|
Konu Kimliği: Konu Sahibi EyMeN&TaLhA,Açılış Tarihi: 25 Mayıs 2015 (12:43), Konuya Son Cevap : 25 Şubat 2019 (20:49). Konuya 13 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
25 Mayıs 2015, 12:43 | Mesaj No:1 |
Atauzem islam ahlak felsefesi özetleri 1-10. Ünite Atauzem islam ahlak felsefesi özetleri 1-10. Ünite 1.ÜNİTE AHLAKIN TANIMI Ahlak (ing. Morality; fr. moralité), Arapçada “yaratma”, “yaratılış” ve “yaratılmış” gibi manalara gelen “halk” kavramı ile aynı kökten olan “hulk” veya “huluk” kelimelerinin çoğuludur. “Ahlak” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de de geçmemekle beraber, “huluk” kelimesi - biri adet ve gelenek, diğeri de ahlak ve huy manasında olmak üzere - iki ayette geçmektedir. Lügat kitaplarında “hulk” kelimesinin huy, seciye, tabiat, mertlik, din ve yaratılış manalarına geldiği belirtilmiştir. Buna göre ahlak kelimesi lügatte; huylar, seciyeler, karakterler yanında, insanın manevi yapısını belirleyen özellikler gibi anlamları da kapsar. Yapılmış olan bu tanımları değerlendirdiğimizde terim olarak ahlakın temelde, birbiriyle ilişkili üç farklı anlamda kullanışmış olduğunu söyleyebiliriz. Birinci anlamda hayat şekli; ikinci anlamda ahlaki kanun, düstur ve bir grup davranış kuralı; üçüncü anlamda ise, hayat tarzı ile ahlak kanunu hakkında yapılan fikri bir araştırma olmaktadır. Gazzali’ye göre ahlak; “Ahlak, insan nefsinde yerleşen öyle bir heyet (meleke) dir ki, fiiller, hiçbir fikri zorlama olmaksızın, düşünüp taşınmadan bu meleke sayesinde kolaylıkla ve rahatlıkla ortaya çıkar.” ifadeleriyle tanımlamıştır. Bir davranışın ahlâkı ilgilendirmesi için iki temel özelliğinin olması gerekir: 1: Huyun ruhta yerleşmiş olması, düşünme ve zorlama olmadan kolaylıkla meydana gelebilmesi gerekir. Dolayısıyla herhangi bir kişinin düşünüp taşındıktan sonra hayatında bir kere iyilik yapması ahlâki bir eylem değildir. 2: Ahlâki bir davranışta seçme özgürlüğü ve irade olmalıdır. Ünlü düşünürlerden Descartes (1596-1650) de ahlâkı; “iman ışığının yardımını aramaksızın, tabii akılla üstün iyi hakikatin ilk nedenlerle bilinmesi olarak tanımlamıştır. Örneğin Katip Çelebi (ö. 1658) ahlak ilmini faziletler ve reziletler ilmi olarak tanımladıktan sonra konusunu “ruhun faziletlerle süslemesi ve reziletlerden koruma yollarının gösterilmesi” olarak ifade etmiştir. Hüsameddin Erdem’e göre; ahlakın konusu, iyilik, kötülük, iyi ve kötü hareketlerin sonuçları gibi kavramlar dikkate alınarak belirlenmeye çalışılmalıdır. Ahlakın konusunu ve alanını vazifeler ilmi olarak saptayanların başında Alman filozofu Immanuel Kant gelir. Ona göre, her türlü ahlakî eylem, salt ödev duygusundan kaynaklanmaktadır. AHLAK İLMİNİN BÖLÜMLERİ Ahlakçılar ahlak ilmini genelde teorik (nazarî) ve pratik (amelî ) ahlak olmak üzere iki kısımda ele almışlardır. Ancak teorik ve pratik ahlakı kesin olarak birbirinden ayırmak pek de mümkün olmamaktadır. Çünkü teorik ahlak, hem ahlak ilkelerini belirler, hem de bu ilkelerin uygulanmasını, emir ve teftişini vazife edinir. Pratik ahlak ise, davranış ve eğilimlerden hangisinin iyi, hangisinin kötü olduğunu, insan vazifelerinin ne şekilde gerçekleştirildiğini bildiren ahlak dalı olarak karşımıza çıkmaktadır. Teorik (nazari) Ahlak: Ahlaki eylemin ve davranışın ne olduğunun, nasıl olması gerektiğinin, ahlaki davranışın değerinin araştırılarak, ahlakî ilkelerin belirlenmesini sağlayan ahlak alanına teorik ahlak diyebiliriz. Yukarıdaki değerlendirmeler ışığında teorik ahlak sahasını üç ana başlıkta özetlememiz mümkündür. Bunlardan ilki eylemlerimizin kanunu olarak niteleyeceğimiz sorumluluk teorisidir. Bu ahlaki niyet, vicdan ve erdeme ilişkin inceleme alanıdır. ikincisi eylemlerimizin sebeplerini irdeleyen özgürlük teorisi olup bu alanda ise, kısmi irademize kolaylık veren nedenlerin tahlili yapılır. Sonuncusu ise eylemlerimizin gayesini belirleyen olgunluk teorisidir ki bu da ahlakçılar tarafından insan hayatı için teklif olunan farklı gayelerin araştırılmasını içermektedir. Pratik (Ameli) Ahlak: bu ilim sadece “bilgi” için değil bundan daha önemli olan “eylem” için vardır. İşte bu nedenledir ki, insanın ahlaklı olabilmesi için nasıl yaşaması, neleri yapması, neleri terk etmesi gerektiğini, vazife ve sorumluluklarının nelerden ibaret olduğunu bildirmek üzere pratik ahlaka ihtiyaç duyulmuş ve bu ihtiyaçtan ahlakın bu kısmı oluşturulup, geliştirilmiştir. Bu aşamada şunu ifade etmemiz mümkündür. Pratik ahlak, teorik ahlakın ortaya koyduğu kaide ve kanunların hem bir sonucu hem de uygulama alanıdır. pratik ahlak için aynı zamanda “vazifeler ilmi” de diyebiliriz. İnsanın kendisine karşı olan vazifelerini içine alan pratik ahlak alanı olarak ferdi ahlak. Aile bireylerinin birbirlerine karşı vazifelerini içeren kısmı olarak aile ahlakı. İnsanın diğer insanlara karşı görev ve sorumluluklarını belirleyen bölüm olarak sosyal ahlak. İnsanın içinde yaşadığı devletin düzeninin devamı için koyulan yasa ve kuralara karşı sorumluluğunu belirleyen kısma olarak devlet ahlakı. Son olarak da Allah’a karşı vazifelerini içine alan bölümü ifade eden dini ahlak bu taksimi tamamlar. Bütün bu bölümlerin toplamı da pratik ahlakın alanını ortaya koyan bir çerçeve çizer. alıntıdır | |
Konu Sahibi EyMeN&TaLhA 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
ATAUZEM 4.sınıf 2014 bahar dönemi bütünleme... | Erzurum Atatürk İlitam | EyMeN&TaLhA | 0 | 6358 | 14 Temmuz 2015 13:14 |
ATAUZEM 4.sınıf 2014 bahar dönemi bütünleme... | Erzurum Atatürk İlitam | EyMeN&TaLhA | 0 | 4216 | 14 Temmuz 2015 13:06 |
ATAUZEM 4.sınıf 2014 bahar dönemi bütünleme DİN... | Erzurum Atatürk İlitam | EyMeN&TaLhA | 0 | 5100 | 14 Temmuz 2015 13:00 |
Ramazan-oruç ve çocuğa kazandırdıkları | Çocuk ve Aile Sağlığı | Mihrinaz | 2 | 2844 | 14 Temmuz 2015 12:23 |
çocuk eğitiminde ceza hiç mi olmamalı? | Çocuk ve Aile Sağlığı | EyMeN&TaLhA | 0 | 2541 | 14 Temmuz 2015 12:03 |
25 Mayıs 2015, 12:50 | Mesaj No:2 |
Cevap: Atauzem islam ahlak felsefesi özetleri 1-14 2.ÜNİTE AHLAK FELSEFESi (ETiK) KAVRAMI Etik, en genel anlamıyla “İyi”nin, iyi olanın, iyi davranışların doğasını, özünü ve kaynaklarını araştıran; “İnsan için iyi bir yaşam ne tür bir yaşamdır?”, “Nasıl bir hayat yaşamaya değerdir?”, “Doğru bir yaşam sürmek için hangi seçimlerin yapılması gereklidir?” türünden birbirini bütünleyen sorular eşliğinde “Nasıl yaşamalı?” sorusuna yanıt arayan geleneksel felsefe dalıdır. Bu disiplin ile insanın dünyadaki varoluş amacına odaklanılarak, insanın doğası için iyi olanla kötü olanın neler olduğu belirginleştirilmeye çalışılır. Böylece insanın gerek kişisel gerekse toplumsal yaşamında karşılaştığı sorunları bütün yönleriyle enine boyuna ele alınıp, çözüm önerileri getirilir. Ayrıca etik, insanın ahlaksal sorumlulukları ile toplumsal yükümlülüklerinin neler olduğunu ortaya koyar. Sunduğu gerekçelerle bunları tek tek açıklar.Etik, “Ödev”, “erdem”, “sorumluluk”, “en yüksek iyi” türünden belli başlı ahlak kavramlarının anlamlarını çözümlerKısacası etik/ahlak felsefesi, iyi ve kötü eylemleri belirleyerek, insanın nasıl yaşaması gerektiğini ve amacını ortaya koyan görüşler geliştirir. Ahlak felsefesi, insan davranışları üzerine yapılan felsefi etkinliktir. Felsefe Tarihinde Ahlak Felsefesinin Yeri İlkçağ filozoflarından insanın davranışları ve eylemlerini bir problem olarak ele alan ilk düşünür Demokritos (mö. 460) olmuştur. O, yaşamın ve insan eylemlerinin en son amacı olarak, ruhun her türlü boş inanç, korku ve tutkulardan arınmasında yeter sebep olarak ele aldığı mutluluğu öne sürmüştür. acıya neden olan aşırı hazlardan ve kötülüklerden kaçınmayı öğrenmedikçe mutlu olmaz. Yukarıdaki görüşleriyle Demokritos kendisinden sonra birçok düşünürün savunacağı eudaimonist (mutlulukçu) ahlak anlayışının kurucusu kabul edilmiştir. Bu anlayışa göre, insan eylemlerinin gayesi mutluluktur. sokrates Demokritos‟tan sonra mutlulukçu ahlak anlayışını teorileştiren ve ilk ahlak felsefecisi olarak ahlak tarihinde haklı bir yer edinen Sokrates (mö 469)‟in temel görüşünü şu şekilde verebiliriz. Ahlaki değerlerin kaynağı bilgidir. Eğer bir insan iyiyi kötüden ayırabiliyorsa erdemli ve bilge demektir. Bilginin yolundan giden kimseler ise mutludur. Bu duruma göre erdemlilik mutluluk demektir. Görüldüğü gibi Sokrates‟e göre, erdem ile bilgi aynıdır. Neyin doğru olduğunu bilenin doğru olanı yapacağı ve hiç kimsenin bilerek kötülük yapmayacağı düşüncesinden hareketle o, bütün erdemleri bilgiye, bütün kötülükleri de cehalete bağlamıştır. Sokrates‟i izleyen öğrencisi Platon (Eflatun)a göre: Ona göre mutluluk iyiye sahip olmaktır. Ona göre “bilgelik”, “yiğitlik”, ölçülülük” ve adalet” olmak üzere dört temel fazilet var olup, bunlar içinde en yüksek erdem “adalet”tir. “Nikomakhos’a Etik” isimli meşhur ahlak kitabıyla ahlak felsefesi tarihinde ayrıcalıklı bir yer edinen Aristoteles de tıpkı hocası Platon gibi mutlulukçu bir ahlak anlayışına sahiptir. Kynikler Okulunun kurucusu Atinalı Antistenes (mö 444) de hayatın amacını mutluluk olarak belirlemiştir. Ona göre en yüksek fazilet bilgi olup, fazilet yaşama gayesi ve en yüksek değerdir. Mutluluğa ulaşmak için fazilet yeterlidir. En kötü şey ise haz‟dır. Ahlak felsefesi tarihinde yukarıdaki mutlulukçu ahlak anlayışlarından ayrı ele almamız gereken bir diğer ahlak anlayışına sahip grupta, “hazcı ahlak” anlayışı ve onu savunun düşünürlerdir. Platoncu ve Aristotelesçi spekülatif felsefe sistemlerine bir tepki olarak öne sürülen, modern çağda da değişik şekillerde karşımıza çıkan hazcı etik, hazzı, ya da hazla geçen yaşamı en yüksek, en hakiki ve biricik iyi olarak tanımlar. Hazcılığın etik tarihindeki ilk önemli savunucuları, Sokrates‟in izleyicilerinden meydana gelen Kirene Okulu‟dur. Aristippos (mö. 435) tarafından kurulan bu okulun öğretisinde haz önemli bir yere sahiptir. Buna göre, “iyi” “haz”dır. Yani iyi ile haz aynı şeydir. Felsefe tarihinde Aristippos “Hedonizm” (Hazcılık)‟in kurucusu sayılmıştır. Hazcı etik anlayışın diğer bir önemli düşünürü olan Epiküros (mö. 341)‟ un hazcılığı ise, ferdi ve sübjektif bir hazcılıktır. Ona göre de temel erdem bilgeliliktir. Zira bilgelilik insanın doğru hazları ve uygun etkinlikleri seçmesini sağlar. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Ortaçağ‟da etik teoriler dine veya teolojiye dayanırlar. Dolayısıyla insan yaşamının merkezinde Tanrı‟yla olan ya da olması gereken ilişki ön planda yer alır. İnsan varlığının eylem tarzı, ödevleri, nihaî amacı ve ahlakî kurallar, doğal bir varlık olarak kendisi ya da doğal düzen yerine, insanın Tanrı‟yla olan ilişkisinden ve Tanrı tarafından yaratılmış olmaklığından türetilmiştir. İngiliz düşünür David Hume‟un açık bir biçimde belirttiği üzere, “ahlaklı veya erdemli bir yaşayış tarzı”, bundan böyle doğa düzeninde veya en tepesinde Tanrı‟nın bulunduğu hiyerarşik bir varlık anlayışından artık türetilemez. Bu dönemin düşünürlerinden biri Spinoza (ms. 1677) dır. O aynı zamanda ahlak üzerine yazılan “Ethica” isimli önemli eserin de sahibidir. Ona göre erdemle, kendimizi koruma isteği arasında bir bağ vardır. Kendimizi korumak demek güçlenmeye ve savunmaya çalışmak demektir. Erdem de böyle bir çabadan başka bir şey değildir. Leibniz‟e göre, bizim isteklerimizi tasavvurlar belirler. Tasavvurlar da rasyonel unsurlardır. Leibniz ahlakta aklı kılavuz görür. Ona göre açık ve seçik bilgiler ahlaki iradeyi doğurur. Açıklık ve seçiklik bilgide ne kadar güçlü olursa insanda egoizm o derece azalır. Ruhun açık ve seçik tasavvurlarla aydınlatılması ahlakın hedefidir. Ruh aydınlandığı ölçüde öteki insanların iyiliğini ister ve onlara sevgi duyar. Erdem bilgeliğin ve yetkinliğin kendisidir. Hobbes, doğal bir ahlak sistemi kurmak istemiştir. Bunu da bencilliğe dayamıştır AHLAK FELSEFESiNiN KONUSU Ahlâk felsefesi (etik), ahlâkî olanın özünü ve temellerini, insanın davranışları ile ilgili problemleri, iyinin ne olduğunu ve insanın neyi yapabileceğini soruşturan felsefe dalı olarak tanımlanmaktadır. Ahlâk felsefesini genel bir anlatımla ahlâki hayat hakkında sistemli bir biçimde düşünme, soruşturma, araştırma ve tartışma şeklinde de tanımlamak mümkündür. Ahlak felsefesini tanımlarken ahlak ilmi ile olan ilişkisi göz ardı edilmemelidir. Ahlak felsefesi, ahlak konusunu inceleyen bir bilim dalı ya da felsefe disiplinidir. Ahlak ise, insanların birbirleriyle ya da devletle olan ilişkilerinde ortaya çıkan ve insanlardan “yapmaları istenen” davranışlar ve eylemlerdir. Felsefenin bir alt disiplini olarak ahlak felsefesi, ahlakın ne olduğunu, ahlaki davranışın nasıl oluştuğunu, insan davranışlarının dayandıkları temelleri, iyi ve kötü eylemlerin nedenlerini inceler. Yukarıda ifade edilen bilgiler ışığında ahlak felsefesinin amacını da konusu ile ilintili olarak şu şekilde belirleyebiliriz. Ahlak felsefesinin gayesi, insan davranışlarını sadece betimlemek değil; onları iyi-kötü, doğru-yanlış gibi değer kriterleriyle değerlendirmektir. AHLÂK FELSEFESiNiN ALANI Ahlak felsefesinin insan davranışlarının konu edinildiği bütün alanları kapsamaktadır. Ahlâk felsefesi ile sosyal bilimler arasındaki fark, bir konu farkından çok, bu konuya bir yaklaşım tarzı farklılığıdır. Bilimin yaklaşımı tasvir edici ve açıklayıcıdır. Ahlâk filozofu da bazı ahlâk olaylarını tasvir edebilir, açıklayabilir. Ama onun asıl görevi bu değildir. O doğrudan doğruya bir değerlendirme eylemine koyulur, bir yaşama biçimi geliştirmeye çalışır. Dolayısıyla ahlâk felsefesi, insan davranışları ile bu davranışların doğru mu yanlış mı, iyi mi kötü mü olduğu sorusunu sorarak ve buna ilişkin birtakım değerlendirmede bulunarak ilgilenir. Yani ahlak, eylemin pratiği, ahlak felsefesi veya etik ise, eylemin teorisi olmaktadır. Ahlak veya töre iyi veya kötünün ne olduğunu söylemekle yetinirken, ahlak felsefesi bir davranışın iyi veya kötü olduğu yargısına nasıl varıldığını inceler alıntıdır | |
25 Mayıs 2015, 12:54 | Mesaj No:3 |
Cevap: Atauzem islam ahlak felsefesi özetleri 1-14 3.ÜNİTE AHLÂKIN GEREKLiLiĞi A) Ahlâkın Kısımları Ahlâk genel anlamda niteliği bakımından“iyi”, “güzel” ve “kötü”, “çirkin” ahlâk olmak üzere iki kısma ayrılır. Günlük kullanımda “iyi ahlâk” yerine “ahlâklı”, “kötü ahlâk” yerine de “ahlâksız” ifadeleri kullanılmaktadır. Aslında” ahlâksız” demek ahlâkı olmayan demektir. Oysa ahlâkı olmayan insan” yoktur. Her insanın mutlaka iyi ya da kötü bir ahlâkı vardır. Eğer insan yaşadığı toplumun kültürünün, benimsediği dinin ve genel geçer doğruların oluşturduğu ahlâk sisteminin önerdiği eylemleri, makbul eğilimleri yapar, kaçınılmasını istediği eylemlerden kaçınılırsa iyi ahlâklı olur. Bu önerilene uymazsa kötü ahlâklı olmuş olur. A.1- Fıtrî ahlâk: İnsanın yaradılışında, fıtratında, potansiyel olarak mevcut olan iç kuvvetlerin, ahlâkî eğilimlerin, niteliklerin tamamına fıtrî ya da tabii ahlâk denir. Bunlar ferdin tabii halleridir. Bu tür niteliklerin hukuki ya da müeyyide boyutu yoktur. İnsanlar bu niteliklerin, potansiyel durumda oldukları sürece, kötü olsalar da sorumlu tutulmazlar. Bu nitelikler sorumluluğun dışında değerlendirilirler. Örneğin, hiç kimse yaradılışından itibaren kendinde mevcut olan öfke niteliğinden dolayı sorumlu tutulamaz ve ayıplanamaz. Ancak öfke niteliği kontrol edilemeyip, kötü bir eyleme dönüşürse o zaman sorumluluk söz konusu olur. A.2- Kesbî ahlâk: İnsanlar doğumdan itibaren bulundukları çevrenin etkisiyle ve eğitim ve öğretim faaliyetleriyle, deney ve tecrübeyle kazanılan ahlâkî niteliklere kesbî ahlâk denir. Bu tür ahlâkta insan iradesinin ve tercihinin etkisi vardır. Çevrenin ve eğitim, öğretim faaliyetlerinin sunduğu ahlâkî değerler, insanın hür iradesiyle tercih edip benimsediği, içselleştirdiği, özümsediği ahlâk ilkeleridir. İnsan bu ahlâkî niteliklerinden dolayı sorumluluk taşır. B.1- Ahlâkın Değişmeyeceğini Benimseyen Görüş: Huyun değişmesini kabul etmek, insanın tabii ve biyolojik isteklerinin, fıtratının değişmesi anlamına gelir ki bu da mümkün değildir. Nasıl ki insanın fiziki yapısını değiştirmek mümkün değilse, ya da doğru değilse, ruhî yapısını, huyunu da değiştirmek mümkün değildir. Bu konuda “can çıkar huy çıkmaz”; “yedisinde ne ise yetmişinde de odur.” gibi ifadeler de genel ilke olarak kabul edilerek, ahlâkın değişmeyeceği ileri sürülmüştür. Nasreddin Tûsî, Yusuf Has Hâcib ve Kâtip Çelebi gibi İslam ahlâkçıları bu görüşü benimseyenlerdendir. Batı dünyasında Schopenhauer, Lamark gibileri de bu görüşü benimsemişlerdir. B. 2- Ahlâkın DeğiĢebileceğini Benimseyen Görüş: Ahlâkın değişmeyeceğini ileri sürenlerin gerekçeleri kadar, geçerli olabilecek delillerle ahlâkın değişebileceği ileri sürülmüştür. Bu görüşü benimseyenlere göre; doğuştan insan her yönüyle tam olan hiçbir nitelik, bilgi, huy getirmez. Dolayısıyla hiçbir huy tabii değildir. Çünkü insan her türlü fikir, his ve huydan bağımsızdır, fakat her çeşit huyu edinmeye, değişime, yenilenmeye uygun bir yapıda yaratılmıştır. İbn Miskeveyh, Fârâbî, İbn Sina, Gazalî, Birgivi gibi İslam ahlâkçıları tarafından benimsenen bu görüş, Aristoteles, Kant, J. Locke, J. J. Rousseau gibi ahlâkçılar tarafından da benimsenmiştir. Ahlâkın değişebileceğini ileri süren ahlâkçılar dini, akli ve tecrübî olmak üzere, konu hakkında üç delil ileri sürmüşlerdir. B. 3- Ahlâkın (Huyun) Kısmen Değişebileceğini Benimseyen Görüş: Örneğin; insan yaradılışında şehvet, öfke, hırs gibi nitelikleri vardır. Bu nitelikler iyiye doğru da kötüye doğru da değişmeye yönlendirilmeye müsaittirler. Yoksa insan bu niteliklerden tamamen kurtulması, bunların yok edilmesi imkânsızdır. İnsanın bu gibi nitelikleri eğitim ve öğretimle mutedil hale getirilip, kontrol altına alınabilir. Zaten ahlâk, gayesine ulaşabilmek için bu gibi nitelikleri yok etmeyi değil, onlara egemen olmayı hedefler. Bunun için insan, gücü yettiğince çaba göstermeli ve iyiye doğru yönelişler gerçekleştirmelidir. eğitimle ahlâk değişebilir, fakat herkesten aynı oranda sonuç alınmayabilir. Çünkü ahlâkın değişmesinde mizacın, yaşın ve çevrenin de etkisi vardır. Örneğin eğitimin en iyi küçük yaşta, çocukluk çağında olduğu, eğitimle yaşın ters orantılı olduğu görülür. Dolayısıyla insandaki bir takım ahlâkî nitelikler tamamen yok edilemezse de, öz kalmakla birlikte iyileştirilmesi ya da kötüleştirilmesi mümkündür. Yani eğitimle ahlâkın, huyun kısmen değiştirilebileceğini, kötü bir kişinin iyi huylu ve ahlâklı bir insan olabileceğini söyleyebiliriz. Genel anlamda insanlara mutluluğun yolunu gösteren bir ilim olan ahlâkın konusu; öncelikle insanın eylem ve hareketleri, davranışlarıdır. Dolayısıyla ahlâkî iyi ve kötünün nasıl olması gerektiğini ve ahlâk ilkelerinin nasıl belirlenmesi gerektiği konusunda çıkarımlar yapar. Ahlâkın bu kısmına ahlâk felsefesi denir. Hukuk da ahlâk da toplumun düzenini, huzurunu sağlamak için bazı kurallar, ilkeler belirlemişlerdir. Her ikisi de ilkelerine uyulmasını ister. Ancak bu noktada ikisi önemli ölçüde ayrışırlar. Hukuk kendine uyulmasını emreder ve uyulmaması durumunda ceza-i müeyyide uygulayacağını vaat eder. Ahlâk ise kendi ilkelerine uyulmasını benimseterek yapmaya çalışır ve kendine uyulması durumunda mükâfat, uyulmaması durumunda ise ceza vaat eder. Dolayısıyla bu açıdan konuya baktığımızda toplumun huzurunun sağlanmasında ahlâkın daha etkili olduğunu söyleyebiliriz. Hukuk emrederek yaptırdığı, ahlâk duygulara hitap ederek ve benimsettirerek yaptırdığı için ahlâk daha etkin olabilir. Bu açıdan bakıldığında da ahlâk gerek toplum, gerekse birey için önemli ve gereklidir. hırs, cimrilik, haset, kin, her türlü aşırılık, öfke, yalan, alay etmek, kusur araştırma, kibir, gösteriş vb. nitelikler erdemli yaşamı olumsuz etkileyen birer hastalık olarak değerlendirilmiştir. Bu hastalıkların tedavilerinin ahlâk yoluyla mümkün olabileceğini benimseyen bazı ahlâkçılar, bu anlamda ahlâka “Tıbbu’r-Ruhânî” demişlerdir. İslam ahlâk ilmi, kitap, sünnet, akıl ve örfe dayanarak insanın mümkün olan en iyi olgunluğa, erdeme ulaştırmak için gerekli kuralları ve ilkeleri belirleyerek öğretir. Ahlâk Eğitiminin Gerekliliği İnsan sosyal bir varlık olmasından dolayı toplum halinde yaşamaya uygun bir şekilde yaratılmıştır ve buna da mecburdur. İlk günden beri insanlar sosyal hayatta yardımlaşma yoluyla ihtiyaçlarını gidererek, yaratılışları gereği yalnız değil, toplum halinde yaşamaktadırlar. Dolayısıyla insanın yaşamı içinde diğer insanlarla olan ilişkilerini düzenleyen hukuk ve dini sistemlerin yanında ahlâk sistemlerinin de olmasının gerekliliği kabul edilen bir gerçektir. Nitekim insan ancak eğitim ve öğretimle layık olduğu erdem ve mutluluğa ve kendinden beklenen yaratılış gayesine ulaşabilir. Ahlâk öğretici, bilinmesi gerekenleri öğretirken, eğitimci de, öğrenilen ahlâk ilkelerine yatkınlığı ve yaşama yansıtma alışkanlığını kazandırır. Eğitimci, eğitimi altında bulunan kimselerin ruhlarının derinliğine kadar inip, onların duygu ve içgüdülerini düzenlenmesine katkı verir. Ahlâk eğitimi de güzel ahlâkın, iyi huyların özümsenmesi ve bunun teorik bilgisinin ve yaşamdaki önemini insanlara öğretmeyi amaçlar. Eğitim ve öğretim faaliyetiyle bunu yaparken, din, akıl, bilim, doğal yaşam, deney ve tecrübe, kültür, gelenek ve görenek gibi kaynaklardan destek alarak, nefsin olumsuzlukları (cimrilik, öfke, yalan, hırs vb) hakkında bilgilendirerek bu tür nefsi olumsuzluklardan kaçınmanın gerekliliği anlatılıp benimsetilmeye çalışılır. Ahlâkın konusu insanın eylemleridir. Bu anlamda klasik eğitim anlayışına göre ahlâk eğitimi, geçmişten günümüze taşınan bilgi, beceri, değer, erdem, ilke ve kuralların yeni nesillere aktarılıp benimsetilmesidir. Bu tür ahlâk eğitimine de “karakter eğitimi” de denilir. Bu anlayışa göre insan zihninde hiçbir şey olmadan, tabula rasa (boş levha) şeklinde dünyaya gelir ve yaşamı boyunca eğitim ve öğretimle o boş levha doldurulur. Yani insan hangi dış etkiye muhatap olursa onunla zihni donanıma sahip olur. Bunun için insanın doğru, yararlı donanıma sahip olabilmesi için, her alanda olduğu gibi, insanın ahlâk alanında da eğitime ihtiyacı vardır. alıntıdır | |
25 Mayıs 2015, 13:02 | Mesaj No:4 |
Cevap: Atauzem islam ahlak felsefesi özetleri 1-14 4.ÜNİTE AHLÂK FELSEFESİNİN TEMEL KAVRAMLARI Olgu - Değer Olgu: Olgu terimi birkaç farklı anlamı içinde barındırır. Bunlar, aktüel olarak ortaya çıkan, gerçekleşen olay, nitelik, bağıntı ya da durum, tartışılmaz, yadsınmaz olarak, tartışılmazcasına, inkar edilemezcesine kabul edilen şeyle ifade edilebilirler. Yukarıdaki ifadelerden hareketle yalın olarak olguyu şu şekilde belirlememiz mümkündür: Nesnel gerçeklik dünyasında meydana gelen ve değişik ölçeklerle ölçülebilen tabiat etkinliklerinden her birine veya bir birimine olgu denir. Bu tanımımızı daha açık hale getirebilecek şu örneklere dikkat edelim. “Beklenen kar yağışı nihayet başladı”. “Büyük İslam ahlâkçılarından Gazali 1111 yılında vefat etmiştir.”, “Türkiye Cumhuriyeti demokrasiyi benimsemiş, laik, sosyal bir hukuk devletidir.” Bu üç cümlede de görüldüğü gibi dile getirilen değişik olaylar vardır. Bunlar “olgu” diye tanımladığımız nesnel olaylara karşılık gelmektedirler. Yukarıda verdiğimiz örneklerimizin birinci cümlesinde yer olan olgu, fiziki gerçekliğe işaret eden bir olgu iken, ikinci cümledeki olgu, tarihi gerçekliğe, üçüncü cümledeki olgu ise, siyasi gerçekliğe işaret etmektedir. Yani daha önce olguyu tanımlarken de belirttiğimiz gibi olgular meydana geliş aşamalarına göre değişik ölçütlerle ölçülebilmektedirler. Bu da bizi onları belli ölçütlere göre kolayca sınıflandırabilme imkanı tanımaktadır. Burada önemle belirtmeliyiz ki olgular, bizim dışımızda bize bağlı olmadan meydana gelen, doğal, toplumsal, tarihsel, dinsel vb. gerçeklerdir. Değer: Değer kavramını ahlâk felsefesinin bir terimi olarak şu şekilde belirleyebiliriz: Ahlâk ya da değer felsefesinde olgu bilincinden sonra ortaya çıkan ve olguya, belli duyguları, arzuları, ilgileri, amaçları, ihtiyaç ve eylemleri olan özneyle ilişkisi içinde, belli nitelikler yüklemeyle belirlenen tavır, değer olarak ifadelendirilir. Kısacası değer, ahlâkî öznenin, olana, olguya yüklediği nitelik olarak belirlenebilir. Değerle ilgili şu hususların bilinmesi konuyu kavramamıza yardımcı olacaktır. Değer, bir ölçüt olarak, olanla- olması gereken ayırımını içerir ve her zaman olumlu ya da olumsuz bir şey olarak görülür. Değerler öznenin nesneyle ilişkisini içerdiğinden, tüm değerler, değer biçme tarzı ve biçilen değerler doğru olamayabilir. Değerlerin bu yönüyle tartışmalı olabileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Değerleri kendi aralarında sınıflandırmamız mümkündür. Örneğin. Hazcı değerler, estetik değerler, ahlâkî değerler, yararcı değerler, dini değerler ve mantıksal değerler şeklinde bir tasnif değerleri anlamamıza yardımcı olacaktır. Değerlerin olumlu ya da olumsuz olması gerektiği kabulünden hareketle bu taksimimizi şu şekilde açabiliriz. Hazcı değerlerde, haz olumlu, acı olumsuz yönü oluşturur. Estetik değerlerde güzel olumlu, çirkin olumsuz, ahlâkî değerlerde iyi olumlu, kötü olumsuz, yararcı değerlerde yararlı olumlu, yararsız olumsuz, dini değerlerde sevap olumlu, günah olumsuz ve mantıksal değerlerde de doğru olumlu, yanlış olumsuz yönü ifade eder. Olgu - Değer ilişkisi ve Değer Yargıları Örneğin içinde yaşadığımız dünyayı ve onu oluşturan eşyayı, bizi ilgilendirdiği kadarıyla varoluşları açısından irdeleyebiliriz. Yani etrafımızda varolanları varlıklarının mahiyeti, kaynağı, nasıllıkları açısından sorgulayabiliriz. Bu eşya ile ontolojik (varoluş yönünden) bir ilişkimizi ifade eder. Yine etrafımızı kuşatan nesnelerin sayısı, rengi, şekli, görünümü ile ilgilenip, eşya ile nitelik ve niceliksel bir ilişkiye girebiliriz. Bu da epistemolojik (bilgi içerikli) bir ilişki olur. Görüldüğü gibi değerler olgular üzerinde anlam kazanmaktadırlar. Ancak olgular, bizim dışımızda, bize bağlı olmadan var olan nesnel tarihsel, toplumsal gerçeklikler vb. iken, değer yargıları bize bağlı olarak ortaya çıkan olgular üzerine verdiğimiz hükümlerdir. Örneğin, kış mevsiminin uzun ve bol kar yağışlı olması fakir ve evsiz insanlar için “kötü” bir şey iken, kış turizmine yatırım yapanlar için “iyi” bir şeydir. Görülüyor ki bizim olay - olgular üzerine verdiğimiz “iyi” ya da “kötü” yargısı, o olay ya da olguyu değerli veya değersiz yapmaktadır. değerler evrensel ve genel olurken, değer yargıları yerel ve tikel olmaktadırlar. Örneğin bütün insanlar evrensel olarak kabul ederler ki, yaşlılara yardım etmek ve onlara bakmak iyidir. Bu herkes için bir değerdir. Buna karşılık, Batılılar için, yaşlıların kendi yaşıtlarıyla birlikte huzur evinde bakılması iyidir. İslam aleminde ise, yaşlıların kendi aileleriyle birlikte kalmaları iyidir. Bu örnekte değerli olan evrensel şey, “yaşlılara bakmak iyidir” önermesidir. Değer yargısı ise, yaşlılara nasıl bakılacağı konusudur. Yukarıdaki bilgilere dayanılarak ifade edilebilir ki, değerlerin taşıdığı genel ve evrensel anlam ne yere, ne zamana, ne insana ne de topluma göre değişmezken, değer yargıları bireyden bireye, toplumdan topluma, ülkeden ülkeye ve zamandan zamana değişmektedir iyi ve Kötü Genel bir kanaate göre, “iyi”, insanın insan olma değerlerine ve yaşadığı topluma yararlı ve değerli olmasıdır. Buna göre, iyi, insanın aklına ve iradesine uygun olarak yaptığı seçiminin sonucunda oluşan yararlı ve değerli bir şeydir. İnsan olma olanaklarımızı gerçekleştiren ve toplum içinde uyumlu yaşamamızı sağlayan her şey de iyidir. Bunların tersi ise “kötü”dür. Görüldüğü gibi iyi ve kötü karşıt iki terimidir. Bu problem İslam ahlâkçıları tarafından “husun-iyi”- “kubuh-kötü” problemi bağlamında ele alınmıştır. Onlar konuya üç farklı açıdan yaklaşmışlardır. 1- Husun (iyi), kendi başına özü gereği iyi, adalet gibi olgunluk özelliğine sahip olma, kubuh (kötü) de yine özü gereği kötü, zulüm gibi bir eksikliğe işaret eder. 2- Husun amaca uygun olmak kubuh da amaca aykırı olmaktır. Burada iyi olan şey, oluşan sonuç, sağlanan fayda yönünden bir iyiliktir. Bu nedenle bu tür iyi bizzat kendisi için değil sonucu açısından istenir. Acı bir ilacın içilmesi gibi. 3- Husun, iyiye yaptığı katkı nedeniyle dünyada övülmeye, ahrette sevaba sebep olan şey, kubuh ise, kötüye verdiği katkı sebebiyle dünyada yerilmeye ahrette de azaba sebep olan şeydir. Yani bir davranış ne iyi ne de kötüdür. Ancak başka bir iyinin ya da kötünün ortaya çıkmasına sebep olduğu için övülür ya da yerilir. Örneğin mahkemede şahitlik yapmak gibi. Ayrıca İslam ahlâkçıları iyi ve kötüyü “ahlâkî hayır” ve “ahlâkî şer” olarak da ele almışlar bu bağlamda “ahlâkî hayrı”; ahlâk kanununa uygun ve failine bir değer kazandıran hayır olarak tanımlamışlardır. Buna göre insanın en ulvi gayesi ahlâkî hayır olup bu da Allah rızası ve Allah sevgisidir. Buna aynı zamanda “hayr’ı alâ” (en yüce hayır) adını vermişlerdir. Yine “ahlâkî şer”ri de aslında kötü olduğu halde, aynı zamanda, failini de lanetlendiren şey olarak tanımlamışlardır. Yalancılık, zina vs. Özgürlük Özgürlük terimi genel anlamda kişinin kendi kendisini belirlemesi, denetlemesi, yönlendirmesi ve düzenlemesi durumun ifade eder. Ahlâk felsefesi açısından bu terimi ele aldığımızda, özgürlüğü ahlâkî öznenin (kişinin), kendi tercihlerine, akla dayalı kararlarına, iradesinin buyruklarına göre hareket etme durumunu ifade eden bir kavram olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda özgürlük, kişinin var olan alternatif eylem tarzları arasında bir seçim yapabilme ve yapılan seçimin gereğini yerine getirebilme gücünü de kapsar. Yine bu kavram ahlâk felsefesi açısından ele alındığında kişinin, dış koşulları, psikolojik ve biyolojik yapısının belirlediği şartları aşmayı, aşabilmeyi başararak, kendi ideallerine, isteklerine ve hedeflerine uygun davranabilmesini de ifade eder. Sonuç olarak kişi özgür ise, yani özgür iradeye sahip ise seçim yapabilir. Seçim yapması, seçim yapılan nesnelere bir değer yargısı yüklemesidir. Bu durumda seçilen nesne “iyi” ya da “kötü” değer yargılarını alır. Erdem Ahlâk felsefesinin bir terimi olarak erdem (fazilet), insanın ahlâkî bakımdan her zaman ve sürekli olarak iyi olma eğilimi, iyi ve doğru eylemlerde bulunmaya yatkın olma durumunu ifade eder. Yine bu terimi, insan varlığına en zengin, en gerekli ve dolgun anlamını veren ahlâkî niteliklerin toplamı olarak da tanımlayabiliriz. Bu bağlamda insan iradesinin gerektiği takdirde büyük özverilerde bulunmak ve ciddi engelleri aşmak pahasına, ahlâkî iyiliği amaçlama, iyilik uğruna hareket etme gücünü de erdem olarak adlandırabiliriz. Yukarıda da ifade edilmeye çalışıldığı gibi, ahlâkî bakımdan sürekli iyi ve değerli olan davranışlara erdem denilmektedir. Bu anlamda doğruluk, dürüstlük, iyilik, adalet, hoşgörü, vefakarlık, tevazu vb. değerler birer erdemdir. Filozof Sokrates‟e göre erdem, insanın kendisine özge ve uygun olanı gerçekleştirerek, kendisini gerçekleştirme imkanına kavuşmasıdır. Sokrates‟in öğrencisi Platon‟a göre ise dört ana erdem vardır. Bunlar, bilge ve ahlâklı insanda olması gereken temel faziletler olup, ölçülülük, cesaret, bilgelik ve adalet olarak belirlenmiştir. Platon‟un öğrencisi Aristoteles ise, Platon‟un erdemlerini kabul etmekle birlikte, en çok değer verdiği erdem ölçülülük olmuştur. Ona göre her şeyin orta yolu insan için en iyi ve en erdemli olanıdır. √ Sorumluluk Ahlâk felsefesi kavramlarından biri olarak sorumluluk, kişinin özgür iradesiyle düşünerek, karar vererek eylemde bulunması, yaptığı bu eylemlerin sonuçlarını kabul etmesidir. İslâm ahlâkçılarının ahlâki sorumlulukla ilgili görüşlerinde farklılıklar vardır. Ancak hepsinin de ortak olduğu bir nokta vardır ki, o da ahlâki sorumluluğun, bilerek ve isteyerek yapılan eylemlerin hesabını vermekten, bunların mahiyetine göre mükafat veya ceza görmekten ibaret olduğudur. Ahlâki sorumluluk insanı, kendi vicdanına, insanlığın vicdanına ve Allah‟a karşı sorumlu tutar. İnsanda bulunan bazı unsurlar bu sorumluğu sınırlar veya tamamen ortadan kaldırır. Bunlar; bilgisizlik, delilik, çocukluk, ihtiyarlık, zorlama ve çeşitli tutkulardır. Dolayısıyla insanın sorumlu tutulabilmesi için bazı şartların mevcut olması gerekmektedir. O halde sorumluluğun şartları nelerdir? 1. Akli Yeterlilik: İnsanın fiillerinin mahiyetini, sonuçlarını, ahlâki değerini idrak edebilmesi, iyiyi kötüden ayırt edecek kadar ruhsal, zihinsel ve bedensel gelişimini sağlamış olması gerekir. 2. Mükellefiyetin Bilinmesi: Her vazife bir emrin sonucudur. Dolayısıyla bir kimseye bir vazifenin yüklenmesi ve bundan sorumlu tutulması, ancak şunu yap, bunu yapma gibi müspet veya menfi bir hitabın o kimseye ulaşması, başka bir ifadeyle o kimsenin kanun hakkında bilgi sahibi olması ile gerçekleşir. 3. Kasıt ve Niyet: Niyetimize uygun olarak başardığımız fiillerden dolayı sorumlu olduğumuzda şüphe yoktur. Problem niyet ile fiilin birbirine uygun olmadığı durumlardadır. Ayet ve hadisleri bir bütünlük içinde değerlendirdiğimizde İslâm ahlâkına göre sorumluluğun, fiilin sonucuna göre değil, fiilin arkasındaki niyete göre olduğu anlaşılır. 4. irade Hürriyeti: Sınırlı da olsa bir irade hürriyetinin kabul edilmemesi durumunda sorumluluk temellendirilemez. Ahlâki hürriyet iki kademelidir: a. İsteme veya seçme hürriyeti, b. Fiil veya yapma hürriyeti. Akıl ve bilgi şartlarını taşıyan her insan isteme ve seçme hürriyetine sahiptir. Bir işi yapma hürriyetine sahip olmayan kimseden bu işi yapmasını istemek, yani “teklif-i ma la yutak” caiz değildir. Zira “Allah insana ancak gücünün yettiğini yükler.” (Bakara, 287) 5. Mükellefiyetin şahsi Olması: Çağdaş hukuk sistemleri ile birlikte İslâm hukukunun da önemli ilkelerinden biri olan kişinin sadece kendi yetki alanına girenlerden sorumlu tutulması, İslâm ahlâkı için de geçerlidir. İslâm dini bu noktada, „asli günah‟ ile Hz. Adem‟in hatasından dolayı bütün insanlığın günahkar olduğunu kabul eden Hıristiyanlıktan ayrılır. İslâm düşüncesinde dini, hukuki ve ahlâki sorumluluklar şahsidir. Vicdan En basit tarifiyle vicdan, ahlâkî öznede var olan doğru ve yanlış duygusu olarak belirlenebilir. Bir başka ifadeyle vicdan yüreğin olaylara yönelmiş algısı olarak da ele alınmıştır. Bireylerin eylemler üzerinde yargıda bulunmasına imkan veren ve eylemlerdeki iyi ve kötü değerleri anlamasını sağlayan güç olarak vicdan, kişinin eylemleri gerçekleştirme sırasında başvurduğu bir yargılama ve karar verme yeridir. Önemli düşünürlerden J. J. Rousseau‟ya göre vicdan, ilahi bir içgüdü, iyilikle kötülüğü ayıran bir yargı gücüdür. I. Kant’ta ise vicdan, aslında salt aklın pratik olarak kendini belirttiği olaydır. Ancak vicdanın karar verebilmesi için de gereken uygun koşullar olmalıdır. Bunlar bireyin akıl sahibi olması, eylemlerini kendi iradesi doğrultusunda oluşturması ve kişinin özgür olmasıdır. Tüm bunlara ilaveten kişinin sorumluluk duygusuna sahip olması vicdanı tamamlayan önemli bir koşuldur. Vicdan ile ahlâkî davranış arasında zorunlu bir ilişki vardır. Zira vicdanlı bir birey aynı zamanda ahlâklı bir bireydir. Vicdanın sesi kişinin ahlâklı davranışta bulunmasını sağlar. Özellikle dinler ve Tanrı fikri insan vicdanın şekillenmesine önemli rol sahibidir. Kısacası akıl, irade, inançlar, gelenekler, din, kültür, yasalar, sorumluluk ve ahlâkî ilkeler vicdanımızın şekillenmesini ve karar vermesini çeşitli derecelerde etkileyerek, kişinin vicdanının oluşmasını sağlarlar. √ Ahlâkî Karar ve Davranış Ahlâkî kararı, kişinin kendi özgür iradesinin seçimini, kendi istek ve arzuları doğrultusunda bağlı olduğu ahlâk kuralları çerçevesinde önce bilerek ve isteyerek karar vermesi ve sonra da bu kararını eylemle göstermesi olarak ele alabiliriz. Ahlâkî davranışın oluşması için şu şartların birlikteliği gereklidir: a. Ahlâkî davranış iradeli ve arzu edilir olmalıdır. Ahlâkî özne bu davranış için hiçbir şekilde baskı altına alınmamalıdır. b. Ahlâkî davranış bilinçli olmalıdır. Ahlâkî özne yaptığı davranışın şuurunda olmalıdır. Bilinçli olmak yapılan davranışın sonuçlarını ve ne için yapıldığını da bilmeyi gerektirir. c. Ahlâkî özne bu davranışı özgür olarak gerçekleştirmelidir. İradeli ve bilinçli bir davranış ancak özgür olduğu sürece olanaklıdır. Görüldüğü gibi ahlaki davranış bireyin isteyerek, özgürce ve bilinçli bir şekilde gerçekleştirdiği eylemleri kapsamaktadır. Bireyin bu tür bir eylemi yapma yönündeki iradesini ortaya koyması ya da seçimde bulunmasını da ahlaki karar olarak belirleyebiliriz. alıntıdır | |
02Haziran 2015, 09:41 | Mesaj No:5 |
Cevap: Atauzem islam ahlak felsefesi özetleri 1-14 5.ÜNİTE A)iSLAM AHLAKININ TEŞEKKÜLÜ İslam ahlakı Hz. Peygamber (sav)in doğumuyla başlamasına karşın, İslam ahlak anlayışları ya da teorileri ise VII. yy. dan itibaren sistemli hale getirilmeye başlanmıştır. Hz. Peygamberin hayatta olduğu dönemde İslam ahlakının teorik yönünden pek söz edilemez. Daha çok yaşanan ya da önerilen ahlak ilkelerinden oluşan bir İslam ahlakından söz edilebilir. Müslümanlar ahlak adına, edep ve terbiye, ahlaki güzellikleri yaşama, nefsin eğitilip iyilikleri benimsetme, çirkinliklerden uzaklaştırma anlamında eylemlerde bulunurlardı. İnsanlar o ilkeleri sadece uygulama çabası içinde oluyorlardı. Bu ilkeler daha çok fıkıh, hadis ve tasavvuf eserlerinde yer alıyordu. Bu anlayışla yazılan eserlerde genelde “Kitabü’l-Âdap”, “Tezhibü’l- Ahlâk” ve “Mekârimü’l-Ahlâk” adları kullanılırdı. Bu tutum M. VIII. yüzyıla (h. II. asır) kadar devam etmiştir. M. VIII. yüzyıla gelindiğinde, İslam dünyasında çeşitli nedenlerden dolayı, her alamda düşünce, hareketleri yoğunlaşmış ve İslam felsefesi şekillenmeye başlamıştı. İslam filozofları özellikle Pythagoras‟ın “Altın Beyitler”, Platon‟un “Ennevâmîs” . Aristoteles‟in “Nikamakhos’a Etik” adlı eserleriyle ahlak alanındaki görüşlerini İslam dünyasına taşımışlar ve kendi ahlak anlayışlarını temellendirmede kullanmışlardır. Böylelikle M. VIII. yüzyıla kadar sadece yaşam ilkeleri biçiminde varlığını devam ettiren İslam ahlakı, felsefi bir boyut kazanmaya başlamıştır. İslam dünyasında ahlakın müstakil bir ilim olarak ele alınması M. IX. (h.III.)yy dan itibaren başlamıştır. Filozofların yanında kelamcılar, mutasavvıflar ve fakihler de ahlak alanında anlayışları oluşmuştur. Bu farklı ahlak anlayışları üç ana grupta değerlendirebiliriz. A 1- Gelenekçi Ahlak: Bu ahlak anlayışına göre, İslam‟ın ilk devirlerinde olduğu gibi, ahlakın konuları ve problemleri öncelikle Kur‟an ve sünnetle çözülmelidir. Daha çok fakih ve hadisçiler tarafından benimsenen anlayıştır. Gelenekçi ahlakın bazı önemli temsilcileri ve eserleri Şunlardır: Abdullah b. Mübarek (v. 181/707), “Kitâbu’z-Zühd ve’r-Rakâik”; İmam Buhâri (v. 256/870), “el-Edebü’l-Müfred”; İmam Mâverdi (v. 450/1058), “Edebu’d-Dünyâ ve’d-Din”; İbn Hazm (v. 456/1064) “Müdavatü’n-Nüfus”. A 2- Tasavvufî Ahlak: Temelde dini naslara dayanıp, tasavvufi yorum ve yaşayışa ağırlık veren bir anlayıştır. İnsanın en mükemmele, erdeme ulaşabilmesi için, nefsin kötü duygularına ve eğilimlerine egemen olup ahlakı iyileştirmeyi amaçlar. Bu anlayışla her türlü benlikleri aşarak, “yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevmek” ilkesiyle bütün insanlığı kucaklamak esastır. tasavvuf ahlakının bir düşünce sistemi ve dünya görüşü olarak şekillenmesi M. VIII. yy dan sonra olmuştur. Tasavvuf ahlakçıları ve eserlerinden bazı örnekle Şunlardır: Haris el-Muhasibi (v. 243/857) “er-Riaye”; Ebû Talib el-Mekki (v. 386/1006) “Kutu’l kulub”; Gazali (v. 505/1111) “Mizânu’l-Amel”, “İhya-ul-Ulûm”; Hasan-ı Basri; Cüveynî, “eş-Şâmil”. A 3- Felsefi Ahlak: “Hikmet sevgisi" anlamına gelen felsefe, genel olarak olayları akıl ve düşünce yoluyla araştırmayı ve problemlere çözüm yolları bulmayı amaçlayan bir yöntem, disiplindir. felsefe, insanın nasıl davranması gerektiğini, yaşamını nasıl tanzim etmesi gerektiğini ve kendine nasıl bir hayat tarzının yaraştığını belirlemek ister. Çünkü gerçekten üstün ve insanî hayatın neden ibaret olduğunu bilmek de insanın en zarurî ihtiyacı ve bitmeyen arayışıdır. Bu da felsefenin ahlak konusunu teşkil eder. Dolayısıyla ahlak felsefesi; felsefi bakış açısıyla ahlakın temel problemlerini ve idealarını irdeleme, sorgulama, çözümlemeler sonucu oluşan sistemli düşüncelerdir. Bu bağlamda ahlak felsefesi şu üç temel soru üzerinde durur. a- İyi ve Kötü nedir? b- İnsan için iyi hayat nedir? c- İnsan nasıl yaşaması gerekir? islam ahlak felsefecileri ahlakın konularını ele alırken Platon ve Aristoteles‟in ahlak görüş ve yöntemlerini bir ölçüde dikkate almışlardır. İslâm filozofları çoğunlukla, ahlâkta rasyonalisttirler. Ahlâk problemlerine akli çözümler aramışlardır. İslâm filozofları ahlâk anlayışlarını oluştururken Eski Yunan düşüncesinden yaralandıkları gibi, Hint ve İran kaynaklarından da istifade etmişlerdir. İslâm ahlâkçılardan bazı önemli örnek Şahsiyetler ve eserleri Şunlardır: Ebû Bekir er-Râzî(v. 313/925), “et-Tıbbu’r-rûhânî”; Farabi (339/950), “es-Siyasetü’l-medeniyye”, “İhsau’l-ulum”, “et-Tenbih ala sebili’s-saade”; İhvan-ı Safa, “er-Risale”; İbn Sina (v. 428/1037), “İlmu’l-ahlâk”; İbn Miskeveyh (v. 421/1030), “Tehzibu’l-ahlâk”; Nasıruddin et-Tusi, “Ahlâk-ı nasıri (Erdem, Son Devir Osmanlı Düşüncesinde Ahlâk, s. 25-27.) B) Ġslam Ahlakının Kaynakları Bütün ahlak teorilerinin bir amacı vardır. Bu amaç ad genelde en yüksek iyiyi bilmek ve ona ulaşabilmek, mutlu olmak ve mutlu etmektir. 1- Din: Seküler ahlak savunucuları dini dogmatik olduğu gerekçesiyle, ahlak kaynakları arasında kabul etmezler. Dinin ahlaka kaynaklık etmemesinin gerekliliği Hıristiyan dünyasında yaygın olan bir kabuldür. Bunun en önemli gerekçesi de ahlakın sırf ahrete yönelik olup dünyayı ihmal etmiş olmasıdır. İslam ahlakında ise dünya ve ahret bir denge içinde değerlendirilir. İnsanın zihninden, yaşamından din olgusu çıkarıldığında, bu isteklendirici, motive edici güç kaybedilmiş olur ve ahlak ilkelerinin uygulanması zorlaşır. Dolayısıyla ahlakın eyleme dönüştürülmesinde dinin önemli pozitif katkısı vardır. a- Kur’an-ı Kerim: İslam‟ın ana kaynağı Kur‟an-ı Kerim olması nedeniyle İslâm ahlâkının da ana kaynağının Kur‟an olması tabiidir. Bilindiği üzere, Kur‟an-ı Kerim itikat, ibadet ve muamelat konularını ihtiva eder. Kur‟an-ı Kerim‟de “ahlâk” kelimesi doğrudan zikredilmemektedir. Ancak, adet, gelenek, ahlâk anlamında olmak üzere ahlâkın tekili ifadesi olan “hulk” kelimesi iki ayette geçmektedir. Bunun yanında Kur‟an-ı Kerim ahlakî iyiyi hayr, birr, sıdk, ihsan, adl, hakk, takva gibi terimlerle; kötü ahlakı ise şer, ism, münker, seyyie, heva, zülüm çirkinlik gibi terimlerle ifade etmiştir. Gazali, “Cevahiru’lKur’an”; Muhammet Draz, “Kur’an Ahlâkı”; Ali Turgut, “Kur’an-ı Kerim’e Göre Ahlâk Esasları” bu eserler Kur‟an ahlakını müstakil olarak ele alan eserlerden bazılarıdır. b- Hz. Peygamberin sünneti: Özellikle İslam ahlakı için Hz. Peygamber (sav) yaşamıyla, sözleriyle önemli bir örnek ve kaynak olduğu kabul edilen bir gerçektir. Nitekim Hz. Aişe (ra)‟a Hz. Peygamber (sav)in ahlakı konusunda sorulan bir soru üzerine “Onun ahlakı Kur’an ahlakıydı” (Müslim, Müsafirûn, 139) ifadesi, sünnetin İslam ahlakının önemli bir kaynağı olduğunu göstermektedir. 2- icma ve Kıyas: Kıyas ve icma dini konularda olduğu gibi, ahlâki, adet ve geleneklere ait yeni konular hakkında da karar vermede kullanılan bir yöntemdir. Özellikle çağların ve toplumların değişmesiyle yeni problemlerin ortaya çıkması icma ve kıyasa müracaatı zorunlu kılmıştır. İslâm ahlâkı da değişen ve yeni oluşan ahlaki konular hakkında iyi ya da kötü kararını verirken, icma ve kıyas yöntemini kullandığından dolayı, bu iki yöntem İslam ahlakına kaynaklık etmiştir. 3- Akıl: Ahlakçıların benimseyip sunumunu yaptıkları ahlaki kavramların, ilkelerin, kararların muhatap tarafından benimsenmesi için, gerekçelendirilmeye, temellendirilmeye gerek vardır. Bu gerekçelendirme ve meşrulaştırma işlemi, ahlakî öğüt üzerine esaslı bir düşünce veya düşünmeyi gerektirir. slam sorgulanmadan kabul edilen, baskıcı, kolaycı, çevreden görüldüğü gibi kabul edilen taklidi imanı pek muteber görmez. Onun yerine rasyonel temellere dayandırılmış tahkiki imanın gerçekleşmesini önemser. Akıl, iman ve diğer konularda rol oynadığı gibi, ahlaki kuralları rasyonel temellere dayandırma konusunda da kaynaklık yapar. Aklın bu konuda kaynak olarak kullanılmasına, Hz. Peygamber (sav)‟in Muaz İbn-i Cebel (ra)‟i Yemen‟e vali olarak gönderirken aralarında geçen şu diyalog önemli bir örnektir. -“Ya Muaz ne ile hükmedeceksin? -Kur'an ile hükmederim yâ Resûlellah. -Ya Onda bulamaz isen ne ile hükmedeceksin? -Sünnet-i seniyye ile hükmederim. -Onda da bulamazsan? -Artık o zaman kendi görüşüm ile karar veririm ya Resûlellah” dedi. Bu konuyla ilgili, “felsefi ahlak” başlığı altında belirttiğimiz eserlere ilave olarak Şunları da örnek olarak verebiliriz. “Phythagoras‟a mal edilen, “Altın Mısralar”; Platon, “Devlet”; Aristoteles, “Nikomakhos’a Etik”; Aristoteles, “Eudemos’a Etik”; Epiküros, “Mektuplar ve Maksimler”; I. Kant, “Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi”; vbg. 4- Kültür, Örf ve Adet. B) AHLAKININ DEĞER İLİMLERLE OLAN İLİŞKİ Ahlakın kullandığı yöntem ve ilkeler deney ve gözlemlerden çıkarılmadığı için, ahlak ilmi, pozitif bir bilim kabul edilmez. Ahlak insanı ve eylemlerini konu alan bir yaşam bilimi olması nedeniyle, insanın var olduğu tüm alanlarla ilişkilidir. Sosyal bilimler sınıfından olduğu kabul edilen ahlak, bilim olarak da bütün sosyal bilimlerle değişik oranlarda ilişkisi vardır. Ancak bazı bilim dallarıyla çok yakın ilişki içinde olduğu bilim dalları vardır. Bunlar da hukuk, sosyoloji, psikoloji ve pedagoji gibi bilimlerdir. C. 1) Ahlak hukuk ilişkisi: Ahlakın da hukukun da alanı değerler alanıdır, ikisinin de amacı kurallar koyarak, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyip mutluluğu, huzuru sağlamaktır. Dolayısıyla hukuk ile ahlak konuları ve amaçları bakımında birbirine çok yakın, birbirlerini tamamlayıcı niteliktedirler. Hukuk ile ahlak arasında yakın benzerlikleri olmak birlikte, tabii olarak bazı farklılıklardan da söz edilebilir. Bu farklılıklar Şöyle sıralanabilir: 1- Hukuk kendi kurallarına uyulmasını emreder; uyulmaması durumunda maddileştirilmiş müeyyidelerini uygular fakat kendine uyulması durumunda ödüllendirmez. Fakat ahlakın müeyyideleri maddileştirilmiş değildir ve kendi kurallarına uyanları da ödüllendirir. 2- Hukukun müeyyidesi fiziki baskı şeklinde iken, ahlakın müeyyidesi ve mükâfatı hem fiziki hem de ruhidir. 3- Hukuk emrederek kurallarını uygulatmaya çalışırken, ahlak benimseterek uygulatmaya çalışır. 4- Hukuk kanunların uygulanıp uygulanmadığına, eylemlerin kanunlara uygun olup olmadığına bakar, içselleştirilip içselleştirilmediğine bakmaz. Ahlak ise bireylerin eylemlerin şekilselliği ve sonucunun yanında ilkelerin içselleştirilip içselleştirilmediğini, bireyin niyetini de dikkate alır. 5- Hukuk sistemleri genelde uluslara özgü olmalarına rağmen, ahlak sistemlerini bölgesel nitelikler taşıdıkları gibi, evrensel nitelikler de taşırlar. Sonuç olarak ideal bir toplum için hukuk ile ahlak birbirleriyle uyum ve yakın ilişki içinde olmalıdırlar. C. 2) Ahlak Psikoloji ilişkisi: Psikolojinin konusu, ahlakın konusu gibi insandır. İkisi de insanın ruh hallerini ve davranışlarını incelerler. Psikoloji insanın ne olduğunu anlamamıza yardım ederken, ahlak ise insanın nasıl olması gerektiğini belirler. Ahlak görevini yaparken, insanı tanıma noktasında, psikolojiden önemli ölçüde yardım alır. Bunlardan bazıları Şunlardır: a- Psikoloji, ödev, iyi, sorumluluk gibi ahlaki kavramların hangi ruhsal mekanizma ile işlediğini belirterek ahlaka hizmet eder. b- Yine psikoloji ahlaklı yaşamın şartlarını tanımamıza yardımcı olur. c- Ameli ahlakın temel konularından olan kibir, haset, yalan, kötü ihtiraslar gibi çeşitli ruhsal eğilimler ve içgüdüler psikolojinin de konuları arasında olduğundan, ahlak bunlar hakkındaki tespitlerini yaparken psikolojiden yardım alır. Bu denli ortak çalışma alanları olan ahlak ile psikolojinin ayrıldıkları yönler de vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: a- Psikoloji insanda olanı belirler, ahlak ise, olması gerekeni belirler. b- Psikolojinin ilkeleri tasviri iken ahlakın ilkeleri emredicidir. c- Psikoloji insanın bütün davranışlarıyla, hatta rüyalarıyla bile ilgilenirken, ahlak ise sadece iradeli davranışlarla ilgilenir. C. 3) Ahlak Sosyoloji ilişkisi: Sosyoloji bilimi genel anlamda, toplumları sistematik bir şekilde bilimsel ve eleştirel olarak inceler. Konusu ise toplum ve toplumsal yaşamla ilgili insanlar arası ilişkiler, olgu ve olaylardır. Sosyolojinin amacı ise toplumların değer ve olgu alanındaki değişimini, gelişimini inceleyip, davranışları anlamlandırmak ve açıklayarak, toplumların mutlu olmasına katkı sağlamaktır. Sosyolojinin alanı ise insan ve insan topluluklarıdır. Daha önceki konularda anlatıldığı gibi, ahlak fertlerin ve toplumların mutluluğunu ve düzenini sağlayacak ilkeler belirler. Bu yönüyle ahlak ferdi ve sosyal yönü olan bir bilimdi Sosyoloji pozitif bir bilim olması bakımından tasviri bir bilimdir. Yani sosyal olayları, ilişkileri ve olguları açıklar. Bir anlamda toplumda var olanları inceler. Ahlak ise toplumda olması, yapılması gerekenleri inceler, belirler ve uygulamaya koymanın yollarını da geliştirir. Bu yönleriyle de ahlak sosyoloji birbirinden ayrışırlar. Ahlak bu bilimlerin dışında tasavvuf, metafizik, çevre, eğitim bilimleri gibi alanlarla da ilişkilidir. alıntıdır | |
02Haziran 2015, 09:55 | Mesaj No:6 |
Cevap: Atauzem islam ahlak felsefesi özetleri 1-14 6.ÜNİTE AHLAK DİN İLİŞKİSİ GİRİŞ: Değişik ahlak felsefe akımlarda, dinin ahlak alanından uzak durmasının gerektiği düşüncesini görmemiz mümkündür. Bu düşüncenin ilk kez fikir bazında, Stoacılık‟ta ortaya çıktığı kabul edilebilir. Onlara göre Logos; (sözcüğü Yunanca‟da us ile kavrama anlamındadır. Duyguları kavrama anlamındaki pathos sözcüğü karşılığında kullanır.) evrensel mantık, evrendeki rasyonel düzenin ve rasyonel bir biçimde düzenlenmiş faaliyetin yaratıcısı olan kozmik akıl ilkesi, insanlığın özünde mevcuttur. A) SEKÜLER AHLAK Sekülerlik: Sekülarizm ya da sekülerlik, İngilizce olan “secular” kelimesinden gelmektedir. Türkçede “laik yaşama ait, dinden bağımsız olan, nesil, zaman dilimi” anlamına gelen bu terim, zamanla Hıristiyan dünyasında, dinî öğeleri hukukî ve siyasî anlamda belirleyici olmaktan çıkaran bir anlayışla, “dünyaya ait olan” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Seküler kelimesi, dünyevi olanı belirtir ve dünyanın nesnel halinin göz önünde tutulması demektir. Ahlakî anlamda ise sekülarizm, değer ilkelerinin her hangi bir dogmatik inancı dikkate almadan, nedensellik ve deneysellik ilkeleri üzerine kurulmasını, somut ve bilimsel temellere dayanmasını ifade eder. Dolayısıyla sekülarizm ahlakı inançtan kaynaklanan bütün düşüncelerin dışlanmasını esas alır. Bu terimi değerlendirirken, bu anlamda sekülarizmin ilk kez, özellikle kilise dininden rahatsız olan Hıristiyan George Jacob Holyoake (1817 - 1906) tarafından geliştirildiği ve sekülarizim kapsamında ifade edilen “din”in daha çok Hıristiyanlık olduğu göz ardı edilmemelidir. Konumuz bağlamında bu terim seküler, sekülerleşme ya da dünyevileşme; tam anlamı karşılamasa da “laikleşme” kelimesiyle de ifade edilir. Dolayısıyla genel olarak sekülerleşme toplumsal hayatın tüm branşlarının; siyasetin, kültürün, bilimin dine dayanan değerlerden arındırılması ve bağımsızlaştırılması olarak kabul edilir. Yani “sekülerleşme” dinin kamusal alan üzerindeki kurumsal otoritesinin daralması anlamına da gelir. Nitekim laiklik her şeyden önce siyasi ağırlıklı bir terimdir; din ile devletin birbirinden ayrılmasına işaret eder ve laik sistemlerde bu iki kurum birbirlerinin alanına müdahale etmez. “laik ahlak” belki bir “siyasi ahlak” biçimi olarak kabul edilebilir. Bu da siyaset yaparken dini ilkeleri, duyguları ve simgeleri malzeme yapmamaya özen göstermektir. Dolayısıyla konumuz bakımından “laik ahlak” terimini doğru bulmuyoruz, onun yerine “dünyevi” ya da “seküler” ahlak denmesi daha doğru olacaktır. Seküler Ahlak: Sekülarizm, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, dinsel olan veya dinsellik atfedilen bütün değer ve ilkeleri bireysel ve toplumsal yaşamın dışına iten, sadece bu dünyayı yaşanabilir kabul ederek, ahretle ilişkiyi koparma temeline dayalı insan merkezci düşünme ve yaşama biçimini ifade eder. Bunun sonucunda da toplumun dinden uzaklaşması, inanç ve dini eylemlerin yerine sadece dünyevi hedeflere yönelmesi, dinin işlevlerinin seküler toplumsal işlevlere dönüşmesi ve kutsalın yerini dünyevileşmenin almasıdır. Dolayısıyla sekülerleşme dinin toplumdaki otoritesini yitirme sürecidir. Böylece seküler ahlak insanı, her şeyi nitelikli ulvi alanından, nicelikli fiziki derecesine indirildiği yeni bir düzlemde, psikolojik dürtülerle dolu bir varlık, ya da sadece fiziksel ve ekonomik gereksinimlerden ibaret bir nesneye dönüştürmeyi amaçlar. Bu durumda Cemil Meriç‟in de ifade ettiği gibi, “Eşyalaşmanın hâkim olduğu seküler dünya, katı, insan dışı değerleri ve kişileri yok eden bir dünya” (Meriç, 1973: 13) haline gelmektedir. Bu durumda ki insan, inandığı gibi yaşamayı terk edip, yaşadığı gibi inanmaya başlar. işte bu nokta da seküler ahlakın en temel ilkesi olan dünyevileşme sürecinin gerçekleştiği noktadır. Sekülarizmin Dine Olumsuz YaklaĢımının Gerekçeleri: Dinin ahlak alanına girmemesinin gerektiğini ve doğallık, deney ve tecrübelerden hareketle evrensel ahlak sistemleri oluşturulabileceğini benimseyen seküler ahlakçıların, dine olumsuz yaklaşmalarının nedenlerinden belli başlılarını Şöyle sıralayabiliriz. 1- Ahlak alanında dünyevileşme ya da seküler ahlak, siyasî ve felsefî olarak temellendirilmeye çalışılmıştır. 2- Buna bağlı olarak da dünyevileşmeyi benimseyenler, kişilerin ahlaka ve dini konulara ilişkin inanç ve araştırmalarında, en az bilimsel araştırmalarda oldukları kadar, hiçbir şeyin etkisinde kalmadan, özgür olmaları gerektiğini savunurlar. Özellikle “din”in bu özgürlüğü engelleyeceği gerekçesiyle de dinden uzak durulmasına vurgu yapılır. 3- Dinler dogma olduklarından dolayı eleştiriye kapalıdırlar. Bu kapalılık ahlak alanında tartışmayı, sorgulamayı engeller. 4- Bir ahlak ilkesi Tanrı buyurduğu için mi iyidir, yoksa iyi olduğu için mi onu Tanrı emretmiştir? 5- Tanrı‟nın isteklerini doğru olarak nasıl bileceğiz de onları ahlak esası yapacağız? 6- Tanrı‟ya atfen belki de binlerce farlı din ve ahlak yorumu vardır. Bunların hangisini esas almalıyız? 7- Hıristiyanlık İncil‟de bu sorulara cevap verdiğini ileri sürse de ancak İncil‟deki bu ilkelerin arasında da ciddi tezatlar görmekteyiz. 8- Dünyayı hiç dikkate almadan, tüm yönelişleri ve düzenlemeleri tamamen öte dünyaya yönelik olarak yapılmasıdır. Seküler Ahlakçıların Bu EleĢtirilerinin Değerlendirilmesi: Bu eleştiriler, ya dinin ahlak kaynakları arasında kabul edilemeyeceğini savunanları, ya da bir dine, Allah‟a inanmayanları esas alarak bu görüşler ileri sürülmüş olmalıdır. Nitekim Allah‟ı kabul edenler için bunlar problem teşkil etmezler. Bu sorunlar inanmayan için geçerli olabilir. Örneğin, kabullenme noktasında, Tanrı‟ya inanan için O‟nun buyurduğu, her durumda iyidir. İster Tanrı emrettiği için iyi olsun, ister iyi olduğu için Tanrı emretmiş olsun. Tanrı‟nın her durumda insanlığın iyiliği için buyurduğuna inanılmakla bu problem çözülmüş olur. Ahlak İçin Dinin Gerekliliği: “Tanrı öldüğünden beri her şeye izin verildi.” Sözü Nietzche‟ye atfedilir. Kant‟a göre de ahlakın temel prensibi olan ilke ahlakına aykırı düşer. Ahlaki bir görevi sırf görev bilinciyle yerine getirmek olduğunu benimseyen “İlke ahlakı” herhangi bir beklentiyi doğru bulmaz. | |
02Haziran 2015, 09:56 | Mesaj No:7 |
Cevap: Atauzem islam ahlak felsefesi özetleri 1-14 6.ÜNİTE AHLAK DİN İLİŞKİSİ GİRİŞ: Değişik ahlak felsefe akımlarda, dinin ahlak alanından uzak durmasının gerektiği düşüncesini görmemiz mümkündür. Bu düşüncenin ilk kez fikir bazında, Stoacılık‟ta ortaya çıktığı kabul edilebilir. Onlara göre Logos; (sözcüğü Yunanca‟da us ile kavrama anlamındadır. Duyguları kavrama anlamındaki pathos sözcüğü karşılığında kullanır.) evrensel mantık, evrendeki rasyonel düzenin ve rasyonel bir biçimde düzenlenmiş faaliyetin yaratıcısı olan kozmik akıl ilkesi, insanlığın özünde mevcuttur. A) SEKÜLER AHLAK Sekülerlik: Sekülarizm ya da sekülerlik, İngilizce olan “secular” kelimesinden gelmektedir. Türkçede “laik yaşama ait, dinden bağımsız olan, nesil, zaman dilimi” anlamına gelen bu terim, zamanla Hıristiyan dünyasında, dinî öğeleri hukukî ve siyasî anlamda belirleyici olmaktan çıkaran bir anlayışla, “dünyaya ait olan” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Seküler kelimesi, dünyevi olanı belirtir ve dünyanın nesnel halinin göz önünde tutulması demektir. Ahlakî anlamda ise sekülarizm, değer ilkelerinin her hangi bir dogmatik inancı dikkate almadan, nedensellik ve deneysellik ilkeleri üzerine kurulmasını, somut ve bilimsel temellere dayanmasını ifade eder. Dolayısıyla sekülarizm ahlakı inançtan kaynaklanan bütün düşüncelerin dışlanmasını esas alır. Bu terimi değerlendirirken, bu anlamda sekülarizmin ilk kez, özellikle kilise dininden rahatsız olan Hıristiyan George Jacob Holyoake (1817 - 1906) tarafından geliştirildiği ve sekülarizim kapsamında ifade edilen “din”in daha çok Hıristiyanlık olduğu göz ardı edilmemelidir. Konumuz bağlamında bu terim seküler, sekülerleşme ya da dünyevileşme; tam anlamı karşılamasa da “laikleşme” kelimesiyle de ifade edilir. Dolayısıyla genel olarak sekülerleşme toplumsal hayatın tüm branşlarının; siyasetin, kültürün, bilimin dine dayanan değerlerden arındırılması ve bağımsızlaştırılması olarak kabul edilir. Yani “sekülerleşme” dinin kamusal alan üzerindeki kurumsal otoritesinin daralması anlamına da gelir. Nitekim laiklik her şeyden önce siyasi ağırlıklı bir terimdir; din ile devletin birbirinden ayrılmasına işaret eder ve laik sistemlerde bu iki kurum birbirlerinin alanına müdahale etmez. “laik ahlak” belki bir “siyasi ahlak” biçimi olarak kabul edilebilir. Bu da siyaset yaparken dini ilkeleri, duyguları ve simgeleri malzeme yapmamaya özen göstermektir. Dolayısıyla konumuz bakımından “laik ahlak” terimini doğru bulmuyoruz, onun yerine “dünyevi” ya da “seküler” ahlak denmesi daha doğru olacaktır. Seküler Ahlak: Sekülarizm, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, dinsel olan veya dinsellik atfedilen bütün değer ve ilkeleri bireysel ve toplumsal yaşamın dışına iten, sadece bu dünyayı yaşanabilir kabul ederek, ahretle ilişkiyi koparma temeline dayalı insan merkezci düşünme ve yaşama biçimini ifade eder. Bunun sonucunda da toplumun dinden uzaklaşması, inanç ve dini eylemlerin yerine sadece dünyevi hedeflere yönelmesi, dinin işlevlerinin seküler toplumsal işlevlere dönüşmesi ve kutsalın yerini dünyevileşmenin almasıdır. Dolayısıyla sekülerleşme dinin toplumdaki otoritesini yitirme sürecidir. Böylece seküler ahlak insanı, her şeyi nitelikli ulvi alanından, nicelikli fiziki derecesine indirildiği yeni bir düzlemde, psikolojik dürtülerle dolu bir varlık, ya da sadece fiziksel ve ekonomik gereksinimlerden ibaret bir nesneye dönüştürmeyi amaçlar. Bu durumda Cemil Meriç‟in de ifade ettiği gibi, “Eşyalaşmanın hâkim olduğu seküler dünya, katı, insan dışı değerleri ve kişileri yok eden bir dünya” (Meriç, 1973: 13) haline gelmektedir. Bu durumda ki insan, inandığı gibi yaşamayı terk edip, yaşadığı gibi inanmaya başlar. işte bu nokta da seküler ahlakın en temel ilkesi olan dünyevileşme sürecinin gerçekleştiği noktadır. Sekülarizmin Dine Olumsuz YaklaĢımının Gerekçeleri: Dinin ahlak alanına girmemesinin gerektiğini ve doğallık, deney ve tecrübelerden hareketle evrensel ahlak sistemleri oluşturulabileceğini benimseyen seküler ahlakçıların, dine olumsuz yaklaşmalarının nedenlerinden belli başlılarını Şöyle sıralayabiliriz. 1- Ahlak alanında dünyevileşme ya da seküler ahlak, siyasî ve felsefî olarak temellendirilmeye çalışılmıştır. 2- Buna bağlı olarak da dünyevileşmeyi benimseyenler, kişilerin ahlaka ve dini konulara ilişkin inanç ve araştırmalarında, en az bilimsel araştırmalarda oldukları kadar, hiçbir şeyin etkisinde kalmadan, özgür olmaları gerektiğini savunurlar. Özellikle “din”in bu özgürlüğü engelleyeceği gerekçesiyle de dinden uzak durulmasına vurgu yapılır. 3- Dinler dogma olduklarından dolayı eleştiriye kapalıdırlar. Bu kapalılık ahlak alanında tartışmayı, sorgulamayı engeller. 4- Bir ahlak ilkesi Tanrı buyurduğu için mi iyidir, yoksa iyi olduğu için mi onu Tanrı emretmiştir? 5- Tanrı‟nın isteklerini doğru olarak nasıl bileceğiz de onları ahlak esası yapacağız? 6- Tanrı‟ya atfen belki de binlerce farlı din ve ahlak yorumu vardır. Bunların hangisini esas almalıyız? 7- Hıristiyanlık İncil‟de bu sorulara cevap verdiğini ileri sürse de ancak İncil‟deki bu ilkelerin arasında da ciddi tezatlar görmekteyiz. 8- Dünyayı hiç dikkate almadan, tüm yönelişleri ve düzenlemeleri tamamen öte dünyaya yönelik olarak yapılmasıdır. Seküler Ahlakçıların Bu EleĢtirilerinin Değerlendirilmesi: Bu eleştiriler, ya dinin ahlak kaynakları arasında kabul edilemeyeceğini savunanları, ya da bir dine, Allah‟a inanmayanları esas alarak bu görüşler ileri sürülmüş olmalıdır. Nitekim Allah‟ı kabul edenler için bunlar problem teşkil etmezler. Bu sorunlar inanmayan için geçerli olabilir. Örneğin, kabullenme noktasında, Tanrı‟ya inanan için O‟nun buyurduğu, her durumda iyidir. İster Tanrı emrettiği için iyi olsun, ister iyi olduğu için Tanrı emretmiş olsun. Tanrı‟nın her durumda insanlığın iyiliği için buyurduğuna inanılmakla bu problem çözülmüş olur. Ahlak İçin Dinin Gerekliliği: “Tanrı öldüğünden beri her şeye izin verildi.” Sözü Nietzche‟ye atfedilir. Kant‟a göre de ahlakın temel prensibi olan ilke ahlakına aykırı düşer. Ahlaki bir görevi sırf görev bilinciyle yerine getirmek olduğunu benimseyen “İlke ahlakı” herhangi bir beklentiyi doğru bulmaz. ALINTIDIR | |
02Haziran 2015, 10:02 | Mesaj No:8 |
Cevap: Atauzem islam ahlak felsefesi özetleri 1-14 7.ÜNİTE AHLÂKÎ YAPTIRIMLAR Ahlâkın Yaptırım Nedir? : Ahlâkî eylemlerde yaptırıcılık, ahlâkî öznenin kendisini eylemleri yapmağa mecbur edici bir gücünün olması demektir. Ahlâkî Yaptırım Çeşitleri : İnsan yaşamı göz önüne alındığında, onun hayatını özellikle de eylemlerini şekillendiren birçok yaptırıcı güçten bahsedilebilir. Örneğin tabii yaptırıcılık, dini yaptırıcılık, hukuki yaptırıcılık, fikri yaptırıcılık ve ahlâkî yaptırıcılık terimleri ifade edilebilir. Bunlar içerisinde ahlâkî yaptırıcılık diğerlerinden farklı olarak daha ziyade ahlâkî öznenin eylemlerine yönelik olması bakımından dikkatimizi çekmektedir. Kişinin yapacağı eylemin övgü ve takdir ile karşılanacak olması ya da kötülenip ayıplanacak olması ahlâkî yaptırımın dışa dönük yönünü oluştururken, yapılan eylemle hissedilen manevi tatmin boyutu ya da vicdan azabı onun içsel yönünü oluşturmaktadır. Ahlâkî yaptırımlar, ahlâkî özne ve onun toplumsal, kültürel, dini hayatı ile ilişkili olarak çeşitli sınıflara ayrılmıştır. Biz bunları sosyal, dini ve vicdanî yaptırım olarak üç sınıfa ayırıp, incelemeye çalışacağız. Sosyal Yaptırımlar : Yukarıda ifade edilen yaptırımlar içinde yer alan ve insanlar üzerinde caydırıcı etkisi olan, onları kötü eylemlerden alıkoyan yaptırımlardan birisi de sosyal yaptırımlardır. Bir takım eylemlerin hem hukuki yani cezai hem de ahlâkî yaptırımlarının olması, sosyal hayatın korunması, düzenin sağlanması ve huzurun devamı için gerekli görülmüştür. Vicdanî Yaptırımlar : Vicdanî yaptırımlar ahlâkî yaptırımların içsel boyutunu oluşturur ve kişinin eylemler karşısındaki manevi tatmini ya da vicdanî rahatsızlığıyla kendini gösterir. Ancak vicdanî yaptırım sırf kişiye bağlı, içsel ve tamamen özgür bir yaptırım çeşidi olduğundan yaptırıcılığı zayıftır. Dinî Yaptırımlar : Dini yaptırım dindar bireyin ilahi ya da mistik mükafat veya ceza korkusudur. Bu bağlamda dindar bireyi, iyilik yapmaya sevk eden cennet ümidi veya onu kötülüklerden alıkoyan cehennem korkusu, Allah‟ın lütuf ve sevgisini kazanma ya da kaybetme endişesi dini yaptırımın temel mantığını oluşturur. İslam ahlâkçıları da ahlâkın en etkin yaptırıcı gücü olarak dini yaptırımları önemsemişlerdir. Şu halde dini yaptırımın ahlâkî yaşama en önemli katkısı, ahiret inancıyla bütünleşen mükafat ve ceza gününe olan inançta yatmaktadır. Ahlâkın en önemli teminatı ise, insanın bir başka âlemde yaptıklarının hesabını verecek olmasıdır. Yaptırımların Değerlendirilmesi : Vicdanî yaptırımın öznelliği dolayısıyla bağlayıcılığının az olabileceği, sosyal yaptırımın her zaman adalet ilkesine uygun olamayacağı için yaptırım zaafının bulunduğu ileri sürülmüş, dini yaptırımın ise dindar bireyleri bağlayıcılığının bir zaaf olduğu üzerinde durulmuştur. Ancak yine de her şeye gücü yeten bir Allah inancına sahip tek tanrılı dinler için geçerli olan dini yaptırımın ahlaki yaptırımlar içerisinde en etkin yaptırım olarak ifade edildiği unutulmamalıdır. Ahlâkî yaptırımın gücü ile ilgili tartışmalar da yapılmış ve ahlâkî yaptırım daha ziyade hukuki yaptırım ile mukayese edilmişidir. Bu bağlamda bazı araştırmacılar hukuki yaptırımlara göre ahlâkî yaptırımın oldukça tesirsiz olduğu görüşünün ileri sürmüşlerdir. Onlara göre, kanun cezalandırır; toplum ise sadece kınar. Vicdanın yaptırıcı gücü sadece içe ait olduğu için ahlâkın yaptırımı zayıftır. Bu nedenle hukukun yaptırıcılığı ahlâkın yaptırıcılığından üstündür. Ahlâkta Özgürlük –Yaptırım ilişkisi 1- Cebriye: Bu mezhebe göre, insanın, hakikatte ne kudreti, ne de irade ve ihtiyarı vardır. Fiillerimizin hepsi görünüşte bizim, fakat hakikatte Allah‟ındır. İnsanın hareketleri tıpkı cansızların hareketleri gibidir. Cebriyenin insanın irade ve seçme hürriyetini reddeden görüşü, bizi kaçınılmaz olarak şu iki sonuca götürür: a- Ya insanların bütün sorumlulukları ile birlikte ahlâki sorumluluklarını da kabul etmeyeceğiz ki, bu anarşizmden başka bir şey değildir. b- Ya da –Cebriye, insanların davranışlarından sorumlu olduklarını kabul ettiğine göre- Allah‟ın adalet sıfatını kabul etmeyeceğiz. Ancak Cebriye, bu iki sonucu da reddederek, insanın irade ve seçme hürriyetinin bulunmamasına rağmen, hem sorumlu olduğunu, hem de onları sorumlu tutmanın bir adaletsizlik sayılmayacağını savunmuştur. Fakat bu iddia bir çıkmazdır. 2- Mutezile: Buna göre insanlar kendi eylemlerini meydana getirici, yapıcı ve yaratıcıdırlar. Çünkü insan irade sahibi hür bir varlıktır. Allah sadece insanın irade ettiğini emreder. Mutezile, Cebriye‟nin irade hürriyetini inkar ederek, insanı adeta robot bir varlık şeklinde gören fikrine karşı çıkarken, haklı gibi gözükmesine rağmen, başka bir aşırılığa düşmüştür. Dolayısıyla Mutezilenin görüşü de çeşitli açılardan eleştirilebilir: a- Eğer insan, mutlak bir irade hürriyetine sahip ise, o zaman Allah‟ın iradesinin sınırlı olduğunu kabul etmek gerekmez mi? b- İnsanın sınırsız bir irade hürriyetine sahip olduğu görüşü, ilmi gerçeklerle de bağdaşmamaktadır. 1- Ehl-i Sünnet: Birbirine zıt gibi görünen delilleri telif ederek hem Allah‟ın kaza ve kaderi ile külli iradesini, hem de insanın cüzi iradesini ispat etmişlerdir. Böylece onlar, akli ve nakli delillere tek yanlı bakmak yerine, problemi her iki cephesi ile ele almışlar ve „insan ne serbest bırakılmış, ne de bağlanmıştır‟ prensibini kabul etmişlerdir. İnsanın hareketlerini ihtiyari olanlar ve zorunlu olanlar olmak üzere iki kısma ayırmaktadırlar. Karşı konulamayan ve aksine davranma imkanı olmayan hareketler, refleksler gibi, zorunludur. Herhangi bir zorlama olmaksızın yapılan hareketler de ihtiyaridir. Ehl-i Sünnet içerisinde iki büyük imamın görüşleri önem arz etmektedir. Eş’ari, insanda bir irade kudretinin olduğunu, bunun kesbe (kazanmaya) muktedir olduğunu belirtmektedir. Cebirden kurtulmak ve insanın sorumluluğunu temellendirmek için kesp kavramını kullanmıştır. Ona göre, kesb (kazanma), kulun kudretinin takdir olunana yanaşmasıdır. Maturidi‟ye göre ise, insan fiillerinden irade hürriyetine sahip olmakla birlikte fiillerinin yaratıcısı değildir. Fiillerin yaratıcısı Allah‟tır, insan sadece kesb eder. Maturidi‟nin kesb anlayışı Eş‟ari‟den ayrılır. Gazali, Cebriye, Mutezile ve Ehl-i Sünnet‟ten oluşan bu üç guruptan her birini el yordamı ile fili tanımaya ve tanıtmaya çalışan üç köre benzetiyor. Böylece Gazali, Kant‟tan çok önce, hürriyet probleminin nazari aklın bilgi alanını aştığını ortaya koymuştur. Yukarıdaki bilgiler göz önünde bulundurularak kısaca ifade edecek olursak, ahlâkî özgürlük, ahlâkî bir öznenin kendi koyduğu kurallara göre, kendi iradesiyle bu kurallara uyarak eylemlerde bulunmasıdır alıntıdır | |
02Haziran 2015, 10:15 | Mesaj No:9 |
Cevap: Atauzem islam ahlak felsefesi özetleri 1-14 8.ÜNİTE AHLAK FELSEFESİ EKOLLERİ Ahlak Felsefesi Ekollerine Giriş: Ahlak alanında elimizde hangi eylemin ahlaka ait olduğunu ölçecek bir ölçek bulunmamaktadır. Bütün ahlaki anlayışlar en yüksek idealler noktasında, kendilerinin mutlak anlayış olduğu iddiasındadırlar. Ahlaken ulaşılmak istenen en yüksek gayeye kendileriyle ulaşılabileceğini ileri sürerler. Bedia Akarsu‟nun da ifade ettiği gibi, “benim ilkelerim mutlak bir doğruluğu dile getirmiyor, ister uyun onlara, ister uymayın.” (Akarsu, Bedia, 1970. s. 10) diyen bir ahlak anlayışı yeryüzünde görülmüş değildir. Mutlulukçu Ahlak Anlayışları Ahlak filozofları ahlak anlayışlarını daha ziyade bu anlayışların, ahlaki eyleme biçtiği amaca göre tasnif etmişlerdir. “Mutluluk ahlakı” da bu şekilde bir sınıflamaya göre verilen bir isimdir. İnsanın eylemleriyle ulaşılabileceği son hedefi mutluluk olarak belirleyen ahlak anlayışlarının tümü, mutluluk ahlakı (Eudaimonisme) olarak kabul edilmiştir. Bu dönem içinde Demokritos‟la başlatabileceğimiz bu mutlulukçu ahlak anlayışlarını Sofistlere, onlardan Sokrates‟e ve Sokratik okullara kadar genelleştirebiliriz. Domokritos ahlak felsefesini konu edinen ilk düşünür olarak ele alınabilir. Onunla başlayan bu anlayışta “bütün insanlar mutluluğu arzu eder”ler ilkesi öne çıkarılmıştır. Mutlulukçu ahlak anlayışının en önemli düşünürlerinden Sokrates de ise, “iyi olmak bilgili olmaktır.” Çünkü bilgili olmak ruha fazilet ve mutluluk sağlar. Bu dönemin bir diğer ünlü filozofu Platon ise, iyiyi, bilgi, haz, ölçülülük, güzellik ve doğruluğun bir bileşeni olarak ele almıştır. Platon‟un öğrencisi ve Antik Yunan düşüncesinin büyük bilgesi Aristoteles‟e göre ise, “iyi” her şeyin yöneldiği gayedir. Kynikler Okulu’na mensup düşünürler de hayatın amacını mutluluk da görürler. Bu okulun kurucusu Antistenes için en büyük yaşama gayesi fazilettir. Mutlulukçu ahlak felsefesini tercih eden İlkçağ felsefe ekollerinden biri de Kyrene Okulu‟dur. Epicuros‟un da dahil olduğu bu düşünürlere göre, en iyi ve ahlaki olan şey “haz”dır. Okulun kurucusu Aristippos‟a göre, “iyi” olan “haz”dır. Bu düşünceleriyle bu kişi “hedonizm”in de kurucusu olarak kabul edilmiştir. En mutlu kişi en çok haz elde eden kişidir. Zaten hayatın gayesi de en yüksek hazza ulaşabilmektir. Stoa felsefesinde de ahlakla hedeflenen mutluluktur. Ancak Stoalılar bunu hedonist (hazcı) bir yaklaşıma bağlamazlar. Onlara göre “iyi” ve “fazilet” tabiata ve akla uygunluktur. Yahut en yüksek iyi ve en yüksek gaye olan mutluluk “tabiata uygun yaşamdır. Bu okul düşünürleri, yalnız faziletin iyi olduğunu öne sürer ve mutluluğu da fazilette görürler. Fazilet ise tabiatla uyum içinde yaşamdır. Faydacılık Ahlakı ve Ütilitarizm Çeşitli açılardan ahlaki eylemle gayeyi “fayda/yarar” ile ilintilendiren bu yaklaşımları faydacı ahlak anlayışları olarak değerlendireceğiz. Faydacılara göre, “toplum yararına” olan şey ölçü olarak alınmakta, iyi ve kötünün değerlerini, içeriklerini ortaya koymaktadır. Buna göre egoizmin topluma faydalı olan şekline iyi, zararlı olan şekline de kötü denmiştir. Faydacılığın daha ileri seviyede temsil edildiği anlayış ise Ütilitarizm‟dir. Bu anlayışın temsilcileri olarak Jeramia Bentham ve John Stuart Mill‟i örnek verebiliriz. Bunlara göre bütün canlılar hazza yönelirler. Bir eylemde toplam haz toplam acı ve zarardan fazlaysa bu davranış iyi ve hayırlıdır. “Mutlu bir ahmak olmaktansa talihsiz bir Sokrates olmak bin kere daha iyidir” diyen Mill‟e göre, fazileti fazilet olduğu için sevmeli yoksa şahsi menfaat ve fayda sağladığı için değil. Faydacılık, bütün genelleştirme ve sosyalleştirmelere rağmen, yine de ferdiyetçi unsurlardan bir türlü kurtulamamıştır. Çünkü ahlaki değerler, neticede ferdin hoşlanmasına bağlıdır. Bunun sonucu olarak da objektif bir idealizm olan “Pragmatizm” doğmuştur. Bu faydacı anlayışın temsilcisi olan William James, pratik faydanın dışında din, inanç, Tanrı, ahlak gibi hiçbir değer kabul etmemiştir. Kısacası “faydacılık”, modern çağın en uzun soluklu geleneğini meydana getiren etik görüş olarak, İngiltere‟de Hobbes‟un etik egoizmi ile başlayan yönelimin, 18. yüzyılın ahlak duyusu öğretisi ve aydınlanma etiğinin dolayımından geçerek 19. yüzyıldaki doruk noktasını temsil etmiş ve özellikle Anglo-Sakson dünyada fazlasıyla etkili olmuştur. Faydacı ahlaki anlayışta, ahlaki eylemin değerini belirleyen şeyin, bu eylemin ödeve, ahlaki ilke ya da yasaya uygunluğu olmadığını ifade etmeliyiz. Burada önemli olan ahlaki eylemin sonucudur. Eylemin değeri ürettiği sonuçla, meydana getirdiği yararla ölçülmelidir. Bu öğretiye göre, insan ya da ahlaki özne iyi sonuçlar ortaya çıkaracak, eylemden etkilenecek herkesin yararına olacak şekilde eylemlerde bulunmalıdırlar. Ödev Ahlakı Ahlak felsefesi tarihinin en önemli öğretilerinden biri kuşkusuz ünlü Alman düşünürü Immanuel Kant‟ın ödev/vazife etiğidir. Kant bütün mutlulukçu ahlak anlayışlarına karşıdır. O, yeni bir ahlak kurmak istemektedir. O bu yeni ahlakın öznesi olan insanı otonom bir varlık olarak kabul etmektedir. Bu insanın kendi yasasını kendisinin koyması ve kendi koyduğu yasalara itaat etmesi de onun tam olarak özgür olduğunu gösterir. Buradan Kant‟ın ulaştığı netice şudur: Ahlak yasasının kaynağı bizzat insanın kendisidir. Ahlaki değerlerin kaynağı ise insan aklıdır. Bu akıl da ahlaki olarak kendisini vicdanda gerçekleştirir. Kant insanın insan yapan esas özelliğin akıl olduğuna inanır. Buna dayanarak “her düşünen insanın iradesini bir genel yasa koyan irade olarak kabul et” ilkesini koyarak ahlaki iradeyi her türlü sınırlamadan uzak tutarak özgürleştirmiştir. Kant bu bağlamda özgürlüğü de geleneksel özgürlük anlayışının tersine çevirmiş, “özgür olduğumuz için sorumlu olmamız” değil de “sorumlu olduğumuz için özgür olmamız” gerektiğini ileri sürmüştür. Görüldüğü gibi ona göre sorumluluk özgürlüğe değil, özgürlük sorumluluğa dayanmaktadır. Kant ahlaklılığı açıklarken de geleneksel anlayıştan farklı bir yaklaşım sergiler. Ona göre, ahlaklılığın özü ahlaki eylemin sonucuna değil, onun hazırlanışına yani niyetle ilgilidir. Ona göre mutlak olarak iyi denebilecek tek şey vardır. O da niyettir. Kant ahlaki anlayışını herkesi ilgilendiren bir yasa, bir ilke ile ifade etmiştir. O da şudur: “Öyle hareket et ki, senin hareketinin kanunu, aynı zamanda, diğer insanların hareketleri için bir prensip ve kanun olsun” O bu ilkenin bütün davranışlarımız için bir ölçü olabileceğini düşünmüştür. Kısacası Kant‟a göre, ödev kavramı mutlaktır. Bu sonuca ve yarara bağlı bir ödev değildir. Çünkü Kant haz ve duyguları ahlakdışı sayar. Aşka, sevgiye, hazza, gönül hoşluğuna hiç yer vermez. Onun nazarında her şey aklın eseridir. Bir işte neşe, zevk duyulmaya başlanırsa ahlaksızlık tehlikesi kendini gösteriyor demektir. Bu nedenle Kant tabiata kapılarını kapatmıştır. Ona göre tek hayır yolu vardır o da aklın kendidir. Buradan da anlaşılacağı üzere Kant‟ın etik görüşü tümüyle rasyonalist bir etik görüştür. Yine ahlaklılığın temelindeki ahlak yasası bireylerden bağımsız nesnel bir yasa olduğu, evrensel bir geçerliliğe sahip olduğu için, onun etik anlayışı, nesnelci, mutlak ve evrenselci bir etik anlayış olarak da tanımlanabilir. Varoluşçu Ahlak Bu felsefi anlayışta, ben (benlik) varlık ile özdeştir. Buna göre insan, kendi özünü kendisi yaratır; kendi özünü yaratan tek varlık insandır. İnsanı insan yapan da kendisidir. Bu anlamda insanı insan yapan üç temel nitelik de belirsizlik, özgürlük ve tasadır ki, bunların toplamı da huzursuzluğu meydana getirir. Öyleyse ne kadar insansak o kadar huzursuz ve mutsuzuzdur. İnsan için kendi varlığından başka bir otorite tanımayan bu anlayışa göre, insan özgürdür, özgür olmak zorundadır; çünkü kendi kendini yaratmış ve yaratmaya da devam etmektedir. İnsana kendisinden başka yol gösterecek kimse yoktur. O tek başına ve terk edilmişlik içindedir. Bu durumda bu düşünceye göre, ahlaki eylem açısından insanın kendi değerlerini kendisinin yarattığı sonucu da ortaya çıkmaktadır. Tam bir dürüstlük onlar için söz konusu değildir. Bu nedenle genel bir ahlak mümkün değildir. Çünkü insana bu dünyada yol gösterecek bir işaret yoktur. Hiçbir genel ahlak bize yapacağımız bir şey söyleyemez; yapacağımız şeye ancak biz karar veririz. Bu anlayışın en önemli temsilcisi J. P. Sartre‟a göre, insan, kendi başına ne iyidir; ne de kötüdür. Ona kötülüğü başkası getirmiştir. Bu anlayışın savunucularına göre tek bir suç vardır. O da pişmanlıktır. Yaptığından pişmanlık duyan kimse, kendi özüne ihanet ediyor demektir. Onun için de insanları suçtan değil, pişmanlıktan kurtarmak gerekir. Çünkü en kirli, en pis şey pişmanlıktır. Bu ahlak anlayışında aklın yeri yoktur. Çünkü varoluş daima düşünceden önce gelir. Düşünce sadece varoluşa katılır. Ahlaksızlık Ahlakı (immoralisme) Ahlaksızlık ahlakı, ahlakçılığın karşısında yer alan bir tavır , ahlak düşmanlığı şeklinde ifade edebileceğimiz bir anlayıştır. Ahlaki ödev, ilke ve kuralların insanın insanlığını öldürdüğünü, insanı baskı altında tutup, onu köleleştirdiğini savunan ve bundan dolayı, ahlaka bütünüyle karşı çıkan, ahlaklılığa karşı kayıtsız kalan görüşü ya da geleneksel ahlak anlayışına karşı koyma tavrını da bu isimle ele alabiliriz. Varoluşçu düşünürlerin ahlaka karşı kayıtsızlıkları “immoralizmin” doğuşuna zemin hazırlamıştır. Ahlaksızlık ahlakı, toplumca belirlenmiş ahlak değerlerini değiştirmek isteyen görüşlerin genel adıdır. Bu kavramı ilk defa Nietzsche kullanmıştır. Ahlak, adileştiren, çökerten, çirkinleştiren, zayıflatan ve sonunda ahlaksızlaştıran bir takım değerlerdir. Diğer bir ifadeyle ahlak, şekil değiştirmiş dinden başka bir şey değildir; ahlaklılığın birinci şartı da alçaklık ve tembelliktir. Eşitlik, hak, adalet gibi değerler birer safsatadır. Bu sebeple de, ahlaklı yaşamanın tek çaresi, kendimizi ahlaktan kurtarmaktır. Bu anlayışı savunanlara göre, insan her şeyin ölçüsüdür. Her şeyin ölçüsü insan olunca, Tanrı düşüncesi de gereksizdir. Gereksiz olan da zararlıdır. Öncelikle yapılması gereken de Tanrı düşüncesinin zihinlerden sökülüp atılmasıdır. Üstün insanlara ve aristokratlara bir taltif niteliğinde geliştirilen ahlaksızlık ahlakı, dine dayalı ahlaklar ile Kant ahlakını bir köle ahlakı olarak görmüş ve çelişkilerle dolu olan görüşlerini meşrulaştırmak için de “en bilge kişi çelişkilerle en zengin olan kişidir” anlayışını ileri sürmüştür. alıntıdır | |
02Haziran 2015, 10:29 | Mesaj No:10 |
Cevap: Atauzem islam ahlak felsefesi özetleri 1-14 9.ünite İslam Ahlakının Tanımı İslâm Ahlâkı terimi iki farklı bakış açısından ele alınabilir. Bizim bu ünite içerisinde ele alacağımız hususlar da bu iki yaklaşımı desteklemektedir. Birinci yaklaşım, İslâm mütefekkirlerinin bu kavramı İslâmi ilimlerden birinin ismi olarak ele alıp getirdikleri tanımlamadır. Buna göre “İslâm Ahlâkı” Kur’an ve Sünnet‟in ahlâki esaslarından hareketle ortaya konulan ahlâk anlayışıdır. Bu anlayış vahye dayanır, vahiyle beslenir, Hz. Peygamber‟in uygulamalarından yola çıkılarak oluşturulur. Sahabenin Kur‟an ve Sünnetten çıkardığı ilkelere dayanır. Böylece bu anlayışta Kitap ve Sünnet‟in hükümleri ve kanunları İslâm ahlâkının esasını teşkil eder. “İslâm Ahlâkı” kavramına diğer bir yaklaşım ise, daha ziyade ahlâk ilminin teorik boyutuyla ilgilenen düşünürlerin yapmış olduğu tanımlamadır ki o da; İslâm âleminde yapılmış ahlâk ve ahlâk felsefesi alanındaki çalışmaları ifade eder. Doğrusu, “İslâm Ahlâkı” kavramı, hem Kur‟an ve Sünnetten çıkarılan ilkelerin zamanla Müslümanlar tarafından -çeşitli ölçüler de esas alınarak- geliştirdikleri ahlâk formunun, hem de İslâm düşünürlerinin değişik kültür ve düşüncelerden istifade ederek ortaya koydukları görüş ve eserlerin yekûnunu birlikte ifade etmektedir. İslâm Ahlâkını, İslâm toplum hayatını da şekillendiren Kur‟an ahlâkı, tasavvuf ahlâkı ve felsefi ahlâkın toplamı olarak ele alıp, bu perspektiften ortaya konan eserler ve görüşler bağlamında aşağıda değerlendirmeye çalışacağız. İslam Ahlakının Konusu ve Amacı İslâm ahlâkı, hiçbir sınırlama olmaksızın insan hayatını bütün yönleri ve boyutlarıyla içermektedir. Bunun “Allah’a saygı, mahlûkata şefkat” şeklinde formüle edenler ahlâk alanının sınırının genişliğini göstermek istemişlerdir. İslâm ahlâkı, insanın, irade, vicdan ve akıl gibi ahlâki kabiliyetleri ile öfke, şehvet, hırs vb duygularını ve bunlardan doğan fazilet ve rezaletleri tetkik ve tahlil eder. Bu ilim, insanların dini, şahsi, ailevi, içtimai yaşayışlarında uymaları gereken kaide ve kanunları da belirler. İslâm Ahlâkını konu edinen bir ilim olan İslâm Ahlâkı kendisine amaç olarak da, insanlara, bütün ahlâk güzelliklerini, faziletleri, iyi huyları ve erdemli davranışları kazandırmayı seçmiştir. İslam Ahlak DüŞünürleri İslâm dünyasında ahlâk ilmine yaklaşımlarda Kur‟an ve Sünnet önemli ölçüde belirleyici olmuştur. Ancak bunların dışında bir takım yabancı unsurlar, İslâmi ilkelere ters düşmedikleri sürece, ahlâk ilmi kapsamında değerlendirilmiş, yorumlanarak, analiz edilerek, İslâmi renklere büründürülerek kullanılmıştır. Bu konuda ele alacağımız düşünürlerin ve hepsine yer verme imkanımız olmadığı için bu ünitede değerlendiremeyeceğimiz diğer bazı düşünürlerin, tümünün ahlâk anlayışları bakımından aynı etkenlerin tesirini yansıtmadıklarını ayrıca vurgulamalıyız. Bu sebeple kısaca bu etkilenme yollarına yer vermek yararlı olacaktır. Bu bağlamda örneğin, Kur‟an ve hadis esas alınmakla birlikte, Sokrates‟çi ve Stoacı etkinin görüldüğü Kindî (ö. 866) ve Râzî (ö. 925)‟yi; Aristocu ve Yeni Eflatuncu etkilerin görüldüğü, Fârâbî (ö. 950), İbn Sînâ, (ö.1037) ve İbn Rüşd‟ü(ö. 1198); Yeni Pisagorcu ve Faydacı öğelerin görüldüğü, İhvan-ı Safa ekolünü hatırlatabiliriz. Görüşleri ve Eserleri a) Muhammed Zekeriyya er-Râzî: İslâm ahlâk felsefesinin teşekkülünde önemli bir rol oynayan Ebû Bekir er-Râzî‟yi, bir ahlâkçı olarak da dikkate almak mümkündür. Dolayısıyla, Râzî‟yi İslâm Felsefesi Tarihi‟nde ilk kapsamlı ahlâk eserini yazan filozof olarak kabul edebiliriz. Ancak bu noktada şunu da ifade etmeliyiz ki, Râzî, teorik ahlâktan ziyade pratik ahlâk üzerinde durmuştur. 1-Eserleri: Ebû Bekir er-Râzî‟nin ahlâkla ilgili görüşlerini içeren en önemli eseri “ruhî tababet” anlamına gelen et-Tıbbu’r-Rûhânî‟dir. Eser Hüseyin Karaman tarafından bir inceleme ile birlikte Ruh Sağlığı ismiyle Türkçe‟ye tercüme edilmiştir. Zaten Râzî, tabip-filozof olarak fizyoloji ile psikoloji, beden sağlığı ile ruh sağlığı arasında ilişki olduğu görüşündeydi. Ahlâk felsefesi açısından önemli olan bir diğer eseri “filozofça yaşama” anlamındaki es-Sîretü’lFelsefîyye‟dir. Râzî bu eseri, filozofça yaşama tarzından, özellikle de “imamımız” dediği Sokrates‟in yolundan ayrıldığı şeklindeki eleştirilere cevap vermek ve kendisinin hem teorik, hem de pratik açıdan filozof olarak isimlendirilmeyi hak ettiğini göstermek için yazmıştır. Dolayısıyla da söz konusu eser bir nevi “kendi kendini savunma” olmaktadır. Ahlâkî konuları ele aldığı eserlerinden biri “ikbal ve devlete kavuşmanın belirtileri” anlamına gelen Emârâtü’l-İkbal ve’d-Devle‟dir. Filozofun ahlâk anlayışını ortaya koyduğu eserlerden bir diğeri de, öğrencisi ve aynı zamanda da Horasan valisinin özel doktoru olan Ebû Bekir İbn Karib (Karin) er-Râzî‟ye yazdığı ve hekimlik ahlâkı ile ilgili görüşlerini içeren Ahlâku’t-Tabip, Risaletü li Ebi Bekir Muhammed İbn Zekeriya er-Râzî ila Ba’zı Telamizetihi’dir. Bu risalede Râzî, tıbbî etik üzerinde durmakta olup hasta-doktor ilişkisi ile onların birbirlerine karşı olan görevlerini ele almaktadır. 2-GörüŞleri: Râzî her şeyden önce, ahlâk anlayışını dine, hazza, sezgi ve duyguya değil de, insanı hedeflerine ulaştıran ve yaşamını güzelleştiren bir vasıta olarak kabul ettiği akla dayandırmaktadır. Ona göre akıl, Allah‟ın insana verdiği en büyük hediyedir. Ebû Bekir er-Râzî‟nin ahlâk felsefesinin amacı mutluluktur. Ona göre insan, nefsanî arzu ve isteklerini akla tâbî kılmak ve ölçülü olmak suretiyle ancak mutluluğa ulaşabilir. 2.a) Nefis Anlayışı: Râzî, Platoncu nefs anlayışı ile Aristocu nefs anlayışını birleştirerek nefsi; nefsi natıka ve nefsi ilahiyye; nefsi gazabiyye ve nefsi hayvaniyye; nefsi nebatiyye, nefsi namiyye ve nefsi şehvaniyye diye üç kısma ayırmıştır. Bu nefislerin en üstünü natık nefs, yani insanî nefs olup diğer nefsler onun aleti konumundadırlar. Râzî nefis-beden ilişkisinde nefsi esas almaktadır. Bu doğrultuda nefsin bedenden ayrı bir cevher olduğunu, beden karşısında mutlak bir bağımsızlık içinde bulunduğunu, bedeni alet olarak kullandığını ve ölümden sonra baki kalacağını, yani bedenle birlikte yok olmayacağını ifade etmektedir. 2.b) Haz - Elem Öğretisi: Ebû Bekir er-Râzî‟nin ahlâk felsefesinde haz ve elem kavramlarına getirdiği yorumlar oldukça ilginçtir. Ona göre haz, elem ve acı verenin kendi tabiî halinden (ilk hal) çıkardığı bir şeyi tekrar bu hale iade etmesidir. Bir başka ifadeyle haz veya lezzet, tabiî hale dönmek veya elemden kurtulmaktır. Dolayısıyla haz veya lezzet, elem ve ıstıraptan kurtulma, yani anormal halden normal hale geçiş anında hissedilen duygu olmaktadır. Hazları dünyevî ve uhrevî hazlar olmak üzere iki kısma ayıran Râzî‟ye göre, dünyevî hazlar (lezzetü‟lcesedâni, lezzetü‟l-hazira), ömrün sona ermesiyle son bulmakta olup geçicidirler ve insanın ruh alemine yükselmesini engellemektedirler. Öte dünyadaki hazlar yani uhrevî hazlar ise, ölümün olmadığı ahiretteki hazlar olup sonsuzdurlar. b) ibn Miskeveyh (v. 421/1030): 1- Ahlâkla ilgili Eserleri: İbn Miskeveyh İslâm düşünürleri içinde, ilmi ve fikri çalışmaları arasında en büyük ağırlığı ahlâka veren ve özellikle ahlâk filozofu olarak tanınan bir düşünürdür. Ahlâka dair en önemli eseri Tehzibu’l-Ahlâk ve Tathiru’l-Arak‟tır. Bunun yanında Tertibu’s-Saade (Mutluluğun Tertibi) ve Fevzu’l-Asğar isimli eserlerinde de ahlâk konularını ele almıştır. 2- Görüşleri: Ahlâk anlayışında özellikle Platon, Aristo ve Galen‟in etkisinde kalmıştır. Ahlâkı farklı şekillerde tanımlamıştır: Buna göre ahlâk, “Bizden hepside güzel ve aynı zamanda külfetsiz ve meşakkatsiz olarak yapabileceğimiz fiiller meydana gelmesini sağlayan psikolojik kabiliyettir.” ya da “Ahlâk, nefsin, fiillerini düşünüp taşınmadan gerçekleştirmesini sağlayan bir halidir.” Şeklinde tanımlanabilir. İbn Miskeveyh, ahlâkın değişip değişmeyeceği konusunu da ayrıntılı olarak ele almıştır. Ahlâkın yalnızca tabii, dolayısıyla doğuĢtan olduğunu öne sürenlere göre ahlâkı değiştirmek imkânsızdır. Ancak, ahlâkın tabiatla ilişkisi olmadığını söyleyenler de vardır. İbn Miskeveyh ilk görüşü isabetsiz ve saçma olarak görmektedir. Çünkü bu aklı, siyaseti, eğitim ve öğretim ilkelerini inkar etmektir. Ayrıca tecrübelere de aykırıdır. Ona göre insan, eğitim ve öğretimle hızlı veya yavaş da olsa ahlâki değişmeye yatkın bir tabiatta yaratılmıştır. Birçok İslâm filozofu gibi İbn Miskeveyh‟de rasyonalisttir. Yalnız o aklın yanında dine de yer vermekle Aristo‟dan ayrılmaktadır. İbn Miskeveyh‟in ahlâk anlayışı bütün diğer meşşai filozoflarınki gibi mutluluk ahlâkıdır. Mutluluk, bayağı lezzetlerden farklı olan bir tür lezzettir. Bütün lezzetleri, yani hazları Ebu Bekir er-Râzî‟de olduğu gibi pasif ve aktif olmak üzere iki kısma ayırmaktadır. Bedensel tutkular ve intikam eğiliminden kaynaklanan pasif lezzetler bizim düşünme yeteneğinden yoksun olan canlılarla ortak yanımızı oluşturan hazlardır. Bunlar duyusal ve hayvani lezzetlerdir, devamlı değillerdir ve eksiktirler. Aktif lezzet ise sadece düşünen canlıya ait olup, değişken değildir, sürekli ve tamdır, eleme neden olmaz. Aristo gibi İbn Miskeveyh de ölçüsü ne olursa olsun, maddi, bedeni ve dünyevi acıların, en yüksek erdemi seçen ve bu uğurda çaba gösteren insanın mutluluğunu engellemeyeceği görüşündedir. c) Gazzâlî (v. 505/1111) : Eş‟ari kelamcısı, Şafii fakihi ve mutasavvıf olan Gazzâlî‟nin çok yönlü üstün ilmi kişiliğinin en verimli ve etkili sonuçlarından biri, ahlâk problemlerini ve İslâm toplumunun ahlâki açmazlarını görerek bunlara çözümler üreten zengin bir ahlâk düşüncesi ortaya koymasıdır. Gazzâlî‟nin ahlâk sisteminin temel kaynağı Kur‟an ve Sünnet olmaktadır. Ayrıca sahabe ve tabiinin hayat tarzı ile birlikte Cüneyd-i Bağdadi, Beyazid-i Bestami, Haris el-Muhasibi, Ebû Talip el-Mekki gibi klasik tasavvufçular ile, İbn Sînâ, İbn Miskeveyh gibi filozofların görüşlerine dayanır. Gazzâlî, felsefenin vardığı bazı sonuçları ayet ve hadislerle değerlendirerek ahlâk konusunda dinin felsefenin önünde olduğunu ortaya koymaktadır. Ayrıca o ahlâkta esas olanın dinin öğretilerini sadece şeklen icra etmek olmayıp en yüksek ahlâki ideal olan marifetullah‟a ulaşmaktır. 1-Ahlâkla ilgili Eserleri: Ahlâkla ilgili eserlerinden bazıları şunlardır: İhya-u Ulumi’d-Din, el-Mustasfa, Mizanu’l-Amel, Cevahiru’lKur’an, el-İktisat fi’l-İtikat, Kimya-ı Saadet, Mişkatü’l-Envar, Tehafutü’l-Felasife, Miyaru’l-İlm, İlcamu’l-Avam. 2- Görüşleri: Gazzâlî‟ye göre insanın en yüksek ideali marifetullahtır. Yine o, insanın ahlâki hayatı üzerinde hem ruhi, hem de bedensel yönünün etkili olduğunu söylemekle de düalist bir anlayış ortaya koymuştur. Gazzâlî, temel gerçekleri ve dini metinleri „masum imam‟dan öğrendikten sonra dini ve ahlâki yükümlülüklerin kalkacağını iddia eden Batınileri, marefetullaha ulaşınca vasıta ve vesile olan ibadet ve ahlâka gerek kalmayacağı görüşünde olan sufileri ve ahlâki sorumluluğu tamamen ortadan kaldıran Cebriyeyi eleştirmektedir. Gazzâlî, aklın ahlâki yükümlülüklerin kaynağı olabileceği görüşünü kabul etmemektedir. Akıl görev ve yükümlülük bilincine sahip olmakla birlikte, bu bilince kendiliğinden değil, vahiy yoluyla uyarılarak varmıştır. Sonuç olarak şunu söylemeliyiz ki, Gazzâlî ilke olarak dinin yanında akla da gereken önemin verilmesi gerektiği görüşündedir. Çünkü sadece akla uyan ve onunla yetinen, ya da tam tersine, dinin ışığıyla aydınlanmak isteyen ve aklın basiretine ilgi göstermeyen kişi doğruyu bulamaz. Fiillerimiz ne iyi ne de kötüdürler. Çünkü iyilik ve kötülük, fiilin kendisinde değil yöneldiği amaç ya da sonuçtadır. Bu gaye dünyevi olamaz, çünkü insanların dünyevi gayeleri çeşitlidir ve onlar bu gayelere ahlâk dışı yollardan da ulaşabilirler. Şu halde ahlâkın gayesi uhrevi olmalıdır. Fakat bu gayenin tecrübe ile bilinmesi imkansızdır. Çünkü tecrübi bilgiler ancak tekerrür yoluyla ve müşahade sayesinde edinilirler. O alemden kim dönmüş ki oradaki faydalı ve zararlıyı bize bildirsin. Uhrevi fayda ve zarar akılla da bilinemez. Çünkü ölüm ötesini kavrama noktasında akıllar acizdir. Dolayısıyla ölüm ötesi ancak nübüvvet nuru ile bilinir. Gazzâlî iradeyi, “maksada uygun bulunan şeyin belirlenmesi” veya “bir şeyi benzerinden ayırt etme yeteneği” şeklinde tanımlamıştır. Bu tanımları dikkate aldığımızda Gazzâlî‟nin iradeli fiili, seçimli, bilinçli ve amaçlı bir eylem olarak gördüğünü ifade edebiliriz. İnsan için bu üç unsuru birlikte taşıyan bir irade hürriyetinden söz edilebilir mi? İşte Gazzâlî‟nin önemle üzerinde durduğu ve tartıştığı bu sorudur. d) Nasıruddin Tûsî (ö. 1274): 1-Ahlâkla ilgili Eseri: N. Tûsî, astronom ve filozof olarak İslâm düşüncesinde önemli çalışmalar gerçekleştirmiş bir düşünürdür. Ancak onun İbn Miskeveyh‟in eseri üzerinden kaleme almış olduğu ahlâka ait çalışması, bu sahada yüzyıllar boyunca diğer düşünürlere yol gösteren bir kişilik olarak öne çıkmasına vesile olmuştur. Ahlâkla ilgili Tûsî‟nin yazmış olduğu eser “Ahlâk-ı Nâsırî” olarak adlandırılmıştır. O, eserini, Gülistan valisi olan koruyucusu, İsmaîlî, Nasıruddin Abdurrahim b. Ebî Mansur‟a atfen yazdığı için bu isimle anılmıştır. Tûsî eserin girişinde, kitabı yazma niyetini açıkça ortaya koymuştur. Buna göre o, İbn Miskeveyh‟in “Tezhib” diye bilinen “Kitabu’t-Tahare”sini Farsçalaştırmak ve İbn Miskeveyh‟in ihmal ettiği “ev yönetimine ve siyasete” dair tartışmalarla eseri zenginleştirmek istemiştir. 2- Görüşleri : O İbn Sînâ‟nın, Aristocu çizgisine daha yakın görüşlerle eserini ele almıştır diyebiliriz. Bunu en açık olarak göreceğimiz alanlardan biri nefs konusu ile nefsin güçleridir. Bu sebeple nefsin cevher olduğuna dair bazı delilleri İbn Miskeveyh‟den ziyade, İbn Sînâ‟nın izlerini taşır. Aynı şekilde Tûsî, nefsin güçlerini bitkisel, hayvani ve insani olarak ele alırken de İbn Sînâ‟yı izlemiştir. İbn Miskeveyh‟in eserinden farklı olarak Tûsî‟nin eserinde öne çıkan orijinal bir nokta, ev idaresi ve siyaseti eserine ekleyerek ahlâk araştırma alanının genişletmesidir. Bu bağlamda aileyi düzenleyen temel ilkeleri de üç tane olarak belirler: a- Kurulduktan sonra ailenin dengesini korumak. b- Bozulduğunda onu yeniden kurmak. c- Bireysel olarak her bir üyenin ve bütün olarak ailenin müşterek refahını artırmak. Bu bakış açısıyla aileyi insan bedenine, onun reisini de bedenin sağlığını korumaya veya iyileştirmeye çalışan doktora benzetmiştir. e)-Celaleddin Devvânî (ö. 1501) : Tûsî‟den yaklaşık iki yüz yıl sonra başka bir İranlı müellif Muhammed b. Es‟ad Celaleddin Devvânî, Tûsî‟nin eserini yakından izleyerek aynı konulara değinen bir eser yazdı. O, bu eseriyle uzun yıllar kendisinden sonra yazılan ahlâk kitapları için önemli bir örnek oldu. 1-Eseri: Devvânî‟nin eserinin ismi, “Levâmi’ul-İşrâk fî Mekârimi’l-Ahlâk”dır.(Ahlâkın Asaleti Üzerine Aydınlanma Parıltıları) Bu eser daha sonra “Ahlâk’ı-Celâlî” ismiyle tanınmıştır. 2-Görüşleri: O da Aristo, İbn Sînâ ve Tûsî gibi, insanların eğitimle iyi veya kötü bir hale getirilebileceği görüşünü temellendirmeye çalışır. Erdemler konusunda ise Devvânî bütün erdemleri kendisinde toplayan en mühim erdem olarak adaleti ön plana çıkarmıştır. alıntıdır | |
Konuyu Toplam 2 Kişi okuyor. (0 Üye ve 2 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
ATAUZEM =islam ahlak felsefesi= 7.ünite (özet) | EyMeN&TaLhA | Erzurum Atatürk İlitam | 0 | 19 Şubat 2015 13:36 |
ATAUZEM =islam ahlak felsefesi= 6.ünite (özet) | EyMeN&TaLhA | Erzurum Atatürk İlitam | 0 | 19 Şubat 2015 13:32 |
ATAUZEM =islam ahlak felsefesi= 4.ünite (özet) | EyMeN&TaLhA | Erzurum Atatürk İlitam | 0 | 19 Şubat 2015 13:23 |
ATAUZEM =islam ahlak felsefesi= 2.ünite (özet) | EyMeN&TaLhA | Erzurum Atatürk İlitam | 0 | 19 Şubat 2015 13:12 |
ATAUZEM =islam ahlak felsefesi= 1.ünite (özet) | EyMeN&TaLhA | Erzurum Atatürk İlitam | 0 | 19 Şubat 2015 13:02 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|