|
Konu Kimliği: Konu Sahibi Medine-web,Açılış Tarihi: 20 Ekim 2013 (12:42), Konuya Son Cevap : 20 Ekim 2013 (12:43). Konuya 2 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
20 Ekim 2013, 12:42 | Mesaj No:1 |
Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Felsefe 3-4-5. ünite özetleri Felsefe 3-4-5. ünite özetleri ÜNİTE: 3 B İ L G İ T E O R İ S İ ve B İ L İ M F E L S E F E S İ Doç. Dr. İsmail KÖZ Bilgi Teorisi__________________________________________ Bilgi Teorisinde Problem Alanı Bilgi teorisinin batı dillerindeki karşılığı olan ‘episteme-loji’ ile ‘gnoseo-loji’ birleşik kelimeleri ‘bilginin bilgisi, bilginin bilimi’ anlamındadır. Bilgi: Bilen suje ile bilinen obje arasındaki bir ilişkinin zihinsel süreçten geçmiş sonucudur. Bilgi teorisi açısından üzerinde önemle durulması gereken konu, objenin ve objeye ait bilginin ne olduğu değil, sırf bilgi haline haline gelen verinin kendisi ve onun değeridir. İnsan daima güç arzusunu ve merakını bilgi ile tatmin etmek istemiştir. Bilgi konusunun iyice felsefe içinde yer edinmesi Sofistler, Sokrates ve onu takip eden Platon ve Aristoteles gibi belli başlı filozofların döneminde olmuştur. Ancak şu ifade edilmelidir ki, Antik Çağ Yunan felsefesinde ve Orta Çağ Skolastik felsefede bilgi problemi diğer felsefî problemlerden ayrı olarak işlenmemiştir. Bu felsefelerde daha çok önemli olan ‘ontoloji’ konusudur. Bilgi teorisi Batı felsefesinde, 17. yüzyıldan itibaren Descartes ile birlikte felsefenin ana problemi olmuştur. Ancak bilgi teorisini başlı başına bir felsefe disiplini olarak geliştiren 18. yüzyıl aydınlanma felsefesinin asıl kurucusu olan John Locke’tur. Locke ile birlikte felsefe ontoloji yerine, bilme olanaklarımızı ve yetilerimizi araştıran epistemoloji gibi bir disiplini temel almıştır. 18. y.y.’dan itibaren bilgi teorisinde öne çıkan sorular şunlardır: 1. Bilginin kaynakları nelerdir? Geçek bilgiyi nasıl elde ederiz? 2. Bilginin mahiyeti nedir? Zihnimizin dışında gerçek bir alem var mıdır? 3. Bilginin değeri nedir? Biz doğruyu yanlıştan nasıl ayırt ederiz? Bilgi teorisi problemi işlenirken üzerinde en çok durulan ve kullanılan temel kavramlar ise şunlardır: Bilgi, doğru, doğru bilgi, doğruluk, gerçek, kesinlik, akıl, sezgi, deney, duyum, anlam, fayda… Doğruluk-Gerçeklik: Gerçek asla söylenen şey değildir, iddianın konusu olan şeydir ve dış dünyada, nesnel dünyada bulunur. Örneğin yağmurun yağması bir ‘doğru’ değil ‘gerçek’tir. Doğruluk önerme ile ilgili olup zihinde bulunan veya zihinin ürettiği bir şeydir. Doğruluk-Anlamlılık: Bir insan ya da nesne anlamlı veya anlamsız olamaz. Ancak bir önerme anlamlı ya da anlamsız olabilir. Bir önermenin semantiği (anlamı) ve sentaksı (formu-yapısı) uygun olmalıdır ki, önerme tam olsun. İşte o zaman önerme doğru ya da yanlış olabilir. Doğru veya yanlış önerme herhangi bir nesne hakkında bir hüküm bildirir; bir bilgi taşır. Akıl üç anlamda kullanılmaktadır: 1. Zihinsel yetilerin kullanılması veya düşünce. 2. Herhangi bir araştırmada zihnin özgürce kullanılması. 3. Dar anlamda felsefedeki akıcı ısrar. Deney: Gözlem tekniğinin sistemli ve bilinçli kullanımıdır. Bilginin İmkanı_______________________________________ Bilginin imkanı konusunda ortaya çıkan zihinsel tutumları, bir birine taban tabana zıt iki aşırı kutba indirgeyebiliriz: Dogmacılık (dogmatism) ve şüphecilik (scepticism). Doğmatizm kesin bilginin imkanını kabul ederken, septisizm ise bu bilginin imkanını reddeder.(Buradaki doğmatik sözcüğü gündelik kullanımda olduğu gibi ‘bir inancı körü körüne savunma’ anlamında değil de ‘nascılık, kesin hükümcülük’ anlamındadır. Bilginin Kaynağı_______________________________________ İkinci temel sorun bilginin kaynağı ve araçları sorunudur. İnsanın bilgiyi kazanmasında iki yetisi vardır: Duyular ve akıl. Bilginin elde edilmesinde akıl mı yoksa duyular mı önemlidir? Bilginin kaynağı problemi tartışılırken ortaya çıkan görüşler: a. Deneycilik (Ampirizm): Deneyci filozofların temsilcileri olarak Epiküros, John Locke, David Hume, Condillac ve Aguste Comte’u sayabiliriz. Bu akımın asıl savunucusu John Locke’tur. Locke’a göre insan zihni başlangıçta üzerinde hiç bir yazı bulunmayan “beyaz bir kağıda” (tabula rasa) benzer. Yani insan zihninde doğuştan gelen hiçbir bilgi yoktur, a posterioridir (sonradan deney ve tecrübe ile kazanılmıştır), a priori değildir. b. Aşırı deneycilik - Duyumculuk (Sensationalizm) Bunlar da duyumlardan ayrı bir zihnin varlığını kabul etmezler. Onlar zihni veya aklı duyumların toplamına indirgemeye çalışırlar. Önde gelen temsilicisi de Condillac (1715-1780)’tır. Duyumculuk, evrenin sadece bireysel nesnelerden meydana geldiğini savunan adcılık (nominalism) ile yakın ilişki içerisindedir. c. Akılcılık (Rasyonalizm) Bilgide ana kaynak olarak akıl ve düşünmeyi kabul eden filozoflara örnek olarak Sokrates, Aristoteles, Platon, İbn Sina, Descartes, Spinoza ve Leibniz’i gösterebiliriz. Platon’a göre akıl tek başına bilginin kaynağı olup duyum ona engeldir. Aristotales ise daha ılımlı olup ona göre bilgi duyumla başlar ancak duyum değildir. Descartes (1596-1650)’e göre; “… bizi eşyanın bilgisine götürecek yalnızca sezgi ve dedüksiyondur.” Ona göre düşünen bir varlık olarak varolduğumuz açık ve seçik kesin bir bilgidir. Düşündüğüm kesinse düşünen varlık olarak var olduğum da kesindir. Her zihin bu doğuştan düşünceleri taşır. Bilgi bunlardan tıpkı matematikteki gibi tümden gelimsel çıkarımlarla üretilir. Kendisi “Düşünüyorum o halde varım” demiştir. Tarihsel olarak ‘akılcılar’ matematikle, ‘deneyciler’ ise doğa bilimleri ile daha yakın ilişkiler içinde olmuşlardır. Akılcılar kuramlar olmadan deneyin amlamsız olduğunu ileri sürerken, deneyciler kuramlarını denetlerken sürekli deneye başvururlar. Spinoza (1632-1667)’ya göre aklın bilgi elde etmesinde duyulara ihtiyacı yoktur. Akıl kendi başına bilgiyi elde edebilir. Spinoza ve Descartes gibi klasik akılcı filozoflar, deney ve gözlemin son derece faydalı ancak öncesiz sonrasız ilkelerin kavranmasında sadece uyarıcı ve hareket noktası olduğunu düşünmüşlerdir. Leibniz (1650-1716)’in en önemli görüşü ‘akıl doğruları’ ve ‘olgu doğruları’ ayrımı olup akıl doğrularının daha üst düzeyde doğrular olduğunu söyler. Akılcı filozoflar deneyci filozofların tersine deneyden gelmeyen deney öncesi bilginin varlığına inanırlar. Yine onlar insan zihninde doğuştan bilgilerin olduğuna inanırlar. Rasyonalizme göre, bilgi kesinlik gerektirir. Kesin olanın doğruluğu ise açık ve seçiktir. Gerek akılcılığın gerekse deneyciliğin çeşitli derece ve türleri vardır. Buna rağmen bütün akılcıları akılcı yapan ve bütün deneycileri deneyci yapan ortak noktaları belirleyebiliriz. Yeniçağ felsefesinde, ontolojinin yerini temel disiplin olarak epistemoloji almıştır. d. Sezgicilik (Entüitionism) Sezgi doğrudan doğruya ‘kavrama’ manasında olup bu kavrama duyularla, akılla ya da mistik tecrübe ile irtibatlandırılır. Sezgi ile iligili görüşlerin farklılığı iki noktada toplanır: Menşei ve kaynağı. ‘Sezgi’ çıkarım olmadan, ispatlanmamış bir inanç, bir içine doğma, bir iç görüş, bir konu hakkındaki hakikatlerin doğrudan bilgisi anlamlarına gelir. Herşeyi ispata çalışan bir zihin, kısır bir döngüye, aşırı şüpheciliğe düşer ve sonuçta da inkarcılığa varır. H. Ziya Ülken bu konuda sofistleri örnek gösterir. Sezgiciliği felsefe ekolü olarak şekillendiren Henri Bergson (1859-1941)’dur. Bergson’un bu yeni sezgici ****fiziki asrımızdaki ****fizik karşıtı materyalizme ve pozitivizme karşı bir tepkidir. Onun için sezgi yüksek bir bilgi türüdür; duyular ve akıl tarafından ortaya çıkarılan bilgiden de mahiyet olarak farklıdır. Sezgi ve akıl zıt yönlerde bulunur. Akıl maddeyle ilgili olabilen bilimin aleti iken zihin zaman ve hayatın mahiyetiyle ilgilenir ve bize hayatın iç yüzünü gösterir. Bilgi Teorisi ve Mantık__________________________________ Doğruluğu felsefe ve bilim kapsamında değerlendirirsek bilgimizin nesnesine, gerçekliğe uygunluğunu anlarken; mantıkta düşünme ilke ve kurallarına uygunluğu anlarız. Mantık gerçekte önermelerin doğruluğu ile ilgilenmez. Mantıkta doğruluktan anlaşılan zihin veya aklın işleyişinde akıl ilkeleri dediğimiz özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin imkansızlığı ilkesine uyarak çıkarım yapılmasıdır. Örneğin; “Bütün filler kuştur. Bütün kuşlar uçar. O halde bütün filler uçar.” Bu örnek mantık bakımından doğru olsa da bilgi teorisine göre yanlıştır. Bilginin Alanı, Kapsamı, Sınırları_________________________ Platon, Aristotales, Farabi ve Hegel insan bilgisinin sınırları olmadığını savunur. İnsan sahip olduğu bilgi ve yetileri ile Tanrı, ruhun özü, evrenin kaynağı, insanın kaderi gibi soruları felsefi anlamda uygun bir biçimde cevaplandırabilir. Buna karşılık, bilginin imkanını kabul edip de her şeyin bilgisinin mümkün olmadığını ileri süren Kant, A. Comte ve Peirce gibi filozoflar vardır. Bilginin Değeri________________________________________ Doğru bilginin doğru bilgi olduğunu nereden anlarız? Doğru nedir? Bu sorulara cevap veren kuramlar çıkmıştır: - Uygunluk Teorisi (corresponding theory): En yaygın olan görüş olup buna göre doğru, düşüncemizin gerçekle uyuşmasından ibarettir. - Tutarlılık Teorisi (coherent theory): Bu teoriye göre doğru, zihindeki tasarının dış dünyada bulunan nesneye uyması değil de yine zihindeki bir başka tasarıma, bu tasarımdan önce gelen ve daha asli olan tasarıma uyması onunla uyuşması olarak tanımlanır. - Pragmatizm: Önceki iki teoriyi doğurduğu bazı güçlüklerinden dolayı doğrunun ölçütü konusunda başka bir tanımlamaya gitmişlerdir. Onlara göre doğru, pragmatik olarak işe yarayan, pragmatik olarak doğrulanabilendir. Bilginin değeri ile ilgili akımlar şunlardır: a. Yararcılık (Pragmatizm): Yararcılık ABD’nin ‘ulusal felsefesi’ olup savunucuları C. Peirce, F.C. Schiller, W. James ve J. Dewey’dir. Kurucuları C. Peice’a göre; Kant’ın sözünü ettiği bir Tanrı’nın var olup olmadığı veya ölümsüz bir insan ruhunun olup olmadığı türünden sorular gerçek anlamda sorun bile değildir. İngiliz Filozofu Schiller’e göre; bir önermenin doğruluğu onun yararlı veya yararsız olduğu anlamına gelir. W. James’e göre bir önermenin doğruluk göstergesi pragmatik (psikolojik) olarak işe yaramasıdır. John Dewey ise doğruyu deneyde karşılaştığımız problemleri çözmemizde bir araç olarak tanımlar. b. Olguculuk (Pozitivizm): 18. y.y.’da ortaya çıkan ve ****fiziğin hiçbir değerinin olmadığını savunan akımın temsilcileri Aguste Comte (1789-1857) ve Avusturyalı Ernst March (1831-1916)’dır. c. Şüphecilik (Septisizm): Bilginin değeri konusunda şüpheci tutumun bir çok nedeni vardır: 1- Duyuların yanıldığı düşüncesi 2- Geçmişte doğru olarak kabul edilen bir çok ‘bilimsel görüş’ün bugün artık kabul edilmediği. 3- Toplumların inanç, gelenek, görenek ve hukuk düzenlerinin farklı olması. Şüpheciliğin farklı biçimleri vardır: a. Bir tavır olarak şüphecilik: Felsefi düşünce mahiyeti icabıyla eleştiricidir. Felsefe sonuçta Yunan dünyasında daha önceki dinsel-mitolojik görüşlerin bir eleştirisi olarak başlamıştır. b. Metodik Şüphecilik: Bunda şüphe bir amaç değil bir araçtır. Asıl amaç şüphenin ortadan kaldırılarak kesinliğe ulaşılmasıdır. Örnekleri İslam dünyasında Gazzali, Batı’da ise Descartes’tir. Gazzali’ni Descartes’den farkı doğru bilginin güvencesini Tanrı’da bulmasıdır. c. Deney-dışı bilgiye ilişkin şüphecilik: İngiliz Filozofu David Hume’ye göre her türlü bilginin kaynağı deneydir, deneyden gelmeyen bütün bilgi ve görüşlerimiz temelsizdir, sağlam değildir. Onun gibi şüpheciliği her türlü deney-dışı bilgide gören şüpheci filozof Kant’tır. d. Aşırı Şüphecilik (Doğmatik Şüphecilik): Sofistler ve septikler her türlü bilginin mümkün olmadığını aşırı biçimde iddia ederler. Sofistlerden Protagoras’a göre insanın duyuları ve aklı doğru bilgiyi elde etmede kesin olarak yetersiz olduğundan sadece sanılarımız (doxa) vardır. Felsefe tarihinde aşırı şüpheciler ‘septikler’ denilen gruptur. Bu gruptakiler; Pyrrhon (M.Ö. 365-275), Arkesilos (M.Ö. 316-240), Karneades (M.Ö. 219-129), Sextus Empiricus (M.Ö. 219-129) olup onlara göre bilgi mümkün değildir. Yargıda bulunmama ve yargıları askıda tutma görüşleri meşhurdur. e. Eleştiricilik (Kritisizm): Kant’ın eleştiri felsefesine göre; bilginin meydana gelmesi için hem deneyin hem de zihnin varlığı gerekir. Bütün bilgilerimiz tecrübeyle başlar ancak tecrübeden ibaret değildir. Bir nesnenin bilgisini olası kılan iki şart vardır: Sezgi ve kavram. Bizdeki bütün bilgiler algıyla başlar ama tümüyle algıdan çıkmaz. Duyumlarla elde edilen izlenimleri bilgiye dönüştüren zihindir. Zihin bu dönüştürme işini kavramlarla yapar. Öyleyse kavramlar sezgileri birleştiren bütünleştiren evrensel zorunlu koşuldur. Kant’tan sonraki filozoflardan kimi onu deneyci kimi de akılcı olarak yorumlamıştır. Bilim Felsefesi (Tanımlanması ve Problem Alanı)___________ Bilim Felsefesi, bilimi anlamayı ve açıklamayı hedefleyen bilimsel bilgi birikimi üzerine yapılan felsefi çalışmalardır. Bilim felsefesi deyince bilim denilen etkinliğin amacını, yöntemini ve kavram yapısını mantıki çözümlemelerle belirleme faaliyeti akla gelir. Bilim felsefesinin üzerinde durduğu önermeler “bilimsel önermeler” ve “bilimsel önermelerden ve bunların kurulu oldukları deyimlerden söz eden önermeler” olarak ikiye ayrılır. Bilimsel işlemleri de “dil dışı işlemler” (bilim adamlarının yaptıkları çeşitli gözlem ve deneyler) ve “dilsel işlemler” (bilim adamlarının belli bir takım bilimsel önermelerin doğruluğunu kabul etmeleri) olarak ikiye ayırabiliriz. Bilim felsefesinin görevi bu iki çeşit dile ait önermeleri çözümlemek (analitik ve sentetik önermeler biçimine dönüştürmek) tir. Bilime Klasik Görüş Açısından Bakış_____________________ Bilim nedir? Bilim çeşitli bilgi türleri arasında kendine has özellikleri olan bir bilgi çeşididir. Bilimsel bilgiyi diğerlerinden ayıran kullanılan ‘yöntem’dir. Bütün bilimler temelde iki gruba ayrılır: 1. Dedüktif Bilimler. 2. Empirik Bilimler. Bilime getirilen tanımlar şunlardır: - Bilim önceden görmedir. Önceden görme ise eylemde bulunmadır. - Olguların ortaya çıkış şartlarını tam olarak bulmak, onları normal ard ardalık ve benzerlik ilişkileri ile bağlamaktır. - Bilimsel açıklama belli bir oranda nedenselliğe dayanır. - Bilim bilgi birikimi halinde doğrusal ilerleyen bir süreç içinde gelişir. - Doğa bilimlerinden olan ve matematiğe dayan fizik, diğer bilimlerin gelişmelerini ve olgunluğunu ölçebilecek örnek bir modeldir. - Bilim insanın gereksinimlerini karşılamada ve yaşamı kolaylaştırmada en büyük etkendir. Bilimsel Bilginin Özellikleri Olgusal oluş, mantıksal oluş, nesnel oluş, eleştirici oluş, birleştirici oluş ve genelleyici oluş. Bilimsel Yöntemin Özellikleri Yöntem düzenli bir zihin faaliyetinin, hatalardan korunarak belli bir sonuca ve hedefe ulaşmak için izlediği plandır. Bilimsel yöntemin özelliği zihin eylemlerinin aklın ilkelerine uygun yürütülmesidir. Bilimsel yöntem evrenin yapısını iyice kavramada ve gelecekte olacak olanı önceden doğru tahmin etmede en etkili yoldur. Bilimsel Yöntemin Aşamaları: 1- Betimleme: Analiz aşaması (Zihnin gözlem ve deneyle dışardan gelen olgulara ait izlenimleri belli ögelerine ayırması, onlar arasındaki ilişkileri ve bağlantıları tespit etmesidir.) 2- Açıklama Aşaması: Bilimsel açıklama bir olgu gerçeğini, bir akıl gerçeğine çevirmedir. Açıklamanın olabilmesi için hipotezlerin bulunması ve kuram kalıbına dökülmesi gerekir. Bilimin Tarihçesi______________________________________ Bilim değerler arasında en yenisi olup henüz yeni sistemleşmiştir. Gerçi bilim tarihsel olarak dinsel ve ahlaksal inançlara eleştiri olarak ortaya çıkmışsa da zamanla daha rasyonel bir bakış açısı kazanmıştır. İlk defa Galilee 17. y.y. başlarında bilim (scienza) deyimini bir kitabının başlığında kullanmıştır. Nicolaus Kopernik (1473-1543) ile başlayıp Johannes Kepler (1571-1630) ve Galilee (1564-1642) ile devam eden ve Newton’a kadar uzana ve Rönesans’ı da kapsayan bu dönem bilim tarihinde belli bir döneme işaret eder. İngiltere’de ise felsefe yerine bilim sözcüğünü ilk kullanan William Whewel (1840) olmuş ondan sonra da sözcük literatürde sık sık kullanılmaya başlanmıştır. F. A. Lange “Materyalizmin Tarihi” adlı eserinde bilimin ilkin M.Ö. 4. y.y.’da ortaya çıktığını söyleyerek bu bilimlere örnek olarak gramer, tarih, geometri, statik, astronomi ve tıpı verir. Brut ise sürecin Newton ile başladığı kanısındadır. Ortaçağ İslam dünyasında ise (İslamiyetin doğanın araştırılmasını emretmesi ve doğaya sevgi ile yaklaşılmasını istemesi ile) doğa bilimleri çok gelişme kaydetmiştir. Örnek: 8. y.y.’da Cabir b. Hayyan Kimya’yı, Harezmi Cebir’i, İbnü’l Heysem optiği kurdu. İbn Sina da Batı’da en büyük tıp otoritesi oldu. Biruni’nin yaşadığı döneme batılılar ‘Biruni Çağı’ adı verdiler. Bütün bu gelişmeler sonucunda İslam dünyasında çok parlak bir bilim ve uygarlık hayatı doğdu. İslam bilginlerinin eserleri İspanya ve Sicilya yoluyla Batı’ya geçti. Bu şekilde 13. y.y.’dan itibaren Rönesans’ın temelleri atılmış oldu. Batı’daki Doğa Bilim Çalışmaları_________________________ Yöntem Araştırmaları Bilimin tarihsel gelişme sürecinde yöntem arayışlarının rolü çok önemlidir. Ortaçağda bilimler için Aristoteles mantığı yeterli görülürken Renaissance ile birlikte tabiat bilimlerindeki gelişme karşısında metod olarak yetersizliği ortaya çıktı ve bu nedenle yeni metod arayışları başladı. Önde gelen metodolojistler Francis Bacon ve Descartes’tır. Bunlardan Bacon kıyas teorisi yerine tümevarımı esas alıp geliştirmeye çalışmıştır. Descartes ise, bilgilerimizden sadece matematiğin sağlam temellere dayandığını, doğru ve şüphe götürmez bilgilere ancak matematik metodun bütün bilimlere uygulanması ile ulaşılacağını düşünüyordu. Rönesanstan sonra tabiat artık matematik bağıntılar sistemi olarak görülüyordu. Matematiği tabiata uygulayan Galilée’nin başarısı dikkat çekicidir. Tümevarım problemi Tümevarım, bilimsel yöntemde oynadığı temel ve vazgeçilmez rolünden dolayı bilim felsefesinde özel önemi olan bir problemdir. Tümevarımsal bir akıl yürütme belli sayıda özgül gözleme dayanan bir genellemeden meydana gelir. Oysa tümdengelimsel bir akıl yürütme belli bir takım öncüllerle başlar ve daha sonra bu öncüllerden mantıksal olarak çıkan bir sonuca geçer. Tümevarım doğal dünyadaki düzenlilikleri keşfetmenin ve doğal dünyanın gelecekteki oluşuna ilişkin olağanüstü yararlı bir yoludur. Yanlışlamacılık Asıl olarak Karl Popper tarafından geliştirilen yanlışlamacılık klasik bilim görüşünün yanlış olduğunu ileri sürer. Yanlışlamacılara göre bilimsel teorilerin ve doğa yasalarının doğruluk iddiasında bulunmalarından sözetmek doğru değilidir. Bilim, teorilerinin doğru olduğunu kanıtlamak yerine, onları yanlışlamaya çalışmak suretiyle gelişir. Yanlış olduğu gösterilen bir teori bir tarafa atılır ya da en azından değişikliğe uğratılır. Bir teorinin yararlılığının veya verimliliğinin ölçüsü, onun yanlışlanabilir olma derecesidir. Bir teori, onu yanlışlayabilecek mümkün bir deney yoksa, yararlı bir hipotez değildir. Hatta onun bilimsel bir hipotez olduğundan bile bahsedilemez. Yanlışlamacılığın eleştirisi Yanlışlamacılığa yönelik bir eleştiri, onun bilimde hipotezlerin doğrulanmasını açıklayamamasıdır. Bir başka eksikliği ise bilim tarihindeki önemli gelişmelerden hemen hiçbirini doyurucu biçimde açıklayamasıdır. Özetle yanlışlamacı bilim teorisi bilimin fiili tarihine her zaman uygun düşmemektedir. Bilimde Farklı Yaklaşımlar______________________________ Çağımızda bilimi farklı tarzda açıklama çabaları ortaya çıkmıştır. Bunları başlıca iki grupta ele almak mümkündür: 1- Bilimi bir ürün olarak kabul eden eğilim 2- Bilimi bir etkinlik olarak anlayan eğilim. Böyle bir ayrımın dayandığı nokta her bilimsel faaliyetin sonucunda bilimsel dediğimiz bir ürünün elde edilemeyişidir. Kurulmuş bilgi sistemi olması bakımından her çağda tek bilim değil, bilimler vardır. Aralarında ne kadar sıkı bir bağ kurmaya çalışsak, yine de varlık ve gerçekliğe karşılık gelen bilimler birbirinden ayrılmaktadırlar. Fakat her biri özel ilkelere dayanan bu bilimleri temellendirmek için ortak bazı ilkelere ihtiyaç vardır. Bir bilim teorisi de işte bu safhada doğar. Bilimin bir sitatik (değişmeyen) tarafı vardır; bir de dinamik (değişen) tarafı vardır. Bilimsel hakikatler asla değişmez, ama onlar birikimseldir, değişen teorilerdir. Bilimsel bir teoriyi evrensel bir teori olarak ifadeye kalkınca daima şu iki zıt görüşle karşı karşıya kalırız: 1. Tecrübeye dayanan teori. 2. A prioriye dayanan teori. Bu durumda üç çeşit çözüm bulunmaktadır: - Bu iki zıt görüşten birini ihtiyaca göre seçmek (Pragmatizm) - İki görüşten birinin geçerliliğini ispat ederek savunma - Her iki görüşün bilim teorisindeki yerini ayrı ayrı değerlendirme (eklektizm) Tabiat Kanunları_______________________________________ Bilimsel teorilerin odak noktasında tabiat kanunları vardır. Bilimin keşfettiği tabiat kanunları, geçerliliği mutlak olarak kanıtlanmış yasalar mıdır? Onlar doğru olma ihtimalleri hayli yüksek olan genellemelerdir. Tabiat kanunu her devirde bilginler kadar filozofları da uğraştırmıştır. Bilim adamı tabiat olayları arasındaki değişmez bağıntıları araştırırken, filozof da kanun dediğimiz değişmez münasebet fikrinin mahiyeti ve değeri üzerinde düşünmüştür. Modern kanun ve sebeplilik fikri Galilée ile başlamıştır, denebilir. Ona göre tabiat basittir ve en basit formülle ifade edilmeye elverişlidir. Bu kanun fikri astronomi ile mekaniğin birliğine dayanmaktadır. Tabiat kanunlarının evrenselliği konusunda Emile Boutroux’un görüşü dikkat çekicidir. Ona göre insan zihninin tabiat kanunlarını hem evrensel hem gerçek olarak tasavvur etmesi güçtür. P. Duhem, ‘tabiat kanunu sembolik münasebetlerdir’ diyor. Ona göre fizik kanunu ne doğru ne de yanlıştır; fakat takribidir. Tabiat kanunu geçici ve görelidir. Bilimin Değeri Bilimin değeri problemi “bilim-akıl ilişkileri” problemidir. Bu da bilim felsefesi açısından şu soruları içine alır: - Olgular niçin kanunlara bağlıdır? - Doğa kanunları sadece zihnimizin eseri midir? - Yoksa bizden bağımsız olarak doğada etkili olan determinizmin işaretleri midir? - Doğa nedir? - Bilimsel bilginin kapasitesi nedir? Bilime aşırı güven ve bağlılık aslında bilimin sırlarını aşmak olur. İnsanın sanat, din, ahlak gibi değer alanlarında üretilen bilgileri hiçe saymak, onları da bilime bağlamak yanlıştır. Çünkü bilimin bu alanlarda düzenleme yetkisi yoktur. Diğer yandan bilimi değerli kılan günlük yaşama kazandırdığı kolaylıklardır. Nusret Hızır deneyle ilgili bilimlerde asıl kurucu ögenin insan zihni olduğunu ileri sürer. Bütün kanunlar tecrübeden çıkarılmıştır. Fakat bunları ifade için ayrı bir dile ihtiyaç vardır.
__________________ Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır. |
Konu Sahibi Medine-web 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
Medineweb Görsel ve Slayt arşivi( kaybolmaması... | Medineweb.net Videolar | Medine-web | 4 | 147 | 23 Eylül 2024 20:24 |
Mustafa İslamoğlu Sözler | Medineweb.net Videolar | Mihrinaz | 2 | 343 | 30 Nisan 2023 16:51 |
Şirk Hakkında Kuran Ne Diyor? | Medineweb.net Videolar | Medine-web | 0 | 250 | 29 Nisan 2023 18:52 |
DÜNYA KABE'NİN NERESİNDE | Hacc-Umre-Kurban | Medine-web | 0 | 1092 | 27 Nisan 2020 21:40 |
20 Ekim 2013, 12:43 | Mesaj No:2 |
Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Cevap: FELSEFE 4.ÜNİTE ÜNİTE: 4 V A R L I K F E L S E F E S İ Doç. Dr. M. Sait REÇBER Giriş Ontoloji ‘varlık bilim’ anlamında olup ‘varlık’ meselesini doğrudan doğruya incelemektedir. Aristotales (M.Ö. 384-322)’in ifadesiyle ‘varlık olarak varlık’ı inceleyen bilimdir.’ Ona göre ‘Varlık nedir? ile Cevher nedir?’ sorusu aynıdır. Ontolojiyi geleneksel olarak ****fizikten ayırmak mümkün değildir. Tartışmalı olsa da, Aristotales’e göre ilk cevherin Tanrı olduğunu düşünürsek bu durumda ‘teoloji’ ile ‘varlık’ araştırmasını konu eden bilimi birbirinden ayıramayız. Varlık ve Kategorileri Varlık nedir? sorusu farklı iki düzlemde ele alınabilir: - Varlık’ı var olanlardan bağımsız olarak tanımlamak (İçlemsel tanımlama) - Varlık’ı var olanlara bağlı olarak tanımlamak. (Kaplamsal tanımlama) Örneğin, İnsan nedir? sorusuna ‘Akıllı canlıdır’ dersek ‘içlemsel’ olarak; bütün insanların kümesiyle tanımlarsak ‘kaplamsal’ olarak tanımlamış oluruz. Varlık nedir? sorusunu ‘varlık varlıktır’ ya da ‘varlık var olmaktır’ şeklinde bir tanımlamadan öteye gidemiyoruz. Varlık nedir? sorusunu ‘insan nedir?’ sorusu gibi tanımlayamamızın nedeni; varlıkın bir cins ve ayrımının (fasl) bulunmamasıdır. Nitekim İbn Sina da ‘varlık’ kavramının ancak kendisiyle en açık bir şekilde tanımlanabileceğini söylemiştir. Örneğin, “Dünya vardır, insan vardır, akıl vardır, duygu vardır, 5’ten büyük sayılar vardır, değerler vardır, geometrik şekiller vardır, Tanrı vardır…” önermelerinin konuları arasında ‘varlık’ açısından bir ortaklık olmadığı için varlığın ne olduğunu bize pek açıklayamayacaktır Bu varlıkları ‘maddi ve maddi olmayan’ (somut ve soyut), ‘zihinsel ve zihinsel olmayan’, ‘gerçek ve kurgusal’ gibi sınıflamak gerekli olmakla birlikte hepsinin bir şekilde (düzlemde) varolduğu düşünülebilir. Felsefe tarihinde Parmanides (d.M.Ö. 514) varlığı kendi başına var olan, değişmeyen ve bölünmeyen bir varlık olarak görenlerin başında gelir. Ona göre; “Varlık vardır, yokluk yoktur. Dolayısıyla sadece bir tek şey vardır, o da Varlık’tır.” Kant (1724-1804)’a göre de ‘varlık’ kavramı gerçek bir yüklem olamaz. ‘x vardır’ şeklindeki bir önermede ‘vardır’ yüklemi x konusunda bir şey eklemez. Ona göre bir şeye ‘vardır’ yüklemini eklemekle ona yeni bir şey eklemiş olmayız. Aynı şekilde Tanrı’nın varlığını kabul edip sıfatlarını reddetmek tutarsız olmasına karşın Tanrı’nın var olmadığını söylemek bir tutarsızlık doğurmaz. Buna karşılık ontolojik kanıtı savunan Descartes (1596-1650)’a göre; ‘dağ’ ve ‘vadi’ kavramları nasıl ki birbirinden ayrı düşünülemiyorsa aynı şekilde ‘varlık’ kavramı da Tanrı’dan ayrı düşünülemez. Ontoloji’nin temel amaçlarından biri de varlıkların temel niteliklerini ve varoluş tarzlarını incelemektir. Bir varlığı cinsine göre sıralamak bize o varlığın ne olduğunu söyleme imkanı verir. Aristotales’e göre kategoriler 10 tanedir: Cevher, nicelik, nitelik, ilişki, yer, zaman, durum, iyelik, etkinlik ve edilgenlik. Kant ise ondan farklı olarak kategorileri varlığın değil de ‘zihnin (anlığın) temel anlama kalıpları’ olduğunu düşünür ve bu kategorilerin sayısını 12’ye çıkarır. Geleneksel olarak, ‘zorunlu varlık’ “varlığı zorunlu olan, varlığının bir nedeni bulunmayan, yokluğu düşünülemeyen, varlığının yadsınması bir çelişki doğuran, varlığıyla mahiyeti birbirinden ayrılmayan” şekillerinde tanımlanmıştır. Bu tanımlamaya uygun düşen tek bir cevher veya fert vardır ki, bu Tanrı’dır. Buna karşın ‘zorunsuz varlık’ (mümkün) ise öncekinin tersine “varlığı zorunlu olmayan, yokluğu düşünülebilen, hâdis…” olarak tanımlanmıştır. Dünya, insan gibi… Bunların varolmaları da bir nedene muhtaçtır. Zorunsuz varlıklar arasında da ‘cevher (fert) olanlar’ ile ‘cevher olmayanlar’ şeklinde bir ayrıma gitmek mümkündür. Başlangıcı olan (hadis) her şey zorunsuzdur; zorunlu olan bir şeyin de başlangıcı olamaz. Tümeller ve Tikeller Varlık felsefesinin geleneksel konularından birisi tümeller sorunudur. Bu sorunu felsefe tarihinde gündeme getiren ilk filozof olan Platon’a göre, tümeller; “dilden ve zihinden bağımsız birşekilde varolan, ezeli ve değişmez olan idelerdir. İdeler dünyası gerçek dünya olup, gerçek bilgi de idelerin bilgisidir. Duyu verilerimize konu olan varlıklar sadece bunların birer kopyasıdırlar.” Platon’un öğrencisi Aristoteles’e göre ise, tümeller tecrübemize konu olan tikel varlıklardan bağımsız değildir, ancak onlarla ve onlarda varolabilirler. Bu yüzden, tümeller konusunda hem Platon’cu hem de Aritotelesci bir realizm (gerçekçilik)den söz edilebilir. Çünkü her ikisi de tümellerin dilden ve zihinden bağımsız bir şekilde varlığını kabul etmektedir. Ancak Platon için tümel varlıklar olan ideler kendi başlarına tikel varlıklardan bağımsız birer (soyut) varlığa sahip iken, Aristoteles için böyle değildir. Bu sebeble tümeller konusunda Platon’un görüşünü ‘aşkın realizm’, Aristoteles’in görüşünü ise ‘içkin realizm’ olarak adlandırmak mümkündür. Ancak, tümellerin ontolojik statüsü konusundaki görüşleri ana çizgileriyle ‘realist’ (Platon’cu) ve ‘nominalist’ (antirealist) yaklaşımlar şeklinde sınıflamak uygundur. Platon ve Aristoteles’in tümeller konusundaki görüşleri Orta Çağ’da çokça tartışılmıştır. Tümeller konusunda Farabi ve İbn Sina gibi müslüman filozofların görüşlerini doğrudan bu iki yaklaşımdan birisiyle özdeşleştirmek zordur. Onlara göre, tümeller hem Tanrı’da (Tanrı’nın bilgisinde), hem dış dünyadaki varlıklarda, hem de (bu varlıklardan) soyutlanmış bir şekilde insan zihninde bulunduğunu dikkate aldığımızda hem bu realizmi hem de kavramsalcılığı gerekli kılacak, nominalizmi ise dışarıda bırakacaktır. Tümeller konusundaki anti-realist yaklaşımların en önde gelen tipik biçimi ‘nominalizm’ (adcılık)dir. Orta Çağda ‘Ockham’ tarafından ileri sürülen, çağdaş felsefede de ampirist filozoflar tarafından benimsenen bu yaklaşıma göre; tümeller adlardan başka bir şey değildir. Orta Çağda tümeller konusunda bir diğer görüş de ‘Abelard’ tarafından savunulan ‘kavramsalcılık’tır. Abelard’a göre, tümeller kavramlardan başka şeyler değildir. Kavramsalcılık da, nominalizm gibi, tümellerin dilden veya zihinden bağımsız varlıklarını kabul etmemektedir. Buna göre, gerçekten varolan şeyler sadece tikel varlıklardır. Genel terimler olan tümeller ise gerçekte dilsel varlıklar olan adlardan ya da zihinsel varlıklar olan kavramlardan başka şeyler değildirler. Özet olarak; Orta Çağda büyük tartışmalara ve çekişmelere neden olan tümeller sorunu konusunda belli başlı üç yaklaşımdan söz edilebilir: 1. Realizm (gerçekçilik) : Tümellerin gerçek varlığını, 2. Nominalizm (adcılık) : Tümellerin dilsel varlıklar olduğunu, 3. Kavramsalcılık (konseptüalism):Tümellerin zihinsel varlıklar olduğunu ileri sürer. Cevher ve Nitelik Tümeli tikelden ayıran en önemli nokta tümelin genelllik (ortaklık), tikelin ise özellik (ortak olmayan) niteliğine sahip olmasıdır. Yani tümel tabiatı gereği birden fazla varlığa yüklem olabildiği halde bir tikel herhangi bir varlığa yüklem olamaz. Öyleyse tümelleri nitelikler (sıfatlar), tikelleri ise cevherler olarak düşünebiliriz. Descartes(1596-1650) cevheri ‘yaratıcı cevher’ ve ‘yaratılan cevher’ olarak ikiye ayırmıştır. O “Tanrı’yı yaratılmamış, sonsuz, bütün varlıkların kendisine dayandığı cevher olarak görürken; ruhu ise yaratılmış, maddi olmayan cevher olarak görmüştür.” İnsan bedeni gibi diğer maddi varlıkları da yaratılmış maddi cevher olduğunu savunmuştur. Spinoza(1632-1677) ise Tanrı ve evreni, sonsuz niteliklere sahip kendi başına var olan bir tek cevher olarak düşünmüştür. Aristotales ve onu takip eden Skolastik Filozoflar cevher’i bütün olarak var olan tek tek varlıklar için kullanmıştır. Örneğin; ‘Masa beyazdır’ denildiği zaman masa ne beyazlıkla ne yuvarlaklıkla ne de sertlikle özdeştir. Masa bu niteliklere sadece sahip bulunmaktadır. Bu ve benzeri önermelerde konu ile yüklem ayrımını esas aldığımızda bu önermelere gereken anlamı verebilmek için sözkonusu nitelikleri kendisine yüklemlediğimiz mantıksal bir konu (özne) bulunmalıdır. Bu da masaya sözkonusu nitelikleri atfeden yüklemlerin konusudur ki ‘cevher’ ile kastedilen çoğunlukla budur. O halde cevher ve nitelik konusunda iki temel yaklaşım söz konusudur: 1- Cevherci görüş: Bir varlığın hem nitelikleri ve hem de niteliklerinden bütünüyle soyutlanabilen bir cevheri vardır. Modern felsefede Locke’un savunduğu bu anlayışa göre ‘cevher (substratum)’ dediğimiz şey nitelikleriyle birlikte mevcut bulunan tikel bir varlık değil, tikel bir varlığın bütün niteliklerini o varlıkta biraraya getiren ontolojik bir unsurdur. 2- Öbekçi görüş: Locke’tan sonraki ampirist filozoflar sıradan varlıkların niteliklerinin toplamından başka bir şey olmadıkları görüşünü savunmuşlardır. Bir başka ifadeyle, tikel bir varlık onu oluşturan nitelikler öbeğiyle özdeştir. Bir cevher ve niteliklerinden söz ederken, buradaki cevher, niteliklerden bağımsız bir şey değildir. Öbekçi kuramın karşı karşıya kaldığı önemli sorunların başında aynı niteliklere sahip x ve y gibi iki farklı varlığın olamayacağı itirazı gelmektedir. Tartışmalı da olsa, bu itiraza göre, birbirinden farklı iki şey (tikel) birbiriyle bütünüyle aynı olan niteliklere sahip olamazlar, çünkü bu durumda x ve y farklı şeyler değil, aynı şeyler olacaktır. Öz ve özdeşlik Özcülük olarak adlandırılan Aristotalesçi yaklaşıma göre bir varlığın kendi olarak var olabilmesi için özsel niteliklere sahip olması gerekir. Örneğin, bir insanın canlı ve akıllı olması onun özsel nitelikleri olduğu için bu nitelikler olmadan insan olamaz. Buna karşın insanın iki ayaklı ve kanaatsiz olması onun ilintisel nitelikleri olduğu için bir varlık bu nitelikleri kaybettiğizaman insan olmaktan çıkmaz. Bir varlığın özsel niteliklerinin toplamı o varlığın bağlı bulunduğu türün (ortak) niteliklerinden başka bir şey değildir. Bir şeyin mahiyeti ile o şeyin varlığı arasındaki ayrım İslam Felsefesi’nde daha daha da belirginleşmiştir. Hatta Aristotales’in düşüncesinde zımnen bulunduğu düşünülen varlık / mahiyet ayrımı ilk defa Farabi’de açıkça ifadesini bulmuştur. Bu ayrım hem Farabi hem de İbn Sina’nın ****fiziksel düşüncesinde hayati bir öneme sahiptir. Ancak her varlığa bir takım özsel nitelikler atfeden özcülüğe özellikle günümüz felsefesinde, bir çok eleştiri yöneltilmiştir. Bunların önemli bir kısmı Quine’den gelmektedir: “Özcülüğün dayandığı zorunlu ve mümkün gibi modal kavramların referanslarının saydam olmadığıdır.” der. Bir varlığı diğer varlıktan ayıran şeye o varlığın ‘bireysel özü’ denir. Bazı felsefeciler buna ‘bu’luk demiştir. Bir varlığın bu’luk (thisness haecceity)’u, o varlığın başka bir varlıkla paylaşmadığı kendi kendisiyle özdeş olma niteliğidir. Bu görüşü savunan Adams’a göre bir varlığın ne’liğini değil, kimliğini ifade eden bir niteliktir. İnsanın ruh ve bedenden oluştuğu ve hatta özünün bedenden ziyade ruhu olduğu en azından Platon’a kadar geri götürülebilecek bir düşüncedir. Platon’a göre; “Ruh en çok ilahi, ölümsüz, akledilebilir, tek biçimli, çözülmeyen ve her zaman istikrarlı olana benzer; halbuki beden en çok insan olana, ölümlü çok biçimli, makul olmayan, çözülebilen ve asla istikrarlı olmayana benzer.” Aslında ruh ve beden arasındaki bu temel farklılıklar ‘düalizm’ (ruh ve beden ikiciliğin)’in dayandığı en temel gerekçelerin başında gelir. Nitekim modern felsefede de Descartes de aynı noktaya değinir: İnsanın özü, tabiatı düşünmek olan ve yer kaplamayan ruhu iken; bedeni yer kaplamayan ve kişinin onsuz da varlığını sürdürebileceği bir şeydir. Hume (1711-1776)’ye göre insan benliğinin referansı kendi başına var olan basit ve bölünmez bir cevher olan ruh değil, bir algılar öbeğidir. O “…Kendimi hiçbir zaman asla algısız yakalamam” der. Onun bu düşüncesi değişik açılardan eleştirilmiştir. Görünüş ve Gerçeklik Varlığı tanımada önemli bir yeri olan duyu ve akıl arasındaki ayrım görünüş ve gerçeklik arasındaki ayrıma kaynaklık etmiştir. - Bu ayrımın temeli İlkçağ Filozofu Parmanides’e kadar dayanır. O duyuları bütün yanılgıların ve yanlışların kaynağı olarak görür ve hakikate ancak akıl yoluyla erişilebileceğini düşünür. - Yine İlkçağ Filozofu olan Heraklitus (d M.Ö. 535) onun tersine ‘oluş ve değişim’i esas, ‘varlık ve değişmezliği’ bir yanılgıolarak görmüştür. - Bu ayrımı daha sonra Platon sürdürmüş ve o ‘ruhun gözü’ olarak adlandırdığı şeyi bedensel on bin gözden daha önemli saymıştır. İdealizm: Varlığın veya varolduğu düşünülen her şeyin bir şekilde zihinsel olduğunu savunan görüştür. - İdealizm epistemolojik temellidir ve en tipik örneği Berkeley (1685-1753)’dir. Örneğin, karşımızda duran bir ağaç hakkında bildiğimiz her şey, ona ilişkin duyu verilerimizdir, yani algılarımızdır. O buradan ünlü ‘varlık duyumlanmış olmaktır’ sonucuna varır. Yine ona göre tarafımızdan duyumlanmayan bir varlık yoktur. Biz algılamasak da bütün varlıkları her zaman algılayan bir zihin (Tanrı’nın zihni) vardır. - Maddeye zihinsel gerçeklikten başka bir gerçeklik atfetmeyen idealizmin bir diğer savunucusu Leibniz (1646-1716)’dir. Ona göre madde basit manevi varlıklar olan ‘monadlar’ın (zihinlerin) bir toplamından başka bir şey değildir. Modern felsefede ‘fenomen ve numen’ (görünen ve görünmeyen) ayrımını Kant yerleştirmiştir. Ona göre bizim varlıklar hakkındaki tasavvurlarımız hiçbir zaman onların kendindeki durumlarına değil, görünümlerine aittir. Algılarımızın ‘a priori’ olan zaman ve mekan sezgileri ile zihnimizin kategorileri tarafından şekillendiğini öngören bu yaklaşıma ‘aşkın (transandantal) idealizm’ denilir. Kant’ın bu bu sezgileri Alman idealizminin gelişmesine önayak olmuş ve Hegel’de doruğa ulaşmıştır. Hegel görüşünü mutlak idealizm olarak adlandırır ve bu görüşü ‘kavram ile tecrübe’, ‘görünen ile görünmeyen’ arasındaki temel ayrımları sentezleyerek ortadan kaldırır. Mutlak ruhun tabiatı akıl olduğu için Kant’tan bütünüyle farklı olan Hegel’e göre akıl ile gerçeklik arasında ontolojik bir ayrıma gidilmez: ‘Her akli olan gerçek, her gerçek olan aklidir.’ Descartes’e göre; “Hiç kimse Tanrı’nın varlığını var saymadıkça dış dünyadaki varlıklara ilişkin şüphesini yenemez. Tanrı bizi aldatmadıkça, dış gerçeklik bize var görünüyor ise vardır veTanrı’nın bizi aldatması imkansızdır. Çünkü bir eksiklik olan ‘hile ve aldatma’ bütün mükemmelliklere sahip olan Tanrı için söz konusu olamaz.” Realizm (gerçekçilik) ise idealizmin karşısında olup; gerçekliğin zihnimizden, düşüncelerimizden bağımsız olarak varolduğu noktasına dayanır. Realizmin en belirgin özelliklerinden birisi ‘doğruluk anlayışı’dır. Doğruluk bir şeydir, bizim onu bilmemiz başka bir şeydir.
__________________ Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır. |
20 Ekim 2013, 12:43 | Mesaj No:3 |
Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Cevap:FELSEFE 5.ÜNİTE 5.ÜNİTE TARİH FELSEFESİ Tarih felsefesi, bugün felsefî disiplinlerin en önemlilerinden birisidir. “Tarih Felsefesi” adını ilk kullanan Hegel’dir; fakat Hegel’den önce de, tarih felsefesi yapanlar vardır; bunların ilki ünlü müslüman düşünür İbn Haldûn’dur; ona bu disiplinin kurucusu olarak bakılmaktadır. Tarih felsefesinin çeşitli tanımları verilmiştir. Genel olarak, tarih felsefesi tarih kavramının hem zaman bakımından hem de zamanda olan tarihî olay dediğimiz olgunun tabiatını inceleyen, olaylar arasındaki nedensellik zincirini sebepleri ve sonuçlarıyla ortaya koyan, tarihsel olanın ne veya kim olduğunu belirleyen ve tarihçilerin ve filozofların tarih anlayışlarının felsefî yorumunu yapan bir disiplindir. Tarih, daha önceleri Aristo ve benzer filozofların ilim anlayışı gereği bir ilim sayılmıyordu; tarihe kronolojik olarak yapılmış olayların rivâyeti olarak bakılıyordu. Tarihî olaylara aynısıyla tekrarlanmayan ve konusu sürekli değişken olgular olarak bakılıyordu; Aristo ve filozoflar ilimde değişmezlik ilkesini arıyorlardı. Bîrûnî ve İbn Miskeveyh gibi Müslüman bilginler tarihte, olgusal olarak değişen şeyler yanında değişmeyen ilkelerin de olduğu yönündeki tespitleriyle tarihi bir ilim olarak kurmada ilk adımı atan kimselerdir. Daha sonra İbn Haldûn “el-Mukaddime” adlı eserinde tarihteki değişkenlik ve değişmezlik ilkelerini tam bir tespitle tarihe ilim olma hüviyetini kazandırmıştır. Tarihi bir kültür ve beşerî ilimler denen sosyoloji, iktisat gibi ilimlerin temeli olarak ilk defa vaz etmiştir. İbn Haldûn’dan sonra, onun etkisiyle hem Doğu’da hem de Batı’da tarihe önemli bir ilim olarak bakılmaya başlanmıştır. Tarih felsefesinin en önemli meselesi, tarihi yapanın, kim veya ne olduğunun tespiti meselesidir. İnsanlık tarihine bakıldığında tarihin fâili konusunda farklı tarih anlayışları olmuştur. Bunları şöyle özetleyebiliriz. Tarih veya zaman merkezli tarih anlayışı: Tarihi ve zamanı ilâhlaştırma ve şahıslaştıran, bütün tarih olaylarının kaynağı olarak ezelî bir zamanı gören tarih anlayışıdır. Bu anlayış belki de tarih anlayışlarının en eskilerinden birisidir. Hindlilerin, bazı Romalı ve Yunan tarihçilerinin, döngüsel tarih anlayışı ile İslâm dünyasında “Dehrîler” olarak anılan İslâm öncesi Orta Doğu’da varlığı bilinen kimselerin tarih anlayışları, tarih merkezli anlayışın örnekleridir. Dolayısıyla tarihi tarih yapan, belirli devirlerle aynen tekrar eden tarihin kendisidir. Bu tarih anlayışı zaman merkezli bir kaderciliktir. Çağımızda ünlü Alman filozofu Nietzsche gibi kimseler “Ezelî Döngü” düşüncesiyle bu anlayışa katılmışlardır. Nihayi olarak, tarihin tarihten başka bir amacının olmadığını anlatan bu anlayış başta Nietzsche olmak üzere böyle düşünenleri Nihilizme (Hiççiliğe) götürmüştür. Tanrı merkezli tarih anlayışı: Bu hıristiyan dogması teslisin (üçleme) bir tarih anlayışı olarak, Aziz Augustine’den Hegel’e batılı birçok düşünürün tarih anlayışıdır. Tarihin fâili Tanrı’dır; insan onun gerçek fâili değildir. Zira teslisin üçüncü tanrısı, Kutsal Ruh sürekli olarak insanlarda tecelli eder ve insanları yapmaya, etmeye ve düşünmeye sevk eder. Dolayısıyla tarih, Tanrı’nın sürekli olarak tecellisidir. Teslisin ikinci tanrısı, Oğul Tanrı İsâ, Tanrı’nın bu anlamda çok özel bir tecellisi ve zamanlaşmasıdır. İsâ’nın zuhuru ile tarih keyfiyet olarak ilerlese de, kemiyet olarak sona doğru hareket etmektedir. Ancak tarihte asıl rolü Tanrı oynuyorsa da Deccâl veya Şeytan gibi insanları kötü fiillere sevk eden ikincil bir fâil vardır; o gerçek fâil olmamakla birlikte insanın aldanmışlığı ve ilk günahı yüzünden ona uymakla insan kötü tarih de yapmaktadır. Fakat tarihin sonunda iyi tarih, kötü tarihi yok ederek tarihin sonu gelecektir. İnsan merkezli tarih anlayışı: Aydınlanma devrinden beri ortaya çıkan üçüncü bir tarih anlayışı insan merkezli tarih anlayışıdır. Tarihin gerçek kaynağını ve fâilini insan olarak gören bu anlayış içerisinde teferruatta birbirinden farklı tarih anlayışları vardır. Bunların en önemlileri, A. Comte’un pozitivist tarih anlayışı, K. Marx’ın tarihî materyalizmi, Dilthey’in tarihçi tarih anlayışı, Toynbee ve Gustave Le Bon’un realist (olgusalcı) tarih anlayışıdır. Hakikat merkezli tarih anlayışı: İlâhî vahyin öğretisini ve insan aklının ortaya çıkardığı doğru bilgiyi merkeze alarak geliştirilen tarih anlayışıdır. Bu anlayış, Bîrûnî’den İbn Haldûn’a genelde müslüman filozoflar ve tarihçilerin anlayışını temsil eder. Burada hakikat öğretisi esastır; tarihin kaynağı öğretidir; fâili ise, insandır. Tanrı tarihe gönderdiği din ve peygamber ile müdahale etmekle birlikte, doğrudan olayların fâili değildir. Müslümanların tarih anlayışlarının oluşumunda hiç şüphesiz bizzat Kur’an’da geçmiş milletlere ait anlatılan “Kıssalar”ın payı büyüktür. Tarih felsefesinin başka önemli bir meselesi de, tarihî olayların tabiatının ne ve nasıl olduğuyla ilgili olaylar arasındaki ilişkiler ve ilişkilerin niteliği meselesidir. Doğa olayları gibi tarihî olaylarda da sebep-sonuç ilişkisini zorunlu gören tarih anlayışları deterministtir. Tarihin kaynağını ve fâilini farklı olarak da görseler, İbn Haldûn’dan, Toynbee, Marx ve Gustave Le Bon’a kadar birçok düşünür nedensellik ilkesi açısından determinist anlayışına sahiptirler. Tarihin kaynağını, fâilini ve amacını sadece Tanrı kabul eden, Augustine’den Hegel’e birçok hıristiyan düşünürlerin tarih anlayışları yazgıcı tarih anlayışıdır. Yazgıcı tarih anlayışında da bir çeşit determinizm vardır; fakat bu determinizm, nedensellik ilkesinden değil, Tanrı’nın iradesinden kaynaklanmaktadır. Tesadüfçü tarih anlayışı, Dilthey gibi tarihçi ve genelde hermenötikçilerin tarih anlayışlarında olayların tabiatı ve ilişkileri tesadüfle açıklanmaktadır. Tarihî olayların evrensel doğruları ve hakikatleri yoktur; hakikati insan düşlediği için tarih bu düşleri gerçekleştirmek için yapılır. Hakikatlerin kendileri değişken düşünüldüğünden, baskın olabilen hakikat tarihe damgasını vurur. Ancak düşlenen hakikatlerden birisinin veya bazılarının baskın hakikat olarak bir devrin tarihini oluşturması tamamen tesadüflerin bir araya gelmesiyle olmaktadır. Kısaca tarihi oluşturacak insan düşünceleri hakikatler olarak tesadüfen gerçekleşme imkânı bulmaktadır. Hakikat merkezli tarih anlayışında ise, olayların tabiatını ve aralarındaki ilişkileri imkân ve ihtimal ilkesi ile açıklamaktadır. Tarihî olaylar arasında nedensellik olsa da, nedenle sonuç arasındaki zorunlu bir ilişki olmadığından, varolup olmama da imkân ve ihtimal dahilindedirler; onların imkâniyeti, tesadüflük değildir. Çünkü, doğrudan olayların fâili olmasa da onların olup olmama imkânı Allah’a aittir. Tarih felsefecileri içerisinde tarih felsefesi tarihi açısından en önemli düşünür olarak İbn Haldûn’u ve Hegel’i görüyoruz. İbn Haldûn bütün beşerî ilim ve kültür anlayışını tarih felsefesine dayandırır. Hegel’in de başta siyaset ve hukuk felsefeleri olmak üzere bütün felsefesini tarih anlayışı üzerine dayandırır.
__________________ Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır. |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Atauzem felsefe tarihi özetleri 1-14 | EyMeN&TaLhA | Erzurum Atatürk İlitam | 15 | 25 Şubat 2019 20:51 |
İNUZEM felsefe tarihi özetleri (tüm haftalar) | Medineweb | MALATYA İNÖNÜ İlitam | 14 | 12 Ocak 2019 14:49 |
OMÜ İLİTAM felsefe tarihi 1-6.ünite özetleri | EyMeN&TaLhA | SAMSUN OMÜ İlitam | 5 | 11Haziran 2015 11:54 |
Atauzem felsefe tarihi 1-4.ünite özetleri | EyMeN&TaLhA | Erzurum Atatürk İlitam | 3 | 05 Mart 2015 09:34 |
FELSEFE TARİHİ genel özetleri | Medine-web | Felsefe Tarihi | 0 | 22 Aralık 2013 20:43 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|