|
Konu Kimliği: Konu Sahibi nurşen35,Açılış Tarihi: 26 Mart 2018 (22:35), Konuya Son Cevap : 26 Mart 2018 (22:35). Konuya 0 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
26 Mart 2018, 22:35 | Mesaj No:1 |
Durumu: Medine No : 38944 Üyelik T.:
09 Şubat 2014 | Din Sosyolojisi Bahar Dönemi Özetleri 2018 Din Sosyolojisi Bahar Dönemi Özetleri 2018 Ünite 1: Din Sosyolojisinin Doğuşu ve Gelişimi Sosyoloji Sosyolojinin sistemleşmesi, kurumsallaşması ve kendini felsefeden kopararak ayrı bir bilim dalı haline gelmesi 19. yüzyıldan sonra gerçekleşir. Etimolojik olarak ise sosyoloji toplumsal olanın bilimi olarak nitelenebilir. Kökeni Fransız ihtilaline kadar dayanmakta, Fransa’nın toplumsal bunalımına çözümler üretmek amacıyla yayılmış bir bilimdir. Kısa zamanda bu bilim tüm dünyada etkisini göstermiştir. Sosyoloji öncelikle bir sosyal bilimdir, konusu ve alanı itibariyle de diğer bilimlerden farklılık gösterir. Sosyolojinin asıl konusu insan toplumlarıdır, toplumu ve orada yaşanan olayları inceler. Toplumsal hayat ise iki veya daha fazla insanın arasındaki bilinçli ilişkilerle ilgilidir. Bu sonsuz ilişkiler ağından somut-özel ve soyutgenel olgular, kurumlar, gruplaşmalar meydana gelir. Sosyoloji bu bağlamda, olayları sebep-sonuç ilişkisi içinde, kendine özgü bir yöntemle irdeler. Sosyoloji bazı dallara ayrılmıştır. Buna bağlı olarak toplum hayatında meydana gelen sosyal değişmeler ve yeni gelişmeler, özel sosyolojilerin doğuşunu zorunlu kılmıştır. Özellikle 20. Yüzyıldan sonra meydana gelen, sosyal, kültürel, ekonomik ve teknolojik gelişmeler uzmanlaşmayı kaçınılmaz hale getirir. Aynen diğer bilim dallarında olduğu gibi sosyolojide de bu dönemde yeni alt dallar oluşmaya başlamıştır. Bunlar özel sosyoloji disiplinleri adı altında toplanır. Bunlar; Din sosyolojisi, eğitim sosyolojisi, köy sosyolojisi, kent sosyolojisi, siyaset sosyolojisi, örgüt sosyolojisi, hukuk sosyolojisi, sanayi sosyolojisi, sağlık sosyolojisi, sanat sosyolojisi, edebiyat sosyolojisi, dil sosyolojisi, tarih sosyolojisi, iletişim sosyolojisi, bilgi sosyolojisi, çevre sosyolojisi, spor sosyolojisi, serbest zaman sosyolojisi, suç sosyolojisi, aile sosyolojisi, müzik sosyolojisi, göç sosyolojisi, iş ve meslek sosyolojisi, gençlik sosyolojisi, yaşlılık sosyolojisi, etnik sosyolojisi, yönetim sosyolojisi, nüfus sosyolojisi, kültür sosyolojisi, kurumlar sosyolojisi gibi alt dallara ayrılmıştır. Din Sosyolojisi Sosyoloji nasıl genç bir bilim dalı ise din sosyolojisi de ondan daha genç bir bilim dalı olarak gün geçtikçe gelişmeye devam etmektedir. Din sosyolojisi terimi ilk kez Emile Durkheim 1899’da yazdığı bir yazıda kullanmıştır. Türkiye’de ise din sosyoloji adıyla bilim dünyasında yer almaktadır. Din sosyolojisi, 19. Yüzyılın pozitivist ve evrimci bilim anlayışından hareketle, ilkel olarak nitelenen dinlerin etnolojik ve daha sonra da evrensel dinlerin tarihi sosyolojik araştırılmasını kendine konu edinmiştir. 20. Yüzyılın başlarında ise sistematik ve bağımsız din sosyolojisinin de kurucusu kabul edilen Max Weber, kendisinden öncekilerin aksine sosyolojinin görevinin, dinin özünü, kaynağını, doğasını veya dini değerlerin doğruluk ve yanlışlığını araştırmak olmayıp, din-toplum ilişkileri bağlamında, din ile diğer sosyal kurumlar arasındaki karşılıklı etkileşimi, dini inançlardan kaynağını alan sosyal davranışların incelenmesi olduğunu söyleyerek yeni bir sosyoloji anlayışının öncülüğünü yapmıştır. Daha kısaca belirtmek gerekirse, din sosyolojisi, din ve toplum arasındaki ilişkiyi açıklar. Dini hayatın toplum üzerindeki etkilerini ve toplumun din üzerindeki etkilerini inceler. Dini gruplaşmalar, cemaatler, dini kurumlar, örgütlenmeler din sosyolojisinin en temel konularıdır. Çağlar boyunca hem İslam düşünürleri hem de Batı bilim insanları bilimlerin sınıflaması adına kendilerine özgü yaklaşım biçimleri geliştirmişlerdir. Din sosyolojisinin, bilimler arasındaki konumunu belirleyebilmek için bilim dallarını üçe ayırmak mümkündür. 1. Doğa Bilimleri: Doğa ve doğa olayları ile ilgilenen bilimler; fizik, kimya, astronomi gibi 2. İnsan Bilimleri: İnsanı, insanın tarihi, kültürel, toplumsal dünyasını konu edinen bilimler; tarih, antropoloji, sosyoloji gibi 3. Din Bilimleri: Dinleri sosyal bilimler perspektifinden, olgusal temelde araştıran bilimler; dinler tarihi, din sosyolojisi, din psikolojisi gibi Sosyolojide olduğu gibi din sosyolojisi de uzmanlaşmış alt dallara ayrılmıştır. Bütün dinlerin sosyolojik incelemesini yapan genel din sosyolojisinin aksine, yalnız bir dine ait sosyolojik çözümlemeyi yapan din sosyolojileri de vardır. Bu duruma Hristiyan din sosyolojisi, Yahudi din sosyolojisi ve İslam din sosyolojisi gibi örnekler verilebilir. Yöntem ve Teknikler Din sosyolojisi, dinin toplumsal boyutunu, sosyal gerçeklik olarak ele alıp incelerken genel sosyolojinin yöntem ve tekniklerinden yararlanır. Başka bir deyişle, din sosyolojisi, sosyolojinin yöntem ve yaklaşımlarının dinisosyal alanı uygulanmasıdır. Sosyal bir araştırmada, doğal olarak din sosyolojisi incelemelerinde kullanılan üç aşamalı uygulamalar: gözlemleme, karşılaştırma, açıklama olarak üçe ayrılabilir. Gözlemleme; sosyal olayların bir obje olarak yani dışımızdaki bir eşya gibi incelenmeleri gerektiği, olayların tanımlanmasının ve sınırlandırılmasının gözlemleme süreci için önemi fazladır. Bu açılardan sosyal gözlem dolaylı (vasıtalı) ve dolaysız (vasıtasız) olarak iki şekilde yapılır. Dolaylı Gözlem: Tarihin verileriyle yani belgelerle yapılan geçmişle ilgili bir gözlemdir. Din sosyoloji açısından ise gözlem yapacak araştırmacı için üç çeşit materyal bulunmaktadır. Sözlü gelenekler: Masallar, efsaneler, atasözleri, destanlar gibi. Yazılı belgeler: Arşiv belgeleri, şeriyye sicilleri, fetvalar gibi. Şekillenmiş Anıtlar: Taşınır ve taşınmaz her türlü sanat eserleri bu grupta yer alan bilgi kaynaklarıdır. Dolaysız Gözlem: Günümüz toplumlarını doğrudan doğruya veya birinci elden yerinde izlemek ve incelemektedir. Bu yöntemin kendine özgü bir tekniği vardır. Bunlar sırasıyla öğrenme, hazırlanma ve sezmeden oluşur. Öğrenme; araştırmacının incelediği toplumu tanıması olayıdır. Hazırlanma; araştırmacının kavramsal ve kuramsal çerçevesini oluşturmasıyla varsayım üretmesinin gereğidir. Sezme; araştırmacının doğru çıkarımlar yapabilmesi için anlayışlı ve sezgili olması gereklidir. Başlıca Araştırma Teknikleri: Alan (saha): Alana çıkılarak veri toplanması ve yorumlanmasıdır. Le Play’a göre, sosyologlar masa başı sosyoloji yapmamalı, halkın içine karışmalıdır. Monografi: Sınırları belirlenmiş tek bir konunun, küçük grupların ya da örnek bir olayın tüm değişkenleriyle dar boyutlu ve derinlemesine incelenmesidir. Monografiyi ilk kullanan Le Play (1806-1882) olmuştur. Anket: Çeşitli konularda, kişilerden okuyup cevaplayabilecekleri soru kağıdı hazırlanması yoluyla yazılı bilgi toplama tekniğidir. Mülakat: Araştırılan konuda sözlü bilgi toplamadır. Karşılaştırma, toplumsal olay ve olgularla ilgili salt durum tespiti yapmak, betimlemek, bilimsel gerçeğe ulaşabilmek için tek başına yeterli değildir. Bunun için din sosyolojisi, gözlemini yani vasıflamasını yaptığı olguları karşılaştırmak zorundadır. Açıklama; din sosyolojisinde incelenen olayın gözlemlenmesi ve karşılaştırılmasından sonra açıklama ile sonuçlanması gerekir. Din sosyolojisi açıklamalarında, birçok sosyal, kültürel ve sosyo ekonomik faktörlerin dine etkilerinin yanı sıra dinin de sosyal hayatın çok çeşitli alanlarına etkilerinin yani sıra karşılıklı bağımlılık ve etkileşimin söz konusu olduğunu gözden uzak tutmaması gerekir. Din Sosyolojisinin Kısa Tarihi İnsanlık tarihi boyunca insanın ve toplumun var olduğu her yerde din var olduğuna göre, din üzerine düşünme de o kadar eskidir. Burada İlkçağ Yunan düşüncesinde ve Hristiyan ortaçağında din sosyolojisi açısından önemli bazı düşünürlerin görüşleriyle yetinilecektir. Toplum ve din üzerine düşünmenin tarihi İlkçağ Yunan düşüncesine kadar uzanır. Bu dönemde din sosyolojisi açısından ise en önemli isim Eflatun’dur. Eflatun, sofistlerin “Her şeyin ölçüsü insandır” sözü yerine “Her şeyin ölçüsü Tanrı’dır” demiştir. Eflatun’a göre ilahiyatın işi, Tanrı’nın varlığını ispat etmek, Tanrı’nın insanlarla ilgilendiğini, hiç kimsenin yaptığının yanına kar kalmayacağını göstermek, Tanrıların birtakım yalvarmalarla ve hediyelerle kazanılmayacağını, herkesin kendi hareketinden sorumlu olacağını anlatmaktadır. Hristiyan Ortaçağı döneminin toplum görüşlerinin çerçevesini biri mistik diğeri de skolastik görüş oluşturmaktadır. Mistik görüş için Saint Augustin mistik görüşün esaslarını tartışır. Ona göre, içinde yaşadığımız bu dünya toplumları gelip geçicidir. Akinaslı Saint Thomas ise ‘İlahiyat Mecmuası’ adlı eserinde; skoloastik düşünce ile aklın kurallarını İncil’in emirleri ile uzlaştırmaya çalışmaktadır. Din sosyolojisi kurucularına değinmeden önce kısaca ortaçağın sonlarından itibaren başlayan değişim hareketlerine bakmakta yarar vardır. Rönesans ve Reform hareketleri, bilimsel ve teknik buluşlar, İngiltere, Fransa ve Almanya’daki Aydınlanma hareketi, Fransız ve Sanayi devrimleri gibi olay ve olgular, toplumların siyasi, sosyo-ekonomik ve kültürel hayatlarında büyük değişmeler meydana getirdiği gibi kilisenin ve halkın din ve dünya görüşü de sorgulanmaya başlanmıştır. Marks, dini ayrıntılı olarak incelememesine karşın, sonrasında dine sosyolojik açıdan getirilen yaklaşımlarda etkili olan, sosyolojinin kuramcılarından biridir. Marks’ın düşüncesini anlayabilmek için etkilendiği düşünürlerden olan Feuerbach’ı anlamak yerinde olacaktır. Ona göre din, insanın kendi düşüncesinin insanlar üstü bir plana aktarılışıdır. Bu fikirlerden yola çıkarak Marks, dinin halkın afyonu olduğunu söyler. Egemen sınıfların, kendilerine yönelik bir devrim tehlikesine karşı, kitleleri pasifize etmek için dini nasıl kullandıklarını örnekler. Auguste Comte(1798-1857), sosyolojinin isim babası, pozitivist felsefenin de en önde gelen temsilcilerindendir. Pozitivist felsefenin bilimler için zorunlu olduğunu, gözleme, deneye ve yasaların tespitine dayanan bu yöntemin, teolojik ve metafizik alanlara da yayılması gerektiğini söyler. Sonuçta ise Comte, statik açıdan toplumu meydana getiren üç temel öğe olarak, aile, devlet ve din kurumlarını ele alır. Emile Durkheim (1858-1917), din sosyolojisi terimini ilk kez kullanan kişidir. Durkheim, dinlerin evriminden çok, dinin kökeni sorununu araştırır. Ona göre din, toteme tapınma şeklinde başlayıp kaynağını toplumun kolektif vicdanından aldığını öne sürer, dini bir topluluk ruhu olarak açıklar. Durheim’ın ‘Dini Hayatın Başlangıç Şekilleri(1912)’ adlı eseri, din sosyolojsinin ilk klasiklerindendir Max Weber (1864-1920), dini kendinden öncekilerden daha farklı ele alışla incelemiştir. Din; kökenini, gelişimini araştıran bir bilim değil, dini davranışları ya da dinden kaynaklanan sosyal davranışların bilimi olması gerektiğini söyler. Din ve ekonomi arasında bağlantılar kurarak dini anlayışlarla ekonomik davranışlar arasındaki ilişkileri anlamaya çalışır. Weber’in din sosyolojisiyle ilgili en önemli eserleri; ‘Din Sosyolojisi Hakkında Makaleler’ ve ‘Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’dur. Ernest Troeltsch (1865-1923) Hristiyan kilise ve mezhepleri üzerine din sosyolojisi geliştirmiştir. Joachim Wach (1898-1955), ‘Din Sosyolojisine Giriş’ adlı kitabıyla ilk defa din sosyolojisini sistematikleştirmiştir. Dinin ortaya çıkan sosyal biçimlerinin irdelenmesini yapar. Gustave Mensching (1901-1978), dinde oraya çıkan sosyolojik olaylar ve dinin sosyolojik ilişkilerini inceler. Gabriel Le Bras, Fransız Katoliklerin dini pratikleri üzerine geniş denemelerde bulunmuştur. 20. yüzyılın ikinci yarısından günümüze gelinen süreçte, din sosyolojisi alanında öncekilerden farklı olarak, özellikle modern dünyada din-toplum ilişkileri konusunda yeni yaklaşımlar sergileyen önemli sosyologlar bulunmaktadır. Bunlar, Luckmann, Berger, Bellah, Geertz, Turner, Glock, Casavova ve Davie gibi isimlerdir. Thomas Luckmann (1927-…), modern toplumda dinin değişen yapısını tahlil etme konusunda sorunlar yaşadığını belirtmekte ve modern toplumda geleneksel kilise dininin yerini alan her hangi bir şeyin de din olarak adlandırılıp adlandırılamayacağı üzerine tartışmıştır. Luckmann, dinin giderek daha öznel ve özel bir konu haline gelmeye başladığını, yani kiliseden koparak bireyselleştiğini ifade etmektedir. Peter Berger (1929-…), insanı merkeze oturtan antropolojik ve fenomenolojik bir din sosyolojisinin yöntemlerini geliştirmeye çalışmaktadır. Dini kendisiyle kutsal bir kozmosun kurulduğu insani bir girişim olarak tanımlayan, ama din ile insan arasındaki ilişkinin tek yönlü değil, diyalektik bir ilişki olduğunu vurgulayan Berger, dinin insanın dünya kurma girişiminde stratejik bir rol oyandığını, fakat kutsalın tarihi tezahürlerinin çok farklı görünümlere sahip olduğunu belirtmektedir. Robert N. Bellah (1927-…), sivil din teorisini sistematikleştiren bir sosyologtur. Sivil din tezi, sekülerleşmenin artması yönündeki beklentiyi, Amerika Birleşik Devletlerinde dini inanç ve kurumlara olan kamusal bağlılık gerçeğiyle uzlaştırmanın bir aracını sağlamaktadır. Ünite 2: İslam Dünyasında ve Türkiye’de Din Sosyolojisi Giriş İslam dünyasında bilimlerin oluşum süreci çok erken bir dönemde başlamıştır. İslam’ın başlangıç yıllarından itibaren gerek Kur’an–ı Kerim’in gerekse Hz. Muhammed’in bilgiyi, öğrenmeyi, aklı ve düşünceyi övmüştür. Emeviler ve Abbasiler döneminde, özellikle de Harun Reşit’le yakalanan gelişme çizgisi Me’mun döneminde (813–833) ‘Beytü’l–Hikme’lerin kuruluşuyla zirveye çıkmış, İslam bilginleri tarafından eski Yunan düşünürleri (Eflatun, Aristo, Hipokrat, Öklid, Batlamyus vb.) başta olmak üzere diğer ülkelerdeki (İran, Hint) felsefe ve doğa bilimi düşünürlerinin eserleri Arapçaya çevrilmiştir. İslam dünyasının ilk formel eğitim kurumları medreselerin de bu dönemde başladığı ve ilerleyen yıllarda gelişerek 11. yüzyılda Büyük Selçuklularda Nüzamülmülk’ün kurduğu Nizamiye Medreseleri ile eğitim öğretim ve bilim faaliyetlerinin en parlak dönemlerini yaşadığı bilinmektedir. İslam bilginlerinin eserlerinde din sosyolojisi adına önemli bilgileri bulmak mümkündür. Onlar din-toplum ilişkilerini, dini gruplaşmalara dair görüşlerini klasikleşmiş bilimlerin içinde incelemişlerdir. Bu anlamda akla gelen düşünürler, Farabi, İbn Miskeveyh, İbni Sina, İbn Rüşd, Gazali, Maverdi, Şehristani, İbn Haldun gibi Ortaçağ döneminde döneminin ilerisi işler yapanlar olarak öne çıkarlar. İslam dünyasındaki bilgi birikiminin ve önemli eserlerin tercüme yoluyla Batı’ya da aktarıldığı görülmektedir. Endülüs, Yunan ve İslam biliminin Avrupa’ya aktarılmasında köprü görevi üstlenmiş, 12. yüzyılda bilim ve felsefe eserleri Arapçadan Latinceye çevrilerek, Rönesans ve Reform hareketlerinin ve dolayısıyla Batı Aydınlanmasının zeminini hazırlamıştır. Ancak 13. yüzyıla gelindiğinde düşünsel durağanlık kendini göstermeye başlamış, İslam düşünce geleneği dinamizmini kaybetmeye yüz tutmuştur. İslam Dünyasında Din Sosyolojisi İslam dünyasında sosyoloji ve din açısından en büyük araştırmaları, İslam bilginlerinin en tanınmışları olan Farabi, Gazali ve İbn Haldun’un eserlerinde bulmak mümkündür. Farabi (890-950), din sosyolojisinde, toplum görüşü konusunda Eflatun’dan çok etkilenmiştir. Ona göre insan yaratılış gereği ve yaşamlarını sürdürebilmek için toplum halinde yaşamak zorundadır. Farabi’ye göre toplumlar öncelikle ikiye ayrılır: Eksik toplumlar (köy, mahalle, sokak, hane), Tam toplumlar ( büyük, orta, küçük). Aynı zamanda Farabi, tam toplumlardan şehirleri de erdemli ve erdemsiz olarak ikiye ayırmaktadır. Erdemli toplumun lideri olan devlet başkanlarının ise özelliklerini belirterek bu özelliklerden yarısı bile bulunmayan bir başka olmaması durumunda devleti bu özellikleri taşıyan bir kişilerden oluşan bir kurul devletinin ülkeyi yönetmesi gerektiğini belirtir. Gazali (1058-1111), İslam dünyasında din sosyolojisinin öncü ve hazırlayıcıları arasında üzerinde durulması gereken isimlerden birisi de şüphesiz Gazali’dir. Gazali’ye göre dinin, bir yandan tamamen ferdi ilgilendiren subjektif yönlü olduğu gibi, toplumu ilgilendiren objektif yönü de bulunmaktadır. Devletle din arasında yakın ilişkiler bulunur. Din, insan toplumunun temelini oluşturur. Devlet ise dinin muhafızıdır, bu bakımdan devletler zayıflar ve yok olurlarsa, din de zayıflar ve yok olur. Gazali’nin temel amacı, tevhit inancı ve İslam Peygamber’inin risaleti etrafında bütün müminleri birleştirmek ve İslam toplumunun sosyal bütünleşmesini sağlamak olmuştur. İbn Haldun (1332-1406), Tunuslu bir filozof, tarihçi ve toplum bilimci, dinin toplumsal önemi üzerine durması, din ve toplum ilişkilerine eğilmesi ve üstelik bunları yaparken gözlem ve deneyimlerine de dayanması nedeniyle modern ve deneysel din sosyolojisinin gerçek bir öncüsü ve hatta kurucusu sayılmalıdır. Bu açıdan İbn Haldun’un konumuzu ilgilendiren en önemli eseri Mukaddime’dir. Bu kitabı incelediğimizde, görüşlerini daima gözleme dayandırması, İslam dünyasında ortaya çıkan olaylarla sosyal faktörler arasında ilişkiler kurması ve din-toplum ilişkileri ve dinin toplumsal işlevleri üzerinde durması İbn Haldun’a din sosyolojisinin tarihçesi içerisinde, haklı olarak, oldukça ayrıcalıklı bir yer kazandırmaktadır. Türkiye’de Din Sosyolojisi Batı’da, sosyolojinin felsefi bir geleneği vardır. Sosyoloji, felsefi düşüncenin toplum olayları üzerine eğilmesi sonucu doğmuştur. Ülkemizde ise İbn Haldun’un etkisiyle sosyolojinin ilk habercileri tarihçiler olmuştur. Kâtip Çelebi, Naima, Müneccimbaşı, Pirizâde, Ahmet Cevdet Paşa, Mizancı Murat Bey bunun örnekleridir. Türkiye’de Batılı anlamda sosyoloji ise, II. Meşrutiyet döneminde, A.Comte’nin kurup Durkheim’in geliştirdiği sosyoloji okulunun düşüncelerini seven Ziya Gökalp ile Le Play’ın kurduğu sosyal bilim okulunun görüşlerini savunan Prens Sabahattin vasıtasıyla girmiştir. Tanzimat Dönemi: Sosyolojinin kurucusu A.Comte’nin Tanzimat hareketinin başlatıcısı Mustafa Reşit Paşa’ya yazdığı mektupla, daha sonra Fransız pozitivistleriyle yapılan yazışmalar ve yine bu dönemde dergilerde Batılı sosyologlardan çeviriler vb. dikkate alınacak olursa, Türkiye’de sosyolojinin ve din sosyolojisinin ön tarihini Tanzimat döneminden başlatmak mümkündür. Tanzimat aydınları, Osmanlı toplumunun sorunlarını Batı’daki örneklerine uygun olarak toplumsal kurumların işleyişinde ortaya çıkan bozulmalarda görmüşler ve bu durumu toplumun yapısıyla ilişkilendirmişlerdir. Özellikle 19. yüzyılda, Osmanlı Devleti ve toplumlarının karşı karşıya kaldıkları sorunlardan çıkış yolu arama çabalarının yoğun olarak yaşandığı bir dönemdir. On dokuzuncu yüzyıl Osmanlı’nın kendi düşünce geleneği içinde çözüm üretemediği ve açmazda olduğu, dolayısıyla çözümsüzlüğün hüküm sürdüğü bir dönemdir Osmanlı’nın çöküşünü önlemek için yapılan Tanzimat, Islahat, I. Meşrutiyet vb. yenilik hareketleri hep sonuçsuz kalmış, kalıcı çözümler üretilememiştir. Sonrasında ise çare Batı’da aranmaya başlanmış, bu umutla sosyoloji ile karşılaşılarak çözümler üretilmeye başlanmıştır. Ahmet Cevdet Paşa (1823-1895), gerçek bir sosyoloji ve din sosyolojisi kaynağı olan İbn Haldun’un ‘Mukaddime’sini Türkçeye ilk kazandıran kişidir. Ahmet Cevdet Paşa, İslami geleneklerin korunması gerektiğini söylemiş ve bir kısım devlet ileri gelenlerinin Fransız kanunlarının alınması yönündeki görüşlerine karşı çıkarak Mecelle’nin hazırlanmasında en önemli rolü oynamıştır. Din deyince, ilahi menşeli, vahye dayanan bütüncü bir sistemi anlayan Ahmet Cevdet Paşa, İslamı sadece bir iman ve ibadetler bütünü olarak görmemekte, aynı zamanda bir dünya görüşü, bir hayat tarzı olarak da anlamak gerektiğini belirtmiştir. Paşa, hayata, tabiata, aileye, kanuna, devlete, ahlaka, topyekûn her alana dinin ve imanın bakış açısıyla bakmaktadır. Öte yandan, İslamiyet’in getirdiği adalet ve eşitlik anlayışının toplumsal hayatta önemli yansımaları olduğunu söyleyen Ahmet Cevdet Paşa’ya göre, İslam dini herkese hak ettiği hürriyeti verdiği için İslam dünyasında Batı’daki gibi bir hürriyet mücadelesi meydana gelmemiş, buna karşılık adalet düşüncesi ön plana geçmiştir. Meşrutiyet Dönemi: Batı’daki sorunları çözmek için kurulan sosyoloji bilimi, Batı’da ortaya çıkar çıkmaz, devleti yıkılmaktan kurtarmak amacıyla Osmanlı’nın tercihi olan yeni siyaseti resmi bir ideoloji olarak savunmak üzere Türkiye’ye aktarılır. 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Osmanlı Devleti’ni içinde bulunduğu açmazdan kurtarabilmek için (Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük ve Batıcılık gibi) bir takım ideolojik düşünce akımlarının oluşmaya başladığı görülmektedir. Yirminci yüzyılın başlarında, II. Meşrutiyet’te daha belirgin olarak ortaya çıkan bu akımlar Osmanlı Devleti’ni düştüğü bu zor durumdan kurtarmayı, eski gücüne kavuşturmayı amaçlamaktaydılar. Balkan savaşlarında (1912–1913) Hıristiyan unsurların devlete karşı tutumlarıyla Osmanlıcılık son bulmuş, Birinci Dünya Savaşı’yla da (1914–1918) Müslüman unsurların tutumları İslâmcılık politikalarına büyük darbe vurmuştur. Bu çerçevede Ziya Gökalp, başta olmak üzere, Türkiye’nin ilk sosyologları olarak bilinen Ahmet Rıza, Ahmet Şuayip, Bedii Nuri, M. Satı Bey, Prens Sabahattin, Celal Nuri ve Mehmet İzzet öne çıkan bilim insanlarıdır. Ziya Gökalp (1876-1924). Asıl din sosyolojisini, E. Durkheim sosyolojisinin Türkiye’deki temsilcisi olup din anlayışında da Durkheim’in etkisinden kendini kurtaramamış bulunan Ziya Gökalp’te bulmaktayız. Ona göre din, toplum tarafından oluşturulan ve toplumlar için zorunlu, vazgeçilmez bir kurumdur. “Din, ibadetlerle itikatlardan mürekkep”dir. Dinin alanı vicdan alanıdır. Din, kendi öz alanına çekilmeli ve orada derinleşmelidir. Öteki toplumsal kurumların alanı ise sosyal ilişkiler alanıdır ve dinden farklıdır. Ziya Gökalp, Durkheim’in anlayışına paralel olarak dini, toplumun kolektif vicdanından kaynağını alan sosyal bir olgu olarak değerlendirmektedir. Gökalp’in düşüncelerinin zamanla laikliğe doğru geliştiği, dini bir ahlak ve vicdan meselesi olarak algılamaya eğilim gösterdiği anlaşılmaktadır. Prens Sabahattin (1879-1948), Türk sosyoloji tarihinin ikinci önemli ismidir. Prens Sabahattin’in dinle fazla ilgilenmediği görülmektedir. Türkiye’nin bir yönetim sorunuyla değil, bir yapı sorunuyla karşı karşıya olduğunu belirten Prens, dinin ilerlemeye engel zannedilmesinin de aynı temel yargıdan kaynaklandığını belirtmektedir. Prens, Le Play, Henri de Tourville ve Edmund Demolis başta olmak üzere bu akımın geliştirdiği görüşler doğrultusunda Türkiye’nin sosyal yapı değişikliğiyle yeniden eski günlerine dönebileceğini savunur. Cumhuriyet Dönemi: Türkiye’de din sosyolojisinin kısa tarihi içerisinde Ziya Gökalp, II. Meşrutiyet döneminde olduğu kadar Cumhuriyet döneminin de en önemli din sosyoloğu ve ideoloğudur. Gökalp hayatının bu döneminde sosyolog ve siyasetçi kimliğiyle bir ıslahatçı olarak görülmektedir. Din-siyaset ilişkileri bağlamındaki görüşleriyle Cumhuriyet dönemi devrimlerinin bir kısmının gerçekleşmesinde öncülük etmiş, önemli katkılar vermiştir. Ziya Gökalp’in genel ve özel din sosyolojisinin gerek II. Meşrutiyet döneminde ve gerekse Cumhuriyetin ilk yıllarında ne denli dinamik ve işlevsel bir yapıya sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle onun modern Türk din sosyolojisi biliminin öncüsü ve hatta kurucusu olduğu söylenebilir. Ziya Gökalp’ten sonra uzun yıllar din sosyoloji çalışmaları yapılamamıştır. Pozitivizm etkisiyle siyası yapılanmanın bu anlayışa göre şekillenme çabaları, din (İslam) üzerine çalışmalarda bir kırılmanın yaşanmasına neden olmuştur. Türkiye’de bu uzun kırılmadan sonra 1943 yılında Hilmi Ziya Ülken’in din sosyolojisi biliminin Cumhuriyet dönemindeki ilk müstakil eseri olan ‘Dini Sosyoloji’si yayımlanır. Yönetiminin Durkheimci bir çizgi izlediğini belirten Ülken, eserinde pozitivist-evrimci geleneği sürdürür. Cumhuriyet döneminde din sosyolojisi öğretimi, kurumsal olarak ancak 1949’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin açılmasıyla yeniden programa alınır. Böylece Cumhuriyet döneminde ilk din sosyolojisi öğretimi Mehmet Karasan (1907–1974) tarafından başlatılır. Karasan “Din Sosyolojisine Giriş” adıyla hazırladığı ders notlarından başka “Din Sosyolojisinin Öncülleri ve Kurucuları” adlı makalesi kayda değer çalışmalardır. Türkiye’de din sosyolojisinin gelişiminin önemli bir aşaması da, Ankara Üniversitesinde misafir öğretim üyesi olarak bulunan Hans Freyer’in (1887- 1969), 1959-1960 öğretim yılında İlahiyat Fakültesinde verdiği din sosyolojisi dersleridir. Bunlar dışında Mehmet Taplamacıoğlu, Rami Ayas, Ünver Günay, Sabri F. Ülgener, Amiran Kurktan Bilgiseven, Mümtaz Turhan, Erol Güngör, Şerif Mardin, Baykan Sezer gibi isimler din sosyolojisi alanında önemli çalışmalar yapmışlardır. Ünite 3: Dinin Sosyolojik Manası Giriş Dinin sosyolojinin temel konularından biri olması ve din sosyolojisi adıyla bir bilim dalının varlığı, dinin toplumsal bir fenomen olması ve dinin toplumsal bir varlık olan insanın varoluşsal bir boyutu olmasıyla doğrudan ilişkilidir. Batı dillerin din sözcüğü Latince kökenli ‘religio’ kelimesinden gelmektedir. Bu kelime de Cicero’nun (M.Ö. 106 – M.Ö. 43) verdikleri bilgilere göre insanların din yoluyla Tanrı’ya ve birbirlerine bağlanmaları anlamına gelen ‘religare’ veya bir işi mükerreren ve dikkatlice yapmaları anlamına gelen ‘religere’ kökünden gelmektedir. İbranice’de din karşılığı olarak kullanılan ‘dath’, kanun, hüküm ve yargı gibi anlamlara gelirken, yine İbranice’deki ‘tora’ sözcüğü köken itibariyle din, şeriat, hüküm, kanun, mezhep, ilim, eğitim gibi manalar taşımakta ve Sanskritçe’de dini karşılayan ‘sanatana dharma’, ebedi yol, ezelî ve ebedî hakikat, ebedi kanun gibi anlam içeriğine sahip bulunmaktadır. Arapçadaki din terimi etimolojik düzlemde ‘d-y-n’ fiil kökünden gelmekte olup borçlu olma, üstün gelme, hem genel anlamda bütün inanma ve bağlanmaları, hem de özel anlamda İslam dinini ifade eder. Ancak Batı’daki din terimi daha dar anlamda kullanılmakta olup Hıristiyanlığı ifade etmektedir. Din-insan ilişkisi dinden insana, insandan dine karşılıklı gidiş-gelişlerle gerçeklik kazanmaktadır. Dinin Sosyolojik Manası Dinin insanın zorunlu bir boyutunu oluşturduğu ve bütünüyle dinsiz veya inançsız herhangi bir toplumun ve toplumsal hayatın var olmadığı yapılan araştırmalarla belirtilmiştir. Her toplum, din ve inanç şekli ile bunların yaşanma biçimi fark etmeksizin, mutlaka dine veya dinlere mensuptur. İnsanlık tarihi kadar bir geçmişe sahip olan din, tarihsel süreç içerisinde temel etken olarak varlık göstermiş toplumsal bir fenomendir. Toplumsal bir olgu olan ve sosyal hayatta etkili olan din çok eski zamanlardan beri birçok düşünür, bilim adamı ve sosyologların temel ilgi alanlarından biri olmuştur. Sosyoloji, insanların birbirleriyle kurdukları karşılıklı ilişkilerin bilimsel açıdan incelenmesi olarak özetlenebilir. Sosyoloji terimi Latince “toplum” anlamına gelen “socius” ve Yunanca “bilgi” anlamına gelen “logos” kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuştur. Auguste Comte kendi yeni bilimini, sosyolojiyi, eşit derecede hem din hem de bilim olarak görmüştür. “Pozitif Felsefe Dersleri” ve ayrıca “Pozitif Politik Sistem” adlı kitaplarında Comte, ilk önce sosyal fizik diye adlandırdığı sosyolojiyi, sadece bilimlerin kraliçesi olarak değil, aynı zamanda giderek tüm var olan dinleri görüş mesafesinin dışına iten yeni ‘pozitivizm dini’nin de temeli olarak tasavvur etmiştir. Dine Sosyolojik Bakış Sosyolojiyi diğer bilim dallarında ayıran en önemli ölçüt insan birlikteliği gerçeğine odaklanmasıdır. Sosyoloji toplumun her yerinde var olan sosyal etkileşimin örüntüleşip kalıplaşmış kurumsallık, yapısallık, sistemlilik ve düzenliliklerini inceler. Dine sosyolojik bakış, dini ve o dine mensup bireyleri toplumsal evren içinde etkileşim halindeki durumuyla ele almayı gerektirir. Sosyolojik bakışta çoklu veya karmaşık nedensellik ilkesi en önemli esaslardandır. İnsanların sosyal düşüncesinde çok yaygın bir yanlış olan tek nedenli yaklaşımın ana sebepleri şunlardır: Bunlardan ilki, tekil bir açıklama insan ilişkilerine ilişkin karmaşık sorulara verilebilecek en kolay yanıttır. İkincisi ise, insanlar genellikle toplum ve kültür hakkında bilimsel bilgiden yoksundurlar. Sosyolojik bakış, dine de çok boyutlu yaklaşmayı gerektirir. Dini davranış örüntülerini, dinin kurumsal yönlerini, dini olayları, onlara çok yönlü bakarak anlamak ve yorumlamak dine sosyolojik bakışın temel özelliklerindendir. Sosyal problemlere yönelik çözümlere değişebilirlik ilkesiyle yaklaşmak sosyolojik bakışın diğer bir ayırt edici özelliğidir. Din hakkında genelleme yaparken dinin değişen yönünü ve değişen toplumsal gerçekliğin içinde varlık bulduğunu her zaman hesaba katma zorunluluğu vardır. Sağduyuyla sürekli ve yakın bir diyaloğu korumakla birlikte, sağduyunun sınırlılığını aşmak sosyolojik bakışın diğer önemli yönlerinden biridir. Sosyoloji, topluma ilişkin sıradan bilgilerle yetinmez; rutini bozar ve sorgular. Dine sosyolojik bakış; din hakkındaki önyargıları, sağduyusal bilgileri, sığ yaklaşımları, kestirmeden alelacele değerlendirmeleri sorgulama, eleştirme yoluyla sarsar, dinsel toplumsal gerçekliği olduğu gibi okur, anlamlandırır ve yorumlar. İnsana duyarlılık, empatik bakış ve sorumlu yaklaşım kazandırmak sosyolojik düşünmenin en önemli özgünlüklerindendir. Sosyolojik bakışla insan, kendi inanç, düşünce ve ideolojisine aykırı bile olsa toplumu, toplumsal olay ve olguları, toplumsal gerçekliği bilimsel okumaya tabi tutar. Dine sosyolojik bakışla, aynı ve farklı din mensubu insanlara, grup ve toplumlara karşı daha duyarlı olunur, empatik yaklaşılarak onların doğru anlaşılmaları sağlanabilir. Din, etkili bir sosyal gerçeklik ve temel bir toplumsal kurum olduğu için, sosyolojinin gelişiminin başından itibaren sosyolojik araştırmalar açısından oldukça önemli bir toplumsal fenomen olarak kabul edilmiştir. Din sosyolojisi, dine sosyolojik bakış temelinde din ile toplumun karşılıklı ilişkilerini, yani etkileşim noktalarını araştırma konusu yapar. Joachim Wach’a göre din sosyolojisinin gerçek konusu, dini tecrübenin inanç, ibadet ve cemaat boyutlarıdır; din sosyolojisi, bunların her birini tipolojik ve karşılaştırmalı olarak inceler. Dinin sosyolojik manası, dini sosyolojik açıdan ele almayı; anlamayı, tasvir etmeyi, yorumlamayı; dinin toplumsal gerçekliğini; sosyal bir fenomen olarak dini, din ile toplumun karşılıklı ilişkilerini, olduğu veya gerçekleştiği gibi, sosyolojik perspektiften, ampirik verilere dayanarak, ama onu büsbütün sosyal ve sosyolojik olana indirgemeden anlama ve yorumlama çabalarını ihtiva etmektedir. Dinin Tanımı: Din üzerine yapılan tanımlardan her biri, dinin belli bir yönüne veya bazı yönlerine dayanmaktadır. İslam kelamcıları dini daha çok İslam dinine özgü tanımlarla ifade etmişlerdir. Din birçok araştırmacı ve düşünür tarafından farklı biçimlerde tanımlanmaktadır. Birden fazla din olduğu ve bir dinin faklı yorumlar ile farklı uygulama biçimlerine sahip olduğu düşünüldüğünde, herkesin uzlaşabileceği bir tanımından söz etmenin mümkün olmadığı anlaşılmaktadır. Din sosyolojisi literatüründe dinin tanımlanmasında iki ana strateji izlenmektedir. 1. Substantif tanımlar, dinin ne olduğunu tespit etmeye çalışırlar. Bu tanımlarda din tanımlanırken genellikle insan dışı failler, doğaüstü dünya, deney-dışı gerçeklik, aşkın gerçeklik, kutsal kozmoz gibi ifadeler kullanılmaktadır. 2. Fonksiyonel tanımlar ise, dinin özde ve temelde ne olduğu ile değil, ne yaptığı ve insan ve toplumu nasıl etkilediği ile ilgilenmektedir. Bu tanımlarda daha çok dine bir tür savunma mekanizması, telafi ve bütünleşme unsuru olarak bakıldığı görülür. Bu bağlamda savunma mekanizmacı din kuramı ve bütünleşmeci din kuramı gibi iki kuramdan söz etmek mümkündür. Din-Toplum İlişkileri Dini inançlar, insanın kaderinin en etkili faktörüdür. Din doğal ve sosyal bir gerçeklik olup din ile toplum birbirinden ayrı düşünülemez. Dinin objektifliği, dinin görünürlüğünü, ilişkisel düzeylerini, toplumsal boyutlarını dillendirir. Dinlerde bulunan itikadî, sosyal, ekonomik, idarî, ahlâkî ilke ve esaslar insanların sosyal eylemlerini güçlü bir biçimde etkilemek suretiyle sosyal düzenin objektif yapısının belirlenmesinde önemli bir rol oynar. Din-toplum ilişkileri etkileşimsel ilişkiler olup din toplumu toplumun kültürünü, toplumsal kurumları, toplumsal norm ve değerleri etkilediği gibi onlar da dini etkilemektedir. Sübjektif din ile objektif dini birbirinden ayrı ele almak sosyolojik anlamda mümkün görünmemektedir. Bu nedenle dinin her iki yönü veya özelliği birbirinden ayrı değerlendirilemez. Din, toplumsal değişimin meydana gelmesinde, toplumsal olayların gerçekleşmesinde, çeşitli toplumsal süreçlerin oluşması ve işlemesinde de güçlü ve belirleyici etkiler gösterir. Din, davranış ve düşüncelerimizi, bireyin iç dünyasında olup bitenleri, inanç ve bilinçlerini, bilgi ve tezlerini, toplumsal kurumları, siyasal ve toplumsal düzeni, onlara kutsallık kazandırmak ve nihaî olarak geçerli ontolojik statüler bahşetmek, yani onları kutsal ve kozmik referans çerçevesine yerleştirmek suretiyle meşrulaştırır. Her din başlangıçta içinden çıktığı sosyolojik çevrenin etkisi altında kalır. Dinin belli bir yerdeki organizasyonu ve teolojisi, bir ölçüde dinin içinde çıkıp kurumlaştığı toplumun özelliklerince paylaşılır. Dinin Toplumsal İşlevleri Dinin toplumdaki yeri ve etkileri, toplum için gördüğü iş ve görevler dinin sosyal işlevleri anlamına gelmektedir. Dinin toplumsal işlevleri açık/görünür veya kapalı/gizli olabilmektedir. İnananlarına çeşitli toplumsal durumlarda takip edecekleri tutum ve tavırları belirleyen bir zihniyet ve ideoloji kazandırma dinlerin en önemli sosyal işlevlerinden biridir. Sosyal bütünleşme bireyi topluma bağlayan temel yapıdır. Din de sosyal bütünleşmeyi sağlayan en önemli fenomenlerden biridir. Dinin bütünleştirmenin tersine parçalama ve çatıştırma işlevi de bulunmaktadır. Din, kendi inananları içinde bir birlik ve bütünlük sağlarken, daha genel anlamda bir çatıştırma işlevi görebilir. Organizasyon, sosyalleştirme ve yapılandırma dinin önemli toplumsal işlevlerindendir. Dinin etkili sosyal işlevlerinden biri de kimlik, bir varlık bilinci, aidiyet bilinci, birlikte var ve taraf olma bilinci kazandırmadır. Din, kararlı ve sağlam bir insan kişiliği oluşturarak toplumsal ilişkilerin de kişilikli ve bütünlüklü olarak gerçekleşmesinde etken olur. Dinin muhafazakâr ve meşrulaştırıcı özellikleri kültürün korunmasında, süreklilik kazanmasında ve kuşaktan kuşağa aktarılmasında önemli bir işleve sahiptir. Din değerleri pekiştirerek onların toplumca kabulünü sağlayarak değerler çatışmasını önler. Din ayrıca devletle toplumun bireyleri arasında aracı kurum olarak görev yapar. Din, bireysel düzlemde, yapılan davranışı bireyin meşru olarak görmesini sağlarken, siyasal düzlemde yönetimin, yönetenlerin veya iktidarın, yönetilenler tarafından kabul edilmesinde işlevsel olur.Din, bireyler ve gruplar için hayata bir anlam verme duygusu katarak insanların sosyal hayatta karşılaştıkları olay veya durumlar içinde bir tür güçlü destek ve barış elde etmelerini sağlar. Din, inanç, bilgi, tecrübe, ibadet, etki, organizasyon, ahlak gibi boyutlarıyla toplumsal bir gerçekliktir; din ile toplum birbirini karşılıklı olarak etkiler. Birçok toplumsal olayın ardındaki güç olan din, meşrulaştırıcı niteliğiyle sosyal ilişki biçimlerini, mevcut sosyal düzen ve düzenlemeleri, kurumları, kurumların işleyiş biçimlerini haklılaştırıp geçerli kılar. Ünite 4: Toplumsal Değişim ve Din Giriş Toplumları etkileyen ve yönlendiren din toplumsal şartlar içinde değişen ve değiştiren bir güç olarak var olmaktadır. Modern dönemde kendini gösteren hızlı ve etkin toplumsal değişimler, modern ve modernleşmekte olan toplumların dinle ilişkilerini özellikle sekülerleşme etrafında etkilemiştir. Din-toplumsal değişim ilişkilerinde, dinin, toplumsal değişim etkenlerinin hemen hepsiyle tek tek veya çoklu bir biçimde karşılıklı ilişki halinde olduğu görülür. Toplumsal değişim, normatif değil, objektif bir anlam içeriğine sahip olup herhangi bir değer yargısı içermez, nesnel bir gerçekliği ifade eder. Toplumsal Değişim Toplumlar için bir zorunluluk olan değişim, hayatın bir kanunu, kâinatın bir geleneğidir. Toplumsal değişim, toplumun tabiatının bir gereğidir. Değişim, zamana ve topluma göre farklılık göstermektedir. Toplumlar, hiç bir zaman durağan (statik) olmamışlardır. Özsel sabitlik anlamında görece bir durağanlıktan da söz edilebilir. Toplumsal yapıda ortaya çıkan değişikliklerin toplumsal değişim olarak nitelendirilmesinin ön şartı, bunların köklü ve kalıcı değişiklikler olmasıdır. Bu durumda toplumsal değişimlerin, toplumun tarihî akışını, kaderini değiştiren değişiklikler olduğu söylenebilir. Toplumsal değişim, bir toplumda zaman içinde gözlemlenebilen, toplumun yapısını geçici değil, sürekli ve köklü bir biçimde etkileyen bir fenomendir. Toplumsal değişim, toplumun öz unsurlarının değişime nazaran sabit kalmasını, toplumun kültürel değerlerinin kuşaktan kuşağa aktarılmasını ve böylece toplumun bir geleneğinin var olmasını ve bu geleneğin devam etmesini içerir. Toplumun bütünüyle değişimi, toplumun varlığının ortadan kalktığı, yani onu aynı sosyal sistem olarak belirtmenin mümkün olmadığı anlamına gelmektedir. Toplumsal Değişim Etkenleri Toplumsal değişimin gerçekleşmesinde etkili olan birden fazla etkenden söz edilebilir. Bu faktörlerin değişimdeki etki düzeyleri toplumdan topluma değişiklik gösterir. Toplumsal değişimde rol oynayan etkenlerin belli başlılarını şöyle sayabiliriz: Coğrafya, mekân, zaman, demografya (nüfus yapısı), iktidar ilişkileri ve muhalefet, rekabet, çatışma, işbirliği gibi. Toplumsal değişim faktörlerinden nüfus artışı sosyal yapı ve sistemde doğrudan ya da dolaylı olarak değişime neden olmaktadır. Aynı şekilde ekonomide meydana gelen değişim de sosyal sistemde köklü değişimlerin oluşmasında etkili olabilmektedir. Geçmişte ve günümüzde dinin sosyal bir fenomen olması toplumsal değişimlerin gerçekleşmesinde belirleyici bir rol oynamasına neden olmaktadır. Toplumsal değişim kuramları Büyük boy kuramlar, orta boy kuramlar ve küçük boy kuramlar olmak üzere üç ana grup altında toplanabilir. Büyük boy kuramlar, zamansal olarak bütün insanlık tarihini kapsamına alan evrensel kuramlar olup, geniş zamanlı bu kuramlar için önemli olan, insanlık tarihinin değişim yasalarının bulunmasıdır. Bu kuramlardan Yükseliş ve Çöküş kuramları, medeniyetlerin canlılar gibi doğup büyüdüklerini ve yaşlanıp öldüklerini savundukları için organizmacı modeller; toplumların döngüsel bir hareket halinde önce yükseliş ve sonra zorunlu olarak çöküş sürecine girdiğini illeri sürdükleri için de çevrimsel/döngüsel yaklaşımlar olarak adlandırılırlar. Evrimci Kuramlar, insanlık tarihini, genellikle kendi içinden meydana gelen birikimler sonunda ortaya koyduğu gelişmenin bir sonucu olarak görürler. Modernleşmeci Kuramlar, ulusal sınırları belli olan toplumlar üzerinde odaklanmakta olup, esas olarak gelişmemiş, azgelişmiş veya gelişmekte olan toplumların sanayileşmiş toplumlar haline gelmesinin süreçlerini ele alıp belirlemeye çalışır. Diyalektik kuram ise, toplumsal alanda her varlığın zıtları bünyesinde barındırdığını, bu zıtların çatışmasıyla yeni bir durumun biçimlendiğini ve bu sürecin aynı tarzda devam ettiğini ileri sürmektedir. Orta vadeli değişim görüşü geliştiren orta boy kuramların amacı, sınırları belli olan toplum birimleri üzerinde; demografik ve ekolojik değişimler, iç göçler, kentleşme, alt kültürler ve sapan davranışlar, sosyal tabakalaşma, sosyal hareketlilik gibi konular üzerinde yoğunlaşmaktır. Orta boy kuramlardan Yapısal-İşlevsel Yaklaşıma göre, toplum, birbirlerine bağımlı olan ve her biri, meydana getirdiği bütünün daha iyi uyumunu sağlamak için belli işlevlere sahip olan öğelerden meydana gelir. Yapısal-işlevselci yaklaşımın dengeci ve uyumculuğunun aksine, Çatışmacı Yaklaşım toplumu birbiriyle çatışan unsurlardan meydana gelmiş bir bütün olarak ele almaktadır. Küçük boy kuramlar, değişimin kaynağını kişi ve gruplarda arayan bu kuramlar, toplumsal değişimi grupsal süreçlere ve psikolojik unsurlara bağlayan sosyal psikolojik ve psikolojik kuramlardır. Grupsal düzlemdeki sosyal değişimci kuramlar, grup yoluyla bireyde temin edilen değişim ve bir bütün olarak grubun değişimi olmak üzere iki temel değişim üzerinde dururlar. Grupsal yaklaşımlardan olan sosyometri, insan ilişkilerini belli gruplar içinde meydana gelişleri esnasında inceleyen bir bilim dalıdır. Toplumsal değişimi bireysel düzlemde açıklamaya çalışan modeller, bireyin temel kişilik niteliklerini toplumsal değişimin temeline koyan yaklaşımlardır. Toplumsal Değişim-Din İlişkileri Din ile toplumsal değişimin karşılıklı ilişkilerinin, dinin etkili olduğu din-toplumsal değişim ilişkisi ve toplumsal değişimin etkili olduğu toplumsal değişim-din ilişkisi olmak üzere temelde iki tipte gerçeklik kazandığı söylenebilir. Dinin Etkili Olduğu Toplumsal Değişim-Din İlişkisi Toplumsal Değişimi Yavaşlatıcı veya Engelleyici Bir Etken Olarak Din: Muhafazakâr yönüyle din mevcut sosyal düzen ve düzenlemeleri koruyabilmekte ve istikrar unsuru olabilmektedir. Ahiret inancı, insanların karşılaştıkları haksızlıklar karşısında hesaplaşmalarını ahiret gününe bırakmalarını sağlamakta ve böylece bu dünyada sosyal ve siyasal düzenin bozulmasının önüne geçmektedir. Din, toplum aktörlerinin siyasal düzen veya devletle ilişkilerini düzenleyerek de toplumsal düzenin korunmasına katkıda bulunur. Din, güçlü bir bütünleştiricilik işlevine sahiptir. Zor sıkıntılı günlerinde maddi ve manevi yönden toplumun kaynaşmasına veya bütünleşmesine katkıda bulunur. Marksist sosyologlar da dinin toplumsal değişime karşı koyan bir etken olduğunu ileri sürmüşlerdir. Din, kavranamayan, yanlışlığı görülemeyen bir dünyanın bilincini ifade ederek ve ezilen sınıfları hayata bağlayarak, yanlış dünyanın gerçek sefaletine karşı mümkün protestoları yatıştırma işlevi görmektedir. Marks’ın düşüncesinde dine inanç, insan yabancılaşmasının en derin biçimidir. Marks görüşlerinde, dini, insanların maruz kaldıkları olumsuz şartlar karşısında yaşama tutunabilmek için kendilerini aldatma veya oyalama faaliyeti olarak görmüştür. Din, özellikle hızlı sosyal değişimlerde ve toplumsal farklılaşmalarda olası ve olan parçalanmalara karşı toplumu korumak ve bütünleştirmek için harekete geçer. Özellikle de karmaşık toplumlarda dinin en önemli sosyal işlevlerinden biri, sosyal farklılıklardan dolayı bölünüp parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan toplumu birleştirmek ve bütünleştirmektir. Toplumsal Değişimi Takviye Edici bir Etken Olarak Din: Dinler, kendilerine karşı olmadıklarını gördükleri durumlarda değişimi desteklemekte, dindarlar, değişimi ve değişim aktörlerini takviye etmektedirler. Protestanlığın bir şubesi olan Pentekostalizm’in Şili ve Peru’nun modernleşme sürecinde bir köprü işlevi gördüğü, sosyolojik araştırmalarla ortaya konulmuştur. Demokratikleşme yönündeki değişimde de dinin takviye edici roller oynayabileceği bilinmekle birlikte, bazı bilim adamları Protestan ülkelerin Katolik ülkelere nazaran demokrasiye daha rahat geçme potansiyelleri olduğunu ileri sürmüşlerdir. İslam ve Müslüman toplumlar hakkında objektif bir inceleme, tarafsız bir gözlem de, İslam’ın ve İslami grupların genelde toplumsal değişimi görece engellemediğini, tersine takviye ettiğini ortaya koyabilir. Din, toplumsal değişimde çatışma yoluyla da takviye edici bir etken olabilir. Bazı dini sistemler, egemenliği kabul ederler; diğer bir kısmı ise, egemenlik altında bulunanlara, mevcut egemenlik ilişkilerini yıkmanın yüce dini bir görev olduğuna dair dayanak çerçevesi temin ederler. Toplumsal Değişimin Temel Etkeni Olarak Din: Din, toplumsal değişimi yavaşlatan, engelleyen veya takviye eden bir etken olabildiği gibi toplumsal değişimin temel etkeni de olabilmektedir. İslamiyet’te toplumsal değişimin temel etkeni olarak din, Hz. Muhammed’in Ashabı ile birlikte inşa ettiği sosyal sistem ve yapıda değişimin temel etkenidir. Bu değişim, özellikle Arabistan’da, toplumun dini, sosyal, kültürel, siyasal, ekonomik, ahlaki, hukuki bütün alanlarında etkili olmuştur. Bu değişime, cahiliye döneminden medeniyet dönemine; sözlü kültüre dayalı kabile düzeninden kitabî kültüre dayalı ümmet (toplum) yapısına dayalı şehir medeniyetine bir geçiş demek mümkündür. Raşid Halifeler döneminde de bir takım önemli iç mücadele ve çatışmalar olmakla birlikte İslam toplumunun sınırları çok hızlı bir şekilde genişlemeye ve İslam toplumları başka toplumlarla, Müslüman olan ve olmayan yeni çevrelerin kültürleriyle karşılaşmaya başlamışlardır. Toplumsal Değişimin Etkili Olduğu Toplumsal DeğişimDin İlişkisi Dini Olumsuz Yönde Etkileyen Bir Etken Olarak Toplumsal Değişim: Toplumsal değişim, dinin kendi içinde çatışma çıkmasına; dindarlar arasında zıtlaşma, kavga, savaş vs. çıkmasına, dinin toplumsal yapıda zayıflamasına, toplumsal hayatın bazı alanlarından çekilmesine vs. sebep olabilir. Bu noktada Protestanlığın doğmasıyla birlikte Hıristiyanlığın daha da farklılaşmasını ve dini çatışma ve savaşların; Hz. Osman döneminden itibaren meydana gelen değişimlerin etkisiyle çeşitli fırkaların, siyasal hareketlerin, isyanların ve daha sonraki mezhepleşme ve fırkalaşmaların çıkmasını örnek vermek mümkündür. Genel olarak bir toplumda yeni dinin ortaya çıkması ve yayılması, eski dini olumsuz etkiler. Çağdaş dünyada modernleşme ve sekülerleşme dinin olumsuz olarak etkilendiği toplumsal değişim-din ilişkisine en iyi örneklerden biridir. Günümüzde modernliğin veya sanayileşmenin zirvesine çıkmış olan, bilim ve teknoloji açısından çok güçlü olan toplumlarda dahi, modernleşme ve sekülerleşme teorilerinin iddialarının tersine modernleşme ile din ya da bilim ve teknolojik gelişim ile din arasında her zaman ters orantılı bir ilişki olmayıp, tersine dinde, dinsellikte artış da gözlenebilmekte, dine dönüşler görülebilmekte ve dini canlanmalar meydana gelebilmektedir. Dini Olumlu Yönde Etkileyen Bir Etken Olarak Toplumsal Değişim: II. Dünya Savaşı sonrasında Batı’da ve diğer toplumlarda meydana gelen değişimlerin bir dini canlanmaya sebebiyet vermesi, Sovyetlerdeki ateizm temelli modernleşme akımına karşı mücadele etme temelinde dinin güçlenmesi dini olumlu yönde etkileyen sosyal değişimlerdendir. Benzer şekilde modern toplumlarda ortaya çıkan yeni dini hareketlerin ve demografya, göç ve kentleşme ile meydana gelen değişimlerin dindarlaşma, cemaatleşme, dini örgütlenme ve gruplaşma yönünde etkili olması da dini olumlu yönde etkileyen değişimlerdir. Yeni dini hareketlerin bir yönüyle dini canlanmaya işaret ederken, bir yönüyle de ana dini grup ve yapılar için tehdit unsuru olabildiğini belirtmek gerekir. Toplumsal Değişimle Birlikte Dinin Değişimi Toplumsal değişimle birlikte dinin değişimi, zaman içinde değişen sosyal şartlar ve toplumun yeni ihtiyaçları karşısında dinin kendini yenileyerek değiştirmesi, yeni bir yorumla, yeni bir hukuk anlayışıyla vb. ortaya çıkmasıdır. Değişimle birlikte din, kendini yeniden gözden geçirmekte, hukukî veya fıkhî hüküm ve kurallarının bir kısmını değiştirmekte ve bu da dine bir canlılık, bir yenilik ve toplumsal ihtiyaçlara cevap verebilecek bir esneklik getirmektedir. Toplumsal değişimle birlikte dinin değişiminde etkili olan önemli faktörlerden biri, mevcut dine, din anlayışına veya dinin yaşanış biçimine yapılan itirazdır. Sonuç olarak toplumsal değişimle birlikte dinin değiştiği, kendini değiştirdiği veya değiştirmeye çalıştığı, kendini yenileyebildiği tarihsel ve sosyal bir realite olarak karşımıza çıkmaktadır. Ünite 5: Din ve Devlet İlişkileri Laiklik (Kavram ve Yaklaşımlar) Laiklik, devlet yönetiminin dini esaslara göre yönetilmemesi, yasaların dini kaynaklar esas alınarak çıkarılmaması, devletin dinler ve dini gruplar arasında ayırım yapmaması, bütün inanç gruplarına eşit mesafede bulunması, din ve vicdan özgürlüğünü koruması ilkelerini içerir. Kısaca din ve devlet işlerinin ayrılması, kutsal metinlerin yasama faaliyetlerinde dikkate alınmamasıdır. Kelime kökeni şu maddeler altında incelenebilir: Laiklik ilk kez 16. Yüzyılda İngiltere’de papaz olmayanların da kiliselerin yönetiminde rol alabileceklerini savunan akımı ifade etmek üzere kullanılmıştır. 1870 yıllarından itibaren kullanılmaya başlanan laiklik kavramı, Yunanca ‘laikos’ kelimesinden türetilmiş olup ruhban sınıfına mensup olmayan anlamına gelir. İngilizcede ise laiklik kavramına karşılık olarak Latince ‘saeculum’ kelimesinden gelen sekülerizm (secularism) kavramı mevcuttur. Siyasi anlamda laiklik, devletin dinler karşısında mutlak tarafsızlığı anlamında kullanılmaktadır. Bu manada laiklik “devletin siyasî varlığı üzerinde dinsel inançların söz konusu olmaması; onun bütün din ve mezhepler karşısında tarafsız tavır alması, vicdan ve inanç özgürlüğüne saygı göstermesi şeklinde anlaşılacaktır. Dini alana ait olmayan anlamındaki ‘laique’ kelimesi Türkçeye laik olarak geçmiştir. Fransızcadan çevirme olduğu için Fransız siyasi düşüncesi, Türkiye’deki laiklik anlayışı ve uygulamasını etkilemiştir. Burada sekülerleşme kavramına dikkat edilmelidir. Modernleşme sürecinin sonucu olarak görülen sekülerleşme, dinin toplumdaki geleneksel etkisini yitirmesi, rasyonel seçeneklere dayalı bir siyaset ve toplum anlayışı geliştirerek ruhban sınıfın otoritesinden kurtulmak, yani toplumun dünyevileşmesi anlamına gelmektedir. Laiklik bir ilke ve anlayışa işaret ederken, sekülerleşme dinin farklı biçimler alması ve ‘toplumun dünyevileşme sürecine’ işaret eder. Sekülerleşme Teorileri Modernleşme ve sekülerleşme kuramcıları değişen değer yargıları ile dinin toplumsal ve siyasal alandan tamamen kalkacağını ve yalnızca özel alanda gerçekleştirileceğini savunuyordu. Bu kuramcılar arasında A. Comte, H. Spencer, E. Durkheim, M. Weber gibi düşünürler bulunmaktaydı. Ancak savunulan bu görüşlere rağmen geride bırakılan yüzyılın son çeyreğinde dini eğilimlerin yükseliş trendi gösterdiği ve dini hareketlerin toplumsal ivme kazandığı gözlenmiştir. Dinin Zayıflaması ve Çöküş Yaklaşımları: Burada yaygın olan iki yaklaşım mevcuttur: Rasyonalizm ve inanç kaybı İşlevsel erim ve amaç kaybı Larry Shiner ve Sekülerleşmenin Altı Biçimi Rasyonalizm ve İnanç Kaybı Yaklaşımı: David Martin, Brian Wilson ve Peter L. Berger bu argümanın sözcüleridir. Wilson’a göre sekülerleşme dinin toplumsal öneminin azalmasını ifade eden bir süreçtir. Aydınlanma bilimsel bilgiye, evrenin teknolojik kontrolüne ve deneysel kanıtlama ölçütlerine dayalı rasyonel bir dünya görüşü ortaya çıkarmıştır. Bu görüşe göre de modern dünyada hurafeler yıkılmıştır. Aynı zamanda dini kimliklerin toplumsal anlamlarının kaybolmasına neden olmuştur. İşlevsel Evrim ve Amaç Kaybı Yaklaşımı: Durkheim’dan etkilenen bu argümanın savunucuları arasında Steve Bruce, Thomas Luckmann ve Karel Dobbelaere gibi toplumbilimciler vardır. Bruce’a göre modernitenin getirisi bireysellik veya bireycilik dini inanç ve hayatın cemaat/grup temelini zedelemiş, rasyonalite ise dinin kutsal amaç ve öğretilerine inanmayı ortadan kaldırmıştır. Bu yaklaşıma göre din sadece inançlardan ibaret değildir. Doğum, ölüm ve evlilik gibi hayatın çeşitli döngülerinde törenler ve ritüellerle işlevsel bir yönü de vardır. Sanayileşmiş toplumlarda mesleki farklılaşma din adamlarının işlerini ellerinden almış ve kilisenin toplumsal yaşamdaki etkilerini ortadan kaldıran bir sekülerleşmeye neden olmuştur. Lary Shiner ve Sekülerleşmenin Alt Biçimi: L. E. Shiner sekülarizayonun tek boyutlu olmadığını, farklı alanları kapsadığını savunarak bir sekülerleşme tipolojisi çizer ve altı farklı biçiminden bahseder. 1. Birinci sekülarizasyon modernitenin etkisiyle dini sembol, doktrin ve kurumların önemini ve prestijini kaybetmesidir. 2. İkinci tipi bu dünya ile uyum içinde olmak ve bu dünyaya uyum sağlamaktır. 3. Üçüncü biçimi toplumun dinle olan bağlantısının kesilmesi, artık dine dayalı bir anlayıştan kurtulup bağımsız bir gerçeklik oluşturması ve dinin etkilerini özel hayat alanına sınırlamasıdır. 4. Dördüncü hali dini bilgi, inanç ve kurumların işlevlerinin bu dünya temelli bir görüntüye bürüneceği öngörüsünü içermektedir. 5. Beşinci biçimi bu dünyanın kutsal karakterini aşamalı biçimde kaybedeceği, bunun yerine rasyonel olarak açıklanan bir alanın objesi olacağı düşüncesine dayanmaktadır. 6. Son biçimi ise toplumdaki bütün kararlar, dini gerekçelere göre değil rasyonel temellere bağlı olur. Dobbelaere, Luckman, Berger ve Wilson’a Göre Sekülerleşme: Karel Dobbelaere toplumsal, kurumsal ve bireysel olmak üzere sekülerleşmenin üç düzeyde anlaşılması gerektiğini vurgular. Toplumsal boyut, dinin toplumsal etkilerini yitirmesi, kurumsal boyut kilisenin otoritesinin zayıflaması ve faaliyet alanlarının kısıtlanması, bireysel boyut ise insanların dindarlık düzeylerinin zayıflaması, ibadet ve dua pratiklerinin azalması ve zamanla ortadan kalkması biçiminde formüle edilebilir. T. Luckmann, toplumsal alandaki sekülarizasyonu ‘geleneksel ve kutsal kozmosun çözülüşü olarak’ tanımlar. Dinin toplum üzerindeki etkisinin zayıflamasına işaret eden bu gelişmeye paralel olarak kurumsal dinin modern sanayi toplumunun çeperine itildiği gözlemi ön plana çıkmaktadır. P. Berger ise toplumsal düzlemdeki sekülarizasyonu ‘modern Batı tarihinde toplumsal ve kültürel sektörlerin, dini kurum ve sembollerin baskısından kurtuluşu’ olarak tanımlar. Brian Wilson ise bu anlamda sekülerleşmeyi cemaat etkisinin çözülüşü, cemaatten toplum olmaya geçiş olarak görür. Geleneksel Sekülerleşme Kuramının Eleştirisi Geleneksel sekülerleşmenin dini inanç, kurum ve pratiklerin zayıflaması üzerinde durması, sadece Batı Avrupa’ya özgü olan bir sekülerleşme etkisini açıklaması sebebiyle eleştirilmektedir. Ayrıca günümüz dünyasındaki gelişmeleri yeterince açıklayamadığı iddia edilmektedir. Diğer bir eleştiri, geleneksel sekülerleşmenin dinin geleceğine dair argümanlarıdır. Dinin kamusal alanda temsili gayretlerinin artışı, maneviyat ve anlam arayışının bir sonucu olarak yeni dini hareketlerin ortaya çıkışı veya geleneksel dinlerde görülen ihya hareketleri dini zayıflatmamış, bu tür argümanların eleştirilmesine ortam hazırlamıştır. Bazı düşünürler sekülarizasyon kuramının öne sürdüğü varsayımların iyi sınanmamış titiz önermelerden çok bir doktrin veya ideolojik bir dogmaya dönüştürüldüğünü savunur. Dini kurumların farklı olumsal işlevleri de mevcuttur. Örneğin dini kurumlar ABD’de sağlıklı bir sivil/toplumsal hayatın sürdürülmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Bir araştırmada, kiliselerin ‘yurttaşlık kültür ve yeteneklerini’ geliştirecek etkin ortamlar yarattıkları belirlenmiştir. Din-Devlet İlişkisi Modelleri Din-devlet ilişkisi altında iki model incelenir: Laik model, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı olduğu, Teokratik model, dini kurum ve otoritelerin siyasi ve hukuki kararların alınmasında belirleyici olduğu, dinin başlıca yasama kaynağı olarak görüldüğü yönetim biçimidir. Anayasal düzenlemeler açısından bakıldığında ise başlıca beş devlet yapısından bahsedilir: 1. Anayasada laiklik ilkesinin açıkça kabul edildiği model 2. Anayasada laiklik ilkesi açıkça belirtilmeyen (laik) model 3. Anayasada bir devlet dininin benimsendiği ama uygulamada laik model 4. Anayasada resmi bir devlet dini veya mezhebin benimsendiği ve dinin kısmen veya tamamen yasama kaynağı olduğu model 5. Din karşıtı model Bunlar dışında şu da unutulmamalıdır ki her ne kadar anayasal açıdan beş farklı model olsa da bu modellerden birini benimseyen farklı ülkeler, modeli farklı şekillerde uygulayabilir. Dolayısıyla beş ana başlıkta toplanan modellerin dışında modeller görebilmek de mümkündür. İslam Dünyasında Din-Devlet İlişkileri İslam dünyasında laikliğin ortaya çıkmasından günümüze dek, laiklik farklı aşamalardan geçmiş, ülkelere özgü şartlarda şekil almıştır. 19.yüzyılda seküler Batı değerleri yönetici elit kesim tarafından daha üstün görülmüştür. Bazı İslam ülkelerinde bu değişim kabul edilebilirken bazılarında ise çatışmalara sebep olmuştur. Laiklik Batı ülkelerinden farklı bir şekilde İslam ülkelerinde ortaya çıkmıştır. Batı’dan farklı olarak iç dinamiklerin etkisinden daha çok dış dinamikler sayesinde oluşmuştur. Batı’da laiklik siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmelere paralel olarak kademeli bir şekilde gelişmiştir. Avrupa sömürgeciliğinin ve yayılmacılığının 19.yüzyıl başlarında başlattığı ideolojik bir ürünü şeklinde dışarıdan bir akım olarak girmiştir. İslam dünyasının laikliği benimsemesine rağmen dindevlet ilişkileri tartışmaları laiklik ekseninde devam etmektedir. Örneğin Arapçada laiklik kavramının karşılığı olarak 19.yüzyılda ‘materyalist’ veya ‘ateist’ manasına gelen küçümseyici bir terim olan ‘dehri’ kelimesi kullanılmıştır. Günümüzde ise ‘dünyevi’ anlamındaki ‘ilmaniyye’ kullanılır. İslam dünyasına ait ülkelerin laiklik anlayışı, uygulamaları, karşı tepkileri her ülkenin siyasi, tarihsel yapısına göre şekillenmektedir. Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu 45 devletten 11’i din devleti, 15’i İslam’ı resmi din olarak kabul eden devletler, 19’u ise anayasal olarak laik olan ülkelerdir. Türkiye’de Laiklik ve Din-Devlet İlişkileri Türkiye’de laikliğin başladığı süreci ağırlıklı olarak Cumhuriyet dönemi ile başlatma eğilimi vardır. Diğer bir alternatif kabul ise Osmanlı Devletinin 19.yüzyılda başlattığı modernleşme hareketleri ve buna bağlı olarak İslam dünyasında ilk laik kurumların ortaya çıkışıdır. Dolayısıyla Cumhuriyet öncesi başlayan dönüşümlerle beraber ele alındığında devam eden bir sürecin varlığı görülür. Tarihsel geçişi Cumhuriyet sonrasında şu şekilde sıralamak mümkündür: Halifelik kurumunun kaldırılması, 1924 Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve Şer’iye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılması yerine farklı sınırlamalarla Diyanet İşleri Reisliğinin kurulması 1925 tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin kanun, 1926 Türk Medeni Kanunu 1934 tarihli bazı kisvelerin giyilmesini yasaklayan kanun 1937 yılında Türkiye Cumhuriyeti devletinin laik olduğunu ifade eden kanun Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı zaman zaman laiklik açısından eleştiri konusu olmuşsa da tümüyle denetimsiz yürütülen din işlerinin sorunlara yol açabileceği problemi de öne sürülmektedir. Tartışılan diğer bir konu ise zorunlu olan Din Kültürü ve Ahlak dersinin İslam yorumunu yansıttığıdır. Mısır’da Laiklik ve Din-Devlet İlişkileri Mısır’da 1930’dan bu yana laik devlet ile İslami bir topluma dönüş çağrısı yapan dini hareketler arasındaki gerilim yaşanmaktadır. Bunun sebebi 19.yüzyılda başlamış Hidiv İsmail’in desteğini alarak kurumsallaştırma politikalarına dâhil olan laiklik anlayışı ile 1928 yılında Batı akımını savunanlara karşın muhalefet eden İhvan-ı Müslim (Müslüman Kardeşler) hareketinin ortaya çıkışıdır. Cezayir’de Laiklik ve Din-Devlet İlişkileri 1831 yılında Fransa’nın işgaliyle özellikle 1830-1962 döneminde İslamiyet Cezayir milliyetçiliği için bir ilham kaynağı olarak görülmüştür. 1963 yılında çıkarılan Cezayir Anayasasında devletin sosyalist olduğu ve resmi dininin de İslam olduğu ilan edilmiştir. Kent burjuvazisi ve aydın sınıfı laik bir devlet anlayışı benimsenirken halk kitleleri arasında İslam kültürü merkezi önemini korumuştur. Tunus’ta Laiklik ve Din-Devlet İlişkileri 1956’dan 1987 yılına kadar Batı yanlısı ve laik bir modernleşme süreci izleyen Habib Burgiba iktidarda kalmıştır. Devlet yazışmalarında ve yüksek eğitimde Fransızca resmi dili olarak kabul edilirken, elitlerin de dili Arapça’dan çok Fransızca olmuştur. Şer’i mahkemeler kaldırılmış, kadınların başörtüsü yasaklanmıştır. Arap milliyetçiliğinin ve sosyalizminin başarısızlığı gibi iç ve dış nedenler Tunus’ta muhalefet hareketlerin doğmasına neden oldu. 1979 yılında İslam Cemaati adında dernek kurulmuştur. Tek partili sistemin kısa süreli liberalleşme döneminde İslam Cemaati hareketi seçimlere katılmak için İslami Eğilim Partisi’ne dönüştürülmüş ancak Burgiba bu partinin seçimlere girmesine izin vermemiştir. 1987 yılında Zeynel Abidin Bin Ali’nin yönetime gelmesiyle iktidarını meşrulaştırmak için çeşitli İslami yönelimlerde bulunmuştur. Pakistan’da Laiklik ve Din-Devlet İlişkileri Hindistan’da yaşanan mezhepsel çatışmalar Ali Cinnah ve İslam Birliği önderliğinde Pakistan Devleti kurulmuştur. İlke olarak Pakistan her zaman İslami bir cumhuriyet olarak tanımlanmasına karşın uzun yıllar laik bir devlet olarak yönetilmiştir. Askeri bir darbeyle 1958 yılında yönetimi ele geçirerek kendisini modern İslam’ın savunucusu ilan eden General Eyüp Han, 1956 Anayasasını ilga ederek geleneksel uygulamaları hedefleyen yasalar çıkarmıştır. 1970 Zülfikar Ali Butto dönemi (1970-1977) Pakistan tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. 1973 Anayasasında İslam devlet dini olarak kabul edilmiş ve başbakan ile cumhurbaşkanının Müslüman olması zorunluluğunu getirmiştir. İran’da Laiklik ve Din-Devlet İlişkileri İslam hukukuna göre yönetildiği iddia edilen İran, Şii geleneğe yaslanmaktadır. İran, Avrupalı güçlerden birinin sömürgesi olmamış ancak 19.yüzyılın sonunda ekonomisi yavaş yavaş Avrupa’nın kontrolüne geçmiştir. Şah Rıza Pehlevi ve oğlu Muhammed Rıza Şah Pehlevi dönemi (1941-1978) İran’da devletin öncülük ve empoze ettiği modernleşme çabalarının yoğun olarak sürdürüldüğü dönemdir. Ayetullah Kumeyni liderliğinde gerçekleştirilen devrim sonrasında mollaların etkisi daha ağır bastığı için İran’da dini kurallara dayalı olduğu iddia edilen bir devlet kurmuştur. 1990 itibariyle Haşimi Rafsancani ile bir siyasal liberalleşme ve muhalefet süreci başlamıştır. Bu dönemde İran’ın Batı ve ABD ile ilişkilerinde olumlu bir gelişme olurken bu ülkeler arasında kültürel ve entelektüel değişimler için uygun ortam hazırlandı. 2004 ve sonraki yıllarda yapılan seçimlerde çoğu ılımlı ve modernist adayın seçime girmesi engellenmiş ve bu nedenle muhafazakârlar seçimlerden daha güçlü olarak çıkmıştır.
__________________ O (cc)’NA SIĞINMAK AYRICALIKTIR |
Konu Sahibi nurşen35 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
Gündem Korona Aşısı | Gündem/ Manşetler | Esma_Nur | 6 | 1515 | 10 Aralık 2020 12:20 |
DHBT Muhteşem Özetler | DHBT-Hazırlık/Notlar/Özetler | nurşen35 | 4 | 2309 | 08 Aralık 2020 18:40 |
Kıssaları Hayatımıza Taşıyalım | Kıssalar-Hikayeler-Nasihatler | nurşen35 | 1 | 1005 | 08 Aralık 2020 17:46 |
TENKİD | Serbest Kürsü | nurşen35 | 0 | 887 | 08 Aralık 2020 12:44 |
Vitir Namazını Niye Kılıyoruz Biliyor musunuz... | Namaz-Abdest-Teyemmüm | nurşen35 | 0 | 1028 | 04 Aralık 2020 13:56 |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Din Sosyolojisi 2018 Bahar Dönemi Soruları ve Cevapları | nurşen35 | Din Sosyolojisi | 7 | 03 Ocak 2019 21:11 |
Arapça II 2018 Bahar Dönemi Soruları | nurşen35 | Arapça2 | 7 | 16 Aralık 2018 17:06 |
Tefsir Tarihi ve Usulü 2018 Bahar Dönemi Soruları | nurşen35 | Tefsir Tarihi Ve Usulü | 7 | 16 Aralık 2018 14:34 |
Hadis Tarihi ve Usulü 2018 Bahar Dönemi Soruları | nurşen35 | Hadis Tarihi Ve Usulü | 8 | 16 Aralık 2018 00:15 |
Din Sosyolojisi 2013 Bahar Dönemi Soru ve Cevapları | nurşen35 | Din Sosyolojisi | 0 | 01 Ocak 2016 17:33 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|