|
Konu Kimliği: Konu Sahibi serpil,Açılış Tarihi: 26 Aralık 2013 (16:57), Konuya Son Cevap : 26 Aralık 2013 (16:59). Konuya 2 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
26 Aralık 2013, 16:57 | Mesaj No:1 |
Durumu: Medine No : 43 Üyelik T.:
03 Temmuz 2007 | Din Eğitimi 7.8.9.Hafta Din Eğitimi 7.8.9.Hafta 7. Hafta DİN EĞİTİM VE ÖĞRETİMİNİN İLKELERİ Bütünlük İlkesi İnsanın kabiliyetleri beden, zihin ve duygu yetileri onun kişiliğini ve davranışlarını belirler. Bedenimiz hareket kabiliyetinin, zihnimiz akıl ve muhakeme kabiliyetinin, duygularımız ise seçme ve değer verme kabiliyetinin (ahlâk) tezahür ettiği insani kuvvelerdir. İnsanın sağlam bir dini kişilik ve dengeli dini davranışlar geliştirebilmesi için bu üç alanın birbirleri ile uyumlu bir bütünlük içinde eğitilmesi gerekir. Bunlardan birinin ihmal edilmesi dini kişilik dengesinin bozulmasına, uygun olmayan davranışların ortaya çıkmasına yol açacağından böyle bir durum dini yönden makbul sayılmaz. İnsandaki zihin, beden ve duygu kuvvelerinin birlikte eğitilip olgunlaştırılması dini terminolojide iman, amel, ihlas bütünlüğü olarak ifade edilir. İman bir müslüman için zihinle alakalı bir yöneliş olarak ilk şarttır. Amel olmayınca imamın, ihlas olmayınca da amelin kemal düzeyine ulaşamayacağı ifade edilir. Kur’an’da çoğunlukla iman amel ile birlikte ifade edilir ve kurtuluşa erecek kimseler anlatılırken “iman edenler ve salih amel (doğru işler) yapanlar“ ifadesi kullanılır. Ayrıca duyguların insanı kötülüğe sürükleyeceğine (Yusuf,12/53) dikkat çekilerek insanın kendini nefsin kötülüklerinden arındırması istenir (Tâhâ, 20/76) ve kendini nefsinin temayüllerinden koruyanların kurtuluşa ereceği bildirilir (Teğabun, 64/16). Bu gerçeklerden hareketle din eğitiminde bireyin öncelikle öğrendiği bilgileri zihinsel muhakeme süzgecinden geçirip sağlam kanaatler oluşturarak benimsemesi esas alınacaktır. Sonra bu bilgileri uygulayabilecek, gereklerini yerine getirebilecek bir yaşantı alışkanlığı kazanması, yaşantılarını da içten ve ahlâki değer ölçülerine uygun bir şekilde düzenlemesi sağlanacaktır. Böylece kendine, değerlerine ve insanlara saygılı, özgürce inanan, inandıklarını teori-pratik bütünlüğü içinde erdemli yaşantılara dönüştürebilen bireyler yetiştirilecektir. İtidal İlkesi Dinin temel bilgileri ve kuralları Kitap ve Sünnete dayanmakla birlikte naslarla bildirilen temel meselelere dair bilgilerin dışında dinin kısmen kapalı ve ayrıntı konularında yoruma müsait geniş bir alan mevcuttur. Dini konularda geniş bilgi ihatasına ve sağlam muhakeme gücüne sahip olmayan kimselerin sübjektif yargılarla yorumda bulunmalarının isabet şansı azdır. Buna dinin duygu yoğunluklu bir alan olması da eklenince insanların uç değerlendirmeler yapması, en alt ve en üst (ifrat-tefrit) düzeylerde dini tutum geliştirmeleri kaçınılmaz olmaktadır. Dinimizde dini bilgi ve davranışların belli kuralların sınırları içinde ve insan tabiatına uygun mutedil düzeyde benimsenip uygulanması, ifrat ve tefrit ölçülerine götürülmemesi istenmektedir. noktalara doğru aşırı yoğunlaşmalara müsaittir. Din öğretiminde her konun gerektirdiği ağırlık derecesi göz önüne alınmayıp karşılaşılacak ceza-mükafat, günah-sevap dengeleri hassasiyetle kurulmadığında sünnet ve efdal olanı farz derecesinde benimseme, farzları veya haramları önemsememe şeklinde aşırı hassasiyet ya da aldırmazlık durumları ortaya çıkabilmektedir. Eğiticilerin bu durumu göz önüne alarak kişilerin ifrat ve tefrite kaçmayan itidalli bir dini tutum geliştirmeleri hususunda çaba göstermeleri gerekir. Peygamberimizin orta yol dediği bu dengeli durumun bir tara doğru değişmesi bir dini tutum bozukluğu oluşturacaktır. Gelişim Sürecine Göre Eğitim İlkesi Çocukların anlayış, kavrayış, bilgi ve fikir kapasiteleri yaş ve gelişim düzeylerine göre farklılıklar gösterir. Bu farklılıklar karşısında herkese aynı tutum ve yaklaşım içinde tekdüze bir eğitim verme çabasının olumlu ve verimli sonuçlara götürmeyeceği açıktır. Eğitim psikolojisi alanındaki çalışmalar, bireyin fiziksel, zihinsel, sosyal ve ahlâki gelişmelerini inceleyerek kime, hangi düzeyde, neyin, nasıl öğretileceği üzerinde durmaktadır. Peygamberimizin konu ile ilgili emir mahiyetindeki sözleri eğitim psikolojisi çalışmalarının önünü açmaktadır. Ünlü İslam bilgini İmam Gazali bu konuda şöyle diyor: "Öğretmen, öğrencinin anlayışını iyi tespit etmeli, kaldırabileceği kadar ders vermelidir; aklının eremeyeceği veya kalbine usanç getiren ya da aklını çok zorlayan konuları derste tekrar edip durmamalıdır." Din eğitimi biliminin Türkiye’deki öncüsü Beyza Bilgin tabiata uygun düşenin, çocuğa eğitimin zamanında verilmesi olduğunu, aksi halde çocuğun duygularından bazılarının geliştirilememiş, eksik bırakılmış olacağını belirttikten sonra "Peki bu eğitimi nasıl yapacağız ?" diye sormaktadır. Cevabı da kendisi şöyle veriyor: "Prensip şudur: «Gıdayı çocuğa ver, acıktığı zaman ve hazmedeceği kadar. Çünkü insnadaki can gıdasız kalırsa ölecektir. Din eğitimini de çocuğa ver, çocuk alabilecek oldukça ve nazik aklının kaldırabileceği kadar. Bu konu ile ilgili yaygın dini tavsiye şöyledir: «Insanlara akıl seviyelerine göre konuşun.» Dikkat edilmesi gereken ince nokta şudur: Çocuğa sorduğu kadar cevap verilecektir. O sordu diye bilgi yağmuruna tutulmayacaktır. Erken verilen bilgilerin çocukların ruh sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri, ele alınması gereken ayrı konudur. Çok bilgi ile veya anlayamayacakları ifadelerle çocuğa yüklenmek, ona hiç cevap vermemek veya yalan yanlış cevaplarla geçiştirmek gibi olumsuz etki yapmaktadır." Kabiliyet ve Statüye Göre Eğitim İlkesi Öğretimde bireylerdeki bu farklılıkların dikkate alınması gerekir. Çünkü farklılıklar aynı zamanda insanların yeteneklerinin yönünü belirlemektedir. Ezberleme yoluyla öğrenenlerin sözel bilgilere, kavrama yoluyla öğrenenlerin sayısal bilgilere, sembollerle öğrenenlerin fen bilgilerine daha yatkın oldukları bilinir. Bunların dışında bazı kimselerin de estetik sezişleri (müzik kulağı, ressam bakışı, şair duyarlığı vb.) daha güçlüdür. Bu kimseler de sanata yatkındırlar. Modern eğitim, öğretimde bireysel farklılıkların tanınmasını, öğretmenin bu farklılıklara göre yaklaşımını öngörür. Çünkü öğretim öğretenle öğrenen arasında bir iletişim sürecidir. İletişim ise en basit ifadesiyle "anlamları bireyler arasında ortak kılma işlemi" (Küçüahmet, 1986) olarak tanımlanır. Bilgi konusu olan objenin anlamında öğretenle öğrenen arasında sağlıklı bir ortaklık kurulması büyük ölçüde öğrenenin öğrenme yaklaşımı ile ilgilidir. Daha açıkçası iletişimde bilgiyi verenle alanın yaklaşımları ile iletişimin şekli uyumlu olmalıdır. Bu uygunluk sağlanamadığı taktirde onunla iletişim kurma ve dolayısı ile öğretim gerçekleşme güçleşecektir. Bir kimsenin sanatkar olma, mühendis olma veya sosyolog, tarihçi, psikolog olma eğilimi göstermesi onun Allah'la ilişkilerini, dini tutum ve davranışlarını arka plana itmesini gerektirmez. Çünkü din her branştan, her meslekten insanı kuşatır. Belki değişik mesleklerdeki insanların hayatın ve hadiselerin sırlarını, hikmetlerini kavramadaki yaklaşımları farklıdır. İşte bu durum din eğitimcisinin önüne değişik imkanlar getirmektedir. Her meslekten insana yönelik din eğitiminde kullanılacak öğretim yaklaşımları ve öğretim metotları onların yetenek ve eğilimleri ile ilişkilendirilecek, örneklemeler onların alanları ile ilgili yaşantılardan seçilecektir. Aynı şekilde Peygamberin de bedevilere, şehirlilere, ediplere, kabile reislerine farklı yaklaşımlarla dinin esaslarını anlattığına dair örnekler çoktur. Eskiler buna muktezayı hal (muhatabın ve ortamın durumunun gereği) demişlerdir. Dinin öğretiminde kişinin sosyal ve kültürel durumu, bulunduğu ortamın şartları göz önüne alınarak ona göre bir yol tutulacaktır. Bir bilgi her durum ve şartta, herkese aynı ölçüler ve kalıplar içinde sunulamaz. Denildiği gibi “Her yerde söylenecek uygun bir söz, her grupla konuşulacak uygun bir dil, her cemaate tesir edecek uygun bir üslup vardır.“ İslam dini, öğrenilmesi gereken faydalı bilginin kimden, ne zaman ve nerede elde edileceği konusunda bir sınırlama getirmemiştir. Peygamberimizin, Bedir savaşında esir alınan müşrikleri hürriyetleri karşılığında müslüman çocuklarına okuma-yazma öğretmek üzere görevlendirdiği bilinmektedir. Yazı, dil, matematik vb. pozitif bilimleri öğretenlerin inanç ve zihniyetlerine bakılmaksızın onlardan istifade edilir. Bu kimselerin başka dinden olmaları, inanç, düşünce ve yaşayış tarzlarının Müslümanlarınkine ters olması, bir müslümanın eğer istifade edecekse onlardan bilgi almasına engel teşkil etmez. Peygamberimizin "Hikmet müminin yitiğidir; onu nerede bulursa almaya hakkı vardır." (Tirmizi:2688) buyurması ilim öğrenilecek kimseler hakkında her hangi bir kişilik sınırlaması olmadığını göstermektedir. Ancak çocukların inanç, ahlâk ve zihniyet yönünden gelişmelerinde öğretmenin model olarak, örnek olarak ihmal edilmeyecek derecede büyük etkisi vardır. Çocuk öğretmeninden sadece bilgi almaz; ondan anlayış, tutum ve davranış bakımından kişilik geliştirme yönünde çok ciddi boyutta değerler kazanır. Bu noktada eğitimle öğretimi birbirinden ayırmak gerekiyor. Salt bilgi öğrenmenin dışında çocuğun eğitimi söz konusu olunca öğretmenin inancı, zihniyeti ve kişiliği önem kazanır. Bunun dışında bilgi kimde ise ondan alınacaktır. Bilgi Çin’de dahi olsa gidilip oradan, oradaki kimselerden alınacağı öğüdü dini kültürümüzde hadis zannedilecek kadar yaygın, dilden dile dolaşan bir söylem olmuştur. Bilgini Yararlılığı İlkesi İnsan hiç bir şey bilmeyerek dünyaya gelir; (Nahl, 16/78) doğumla beraber kendini yoğun bilgi ortamında bulur. Bilgiye duyular yoluyla ulaşıldığından insanın duyularının yöneldiği her obje onun için bilgi değeri taşır. Bu yönüyle "hayatın bütünü bilgidir" demek yanlış olmaz. İnsan istese de istemese de görür, işitir, hisseder, düşünür. Böylece her an yeni veya tekrar bilgilere ulaşır. Acaba bu bilgilerin hepsi gerekli midir veya faydalı mıdır? Bilginin değeri, felsefenin önemli problemlerinden biridir. Büyük filozoflar ve düşünürler bu konu üzerinde fikir yürütmüşler, düşünceler ileri sürmüşlerdir. Ancak felsefe "neye bilgi denir?" ve "bilgi nasıl meydana gelir?" soruları üzerinde durur. Biz din eğitimi açısından bilginin işe yararlılık meselesini irdelemek istiyoruz. Şu soruların din bakımından cevaplandırılması gerekir: 1- Bütün bilgiler faydalı mıdır, yoksa dini açıdan faydasız bilgi de var mıdır? 2- Faydasız bilgi varsa hangisidir, bunu belirlemenin ölçüsü nedir? Bu konuda kuşkusuz bizim için felsefeden gelen değerlendirmeler değil, dinden gelen açıklamalar önem taşımaktadır. Peygamberimiz birden çok muteber hadis kitabında yer alan bir hadisinde "Allahım işe yaramayan bilgiden sana sığınırım."1 diye dua etmiştir. Bu hadis bize bazı bilgilerin işe yaramadığını, faydasız olduğunu ve onlardan kaçınılması gerektiğini bildirmektedir. Demek ki İslam dinine göre faydasız bilgi vardır. Burada önemli sorun, yukarıda da işaret edildiği gibi hangi bilgilerin faydasız olduğudur. Birbilgi bir kimse için faydasız olabilir; fakat bir başkası için faydalıdır. Faydasızlık kişilere göre izafi (rölatif) bir hüküm mü olacak, yoksa genel bir faydasızlık mı söz konusudur? Kuşkusuz bu konuda da İslam dininin koyduğu değer ölçülerinden hareket etmek durumundayız. Yoksa hangi bilginin faydalı, hangisinin faydasız olduğunda insanların ortak bir yargıya varmaları, hatta bilginin faydasızının olup olmadığı hususunda anlaşmaları mümkün değildir. "Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi, onun Müslümanlığının güzelliğindendir." (Tirmizi:2318) anlamındaki hadise göre insan kendisini ilgilendirmeyen şeylerle uğraşmamalıdır. Kur'an-ı Kerimde de şöyle buyurulmaktadır: "Bilmediğin şeyin ardına düşme, şüphesiz kulak, göz ve kalp o şeyden sorumlu olur." (İsra, 17/36) Bu ayette ise bilgiyi edinme yolları olan gözün, kulağın ve zihnin sorumluluğuna dikkat çekilmektedir. Bu sorumluluk dinin getirdiği esaslar yönündendir. Gözün, kulağın ve zihnin faaliyetlerinden sorumlu olmaları, onların hareketlerinin sınırlandırılması anlamına gelmektedir. Demek ki görülmemesi, duyulmaması ve zihni meşgul etmemesi gereken şeyler vardır. Bunların neler oldukları, dinin getirdiği esaslara ve prensiplere aykırılıkları ile bilinecektir. Gıybet ve dedikoduyu örnek olarak verebiliriz. İslam dini bu davranışları yasaklamıştır. Sırf gıybete ve dedikoduya malzeme olmak üzere, bir kimsenin öğrenilmesinden hoşlanmadığı özel durumlarına ait bilgiler, bu ölçüler dahilinde işe yaramayan bilgi olarak kabul edilebilir. Yine herhangi bir sanatçının kimlerle flört ettiği şeklindeki bilgiler işe yaramayan bilgi kapsamında sayılabilir. Diğer yandan bir bilgi faydalı olduğu halde kullanılmıyor, kişinin kendisine veya başkalarına faydalı olacak yerlerde değerlendirilmiyorsa o bilgi de işe yaramaz sayılır. Mesela; bir sanatı, bir mahareti icra etmeyi bilen ve beceren birisi, onu hem icra etmiyor hem de başkalarına öğretmiyorsa sahip olduğu bilgi aslında faydalı olmakla beraber işe yaramaz hale gelmiştir. Bu tür bilgiyi elde etmekten değil, fakat onu işe yaramaz hale getirmekten kaçınmak gerekir. |
Konu Sahibi serpil 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
insan vucudunu inceleyıpde imana gelmeyen... | Tıbb-ı Nebevi ve Alternatif Tıp Bilgileri | serpil | 0 | 1830 | 18 Kasım 2014 21:14 |
Diyanet İşleri Başkanlığı Mesleki Bilgiler Seviye... | ÖSYM'den Duyurular | serpil | 0 | 2823 | 01 Kasım 2014 19:00 |
Medineweb Üyelerine KPSS karma özetler | KPSS (İ.H.L-İlahiyat) | serpil | 4 | 2904 | 28 Temmuz 2014 00:59 |
Medineweb Üyelerine DHBT karma özetler | Siyer | nurşen35 | 1 | 4418 | 28 Temmuz 2014 00:57 |
Medineweb Üyelerine Hz. Muhammed ve Evrensel... | Siyer | serpil | 0 | 3229 | 28 Temmuz 2014 00:56 |
26 Aralık 2013, 16:58 | Mesaj No:2 |
Durumu: Medine No : 43 Üyelik T.:
03 Temmuz 2007 | Cevap: Din Eğitimi 7.8.9.Hafta 8. Hafta TÜRKİYE'DE DİN EĞİTİMİ BİLİMİ ÇALIŞMALARI Bilimsel Çalışmaların Başlaması Türkiye'de din eğitiminin bilimsel bir disiplin haline gelmesinin çok yeni olduğunu belirtmiştik. Bu yeni alanın kısa sayılabilecek bir sürede gelişip Türkiye’deki din eğitimi anlayışında önemli açılım sağlayacak düzeye gelmesinin belli önemli sebepleri vardır. Bunlardan ilki din eğitim ve öğretim kurumlarının Türk Milli Eğitim Sistemi içinde yer alması ve diğer eğitim kurumları ile bir bütün halinde yürütülüyor olmasıdır. Özellikle Yüksek İslam Enstitüleri tecrübesinden sonra yüksek dini öğretimin üniversite disiplini içinde ilâhiyat fakülteleri olarak yer almasından sonra akademik arayışlar daha rasyonel ve bilimsel temele kavuşmuştur. Bu durum; metot, teknik, hedef, felsefe olarak genel eğitim alanında kaydedilen gelişmelerin din eğitimi alanında kullanılmasına imkan vermiştir. İkinci sebep de ülkemizde din eğitim ve öğretimi ile ilgili faaliyetlerin uzun bir tarihi geçmişinin olması ve bu konuda zengin bir tecrübe birikiminin bulunmasıdır. Günümüzde eğitim bilimi birçok alt disiplinlere ayrılıp eğitim felsefesi, eğitim psikolojisi, rehberlik ve psikolojik danışma, eğitim yönetimi, eğitim ekonomisi, eğitim planlaması konularında önemli bilgi ve tecrübeler ortaya çıkınca yapılacak iş bunları din eğitimine uygulayarak yeni teoriler geliştirmekti. Fakat önce bunun düşünülmesi, böyle bir ihtiyacın fark edilmesi gerekiyordu. İlkokul, ortaokul ve liselere kademeli olarak din derslerinin konulması, imam-hatip liselerinin açılarak yaygınlaşması bu ihtiyacı hissettirecek yeterli sebeplerdi. Bir diğer önemli sebep ise din eğitiminin üniversal düzeyde, Üniversitelerde müstakil fakülteler olarak yer almasıdır. Tevhidi Tedrisat Kanunu ile 1924 yılında açılan ve o zamanın şartlarında sonuçsuz kalan Darülfünun İlahiyat Fakültesinden sonra ilk İlahiyat Fakültesi 1949 yılında Ankara üniversitesine bağlı olarak açılmıştır. Ardından 1959 yılından itibaren Milli Eğitim Bakanlığına bağlı birer yüksek okul olarak açılmaya başlayan Yüksek İslam Enstitülerinin 1982 yılında çıkarılan 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu ile ilâhiyat fakültelerine dönüştürülüp lisansüstü öğretim yaptırır hale gelmesi ile ilahiyat alanında da bilimsel araştırmaların önü açılmış oldu. Böylece din eğitiminin de bir bilim dalı haline gelmesinin yolu açılmış oldu. Nitekim Türkiye'de din eğitimi alanında yapılan ilk bilimsel araştırma, 1976 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde liselerdeki din derslerinin problemlerinin tespiti ve bu derslerin nasıl geliştirileceği konusunda olmuştur. Bunu, İslam din eğitiminin batı eğitim anlayışları ile mukayeseli olarak ele alınmasına, din eğitiminin eğitim bilimi ile ilişkilendirip müstakil bir disiplin olabileceğinin ortaya konulmasına dair çalışmalar izlemiştir. Yine Ankara İlahiyat Fakültesinin programında yer alan Pedagoji dersinin 1979-1980 öğretim yılından itibaren "Din Eğitimi" adını alması, 1982 yılından sonra açılan yeni İlâhiyat Fakültelerinin programlarına da bu dersin konulması ile bu alana karşı bilimsel ilgi artmaya başlamıştır. Yine Ankara İlâhiyat Fakültesinin öncülüğü ile Din Eğitimi Anabilim Dalı kurulmuş ve böylece bu Fakültede başlatılan din eğitimi alanındaki akademik çalışmalar kısa sürede diğer fakültelere de yayılmaya başlamıştır. Halen bütün ilahiyat fakültelerinin Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü içinde Din Eğitimi adıyla bir ana bilim dalı yer almakta ve bu konudaki bilimsel çalışmalar artarak devam etmektedir. İlk zamanlar (1980’li yıllar) Din eğitimi bilimi alanındaki akademik çalışmalar tamamen bu disiplinin kurucusu olan Beyza Bilgin’in kişisel gayretleri ile Ankara merkezli yürütülüyordu. Diğer ilâhiyat fakültelerden din eğitimi alanında akademik çalışma yapmak isteyenler de bu imkanı Ankara’da buluyordu. Daha sonra Bilgin’in akademik kariyer kazandırdığı kişiler diğer ilâhiyat fakültelerinde aynı çalışmaları sürdürmeye başladılar. Bu durum din eğitimi bilimi alanındaki çalışmalarda genel bir anlayış ve bilimsel yaklaşım bütünlüğü oluşmasını sağlamıştır. Bu ortak anlayışın temel karakteri, diğer ilâhiyat bilimleri alanlarındaki çalışmalardan farklı olarak eleştirici, sorgulayıcı ve uzlaştırıcı bir tutum takınmak, güncel problemlere çözümler arayıp yeni teklif ve teoriler geliştirebilmek, ilgili bilimlerle özellikle eğitim bilimleri ile sıkı bir işbirliği içine girerek bilgi paylaşımını gerçekleştirmektir. Din eğitimi bilimi alanında gelişen bu anlayış diğer ilâhiyat bilimleri alanlarındaki çalışmaları bir ölçüde etkilemeye başladığını söylemek yanlış olmaz. Ancak din eğitimcileri de tabii olarak diğer ilâhiyat disiplinlerinin sistem ve anlayışlarından etkilenmektedirler. Bu karşılıklı etkileşim her alanda mutlaka daha yararlı sonuçlar elde edilmesini, ilâhiyat alanının bütünüyle daha iyiye doğru yol almasını sağlayacaktır. Din Eğitimi Biliminde Farklı Yönelişler Eğitim bilimi gibi din eğitimi de insanı konu almaktadır. Bir farkla ki; eğitim bilimi insanın genel olarak eğitilmesi üzerinde dururken din eğitimi, onun kutsala bağlılığını, mutlak varlık olan Allah'la ilişkisini, bu ilişkinin insan davranışlarına yansımasını ele alır. İslam dini açısından ise din eğitimi bilimi, İlâhi Vahyin gösterdiği değerler doğrultusunda insanın nasıl kişilik geliştireceğini, onun duygu, düşünce ve davranışlarının Allah'ın iradesine uygun olarak nasıl şekillendirileceğini araştırır. Bu hususta eğitimin rolünün ne olacağını hayatın bütününü ilgilendiren bir problem alanı olarak ele alır. Gerçek şu ki din eğitimi biliminin birbirinden ayılması mümkün olmayan üç ayağı vardır: 1- Doğuştan getirdiği fıtratı ve doğumdan itibaren gösterdiği gelişim özellikleri ile insan 2- Onun uyması gereken ilâhi ölçüler ve 3- İnsanın bu ölçülere uyumunun nasıl sağlanacağı sorusu. Din eğitimi bilimcileri bu üçünün mahiyetini birbirleriyle ilişkili olarak kavramaya ve ilişkilerinin uyumunu en üst düzeyde sağlayacak bilgiler, görüşler ve düşünceler geliştirmeye çalışmaktadırlar. Tabii olarak bu konuda farklı yaklaşımlar ortaya çıkmaktadır. Olayın tabiatından kaynaklanan farklı yaklaşımları yadırgamamak, aksine probleme değişik bakış açıları kazandıran fikir zenginliği olarak görmek gerekir. Din eğitimi biliminin geçmişi çok yeni olmasına rağmen bu alanda kısa sürede farklı görüş ve yaklaşımların ortaya çıkmış olması, ileride çok daha güzel gelişmelerin olacağının işaretidir. Bugün belirginleşmiş olan görüşlerden biri, insanı merkeze koyup din eğitiminde onun ruhi fonksiyonlarını, gelişim özelliklerini, tepkilerini esas alarak ona göre eğitim kademelerini, her kademeye uygun eğitim hedef ve yöntemlerini belirlemek gerektiğini savunmaktadır. Bir görüş de, insanı tanımanın ancak onu Yaratan'ın verdiği bilgilerle mümkün olacağını, dolayısıyla din eğitiminde hedef, metot ve prensiplerin ancak Yaratan’ın bize sunduğu Vahyi iyi anlamak ve doğru yorumlamakla mümkün olacağını savunmaktadır. Bir diğer görüş ise Vahyin sünnetle başlayan tatbikatının tarihi süreçte olgunlaşmış bulunan geleneksel tecrübelerini esas almaktadır. Görüşlerin bu şekilde ayrışması, onların her birinin din eğitiminin temel öğeleri olan Vahiy, geleneksel birikim ve bireysel özelliklerden birini alıp diğerlerini hesaba katmaması anlamına gelmemektedir. Bu öğeler birlikte din eğitiminin ana unsurlarıdır. Vahye dayanmayan bir din eğitimi olamayacağı gibi, gelenekleri yok sayan veya bireysel özellikleri hesaba katmayan bir din eğitimi de olamaz. Görüşlerin farklılığı, din eğitimi etkinliklerine hedefler ve metotlar belirlemede hangi öğenin esas teşkil edeceği noktasındadır. Bu görüşleri, konunun daha iyi anlaşılması ve yeni düşüncelere ışık tutması bakımından ayrı ayrı ele alıp bunları temsilcilerinin ifadelerinden hareketle açıklığa kavuşturmaya çalışalım. Nakil Merkezli Yaklaşım İslami naklin iki ana kaynağından biri Vahiy diğeri de onun tatbikatı ve açıklaması niteliğindeki sahih sünnettir. Nakil merkezli düşünceye göre Vahiy, insan davranışlarını yönlendiren temel değer ölçüleri getirmiştir. İnsanın eğitilmesi, ona olumlu tutum ve davranışlar kazandırılması hususunda nakillerde yer alan bu değer ölçülerine uyulacaktır. Ancak insan gösterilen değer ölçüleri yönünde davranışlara yönelirken yaratılışı gereği doğuştan sahip olduğu psikolojik özelliklerinden, içinde yaşadığı çevreden edindiği duygu ve düşüncelerinden bağımsız değildir. İnsanın eğitilebilmesi için onun psikolojik özelliklerinin ve duygusal tavırlarının bilinmesi gerekir. Bu bakımdan nakil merkezli görüşe göre Vahiy sadece insan davranışlarını yönlendirecek değer ölçüleri koymakla kalmayıp insanın şahsiyetindeki yaratılıştan gelen temel özellikleri de gösterir. İnsanı eğitirken Allah’ın bildirdiği bu özelliklerden hareket etmek durumundayız. Biz insanın çeşitli olay ve tutumlar karşısında nasıl tepki göstereceğini bilemeyiz. Kendi metotlarımızla insan psikolojisini inceleyerek onun özelliklerini tespit etmemiz imkansızdır. İnsanın şahsiyetindeki temel özellikleri, onu neyin nasıl motive ettiğini en iyi bilen Allah'tır. İnsanın ruhi özelliklerini Allah bize açıkça bildirmiş iken bunu tekrar incelemenin gereksizliği bir yana insanı belli şartlar altında inceleyip değişken şartlara göre yapılacak tespitlerle insanın temel özelliklerine ulaşmak da imkansızdır. Bu görüşün temsilcisi sayabileceğimiz Bayraklı bu konuyu işlediği “İslam’da Eğitim” adlı eserinde şöyle diyor: "Kendi metotlarımızla insan psikolojisini incelediğimizde, onu bazı şartlar altında gözetleyebiliyoruz. Bu metotla hiçbir etki altında kalmadan, insan şahsiyetindeki temel taşları tespit etmemiz imkansızdır. En iyi tetkik veya gözlem, insan şahsiyetini fıtrat halinde yakalamaktır. Yani durgun enerji halinde iken onun özelliklerini tespit etmektir. Çeşitli olay ve tutumlara karşı tavırlarıyla onun gerçek bilgisine ulaşamayız. Onu bizim elimizde değil, Allah'ın iradesinde tanımalıyız. İnsan psikolojisini coğrafi, sosyal ve iktisadi şartlar altında inceleme yerine, ilâhi fıtrat düzeyinde incelememiz gerekir. En üst eğitici (Rab, eğitici manasına gelir) Allah olduğuna göre insan psikolojisini de en iyi bilen, onu yaratandır. İnsanı neyin nasıl motive ettiğini en iyi bilen O'dur: «Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vermek istediğini de biz biliriz, biz O'na şah damarından daha yakınız” (Kaf, 50/16) İnsanın eğitilebilmesi için nefsindeki özelliklerin anlaşılması zaruridir. Mademki eğitim insan üzerinde bir tasarrufudur. Öyle ise bu tasarruf, bilmeden yapılmaz. İnsanın insan elinde bir oyuncak olmaktan çıkması için onu iyi tanımalıyız. Onun şahsiyetindeki ilâhi unsurları zedelemeden, birini diğerine kurban etmeden eğitebilmemiz için onu iyi bilmeliyiz. Bunu bizden Allah istemektedir. Önce bu özellikleri bize gösteriyor, sonra da bu özelliklere dikkat etmemizi istiyor."(Baraklı, 1983/103-104) Bu görüşler, insanın ruhi özelliklerinin deneysel araştırmalarla doğru olarak tespit edilemeyeceğini, bunların ancak nakille bilinebileceğini belirtmektedir. İnsanın nakiller yoluyla bilinebilecek özellikleri de Kur'an ayetlerine dayanarak şöyle sıralamaktadır: 1- Hakimiyet-Bozmak-savaşmak: "O vakti hatırla ki, Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım demişti. Melekler de, biz seni hamdile tesbih ve noksanlıklardan tenzih etmekte olduğumuz halde orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın? dediler." Bakara, 2/30) 2- Nankörlük: "Muhakkak ki insan Rabbine karşı çok nankördür." (Adiyat, 100/6) 3- Cahillik: "Biz emaneti göklere, arza ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler; ondan korktular da onu insan yüklendi. İnsan cidden çok zalim, çok cahil bulunur." (Azhab, 33/72) 4- Zalimlik (yanlış yapma): Yukarıdaki ayet (Azhab, 33/72) 5- Azgınlık (tepki gösterme): "Doğrusu insan azgınlık eder" (Alak, 96/7) 6- Kıskançlık (Hırs, tamah): "Eğer bir kadın, kocasının geçimsizliğinden veya yüz çevirmesinden endişe ediyorsa, bir anlaşma ile aralarını düzeltmelerinde karı-koca üzerine günah yoktur. Sulh en hayırlı bir iştir. Zaten nefislerde kıskançlık hazırlanmıştır..." (Nisa, 4/128) 7- Zayıflık (Acz): "Allah din hususundaki tekliflerini hafifletmek ister. Zira insan, sabır ve tahammül bakımından zayıf yaratılmıştır." (Nisa, 4/28) 8- Cimrilik: "Gerçekten insan haris ve cimri yaratılmıştır" (Mearic, 70/19) 9- Acelecilik: "İnsanda acelecilik yaratıldı. Yakında size alametlerimi göstereceğim. Şimdi siz acele etmeyin" Enbiya, 21/37) 10- Sevgi: "İnsanlara, kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, yaylıma salınmış otlar, davarlar ve ekinlerden yana nefsin isteklerine karşı sevgi süslenip bezendi." (Sad, 38/32) 11- Mücadele: "İnsan batıl ile düşmanlık ve münakaşa etmekte her şeyden fazladır" Kehf, 18/54) 12- Korku: "Öldükten sonra geride aciz ve küçük çocuklar bıraktıkları taktirde gadre ve zulme uğrayacaklar diye endişe edenler, himayeleri altındaki yetimler hakkında da aynı korkuyu taşısınlar..." (Nisa, 4/9) 13- Cinsi arzu: "Kendilerine ısınmanız için nefislerinizden sizin için eşler yaratması, aranızda bir sevgi, bir acıma ve bir yakınlık ilgisi kurması Allah'ın ayetlerindendir." (Rum, 30/21) 14- İnanma: "O halde, gerçek Müslüman olarak kendini dine doğrult. Allah'ın dinine ki, insanları onun üzerine yaratmıştır..." (Rum, 30/30) İnsan tabiatının bu özelliklerini ilâhi bilginin ışığı altında belirledikten sonra İslam eğitiminin prensipleri de bu özellikler üzerine kurulacaktır. (Bayraklı, 1983) İnsanın Vahyin gösterdiği ölçüler istikametinde eğitilmesini sağlayacak olan prensipler de yine nakillerin ışığında şöyle tespit edilmektedir: 1- İrsiyet prensibi 2- Çevre prensibi 3- Hürriyet prensibi 4- Tekamül prensibi 5- Zaruret prensibi 6- Muvazene prensibi (Dengeleme prensibi) 7- Örnekleme prensibi 8- Ceza prensibi 9- Sevgi ve merhamet prensibi 10- Hidayet prensibi Bu prensiplerin geniş açıklamaları, tamamen nakillerle ve onların yorumları ile yapılmaktadır. Özellikle tekamül prensibinin açıklamasında bireyin gelişmesine göre eğitim merhaleleri hususunda verilen bilgiler dikkat çekicidir: "İnsanın yaratılışında, onun ilâhi eğitimdeki tekamül sistemi insanın hayatında da dikkate alınmalıdır. İslam bir ferdin tekamülünü eğitim açısından şu merhalelere ayırır: 0 - 2 yaş 2 - 7 yaş 7 - 10 yaş 10 - Buluğ yaşı Öğretim ve eğitim bu yaş kesimlerine göre ayarlanır. İki yaşına kadar çocuk hürdür. Yaşına göre hiç kayıt altında değildir. Öğrendiklerini şuursuz öğrenir. Mesela: Yürüme, ilk konuşma gibi. Fakat süt kesimi onun şahsiyetinde önemli bir dönemdir. Çünkü dışardan, zorla müdahale yapılır. Yedi yaşında öğretim safhası başlar. Artık zihin tekamül etmiştir. Öğretime hazırdır. «Çocuklara 7 yaşında namaz kılmayı öğretin» hadisi bize bunu açıkça belirtmektedir. 10 yaş ise öğrenilenin uygulamaya başlanacağı yaştır. «On yaşında kılmazlarsa dövün» hadisi de bu çizgiyi belirlemektedir."(Bayraklı, 1983/143) Burada verilen hadisin eğitim konusunda genel hüküm ifade ettiği ve öğretim yaşının 7, uygulama yaşının da 10 olduğu belirtilmektedir. Ayrıca eğitimde cebri bir müdahalenin olduğu, bunun ne zaman ve nasıl yapılacağı da nakille belirtilmiş olmaktadır. Bu hususta beşeri mülahazalarla hareket edilemeyeceği vurgulanmaktadır. Naklin dışında, insanların kendi beşeri mülahazaları ile insanı etkilemelerinin önlenmesi ve onun istikamet üzere tutulabilmesi için dış çevredeki yabancı fikirlerinin etkilerinden uzaklaştırılması gerekir. Böylece bir bakıma Roussoau' cu bir görüş benimsenmekte, İslam eğitimine de bu açıdan tanım getirilmektedir: "İslam eğitimi bir hazırlık bir yetiştirme demektir. İnsanı doğuştan alıp ölüme kadar, istikamet üzere tutmak, kimseden etkilenmeden (veya az etkilenerek) o yolda yürümek için insanı yeterli kılmaktır. Başka bir ifadeyle, insanı dış çevresinin yabancı fikirlerin dışında tutup fıtratını dışa yansıtma ameliyesidir. Sun'ilikle fıtriliğin mücadelesinde fıtratın galip gelmesini temin etmektir."(Bayraklı, 1983/106) Bu görüş istikametinde din eğitiminin keyfiyetine ait detayları bile nakillerin yorumunda arayan çalışmalar da yapılmıştır. Bunlardan biri Bayraktar BAYRAKLI’nın danışmanlığında Zeki BİYİK tarafından yapılan daha sonra makale olarak da yayınlanan (Bıyık, 1994) "Mülk Suresi'nin Eğitim Açısında Yorumu" başlıklı Yüksek lisans tezidir. Bu çalışmada sınıf yönetimi, öğretmen otoritesi, öğretmen davranışları, öğretim teknikleri vb. konularına dair ayrıntılar Mülk suresindeki ayetlerin yorumlarından çıkarılmaktadır. Örneğin“tebareke” kelimesinden eğiticinin bereketli ve yüce bir şahsiyete sahip olması gerektiği, “biyedihi’il mülk ifadesinden eğiticinin eğittiklerine sahip çıkması, onlara hakim olması gerektiği anlamları çıkarılmaktadır. ” Bıyık çalışmasında, Mülk suresinin bir öğretim programı önerdiğinden de bahsederek şöyle demektedir: "Mülk suresinin önerdiği öğretim programı, çağdaş bir program anlayışıyla yorumlanınca, çağları aşan bir planlama ile karşı karşıya kalınacağı bir gerçektir." "Hiç eskimeyecek bir program sunan Mülk Suresi'nde, İlâhiyat, feza ilmi, tabiat bilgisi, hukuk ve iktisat gibi dersler yer almaktadır." Görünen o ki, din eğitiminde alınacak tavır, uygulanacak metot ve teknikler konusunda nakli esas alan yaklaşım, gelişen hayat şartlarını, sosyal, kültürel ve antropolojik değişkenleri göz ardı etmektedir. Bütün insanlarda fıtrat gereği var olar ruhi özeliklere dair nakilden gelen bilgilerin insanı tanımada yeterli olacağı kabul edilirken fıtri özelliklerin kültürel ortamda doğumdan itibaren yaşanan çevre şartları ile nasıl şekillendiği, farklı kişilik kalıplarına bürünmüş, ilgileri ve kabiliyetleri farklı bireylerin nasıl eğitileceği sorusu cevapsız kalmaktadır. Ayrıca nakiller dini konularda temel bilgi kaynağı olmakla birlikte aklını kullanarak bilgi üretme, yöntem ve teknikler geliştirme, dünyevi işleri en iyi şekilde yürütecek yollar bulma konuları insanın çaba ve iradesine bırakılmıştır. Bun konuda Kur’anda oldukça fazla delil mevcuttur. Yine Kur’anda “Allah size emanetleri ehline vermenizi emreder” (Nisa, 4/58) anlamındaki bir ayetle işlerin ehil olanlar tarafından yürütülmesi emredilmiştir. Ehliyet uzmanlığı, uzmanlık da hem nakillerle hem de deneysel çalışmalarla elde edilen bilimsel bilgilere sahip olmayı gerektirir. Birey Merkezli Yaklaşım Din eğitimi biliminde dikkate değer bir görüş de, eğitimi bir bilim ve sanat olarak kabul edip din eğitimi çalışmalarını bu çerçevede ele alan görüştür. Eğitim, insanın gelişim ve öğrenme özelliklerinden hareketle geliştirilen belirli ilkelere dayanmak, uygun metot ve tekniklerle yürütülmek durumundadır. İnsanı en iyi şekilde yetiştirebilmek için bu alandaki arayışlar ve deneysel çalışmalar bir bilimsel disiplin içerisinde devam edecek ve her duruma uygun yöntem ve teknikler geliştirilecektir. Bu yaklaşımın temel aldığı esas şudur: Din eğitimi, eğitim biliminin ortaya koyduğu bilimsel verilerden bağımsız olarak ve bilimsel arayıştan uzak usullerle yürütülemez. Genel eğitimin nasıl ki belirli ilkeleri, öğretim metotları, aşamalı hedefleri varsa din eğitiminde de aynı şeyler kendi amaçları doğrultusunda olacaktır. Eğitimin temel prensiplerini ve uzak hedeflerini inanç ve idealler (zihniyet) belirler. Din eğitiminde bu nakillerdir yani vahiydir. Ancak eğitimin ara hedefleri, deneysel bilimlerin sonuçlarından gelen öneriler dikkate alınarak, yetişmekte olan bireylerin gelişme basamaklarına göre belirlenecektir (Bilgin, 1988/19). "Eğitim işi hem bir bilim hem de bir sanattır. Bilimdir, çünkü belirli ilkelere dayanır, deneylerde elde edilen sonuçlardan, gözlemlerden yararlanır, insanı en iyi yetiştirmek gibi bir amaçla usuller geliştirir, sonuçlara varır; Sanattır çünkü eğitim işini üstlenenler, eğitecekleri insanın durumuna, ona neyi ne için öğreteceklerine uygun olarak kendilerine tavsiye edilen çeşitli metotları kullanmak, gerektiğinde değişiklik yapmak durumundadırlar."(Bilgin-Selçuk, 1991/30) Bu görüşün hareket noktası olarak şunlar söylenmektedir: Allah, bilimsel problem çözme metotları ile ve deneyle varılan bir bilgi objesi değildir. Fakat O, büsbütün bilinmez de değildir... Allah tasavvurunun oluşmasında geleneklerin naklin ve kişisel tecrübelerin rolü birliktedir... Din eğitimi çalışmaları, mevcut bilimleri ve teknik gelişmeleri iman ile ilişki içine sokmak durumundadır... Din eğitimi bilimi, bütün deneysel araştırmaların sonuçlarına açıktır, açık olmak durumundadır. Ancak bu sonuçları, onların yorumları ile birlikte hazır olarak alıp kullanmayacak, onları nötr olarak alıp kendi ihtiyaçlarına göre yorumlarını kendisi yapacaktır. Bu fikirlerin sahibi Beyza Bilgin, din eğitiminde birey merkezli yaklaşımın temsilcisi sayılır. Onun “Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi” adlı eseri din eğitimi bilimi konusunda kaleme alınan ilk eser olma özelliğine sahiptir. Bilgine göre bireyin gelişim ilkeleri, öğrenme psikolojisi, bireysel özellikler vb. eğitimin keyfiyetine dair deneysel çalışmalar ve bu konulardaki arayışlar din tarafından yadırganmamaktadır. Aksine temel kararlar üzerinde düşünülmesi, fikir ve düşünceler geliştirilmesi dini bir tavır olarak değerlendirilmektedir. Kur'an-ı Kerimde bu tavırda olmayanlar açıkça kınanmaktadır: "Onların kalpleri vardır ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır ama işitmezler..." (A'raf 7/179) "Göklerde ve yerde nice belgeler vardır ki, yanlarından yüzlerini çevirerek geçerler." (Yusuf 12/105) Allah, insanın, varlıklara ve olaylara baş gözüyle değil akılla, duyguyla bakmasını, onlardan kararlarına ve düşüncelerine temel olacak ibretler ve sonuçlar çıkarmasını öğütlüyor: "Bu insanlar, devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bakmazlar mı?"(Ğaşiye,88/17-20) Hal böyle olunca varlıklar ve olaylar hakkında deneysel araştırmalar yapmak, onlardan yeni tutum ve tavır geliştirmemize yardım edecek sonuçlar çıkarmak Allah'ın istediği bir husustur. İşte eğitimin ara hedeflerini belirleyecek olan düşünce biçimi budur (Bilgin, 1988). Beyza Bilginden sonra din eğitiminde Birey Merkezli Yaklaşım'ın ikinci temsilcisi sayabileceğimiz Mualla Selçuk' un çalışmaları da bu yöndedir. Selçuk "Çocuğun Eğitiminde Dini Motifler" adlı eserinde din eğitiminin psikolojik temelleri üzerinde durarak çocuğa, yetişme basamaklarındaki fizyolojik, sosyal, duygusal, zihinsel ve dil bakımından hazır oluş durumuna göre eğitim vermek gerektiğine dair açıklamalarda bulunmaktadır. Ünlü psikologlara dayanarak okulöncesi ve okul çağı çocuğunun gelişim özelliklerine dair detaylı tespitler yapan Selçuk eserinde, bu özelliklere göre yürütülecek din eğitimi konusunda da metodik bilgiler vermektedir. Ona göre birey merkezli yaklaşım, temelini çağdaş eğitim akımlarından biri olan "Çocuktan Hareket Akımı"ndan almaktadır. Bu akım, çocuğun her gelişim basamağındaki fizyolojik, duygusal, zihinsel ve sosyal durumu hakkındaki deneysel bilimlerin bulgularından yararlanılarak eğitim hedeflerinin ve programlarının buna göre tespit edilmesini savunmaktadır. Doğal olarak din eğitimi de aynı sonuçlardan yararlanacaktır. Selçuk şöyle diyor: "Çocuk merkezli yaklaşımda, gelişim psikolojisinin bulgularından yararlanılacak, bu sayede çocuğa sunulacak muhtevanın özenle seçilmesi sağlanacaktır. Psikolojinin bulguları, eğitim programlarını çocuğun kabiliyetlerini dikkate alarak düzenlememize yardımcı olacaktır." Gelenekçi Yaklaşım Din eğitimi alanındaki bilimsel çalışmalarda diğerlerinden ayrılan onlara göre kısmen farklılık gösteren bu yaklaşım Hz. Peygamber'in eğitim - öğretim alanındaki uygulamaları ve bu uygulamaların günümüze kadar ulaşan tarihi mirası üzerinde yoğunlaşmaktadır. Hz. Muhammed'in en önemli vasfının eğiticilik olduğuna dikkat çekilerek, Kur'an’da O'nun müminler için en güzel örnek olduğu (Ahzab, 33/21) bildirildiğinden eğitim alanında da O'nun uygulamalarının ve o uygulamalar üzerinde gelişen tarihi tecrübenin esas alınması gerektiği üzerinde durulmaktadır. Gelenekçi yaklaşım, birey merkezli yaklaşımın dayandığı temelleri kabul etmekle beraber pedagojinin deneysel verilerini kullanırken Peygamberin uygulamalarına uygunluğun gözetilmesini savunur. Bu görüş istikametinde yaptığı çalışmalarla ve "Bir Eğitimci Olarak Hz. Muhammed", "Bir eğitimci Olarak Akif", "Bir Eğitimci Olarak Nasreddin Hoca" adlı eserleriyle dikkat çeken Abdullah Özbek şöyle diyor: "Ferdi farklılık, modern psikolojinin en çok üzerinde durduğu konudur. (...) Birbirlerinden bir çok yönden ayrılıklar gösteren fertlerin varlığını kabul etmek, eğitim işinin bir takım esaslar dahilinde yapılmasını zorunlu kılar. En azından öğretimde kullanılan çeşitli metotların esnek olmasını gerektirir." "Eğitim açısından insanı tanımanın önemi büyüktür.İnsanların bilgi ve idrak seviyelerini hesaba katmadan herkesten aynı anlayışı beklemek herkese aynı metodu uygulamak gerçekleri hiçe saymak demektir." (Özbek, 1988/84-85) Tamamen birey merkezli yaklaşımı andıran bu tespitler yapılırken bireysel farklılıkların dikkate alınması ve din eğitiminde farklı metotların kullanılması hususunda pedagojik verilerin kullanılması kayda bağlanmaktadır. "Din eğitimcisi olarak hizmet verenler, Hz. Muhammed'in de bir eğitimci olduğunu düşünerek pedagojinin verilerinden istifade etmeye yöneleceklerdir. (...) Çünkü Hz. Muhammed, gönderiliş sebepleri arasında«eğitimcilik» vasfını özellikle zikretmiştir." "Hz. Muhammed, yetişmiş ve yetki verilmiş bir muallimdir. Kur'an'ı bu sıfatla öğretmiştir. Kur'an O'nun temel görevinin eğitim ve öğretim olduğunu bildirmiştir. (Al-i İmran, 3/164) Kendisi de «Ben gerçekten muallim olarak gönderildim.» demek suretiyle bunu teyit etmiştir."(Özbek, 1988/41) Bu görüşlere ilham kaynağı olan ayet ve hadislerle onlara dayalı olarak Hz. Peygamber'in uygulamaları, asırlar boyu dini eğitime yön vermiştir. Geçmiş devirlerde tamamen nakillere dayanan dini eğitim, ayet ve hadislerin ezberlenmesi, bunların belli şekillerde açıklanmasına dair standart usullerle kurumsallaşmıştır. Bu geleneksel yapıda, eğitim organizasyonları yalnız erkekler içindi. Kız çocukların ve kadınların eğitimi aileye bırakılmış, aile içindeki bilgi ve tecrübe aktarımı yeterli görülmüştü. Geleneksel öğretilerin dışında çocuğa ve yetişkine neyi, nasıl öğretelim diye bir arayışa gerek görülmemiştir. Çünkü en iyi öğretici Allah'tır, Peygamber de bir öğretici olarak gönderilmiştir; dolayısıyla bütün öğretim metotları ayet ve hadislerde mevcuttur. İslam alimlerinin eserlerinde eğitim konusundaki açıklamalar, nelerin caiz olup olmadığına dair bir çeşit yönetmelikler şeklinde yer almıştır. Ayrıca ilmin üstünlüğüne, ilim öğretme ve öğrenmenin faziletine dair ayet ve hadislerle bunların yorumlarına dair geniş açıklamalar yer almıştır. Din eğitiminde bugünkü gelenekçi yaklaşım dediğimiz anlayış kuşkusuz bütünüyle geleneklere bağlı kalmamakta, modern bilimin tecrübelerinin farkında olarak pedagojinin ve psikolojinin imkanlarından yararlanmayı göz ardı etmemektedir. Ancak bu anlayışın sahipleri, sünnetle şekillenip gelenekleşen uygulamaları eğitim görüşlerine temel referans kaynağı kabul etmektedirler. Din eğitiminde gelenekçi yaklaşım doğrultusunda fikirler ileri süren bir diğer isim de kendisi hadisçi olmasına rağmen çalışmalarını Peygamber'in eğitim uygulamaları ve öğretim metotları üzerinde yoğunlaştıran İbrahim Canan'dır. O da "Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye" adlı eserinde "...sadece sünnetten gelen malumatı sunmakla yetinmeyip... Sünnetten varit olan terbiyevi esasları, umumiyetle batı menşeli olan bugünkü anlayışla karşılaştırma" ya çalışmıştır. (Canan, 1982/12) Bazı eğitim teorisyenlerinin görüşlerini, "henüz beşeri tecrübeden geçmeyen, hasıl edeceği direk ve yan neticeleri bilinmeyen bir kısım nazariye ve tahminler" olarak değerlendiren Canan, Rousseau'dan Piaget'e kadar eğitim alanındaki batılı düşünürlerin çocuğun yetişme basamaklarına dair görüşlerinin esasta bir olduğunu ileri sürmektedir.(Cana, 1982/70) Ona göre eğitim bilimcilerin görüşlerinde istifade edilecek hususlar bulunmakla beraber, bunların hepsi sonuçta beşeri mülahazalardır. İslam eğitiminde asıl olan sünnetten gelen uygulamalardır. Canan söz konusu eserinde Peygamber'in uygulama ve öğütlerinden hareketle, çocuğun eğitimini, anne-baba olacak eşlerin nikah öncesinden başlatarak farklı bir eğitim kademelemesi yapmakta ve Peygamber'in çocukla ilgili bütün söz ve uygulamalarını detaylı bir eğitim programı olarak sunmaktadır. Sonuç olarak denilebilir ki; farklılıkları olsa da bu yaklaşımların her biri din eğitiminde kime, neyin, nasıl öğretileceği konusunda birer bilimsel arayıştır. Bu bakımdan farklı yaklaşımlar, problemlerin çözümünde fikir üretme ve geleceğe yönelik teori geliştirme bakımından din eğitimi bilimi için bir zenginlik olarak görülmelidir. Çünkü insan sübjektif bir varlıktır. Her insanın kendine has anlayışı, kavrayışı, bakış açısı ve değerlendirişi vardır. Eşyayı ve olayları kendi özellikleri ile algılamaya çalışır. Bu yüzden de her insan bir olayın kendine bakan yanını görme şansına sahiptir. Değişik gözler ve değişik bakış açıları, olayların bütün yönlerini görme ve olayı bütünü ile doğru kavrama imkanı sağlar. Kısaca, her görüşün belki eleştirilecek yanı vardır ama yararlanılacak tarafı daima daha çoktur. |
26 Aralık 2013, 16:59 | Mesaj No:3 |
Durumu: Medine No : 43 Üyelik T.:
03 Temmuz 2007 | Cevap: Din Eğitimi 7.8.9.Hafta 9. Hafta DİN EĞİTİMİ SORUMLULUĞU VE ŞEKİLLERİ Dinin Öğretimi Sorumluluğu Din, en genel ifadesiyle, insanda doğuştan var olan kutsala bağlılık duygusunun hayattaki yansımaları olarak ortaya çıkan inanç, tutum ve davranışlar bütünüdür. Bu tutum ve davranışların kazanılması, benimsenip sürdürülmesi ancak öğretme ve öğrenmelerle mümkün olur. Diğer bir ifadeyle bir dinin insanlar tarafından kabul edilip benimsenmesi onun öğrenilmesini gerektirir. Dolayısı ile dinler öğretme ve öğrenmelerden bağımsız olarak var olamazlar. İslam Dini de Hz. Muhammed’e peygamber görevi verilmesinden itibaren bir öğretme ve öğrenme sürecinde ortaya çıkmış ve insanlık tarihindeki saygın yerini almıştır. Peygamberin sağlığında İslam’ın öğretimi öncelikle bir tebliğ yani ilan etme, duyurma ve bildirme faaliyeti olarak, duyup kabul etmiş olanlar için de bilgilendirme, tutum ve davranışlarını düzenleme şeklinde yürütülmüştür. Zamanın ilerlemesiyle İslam Dini belli bir coğrafyada yerleşmeye, yeni kuşaklar bu dinin ortamında hayata katılmaya başlayınca onun öğretimi artık kaçınılmaz olarak bir aktarma faaliyeti şeklini almıştır. Bu durum, yeni bir dini ondan habersiz olan yetişkinlere duyurmaktan farklı bir şeydi. Herkes kendi çocuklarına, bu işle görevli olanlar da diğer müslüman çocuklara İslam dinini öğreteceklerdi, fakat bunu nasıl yapacaklardı? İslam bilgin ve düşünürleri ilk devirlerden itibaren dinin nasıl öğretileceği konusunda görüşler ileri sürüp tedbirler geliştirmişlerdir. Önceleri kişisel ve yerel tecrübelerle başlayan çalışmalar zamanla kurumsallaşmış, değişik tür ve kademelerde medreseler şeklinde düzenli öğretim kurumları ortaya çıkmıştır. Medreseler önemli birer dini öğretim kurumları olarak gelişirken bir yandan da öğretimin şekli, tarzı, metotları, öğretmen ve öğrenci davranışları konularında zamanın şartları ve imkanları ölçüsünde düşünce ve görüşler üretilip geliştirilmiştir. İbn Sina, Gazali, Farabi, Zernuci vb. İslam bilginlerinin eğitim-öğretim konusundaki görüşleri günümüze kadar etkilerini sürdürmüştür. Diğer yandan Batıda felsefe içinde başlayan çalışmalarla önce eğitim bilimi sonra da onun alt dallarında değişik disiplinlerin ayrışması ile eğitim bilimleri ortaya çıkmıştır. İnsanlığın eğitim konusunda sahip olduğu birikim gün geçtikçe yeni tecrübelerle zenginleşmeye devam etmektedir. Aynı şekilde din birey ilişkisinde, eğitim-öğretim çabalarının dışında güçlü ve sürükleyici etkenler ortaya çıkmıştır. Birey sınır tanımayan iletişim araçlarının ve bilgi kanalarının kuşatması ile her gün çok farklı inanç, kültür ve değerlerle yüz yüze gelmektedir. İnsanlar dini bilgi, anlayış ve davranışlarını yalnız akademik öğrenme yoluyla edinmeyip, belki bundan daha da etkin olarak ailede ve toplum içinde bireysel, sosyal iletişim ve etkileşim yollarıyla kazanmaktadırlar. Ayrıca dinin kendisi, ortaya koyduğu öğretilerin insanlar tarafından öğrenilmesi ve bilmeyenlere öğretilmesi vazifesini öngörür. Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde insanları Allah yoluna çağırmayı, onlara katında yegane din olan İslam’ı öğretmeyi müslümanlara emrediyor: “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i İmran, 3/104) “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır, onlarla en güzel şekilde tartış” (Nahl, 16/125) Demek ki, müslümanlar hem kendi aralarındaki bilmeyenlere, yanlış yolda olanlara hem de diğer insanlara İlâhi hakikatleri öğreteceklerdir, bu onlar için dini bir görev ve sorumluluktur. Şüphesiz her sorumluluk onu bihakkın yerine getirmeyi gerektirir, sırf görevi yapmış olmak için, gereklerine ve kurallarına riayet edilmeden yapılan işler insanı sorumluluktan kurtarmaz. Bu konuda güzel bir olay anlatılır: Ağaç dikmek için üç kişi ile belli bir ücret karşılığında anlaşma yapılır. Biri çukur açacak, diğeri ağaçları taşıyıp çukura yerleştirecek, üçüncüsü de çukuru kapatacaktır. İşyerine gittikten sonra ağacı taşıyıp çukura yerleştirecek olan kişi vazgeçip işi bırakır. Diğer iki kişi akşama kadar çalışırlar, biri çukur açar diğeri kapatır, üçüncü kişi olmadığı için hiç ağaç dikilmemiştir. İki kişi akşama kadar çalışıp yorulmuşlardır ama sonuç olarak verilen görevi yapmamışlardır. Demek ki işleri bütün gereklerini yerine getirerek yapmadıkça başarıya ulaşılamaz. İslam dininin öğretilmesinde de beklenen verimli sonucu alabilmek için öğretim işi hakkıyla ve bütün gereklerini yerine getirerek yapılmalıdır. Bir yanda dinin doğru bir şekilde öğretilmesi sorumluluğu, diğer yanda hiç de kolay olmayan, maharet isteyen karmaşık bir öğretme işi vardır. Dinin öğretimi, önce öğretilecek hususları doğru ve iyi bilmeyi sonra da günümüz insanının ilgilerini, ilişkilerini, zihinsel ve kültürel yapısını, inanç ve duygu dünyasını, öğrenme yaklaşımını, iletişim tarzını hesaba katan gelişmiş metotlara ve teknik bilgilere sahip olmayı gerektirir. Kabul etmek gerekir ki her müslümanın bu bilgilere sahip olması mümkün değildir, üstelik bu bilgilere sahip olmak herkes için gerekli de değildir. O taktirde dinin öğretilmesi görevi nasıl yerine getirilecektir? Ayrıca insanlara dini bilgi, duygu ve davranışları kazandırmanın düzenli eğitim-öğretim faaliyetlerinin dışında başka yolları da vardır. Toplumdaki sosyal ilişkiler, aile içi yaşantılar, adet ve gelenekler de insanları dini yönden geliştirmekte onlara dini anlayış ve davranışlar kazandırmaktadır. Hayatın tabii seyri içinde kendiliğinden gelişen bu olguların dini yönden etkileri küçümsenmeyecek derecede bazen bilinçli eğitim etkinliklerini de aşan boyutta büyük olmaktadır. Din eğitim açısından bu alanların da ihmal edilmemesi gerekmektedir. Bu sebeple dinin eğitimi konusunun bütün yönleriyle ele alınıp, insanların dini hangi alanda ne şekilde öğrendiklerinin, o alanlarda neler yapılabileceğinin ve bu alanlardaki sorumlulukların neler olduğunun açıklığa kavuşturulması gerekir. Din Eğitim ve Öğretimi Şekilleri Yukarıda da işaret edildiği üzere din eğitimi sadece bilinçli öğretim faaliyetleri ile gerçekleşmemekte, bunların dışında başka faktörler de etkin bir şekilde devreye girmektedir. Konuya insanların genel olarak dini bilgi duygu ve davranışları nasıl kazandıkları açısından bakıldığında üç ayrı alanda üç ayrı unsurun bu konuda etkili olduğu görülmektedir. Bunlar; akademik alanda öğretici etkinlikler, sosyal alanda ilişki ve iletişimler, geleneksel alanda adet ve alışkanlıklar olarak ortaya çıkmaktadır. Bu alanlardaki dinin öğretim şekillerini de (1) dinin akademik öğretimi, (2) dinin sosyal öğretimi ve (3) dinin geleneksel öğretimi diye tasnif emek uygun olmaktadır. Dinin Akademik Öğretimi Akademik öğretim, bir bilginin, duygunun ve davranışın öğrenme ve öğretme süreçlerine uygun metot, teknik ve araçlarla insana kazandırılması işidir. Bunun çocuklara yönelik olanına pedagojik öğretim, yetişkinlere yönelik olanına ise andragojik öğretim denilmektedir. Dinin pedagojik öğretimi ile ilgili “Genel Din Eğitimi” başlığı ile dinin andragojik öğretimi ile ilgili olarak da “Yaygın Din Eğitimi” başlığı ile ileride bilgi verileceğinden burada sadece dinin akademik öğretiminin sorumluluk yönü üzerinde durulacaktır. Akademik öğretim, öğretme ve öğrenme süreçlerini esas alan metot ve tekniklerle yürütülen bir öğretim etkinliği olduğuna göre dinin akademik öğretimi, bu işi yapacak olanların belli bilgi ve becerilere sahip olmasını gerektirir. Çünkü bilimsel ve teknik yeterlik isteyen bir iş, bu yeterliklere sahip olmayanlar tarafından yapıldığında ondan doğru ve olumlu bir sonuç beklenemez. Üstelik din alanı fizik, kimya, matematik, tarih vb. alanlardan farklı olarak çok yönlü öğrenmeleri gerektirir. Dini bilgilerin sadece kavranması ve zihne yerleştirilmesi yeterli olmamakta, onların içselleştirilip benimsenmesi, inanılıp kanaat getirilmesi, kişinin duygu ve düşüncelerini etkilemesi, tutum ve davranışlarını yönlendirmesi din öğretiminden beklenen sonuçlardır. Bu sonuçları hasıl edecek bir öğretme faaliyetinin herkesin yapabileceği sıradan bir iş değil, beceri ve maharet isteyen bir iş olduğu açıktır. Durum böyle olunca dinin akademik öğretiminin her müslüman için bir görev ve sorumluluk olmadığı anlaşılmaktadır. Öte yandan akademik öğretim, öncelikle bir okul görevidir ama sadece okulda yürütülebilen bir görev değildir. Vaazlar, hutbeler, konferanslar, seminerler hulasa nerede olursa olsun dinin usulüne uygun olarak icra edilen bütün dini öğretme etkinlikleri birer akademik dini öğretimdirler. Bütün akademik dini öğretimler, öğrenme ve öğretme süreçlerinin usullerine, esaslarına, metot ve tekniklerine göre yürütülecektir. Kur’anı Kerimde “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun.” anlamındaki ayette geçen “sizden bir grup bulunsun” ifadesi önemlidir. Ayette, “davet” kökünden “yed’ûne” (davet etsinler) fiili kullanılmakta, yapılacak iş, dini değerlere davet etme, dini doğruları öğretip yanlışlıkları ortadan kaldırma olarak anlatılmaktadır. Ayetteki “sizden bir grup bulunsun” ifadesi, bu işi hepiniz değil, herkes değil, içinizden bu işe ehil olan bir grup yapsın demektir. Çünkü bu, herkesin yapabileceği sıradan ve basit bir iş değildir. Yine aynı “davet” kökünden “Rabbinin yoluna davet et” diye başlayan başka bir ayette ise, bu işin nasıl yapılacağı anlatılıyor: “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et, onlarla en güzel şekilde tartış” (Nahl, 16/125) Allah bu ayette dini öğretme işinin hikmetle, güzel öğütle ve en güzel tartışma ile yapılması gerektiğini açıkça belirtiyor. Bu kavramlara biraz yakından bakacak olursak bunların ancak belli yeterliklere sahip kişilerin yapabileceği önemli beceriler isteyen işler olduğu anlaşılır. Hikmet sözlük itibariyle, değerli bilgi, ince anlayış bilgisi, felsefe, derin mana, özlü ve etkileyici söz, atasözü anlamlarına gelir. Kur’an-ı Kerimde vahiy, ilim, kitap yerine geçen hikmet kavramı Araplar arasında atasözü anlamına kullanılmaktadır. Türkçe’de de “hikmetli söz” tamlaması ile kullanılınca derin anlamlı ve yüce maksatlı, az kelime ile çok şey anlatan söz kast edilir, bir şeyin hikmeti tamlaması ile kullanılınca da anlamlı ve değerli sebep manasına gelir. Kelimenin bu manaları gösteriyor ki, insanları “Allah yoluna hikmetle çağırmak” denilince bundan, maksada uygun, yerli yerinde ve ustaca söylenmiş, muhatabı etkileyen ve sarsan bir ifade tarzı ve üslup ile davet yapmak anlaşılır. Güzel Öğüt, kavramı iki ayrı kelime (mev’ize-hasene) nin birlikte kullanımı ile iki ayrı şeyin birlikteliğini ifade ediyor: Birincisi öğüt (mev’ize), güzel ve faydalı, doğruya sevketici söz ve sözler demektir. İkincisi güzel (hasene) kelimesi ise öğüt kelimesinde zaten var olan iyilik ve güzelliğin üstüne ilave bir iyilik ve güzelliği öngörüyor. Bu ikincisi sadece sözün kulağa hoş gelen estetik yönünü değil, onun kolay kavranır, maksadı tam ve doğru anlatıcı, etkili, inandırıcı, ikna edici olma özelliklerini de kapsar. Çünkü öğüdün güzel yapılmasını istemenin başka bir anlamı olamaz. Günümüz öğretim ve iletişim alanlarında geliştirilmiş, insanları etkileme teknik ve imkanları göz önüne alınırsa bütün çağlara hitabeden Kur’an’ın “güzel öğütle davet et” ifadesinden dinin öğretiminde bütün enformasyon, iletişim ve öğretim tekniklerinin kullanılacağı anlamını çıkarmak yanlış olmaz. En Güzel Tartışma ifadesi ise bir iletişim şekli ve bir öğretim metodu olan tartışmanın, dinin öğretiminde en uygun, en anlamlı, en faydalı, ve en verimli şekilde kullanılması gereğine işaret etmektedir. Tartışma, tartışılacak konu hakkında yeterli ve etraflı bilgisi, geniş kültürü olmayan, sorunu kavrama, çözümleme, delillendirme, ikna etme vb. tartışma tekniklerini bilmeyen kimselerin yapacağı ve başaracağı bir iş değildir. Şimdi tekrar yukarıdaki ayetlere dönecek olursak görülüyor ki, dinin nasıl öğretileceğine dair ikinci ayette geçen “hikmet”, “güzel öğüt” ve “en güzel tartışma” kavramları öğretim ve iletişim tekniklerine dair becerileri içeriyor. Birinci ayette de dinin öğretilmesi işinin bir grup tarafından yapılması istendiğine göre bu grubun ikinci ayette anlatılan becerilere sahip olan kişilerden oluşması gerektiği açıkça anlaşılıyor. Bu durumda dinin akademik Amaçlar Konular Planlama Motivasyon Yetenekler İhtiyaçlar Öğretme Öğrenme öğretiminin (emri bil maruf nehyi anil münker) görevi ve sorumluluğu her müslümana ait değil, bu iş için iyi yetişmiş nitelikli insanlara mahsustur. Geleneksel dini kültürümüzde dini öğretme görevinin her müslüman için bir sorumluluk olarak kabul edilmiş olması, “kaş yaparken göz çıkarma” şeklindeki bildik yanlışlıkların yayılmasına, “yaptığı hayır ürküttüğü kurbağayı deymez” hatalara sebep olmuş, sonuçta dinin olması gerektiği şekilde doğru intikalinde ciddi problemler ortaya çıkarmıştır. Bu noktada bahsedilen konularda gerekli yeterliklere sahip olmayan sıradan müslümanlar dinin öğretimi konusunda hiçbir şey yapmayacaklar mı, onların dinin öğretiminde herhangi bir sorumlulukları yok mu sorusu akla gelebilir. İşte bunun için dinin öğretim sorumluluğunu net olarak belirleyebilmek, herkesin konumuna göre neler yapması gerektiği hususuna açıklık getirmek için dinin öğretimini akademik, sosyal ve geleneksel olmak üzere üç kısma ayırma ihtiyacı duyulmuştur. Şüphesiz buraya kadar anlatılanlar dinin akademik öğretimi ile ilgilidir. Şimdi yukarıdaki soruya cevap aramak üzere dinin sosyal öğretimi üzerine dikkatlerimizi çevirelim. Dinin Sosyal Öğretimi Dinin sosyal öğretimi, akademik öğretim amacı güdülmeksizin insanların, sosyal hayat içindeki ilişki, iletişim ve etkileşimlerle dini birbirlerine öğretmeleridir. İnsanlar içinde bulundukları toplumda birbirleriyle kimi yakın kimi uzak, kimi sıkı kimi seyrek, kimi doğrudan kimi dolaylı bir şekilde ilişki içindedirler, farkında olarak yada olmayarak birbirleriyle iletişim kurar ve birbirlerini etkilerler. Bundan dolayı insan sosyal bir varlık olarak hem içinde yaşadığı sosyal çevredeki insanların dini tutum ve davranışlarından etkilenir hem de kendi dini tutum ve davranışları ile başkalarını bir şekilde etkiler. İlk ve orta öğretim kurumlarında dini bilgi ve değerler belli ölçülerde planlı ve programlı bir şekilde toplum bireylerine kazandırılmaya çalışılsa da dini anlayış ve davranış geliştirmede sosyal çevrenin etkisi daha güçlü ve belirleyici olmaktadır. Böyle olmasaydı aynı programla eğitimden geçen insanların yaklaşık aynı dini tutumlar göstermeleri gerekirdi. Öğretme ve öğrenme farklılıklarını dikkate alsak bile bireylerin farklı dini tutum göstermelerinde aile ve çevrenin güçlü etkisi inkar edilemez. İnsanın içinde bulunduğu sosyal çevrede hangi etki karşısında güçlü bir etkilenme yaşadığı çoğunlukla rastlantılara bağlıdır. Kişinin dine karşı keskin bir olumsuz tutum alması da, içten ve sıcak bir yaklaşımla olumlu tutum alması da onun yaşadığı tecrübelerden, maksatlı veya tesadüfi olarak kurduğu iletişimlerden kaynaklanır. Bu iletişimin mutlaka maksatlı olması gerekmediği gibi sadece bir şekilde olması da gerekmez. İletişim duruma göre sözlü, yazılı, nesnel ve duygusal olabilir. Bu bakımdan din görevlilerinin, din dersi öğretmenlerinin, dini öğrenimli olduğu bilinen kişilerin ya da giyim-kuşamı ve hayat tarzı itibariyle dini temsil etme durumundaki kişilerin konuşmaları, yaşantıları, tutum ve davranışları, çevreyle olan ilişkileri ile insanlara olumlu veya olumsuz iletiler gönderirler. Yapılan bir araştırmada, dindar kişiliğe sahip insanların maksatlı ve tesadüfi iletişimlerle çevrelerindeki kişilerin dini tutum geliştirmelerinde önemli rolü bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. (Kaya, 1998) Dini temsil konumundaki kişilerin olumlu davranışları insanlar üzerinde olumlu etkiler bırakıp onları bu davranışlara özendirdiği gibi çıkarcılık, bencillik, yalancılık, iki yüzlülük, sahtekarlık vb. dini değerlere aykırı davranışları da insanları şaşırtmakta, onların şahsında dine ve dindarlara karşı güveni sarsmaktadır. Öğrenmenin gerçekleşmesinde önemli payı bulunan uyarma, dikkat çekme, ödül ve müeyyide vb. güdüleyici ve pekiştirici unsurlar, toplumda dindar kişilerin çekici, örnek olucu, özendirici, caydırıcı davranışlarında saklıdır. İnsanların gözlem yapma, model alma, taklit etme eğilimleri, onları, görüp beğendikleri davranışları benimsemeye, hoşlanmadıkları davranışlardan uzaklaşmaya sevk eder. Bu bakımdan hiçbir müslüman “benim tutum ve davranışlarım kimseyi ilgilendirmez” diyemez ve insanlarla kurduğu ilişki ve iletişimlerin dini ve insani yönden nasıl sonuçlar verdiğine aldırmazlık edemez. Çünkü bir müslüman, insanlarla hep iyi ilişkiler kurmak ve onlarla olumlu ve faydalı iletişimlere girmekle mükelleftir. Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde şöyle buyuruyor: “İyilik ve takvada yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın” (Maide, 5/2) “Asra yemin olsun ki, iman edip doğru işler yapanlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç insan gerçekten ziyandadır.” (Asr, 103/1-3) Ayetlerde bir yandan iyilik konusunda yardımlaşmak emredilip kötülüğe yardımcı olmak yasaklanırken bir yandan da hüsrandan kurtulmak için mü’minlerin birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeleri gerektiği bildirilmektedir. Bu durum müslüman için hem insanları olumlu yönde etkileme yükümlülüğünü hem de olumsuz etkilemeden kaçınma yükümlülüğünü ifade eder. İşte her müslümanın dinin öğretimi konusundaki sorumluluğu bu sosyal etkilemede yani dinin sosyal öğretiminde ortaya çıkmaktadır. Zira ayetlerde sözü geçen ve hemen bütün dini davranışları kapsayan genişlikteki iyilik, takva, hak ve sabır konularında istenen şey tek başına davranışlar değil müşterek davranışlar ve yardımlaşmalardır. Asır suresinde ziyandan kurtulmak için iman etmiş olmanın ve tek başına sâlih ameller işlemenin yeterli olmadığı, hak ve sabır konularında tavsiyeleşmenin istendiği açıkça belirtilmektedir. İnsanlara bir konuda yardım etme ve tavsiyede bulunma kişinin mevcut kabiliyetleri, bilgisi ve diğer imkanları ile sınırlı olacağından herkes kendi imkanları ölçüsünde bu görevi yerine getirecektir. Yukarıdaki ayetlerde ve diğer ayetlerde tavsiye ve yardım işini kimlerin ne şekilde yapacağına dair bir kaydın bulunmaması, emirlerin herkesi kapsayacak biçimde genel ifade edilmesi bunu göstermektedir. Kısaca “olumlu yönde etkileme ve olumsuz etkilemeden kaçınma” şeklinde ifade edilebilecek bu görev herkes için bir sorumluluktur. Ancak sorumluluk konusunda dikkat edilmesi gereken husus şudur: Hangi davranışımızla etrafımıza ne tür iletiler gönderdiğimizin bilincinde ve farkında olmadan çoğu kez istemesek de insanları yanlış duygu ve düşüncelere sevk edebilmekte, böylece ayetin emrettiğinin aksine onlara günahta yardımcı olabilmekteyiz. Toplumumuz bazı dindar insanların davranışlarına bakıp da dinden soğuyan insanlarla doludur. Bugün İslam toplumlarının içine düştüğü durumun en önemli sebeplerinden biri belki de en önemli sebebi iletişim sorunudur, yani doğru anlayamamak, doğru anlatamamak, yardımlaşma ve tavsiyeleşme gibi iletişimsel etkinlikleri geliştirememektir. Dinin Geleneksel Öğretimi Dinin geleneksel öğretimi denilince ilk akla gelen alışılagelmiş ve yerleşmiş eğitim tarzıdır. Dini kurumların, dini şahsiyetlerin ve ailede ana-babaların din eğitim adına alışık oldukları sürekli aynı şekilde yürüttükleri eğitim etkinlikleri geleneksel din eğitimi olarak ifade edilir. Geleneksel hal almış olsa dahi kast edilen akademik eğitimdir ve burada üzerinde durulacak konu bu değildir. Burada incelenecek konu, toplumda yerleşmiş adet ve geleneklerin dini değerlerin yaşatılması ve yeni kuşaklara aktarılmasındaki rolü, böylece maksatlı olmayan bir din eğitimi görevi yapma durumudur. Toplumda çok yoğun bir şekilde yaşanan ilişkiler ve iletişimler yumağı içinde bir kasıt olmaksızın kendiliğinden oluşan öğretme ve öğrenme etkileşimleri çok yönlü karşılıklı eylemler olarak sürüp gider. Bu bakımdan öğretimi bilinçli etkilemelerle sınırlı kabul etmek mümkün değildir. Öğretimin büyük bir bölümü öğretme ve öğrenme maksadı taşımayan eylemlerle gerçekleşir. Çoğu yaşantılarda iletişim amacı değil ilişki amacı öne çıkmaktadır. İnsanlar hayatın normal akışı içinde kurdukları ilişkilerle iletişime girip inançlarını, kültürel ve ahlâki değerlerini bu yolla birbirlerine aktarırlar. Toplumda var olan ve yaşatılan gelenekler, ilişki amaçlı iletişimler olarak dini değerlerin aktarımında önemli bir görev yaparlar. İlişkileri sürdürerek, onların taşıdığı değerleri her defasında yeniden onaylayarak gerçekleştirilen ilişki amaçlı iletişimler bir grubun veya toplumun değerlerini yaşatmada son derece önemlidir. İlişki amaçlı iletişimler yeni bilgilerden çok var olanlar üzerinde oldukça yüksek tekrar içeren geleneksel yaşantılardır. Gelenek, "bir toplumda geçmişten gelmiş olmaları nedeniyle değer verilen ve nesilden nesile aktarılan maddi olmayan kültür unsurlarından her biri" olarak tanımlanır. Zaman içinde ortaya çıkan olay ve yaşantıların hep aynı biçimde tekrarlandığını izleyen insan zekası, bunlardan genellemeler yaparak soyut kurallar meydana getirir. Bunlar da hayatın bütününe şamil olan sosyal düzen kurallarını oluşturur. Bu kurallar herkes tarafından paylaşılarak uzun süre devam ettirilirse yerleşir ve toplumun yazılmamış kanunları olarak bağlayıcılık kazanır. Bu yüzden gelenek topluma ortak idealler ve müşterek davranış kalıpları oluşturmada sağlam bir dayanak teşkil eder ve toplumsal kararlılığın ve meşruluğun kaynağı olarak görülür. Çoğunlukla geleneksel kurallar yazılı kanunlardan daha saygın olduğu için geleneksel kurallara uyma zorunluluğu insanları istedikleri gibi hareket etmekten alıkoymaktadır. Geleneğin bu gücü tamamıyla yaşantıların sosyal bütünlük içinde süreklilik kazanmış olması ile açıklanabilir. Toplumlar genellikle inançtan ve dinden gelen değerlerini bu şekilde ortak tutum ve tavırlarla yaşatırlar ve onları bir manevi miras olarak yeni kuşaklara aktarırlar. Bu sosyal olgu, ister bilinçli ister bilinçsiz çabalarla gerçekleşmiş olsun her toplum için mevcut olan tarihi bir gerçekliktir. Yeni nesiller kendilerine aktarılan mirası bazen ayıklamak, yorumlamak veya değiştirmek isteseler de, tarihi sürekliliği bir noktada keserek tümüyle kaldırıp atmak mümkün olmamaktadır. Çünkü değer ve kültür aktarımında önemli payı olan geleneğin temel karakteri tekrar ve sürekliliktir. Bu yönüyle gelenek tekrara dayalı ilişki amaçlı iletişimdir. İnsanın geleneğe yönelmesindeki temel olguyu, sadece bir sosyal hadise çerçevesinde değerlendirmek yanıltıcı olur, onun toplum iletişimi, etkileşimi ve sonuç olarak toplum eğitimi ile ilgili yönü de oldukça önemlidir. Eğitim geniş kapsamda "bireysel ve sosyo-kültürel olgulara ilişkin değişkenlerin etkileşimi" olarak görülür. Yetişkin nesil değerlerini, anlayışlarını, fikirlerini hayata yeni katılanlara yaşantılarıyla ilişkileriyle ve bunları sistemleştirip kalıplaştırdığı gelenekleriyle aktarırlar. Bir toplum içinde herkes birbirleri ile iletişim ve etkileşim halindedir ve dolayısı ile herkes herkesi bir şekilde eğitir. Sosyal hayat öğretme ve öğrenmelerle doludur. Sosyal müşterekliklerle oluşmuş karşılıklı iletişim ve etkileşimlere dayanan bütün gelenekler insanlara mutlaka bir şeyler kazandıran birer öğretici unsurlardır. Bireyin yaşadığı çevrede edindiği bütün kazanımlar istendik ya da kendiliğinden olsun birer eğitim ürünü sayıldığına göre geleneğin eğitim yönü göz ardı edilemez. Üstelik geleneğin temelinde inançlar vardır ve inançlar daima aşkın değerlere yönelir. Bu bakımdan geleneğe, değerlerin korunması ve yaşatılması ile birlikte toplum gelişmesine yönelik pratik sonuçlar açısından da yaklaşmak gerekir. Bu pratik sonuçlar aslında bir dini ve bir kültürü var eden şeylerdir. Geleneğin temel karakteri tekrar ve süreklilik olduğundan gelenek, onu var eden temel değerlerle zihni bağlantıyı devam ettirdiği sürece ilkelerin ve değerlerin sürekliliğine hizmet eder.. Bu noktadan hareketle İslam’ın öne çıkardığı değerlere uygun davranışların kalıcılığını sağlamanın gelenekle örtüştüğü söylenebilir. İslam öğretisi "amellerin en hayırlısı devamlı olanıdır" (Buhari: İman 32, Rıkak 18; Müslim: Müsafirin, 316) prensibi ile dini yaşantılardaki tekrar ve sürekliliği önemsediğinden bu örtüşmeyi reddetmez. Geleneksel yapı tekdüzelik ve tekrar neticesi oluşan bir alışkanlığı ifade etse de İslam’ın bilinçli davranış ilkesini zedelemediği kabul edilir. Çünkü alışkanlık çoğu kez tekrarı kolaylaştıran en etkin unsurdur. Bu bakımdan İslam’ın öngördüğü ibadet ve ahlâk pratiklerinin güçlü ve kalıcı olmasında alışkanlık yadırganmaz, aksine teşvik edilir. İslami literatürde gelenek "örf" terimi ile ifade edilir ve "insanların alışkanlık haline getirip hayatlarında sürekli uyguladıkları söz ve davranışlar" olarak tanımlanır. Ancak İslami anlayışta "örf" tabiri, geleneğin olumlu yanını içerir. Buna Kur'an ifadesiyle "maruf" (kabul edilebilir davranış) denir,( Bakara, 2/233) karşıtı ise, yadırganan davranışlar anlamına "münker" olarak ifade edilir.(Ankebut 29/29) Örf, İslami kararlarda ikinci derecede delil kabul edilir ve diğer delillerle çözülemeyen bir meselede nass ayarında belirleyici bir unsur olarak görülür.(Mecelle, Md:45) Geleneğin bu ölçüde hukukta delil kabul edilmesi, müslüman halk arasında onun informal eğitim unsuru olarak kullanılmasına referans vermektedir. Gelenekler toplumun kültürel karakterinin ve genel kimlik yapısının göstergesi durumundadır. Bunların tamamının dini kaynaklı olduğu ve bu niteliklerini devam ettirdikleri söylenebilir. Mesela, insanlar karşılaştıklarında selamlaşmak için kullandıkları “Selamun aleyküm – Aleyküm selam” ifadeleri, ayrılırken kullanılan “Allah’a ısmarladık – selametle” ifadeleri Kur’andan alınma peygamberin kullandığı ifadelerdir. Bir tesisin temel atma veya açılış törenlerinde kurban kesilmesi, dua edilmesi de birer geleneksel dini eylemdir. Bir işe başlarken "bismillah" deme alışkanlığı, Peygamberin hadisine dayanan dini bir işlem olarak gelenekleşmiş bir davranıştır. Yine insanların birbirleriyle ilişkilerinde ibadet kastı olmaksızın "hayırlı uğurlu olsun", "Allah mübarek etsin", "Allah yardımcın olsun", “Allah razı olsun” vb. şekilde dua nitelikli ifadeler kullanmaları da yaygın olarak gelenekleşmiş davranışlardır. İslam dininde dua dini bir ritüeldir ve dinin en temel ibadeti olan namaz da bir duadır. Ancak ibadetler dışında yaygınlaşan ve dindar olsun olmasın herkesin her zaman ve her yerde yaptığı dualar gelenekleşmiş davranışlardır. Dua, Allah ile kurulan yakın bir ilişki olduğu için bu davranışların kurucu değerinden sapması da söz konusu değildir. Yani dualar dini duygu ve sıcaklığı taşıma fonksiyonuna sahiptirler. Bütün bu geleneksel yaşantı ve davranışlar, içerdikleri manevi değerlerin pratik kalıplar içinde alışkanlıklar olarak yaşatılmasını ve gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlarlar. Çocuk dua etme, selamlaşma, kurban kesme, dini törenler (mevlit, kandil, bayram, taziye vb.), yardımlaşma, büyüklere saygı gibi dini içerikli geleneksel yaşantıları önce ailesinden öğrenir, sonra da geniş çevrenin etkisi ile bunları hayatın normal seyri içindeki alışkanlıklar olarak geliştirir. Modern eğitim bilimi, ana dilin öğrenilmesi, kişiliğin gelişmesi, uyum ve intibak konularındaki öğrenmelerin sembollerle gerçekleştiğini vurgulamaktadır. Bu sosyal hayat içinde kaçınılmaz olarak sürüp giden sözsüz iletişim ve etkileşimdir. Çocuk çevresindeki insanların davranış sembollerini model olarak alır, onlara ilgi duyar, taklit etmeye çalışır ve onlarla bütünleşmekten haz duyar, sonra onları kavramaya ve anlamlandırmaya çalışır. Büyükleri taklit etme ve onlarla bütünleşme davranışı, çocukların dini duygu ve tutum geliştirmelerinde önemli bir etkendir. Türkiye’deki çocuklar üzerinde yapılan bir araştırmada, onlardaki dini duygunun, büyükleri izlemek, onların davranışlarını gözlemek, ezan, dua, namaz gibi sembolleri düşünmek suretiyle geliştiği tespit edilmiştir. Çocuklar geleneklerdeki uyarıcı sembollerin yanında büyüklerden duydukları geleneksel inanış ve kabullere de yönelmekte, kutsallık hakkında söylenenleri yani sözel geleneği de benimsemektedirler. Sevap günah, ayıp, yazık kavramları ile zihinlerde oluşturulan ve insan davranışlarını yönlendiren anlamlar geleneğin yaşattığı değerlerdir. Adet dediğimiz insanların mevzii ve kısmi olarak geliştirdikleri alışkanlıklar da gelenekler gibi dini değerleri yaşatma ve yeni kuşaklara aktarmada önemli görev yaparlar. İnsanlar, dini değerler ve dini yaşantılar üzerinde geliştirdikleri adetlerle bu değerlerin ve yaşantıların sürekliliğini sağlamış olurlar. Bir ailenin geliştirdiği dini adetler ister istemez ve farkında olmadan o ailede yetişen çocukların davranış, anlayış ve kişiliklerini yönlendirir. Çünkü sürekli tekrarlanan adet haline gelmiş veya gelenekleşmiş yaşantılar en etkin sosyal iletişim ve etkileşin araçlarıdır. Bu bakımdan eğitimciler, ana-babaların çocuklarına öğüt verme yerine söylediklerini sürekli kendileri yaparak, inandıkları değerler üzerinde adet ve alışkanlık halinde yaşantılar oluşturarak model olmalarını önermektedirler. (Gordon, 2000) Adetler ve gelenekler eğer dini değerlere zıt yönde gelişir ve dini yaşantılara aykırı davranışlar içerirse dinin öğretimi konusundaki sözlü anlatımlar etkisiz kalır. İçinde bulunduğu toplum davranışları ile bütünleşen insanı, salt sözlerle etkilemek ve onu herkesle paylaşıp mutlu olduğu davranışlardan koparmak oldukça güçtür. İnsan adet ve alışkanlıkları ile yaşayan sosyal bir varlık olarak içinde bulunduğu toplumun, daha alt düzeyde de grubun müşterek yaşantılarından kopamaz ve onları kendisi için adet ve alışkanlıklar haline getirir. Dinin sosyal öğretiminde yaşantılar sözlerden çok daha etkin olduğu için güzel gelenekler, adetler oluşturmak, aile normları, arkadaşlık ve dostluklar, grup normları geliştirmek ve bunlar ısrarla sürdürmek gerekir. Dini değerlerin toplumda yerleşmesi, yerleşik yaşantılarla yeni kuşaklara intikalinin sağlanması bakımından gelene ve adetleri düzene koymak, güzel ve yararlı adet ve gelenekler oluşturmak, bir din öğretimi görevi olarak herkes tarafından dikkate alınması gereken bir sorumluluktur. Sonuç olarak dinin akademik öğretimi, maharet isteyen bir iş olması sebebiyle sadece bu iş için yetiştirilmiş uzman kişilerin görev ve sorumluluğudur. Dinin sosyal ve geleneksel öğretimi ise herkesin kendi çapında hassasiyet göstermesi gereken genel bir sorumluluk alanıdır. |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Din Eğitimi 13.14.Hafta | serpil | Din Eğitimi | 1 | 26 Aralık 2013 17:03 |
Din Eğitimi 10.11.12.Hafta | serpil | Din Eğitimi | 2 | 26 Aralık 2013 17:01 |
Din Eğitimi 4.5.6.Hafta | serpil | Din Eğitimi | 2 | 26 Aralık 2013 16:56 |
Din eğitimi 10.hafta | Medine-web | Din Eğitimi | 0 | 20 Aralık 2013 07:02 |
Din eğitimi 5.hafta | Medine-web | Din Eğitimi | 0 | 20 Aralık 2013 06:58 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|