki Muhammed SAVin öğretilerinin binası, cennetin kapılarını açtıysa. Lakin onun cenneti, ibadet ve kesintisiz namaz kılmakla kazanılan cennet değildir, geçmişteki gibi, din adamları, kahinler ve kralların yüksek yerleriyle meşgul oldukları gibi (o cennet öyle bir yer değildir). Bilakis o cennet, hakiki kardeşlik ve ruhların özlediği basit lezzetler cennetidir. İslam (insanlığa) diğer dinlerden daha iyi şartlar sunmuştur.
8. Ama Dünya Tarihi Etrafında Düşünceler adlı kitabın yazarı, ki o kitabını sömürgecilerin hapishanelerinde telif etmiştir, diyor ki: Muhammed SAVin mücdelediği din, basit, istikamet üzere, demokratik ve eşitlik dinidir. Bu ikisini de o ilan etmiştir. Bütün bunlar (sayesinde bu din) çevre ülke toplulukları nezdinde geniş ses getirdi ve kabul gördü. Bu beldeler uzun süre, zalim melik hükümdarların, kahinlerin ve keşişlerin (din adamlarının) boyunduruğundan ızdırap çektiler. O kahin ve din adamlarının zorbalığı ve zalimliği hükümdarlarınkinden daha az değildi. Toplumlar eski (zalim) düzenden yorulmuş, yeniyi kabul etmeye hazır idiler. Bu yeniyi de onlara İslam sunmuştur. Eski düzenden kaynaklanan bir çok kötülüğe de sınır koymuştur.
9. Araplara imkansız olurdu savaşları kazanmak, eğer milletlerin karşı koymalarıyla karşılaşsalardı islamı dünyada geniş uyerlere yaymaları (Araplar için kolay olmazdı). Bilakis tersi olmuş (karşı koymamışlar). Doğru olan da budur. Muhakkak Müslüman toplumlar onlarca fesat, zulüm, baskı, cehalet ve fakirlikten kurtarıcı olarak karşılanmışlardır. Nasıl olmasın ki Allah cc buyuruyor:” Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır..” (bakara 256)


2. SINIF 4. ÜNİTE 6. METİN
PAKİSTAN DEVLETİ

1. Pakistan ismi yeni idi, bundan dolayı insanlar soru sormak için yöneldiler bu ismin seçim yoluna dair. Deniliyor ki, bu kelimenin seçimi Hint Yarımadasından Müslüman Milletvekillerine aittir. O vekiller İngilterenin Cambridge Üniversitesinde okumuşlardır. Öğrenciler iki kelimeden oluşturmuşlardır ki o kelimeler “bêk” manası: temizlik ve “sitên” manası: yer (toprak) veya devlettir. Bütün manası: “temiz toprak” , “temizlerin toprağı” veya “temizlerin devleti”dir.
2. Pakistan devleti kurulduğunda doğ ve batı diye iki kısımdan oluşuyordu. Bu bölünme kendi içinde sıkıntı tohumları taşıyordu aşağıdaki sebeplerden dolayı: A) İki bölüm arasındaki mesafe bin mil dolaylarında idi. B) Doğu Pakistan Patı pakistana, yerleşimciler, dil ve coğrafi tabiat bakımından yabancı idi. Din birliğindan başka aralarında bir bağ yoktu. C) Bundan daha yehlikelisi, Hindistan, Doğu Pakistana saldırıp onu kuzey, doğu ve batısından kuşatıyordu. Sanki Hindistan, Doğu Pakistanı yutuyordu.
3. DOĞU PAKİSTAN: Geniş ovalar, ırmaklar, nehir, bol yağmur vardır. Ayrıca, yeşillikler, çiçekler, ovalar mevsut olup, (insanları) uysal (uyumlu) ve eğlenceye meyilli (neşelidir).
4. Ama BATI PAKİSTAN o da: engebeli çöllerden oluşur ve kuraktır. Bundan dolayı tabiata galip gelmek için çatışma ve korku kuvveti oluşmuştur (insanların kişiliklerinde). Ancak Lahor ve Hunzadaki Sihr Bölgesini unutmamamız gerekir. Buralar Çin ve Afganistan sınırında bulunmaktadır. Muhakkak Hunza; gölgelikleri bol, esenlik yeri, basit, rahat, emniyetli, sevgi ve yardımlaşmanın olduğu bir “cennet” olarak vasıflandırılmıştır. Seyyahlardan birisi Hunzadaki yaşamı şu sözüyle özetlemiştir: Hunze halkı, matematik olmadan geometriyi, vaiz olmadan güzel ahlakı, doktor olmadan sağlıklı olmaya …. güç yetirmişlerdir. Eşim ve ben oradan ayrılmak üzereyken birbirimize sorduk: biz medeniyete mi dönüyoruz? Yoksa medeniyeti terk ederek çatışma olan bir hayata mı dönüyoruz?
5. Batı Pakistanaşağıdaki bölgelerden oluşmuştur: A) “Buluhistan” vilayeti, Pakistanın güney doğusundadır. Yüzölçümü en büyük vilayettir. B) “Sind” vilayeti, Buluhistanın doğusunda bulunur. Oranın başkenti “Haydarabat”tır. Burada “Karatşi” şehri bulunur ki o Pakistanın ilk başkentidir. C) “Pencap” bölgesi, oranın başkenti Lahordur. Doğunun Parisi diye nitelendirilir. O Pakistan şehirlerinin en güzelidir. D) kuzey Sınırı Bölgesi, onun başkenti Bişaverdir. Ama Doğu Pakistan aşağıdaki bölgelerden oluşmaktadır: A) “Deka” Doğu Pakistanın başkenti burasıdır. B) “Şita Cünc” buranın başkenti kendi ismiyle anılır. C) “Racşahi”
6. Hindistandaki bütün Müslümanların Pakistana göçmesi mümkün değildi. Hindistanın bazı bölgelerinde Müslümanlar yaşıyordu. Onlar mekanlarında kalmayı istiyorlardı. Onlar bir şekilde kendilerini koruyabilecek güce sahip idiler. Bu yüzden 80 milyon civarında Müslüman Hindistanda kaldı. Hindistandaki Müslümanlar bir bölgede toplanıyorlar ki orası “Haydar Abad Dekin” Emirliğidir.
7. Bazı Müslümanlar Hindistanda en yüksek makamlara ulaşmışlardır. Onlardan biri Hindistan Cumhur Başkanı Dr. Dakir Hüseyindir. Yine onlardandır, Mevlana Ebul Kelam Azad. O ki Hindistanda Müslüman ve Hindlilerin liderdir. İngiliz sömürgesinden Hindistanın kurtuluşunda onun büyük çabası vardır. Çok uzun süre El Mu’temer Partisinin reisliğini yaptı. Taki Hindistan istiklalini kazanana kadar. Kuranı Kerim için onun “Yercümanül Kuran” isimli tefsiri vardır. Ebul E’la Mevdudi onun müridlerindendir.
8. Mevlana “Ebul Kelam Azad”a nisbetle son bir söz. Hindistan Parlementosunun bazı azaları itiraz etmişlerdi, Hindistan Eğitim bakanlığının İslami müesseselere yardımlarda bulunmasına. Ebul Kelam onlara şöyle cevap vermişti: Bu küçük beyinlerdir ki onlar Hindistanın bölünmesine sebep olmuşlardır.

__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Güncel Arapça Metin Tercümeleri FECR Genel Arapça 3 31 Temmuz 2020 16:16
Ankara İlitam 1. sınıf 1. dönem özetleri mehmet akif2 ANKARA İlitam 4 26 Ağustos 2019 21:57
Arapça 1.sınıf 1. dönem konu tercümeleri ve alıştırma cvpları seb-i aruz Arapça 1 5 16 Kasım 2018 18:03
İstanbul ilitam Arapça-2 metin tercümeleri JAZARİ İSTANBUL İlitam 7 16 Şubat 2014 23:01
Ankara İLİTAM KUR'AN-I KERİM 1---1.unite--- f_kryln ANKARA İlitam 2 13 Kasım 2013 18:18

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.