|
Konu Kimliği: Konu Sahibi EyMeN&TaLhA,Açılış Tarihi: 06Haziran 2013 (19:58), Konuya Son Cevap : 11Haziran 2013 (09:20). Konuya 14 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme: |
06Haziran 2013, 19:58 | Mesaj No:1 |
Türkçe Olimpiyatları’nı sahne arkasından izlemek Türkçe Olimpiyatları’nı sahne arkasından izlemek Henüz 25 yaşında. Gençliğin baharında yani.Bir camide karşılaştık. “Nereden hocam?” dedim. “Afrika’dan.” dedi. -Neden buradasınız?” -Olimpiyatlar için. İmrendim açıkçası. Ayaküstü biraz sohbetten sonra namazlar kılındı. O bir kenara çekildi, sırtını duvara yasladı. Hafifçe kapadı gözlerini ve öylece daldı gitti… Ne düşünüyor diye merak ettim ama soramadım. İçin için yandığını, gözlerinden süzülen yaşlardan anladım. Kendini sıkarak ısırdığı dudakları kıpkırmızı oldu, sanırım acıdan... “Allah’ım bizi mahcup etme.” diye titrek bir dua mırıldanıyordu. Sonra yanına bir ‘siyahi çocuk’ geldi, düzgün Türkçesi ile “Gidelim mi hocam?” diye seslendi. Gözlerini açtı… Büyük bir vakarla çocuğun gözüne baktı, hafifçe doğruldu, ıslak kirpiklerini parmaklarıyla sildi: “Gidelim.” Ayağa kalkar kalkmaz yanına iki çocuk daha geldi. Belli ki Afrikalı idiler. Sükûnetle yan yana yürüyüp öylece kayıplara karışıp gittiler. Arkalarından bakakaldım. Niyeyse ben de onların arkasından ağladım. Hem de çok. Aradan iki gün geçti. Türkçe Olimpiyatları’ndayım… Bir başka oluyor Türkçe Olimpiyatları’nda atmosfer. İnsana çok garip geliyor, bir Afrikalı çocuğun Türkçe şiir okuması. Uzakdoğulu bir çocuğun bildik bir şarkıyı bir de kendine has şivesi ile dillendirmesi. Her şey garip zaten Türkçe Olimpiyatları’nda. Suyun yokuşa akması gibi. Bu festivale eşiyle, çocuklarıyla gelenler de garip. Herkeste bir garip huzur ve tebessüm eden bir hüzün hali var. Gurur verici bir atmosfer. Ama bu gurur verici tablodan bahsetmeyeceğim ben. En güzel şarkılarımızın nasıl dillendirildiğini de anlatmayacağım. Sahnede coşku içinde şarkılar söylenip halaylar çekilmesinin bir de perde arkası var. Cümle âlem perdenin önündeki gösterilerle gülüp oynarken, sahne arkasında kendi öğrencilerinin performansını heyecanla izleyen öğretmenler var. Gencecik yaşlarında dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan, yaşadıkları coğrafyalarda insana ‘hizmet’ etmeyi kendilerine görev edinmiş, bir garip öğretmen ruhu var. Merak etmek gerek belki de ‘kim bunlar’ diye. Ve başkalarını yaşatma uğruna kendi yaşamlarından vazgeçebilmiş bu fedakâr kişilerin ilham kaynakları nedir diye anlamak gerek. ‘Neler oluyor?’ diye sahne arkasına geçtim. Ve anladım ki Türkiye’nin gurur abidesi Türkçe Olimpiyatları asıl sahne ardından izlenmeliymiş. İnsan nasıl ‘sevilirmiş’, insan nasıl ‘sevinirmiş’, birbirini tanımayan farklı renk ve desenlerdeki insanlar nasıl da ‘kardeş’ olurmuş. Birbirlerini öldürmek adına akıl tuzakları kurulup canların alındığı, iktidar hırsı ile insanların birbirini incittiği günümüzde, insanlar birbirleri ile nasıl da aynı ruhta buluşurmuş anlamak için perde arkasından da izlemek gerekiyormuş Türkçe Olimpiyatları’nı. Öğrenciler sahneye çıktığında, sahne arkası kaskatı kesiliyor. Ve sanki nefes dahi almazcasına bir sessizlik içinde herkes sahneye konsantre oluyor. Kiminin gözleri kapalı ve sanki ruhuyla sahneyi yaşıyor gibi bir yoğunluk içinde kendinden geçmiş. Kimi yanındaki arkadaşının elini sıkı sıkı tuttuğunun dahi farkında olmadan kalbi duracakmış gibi heyecanlı. Eğer her şey yolunda gider ve izleyicilerden alkış sesi gelirse, içeride büyük bir rahatlama. Kimi kendini kaybedip salondaki alkış sesini bastırırcasına heyecanla alkışlara ortak oluyor. Kimi yüzünü elleriyle kapatıp sevinçten ağlıyor. Belki asıl görmeye değer an ise, sahneden ayrılan çocuğun sahne arkasına varış anı. İçeri giren çocuğun gözleri kendi öğretmenini arıyor. Birbirleri ile göz göze gelince nasıl da koşup sarılıyorlar aman Allah’ım. Sanırsınız yıllardır birbirine hasret iki kardeşin buluşma anı. Şehrinizde Türkçe Olimpiyatları olacaksa, gidin. Ama sadece sahne önünde şarkıları dinlemekle yetinmeyin, mümkünse, sahne arkasında neler yaşanıyor, bir öğretmen öğrencisi ile nasıl sarmaş dolaş olabiliyor ve belki de daha da ötesi bu kardeşlik ruhu dünyanın her bir tarafına nasıl da yayılmış, hayret makamından izleyin. Sizi bilmem ama ben, olimpiyatları perde arkasından izlemeyi çok sevdim... alıntıdır adem güneş | |
Konu Sahibi EyMeN&TaLhA 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
ATAUZEM 4.sınıf 2014 bahar dönemi bütünleme... | Erzurum Atatürk İlitam | EyMeN&TaLhA | 0 | 6300 | 14 Temmuz 2015 13:14 |
ATAUZEM 4.sınıf 2014 bahar dönemi bütünleme... | Erzurum Atatürk İlitam | EyMeN&TaLhA | 0 | 4195 | 14 Temmuz 2015 13:06 |
ATAUZEM 4.sınıf 2014 bahar dönemi bütünleme DİN... | Erzurum Atatürk İlitam | EyMeN&TaLhA | 0 | 5069 | 14 Temmuz 2015 13:00 |
Ramazan-oruç ve çocuğa kazandırdıkları | Çocuk ve Aile Sağlığı | Mihrinaz | 2 | 2822 | 14 Temmuz 2015 12:23 |
çocuk eğitiminde ceza hiç mi olmamalı? | Çocuk ve Aile Sağlığı | EyMeN&TaLhA | 0 | 2503 | 14 Temmuz 2015 12:03 |
06Haziran 2013, 22:29 | Mesaj No:2 |
Durumu: Medine No : 10660 Üyelik T.:
16 Eylül 2009 | Cevap: Türkçe Olimpiyatları’nı sahne arkasından izlemek
az daha gayret türk sevdası cennetin köşklerini kazandıracaktır size !
|
06Haziran 2013, 23:15 | Mesaj No:3 |
Cevap: Türkçe Olimpiyatları’nı sahne arkasından izlemek
''İnsan nasıl ‘sevilirmiş’, insan nasıl ‘sevinirmiş’, birbirini tanımayan farklı renk ve desenlerdeki insanlar nasıl da ‘kardeş’ olurmuş''. yazarın altını çizmek istediği şey bu cümlede saklı.siz bu yazıdan öyle bi sonuç çıkardıysanız sizin takdiriniz.. | |
06Haziran 2013, 23:17 | Mesaj No:4 |
Cevap: Türkçe Olimpiyatları’nı sahne arkasından izlemek
fatma abla takma kafana.her başlık sabote edilmek için beklemektedir.uzun zamandır huzurlu idik.fitne sezonu mu başla dı ne :(
| |
07Haziran 2013, 01:31 | Mesaj No:5 |
Cevap: Türkçe Olimpiyatları’nı sahne arkasından izlemek Bu olimpiyatı düzenleyenlerinin amacı, Türkçe lisanı adı altında kardeşlik mi? Yoksa Türkçe lisanı adı altında, gayri İslam'i olayların topluma sevdirilmesi mi? Lütfen olaylara duygusal anlamda değil, İslam'i anlamda bakmaya çalışalım.!!! | |
07Haziran 2013, 10:24 | Mesaj No:6 |
Cevap: Türkçe Olimpiyatları’nı sahne arkasından izlemek
Paylaşım için teşekkürler kardeşim, Allah razı olsun... Mevlam öğretmenlerimizin gücünü kuvvetini arttırsın inşaAllah. Zaman nasihat zamanı değil, örnek olma zamanıdır. Bunu da en güzel şekilde yaşayarak yapıyorlar... Rabb'imiz bizlere de nasip eyleye... Kardeşliğimiz daim olsun inşaAllah... Dua ile... | |
07Haziran 2013, 14:23 | Mesaj No:7 | |
Cevap: Türkçe Olimpiyatları’nı sahne arkasından izlemek Alıntı:
Güzel bir paylaşım yazıda anlatılmak istenen tam da bu satırlarda tabi görebilene.. | ||
08Haziran 2013, 07:52 | Mesaj No:8 |
Durumu: Medine No : 13966 Üyelik T.:
27Haziran 2011 | Cevap: Türkçe Olimpiyatları’nı sahne arkasından izlemek
Yazının içinde bi kardeşlikten bahsedilmiş,burdakinler hangi dinin kardeşleridir,yoksa yeni bi din icat edildide,hırıstiyan,yahudi,budist,ve islam zan edilen bi diyaloktan devşirme ile yeni Bİ DİN Mİ GÖNDERDİ Alemlerin tek sahibi olan tek Allah,varsa bunu bilen lütfen bizi aydınlata bilirmi.. siz bu türkçe şarkı okuyan çocuklarında müslüman olduğunu söylüyorsanız,mümmeyyiz olmuş kız ve erkelerin mahremiyet sınırları nerde,ONLARA ÖĞRETTİĞİNİZ VE EZBERLETTİĞİNİZ ŞARKILAR KADAR ALLAHIN BU EMİRLERİNİ ANLATIP EZBERLETSEYDİNİZYA,ama siz kalkıp TÜRKÇE OLİMPİYATLARI İÇİN MAHREMİYET VE ÖRTÜNMEK TEFERRUATTIR DERSENİZ O BAŞKA.. Bu arada bu olimpiyatlar sadece egonuzu tatmin etmiş,nefsinizi,yani öz benliğinizi okşamış,ikide birde atrık konuşmak değil ÖRNEK OLMA ZAMANIDA DEYİŞİNİZ BUNDANDIR.. Yalnız ibretlik bir tabloyu,örneklik olarak ancak VAHİYİ DEVRE DIŞI BIRAKAN Bİ ZİHNİYET ORTAYA KOYUP ALDANA BİLİR... TEKRAR EDİYORUM TÜRKÇE OLİMPİYATLARINIZI DİL ÜZERİNDEN SUNA BİLİRSİNİZ BUNA HAKKINIZDA VAR TABİKİ,YALNIZ DİN[İSLAM] ÜZERİNDEN SUNAMAZSINIZ,BUNUDA BİLİN...BEN SİZE SAHNENİN ÖNÜNDEKİ GAYRİ İSLAMİLİKLERİ VEREYİM,SİZ VARIN ŞEYTANIN BU ALDANMASINDA NE YAPARSANIZ YAPIN...
__________________ önce yazdığım katılım yaptığım beğeni yaptığım paylaşımların arasında azda olsa kuran ve sünnete uygun olmayan düşünceler olabilir.Bunların bana sorulmadan dikkate alınmasından mesul değilim... ... |
08Haziran 2013, 09:57 | Mesaj No:9 |
Cevap: Türkçe Olimpiyatları’nı sahne arkasından izlemek
ben sadece şu makaleyi okumanızı tavsiye ediyorum... Evet, hoşgörü, din mensupları arası diyalog, herkese saygı, herkesi kendi konumunda kabul etme düşüncesi ve bunun hayata intikali, bu asırda ortaya çıkmış bir şey değildir. Sadece Medine Vesikası bu gözle incelense; insanın hangi din, hangi ırk, hangi milletten olursa olsun din, hayat, seyahat, teşebbüs ve mülk edinme hakkının olduğunu İnsanlığın İftihar Tablosunun (s.a.s.) o mübarek sesini yükselterek aleme duyurduğu görülecektir. Bu hakların dokunulmaz ve aynı zamanda mukaddes olduğu bu Vesika'da vardır. Aynı hakikatler başka bir dille, başka bir anlatma üslûbu ve edası ile Veda Hutbesi'nde tekrar edilmiştir. Medine Vesikası ile Veda Hutbesi arasında yaklaşık on yıl vardır. Demek bu on yılda bir çizgi değişikliği yok; aksine tahşidat ve tahkim vardır. Bu kabuller ne Medine Vesikası'nda, ne de Veda Hutbesi'nde zikredilmekle kalmamış, ağızdan çıkan bu hakikatler aynı zamanda hayat olmuştur. Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) bunları bizzat yaşadığı gibi takip eden dönemlerde Raşit Halifeler yaşamış, tabiîn yaşamış, tebe-i tabiîn yaşamıştır. Fetih dönemlerinde, Müslümanlar kilise ve havraları yıkmamış, azınlıkların haklarına dokunmamışlardır ve vicdan hürriyetini kısıtlamamışlardır. Tarihte Müslümanların vesayeti altında yaşayan azınlıklar, kendilerine tanınan bu haklar başka işgal güçleri tarafından ellerinden alındıkları zaman ancak anlamışlardır, Müslümanların kendilerine neler bahşettiklerini. Fakat şunu da kabullenmek gerekir ki bu hakikatler, 15 asırlık İslam tarihinde her zaman Efendimizin (sav) ve Raşid Halifeler'in gözettiği hassasiyet içinde uygulanmamıştır. Uygulanmamış, çünkü işin özünü hazmedemeyen, içine sindiremeyen insanlar üst makamları tutmuş. İslam ile bağdaştıramayacağımız dünyevi düşünceler ön plana çıkmış. Makam sevdası, menfaat duygusu, kabile taassubu ve benzeri nice menfilikler ortaya çıkmış. Buna bağlı olarak gün gelmiş nasslar farklı yorumlamalara konu olmuş. Gün gelmiş bu farklı yorumlar pratiğe yansımış. Dolayısıyla halk tabiriyle ifade edelim İslam adına nice kabalıklar yapılmış. Ama bunlar esasında İslam'ın değil, Müslümanlığı hazmedememiş insanların tavırlarına ait kabalıklardır. İslâm dini, hoşgörü, diğer din mensuplarıyla diyalog, herkese saygı, herkesi kendi konumunda kabul etme düşüncesi ve bunun hayata intikalini, müntesiplerinin omuzlarına bir vazife ve vecibe olarak yüklüyorsa, bunu ve bu süreci hiç kimse kendine mal edemez. Evet o, hiç kimsenin şefkatinin ve merhametinin ürünü değildir. Aksine İslam'ın şefkati, ve merhametidir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) müminler için her hususta rehber olduğu gibi, diğer dinler ve mensuplarıyla diyalogda da rehberdir. İnsanlığın İftihar Tablosu'nun (s.a.s.) hayatı, baştan sona hep af ve müsamaha yörüngelidir. Diğer din mensuplarına karşı da, bir insan olmaları itibariyle hep sevgi ve hoşgörü ile muamelede bulunmuştur. Müsamaha, hoşgörü ve dinler arası diyaloğun kaynağı, dinimizin de kaynağı olan Kur'ân'dır ve bu düşünce coşkun bir ırmak halinde Kur'ân'ın Tebliğcisi Efendimiz'den akıp bize gelmektedir. Bu açıdan müsamaha, hoşgörü ve diyalog, kaynakları itibariyle Kur'ân ve Sünnet'e dayandığından Müslüman'ın tabiî ahlâkıdır. Engin müsamaha insanı Efendimiz (s.a.s.), Medine'de Ehl-i Kitap'la iç içe yaşamış, hatta "Müslümanım" dedikleri halde sürekli nifak çıkaran, hemen her yerde temiz vicdanları birbiriyle vuruşturmaya çalışan müfsit ruhlarla bile anlaşma noktaları bulmuş ve onları nazar-ı müsamaha ile bağrına basmıştır. Abdullah b. Übey b. Selûl gibi ömür boyu kendisine düşmanlık içinde bulunan birine bile öldüğünde gömleğini kefen olarak vermiş ve yapılan teklif üzerine cenâze namazını kıldırmayı kabul etmiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.), İbn Selûl'ün münâfık olduğunu ve hayatı boyunca Peygamberimize yaptığı kötülükleri birer birer sayarak namazı kıldırmasının ve ona dua etmesinin uygun olmadığını hatırlatmıştır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Tövbe sûresinin 80. (Onlar için sen ister Allah'tan af dile, ister dileme. Yetmiş kere bile istiğfar etsen, Allah onları asla affetmeyecektir?) âyetine işarette bulunarak: "Rabbim bu hususta beni muhayyer kıldı. Onun için gerekirse 70'ten fazla istiğfarda bulunurum."(1) diyerek cevap verince, Tövbe sûresi 84'cü âyet inerek kesin hükmü verdi: "Onlardan ölen hiçbir kimsenin cenaze namazını kılma ve kabri başında dua etmek üzere durma!" Bu bakımdan, ne O'nun (s.a.s.), ne de O'nun insanlığa sunduğu mesajın eşi ve menendi yoktur. Dolayısıyla 'Üsve-i Hasene' (En Güzel Örnek) olan O Kurtuluş Rehberi'ne uymaya çalışanların, O'ndan farklı düşünmeleri de mümkün değildir. İnsanlığın İftihar Tablosu (s.a.s.), Rabb'inden aldığı terbiye ile Müslüman, Hıristiyan veya Yahudi demeden hemen her insana değer vermiştir. Allah Resûlü (s.a.s.), bir gün yoldan bir Yahudi cenazesi geçerken ayağa kalkar. O esnada yanında bulunan bir Sahâbî, "Ya Resûlallah, o Yahudi'dir" der. Nebiler Serveri (s.a.s.) hiç tavrını bozmadan ve yüz çizgilerini değiştirmeden, zamana "dur ve beni dinle" dedirtecek şu cevabı verir: "Ama bir insan!" (2) O'nu bu ölçüler içinde tanımayan müntesiplerinin de, O'nun (s.a.s.) insanlık adına getirdiği evrensel mesajlardan habersiz yaşayan insan hakları savunucularının da kulakları çınlasın! Bu söze ilave edilecek hiç bir şey yoktur ve eğer biz, bu sözün sahibi o şanlı Peygamberin ümmeti isek, O'ndan farklı düşünmemiz de mümkün değildir. Şimdi de, Peygamber Efendimizin (s.a.s.), Mekke ve özellikle Medine döneminde Hıristiyan ve Yahudilerle olan ilişkilerini ve onlara karşı tutumlarını misalleriyle zikredelim: a. Hıristiyanlarla Diyalog Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Allah Resûlü sıfatıyla tebliğe başladığı zaman, ilk defa Mekke'de bazı Hıristiyanlarla karşılaşmıştı. Hatta, Kendisine vahiy gelmeye başladığı ilk günlerinde Hz. Hatice'yi ve Peygamber Efendimizi teselli eden Varaka b. Nevfel de İncil'in el yazmalarına sahip olan bir Hıristiyan'dı. (3) Allah Resûlü (s.a.s.) Mekke'de, vahiy almadığı konularda Mekkeli müşriklere muhalefet ederek, Ehl-i Kitab'ın davranışlarına uygun hareket etmiştir. (4) İslâmiyet'in beşiği olan Mekke'de daha başlangıçtan itibaren Allah Resûlü'nün (s.a.s.), Hıristiyanlarla münasebeti, dostâne hudutlar içinde başlamıştı. Henüz risâletten üç yıl gibi kısa bir zaman sonra, Bizans'ın İran'a mağlubiyeti, Mekke'de Müslümanları üzmüştü. Çünkü Ehl-i Kitap olan Bizans, Mecûsî İran'a mağlup olmamalıydı. Nitekim Yüce Allah kitap ehli Rumların galip geleceği tesellisini bildiren vahyini göndermişti (Rûm, 1-5). Peygamberimizin Hicret'ten önce ilk ilgi duyduğu ve Müslümanların hicret etmelerini arzu ettiği Hıristiyan ülke, Habeşistan olmuştur. Allah Resûlü, Mekke müşriklerinin amansız işkenceleri ve tazyikleri karşısında Mekkeli Müslümanların Habeşistan'a hicretlerini arzu etmiş ve bu hislerini şu ifadelerle belirtmiştir. "İsterseniz ve elinizden gelirse, Habeşistan'a iltica ediniz. Zira orada hüküm süren kralın topraklarında kimseye zulüm edilmez. Orası doğru ve emin bir yerdir, Allah âsân edinceye kadar orada kalın"(5). Allah Resûlü'nün bu isteğine, sahabelerinden bir kısmı hemen uymuştu. Bunların içinde Peygamberimizin amcazadesi Hz. Cafer (r.a.) de vardı. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Necâşî (Eshame)'ye hitaben bir tavsiye mektubu yazmıştır. Bu mektupta Allah Resûlü (s.a.s.), önce İslâm'ın tevhid inancını, Allah telakkisini ortaya koymuş, sonra İslâm'ın Hz. İsa'ya bakışını belirtmek üzere "Ve tasdik ederim ki, Meryem oğlu İsa, Allah'ın Rûhü'l- Kudüs'ü ve bakire, faziletli, kendisine dokunulmamış Meryem'e bıraktığı kelimesidir. Allah, Âdem'i (a.s.) kendi eliyle yarattığı gibi onu da rûhu ve üflemesiyle yaratmıştır." demiştir. Ayrıca Necâşî'ye hitaben yazılan mektupta, Necâşî, İslâm'a davet edilmiş, amcazadesi ve beraberindekilere misafirperverlik yapması istenmiştir. (6) Necâşî'nin, kendisine gelen heyete söylediği sözler ve yaptığı muâmele ile Peygamber Efendimize yazdığı mektuptan dolayı Allah Resûlü (s.a.s.), onun Müslüman olduğu neticesine varmış, Necâşî'nin vefatında Medine'de gıyabî olarak cenaze namazını kıldırmıştır. (7) Müslüman-Hıristiyan münasebetleri açısından Mekke devri ?yukarıda anlattığımız gibi- çok fazla hareketlilik göstermezken, Medine devrinde Hıristiyan münasebetlerinde bir artış görülmektedir. Allah Resûlü (s.a.s.) Medine'de İslâm devletinin temellerini attıktan ve Medine halkını bu devlet yapısı içinde teşkilâtlandırdıktan sonra; komşu kabilelerle birtakım temaslar kurmayı hedef almıştı. Komşu kabilelerle yaptığı anlaşmalar ve savaşlar neticesinde İslâm devletinin güvenliğini iyice sağlamlaştırınca, giriştiği temasları daha da ileri götürmüş ve birtakım devlet ve kabile reislerini İslâm'a davette bulunmuştur. Peygamberimizin, komşu hükümdarlara mektuplarla yaptığı bu İslâm daveti, Bizans'ın Ninova'da İranlıları mutlak bir hezimete uğratışlarından sonraya rastlamaktadır. (8) Allah Resûlü (s.a.s.) Hıristiyan reislerinden Mısır Mukavkısı'na bir mektup göndermiştir. (9) Bu mektupta Allah'ın elçisi, Mukavkıs'ı ve tebaasını İslâm'a davet etmekte ve Âl-i İmrân 64. âyetin muhtevası içinde, Allah'tan başkasına tapmamaya, O'na hiçbir ortak koşmamaya, Allah'ın dışında birbirlerini Rabbler edinmemeye çağırmaktadır. (10) Allah Resûlünün hayatında Müslüman-Hıristiyan münasebetleri açısından en çok dikkat çeken konu, Necranlı Hıristiyanlarla giriştiği birtakım temaslardır. Bilindiği gibi, Arap Yarımadası'nda en çok Hıristiyan topluluğunun bulunduğu bölge; Yemen'in Necran'ındaki Mezhiç kabilesinin halkından olan Belharis kabilesinin yaşadığı bölge idi. (11) Peygamberimiz, Necran Hıristiyanları ile ilgilenmiş, İslâm'ı tebliğ etmek üzere onlara Muğire b. Şu'be'yi göndermişti. Necran Hıristiyanları, Medine'ye altmış kişilik bir heyet gönderdiler. Heyetin başında kendi Midras'larının (Mektep veya Mahkeme) papazı ve reisi olan Ebû Harise b. Alkame, onun âkibi Abdu'l- Mesih ve kervana reislik eden el-Eyhem vardı. Medine'ye ulaşan Necran heyeti, Mescid'de Peygamberimizin huzuruna çıkmışlardı, ibâdet vakitleri geldiği zaman Mescid'de ibâdet etmek istemişler, Ashâb buna itiraz etmekle beraber, Allah Resulü onlara Mescid'i bırakmıştı. Onlar da Şark'a dönerek ibâdetlerini yaptılar. (12) Ertesi gün, Allah Resûlü, Necran heyeti adına konuşan dinî liderleri Ebû Hârise ile başkanları Abdu'l- Mesih'i İslâmiyet'i kabule çağırdı. Arada tartışmalar çıktı? Peygamber Efendimiz, nihayet dâvasında haklı olduğunu daha kesin göstermek için emr-i ilâhî gereğince, Necranlıları Mubâhaleye (Lânetleşmeye) davet etmişti. Çünkü yapılan tartışmaların sonu gelmiyordu. Böylece dâvasında haksız olanın üzerine Allah'ın laneti istenecekti. Aslında böyle bir lânetleşme olayına Allah Resûlü'nü davet eden bizzat Cenâb-ı Hak'tı ve bu konuda şöyle buyuruyordu. "Artık sana ilim geldikten sonra kim seninle onun hakkında çekişirse de ki: Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım. Sonra Allah'a dua ve niyaz edelim de O'nun lânetini yalancıların üstüne okuyalım. Eğer, yine yüz çevirirlerse muhakkak Allah, o fesatçıları hakkıyla bilendir.."(Âl-i İmrân, 61) Allah Resûlü'nün bu Mubâhale teklifi karşısında Necran heyeti, özel müşavere için çekilmişler ve bu müşaverede akib Abdu'l- Mesih: "Ey Hıristiyan Cemaati! Hepiniz çok iyi biliyorsunuz ki, Muhammed gönderilmiş bir peygamberdir ve yine biliyorsunuz ki, peygamberlerle lânetleşen bir kavmin zürriyeti kesilir. O'nunla lânetleşmeyi kabul etmeyiniz ve kendisi ile bir antlaşma yaparak dininizde kalınız." demiştir. Bu görüşe iştirak eden heyet mensupları Peygamberimize gelerek "Ey Ebu'l- Kâsım, seninle lânetleşmemeye karar verdik. Seni kendi dininle baş başa bırakacağız. Biz de kendi dinimize döneceğiz. Bizim hakkımızda istediğin gibi hükmet. Biz sana istediğin şeyi verelim ve seninle antlaşma yapalım. Yalnız bize, ihtilâflarımızı halletmesi için bir Müslüman hâkim gönder." (13) demişlerdir. Allah Resûlü (s.a.s.), İslâm'ın "Genel Dinî Müsamahasının" bir gereği olarak, Necranlıların tekliflerini kabul etmiş, cizye karşılığında onların can, mal ve din hürriyetlerini garanti ettiği gibi, mabetlerine ve din adamlarına da tam bir dokunulmazlık tanımıştır. Ayrıca ihtilâf konularını halletmek üzere de Ebû Ubeyde'yi vazifelendirmiştir. (14) Görülüyor ki Peygamber Efendimiz devrinde Müslüman-Hıristiyan münasebetlerinde hâkim olan ruh, yine İslâm'ın genel dinî tutumu içindeki müsamaha ruhudur. Peygamberimizin yazdığı mektuplarda veya Necranlılarla bizzat karşılaşmada Hıristiyanlığa karşı tavrı, onların yanlış itikatlarını bizzat kendilerine duyurmak ve Hak olan inancın tebliğini yapmaktır. Peygamberimizin mubâhale ile hedefi, doğru olduğunu iddia ettikleri yanlış inançları tashih etmek ve onları İslâm'ın açık ve seçik itikat esaslarına çağırmaktır. Ama her şeye rağmen zorlama yoktur. O'nun (s.a.s.), Necranlıları, Mescid-i Nebevî'ye alması, onlara ibadet izni vermesi, kendi dinlerinde kalmak üzere antlaşma isteklerini kabul etmesi, sadece İslâm'ın genel dinî tutumu içindeki müsamaha ruhu ile izah edilebilir. b. Yahudilerle Diyalog Ehl-i Kitabın diğer kolunu teşkil eden Yahudiler ile ilk doğrudan ilişkiler Allah Resûlü'nün 622'de Medine'ye gelişiyle başlamış bulunmaktadır. Müteakiben İslâm devletinin ilk merkezi olacak olan bu şehirde, Arap ve Yahudi kabileleri yaşıyordu ve şehir devleti denebilecek bir idare henüz mevcut değildi. Peygamber Efendimiz, Muhacir Mekkeli Müslümanlarla yerli Arap ve Yahudiler arasında, karşılıklı hak ve vazifeleri tanzim edecek teşebbüslerde bulunma ihtiyacını duydu. Adliye, eğitim, maliye, askerlik gibi sahâlârda toplumu teşkilatlandırmak gerekiyordu. İşte bu zaruretledir ki, Peygamberimiz, Medine ileri gelenlerini toplayıp şehir devleti nizamnamesi vücuda getirmiştir. Zamanımıza kadar ulaşan bu yazılı metin, aynı zamanda, dünyada bir devletin ortaya koyduğu ilk anayasa olarak kabul edilir. Elli civarında maddeden oluşan bu yazılı vesikanın pek çok yerinde Yahudiler ele alınmakta, Medineli ve Muhacir Müslümanların onlarla oluşturdukları birliğe, işbu yazılı metnin 2. ve 25. maddelerinde ümmet ismi verilmekte; mesela, 25. maddesinde, Yahudilere ve bunların müttefiklerine tam bir din hürriyeti tanınmış olduğu ifade edilmektedir. Çeşitli ırk ve inançta kimselerin bir idare altında birleşebileceklerinin en güzel örneklerinden birisini işbu Medine şehir devleti teşkil ediyor olsa gerektir. Allah Resûlü, bu yeni merkezde idari faaliyetle yetinmedi. Ehl-i Kitapla manevi açıdan da bütünleşme safhasına geçmek istedi. Son üç semavi dinin, esasta bir oldukları gerçeğinden hareketle, kendisine, müşrik hemşehrilerinden daha yakın gördüğü Yahudi ve Hıristiyanları inanç birliğine davet etti, onları İslâm adı altında birleşmeye çağırdı. Zira kendisi, sadece Arapların değil, bütün beşeriyetin Peygamberiydi. Onun risâletine bu bakımdan Ehl-i Kitap da muhatap idi. (Bakara, 40-43; Mâide, 19) Onları Kur'ân-ı Kerim'in şu ayetiyle davet etti: "De ki: Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aramızda birleşeceğimiz, müşterek ve âdil şu sözde karar kılalım: Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim. O'na hiç bir şeyi şerik koşmayalım, kimimiz kimimizi Allah'ın yanında rab edinmesin. Eğer bu dâveti reddederlerse: Bizim, Allah'ın emirlerine itaat eden müminler olduğumuza şahit olun. deyin." (Âl-i İmrân, 64) Bu dâvet, Kur'ân'ın, Hıristiyanlar başta olarak bütün dinlere yönelttiği evrensel bir çağrıdır. Bunda muhtelif milletlerin, farklı dinlerin, hak bir sözde nasıl birleşebilecekleri ve İslâm'ın insanlık âlemine ne kadar geniş, ne kadar açık bir hidâyet yolu, bir hürriyet kanunu öğrettiği görülmektedir. Aynı zamanda bu ifadelerde de açıkça görüleceği üzere, Allah Resûlü'nün davetinde asla zorlayıcı bir din telkini söz konusu değildir. Onun vazifesi, Allah'ın hidayetini herkese eşit olarak bildirmek ve doğru yola girmelerini istemektir. Nitekim aynı sûrenin yirminci ayetinde; "O Ehl-i kitapla, kitap ehli olmayan ümmîlere (müşriklere) de ki: "Siz de teslim olup Müslüman olmaya var mısınız?" Eğer hakka teslim olup İslâm'a girerlerse doğru yolu bulmuş olurlar. Yok, eğer yüz çevirirlerse, sana düşen görev, sadece hakkı tebliğdir." buyurulmaktadır. Bu anlayış içinde Peygamber Efendimiz, Yahudilerin Medine'deki ilim ve adliye merkezi durumunda olan Beytü'l- Midrâs'larına kadar gitmiş onlara: "Ey Yahudi toplumu! İslâm olun, selamet bulursunuz." demiştir. (15) Yahudiler bu teklife kulaklarını tıkadılar ama hiçbir zorlamayla da karşılaşmadılar. Tarihî bir gerçektir ki, Ehl-i Kitapla tevhitte bütünleşme arzusu her ne kadar bütünüyle gerçekleşmemiş olsa da, Peygamber Efendimiz (s.a.s.), onlarla hür bir ortamda hoşgörü anlayışı içinde bir arada yaşayabilmenin çarelerini aramak ve bulmaktan katiyen ayrılmamıştır. O (s.a.s.), Kur'ân-ı Kerim'den aldığı emirle, herkesle diyalog kurmaya açık bir Peygamber'di. Bu, Allah kelamının, O'na ve bütün Müslümanlara bu konuda koyduğu bu düstur, daha Mekke devrinde, Ankebût Suresi'nin 46. ayetiyle çizilmiş bulunuyordu: "Zâlimleri müstesna, Ehl-i Kitapla ancak güzel şekilde mücadele edin ve deyin ki: Bize ve size gönderilen kitaplara bizler inandık. Sizin de, bizim de ilahımız tektir. Bizler O'na teslim olmuş Müslümanlarız.". Bu ilahî emre tâbi olarak, başta Allah Resûlü olmak üzere her Müslüman, herkese, inanç farkı gözetmeksizin, saygılı davranmış, hak ve hukuktan ayrılmamıştır. İlk Müslümanların hayatlarında bu zihniyetin sayısız tezahürleri vardır. Bazı misaller verelim: Din seçme hürriyetinin ifadesi olan La ikrâhe fı'd-dîn "Dinde zorlama yoktur." âyetini (Bakara, 256) uygulamakta olan Peygamberimiz, 630 senesinde, Müslüman olduklarını bildirmek üzere Medine'ye gelen Hımyer hükümdarının elçilerine şu talimatı vermiştir: "Bir Yahudi veya bir Hıristiyan, Müslüman oldukları takdirde, müminlerden olurlar (onlarla hukuken eşittirler). Kim Yahudiliğinde veya Hıristiyanlığında kalmak istiyorsa, ona müdahale edilemez.". (16) Bu inanç hürriyeti, sadece manevî sahada kalmadı, hukukî sahada da geçerli oldu. İslâm idaresinde yaşayan, Yahudi, Hıristiyan vs. çeşitli toplumların kendi hukuklarını uygulama hürriyetleri Kur'ân-ı Kerim'in garantisi altında idi. Gayrimüslim cemaatler bazen bunun dışına çıkıyor, kendi aralarındaki ihtilafı Peygamberimize çözümletmek cihetine de gidebiliyorlardı. Bu durumda hâkimlik yapıp yapmaması, Kur'ân-ı Kerim'de Peygamberimizin arzusuna bırakılmış, şayet hüküm vermek isterse, adaletten ayrılmaması, Allah'ın kendisine inzal ettiği ile hükümde bulunması emredilmiştir. (Mâide, 42,48,49) İlk İslâm devletinin vatandaşları arasında bulunan "zimmîler" denen Ehl-i Kitaba karşı devletin gösterdiği davranışa günümüzde bile gıpta ile bakılabileceği görülmektedir. Gayrimüslimler kendilerinden kaldırılmış vazifelere mukabil, cizye denen vergi ile mükellef tutulmuşlardı. Hz. Ömer'in bu noktada koyduğu hükümlerin ahlakî seviyesi her türlü takdirin üzerindedir. Cizye, kadınlardan ve çocuklardan, yaşlılardan, fakirlerden, işsizlerden, özürlülerden, ticarî geliri olmayan Kilise mensuplarından alınmıyordu. İdarî sahanın dışında, Ehl-i Kitabın ibadetine ve mabetlerine gösterilen hoşgörülü davranış, ileriki asırların İslâmî devletlerinde de yaşatılmaya çalışılmıştır. Bugün İslâm ülkelerinde hâlen vazife görmekte olan sayısız Ehl-i Kitap mabedinin bulunuşunu başka sebeplere bağlama imkânı yoktur. İslâmî kaynaklarla ünsiyeti olanlarca bilindiği üzere, Müslümanların Ehl-i Kitapla ilişkileri, seneler geçtikçe, sosyal hayatın hemen hemen her alanında görünür olmuştur. Bizzat Allah Resûlü, gayrimüslimlerden memur, öğretmen, teknisyen, inşaatçı ve asker olarak istifade etmiştir. Allah Resûlü'nün, insanlarla ilişkilerinde temel aldığı değerlerden birisi dürüstlüktür. Bu meziyeti gördüğü kimsenin başka dinden olması, onunla ticarî ilişkilere girmesine engel teşkil etmemiştir. Bizzat kendisi Medineli Yahudi tüccarlardan gıda maddeleri ve borç almıştır. Bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "Ehl-i Kitaptan öylesi vardır ki kendisine yüklerle altın emanet bıraksan onları sana öder. Ama öylesi de vardır ki, bir altın bile versen başında dikilip durmadıkça onu sana geri vermez. Bunun sebebi, onların: Ümmîler hakkında ne yaparsak mubahtır, ondan dolayı sorumlu olmayız. demeleridir. Onlar bile bile, Allah hakkında yalan uydururlar." (Âl-i İmrân, 75) Kur'ân-ı Kerim, Ehl-i Kitaba, "kitap ehli olmayanlar" karşısında daima ayrıcalık tanımıştır. Putperestler için yasak kılınan, mesela evlenme ve yemek meselelerinde Ehl-i Kitap imtiyaz sahibi idi. Müslümanlar, Yahudi ve Hıristiyan hanımlarla evlenebiliyorlardı ve bu hanımlar, kendi dinlerini muhafaza etmek ve onun gereğini yapmak hakkına sahiptiler. Müşriklerden farklı olarak, Ehl-i Kitabın kestiği hayvanların etleri, pişirdikleri yemekler Müslümanlara helaldir. Kur'ân-ı Kerim'in ışığında Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ve arkadaşlarının temellerini attıkları bu yakınlık, hoşgörü ve saygı ortamı tek taraflı kalmamıştır. Ehl-i Kitapla Müslümanlar arasında sevince ve üzüntüye ortak olunduğunu gösteren sayısız davranışlar vardır. 157/774 senesinde, Evzâî isimli büyük İslâm âlimi öldüğü zaman, tarihçi Zehebî'nin kaydettiği üzere cenazesine Müslümanlar, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Kıptiler iştirak etmişlerdir. İslâm'ın ilk asırlarından aldığımız bu birkaç misal bile, son Peygamberin tebliğ ettiği dinin, bütün insanları kuşatıcı bir rahmet ve adalet kaynağı olduğunu göstermekte yeterlidir. O'nun prensiplerine hakkıyla riayet edildiği devirlerde ulaşılan mutlu hayatın devam edememiş olduğu bir gerçek olmakla beraber, kültürlü ve yüksek ahlaklı nesiller yetiştirilebildiği takdirde, böyle bir geleceğe kavuşmanın hayal olmaktan çıkacağı da şüphesizdir. Semavi dinlerin hedefi olan Yaratan'a layık kul olabilmek davasına gönül verenler, inşallah sonunda gayelerine ulaşacaklardır. (17) Kaynaklar: 1. Buhari, Cenâiz 85; Tefsîru Berâe 12; Müslim, Fezâilü's- Sahâbe 25. 2. Müslim, Cenâiz 78, 81. 3. Buhârî, Bedu'l- Vahy 3. 4. Buhârî, Libâs 70; Müslim, Fedâil 90. 5. M. Hamîdullah, İslam Peygamberi, (trcm. Sâlih Tuğ,) Ankara 2003 I,109. 6. Hamîdullah, el-Vesâikü's- Siyâsiye, (trcm.Vecdi Akyüz), Kitabevi, İstanbul 1997,, s.115; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I,297. 7. Müslim, Cenâiz 62-67; Tirmizi, Cenâiz 48. 8. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 308-629. 9. Hamîdullah, el-Vesâik, s. 94; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I,313-324. 10. Hamîdullah, el-Vesâik, s. 51. 11. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 411; M. Fayda, "Hz. Muhammed'in Necranlı Hıristiyanlarla Görüşmesi ve Mubâhele", İlahiyat Fakültesi, İslâm İlimleri dergisi II, Ankara 1975. 12. İbn Hişam, es-Sire, Beyrut ts., I,573-574; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I,619-620. 13. Kurtubî, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut 1985, IV, 103; Vâhidî, Esbâbu'n- Nüzûl, ed-Demâm 1991, s.104; İbn Hişam, es-Sire, I, 583-584; M. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 621. 14. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I,622. 15. Buhari, İ'tisâm 18. 16. İbn Hişâm, es-Sîre, II, 586. 17. Mehmet S. Hatipoğlu Mehmet S. Hatipoğlu, Hoşgörü Açısından Müslümanlar Ve Ehl-i Kitap, yayınlanmamış makale. alıntıdır prof.dr.Davut AYDÜZ | |
08Haziran 2013, 10:31 | Mesaj No:10 |
Cevap: Türkçe Olimpiyatları’nı sahne arkasından izlemek Kâinatın mayası muhabbettir. Sertlik ve hırçınlıkla bir yere varılamayacağı ve varılmadığı ortadadır. Sevgi, saygı ve muhabbetle herhangi bir kimsenin kapısı çalındığında, diyalog yollarının açıldığı ve kişinin temsil ettiği değerleri karşısındakilere anlatma imkânının doğduğu açık olarak görülmektedir. Mevlâna’ya atfedilen bir söz vardır: “Bir ayağım merkezde dinî esaslarla bağlı, diğer ayağım da yetmiş küsur milletle beraber.”(1) Bu düşünce, esasen bir Müslüman’ın durumunu özetlemektedir. Temel prensip olarak herkesle iyi geçinme, herkesle diyalog içinde olma ve herkesle şartların elverdiği ölçüde münasebet ve bağlantı kurma. Elbette herkesle diyalog içinde olmanın bir ölçüsü olacaktır. İnsan, İslâmî prensiplere bağlılık içindeyse, yani insanın bir ayağı, Mevlâna’nın ifadesiyle, hep dinî-İslâmî zemine sağlam basıyorsa, bu diyaloglar faydalıdır. Aksine insanın hayatı Sünnet yörüngeli değilse, bu takdirde kaymalar olabilir. Biz Müslümanlar esasen Peygamberi vefatının hemen öncesinde, “Size Kitap Ehli’ni, yani Hıristiyanları ve Yahudileri emanet ediyorum” vasiyetinde bulunan ve Halifesi de, bağrından yediği hançerle ölüm yatağında dahi, “Size içimizdeki azınlıkları emanet ediyorum; onlar hakkında Allah’tan korkun ve kendilerine adaletle davranın” ikazında bulunan; Başkumandanı ve hükümdarı, Malazgirt’te göğüs göğüse savaştığı rakip devletin hükümdarı olan düşman komutanını mağlûp ettikten sonra çadırında ağırlayan ve yanına insanlar katıp güvenle Constantinopolis’e, yani devletinin başşehrine ulaştıran yine başkumandanı ve hükümdarı, birçok Müslüman’ı öldüre öldüre geldiği Kudüs önlerinde savaşa tutuştuğu Haçlı orduları komutanı Richard’ı gece çadırına kadar giderek tedavi eden bir kültürün çocuklarıyız. Yani yeryüzünün en engin, en kapsamlı ve en evrensel hoşgörü kültürünün mirasçılarıyız. Bu anlayış, bu telâkki, bugün de âdeta denizlerin dalgaları gibi yayılmakta ve dünyanın dört bir yanına ulaşmaktadır. Öyle inanıyoruz ki, önümüzdeki yıllar hoşgörü ve sevgi yılları olacak, bu çerçevede dünyaya hem çok kazandıracağız. Bırakın kendi içimizdeki insanlarla, başka kültürlerin, başka medeniyetlerin, başka dünyaların insanlarıyla da kavga etmeye, münakaşa ve zıtlaşmaya yol açan meseleler bile bütün bütün kapanacak ve sevginin gücünü bir kere daha anlayarak herkese sevgiyle, şefkatle bağrımızı açacak, herkesi kucaklayacak ve bugün dünyanın en çok muhtaç olduğu diyalog ve hoşgörü gibi en önemli bir hususu Allah’ın (c.c.) yardımıyla gerçekleştireceğiz. Diyalog ve hoşgörü adına içte olduğu gibi, dış dünyaya açılmada da rahat olunmalıdır. Dünyanın küreselleşmesi, Gümrük Birliği veya Avrupa Topluluğu’na girme gibi gelişmeler bize din, diyanet, millet ve kültür adına herhangi bir şey kaybettirmez. Çünkü bizim, bizi ayakta tutan dinamiklerimizin güç ve kuvvetine inancımız tamdır. Bizim, Kur’ân’ın vahy-i semavîye dayandığından ve beşerin her türlü problemlerini çözeceğinden şüphemiz yoktur. Bu sebeple, korkacak birileri varsa, o da Kur’ân’ın diriltici ikliminden uzak yaşamakta direnenler olmalıdır. Böyleleri, ellerindeki sistemin ihtiyaca cevap vermemasinedeni ile alternatif düşünceler araştırmakta ve “Bu arayışlar, insanlığı Müslümanlığa götürürse halimiz nice olur!” diyerek, kendi insanlarından korkup, endişe duymaktadırlar. Bugünkü hırçınlıklarının arkasında da bu düşüncenin olduğunu söyleyebiliriz. Evet, insan hak ve özgürlüklerine saygılı olunması, toplumda bir kesimin diğer kesimle veya bir dinin diğer bir dinle çatıştırılmayıp barış içinde yaşaması, hoşgörü ve diyalog çalışmalarının hızlandırılması ve demokratik olan bütün gelişmelerin desteklenmesi hususu çok önemlidir. Müslümanlar açısından hoşgörünün, diyaloğun ve bir arada yaşamanın dinî ve entelektüel temelleri mevcuttur. Müslümanlar, bu temelleri işletmek ve dünyamızın ortak yaşamı içerisinde etkin bir rol almak istiyorlarsa, tarihte pek çok güzel örneklerini gördüğümüz bu anlayışı yeniden gündeme getirmek, yeniden değerlendirmek ve düşünmek zorundadırlar. Bilim ve teknolojinin bize sağladığı imkânlarla küçülerek büyük bir köy haline gelen dünyamızda; kişiler, toplumlar, uygarlıklar arası diyalog kaçınılmaz bir zorunluluk olmuştur. Medeniyetlerin çatışması üzerine kurulan tezlerin ve geliştirilen teorilerin, iki binli yıllarda itibar görmemesi için, dinler arası diyaloğa önem vermemiz gerekir. Tarihteki ve günümüzdeki din istismarından kaynaklanan savaşlar, insanlığın kalplerini sızlatan görüntülerdir. İnsanlar yalnız Yaratıcıya karşı sorumlu olmaları gerekirken, bazı insanların veya grupların kendi doğrularını başkalarına Allah adına zorla kabul ettirmeğe çalışmaları, küçülen dünyamızda büyük huzursuzluklara yol açmaktadır. Sosyal ilişkilerin sıklaştığı günümüzde, insanlık dışı acıların tekrar tekrar yaşanmaması ve dünya barışının sağlanması için, dini liderlerin aralarındaki dinî farklılıkları ve sorunları gündeme getirmeden ve kavga konusu yapmadan, karşılıklı görüşme ve anlayışlarla çalışmaları tabiî bir davranıştır. Günümüzde dinler arası farklılıkları kavga konusu yapmadan karşılıklı hoşgörü ve anlayışı geliştirme çalışmaları "Din Mensupları Arası Diyalog veya Dinlerarası Diyalog” ismi altında sürdürülmektedir. Diyalog, iki veya daha fazla kişinin karşılıklı konuşması, değişik ırk ve kültürlerden, farklı inanç ve kanaatlerden, farklı siyasi anlayıştan insanların bir araya gelerek, medenî ölçüler içerisinde birbirleriyle iletişim kurması yoludur. Dinî alanda diyalog ise; hem bir dine mensup farklı grupların, hem de farklı dinlere mensup insanların, inanç ve düşüncelerini birbirlerine fiziki ya da manevi zor kullanarak kabul ettirme girişimlerinde bulunmaksızın, ortak meseleler etrafında hoşgörü ortamı içinde konuşabilmesi, tartışabilmesi ve işbirliği yapabilmesi demektir. Binlerce yıl süren tarih tablosuna baktığımızda, dinler ve inançlar arası sıcak ve soğuk kavgaların insanlığa felaketler ve acılar, nefret ve kin dışında bir şey getirmediği şuuru her geçen gün biraz daha kuvvetlenmektedir. Küçülen dünyamızda insanların dostça ve barış içinde yaşayabilme yollarının başında birbirlerini yeterince tanımaları, diyalog halinde olmaları ihtiyacı kendini göstermektedir. Aynı odada yaşasalar dahi, birbirleriyle konuşmayan iki kişinin birbirlerini tanımaları, dost olmaları beklenemez. İnsanlar karşılıklı konuşmalarla birbirlerinin duygu ve düşüncelerini anladıkları derecede, aralarında gönül köprüleri kurulur. Ortak sorunlarını birlikte çözme eğilimleri belirir. Evet, inanç ve vicdana bağlı ahlakî değerleri, yıkıcı akımlara karşı daha güçlü koruyabilmek ve yeni nesillerin daha iyi yetişmesine katkıda bulunabilmek için, inanan insanların el birliği yapmasına ihtiyaç vardır. Eğer dinler iyiliği, güzel ahlakı, huzuru, adaleti tavsiye ediyorlarsa, aynı gayede bir araya gelip güç birliği yapmalarından, sorunlarına birlikte çözüm yolları aramalarından daha tabiî ne olabilir? Bediüzzaman Said Nursî’ye Göre İslâm-Hıristiyan Diyaloğu Hıristiyan-İslâm diyaloğunun hedeflerinden birisi de, her iki dinin bütün dünyada Ateizme, Materyalizme ve Komünizme karşı ortak hareket etmeleridir. Bediüzzaman Said Nursî Hıristiyan-İslâm diyaloğu ile ilgili olarak, “Hatta hadis-i sahihle, âhir zamanda İsevilerin hakiki dindarları ehl-i Kur’ân’la ittifak edip müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi, şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimi ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakiki dindar ruhanileri medar-ı ihtilaf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve niza etmeyerek müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar” (2) demektedir. Bugün dünyada 1 milyarın üzerinde Müslüman, bir o kadar da Hıristiyan vardır. Her iki din mensupları olarak eğer biz dikkatlerimizi ortak vazifeye teksif edersek; yani dünyada adaletin yanında, haksızlığın karşısında yer alırsak, dünyada iyiliğin hâkim olması için çok şeyler yapabiliriz. Bizler tarihteki düşmanlıkları eski bir deri gibi üzerimizden atmalıyız. Geçmişin hata ve yanlışlıklarını maziye gömüp gözlerimizi geleceğe çevirmeliyiz. Çünkü dünyanın problemleri gittikçe büyümekte ve girift bir hal almaktadır. Bu problemleri ancak beraberce çözebiliriz. Bunun yanında bizi birbirimize yaklaştıran pek çok ortak değerimiz vardır: Dindarlık, doğruluk, komşu hakları, karşılıklı dayanışma, muhtaçlara yardım, fakir ve hastaları görüp gözetme, aile fertlerinin birbirine sevgisi, saygısı ve bağlılıkları, misafirperverlik v.s. Evet, dünyada nerede savaş ve açlık varsa, bunlara çare bulmak için insanların dinine ve rengine bakmadan çalışmaya mecburuz. a. Bediüzzaman’ın Hıristiyanlığa bakışı Bediüzzaman Said Nursî’nin diğer din mensuplarıyla ilgili detaylı görüşlerini, bilhassa Hıristiyanlarla olan kısmını üç ana noktada özetleyebiliriz: Birinci nokta: Bediüzzaman’a göre insanlığın büyük kısmının İslâm’ı kabul edeceği görüşü hâkimdir. Meşhur “Ehl-i Kitaba davetiye”sinde ve Risale-i Nurun çeşitli yerlerinde bu meseleyi işlemektedir. “Kur’ân-ı Kerim ehl-i kitabı imana teşvik etmekle, onlara bir ünsiyet, bir suhulet gösteriyor. Şöyle ki: “Ey Ehl-i Kitab! İslâmiyet’i kabul etmekte size bir meşakkat yoktur. Size ağır gelmesin! Zira size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak itikadınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor. Zira Kur’ân, bütün kütüb-ü sâlifenin güzelliklerini ve eski şeriatların kavaid-i esasiyelerini cem etmiş olduğundan, usulde muaddil ve mükemmildir. Yani tadil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekânın tegayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir... Bu sırdandır ki Kur’ân fer’î hükümlerden bir kısmını neshetmiştir. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi diye hükmetmiştir.” (3) İkinci nokta: Said Nursî’ye göre; gayrimüslimler, İslâm ülkelerinde Müslümanlarla aynı haklara sahip olmalı ve onlar gibi muamele görmeliler. Tâ ki, Müslümanlara da gayrimüslim devletlerde aynı şekilde davransınlar. Bu meseleyi Safa Mürsel, Bediüzzaman Said Nursî ve Devlet Felsefesi isimli eserinde, Münazarat’ı kaynak vererek enteresan bir şekilde tespit etmektedir. Bediüzzaman’ın da, 1911 yılında Rum ve Ermenilere Meşrutiyette aynı hürriyetleri vermeyi “İslâm’a uygun olarak” kabul ettiğini görüyoruz: “Onların hürriyeti, onlara zulmetmemek ve rahat bırakmaktır. Bu ise şer’îdir…”(4) Bu husus Hıristiyanlar için de geçerlidir. Eğer Müslümanlar bulundukları yabancı ülkenin Anayasasına uyar, Hıristiyan dinine ve kültürüne zarar vermezse -İslâm Devleti’de Müslümanların Hıristiyanlara verdiği hakların aynısına- sahip olurlar. Yine Bediüzzaman Said Nursî Münazarat isimli eserinde, Müslüman kalarak, Yahudi ve Hıristiyanlarla dost olunabileceğini ifade etmektedir. Dini farklılıklara zarar vermeden politik, sosyal ve ekonomik sahalarda dostluklar kurulabileceğini belirtmektedir. Hıristiyanlar ve Müslümanlar bu şekilde karşılıklı olarak devletler hukuku üzerinde anlaşabilirler. Birlikte yaşayışa zarar vermeyecek bir ölçüde dinî farklılıklar kabul edilebilir. Bu görüş iyi bir İslâmî geleneği ifade etmektedir ve tarihte de değişik defalar uygulama sahası bulmuştur. Bediüzzaman bu görüşü, zamanımız için gerçek bir beraber yaşamanın gerçekleşmesinde çok önemli bir prensip olarak tespit etmiştir. Bu görüş, toleranslı bir beraberliğin ötesine geçmemektedir. Üçüncü nokta: Hıristiyanlık-İslâmiyet diyaloğuna Risale-i Nur noktasından baktığımızda, her şeyden önce her iki dinin ortak noktaları ortaya çıkar. İşte bu ortak noktalar, İslâm’ın ve Hıristiyanlığın bütün dünyada ateizme, materyalizme, komünizme v.s. karşı ortak hareket etmeleri imkânını vermektedir. Bediüzzaman Said Nursî bu dâvaya delil olarak Mâide sûresinin ikinci âyetini göstermektedir. Semavi dinlerin hayırlı işlerde yarışması, bilhassa dinsizliğe karşı ortak mücadele etmesi önemlidir. Dördüncü nokta: Mektubat isimli eserinde Said Nursî, bazı Hıristiyanların Hz. İsa’ya (a.s.) muhabbette ifrata düştüklerini, hatta meşrû sınırı aşarak onu (hâşâ) “Allah’ın oğlu” kabul ettiklerini söyler. Bunun ardından Yahudilerin, tefrîte düşerek Hz. İsa’ya (a.s.) düşmanlık beslediklerini, onun peygamberliğini ve yüksek derecesini inkâr ettiklerini ifade eder. (5) Bediüzzaman Said Nursî, Hıristiyanlık hakkında şöyle der: “Nasraniyet ya intifâ veya ıstıfâ edip İslâmiyet’e karşı terk-i silâh edecektir. Nasrâniyet birkaç defa yırtıldı, Protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intifâ bulup sönecek veya hakikî Nasrâniyet’in esasını câmi olan hakâik-ı İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır.” (6) Ona göre Hıristiyanlık ve İslâmiyet dinsizlik cereyanına karşı tek başlarına duramazlar. Dinsizlik cereyanının “pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hz. İsa Aleyhisselâmın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlâhiyenin semâsından nüzûl edecek, halihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffî edecek, hurâfattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakâik-ı İslâmiye ile birleşecek, mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir ve Kur'ân’a iktidâ ederek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.” (7) Sonuç hakkında Bediüzzaman’ın tespiti şöyledir: “Şahs-ı İsa Aleyhisselâmın kılıncıyla maktul olan şahs-ı Deccalın, teşkil ettiği dehşetli maddiyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı manevîsini öldürecek ve inkâr-ı ulûhiyet olan fikr-i küfrîsini mahvedecek ancak İsevî ruhanîleridir ki, o ruhanîler din-i İsevînin hakikatini hakikat-i İslâmiye ile mezcederek o kuvvetle onu dağıtacak, manen öldürecek.” (8) Avrupa’daki medeniyetin dinle bağlantısı ve İslâm âlemine etkileri konusuna Said Nursî eserlerinin birçok yerinde temas etmiştir. Ona göre Avrupa ikidir: Birincisi, “İsevîlik din-i hakîkîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimâiye-i beşerîyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden”, diğeri ise, “felsefe-i tabiiyyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehâsin zannederek beşeri sefahate ve dalâlete sevkeden” (9) Avrupa’dır. Açıktır ki, Avrupa’daki din, birçok tahrifata uğrayarak gerçek Hıristiyanlıktan alabildiğine uzaklaştırılmış bir dindir. Hatta dinin ıslah edilmesi çerçevesindeki çalışmalar Protestanlık gibi bir mezhebin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Said Nursî bu gelişmeyi şimdiki Hıristiyanlığın İslâmiyet’e doğru bir adım atması şeklinde değerlendirmiştir. Bu gelişmeler karşısında Protestanlığın gördüğü şiddetli tepkileri şöyle değerlendirir: “Çünkü âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammediye (s.a.s.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş ve madem âhir zamanda Hz. İsa’nın (a.s.) din-i hakîkisi hükmedecek, İslâmiyet’le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hz. İsa’ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi şahadet denilebilir.” Bediüzzaman Said Nursî şöyle devam eder: “Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahatinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffâret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakîkatten haber aldım.” (10) Said Nursî, Kastamonu Lahikası isimli eserinde, İkinci Dünya Savaşı esnasında çocuk ve kadınların düşman tarafından uğradıkları eza ve cefalara ve öldürülmelerine, fıtratındaki şefkat dolayısıyla fevkalâde acımıştır. Sonra mânevî gözüyle, öldürülen masum çocukların ve insanların Cenab-ı Hakkın rahmetiyle Cennete girdiklerini, hatta o masumlar kâfir de olsalar Cenab-ı Hakkın rahmetinin onları bile içine aldığını ifade etmekte ve devamla “Hatta o mazlumlar kâfir de olsa, âhirette kendilerine göre o dünyevî âfattan çektikleri belalara mukabil rahmet-i İlâhiyenin hazinesinden öyle mükâfatları var ki, eğer perde-i gayb açılsa o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görünüp, ‘yâ Rab, şükür elhamdülillah’ diyeceklerini bildim” demektedir. (11) b. Bediüzzaman’ın Düşüncesinde Müslüman-Hıristiyan Diyaloğu Ve İşbirliği Bediüzzaman Said Nursî, Hıristiyanlarla uzlaşma ve dostluk inşası yönünde kendi kişisel gayretlerini ortaya koymuştur. 1950’de, Roma’ya, Papa XII. Pius’a, Risale-i Nur Külliyatını göndermiş ve cevaben, 22 Şubat 1951’de, şahsî bir teşekkür mektubu almıştır. Bir gözlemci, bunun, İkinci Vatikan Konsülünde Katolik Kilisesinin Müslümanlara duyduğu saygı ve hürmeti ilan ve de İslâm’ın gerçekten bir selamet ve necat yolu olduğunu beyan etmesinden yalnızca on yıl önce vuku bulduğunu belirtir. (12) Said Nursî, aynı şekilde, bundan birkaç yıl önce, 1953’te, Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında mütecaviz dinsizliğe karşı işbirliği temini için, İstanbul’da Patrik Athenagoras’ı ziyaret etmiştir. (13) Said Nursî, Müslüman-Hıristiyan diyaloğu ve işbirliği üzerine orijinal ve insanı üzerinde düşünmeye sevk eden görüşler sunar. Onun merkezî tezi, Müslümanlar ile Hıristiyanların beraberce, Allah’ın planına göre, beşerî izzet, adalet ve dostluğun esas olacağı gerçek bir medeniyet inşa edebilecekleridir. Bunun için, Müslümanların ve Hıristiyanların birbirleriyle ilişkilerini sevgi üzerinde temellendirmeleri gerekir. Said Nursî, meşhur Hutbe-i Şâmiye’sinde, medeniyetin üzerinde inşa olunacağı dördüncü kelimenin muhabbet (sevgi) olduğunu söyler. “Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır.” (14) O, “Husumet ve adavetin vakti bitti” hükmüne ulaşmıştır. Bu sevgi çağrısı, kişinin kendi dinî cemaatinin sınırları etrafında bile, bugün hâlâ geçerli gibi gözüküyor. Nitekim, Said Nursî’nin Şam’da meşhur hutbesini verdiği 1911 yılından beri dünyamızda vukua gelen olaylar, bu mesajın önemini açıkça göstermiştir: İki Dünya Savaşı, Hindistan ve Pakistan arasındaki çatışmalar, Ruanda ve Burundi’deki katliamlar, Filistin halkının yerinden yurdundan edilmesi, önce Bosna’nın ve sonra da Kosova’nın mahvedilmesi, ve dünya çevresindeki böylesi başka birçok kanlı çatışma, bize, kardeşin kardeşi kırdığı bu tahribata karşı yegâne çözümün sevgi olduğunu hatırlatır. Dünya, Müslümanların ve diğer din mensuplarının Vedûd ve Rahîm bir Rabbe iman temeline dayanan müminler cemaati olarak, öfke ve savaşa karşı ilâhî alternatif olarak sevginin yolunu göstermesini hâlâ bekliyor. c. “…Yahudi ve Hıristiyanları Dost Edinmeyin…” (Mâide, 51) Âyetiyle İlgili Bediüzzaman’ın Görüşü Bediüzzaman Said Nursî’nin 1910-1911’de, Hıristiyanlarla dostluk ilişkileri inşa etme arzusundan dolayı kimilerince sorgulama konusu edildiği görülür. Kendisi, bazı Müslümanların “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin” (Mâide, 51) âyetine vermiş oldukları kısıtlayıcı yorumla karşı karşıya gelir. Bu âyetin ışığında, onun Müslümanlar ile Hıristiyanların dost olması gerektiğini, nasıl ve ne diye söylediği sorulur. Bediüzzaman, bu prensibi söz konusu âyetin yorumuna tatbik ederek, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyle ilgili yasağın, ancak İslam’a rağmen onları Yahudilik veya Hıristiyanlıklarında örnek alıp taklit etme durumunda geçerli olduğu görüşünü öne sürer. O’na göre, bir Müslüman’ın her bir sıfatı Müslüman olmadığı gibi, bir Yahudi’nin veya Hıristiyan’ın bütün sıfatları da inançsızlığı yansıtmaz. Eğer Müslümanlar bir Yahudi veya Hıristiyan’da İslâmî öğretiye mutabık düşen nitelikler bulurlarsa, onların bu nitelikleri takdirle karşılamalıdır. Yahudi ve Hıristiyanlarla dostluğun temelini teşkil eden, bu iyi nitelikler olacaktır. Said Nursî, “Bir Müslüman bir Yahudi veya Hıristiyan’ı sevebilir mi?” sorusunu gündeme getirir ve cevaben, Müslüman bir erkeğin Kitap Ehli bir kadınla evlenebilmesi örneğini verir. “Ehl-i Kitaptan bir haremin olsa, elbette seveceksin.” (15) Onun Hıristiyanlarla dost olunabileceği tezi, şeriatın bir Müslüman erkeğe bir Yahudi veya Hıristiyan kadınla evlenmesine izin verdiği gerçeğine dayanmaktadır ki, insan eşini sever, sevmesi de gerekir. Sonuç Kur’ân-ı Kerim âyetlerinin emrettiği, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ve O’ndan sonraki Müslümanların hayatlarında tatbîk ettiği diğer din mensuplarıyla diyalog, bugünkü Müslümanların da yapması gereken önemli bir iştir. Diyaloğa girdiğimiz kimseler, bizim dinimize girmiyor diye diyalogdan uzak durulmaz. Çünkü, diyalog görüşmeleri neticesinde böyle bir şey olmasa bile, arada dostluğun oluşması da büyük bir kârdır. Diyalog görüşmeleri uzun vadeli projelerdir. Aceleci davranıp, ciddi bir şey elde edilmiyor, bir faydası yok diye hemen vazgeçilmemeli ve sabırla devam edilmelidir. Zira din mensuplarının ve hiçbir dine mensup olmayanların güçlerini, kavga ve düşmanlıkta harcayacaklarına, böyle müspet şeylerde harcamaları elbette ki daha faydalıdır. Dinler arası diyalog görüşmeleri neticesinde, bize saygı gösteren diğer din mensuplarına karşı, bize saygı gösterdikleri sebebiyle biz de onlara saygı gösterelim demek doğru değildir. Çünkü biz Müslümanlar, dinimizin emri olarak herkese karşı saygılı oluruz. Eğer biz, bugün, yarın herkese dinimizin gereği saygılı davranırsak, yarın veya daha sonrasında diğer din mensupları da bize karşı saygılı davranmaya başlayacaktır. Böylece din mensupları arasında ve bütün dünyada barış meydana gelecektir. Bundan da elbette ki, sadece dindarlar değil, bütün dünya insanları istifade edeceklerdir. Dinler arası diyalog görüşmelerini “yıllarca İslam’a, Kur’ân’a, başkaldırmış, düşmanlık etmiş insanlarla dostluk kurma” diye tenkit edenler olabilir. Hâlbuki bu, İslâmî bir düşünce ve bu düşüncenin hayata yansımasından ibarettir. Allah Resûlü (s.a.s.), yıllarca kendisine her türlü işkence yapan Ebu Cehil’i ve onun gibi nicelerini defalarca karşısına alıp muhatap olarak kabul etmiştir. O halde bugün dinler arası diyalog vesilesiyle görüşülüp, konuşulan bu insanlar yüzünden, böyle İslâmî nasslarla te’lif edilemeyecek tenkitler yapmanın manası nedir? Kaldı ki bu insanlar içerisinde çokları Allah’a olan inançlarını izhar etmektedirler. Bu, aslında İslam’ı tam anlamıyla özümseyememenin bir ifadesidir. Hatta diyalog görüşmelerinde bulunan bir kimse, “Bu tavır, bu tarz, bu üslûp benim kendi tavrımdır.” dese ukalâlık etmiş, İslam’ın getirdiği evrensel kaideleri kendisine mal etmiş olur. Onun için bir Müslüman, bugün bir ateistle de karşılaşsa, aynı şekilde davranmalıdır. Bu katiyen takiyye ya da iki yüzlülük değildir. Aksine İslâmî tavır ve düşüncenin ortaya konuşudur. Bu cümleden olarak, ilâhî ve evrensel dinin tebliğ ve temsil erleri, muhatabı olan Hıristiyan, Yahudi ve diğer din mensuplarıyla, hatta ateistlerle bile diyaloğa girmeli ve onlara karşı mülayim davranmalıdırlar. Mesela şimdilerde, değişik din mensupları, Müslümanlarla böyle bir temasa geçme çabası içindedir. Böyle bir çabada onların gerçek niyetleri ne olursa olsun, zâhirî durumdan hareketle dünya barışı adına bu fırsat mutlaka değerlendirilmelidir. Tarihî hadiseleri, tarihsellik çukuru içine gömerek, hiç mevzubahis etmeden, onları kendilerini tarif ettiği konumları içinde kabullenmek suretiyle, belki de tarih boyunca gerçekleşmeyen ortak değerler etrafında bir birleşme gerçekleşebilir. Yeter ki biz, bize düşeni, belli yol ve yöntem içinde yapabilelim. Günümüzde uzaklar daha da yakın olmakta ve dünya küreselleşerek, bir köy haline gelmektedir. Dolayısıyla Hıristiyan, Yahudi, Budist ve ateist demeden her kesimden insanla münasebet kurmak ve onlarla bir diyalog ve anlaşma zemini aramak şimdiden kaçınılmaz görünmektedir. Dinler arası diyalogdan kaçınmak, dindarlara büyük bir vebal yükler. Siyasilerin, insanlığın geleceğini kana ve savaşa boğmak maksadıyla, diyaloğa değil savaşa ve çatışmaya yönelik, medeniyetler çatışması gibi teoriler ürettiği bir ortamda, dindarlar, bugün çok zayıf bir ışık da olsa, fakat gelecekte aydınlığın ve barışın hakim olmasına yönelik bu tür çalışmalara destek vermelidirler. Eğer diyaloğun alt yapısını hazırlamaz ve gereken önlemi almazlarsa, o zaman Hungtington’un insanlığın geleceği adına ürkütücü teorisi, meşruluk kazanmış olur. Diyalog, Müslümanlar için kaçırılmaması gereken bir fırsattır. Diğer din mensuplarını diyaloğa iten sebepler, ister bazılarının söylediği gibi siyasi, isterse bazılarının artık açık bir şekilde ifade ettikleri gibi misyon faaliyetinin bir parçası gereği olsun, Müslümanlar açısından bunun çok fazla bir önemi yoktur. Çünkü Batı, tarihin hiçbir döneminde (Müslümanlarla birlikte yaşamak zorunda kaldığı Endülüs de dâhil), İslam’ı ve Müslümanları ön yargısız bir şekilde anlamaya çalışacağı bir ortama sahip olamamıştır. Öyleyse bu müspet havanın çok iyi değerlendirilmesi gerekmektedir. Bazı olumlu müşahhas neticelerini gördüğümüz dinler arası diyaloğa, daha fazla vakit ayırıp, dünya barışını bir an önce gerçekleştirmek için çalışmalıyız. Kaynaklar: 1. Bediüzzaman Firuzanfer, Mevlana Celaleddin, MEB Yayınları, 1985, Çev. Feridun Nafiz Uzluk. Önsöz, s.IV. Metnin aslı: Hemçü pergarim der-pa der-şeriat üstüvar/Pay-i diğer seyr-i heftad ü dü-millet miküned. 2. Bediüzzaman Said Nursî, Kaynaklı, İndeksli, Lügatli Risale-i Nur Külliyatı, Nesil Basım Yayın, İstanbul 1996, I,663, hâşiye. 3. Bediüzzaman Said Nursî. a.g.e., II,1175. 4. Bediüzzaman Said Nursî, a.g.e., II,1942. 5. Said Nursî, Kaynaklı, İndeksli, Lügatli Risale-i Nur Külliyatı, l,557. 6. Said Nursî, a.g.e., I,571. 7. Said Nursî, a.g.e., I,372. 8. Said Nursî, a.g.e., I,887. 9. Said Nursî, a.g.e., I,642. 10. Said Nursî, a.g.e., II,1615. 11. Bediüzzaman Said Nursî. a.g.e., II,1599. 12. Şükran Vahide, Bediuzzaman Said Nursi, İstanbul, 1992, s. 344. 13. Necmettin Şahiner, Son Şahitler, IV, 307, 344; Bediüzzaman Said Nursi, Mufassal Tarihçe-i Hayat, Abdülkadir Badıllı. 14. Bediüzzaman Said Nursî. a.g.e., II,1968. 15. Bediüzzaman Said Nursî, a.g.e., II,1944. prof.dr.Davut AYDÜZ | |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
ÇAĞRI /Unutulmaz Sahne | Kara Kartal | Film Kutusu | 1 | 23 Ocak 2022 22:27 |
Ölen Kişinin arkasından Ağıt ve Yas tutmak | Belgin | Soru Cevap Arşivi | 1 | 11 Nisan 2014 02:19 |
Hz. Muhammed Türkçe Olimpiyatları'na katıldı! (mı acaba? ) | Nickübra | İslami Haberler | 2 | 04 Temmuz 2013 22:29 |
Türkçe Olimpiyatları Kapanış Töreni | 16.06.2013 İndir | enderhafızım | Videolar/Slaytlar | 1 | 18Haziran 2013 13:21 |
Karate izlemek isteyenlere.::))) | enderhafızım | Videolar/Slaytlar | 1 | 11 Şubat 2013 19:49 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|