|
Konu Kimliği: Konu Sahibi MERVE DEMİR,Açılış Tarihi: 20 Ağustos 2008 (13:26), Konuya Son Cevap : 30 Aralık 2010 (18:22). Konuya 56 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
23 Eylül 2008, 01:12 | Mesaj No:11 |
Durumu: Medine No : 176 Üyelik T.:
15 Eylül 2007 | Cvp: Fizilalil Kur'an Tevbe Suresi Tefsiri "Müşrikler, yapabilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler." (Bakara, 217) "Çünkü müşrikler isterler ki, silâhlarınızı ve teçhizatınızı aklınızdan çıkarırsınız da ansızın üzerinize baskın düzenlesinler." (Nisa, 102) "Müşrikler sizi ele geçirseler size düşman kesilirler, size kötü amaçla el ve dil uzatırlar, kâfir olmanızı isterler." (Mumtehine, 2) "Müşrikler, eğer size karşı üstün gelseler ne and ne de yükümlülük gözetirler." (Tevbe, 8) "Müşrikler, bir mümine karşı ne and ve ne de yükümlülük gözetirler." (Tevbe, 10) Müşriklerin tutumlarına ilişkin bu âyetleri gözden geçirdiğimizde görürüz ki, onların müslümanlara yönelik tutumları yahudiler ile hıristiyanların müslümanlar karşısındaki tutumlarının tıpatıp aynisidir, hatta bu ortak tutumu açıklayan sözleri bile aşağı yukarı biribirinin tıpkısıdır. Bu da kitap ehli ile müşriklerin müslümanlar karşısında ortak bir tutum takındıklarını kesinlikle kanıtlar. Burada dikkatlerimizden kaçmaması gereken bir nokta da şudur: Gerek kitap ehli hakkında ve gerekse müşrikler hakkındaki âyetlerde sözkonusu tutumların kesinliği ve sürekliliği vurgulanıyor. Bu tutumların geçici olmadığı, tersine devamlılık ifade ettiği kesin bir dille belirtiliyor. Meselâ müşriklerin tutumları açıklanırken şöyle buyuruluyor: "Müşrikler, yapabilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler." Bunun yanısıra kitap ehlinin müslümanlara yönelik tutumu açıklanırken de şöyle buyuruluyor: "Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ve ne de hıristiyanlar senden asla hoşlanmayacaklardır. (Bakara, 120) Bu gerçeği gözönünde bulundurduğumuzda okuduğumuz âyetleri herhangi bir yoruma tabi tutma gereğini tutmaksızın bu âyetlerin gelip geçici bir özelliğe değinmediklerini, tersine kitap ehli ve müşrikler ile aradaki ilişkilerin sürekli ve köklü tabiatını belirlediklerini açıkça anlarız. Bunun yanısıra eğer yahudiler ile hıristiyanların tutumlarında somut örneğini bulan bu ilişkilerin tarihi akışına göz gezdirirsek okuduğumuz âyetlerin, incelediğimiz bu gerçekçi ilâhi açıklamaların ne anlama geldiklerini kolayca kavrarız. Bu âyetlerde değişmez ve sürekli bir yapısal karakteristiğin vurgulandığına, gelip geçici bir durumun tanıtılmadığına kesinlikle karar veririz. Yalnız durumları farklı olan bazı yahudi ve hristiyan fertler ile kimi küçük yahudi ve hristiyan gruplar vardır. Bunlara hem Kur'ân'ın bazı âyetleri arasında hem de tarihin somut olayları içinde rastlıyoruz. Bunlar İslâm'a ve müslümanlara sempati duymuşlar, gerek Peygamberimiz'in ve gerekse bu dinin doğruluğuna inanmışlar, arkasından bu dini benimseyerek müslüman toplumun saflarına katılmışlardır. Fakat bu durumlar yukarda değindiğimiz gibi birer istisna niteliğindedirler. Bu kişisel ya da sınırlı küçük gruplara ilişkin tutumların ötesine geçtiğimizde görebildiğimiz tek realite, inatçı düşmanlıktan, ardı-arkası gelmez entrikalardan yüzyıllar boyunca hiç ateşi sönmeyen amasız bir savaştan oluşmuş bir tarih birikimidir. Meselâ yahudileri ele alalım. Kur'ân-f Kerim'in birçok sûresi bunların olumsuz tutumlarını, kirli marifetlerini, hilelerini, entrikalarını ve müslümanlara yöneltilmiş savaşlarını anlatan âyetlerle doludur. Âyetlerde anlatılan bu olumsuz tutumların somut kanıtları, pratik olaylar halinde, tarihin sayfalarına da yansımıştır. Bu olumsuz tutum İslâm'ın. Medine'de yahudilerle karşılaştığı ilk günden itibaren kendisini göstermeye başlamış ve şu ana kadar varlığını kesintisiz bir biçimde sürdürmüştür. Elinizdeki tefsir kitabının sayfaları, bu uzun tarihin olaylarını anlatmanın yeri değildir. Fakat biz burada tarih boyunca yahudilerin İslâm'a ve müslümanlara yönelttikleri amansız savaşın birkaç kilometre taşına değinmeden geçemeyeceğiz. Yahudiler, semavi bir dinin mensupları olarak gerçek bir Peygamber olduklarını bildikleri Peygamberlerimiz'i ve yine gerçek olduğunu bildikleri dinini düşünülebilecek en olumsuz bir tutumla karşılamışlardır. Onlar gerek Peygamberimiz'i ve gerekse dinini Medine'de entrikalarla, yalanlarla, müslümanlar arasına ektikleri fitne ve kuşku tohumları ile karşıladılar. Bu amaçla ustası oldukları bütün kaypak ve hilekâr yöntemleri kullandılar. Gerçek bir Peygamber olduğunu bildikleri halde Peygamberimiz'in Peygamberliği hakkında kuşku uyandırmaya çalıştılar. Münafıklara kanat gerdiler, ortalığa yaydıkları kuşkularla, asılsız söylentilerle onları desteklediler. Gerek kıble değişimi olayı sırasında gerek Peygamberimiz'in eşi Hz. Ayşe'nin uğradığı iftira olayı sırasında ve gerekse ellerine geçen ilk fırsatta yaptıkları kötülükler, takındıkları olumsuz tutumlar bu alçak hilekârlıklarının sadece birer örneğini oluşturur. İşte Bakara sûresinin, Al-i İmran sûresinin, Nisa sûresinin, Tevbe sûresinin ve daha birçok surenin yahudilere ilişkin âyetleri hep onların bu iğrenç faaliyetlerini gözler önüne sererek müslümanları uyarmak için inmiştir. Şimdi bu âyetlerin bir bölümünü birlikte okuyalım: "Onlara Allah katından elleri altındaki Tevrat'ı onaylayan bir kitap (Kur'an) gelince- ki, daha önce kâfirlere karşı zafer kazanmak istedikleri halde öteden beri bilip durdukları bu kitap kendilerine gelince- onu inkâr ettiler. Allah'ın lâneti kâfirlerin üzerinedir." "Onlar Allah'ın kendi bağışı olarak dilediği kuluna vahiy indirmesini çekemeyerek O'nun indirdiği kitabı inkâr etmekle benliklerini ne kötü şey karşılığında sattılar da katmerli gazaba uğradılar! Kâfirleri alçaltıcı bir azap beklemektedir." (Bakara sûresi: 89-90) "Onlara Allah katından ellerindeki kitabı onaylayıcı bir Peygamber gelince, kendilerine kitap verilenler bir kesimi, Allah'ın kitabını hiç bilmiyorlarmış gibi arkalarına attılar." (Bakara, 101) "İnsanlardan bazı beyinsizler `Onları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?' diyecekler. Onlara de ki; `Doğu da batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola iletir." (Bakara, 142) "Ey kitap ehli, niye göz göre göre Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz? Ey kitap ehli, niye gerçeğin üzerine batılı örtüyor ve bile bile gerçeği saklıyorsunuz?" (AI-i İmran, 70-71) "Kitap ehlinin bir kanadı dedi ki; `Müminlere indirilen mesaja günün başlangıcında inanınız, fakat günün sonunda onu reddediniz, böylece belki onlar da inançlarından dönerler." (Al-i İmran, 72) "Onların içinde öyleleri var ki, kutsal kitabı, kelimeleri ağız boşluklarında dalgalandırarak okurlar, böylece okuduklarının Allah'ın kitabından olduğunu sanmanızı sağlamaya çalışırlar. Oysa bu okudukları şeyler kitaptan değildir. `Bu Allah katındandır' derler. Oysa Allah katından değildir. Böylece bile bile Allah adına yalan söylerler." (Al-i İmran, 78) "Kitap ehli, senden kendilerine gökten kitap indirmeni isterler. Onlar vaktiyle Musa'dan bundan daha büyüğünü isteyerek `Bize Allah'ı açıkça göster' demişlerdi. Bu zalimce tutumları yüzünden kendilerini yıldırım çarpmıştı. Arkasından kendilerine açık belgeler geldikten sonra buzağıya taptılar..." (Nisa, 153) "Onlar Allah'ın nurunu ağızları ile söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, kâfirlerin hoşuna gitmese de, nurunu kesinlikle tamama erdirmek ister." (Tevbe, 32) Bunun yanısıra tarih yahudilerin, yaptıkları antlaşmaları ârdarda bozduklarının ve müslümanlara karşı kalleşçe davrandıklarının şahididir. Beni Kaynuka, Beni Nadr, Beni Kurayda ve Hayber olayları onların bu kalleşliklerinin sonucudur. Yine tarih, Ahzap savaşında yahudilerin, müşrikleri birleştirip müslümanlara saldırtmasının da şahididir. Yahudilerin bu olaydaki rolü meşhurdur. Yahudiler, o tarihten itibaren İslâm'a yönelik komplolarını hep sürdürmüşlerdir. Onlar Hz. Osman'ın öldürülmesi ve arkasından İslâm birliğinin büyük oranda sarsılması ile sonuçlanan büyük kargaşanın çıkarılmasında başrolü oynamışlardır. Onlar Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasındaki acı olayların da çıban bayı, başta gelen kışkırtıcı unsurunu oluşturmuşlardır. Bunların yanısıra hadislerin, İslâm tarihinin, ilmî ve tarihî belgeleri nakleden rivayet zincirlerinin ve tefsir araştırmalarının arasına asılsız uydurmalar karıştırma kampanyasının da baş aktörleridirler. Moğollar'ın Bağdat'a saldırarak İslâmî halifelik rejimini yıkmalarının arkasında da yahudilerin kirli parmağı vardır. Yakın tarihte ise yahudi, yeryüzünün her tarafında müslümanların başına çöken felâketin arkasındır. Modern İslâmî dirilişin öncülerini ezen her komplonun arkasında yahudiler vardır. İslâm dünyasının her tarafında bu komploları yürüten kukla rejimlerin baş koruyucusu yahudilerdir! İşte yahudilerin, İslâm karşısındaki sürekli tutumları budur. Kitap ehlinin öbür kanadını oluşturan hıristiyanların tutumuna gelince bu da ısrarlı düşmanlık ve sürekli saldırganlık açısından yahudilerden hiç de aşağı kalmaz. Bizanslılar ile eski İranlılar (persler) arasında yüzyıllarca süren derin bir düşmanlık vardı. Fakat Arap Yarımadası'nda İslâm ortaya çıkınca kilise, bu gerçek dini kendi eli ile uydurup adına "Hıristiyanlık" dediği düzmece dini için tehlike olarak gördü. Bu düzmece din, klâsik putperestliğin tortularından, kilisenin saçma doğmalarından, Hz. İsa'nın çarpıtma girişimlerinden kurtulabilmiş kimi sözlerinin kalıntılarından ve bu inanç sisteminin tarihinden oluşmuş bir karmaşa idi. İşte İslâm'ın ortaya çıkışı ile gerek Bizanslılar'ın ve gerekse eski İranlılar'ın o eski, tarihî çatışmalarını, o köklü ve kanlı düşmanlıklarını unutarak bu yeni dine karşı ortaklaşa cephe aldıklarını görürüz. Bizanslılar, yandaşları Gassaniler ile birlikte kuzeyde askerî yığınak yapmaya giriştiler. Amaçları bu yeni dinin kökünü kazımaktı. Bu hazırlıklardan bir süre önce Bizanslılarca atanan Basra valisine Peygamberimiz tarafından elçi olarak gönderilen Haris b. Umeyr Ezdi'yi öldürmüşlerdi. Müslümanlar yabancı elçilere güvenlik sağladıkları halde hıristiyanlar Peygamberimiz'in elçisini kalleşçe öldürmüşlerdi. Bu olay üzerine Peygamberimiz Zeyd b. Harise, Cafer b. Ebu Talip ve Abdullah b. Revahe'nin ortak komutasındaki bir orduyu Bizanslılar üzerine gönderdi. Her üçü de savaşta şehit olan bu komutanların yönetimindeki ordu "Muta"da Bizanslılar ile karşılaştı. Müslüman savaşçılar, karşılarında büyük bir Bizans ordusu buldular. Tarihçilerin verdikleri gibi bu ordu yüzbin kişisi Bizanslı ve yüzbin kişisi Bizanslılar'ın Şam dolaylarındaki hıristiyan arap kabilelerden olmak üzere toplam olarak ikiyüzbin kişiden oluşuyordu. İslâm ordusunun mevcudu ise üç bin savaşçıyı geçmiyordu. Bu savaş Hicri sekizinci yılın Cemaziyülevvel ayında meydana gelmişti. Sonra bu sûrenin ağırlıklı konusunu oluşturan Tebük savaşı meydana geldi. -İnşaallah ileride yeri gelince bu savaşı ayrıntılı biçimde anlatacağız.- Sonra Usame b. Zeyd komutasında Bizanslılar ile karşılaşan ordunun oluşturduğu olayla karşılaşıyoruz. Bu orduyu Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ölümüne yakın günlerde sefere hazırlamıştı. Ölümünden sonra onu raşid halife Hz. Ebu Bekir sefere gönderdi. Şam dolayları üzerine yürüyen bu ordu, oralarda bu yeni dini ortadan kaldırmak amacı ile askerî yığınak yapan Bizans güçleri ile karşılaştı. Daha sonra neler oldu? Müslümanların zaferi ile sonuçlanmış olan Yermük savaşından itibaren hıristiyanların kïn dolu kazanı, günden güne hararetini artırarak kaynamaya devam etti. Yermük zaferi Suriye, Mısır, Kuzey Afrika ve Akdeniz adalarındaki Roma İmparatorluğu'na ait müstemlekeleri kurtarmanın başlangıç noktasını, ilk adımını oluşturdu. Bütün bu fetihler zincirinin sonunda ise Endülüs'te sağlam bir İslâm üssünün temelinin atılması mümkün oldu. |
23 Eylül 2008, 01:15 | Mesaj No:12 |
Durumu: Medine No : 176 Üyelik T.:
15 Eylül 2007 | Cvp: Fizilalil Kur'an Tevbe Suresi Tefsiri "Haçlı savaşları" -ki tarihe bu adla geçmişlerdir. hıristiyan kilisesinin İslâm'a karşı giriştiği tek savaş zinciri değildi. Hıristiyanlığın İslâm'a karşı giriştiği savaşların tarihi çok daha eskilere dayanır Bu savaşlar aslında Bizanslıların eski İranlılar ile aralarındaki tarihi düşmanlığı unutmaya karar vermeleri ile başladı. Bu tarihten itibaren hıristiyanların, eski İranlıları Arap yarımadasının güneyinde müslamanlara karşı desteklediklerini görürüz. Bu hıristiyan saldırganlığı daha sonra "Muta" ve müslümanların kesin zaferi ile sonuçlanan "Yermük" savaşları ile devam etti. Daha sonraki yıllarda Endülüs'te vahşetinin ve acımasızlığının doruğuna ulaştı. Hıristiyanlar, İslâm'ın Avrupa'daki bu üssüne saldırıp orayı ele geçirdiklerinde milyonlarca müslümanlara karşı tarihte o güne kadar bir başka benzeri görülmemiş bir işkence ve soykırımı vahşetinin soğukkanlı uygulamasını gerçekleştirdiler. Ayni acımasız saldırganlık doğudaki haçlı savaşlarında da sahneye kondu. Bu tüyler ürpertici saldırganlık hiçbir endişe ve hiçbir vicdani sorumluluk tanımadı, müslümanlara karşı hiçbir antlaşma ve hiçbir insanı yükümlülük gözetmedi. Nitekim hıristiyan bir Fransız yazar olan Güstave le Bonne "Arap uygarlığı" adlı eserinin bir yerinde bu konuda şöyle diyor: "İngiliz komutan Rıcardos'un ilk işi zorluk çıkarmaksızın teslim alan üç bin müslüman esiri İslâm ordusunun karargâhı önünde öldürmek oldu. Oysa bu esirlere teslim olurlarken canlarına dokunmayacağına dair söz vermişti. Sonra ipin ucunu iyice kaçırarak yoğun öldürme ve yağmalama eylemlerine girişti. Bu durum Kudüs hıristiyanlarına karşı iyi davranmış, onlara hiçbir zarar dokundurmamış ve eline esir düşmüş olan Philip ile Arslan yürekli Ricard'a hastalıkları sırasında yiyecek ve ilâç yardımı yapmış olan soylu Selâhaddin- Eyyûbî'yi çok öfkelendirmişti." Başka bir hıristiyan yazar olan Gerogıa da aynı konuda şunları söylüyor: "Haçlılar, Kudüs'e son derece çirkin işler yaparak girmişlerdi. Bir kısım hıristiyan ziyaretçiler ele geçirdikleri köylerdeki insanları öldürüyorlardı. Acımasızlıkta o kadar ileri gittiler ki, insanların karınlarını deşerek bağırsaklarda para aramaya giriştiler! Oysa Selâhaddin-i Eyyûbî, Kudüs'ü geri alınca hristiyanlara can güvenliği verdi, yaptığı bütün antlaşmalara bağlı kaldı. Müslümanlar, düşmanlarına karşı iyi davrandılar, altlarına merhamet döşeği serdiler. Hatta Sultan'ın kardeşi olan adıl Melik esirlerden bin köleyi serbest bıraktı. Ermeni cemaate hiç ilişmedi. Kilisenin haçını ve süs eşyasını alıp götürmek üzere Patrik'e izin verdi. Kraliçenin ve prenseslerin hocalarını ziyaret etmeleri serbest kılındı." "Haçlı Savaşları"nın tarih boyunca uzayan uzun çizgisini gözden geçirmeye elinizdeki tefsir kitabının sayfaları yetmez. Biz sadece şu kadarını söylemekle yetiniyoruz: Bu savaşlar hiçbir zaman hızlarını ve etkilerini yitirmediler. Hıristiyanlar bu savaşların içerdiği saldırganlık ruhunu ve yıkım geleneğini hep sürdürmüşlerdir. Yakın yıllarda Zengibar'da olup bitenleri hatırlamamız yeterlidir. Orada müslümanlar soy kırımına uğradılar. On iki bin kişisi öldürüldü ve önce bir adaya sürülmüş olan geriye kalan dört bir kişisi denize döküldü. Hatırlayacağımız diğer bir olay Kıbrıs müslümanların başına gelen faciadır. Üstad Ali, Ali Mansur tarafından kaleme alınan "İslâm Şeriatı ve Milletlerarası Genel Hukuk" adlı eserden. Bu adanın müslüman kesimine besin maddeleri sokulmadı, su verilmedi, böylece orada kalabilen müslümanların açlıktan ve susuzluktan ölmeleri plânlandı. Bu vahşet onlara çeşitli öldürme, toplu kıyım ve sürgün eylemlerine ek olarak reva görülmüştü. Bunların yanısıra Habeşlilerin gerek Eritre'de ve gerekse Habeşistan'ın (Etopya'nın) ortasında yaşayan müslümanlara karşı işledikleri vahşilikleri hatırlamalıyız. Ayrıca Kenya'da yüz bin müslümana karşı işlenen cinayetleri düşüncemizde canlandıralım. Somalı kökenli olan bù müslümanların Somali'deki soydaşlarına katılma yönündeki isteklerinin nasıl acımasızca bastırıldığını araştıralım. Son olarak da güney Sudan'da yaşayan hıristiyanların müslüman komşularına karşı ne gibi zulümler yapma girişiminde olduklarını öğrenelim. Hıristiyanların, müslümanlara nasıl bir gözle baktıklarını öğrenmek için Avrupalı bir yazarın 1944 yılında yayınladığı bir kitaptan aşağıdaki parağrafı okumamız yeterlidir. "Biz Avrupalılar şimdiye kadar çeşitli milletlerden korktuk. Fakat tecrübelerimiz sonunda bu korkularımızın gerekçesiz olduğunu gördük. Eskiden "yahudi" tehlikesinden, "sarı ırk" tehlikesinden ve "Komünizm" tehlikesinden korkardık. Fakat bu bütün korkuların hayalimizde canlandırdığımız gibi olmadıklarını belirledik. Yahudilerin dostlarımız olduklarını gördük. Buna göre onlara yöneltilen her tür baskı inatçı bir saldırganlıktır. Sonra komünistlerin de müttefiklerimiz olduklarını yaşayarak gördük. "Sarı ırk"tan milletlere gelince onlara karşı duran büyük demokratik devletler vardır. Fakat önümüzdeki gerçek tehlike İslâm düzeninde, onun yayılma ve boyun eğdirme gücünde, onun dinamizminde gizlidir. Avrupa sömürgeciliğinin yolunu kesen tek set, İslâmdır." Hıristiyanlık dünyasının İslâm'a karşı açtığı ve günümüzde de yürüttüğü bu vahşi savaşın tarihini gözler önüne sermek için daha çok ayrıntıya girmeyi uygun görmüyoruz. Bu tefsirin daha önceki cildlerinde; bu konuya ilişkin birçok âyeti incelerken bu uzùn savaşın tabiatından, problemlerinden ve çıkmazlarından birçok kere sözetmiştik. Şimdi burada yaptığımız bu kısa özetleme ile yetinerek daha ayrıntılı bilgi edinme isteklerini yakın yıllarda yayınlanmış diğer kaynaklara havale ediyoruz. Eğer bu hızlandırılmış gözden geçirmenin sonuçları değerlendirme süzgecinden geçirirsek ve bu sonuçlara daha önce İslâm'ın evrensel kurtuluş bildirisinin özelliği hakkındaki açıklamalarımızı eklersek ve son olarak bu evrensel bildiriyi taşıyan ve onu tüm dünyaya yaymak için yola çıkan İslâm'ı hareketi ezmek amacını herşeyin üstünde tutan milletlerarası cahiliye kutbunun duyarlığını gözönünde bulundurursak açıkça görürüz ki; bu surede yeralan nihai hükümler, tüm bu gerçeklerin toplamının doğal gereği olarak ortaya çıkmışlardır, bunlar belirli bir zamanla ya da belli bir durumla sınırlanmış hükümler değildirler; Aynı zamanda bu hükümler kendilerinden geçici hükümleri hukuki anlamda yürürlükten kaldırmazlar, yani bu geçici hükümlerin inişleri sırasında varolan sosyal ve siyasi şartların benzerleri ile tekrar karşılaşıldığı takdirde bu hükümler uygulanabilir. Biz bu durumlarda ve her zaman İslâm'ın stratejisi ile, İslâm'ın uygulanmaya dönük yöntemi ile karşı karşıyayız. Bu strateji insan pratiğini değişik aşamalarda, yenilenen yöntemlerde gerçekçi biçimde karşılar. Bu surede yeralan nihaî hükümlerin o günün Arap yarımadasında varolan özel bir duruma karşılık oldukları doğrudur. Gerçekten bu hükümler Tebük savaşında somutlaşan İslâmi stratejinin hukukî alt-yapısını oluşturmuşlardır. Tebük savaşı, İslâm'ı ve müslümanları ortadan kaldırmak amacı ile Yarımada'nın kuzey sınırlarında müttefikleri ile birlikte askeri yığınak yapan Bizans güçlerini göğüslemek için plânlanmıştı. -Sözkonusu savaş, bu surenin ana eksenini oluşturur.- Fakat kitap ehlinin, müslümanlara karşı takındıkları tutum sadece belirli bir tarihi aşamanın ürünü değildi, tersine sürekli ve kalıcı bir realitenin ürünü idi. Tıpkı bunun gibi kitap ehlinin İslâm'a ve müslümanlara açtıkları savaş da sadece belirli bir tarihî dönemin ürünü değildi, tersine bu savaş şimdiye kadar hep sürdüğü gibi bundan böyle de hep sürüp gidecektir. Sona ermesinin tek şartı müslümanların dinlerinden tamamen çıkmalarıdır! Bu savaş çeşitli yöntemlerle geçmiş ve gelecek tüm tarih çağları boyunca tüm amansız, ısrarlı ve inatçı temposu ile sürmüş ve sürecektir. Bundan dolayı bu surede yeralan nihaî hükümler köklü, zaman ve yer şartları ile sınırlı olmayan, geniş kapsamlı hükümlerdir. Fakat bu hükümleri uygulamak İslâm stratejisinin, İslâm'ın uygulama yönteminin çerçevesi içinde gerçekleştirilebilir. Fakat bu hükümlerin kendileri hakkında ileri-geri konuşmadan önce sadece adları "müslüman" olan bu günkü müslüman kuşakların karamsarlık aşılayıcı pratiklerini, zayıflıklarını ve hayâl kırıklıklarını yüce Allah'ın güçlü, sağlam dinine yansıtmadan yüklemeden önce bu stratejiyi, bu uygulama yöntemini iyi kavramak gerekir. İslâm fıkhının (hukukunun) hükümleri eskiden de, şimdi de, her zaman da İslâm yöntemi uyarınca gerçekleşecek hareketin ürünüdür. Kur'ân'ın ayetleri ancak bu gerçeğin eşliğinde, ışığı altında kavranabilir. Kur'an-ın ayetlerine boşlukta asılı kalıplarmış gibi bakmakla onları İslâm yöntemine göre gerçekleşecek bir hareketlilik biçiminde algılamak arasında dağlar kadar fark vardır. Fakat "İslâm yöntemine göre gerçekleşecek bir hareketlilik" şartını kesinlikle akıldan çıkarmamak gerekir. Çünkü sözkonusu olan "hareket" mutlak anlamlı, sistem dışı bir hareket değildir. O zaman "sosyal pratik" temel faktör olarak kabul edilir. Bu sosyal pratiği meydana getiren hareket (eylem) ne olursa olsun, farketmez olur. Fakat bu sosyal pratik islami sistemin, İslâmi yöntemin ürünü olduğu takdirde fıkıh hükümlerinin temel unsuru olur. Bu kuralın ışığında kitap ehli ile müslüman toplum arasında öngörülen bu nihaî hükümleri görmek kolaylaşır. Bu kurallar İslâm'ın hareketli, pratiğe dönük, aksiyoner ve geniş kapsamlı yöntemi uyarınca pratik alanında canlı biçimde hareket ederler. |
23 Eylül 2008, 01:15 | Mesaj No:13 |
Durumu: Medine No : 176 Üyelik T.:
15 Eylül 2007 | Cvp: Fizilalil Kur'an Tevbe Suresi Tefsiri HARAMI HELAL SAYANLARLA SAVAŞ Şimdilik bu zihinleri hazırlayıcı kısa açıklama ile yetinerek bu bilginin ışığı altında sûrenin bu kesitini oluşturan âyetlerin ayrıntılı açıklamasına geçiyoruz. 29 - Allah'a ve Ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Peygamber'in haram kıldığı şeyleri haram saymayan ve gerçek dinî benimsemeyen yahudi ve hıristiyanlar ile, bunlar size boyun eğip kendi elleri ile cizye verene dek savaşınız. Bu ve bundan sonraki âyetler, zihinleri Tebük savaşına hazırlıyorlar, Bizanslılar ile yandaşları olan müşrik araplara, yani Gassanilere yöneliktirler. Çünkü burada âyetlerdè yeralan sıfatların, kendileri ile bu savaşta karşılaşılacak olan kavmin taşıdığı sıfatlar olduklarını, bu âyetlerde varolan sıfatları ile pratik bir durumun gözler önüne serildiği izlenimi alıyoruz. Bu tür yerlerde âyetlerin akışı, Kur'ân-ı Kerim'in okuyucularına hep bu izlenimi verir. Çünkü bu sıfatlar burada kitap ehli ile savaşmanın ön şartları olarak gündeme getirilmiyorlar. Bunun yerine bu sıfatlar bu kavimlerin inançlarında ve pratik hayatlarında varolan olgular olarak anılıyor, bu sıfatlar o kavimlerde savaşmaya yönelik ilâhi emrin gerekçeleri ve itici faktörleri olarak sayılıyor. Buna göre hangi toplumun inancı ve pratik hayatı âyette sözü edilen kavimlerin inançları ve hayat tarzları gibi olursa buradaki hüküm onlar için de aynen geçerli olur. Âyette bu sıfatlar şöyle belirleniyor. 1- Bu kavimler, Allah'a ve Ahiret gününe inanmazlar. 2- Allah'ın ve Peygamber'in haram kıldığı şeyleri haram saymazlar. 3- Gerçek dinî benimsemezler. Daha sonraki âyetlerde ise bu kavimlerin nasıl Allah'a ve Ahiret gününe inanmadıkları, nasıl Allah'ın ve din haram kıldığı şeyleri. haram saymadıkları ve nasıl gerçek dinî benimsememiş kabul edildikleri açıklanıyor. Bu hükümler şu gerekçelere dayanıyorlar: 1- Yahudiler "Uzeyr, Allah'ın oğludur" ve hıristiyanlar "Mesih (İsa), Allah'ın oğludur" diyorlar. Onların bu sözleri kendilerinden önce gelip-geçen puta tapıcı kâfirlerin sözlerine benziyor. Buna göre gerek yahudiler ve gerekse hristiyanlar, eski putperest kavimler ile benzer inancı paylaşıyorlar ki, böyle bir inancın sahipleri Allah'a ve Ahiret gününe inanmamış sayılır- Böyle bir inancı savunanların nasıl Ahiret gününe inanmadıklarını mantık açısından yeri gelince anlatacağız. 2- Onlar, yüce Allah'ın dışında hahamlarını, rahiplerini ve Hz. İsa'yı ilâh edinmişlerdir. Bu inanç gerçek dine ters düşer, gerçek dinle bağdaşmaz. Gerçek dinin şartı, tek Allah'a inanmak, O'na hiç birşeyi ortak koşmamaktır. Buna göre bu inançları ile gerçek dinî benimsememiş olan müşriklerdir. 3- Onlar yüce Allah'ın nurunu (ışığını) ağızlarının soluğu ile söndürmek istiyorlar. Çünkü yüce Allah'ın dini ile savaş halindedirler. Oysa Allah'a ve Ahiret gününe inanan, gerçek dini benimsemiş olan hiç kimsenin Allah'ın dini ile savaşa girmesi asla düşünülemez. 4- Onların çoğu hahamları ve rahipleri yolsuzluk yapanlar, yani halkın mallarını gayri meşru biçimde yerler. Buna göre onlar yüce Allah'ın ve Peygamberleri'nin haram kıldığı şeyleri haram saymıyorlar demektir. Buradaki "Peygamberler"den maksat yahudiler ile hıristiyanların kendi Peygamberler'i olabileceği gibi bizim Peygamberimiz de olabilir. Kilise konsülleri Hz. İsa'nın getirdiği dini tahrif ederek Hz. İsa'nın, Allah'ın oğlu olduğunu ve "üçlü ilâh (teslis)" doğmasının geçerliliğini ortaya attıkları günden günümüze kadar geçen tarih süreci içinde bu sıfatlar hem Şam yöresi hırıstiyanları ve Bizanslılar için ve hem de diğer hıristiyanlar için geçerli olmuştur. -Gerçi çeşitli hıristiyana mezhepleri arasında birçok inanç farklılıkları vardır, ama hepsi "Üçlü ilâh (teslis)" doğmasında buluşurlar. Buna göre bu âyette dile getirilen emir geneldir, hıristiyan arapların ve hıristiyan Bizanslıların taşıdıkları bu sıfatları üzerlerinde bulunduran tüm kitap ehli ile aradaki ilişkilerin nasıl düzenlenmesi gerektiğini belirten mutlak bir kuraldır. Peygamberleri'mizin belirli bazı fertleri ve zümreleri savaş dışı tutmaya yönelik emri bu ilâhi buyruğun genellik karakteri ile çelişmez. Bilindiği gibi Peygamberimiz, müslüman savaşçılara, savaş sırasında çocuklara, yaşlılara, eli silâh tutmayan güçsüzlere ve manastır köşelerine kapanmış keşislere ilişmemelerini emretmiştir. Çünkü bunlar savaşçı değillerdi ve İslâm hangi dinden olurlarsa olsunlar, savaşçı olmayanlara saldırmayı yasaklamıştı. Fakat dikkat etmek gerekir ki, bu kişiler ve zümreler müslümanlara fiilen saldırmıyorlar gerekçesi ile Peygamberimiz tarafından savaş-dışı tutulmuyorlardı. Fakat saldırgan olmayı sağlayan özelliklerden aslında yoksun oldukları için savaş hedefleri dışında tutulmuşlardır. O halde "bu âyette sadece fiilen saldırıda bulunan hitap ehli kasdedilmiştir" diyerek aslında genel-geçerli olan bu ilâhi emre sınırlama getirmek yersizdir. -Nitekim İslâm'a yöneltilen saldırganlık suçlamasını savmaya kalkışan ruhi bozguna uğramış bazı müslümanlar böyle diyorlar- "saldırganlık" eylemi işin başında vardır. Bu da yüce Allah'ın ortaksız "ilâhlığına yönelik saldırganlıktır, buna bağlı olarak insanları yüce Allah'tan başkasına kul etmek suretiyle kulları da saldırı yöneltilmektedir. İslâm yüce Allah'ın ilâlılığını ve yeryüzünde yaşayan tüm insanların onurunu, saygın konumunu savunmak amacı ile harekete geçince cahiliye sistemlerinin direnişi, savaşı ve saldırısı ile yüzyüze gelmekten kurtulamaz. Nesnelerin doğası ile karşılaşmaktan kurtuluş yoktur. Bu âyet müslümanlara "Allah'a ve Ahiret gününe inanmayan" kitap ehli ile savaşmayı emrediyor. "Uzeyr, Allah'ın oğludur" ya da "İsa, Allah'ın oğludur" diyenlerin Allah'a inandıklarını söylemek mümkün değildir. "Allah Meryemoğlu İsa'dır" veya "Allah, üç ilâhın üçüncüsüdür" ya da "Allah, İsa'nın kılığında görünmüştür, İsa'nın kişiliğinde ete ve kemiğe bürünmüştür diyenler ve aralarındaki bir sürü görüş ayrılığına rağmen bu tür doğmaları ortaya atan kilise konsüllerinin çeşitli hurafelerini benimseyenler de bu kategoriye girerler. Bunların yanısıra "ne günah işlersek işleyelim, cehennem ateşi bize birkaç sayılı gün dışında dokunmaz, çünkü biz Allah'ın evlâtları, sevdikleriyiz O'nun tarafından seçilmiş bir halk topluluğuyuz" diyenlerin de Allah'a inandıkları söylenemez. Bunlara ek olarak "İsa ile bütünleşmekle, kutsal yemekten yemekle bütün günahların bağışlanacağını, bunun dışında başka bir bağışlanma yolunun olmadığını" iddia edenlerin, gerek ötekilerin ve gerekse berikilerin, Ahiret gününe inanan kimseler oldukları da söylenemez. Bu âyet sözünü ettiğimiz kitap ehlini "Allah'ın ve Peygamber'in haram kıldığı şeyleri haram saymazlar" diye tanımlıyor. Buradaki "Peygamber"den ister yahudilere ve hristiyanlara gönderilen Peygamberler kasdedilmiş olsun, isterse bizim Peygamberimiz kasdedilmiş olsun işin özü değişmez çünkü bunun arkasından gelen âyetler bu ifadeyi "onlar halkın malını eğri yollarla, gayri meşru yöntemlerle yerler" şeklinde açıklamıştır. İnsanların mallarını gayri meşru yollarla yemek her Peygamber'lik misyonu ve her Peygamber tarafından yasaklanmış bir eylemdir insanların mallarını gayri meşru biçimde yeme eyleminin faize dayalı alış-verişler, faizi içeren ekonomik ilişkilerdir. Oysa kilise yetkililerinin para ya da mal karşılığında "Bağışlama belgesi" satmaları aslında bir tür faize dayalı alış-veriştir! Bu da insanları Allah'ın dininden alıkoymaktan, kuvvet kullanarak bu dinin yolunu kesmekten, müminleri dinlerinden döndürme çabasından başka nedir ki? Bu davranış insanları yüce Allah'tan başkasına kul etmek, onları yüce Allah'ın indirmediği hükümlere ve yasalara boyun eğmek zorunda bırakmak değil de nedir? Bütün bu eylemler "Allah'ın ve Peygamber'in haram kıldığı şeyleri haram saymazlar" hükmünün kapsamına girer, o günün kitap ehli nasıl ki, bu niteliklerin tümünü taşıyor idi ise, bu günün kitap ehlide bu nitelikleri tümü ile taşımaktadır. Okuduğumuz yahudiler ile hıristiyanlara yönelik bir başka tanımlayıcı cümlesi "onlar gerçek dini din edinmezler" cümlesidir. Bu cümlenin ne demek istediği şimdiye kadar ki açıklamalarımızdan açıkça bellidir. Sebebine gelince yüce Allah ile birlikte bir başkasının ilâh olduğuna inanmak "gerçek din" değildir. İnsanlar arası ilişkileri yüce Allah'ın şeriatı dışında bir başka hukuk sistemine göre düzenlemek, yüce Allah dışındaki başka bir kaynaktan hüküm almak, yüce Allah'ın otoritesi dışındaki başka bir otoriteye boyun eğmek de "gerçek din" değildir. Oysa bütün bu nitelikleri hem o günün kitap ehli ve em de günümüzün kitap ehli taşımaktadırlar. Kitap ehli ile savaşmaya son vermek için âyetin koştuğu şart bu adamların müslüman olmaları değildir. Çünkü "Dinde zorlama yoktur." (Bakara, 256) Onlarla savaşmaktan el çekmenin şartı "müslümanlara boyun eğerek kendi elleri ile cizye vermeleri"dir. Bu şartın hikmeti nedir? Niye bu şart, savaşın önüne geçemeyeceği, bulunduğu yerde savaş eylemini noktalayan bir amaç sayılmıştır? Kitap ehli, sözü edilen sıfatları sebebi ile inanç ve davranış plânında yüce Allah'ın dinine yöneltilmiş somut bir savaştırlar; Ayrıca- incelediğimiz âyetlerde anlatıldığı gibi- onların inançlarında ve pratik hayatlarında somutlaşan cahiliye sistemi ile ilâhi sistem arasında varolan çatışmanın ve bağdaşmazlığın doğal sonucu olarak da kitap ehli müslüman toplumu hedef almış somut bir savaştır. Nitekim yaşanan tarihin realitesi bu çatışmanın özünü, bu bağdaşmazlığın karekterini ortaya koymuş, bu iki sistemin barış içinde bir arada yaşayamayacağını kanıtlamıştır. Çünkü kitap ehli yüce Allah'ın dininin yoluna fiilen dikilmiş, islâm tarihinin gerek bu âyetin inişinden önceki kısa döneminde ve gerekse bu âyetin inişinden itibaren günümüze kadar süren uzun yüzyıllar boyunca bu dine ve bağlılarına karşı kesintisiz bir savaş sürdürmüştür. İslâm- yeryüzünün tek gerçek dini olması sıfatı ile önüne dikilen maddi engelleri kaldırmak ve insanı gerçek dinin dışındaki düzmece dinlerin boyunduruklarından kurtarmak amacı ile mutlaka harekete geçmelidir. Yalnız herkese inancını seçme özgürlüğü tanıması şarttır. Hiç kimse ne kendisi tarafından inanç değiştirmeye zorlanacak ve sözünü ettiğimiz maddi güçlerin baskısı altında kalan kişiler herhangi bir inancın zoraki bağlıları olarak görüleceklerdir. Durum böyle olunca hem o maddi engelleri kaldırmayı ve hem de islâmı zorla benimsetmeye kalkışmamayı sağlama bağlamanın pratik yolu gerçek dinin dışındaki temellere dayanan otoritelerin nüfuzunu kırarak teslim almalarını sağlamak ve fiilen cizye vergisi vermelerini kendilerine kabul ettirerek bu teslim oluşlarını açığa vurmalarını somutlaştırmaktır. O zaman insanlığı kurtarma amacı gerçekleşmiş olur. O zaman aklı yatan her kişiye hak dini seçme özgürlüğü garantiye bağlanmış olur. Eğer adamın aklı yatmazsa eski dine bağlı kalmaya devam ederek cizye vergisi verir. Ondan bu cizye vergisini almanın birkaç amacı var. Başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz. 1- Adam cizye vermekle islâmi otoriteye teslim olduğunu, yüce Allah'ın gerçek dinine yönelik çağrıyı maddi güç kullanarak karşı koymayacağını ilân etmiş olur. 2- Adam canının, malının, ırzının ve diğer dokunulmaz temel insan haklarının savunulması için yapılacak masraflara katkıda bulunmuş olur. İslâm, cizye vererek müslümanların koruyucu kanatları altına giren gayri müslim vatandaşlarının bu haklarını ve dokunulmazlıklarını korumayı üzerine alır. Gerek dışardan ve gerekse içerden gelebilecek olan saldırılara karşı müslüman mücahidler eliyle bu hakları ve dokunulmazlıkları savunur. 3- Adam, çalışamayacak durumdaki vatandaşların geçimini ve bakımını güvenceye bağlayan islâmi devlet hazinesinin gelir fonlarına katkıda bulunmuş olur. Çünkü devlet hazinesinin bu sosyal yardım görevi, gayri müslim vatandaşları da kapsamına alır, onlar ile zekât vermekle görevli müslümanlar arasında ayının yapmaz. Şimdi bu konuda şu tür fıkhi tartışmalara dalmak istemiyoruz. Cizye kimlerden alınır, kimlerden alınmaz? Bu verginin miktarı, oranı nedir? Nasıl ve nerelerde harcanır? Bu tartışmalara girmek istemiyoruz. Çünkü bu mesele, tümü ile, bu gün karşımızda olan, çözmek zorunda olduğumuz bir gündelik mesele değildir. Oysa bu mesele hakkında fetva vermiş olan, görüş belirtmek için ilmi çalışma yapmış olan fıkıh bilginlerinin zamanında bu konu pratik ve günceldi. Günümüzde ise bu mesele "pratik" ve "gündelik bir mesele değil "tarihi" bir meseledir. Çünkü günümüzde müslümanlar "cihad" etmiyorlar. Sebebine gelince günümüzde müslümanlar yokturlar, ortalıkta görünmüyorlar. Buna göre günümüzün çözüm bekleyen asıl meselesi, islâmı ve müslümanları "var hale getirme", "ortaya çıkarma" meselesidir. Daha önce birçok kere söylediğimiz gibi islâm sistemi gerçekçi ve ciddi bir sistemdir. Boşlukta asılı duran meseleleri tartışmaktan hoşlanmaz, pratik dünyada uygulanmayan fıkhi tartışmalara dönüştürülmeyi reddeder- çünkü pratik dünyada yüce Allah'ın şeriatına göre yönetilen, gündelik hayatını islâm fıkhına göre yönlendiren bir müslüman toplum yoktur- Bu sistem gerek kendilerini ve gerekse insanları fiilen varolmayan bu tür meselelerin tartışmaları ile oyalayanları küçümser onları "Eğer şöyle şöyle olsa acaba hükmü ne olur?" diyen konuşan "acabacılar" olarak adlandırır. Günümüze işe başlama noktası, insanların islâm mesajı ile karşılaştıkları ilk günkü başlama noktasıdır. Herşeyden önce yeryüzünün herhangi bir yöresinde bu gerçek dini benimseyen, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in, O'nun peygamberi olduğuna tanıklık eden bir grup insan olacak sonra bu insanlar sırf o Allah'a bağlanacaklar; O'nun egemenliğini, otoritesini ve yasa koyma yetkisini ortaksız olarak kabul edecekler; bu kabullerini pratik hayatta uygulayacaklar. Arkasından bu evrensel çağrının sancağını ellerine alarak tüm insanlığı kurtarmak amacı ile yeryüzünde harekete geçecekler. İşte o zaman- ve ancak o zaman- islâm toplumu ile diğer toplumlar arasındaki ilişkilere ilişkin Kur'ân âyetleri ve islâm hükümleri uygulama alanına kavuşacaklardır. İşte o zaman- ve yalnız o zaman- bu tür meselelerin tartışmalarına dalmak, bu meseleleri hükümlere bağlamaya çalışmak, islâmın fiilen karşılaştığı pratik durumlar için kanunlar koymak yerinde olur. Yoksa teorik bir dünyada boşuna nefes tüketmiş oluruz. Gerçi biz- ilke ve prensip bazında- bu âyetin tefsirine daldık. Fakat biz, bu âyet inanç sistemi meselesi ile yakından ilgili olduğu için onu açıklama çabasına giriştik. bu sınırda dururuz. Bu sınırı aşarak ayrıntılı fıkıh tartışmalarına dalmayız. Çünkü islâm sisteminin ciddiliğine, gerçekçiliğine, pratiğe dönüklüğüne ve yukarda değindiğimiz türden maskaralıklardan uzak oluşuna saygı duyuyoruz. |
23 Eylül 2008, 01:16 | Mesaj No:14 |
Durumu: Medine No : 176 Üyelik T.:
15 Eylül 2007 | Cvp: Fizilalil Kur'an Tevbe Suresi Tefsiri KAHROLSUN YAHUDİ VE HIRİSTİYANLAR 30- Yahudiler "Uzeyr, Allah'ın oğludur" dediler. Hıristiyanlar da "Mesih (İsa) Allah'ın oğludur"dediler. Bunlar, onların ağızları ile geveledikleri dayanaksız sözlerdir. Böyle demekle daha önceki kâfirlerin sözlerine özeniyorlar. Allah kahretsin onları. Nasıl gerçeklerden sapıyorlar? Yüce Allah, müslümanlara kitap ehli ile "kendi elleri ile, boyun eğerek cizye verene dek" savaşmayı emrettiği günlerde Medine'deki islâm toplumunun daha önce gerek bu sûrenin tanıtma yazısında ve gerekse sûrenin ilk kesitini oluşturan âyetlerin girişinde anlatmaya çalıştığımız- bir takım özel şartları vardı. Bu özel şartlar bu emri pekiştirmeyi, vurgulamayı, bu emri kaçınılmaz kılan sebepleri ve faktörleri aydınlatmayı, bu emir karşısında bazı vicdanlarda doğan kuşkuları ve iç engelleri bertaraf etmeyi gerektiriyorlardı. Özellikle bu emre itaat etmenin Şam dolaylarındaki Bizans orduları ile karşılaşmayı zorunlu kıldığı o günlerde bu gereklilik daha güçlü bir biçimde ağırlığını hissettiriyordu. Sebebine gelince Bizanslılar, İslâm'dan önce, arapları yıldırmışlardı, uzun yıllardan beri Yarımada'nın kuzey kesimini egemenlikleri altında tutuyorlardı. arap kabileleri arasında kuklaları vardı ve nüfuzları altındaki Gassaniler yönetimi yörede iktidarda idi. Aslında bu savaş, (Tebük savaşı) müslümanların Bizanslılara karşı girişecekleri ilk savaş değildi. Yüce Allah arapları islâm dini ile onurlandırdıktan sonra onları Bizanslılara ve Farslılara karşı koyarak şerefli bir ümmete dönüştürmüştü. Oysa islâm öncesi arapları, Bizanslılar'la ve Farslılar'la çatışmaya cesaret etmeyi düşünemeyecek derecede dağınık ve yılgın kabilelerden ibarettiler. O dönemin arapları bütün kahramanlıklarını biribirini yemekte, yağmacılıkta, kan dâvalarında, soygunlarda ve yol kesiciliklerde gösteriyorlardı! Fakat Bizans korkusunun kalıntıları halâ bazı vicdanlarda varlığını pişmemiş, soylu islâm potasında henüz yeterince kazanmamış gönüllerde bu fobinin tortuları daha da etkili idi. Üstelik müslümanlar ile Bizanslılar arasındaki en son çatışma olan "Mute" savaşı müslümanların lehine sonuçlanmamıştı. O savaşta Bizanslılar, kuklaları olan hıristiyan araplarla birlikte iki yüz bin kişi olarak tahmin edilen büyük bir orduyu cepheye sürmüşlerdi. Gerek o dönemdeki islâm toplumunun bileşiminden ve gerekse Bizans fobisinin, onlarla karşılaşma ürküntüsünün ruhlardaki kalıntılarından kaynaklanan bütün bu özel şartlara bir de savaşın kendisinin spesifik şartlarını eklemek gerekir.- İlerde anlatacağımız bazı spesifik şartlar yüzünden bu savaşa "zorluk savaşı" adı verilmişti.- Bütün bunların dışında müslümanların vicdanlarında Bizanslılar ile hıristiyan araplardan oluşmuş kuklalarının "kitap ehli" olmalarının doğurduğu kuşkular vardı. Bütün bu özel şartlar daha geniş açıklamalar yapılmasını, daha vurgulayıcı telkinlere girişilmesini gerektirmişti. Amaç bu ilâhi emrin kaçınılmazlığını zihinlere işlemek, ruhlardaki kuşkuları ve iç-engelleri bertaraf etmek, bu kaçınılmazlığın sebeplerini ve etkenlerini belirginliğe kavuşturmaktır. Bu âyette sözkonusu "kitap ehli"nin inançlarının sapık olduğu açıklanıyor, onlar tarafından savunulan bu sapık inançla gerek müşrik arapların ve gerekse puta tapıcı eski Romalıların ve diğer putperest milletlerin sapık inançları arasındaki sıkı benzerliğe dikkat çekiliyor; kutsal kitaplarının önerdiği doğru inanca bağlı kalmadıkları, buna göre onların "kitap ehli" olmalarının hiçbir anlam taşımadığı, sebebine gelince kutsal kitaplarının öğrettiği doğru inancın dayandığı temel ilkeye ters düştükleri vurgulanıyor. Bu âyette yahudilerden sözedilmesi ve onların "Uzeyr, Allah'ın oğludur" şeklindeki sapık sözlerinin gündeme getirilmesi ilginçtir. Çünkü âyetlerin asıl amacı müslümanları, Bizanslılar ile onların yandaşları olan hıristiyan araplar ile karşılaşmaya hazırlamak, yöneltmektir. Görüşümüze göre burada yahudilere değinilmesi şu iki sebepten ileri geliyor: 1- Okuduğumuz âyetin ifadesi geneldir, ehli kitapla, bunlar "Müslümanlara boyun eğerek kendi elleri ile cizye verene dek" savaşılmasına ilişkin emir geneldir. Bu yüzden bir bölüm olarak kitap ehline ilişkin bu genel emrin dayandığı inanç temelinin açıklanması gerekli görülmüş ve bu bütünlük zihinlere yerleşsin diye kitap ehlinin iki kanadından birini oluşturan yahudilere hıristiyanların yanı başında yer verilmiştir. 2- Yahudiler Medine'den Şam dolaylarına göçetmişlerdi. Bu göçler, Peygamberimizin- salât ve selâm üzerine olsun- Medine'ye gelişinden itibaren başlayıp yıllarca süren trajik yahudi-müslüman atışmalarının sonucunda meydana gelmişti. Bu acı çatışmaların arkasından Beni Kaynuka ve Beni Nadr adlı yahudi kabileleri Beni Kuray'da adındaki yahudi kabilesinin bir bölümü Şam dolaylarına sürülmüştü. Bu o demektir ki, yahudiler o günlerde İslâm'ın, Şam dolaylarına varacak yolu üzerinde bulunuyorlardı. Bu yüzden onlarda bu ilâhi emrin kapsamına alınmışlar, bu açıklamanın içeriğine katılmışlardır. Hıristiyanların "Mesîh (İsa), Allah'ın oğludur" şeklindeki sözleri meşhurdur, herkesin bildiği birşeydir. Hz. İsa'nın getirdiği gerçek dinin Saint Paul tarafından tahrif edildiği ve arkasından- ilerde anlatacağımız üzere- bu "tahrif" eyleminin Kilise konsülleri tarafından doruğa çıkarıldığı günden beri hıristiyanlar bu sapık inancı savuna gelmişlerdir. Fakat yahudilerin "Uzeyr, Allah'ın oğludur" şeklindeki sözleri yaygın değildir, günümüzde bileni yoktur. Elimizdeki tedvin edilmiş yahudi kitaplarında "Azra" başlıklı bir bölüm yeralır. Bu başlıklardaki "Azra"dan maksat "Uzeyr"dır. Bu kitaplarda Uzeyr, Tevratın yazımı sırasında emeği geçmiş uzman bir katip olarak ve kalbini "Rabb'in şeriatini aramaya adamış biri sıfatı ile övülür. Fakat Kur'ân'da bu sözün yahudilerin ağzından nakledilmesi, en azından yahudilerin bir bölümünün- özellikle Medine'li yahudilerin- bu asılsız inancı savunduklarının, bu saplantının aralarında yaygın olduğunun kesin delilidir. Kur'anı Kerim, yahudilerle ve hıristiyanlarla fiilen yüzyüze geliyor, onlarla pratik düzeyde karşılaşıyordu. Eğer onların sözlerini naklederken aslı olmayan bir sözü kendilerine mal etmiş olsa bu durum, Peygamberimizin açıkladığı ilâhi mesajlarını yalanlamaları için bir gerekçe oluşturur ve bu kozu en geniş çapta kullanmaktan geri kalmazlardı. Merhum Şeyh Reşid Rıza, "Menar" adlı tefsir kitabının onuncu cildinde (385-386. sayfalarında) "Azra'nın yahudi tarihindeki konumuna ilişkin yararlı bir özet yapmış ve bu özet bilgiye yine yararlı olan bir değerlendirme eklemiştir. Yahudilerin bu konudaki inançlarını kısaca açıklayabilmek için bu özetin ve değerlendirmenin birkaç paragrafını aynen aşağıya alıyoruz: "1903 baskılı Yahudi Ansiklopedisinde verilen bilgiye göre `Azra'nın dönemi, milli yahudi tarihinin çiçek açan ve gül kokuları saçan ilkbahar dönemidir. Eğer yahudi şeriatını getiren kişi Musa olmasaydı, (Talmud 21. Bab) Azra bu şeriatın yayıcısı (asıl metne göre `yüklenicisi' ya da `taşıyıcısı') sayılmaya lâyıktı çünkü bu şeriat sonraları unutuldu (İngilizce tercümesine göre "şeriat taşıyıcısı" deyimi, "şeriat yayıcısı" deyimine göre daha uygundur.), fakat Azra onu yeniden ortaya koydu, ihya etti. Eğer yahudilerin mucizeleri onun zamanında da göreceklerdi. Bu ansiklopedinin belirttiğine göre O, şeriata ilişkin kitapları Asur alfabesi ile yazdı. Kuşkulandığı kelimelerin üzerlerine işaret koyardı. Yahudi tarihinin başlangıcı onun zamanına dayanır. Dr. George Poust, "Kitab-ı Mukaddes sözlüğü" adlı eserinde bu konuda şöyle der; `Azra (Aun) bir yahudi kahini ve ünlü bir kitaptır. Kral "Artahaşaşta" döneminde uzun süre Babil'de kaldı. Bu kral hükümdarlığının yedinci yılında Azra'nın oldukça çok sayıda yahudiyi alıp Urşelim'e (Kudüs'e) götürmesine izin verdi. Dört ay süren bu yolculuk yaklaşık olarak M.Ö. 457 yılında gerçekleşti. Yahudi geleneğinde Azra, Musa ile İlya'nın tuttukları yerle karşılaştırılabilecek bir yer işgal eder. Onun büyük akademi kurduğunu, kutsal kitabın bölümlerini biraraya getirdiğini, eski İbrani alfabesinin yerine Keldani alfabesini geçirdiğini; "günler" "Azra" ve "Nahmıya" bölümlerini kaleme aldığını söylerler. "Azra" bölümünün 4: 6-8: 19. ve 7: 1-8 sayfaları Keldanicedir. Yahudi halkı sürgün dönüşünde Keldanice'yi, İbranice'den daha kolay anlıyordu! Ben derim ki; Yahudi tarihçiler de dahil olmak üzere bütün dünya tarihçilerinin ortak görüşlerine göre Hz. Musa'nın yazıp "emanetler sandukasına" ya da bu sandukanın yan tarafına koymuş olduğu Tevrat, Hz. Süleyman döneminden önce kayboldu; Hz. Süleyman, hükümdarlık döneminde bu sandukayı açtığında içinde sadece üzerlerinde "on öğüt"ün yazılı olduğu iki levha vardı (Bu konu ile ilgili olarak Kur'ân'da şöyle buyuruluyor: "Talut'un hükümdarlığının belirtisi, size meleklerin taşıdığı bir sandukanın gelmesidir. Bu sandukada Rabb'inizden size yönelik bir huzur ile birlikte Musa ve Harun ailelerinin geride bıraktıkları bazı önemli eşyalar vardır." -Bakara süresi, 248). Nitekim bunun böyle olduğunu "ilk krallar" bölümünde de görebilirsin. Sözü edilen Azra, Tevratı ve diğer kutsal metinleri sürgün dönüşünde Keldani alfabesi ile yahudi halkının büyük oranda unutulmuş olduğu İbranice ile karışık bir Keldanice ile yazmıştır. Yahudi tarihçiler "Azra, Tevrat'ı Allah'dan gelen vahiy ile ya da ilham ile eski orijinali gibi yazdı" derler. Onların bu iddialarını kendilerinden başka hiç bir tarihçi onaylamıyor. Bu görüşe karşı birçok itirazlar yapılmıştır. Bunlar bu konuya ilişkin kitaplarda, hatta telif eserlerde yeralmıştır. Katoliklere ait "Akılların Hazinesi" adlı kitap gibi. Aslı Fransızca olan bu kitabın on birinci ve on ikinci bölümleri, Tevrat'ın beş bölümünün Hz. Musa'dan kalma olduğuna yönelik çeşitli itirazlara ayrılmıştır. Nitekim "Azra" bölümünde (4 f. 14 sayı 21) kutsal kitabın bütün bölümlerinin Nabukadnezzar döneminde ateşte yakıldığı yazılıdır. Bu yüzden O `Ateş, şeriatını ortadan kaldırdı, artık hiç kimse neler yaptığını öğrenme imkânı bulamayacak' diye yazdı (Biz de deriz ki, en doğrusunu Kur'ân söylüyor: Kur'ân'da belirtildiğine göre geride sadece bazı kalıntılar vardır) Buna ek olarak Azra'nın ateşte yakılmış olan kutsal kitap bölümlerini, Ruh-ul Kudüs'ün vahyi ile yeniden yazdığı ve bu işte kendisine zamanının beş katibinin yardımcı olduğu belirtilir. Bundan dolayı Tartulyanus'un, aziz İrinaus'un, aziz İronimos'un, aziz Yuhanna Zehebi'nin, aziz Basilius'un ve diğer bazı azizlerin Azra'yı, yahudilerce bilinen kutsal kitap bölümlerini yeniden düzenleyen adam olarak andıklarını görürsün." |
23 Eylül 2008, 01:17 | Mesaj No:15 |
Durumu: Medine No : 176 Üyelik T.:
15 Eylül 2007 | Cvp: Fizilalil Kur'an Tevbe Suresi Tefsiri Reşid Rıza sözlerine devam ederek şöyle diyor: "Bu açıklamayı burada noktalıyoruz. Bu açıklamadan biz şu iki maksadı güdüyoruz: 1- Bütün kitap ehli (yahudiler) dinlerinin dayanağı ve kutsal kitaplarının aslı konusunda her şeylerini sözü geçen Uzeyr'e borçludurlar. 2- Bu dayanak unutkanlığın yıpratıcılığına uğramış, direkleri sallantılı bir dayanaktır. Bunu özgür düşünceli Batılı bilginler ortaya koymuşlardır (Elinizdeki tefsir kitabında "Özgür düşünceli bilginler" gibi deyimlerin Şeyh Muhammed Abduh'un ve öğrencilerinin ekolünde ne anlama geldiklerine ilişkin bir uyan yapmamız gerekir, Bu ekol tümü ile saf İslâm düşünce sistemine yabancı, Batılı sistemlerin ve düşüncelerin etkisi altında kalınıştır. Bu ekolün taraftarları sözünü ettiğimiz etkilenmenin sonucu olarak Özgür düşünceyi destekleyerek hristiyan kilisesine karşı çıkan yazarlar ile Batı demokrasisi ve özgürlükten yana olan yazarlara ve bunun yanısıra Batılı sosyal kurumlara sıcak bakarlar. Yine bu etkilenmenin doğal sonucu olarak kendi deyimleri ile "Bu düşüncelerin ve kurumların yararlı olanlarının" alınması gerektiğini savunurlar. Bu yaklaşım, Lord Crommer ve benzeri gibi hristiyan pek hoşlandıkları tehlikeli bir kaymadır! Mesele, daha derin, daha kapsamlı bir bakış açısına, İslàm sistemi ile yetinen bağımsız bir perspektife muhtaçtır.) Nitekim Ansiklopedi Britannic'de Azra'nın hayatı anlatılırken gerek kendi adını taşıyan bölümde ve gerekse "Nahmiya" bölümünde onun şeriatı yazıya geçiren kişi olduğu belirtildiği hatırlatıldıktan sonra şöyle deniyor; `Diğer bazı yeni rivayetlere göre Azra, yahudiler için sadece ateşte yakılmış olan şeriat metinlerini yeniden kaleme almamıştı, ortadan kaybolan bütün İbranice bölümleri yeniden yazıya geçirmişti, bu arada yetmiş tane yasal olmayan bölümü yeniden ortaya çıkarmıştı (Ebu Kureyf)'. Azra'ya art biyografinin yazarı sözlerini şöyle sürdürür; `Adı geçen Azra'ya ilişkin masallar, bazı tarihçiler tarafından kendilerinden kaynaklanarak yazıldığına, yazılarını kaleme alırken başka bir yazara dayanmadıklarına göre çağımızın yazarları, bu masalın sözkonusu rivayetçiler tarafından düzülmüş bir uydurma olduğu kanısındadırlar.' (Bak Ansiklopedi Britannica, 1929 tarihli on dördüncü baskı, C. 9,5.14) Kısacası, yahudiler adı geçen Azra'yı eskiden olduğu gibi günümüzde de kutsal bir kişi sayıyorlar. Hatta bazıları O'nu "Allah'ın oğlu" lakabını takmışlardır. Ona takılan bu lakap, acaba Hz. Musa. Hz. Davud ve diğer uluları için kullandıkları saygınlık belirtici anlamda mıdır, yoksa az aşağıda yer vereceğimiz filozofu "Filo'nun açıklamalarındaki anlamda mıdır, bilmiyoruz. Bu yahudi filozofu hıristiyanlık inancının kaynağını oluşturan putperest Hind felsefesine yakın düşünceleri olan bir kişidir. (Bizim görüşümüze göre bu tereddütlü ifade, bu kuşku yersizdir. Çünkü okuduğumuz Kur'ân âyeti, yahudilerin "Uzeyr, Allah'ın oğludur" biçimindeki sözleri, hıristiyanların "İsa, Allah'ın oğludur" şeklindeki sözlerinin bir benzeridir ve her ikisi de eski putperest kâfirlerin benzer sözleri ile aynı anlama gelmektedir. Bu anlam, söyleyenini gerçek dinden çıkararak kâfirler ve müşrikler arasına katan "yüce Allah'a evlâd yakıştırma" sapıklığıdır.) Tefsir bilginlerinin ortak görüşlerine göre bu sözü söyleyenler yahudilerin bir bölümüdür, hepsi değildir. Bu sözü söyleyenler Medineli yahudilerin bir bölümüdür. Bunlar hakkında yüce Allah "Yahudiler `Allah'ın eli sıkıdır' dediler. Bu sözlerinden ötürü elleri bağlansın..." buyurmuştur. (Maide, 64) Ayrıca yine Kur'ân-ı Kerim'e göre onlar, yüce Allah'ın `Kimdir o ki, Allah'a karşılıksız (güzel) borç verir de Allah da bu borcu ona kat kat fazlası ile öder.' buyruğuna (Bakara, 245) "Allah fakir, biz ise zenginiz.' biçiminde alayca bir karşılık vermiş olan kimselerdir. (Al-i İmran, 181) Belki de bu sözü onlardan önce söylemiş olan Yahudiler olmuştur da onlara ilişkin bilgi bize gelmemiştir. İbn-i İshak'ın, İbn-i Cerir'in, İbn-i Ebu Hatem'in, Ebu Şeyh'in ve İbn-i Murdeveyhin bildirdiklerine göre Abdullah b. Abbas şöyle diyor; `Selâm b. Müşküm, Numan b. Evfa, Ebu Enes, Sas b. Kays ve Malik b. Sayf adlı Medineli yahudiler bir gün peygamberimize gelerek "sana nasıl uyalım, sen bizim kıblemizi bıraktın, ayrıca Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu onaylamıyorsun" dediler. "İsa, Allah'ın oğludur" diyen bazı hıristiyanların yahudi kökenli oldukları bilinmektedir. Nitekim Hz. İsa'nın çağdaşı olan yahudi filozofu Filo "Allah'ın oğlu vardır. O O'nun somut sözüdür, varlıkları onun aracılığı ile yaratmıştır" diyor. Buna göre Peygamberimizin döneminden önce yaşamış bazı yahudilerin "Uzeyr, Allah'ın oğludur" demiş olmaları uzak bir ihtimal değildir." Kur'ân-ı Kerim'in neden yahudilerin bu sözünü, âyetlerin akışının bu noktasında naklettiği bu açıklama sayesinde ortaya çıkıyor. Amaç, kitap ehlinin bir bölümünün inanç bozukluklarının içyüzünü belirtmektir. Bu bozuk inançla ne yüce Allah'a inanmaları ve ne de gerçek dini benimsemeleri bağdaşmaz. İşte kitap ehli ile savaşma hükmüne dayanak oluşturan onlara ilişkin temel nitelik budur. Fakat onlarla savaşmanın amacı kendilerini müslümanlığı kabul etmeye zorlamak değildir, İslâm'ın önüne dikilmelerine yolaçan nüfuzlarını kırmak ve İslâm'ın otoritesine boyun eğmelerini sağlamaktır. Onlar İslâm'a boyun eğsinler ki, tek tek insanlar iradelerini sınırlayan baskıların etkisinden kurtularak ne o tarafın ve ne de bu tarafın zorlamaları altında kalmaksızın gerçek dini özgür iradesi ile seçebilsinler. Hıristiyanların "İsa, Allah'ın oğludur" ve "Allah, üç ilâhın üçüncüsüdür" şeklindeki sözleri -dediğimiz gibi- yaygındır, çoğu kimse tarafından bilinir. Bütün hıristiyan mezhepleri bu görüşleri paylaşır. Saint Paul'un, diğer semavi dinler gibi aslında Allah'ın birliği ilkesine dayanan Hz. İsa'nın mesajını tahrif ettiği günden beri bu saçma inançlar hıristiyanlarca savunula gelmiştir. Sonraları kutsal kilise konsülleri, bu tahrif işlemini doruğa erdirmiş ve Allah'ın birliği ilkesini kökünden ortadan kaldırmışlardır. Burada da Şeyh Muhammed Reşid Rıza'nın "Menar" adlı tefsirinden hıristiyan inancına ilişkin özet niteliğindeki yararlı bir bölümü nakletmekle yetineceğiz. Yazar "Teslis, Trinite" başlığı altında şunları yazıyor: "Trinite `(teslis)' hıristiyanlar arasında İlâh'ın, baba, oğul ve kutsal ruh adlarını taşıyan üç unsurun birlikteliğinden oluştuğunu ifade eden bir terimdir. Bu doğma katolik kilisesi ile doğu-ortodoks kilisesinin ve çok az bir bölümü dışında protestan kilisesinin ortak doğmalarındandır. Bu doğmanın bağlıları, onun kutsal kitabın metinlerine uygun olduğu görüşündedirler. İlâhiyat bu doğmaya eski kilise konsüllerinin öğretilerinden ve ünlü kilise sahiplerinin kitaplarından alınmış bir takım açıklamalar eklerler. Bu açıklamalar ikinci unsurun nasıl doğduğundan, üçüncü unsurun nasıl sızarak meydana çıktığından, bu üç unsur arasındaki ilişkinin türünden ve üç unsurun nitelikleri ile lâkaplarından sözederler. Kutsal kitapta Trinite (teslis) teriminin bulunmamasına, eski Ahitte (Tevrat'ta) bu doğmayı açıkça ifade eden bir kanıta rastlanmamasına rağmen eski hıristiyan yazarlar ilâhın birleşik bir varlığa sahip olduğuna işaret eden çok sayıda kutsal metni iktibas edip delil olarak göstermişlerdir. Fakat değişik biçimde yorumlanmaya elverişli olan bu metinler Teslis doğmasının kesin delilleri olarak gösterilemezler, olsa olsa Yeni Ahitte (İncil'de) yeraldığına inandıkları açık ve kesin vahye sembolik atıflarda bulunan birer işaret olarak kabul edilebilirler. Bu doğmayı isbatlamak amacı ile yeni Ahitten bu konuda iki büyük metin grubu iktibas edilmiştir. Bu metinlerden birinde baba, oğul ve kutsal ruh birarada anılmaktadır. Öbüründe ise bu unsur ayrı ayrı zikredilmekte, bunun yanısıra bazı kendilerine özgü nitelikleri ile aralarındaki ilişkileri içermektedir. İlâh'ın hangi unsurlardan oluştuğu konusundaki tartışmalar daha "Peygamber dönemi"nde başladı. Bu tartışmalar çoğunlukla heylânı ve agnostik felsefecilerin öğretilerinden kaynaklandı. Antakya patriği Teofilos, ikinci yüzyılda eski Yunanca "Tiryas" terimini kullandı. Sonraları Tartulyanus, bu sözcüğün anlam dışı olan ve teslim anlamına gelen "Trinatas" sözcüğünü kullanan ilk hıristiyan yetkili oldu. İznik konsülüne yakın günlerde bu doğma, özellikle doğuda sürekli tartışma konusu olmuştu. Kilise, bu konudaki birçok görüşün uydurma (eratikit) olduğuna karar vermiştir. Bu uydurma damgası yiyen görüşler arasında Hz. İsa'nın sadece bir insan olduğuna inanan Abyunîlerin görüşü; Baba'nın, Oğul'un ve kutsal ruhun Allah'ın kendini insanlara açıklamasına yarayan değişik kalıplar olduklarına inanan Sabililerin görüşü; Oğul'un Baba gibi ezeli olmadığına, onun evrenden önce yaratıldığına, buna göre Baba'dan daha aşağı düzeyde ve ona boyun eğmiş olduğuna inanan Aryusîlerin görüşü ve kutsal ruhun İlâhî oluşturan unsurlardan biri olduğunu reddeden Makedonyalıların görüşü de vardı. Bu konudaki kilise öğretisini ise 325 yılında toplanan İznik konsülü ile 381 yılında toplanan Kostantınıyyel (İstanbul) konsülleri belirlemişti. Bu konsüllerin kararlarına göre oğul ve kutsal ruh, İlâh'ı oluşturmada Baba'ya eşit konumdadırlar. Oğul, ezelde Baba'dan doğmuş ve kutsal ruh da Baba'dan dışarı sızmıştır. 589 yılında toplanan Tuleytula konsülü ise kutsal ruhun, Baba'nın yanısıra Oğul'dan da dışa sızmış olduğunu kararlaştırdı. Lâtin kilisesi tümüyle bu ek açıklamayı kabul ederek ona bağlandı. Fakat Yunan kilisesi ilk başlarda bu eklemeye karşı çıkmayıp suskun kalmayı tercih etmesine rağmen sonradan ona karşı delil göstererek bunun bir uydurma olduğunu ileri sürdü "Oğul'dan da.." ifadesi, hâlâ Yunan kilisesi ile Katolik kilisesinin birleşmelerini önleyen en büyük engellerden biridir. Lûter'ciler ile reformcu kiliselerin kitapları Katolik kilisesinin teslis ile ilgili doğmasını değiştirmeksizin, olduğu gibi onaylamışlardır Bununla birlikte on üçüncü yüzyıldan itibaren çok sayıda ilâhiyatçı ve susıniyaniler, Germenler, muvahhitler ve genelciler gibi bir çok yeni hıristiyan cemaat kutsal kitaba ve mantığa aykırı olduğu gerekçesi ile bu doğmaya karşı çıktılar. Sevid Teyrak ise Teslis terimini Mesih (İsa) unsurunu ifade edecek şekilde yorumlamış, onun teslis ile bilindiğini söylemiştir. Fakat bu teslis, unsurların teslisi değil, bir tek unsurun teslisi idi. Onun görüşüne göre Mesih'in doğasındaki ilâhi unsur. Baba'dır; Mesih'in ilâhi unsuru ile birleşen ruhani unsur Oğul'dur ve O'ndan dışarı sızan ilâhı unsurda kutsal ruhtur. Akılcılık (rasyonalizm) akımından Lûter'ci ve reformcu kilisileri etkilemesi ile Alman ilâhiyatçıları arasında bir süre Teslis doğmasını zayıflatmıştır Kant'a göre Baba, oğul ve kutsal ruh, İlâh'ın üç temel sıfatını temsil ederler. Bu sıfatlar güçlülük, bilgelik ve sevgi sıfatlarıdır. Ya da bu üç unsur yaratma, koruma ve denetim altında bulundurmadan oluşan üç yüce etkinliği temsil ederler. Higgıns ve Schanlıg, Teslis doğmasını hayâli bir temele oturtmaya girişmişlerdir. Son dönem Allan İlahiyatçıları da onların yolunu izleyerek Teslis doğmasını hayalilik ve ilâhilik temellerine dayanan yollarla savunmaya girişmişlerdir. Vahye dayanan bazı teologlarda yaptıkları incelemeler sonunda İznik ve Kostantanıyye (İstanbul) konsüllerinde belirlenen kilise görüşünü onaylamıyorlar. Son günlerde özellikle Sabililerin görüşlerini savunan birçok kimseler ortaya çıkmıştır." Bu kısa ve yararlı açıklamadan anlaşılıyor ki, resmi kiliselere bağlı bütün hıristiyan mezhepler ve gruplar yüce Allah'ın birliği, hiç birşeyin O'nun benzeri olmadığı ve O'nun varlığından hiç kimsenin dışarıya sızmadığı ilkelerine dayanan gerçek (hak) dine bağlı değildirler. Çoğu kere "Aryusiler" diye anılan hıristiyanların yüce Allah'ın birliği ilkesini onaylayan "muvahhitler" olduğu söylenir. Bu terimi bu şekilde kullanmak yanıltıcıdır. Çünkü sözü edilen "Aryusîler" yüce Allah'ın gerçek dinin öngördüğü anlamda Allah'ın birliğini dile getirmiyorlar, bunun yerine işin içine başka hatlar karıştırılıyorlar! Sebebine gelince bu adamlar Hz. İsa'nın yüce Allah gibi ezeli bir varlık olmadığını söylüyorlar ki: bu doğrudur. Fakat bunun yanısıra Hz. İsa'nın "oğul" olduğunu ve henüz evren yokken "Baba"dan yaratılmış olduğunu ileri sürüyorlar ki, bu saplantılar, asla gerçek anlamda yüce Allah'ın birliği ilkesinin (tevhidin) kapsamına girmezler. Yüce Allah "İsa, Allah'ın oğludur", "İsa, Allah'dır" ve "Allah, üç ilâhın üçüncüsüdür" diyenlerin kâfir olduklarına ilişkin hükmünü açıklamıştır. Buna göre ayni inanç sisteminde hem "küfür" hem de "iman" sıfatları biraraya gelemeyeceği gibi bu iki sıfat ayni kalpte de biraraya gelemez. Çünkü bunlar biribirleri ile taban tabana zıt olgulardır. Kur'an-ı Kerim'in gerek yahudilerin "Uzeyr, Allah'ın oğludur" ve gerekse hıristiyanların "İsa, Allah'ın oğludur" şeklindeki sözlerine ilişkin değerlendirmesinde yahudiler ile hıristiyanların bu sözlerinin, daha önceki dönemlerde yaşamış kâfirlerin sözlerine inançlarına ve düşüncelerine benzediklerini belirliyor. Okuyoruz. |
23 Eylül 2008, 01:18 | Mesaj No:16 |
Durumu: Medine No : 176 Üyelik T.:
15 Eylül 2007 | Cvp: Fizilalil Kur'an Tevbe Suresi Tefsiri "Bunlar onların ağızları ile geveledikleri dayanaksız sözlerdir. Böyle demekle daha önceki kâfirlerin sözlerine özeniyorlar." "Bu ifade, herşeyden önce bu sözlerin doğrudan doğruya onların ağızlarından çıktıklarını, yoksa başkalarının onlara dayandırdıkları bir yakıştırma olmadıklarını kanıtlıyor. Bu anlamı vermek için "ağızları ile" deyimi kullanılıyor, Kur'an-ı Kerim'in bilinen ifade yöntemi uyarınca objektif ve somut bir tablo gözler önüne seriliyor. Sebebine gelince adamların sözlerimin ağızlarından çıktığı belli birşeydir. Fakat burada "ağız" sözcüğünün kullanılmış olması boşuna, ya da gereksiz bir uzatma değildir. Yüce Allah'ı bu tür eylemlerden tenzih ederiz. Bu Kur'an'ın, tasvir ağırlıklı ifade yönteminin gereğidir. Bu ïfade sözün tablosunu gözler önünde canlandırıyor, ona işitiliyormuş, hatta görülüyormuş gibi bir "gerçek"likle donatıyor. Üstelik bu şekli ile bu ifade tabloyu gözler önünde canlandırma ve somutlaştırma fonksiyonun yanında başka bir açıklayıcı anlam daha taşıyor. O anlam da şudur: Bu sözün objektif dünyada, gerçekler âleminde hiçbir aslı, hiçbir dayanağı yoktur. Bu sadece ağızların gevelediği bir söz dizisidir; arkasında ne "gerçek" ve ne de "kavram kalıbı" vardır. Sonra Kur'an'ın kaynağının ilâhiliğine delil oluşturan vecizlik niteliğinin bir başka yönüne geliyoruz. Bu ilginç özellik, yüce Allah'ın şu sözünde dikkatimizi çekiyor: "Böyle demekle daha önceki kâfirlere özeniyorlar. Klâsik tefsir bilginleri âyetin bu kısmını şöyle açıklamışlardır; "Bu ilâhi ifadenin anlamı, `Yahudilerin ve hıristiyanların yüce Allah'a oğul yakıştıran sözleri, müşrik arapların, O'na kız çocuğu yakıştıran sözlerinin bir benzeridir şeklindedir." Bu açıklama doğrudur. Fakat bu ilâhı cümlenin içeriği, daha geniş boyutludur. Bu ileri boyut yakın yıllarda farkedilebildi; ancak Hind, eski Mısır ve eski Yunan putperestlerinin inançlarına ilişkin bilimsel bulgular ortaya çıktıktan sonra anlaşılabildi. Bu araştırmalar sayesinde kitap ehlinin özellikle hıristiyanların tahrifata uğramış inançlarının kaynağına inildi. Sözkonusu putperest inançlarda yeralan kimi saplantıların önce aziz "Saint Paul" eli ile, arkasından da sözde kutsal kilise konsülleri aracılığı ile hıristiyan doğmalarına sızdıkları belirlendi Eski Mısır inancında Oziris, İzis ve Ouris'den oluşan üçlü ilâh (teslis) dogması Firavunlar dönemi putperestliğinin temelini meydana getiriyordu, bu üçlü ilâh dogmasında Oziris Baba'yı ve Ouris' "Oğul"u temsil ediyordu. Hz. İsa'dan yıllarca önce İskenderiye'de okutulan teoloji (ilâhiyat) derslerinde "kelimenin (sözün), ikinci ilâh" olduğu ve "Allah'ın ilk oğlu" ünvanını taşıdığı öğretiliyordu. Hind putperestleri de üç unsurdan, ya da üç "durum"dan oluşmuş bir ilâh kavramına inanırlardı. Onlara göre asıl ilâh bu üç unsurda ya da üç halde tecelli ederdi. "Brahma" ilâhın yaratma ve yoktan varetme durumundaki, "Vişnu" koruma ve gözetme durumundaki, "Sifa" ise yoketme ve ortadan kaldırma durumundaki yansımaları (tecellileri) idi. Bu sapık inanca göre "Vişnu", "Brahma"da yoğunlaşan ilâhlıktan sızmış ve dönüşüme uğramış "oğul"du. Asurlar da "kelime"nin (sözün) kutsallığına inanırlar, ona "Merduh" adını verirlerdi. İnançlarına göre bu merduh ilâhın ilk oğlu idi! Eski Yunanlılar üç unsurlu ilâh kavramına inanırlardı. Nitekim bu üçlü ilâh doğmasının belirtisi olarak kâhinleri ilâhlara kurban keserken kesilecek hayvanın üzerine üç kere kutsal su serperler, üç kere buhurdanlıktan buhur alıp etrafa saçarlar ve yine üç kere kesim yerinde toplanan halkın üzerine kutsal su serperlerdi. İşte kilise bu putperest törenleri, arka plânlarındaki inançlarla birlikte alarak hıristiyanlığa katmış, böylece eski kâfirlerin görüşlerini taklit etmiştir. İşte Kur'ân-ı Kerim'in indiği günlerde bilinmeyen bu eski putperest inançlar "Onlar böyle demekle daha önceki kâfirlere özeniyorlar" âyeti ile birlikte gözden geçirildiklerinde kutsal kitabımızın vecizliğinin bir örneğidir. Bu örnek bize Kur'an'ın ilahi kaynaktan geldiğini ve bu yüce kitabın "Alim ve Habir olan Allah" tarafından gönderildiğinin yinelenerek duyurulmasıdır. Bu açıklama ve tesbitden sonra yüce Allah, Kitap ehlinin, kâfirlik ve müşriklik içerikli sapıklıklarının özüne ilişkin sözlerini şöyle noktalıyor. "Allah kahretsin onları! Nasıl gerçeklerden sapıyorlar?" Evet, evet... Allah kahretsin onları, canlarını alsın? Nasıl bu apaçık, bu yalın gerçeği bırakarak ne akılla ve ne de vicdanların sağduyusu ile bağdaşmayan bu karmaşık, bu içinden çıkılmaz putperest düzmecelerine sapıyorlar? |
23 Eylül 2008, 01:19 | Mesaj No:17 |
Durumu: Medine No : 176 Üyelik T.:
15 Eylül 2007 | Cvp: Fizilalil Kur'an Tevbe Suresi Tefsiri SOMUTLAŞAN SAPIKLIK Bir sonraki ayette Kitap ehlinin sapıklıklarının bir başka aşamasına, bir diğer belirtisine geçiliyor. Bu defa ele alınacak olan sapıklık sadece sözlere ve inançlara yansıyan bir sapıklık değil, bozuk inanç sistemlerine dayanan pratikte somutlaşmış bir sapıklıktır. Önce ayeti okuyalım. 31- Onlar Allah dışında hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa'yı ilah edindiler. Oysa onlara sadece tek ilaha, kendisinden başka ilah olmayan ve onların yakıştırma ortaklarından uzak olan Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti. Okuduğumuz ayet, surenin bu kesitinin doğrusal bir uzantısıdır. Bilindiği gibi surenin bu kesitinde müslümanların vicdanlarında beliren şu tür kuşkular giderilmeye çalışılıyordu; "Bu adamlar, yani yahudiler ile hristiyanlar, Kitap ehlidirler. Buna göre onlar, Allah'ın dinine bağlıdırlar." Bu kuşkulara karşılık, bu surede şu gerçeklere dikkat çekiliyor: Bu adamlar, yüce Allah'ın dinine bağlı değildirler. Bu gerçeği inançlarından sonra pratik hayatları da kanıtlıyor. Onlara tek olarak yüce Allah'a kulluk etmeleri emredildi. Oysa onlar yüce Allah'ı bir yana bırakarak hahamlarını ve rahiplerini ilah edindiler. Tıpkı Meryemoğlu İsa'yı ilah edindikleri gibi. Bu tutumları ise yüce Allah'a ortak koşmaktır, şirktir. Yüce Allah onların bu ortak koşma yakıştırmalarından münezzehtir. Buna göre onlar davranış ve pratik hayat düzeyinde gerçek dini din edinmedikleri gibi inanç ve düşünce düzeyinde de Allah'a inanmış değildirler. Kitap ehlinin hahamlarını ve rahiplerini nasıl ilah edindiklerini anlatmadan önce Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bu ayetin açıklamasına ilişkin sağlam kaynaklı sözlerine başvurmak istiyoruz. Çünkü kesin çözüm O'nun sözlerindedir. Bu ayette geçen "Ahbar" terimi, "Hebr" ya da "Hıbr" sözcüğünün çoğuludur. Bu terim "Kitap ehlinin bilginleri" -daha çok yahudi bilginleri- anlamına gelir. Yine bu ayette yeralan "Ruhban" terimi ise "rahip" sözcüğünün çoğuludur. Bu terim, "Kendini ibadete adamış, dünyadan el-etek çekmiş kişi" anlamına gelir. Rahipler normal olarak evlenmezler, başkaca bir iş tutmazlar, geçim peşinde koşmazlar. "Durr-ül Mensur" adlı kitabın bir yerinde şöyle deniyor: Tirmizi'nin, İbn-i Munzır'ın, İbn-i Ebu Hatem'in, Ebu Şeyh'in, İbn-i Murdeveyh'in, Beyhaki'nin ve diğer hadis dergilerinin bildirdiklerine göre, sahabilerden Adiyy b. Hatem şöyle diyor; "Bir gün Peygamberimizin yanına gitmiştim. O sırada Tevbe suresinin `Onlar Allah dışında hahamlarını ve rahiplerini ilah edindiler' cümlesi ile başlayan ayetini okuyordu. Ayeti bitirince bana dönerek şöyle buyurdu: "Gerçi onlar hahamlarına ve rahiplerine tapınıyorlar, ibadet etmiyorlar. Fakat bu din adamları kendilerine bir şeyi helal kılınca o şeyi helal sayıyorlar, buna karşılık din adamları bir şeyi yasaklayınca onu haram kabul ediyorlar." İbn-i Kesir tefsirinde de şöyle deniyor: İmam-ı Ahmed, Tirmizi ve İbn-i Cerir değişik kanallara dayanarak bize bu belgeyi naklediyorlar: Adiyy b. Hatem, Peygamberimizin davetini alınca, çağrısını işitince Şam'a kaçtı. Bu zat cahiliye döneminde hristiyan olmuştu. Bir ara kız kardeşi kabilesinden birkaç kişi ile birlikte müslümanlara esir düşmüş, fakat Peygamberimiz kadını bağışlayarak, serbest bırakmıştı. Kadın kardeşinin yanına dönünce onu müslüman olmaya ve Peygamberimize gidip kendisi ile görüşmeye teşvik etmişti. Bunun üzerine Medine'ye geldi. -Bu zat o sırada Tay kabilesinin şefi idi, babası da cömertliği ile ün salmış bir kişi olan Hatem Tai idi.- Peygamberimizin huzuruna vardığında boynunda gümüş bir haç vardı. O sırada Peygamberimiz `Onlar Allah'ın dışında hahamlarını ve rahiplerini ilah edindiler' cümlesi ile başlayan ayeti okuyordu. Ayet bitince bizzat kendi ifadesine göre Peygamberimize `Onlar, hahamlarına ve rahiplerine tapmıyorlar, kulluk etmiyorlar' dedi. Onun bu sözlerine Peygamberimiz şu karşılığı verdi: "Evet, ama din adamları onlara helal şeyleri yasakladılar ve haram şeyleri serbest ettiler. Onlar da din adamlarının bu hükümlerine uydular. Bu tutum, onların, din adamlarına kulluk etmeleri anlamına gelir." Tefsir bilgini Sudey, bu ayeti açıklarken şöyle der; `Onlar yüce Allah'ın kitabını arkalarına atarak din adamlarının hükümlerine başvurdular. Bundan dolayı yüce Allah bu ayetin devamında `Oysa onlara sadece tek ilaha kulluk etmeleri emredilmişti' buyuruyor. Yani o tek ilah bir şeyi haram kılınca, o şey haram sayılacak, O'nun helal ilan ettiği şeyler helal bilinecek, koyduğu yasaya uyulacak ve verdiği hüküm yürürlüğe konacaktır." Tefsir bilgini Alusi de bu ayeti şöyle açıklıyor; "Çoğu tefsir bilginlerinin görüşüne göre bu ayetteki ilah edinmekten maksat, Kitap ehlinin din adamlarını evrenin ilahları saydıkları, böyle bir inanç taşıdıkları değildir; buradaki ilah edinmekten maksat, onların din adamlarının kişisel emirlerine ve yasaklarına uymalarıdır." Gerek bu açık anlamlı ayetten, gerekse Peygamberimizin -son söz niteliğindeki- yorumundan ve gerekse eski-yeni tefsir bilginlerinin sistemine, bu dine ilişkin son derece önemli gerçekler öğreniyoruz. Bu gerçeklere, aşağıda kısaca değinmek istiyoruz: 1- İbadet, yasal hükümlerde Kur'an'ın ayetlerin ve Peygamberimizin bu ayetlere ilişkin açıklamalarına uymak demektir. Yahudiler ile hristiyanlar, hahamları ile rahiplerinin ilah olduklarına inanmak, onlara ibadet amaçlı hareketler sunmak anlamında bu din adamlarını ilah edinmiş değillerdi. Buna rağmen yüce Allah, bu ayette onların müşrik olduklarına, bir sonraki ayette de kâfir olduklarına hükmetmiştir. Bu hükmün tek gerekçesi, onların din adamlarını yasa koyma mercii olarak kabul etmeleri, koydukları yasalara uymaları, boyun eğmeleridir. İlahi hükmün tek sebebi budur. Ayrıca, inançta ve ibadetlerde Allah'tan başkasını ilah edinmiş olmak şart değildir. Sırf bu tutum, sahibini Allah'a ortak koşmuş duruma düşürür. Sırf bu sapıklık, sahibini mü'minlerin safından çıkarıp, kâfirlerin saflarına katmak için yeterlidir. 2- Bu ayet hahamlarına yasa koyma yetkisi tanıyan, onlarca konmuş yasalara uyan ve itaat eden yahudiler ile Hz. İsa'ya ilahlık yakıştıran ve ona ibadet amaçlı davranışlar sunan hristiyanları aynı derecede müşrik sayıyor, aralarında hiçbir fark görmüyor. Yani her iki tutum da sahiplerini Allah'a ortak koşmuş saydırma açısından eşit ağırlıklı suçlardır. Her iki sapıklık da sahiplerini mü'minlerin safından çıkarıp, kâfirlerin saflarına katmak için yeterlidir. 3- İnsanın Allah'a ortak koşan bir müşrik sayılması için yasa koyma yetkisini Allah dışındaki bir mercii, meselâ kullara tanıması yeterlidir. Bu sapıklığın yanısıra sözkonusu kulun ya da kulların ilah olduğuna inanması, onu ya da onlara ibadet amaçlı hareketler sunması şart değildir. Az önceki iki paragrafımız bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. Biz burada bu gerçeği bir kere daha vurgulamak istedik. Gerçi bu ayetlerin içerdikleri gerçeklerin ilk amacı, o günkü islâm toplumuna egemen olan olumsuz şartlara karşı koymaktır, o günkü müslümanların kalplerindeki Bizanslılarla savaşmaya ilişkin tereddütleri ve fobileri silmektir, "Bizanslılar madem ki Kitap ehlidirler, o halde müzmindirler" şeklindeki ön yargının doğurduğu kuşku bulutlarını dağıtmaktır. Fakat bu gerçekler bu konudaki temel işlevlerinin yanısıra genel-geçerlidirler ve bu nitelikleri ile genel anlamda "dinin özü"nün ne olduğunu belirleme hususunda bize ışık tutarlar. Gerçek din "islâm"dır. Yüce Allah tüm insanlar için bu dini seçmiştir, bunun dışındaki bir dini hiç kimsele,r kabul etmez. Müslüman olabilmek için yüce Allah'ın ortaksız ilahlığına inandıktan ve ibadet nitelikli eylemleri sırf O'na sunduktan sonra, yasal hükümlerde de sırf O'na uymak şarttır. Eğer insanlar O'nun yasaları dışında başka yasalara uyarlarsa, yahudiler ve hristiyanlara ilişkin hükmün kapsamına girerler. Yani Allah'a inanmamış "müşrikler" sayılırlar. İstedikleri kadar "Biz müminiz desinler" faydasızdır. Çünkü yüce Allah'ın dışındaki bir merciin, meselâ bazı kulların koydukları yasalara uymaları bu damgayı yemeleri için yeterlidir. Böyle durumlarda insanların bu damgayı yemekten kurtulabilmeleri için kullar tarafından kendilerine empoze edilen yasalara karşı çıkmaları, onlara baskı altında uymak zorunda kaldıklarını kanıtlayan protesto nitelikli bir reaksiyon göstermeleri, yüce Allah'a yönelik bu küstahlıkları onaylamadıklarını, onları bertaraf etmeye güçleri yetmediği için dişlerini sıktıklarını ortaya koymaları gerekir. Günümüzde "din" kavramının sınırları, insanların kafalarında, alabildiğine daralmıştır. Günümüzün insanları dini sadece vicdanda hapsedilmiş bir inanç ve birtakım ibadet amaçlı eylemler saymaktadırlar. İşte yahudilerin burada kınanan tutumu da böyle idi. Onlar bu anlayışları yüzünden okuduğumuz ayete ve Peygamberimizin bu ayete ilişkin yorumuna göre Allah'a inanmamış, O'na ortak koşmuş, O'nun sadece tek ilaha kulluk etmelerini buyuran emrine ters düşmüş sayılmışlar, ayrıca Allah'ı bir yana bırakarak hahamlarını ilah edinmekle suçlanmışlardır. Dinin başta gelen anlamı "deynunet" yani boyun eğmek, teslim olmak ve uymaktır. Bu tutum da ibadet amaçlı eylemlerin sunuluşunda olduğu kadar yasalara uymada da ortaya çıkar, somutluk kazanır. Bu mesele yüce Allah'dan başkalarının koyduğu yasalara uyanların sergiledikleri pişkinlikle ve cıvıklıkla bağdaşmayacak derecede ciddidir. Böyle kimselerin sırf yüce Allah'ın ilahlığına inanıyorlar ve ibadetlerini sırf yüce Allah'a sunuyorlar diye kendilerini yüce Allah'a inanmış, müslümanlar saymaları en hafif deyimi ile kaba bir vurdumduymazlık, bir kaypaklık örneğidir. Yüce Allah'dan kaynaklanmayan yasaların egemen olduğu toplumlarda yaşayanlar eğer bu ortak suçun sorumluluğundan gerçekten kurtulmak istiyorlarsa, yüce Allah'ın otoritesine yönelik bu küstahlıkları onaylamadıklarını kesinlikle kanıtlayacak, protesto nitelikli bir tavır ortaya koymalıdırlar. Bu cıvıklık, bu kaypaklık yaşadığımız tarih döneminde bu dinin karşılaştığı en büyük tehlikedir. Düşmanların bu dine yönelttikleri en öldürücü silah budur. Dinimizin bu düşmanları, yüce Allah'ın müşriklikle, gerçek dini din edinmemekle ve "Allah'ı bir yana bırakarak başka ilahlar edinmekle" suçladığı rejimlerin ve insanların günümüzdeki benzerlerine, zamanımızdaki izdaşlarına "islâm" yaftasını yakıştırmak için can atıyorlar. Madem ki, bu dinin düşmanları bu tür rejimlere ve kişilere islâm yaftası yakıştırmaya bu denli özen gösteriyorlar, o halde bu tür yanıltıcı yaftaları yere düşürmek, bu tür maskeleri indirerek arkalarında gizlenen müşrikliği, kâfirliği ve yüce Allah dışında ilah edinme sapıklığını gözler önüne sermek de bu dinin taraftarlarının görevidir. Bu konudaki sözlerimizi incelediğimiz ayetin ikinci cümlesini bir kere daha okuyarak bağlayalım: "Oysa onlara sadece tek ilaha, kendisinden başka ilah olmayan ve onların yakıştırma ortaklarından uzak olan Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti." Daha sonraki iki ayette mü'minleri savaşmaya özendirme yolunda bir ileri adım daha atılıyor. Okuyoruz. |
23 Eylül 2008, 01:19 | Mesaj No:18 |
Durumu: Medine No : 176 Üyelik T.:
15 Eylül 2007 | Cvp: Fizilalil Kur'an Tevbe Suresi Tefsiri ALLAH'IN NURUNU SÖNDÜRMEK İSTEYENLER 32- Onlar Allah'ın nurunu ağızları ile söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, kâfirlerin hoşuna gitmese de, nurunu kesinlikle tamama erdirmekte kararlıdır. 33- Müşriklerin hoşuna gitmese de kendi dinini diğer bütün dinlere karşı üstün getirmek üzere peygamberini doğru yol ve gerçek din ile gönderen O'dur. Sözü geçen yahudiler ile hristiyanlar (Kitap ehli) gerçek dinden sapmakla, yüce Allah dışında başka ilahlara kulluk yapmakla gerçek anlamda Allah'a ve ahiret gününe inanmamakla yetinmiyorlar, bu sınırda durmuyorlar. Daha ileri giderek gerçek dine savaş açıyorlar; bu dinde, bu dinin yeryüzünde harekete dönüştürdüğü çağrıda ve sosyal hayatı kuralları uyarınca biçimlendirdiği sistemde somutlaşan Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Okuyoruz: "Onlar Allah'ın nurunu ağızları ile söndürmek istiyorlar." Onlar yüce Allah'ın nuruna, ışığına karşı savaş halindedirler. Bu savaşı kimi zaman yalanlar uydurarak, komplolar düzenleyerek ve müslümanlar arasında kargaşalık çıkararak veriyorlar, kimi zaman da kuklalarının ve bağlılarının bu dine ve bağlılarına karşı savaş açmalarını, onun karşısında set oluşmalarını teşvik ederek saldırganlıklarını tatmin ediyorlar. Bu durum bu ayetlerin indiği günlerde böyle olduğu gibi tarih boyunca da hep böyle olmuş ve böyle sürüp gidecektir. Bu ilahi ifade, o günkü müslümanların kalplerini coşturmayı amaçladığı gibi insanları doğru yola ileten gerçek dinde somutlaşan Allah'ın nuru karşısında yahudiler ile hristiyanların takına geldikleri sürekli tavrın özünü de tanımlamakta, gözler önüne sermektedir. Ayeti okumaya devam ediyoruz: "Oysa Allah, kâfirlerin hoşuna gitmese de, nurunu kesinlikle tamama erdirmekte kararlıdır." Bu ifade, kâfirlerin zoruna gitse de yüce Allah'ın dinini üstün çıkararak nurunu tamamlayacağına ilişkin değişmez kanuna kanıt oluşturan, bu itibarla kesinlikle gerçekleşecek olan bir ilahı vaaddir. Bu vaad mü'minlerin kalplerine güven aşılar; onların kendilerini bekleyen bütün zorluklar ve bütün sıkıntıları göğüsleyerek yollarına devam etmelerini kâfirlerin bütün oyunlarına ve saldırganlıklarına rağmen yüce hedeflerine doğru ilerlemelerini sağlar. Burada sözkonusu edilen "kâfirler"den maksat, daha önce kendilerinden sözettiğimiz yahudiler ile hristiyanlar (Kitap ehli)dir. Bunun yanısıra bu ayet gerek o günkü kafirlere ve gerekse bütün dönemlerin kâfirlerine yönelik bir tehdit içeriyor. Bir sonraki ayet hem o vaadi ve hem de bu tehdidi pekiştirmektedir. Okuyalım: "Müşriklerin hoşuna gitmese de, kendi dinini diğer bütün dinlere karşı üstün getirmek üzere peygamberini doğru yol ile ve gerçek din ile gönderen O'dur." Yukarda okuduğumuz "Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve peygamberinin haram ilân ettiği şeyleri haram saymayan ve gerçek dini benimsemeyen kitaplı kâfirlerle, bunlara boyun eğerek kendi elleri ile cizye verene dek savaşınız" ayetinde "gerçek din"in, yüce Allah'ın son peygamberi ile gönderdiği din olduğunu ve bu savaş emrinin bu dini kabul etmeyenlerin tümünü kapsamına aldığını bir kere daha açıkça anlıyoruz. (Tevbe Suresi, 29) Bu ayeti nasıl yorumlarsak yorumlayalım, bu hüküm doğrudur. Çünkü "gerçek din" deyimi kısaca inançta, ibadetlerde ve yasaklarda tek Allah'a boyun eğmek, itaat etmektir. Yüce Allah'dan gelen tüm dinlerin temel ilkesi budur. Bu din, en son olarak Peygamberimizin getirdiği mesajlar bütününde somutlaşır. Buna göre gerek inançta, gerek ibadetlerde ve gerekse yasalarda ortaksız Allah'ın dinini kabul etmeyen her kişi ve her toplum, gerçek dini din edinmemiş kabul edilir ve az önce tekrarladığımız savaş ayetinin kapsamına girer. Yalnız daha önce defalarca söylediğimiz gibi, bu emrin uygulanması sırasında islâm stratejisinin, bu dinin harekete ilişkin yönteminin özelliği, değişik aşamaları ve yenilenen yöntemleri gözönünde bulundurulacaktır. Az önceki ayeti bir kere daha okuyalım: "Müşriklerin hoşuna gitmese de, kendi dinini diğer bütün dinlere karşı üstün getirmek üzere peygamberini doğru yol ile ve gerçek din ile gönderen O'dur." Bu ayet "Oysa Allah, kâfirlerin hoşuna gitmese de, nurunu kesinlikle tamama erdirmekte kararlıdır" ayetinde dile gelen ilk vaadini pekiştirici niteliktedir. Fakat buradaki ifade daha belirli, daha sınırlayıcıdır. Sebebine gelince bu ayete göre yüce Allah'ın "tamama erdirmekte kararlı olduğu nur" kendi dinine diğer bütün dinler karşısında üstünlük kazandırmak amacı ile son peygamberi aracılığı ile gönderdiği dindir. "Gerçek din" -yukarıda belirttiğimiz gibi- hem inançta hem ibadette ve hem de yasalarda tek Allah'a itaat etmektir. Bu ilke, Peygamberimizden önceki peygamberlerin getirdikleri bütün semavi dinlerde somutlaşmıştır. Doğaldır ki, günümüz hristiyanları ile yahudilerinin putperest inançlarının sızmalarına uğrayarak yozlaşmış sapık dinleri ile sözde din yaftası taşıdıkları halde Allah dışında başka ilahlar ortaya çıkarıp insanları bunlara taptıran yani halklarını yüce Allah'ın izninden kaynaklanmayan yasalara uymaya zorlayan zorba rejimler ve düzenler bu tanımın kapsamına girmezler. Yüce Allah burada kendi dinini bütün diğer dinler karşısında üstün getirmek için Peygamberimizi doğru yola ve gerçek dinle gönderdiğini açıklıyor. Bu ilahi vaadin boyutlarını ve çapını kavrayabilmek için "din"i az yukarda tanımladığımız geniş anlamında algılamamız gerekir. "Din" bağlılık ve itaat demektir. Bu geniş çerçevenin içine insanların bağlandıkları, itaat ettikleri, uydukları ve tarafını tuttukları her sistem, her doktrin, her sosyal akım girer. İşte yüce Allah, Peygamberimiz aracılığı ile göndermiş olduğu gerçek dinin bütün diğer dinlere üstün geleceğine hükmederken "diğer dinler" kavramını bu yaygın ve genel-geçerli anlamda algılamamızı istemiştir. Yani bağlılık ve itaat sırf Allah'a özgü olacaktır; üstünlük, tek Allah'a bağlanmayı ve itaat etmeyi somutlaştıran sistemin tekeline geçecektir. Bu ilahi vaad Peygamberimizin, halifelerinin ve daha sonraki gayretli müslümanların ellerinde gerçekleşmiş ve uzun yıllar boyunca yürürlükte kalmıştır. Bu dönemde gerçek din üstün ve galipti ve bağlılığı sırf yüce Allah'ın tekeline vermemiş olan diğer bütün sapık dinler hak dinden korkuyorlar, karşısında titriyorlardı! Sonra gerçek dinin bağlıları dinlerinden uzaklaşmaya başladılar. Adım adım gerçekleşen bu uzaklaşmanın islâm toplumunun bileşim tarzından kaynaklanan iç faktörleri olduğu gibi bu dinin gerek putperestlerden ve gerekse yahudiler ile hristiyanlardan oluşan düşmanların giriştikleri sürekli ve değişik yöntemli savaşların yıpratmalarından kaynaklanan dış faktörleri de vardır. Fakat günümüzdeki durum son aşama değildir. Yüce Allah'ın bu ayette açıklanan vaadi geçerliliğini sürdürüyor ve bu sancağı omuzlayıp yeniden yola koyulacak müslüman bir kitlenin ortaya çıkmasını bekliyor. Bu müslüman kitle, hak dinin sancağını omuzlayıp yüce Allah'ın nuru ile harekete girişirken, ileriye doğru adım atmaya başladığı ilk noktanın aynısından yola çıkmalıdır. Surenin bu kesitinde yeralan daha sonraki ayetlerde yahudiler ile hristiyanların (Kitap ehlinin) yüce Allah'ın haram kıldığı şeyleri nasıl haram saymadıklarını somut bir örnekle tanımlayan son adım atılıyor. Bilindiği gibi bu gerçeğe az yukarda okuduğumuz "Onlar Allah dışında hahamlarını ve rahiplerini ilah edinmişlerdi" ayetinde değinilmiş ve Peygamberimiz de bu ayete ilişkin açıklamasında "Hahamları ile rahipler yahudiler ile hristiyanlara bazı haramların helâl ve bazı helâllerin haram olduklarını söylediler, onlar da din adamlarının bu hükümlerine uydular" buyurmuştu. Gerek bu ayetten ve gerekse Peygamberimizin bu açıklamasından açıkça anlaşılıyor ki, yahudiler ile hristiyanlar, yüce Allah'ın haram ilân ettiği şeyleri haram sayacakları yerde hahamların ve rahiplerin haram olduklarına karar verdikleri şeyleri haram kabul ediyorlar. |
23 Eylül 2008, 01:20 | Mesaj No:19 |
Durumu: Medine No : 176 Üyelik T.:
15 Eylül 2007 | Cvp: Fizilalil Kur'an Tevbe Suresi Tefsiri DİN ADINA İNSANLARI SÖMÜRENLER 34- Ey müminler, birçok hahamlar ve rahipler insanların mallarını eğri yöntemlerle yerler ve halkı Allah'ın yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip de bunları Allah yolunda harcamayanları acıklı bir azapla müjdele! 35- O gün biriktirdikleri altın ve gümüşler cehennem ateşinde kızdırılır ve onlarla alınları, yan tarafları ve sırtları dağlanır; kendilerine "Bunlar biriktirdiğiniz altın ve gümüşlerdir şimdi biriktirdiklerinizin azabını tadın bakalım" denir. Bu ayetlerin ilkinde yahudiler ile hristiyanlar tarafından yüce Allah dışında ilah edinilmiş olan, gerek insanlar arası ilişkiler ve gerekse ibadetler konusundaki görüşlerine itaat edilen hahamlar ile rahiplerin rolünün açıklanmasına devam ediliyor. Bu açıklamaya göre sözkonusu hahamlar ve rahipler ilahlık taslıyorlar, dindaşları da hükümlerine itaat edilen ve sözleri tutulan ilahlar olarak kabul ediyorlar. Ayrıca bu din adamları düzmece yasalarının yaptırım gücünden yararlanarak halkın mallarını gayrı meşru yöntemlerle yiyorlar ve insanların yüce Allah'ın yoluna girmelerine engel oluyorlar. Halkın mallarını gayrı meşru biçimde yemenin günümüzde olduğu gibi o günlerde çeşitli yolları vardı. Bu yollardan biri, bu din damlarının helâllere haram ve haramlara helâl damgası basan fetvalarına dayanarak halk malının zenginlerin ve mevki sahiplerinin hesabına aktarılması idi. Bir diğeri, kiliseye tanınan sözde "günah çıkarma" yetkisine dayanarak rahiplerin ve keşişlerin itiraf ettirme ve günah çıkarma karşılığında halkı soymaları idi. Bu yolların bir başkası -ve en iğrenç ve en yaygın olanı- faize dayalı ticari işlemlerdi. Halkı soymanın daha birçok yolları vardı. Bu yolların yanısıra gerçek dine karşı savaşmak amacı ile halktan toplanan vergilerde bu kategoriye (gayrı meşru biçimde yenen halk malları kategorisine) giriyordu. Rahiplerin, patriklerin, kardinallerin ve papaların halktan topladıkları yüz milyonlara varan vergiler, Haçlı savaşlarında harcanmıştı. Onlar şimdi aynı vergileri misyonerlik ve müsteşriklik (oryantalizm) faaliyetlerinde harcamak için topluyorlar. Amaçlar aynı. İnsanları Allah'ın yolundan çıkarmak. Yalnız bu ayette gözetilen duyarlığa ve yüce Allah'ın söze yansıyan titiz adaletine dikkat etmeliyiz. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Birçok hahamlar ve rahipler... Böylece bu suça katılmayan azınlık aleyhinde hüküm vermekten kaçınılıyor. Her toplumda iyiliğin ve dürüstlüğün kalıntılarını kişiliklerinde taşıyan birtakım "fert"ler mutlaka bulunur ve "Senin Rabbin hiç kimseye haksızlık etmez." (Kehf Suresi, 49) Çoğu hahamlar halkın sırtından soydukları bu malları, bu servetleri biriktirirler. Büyük servetlerin bu din adamlarının ellerinde toplandığına ve sonunda kiliselerin ve manastırların hesaplarına geçtiklerine hristiyan ve yahudi milletlerinin tarihleri şahittir. Öyle ki, bazı dönemlerde bu din adamları zenginlik bakımından despot kralların ve zorba diktatörlerin bile önlerine geçmişlerdir. Okuduğumuz ayetlerde bu sözde din adamlarının biriktirdikleri servetler yüzünden ahirette çekecekleri ve altın-gümüş biriktirip de bunları Allah yolunda harcamayan herkesin çarptırılacağı azap son derece orijinal ve korkunç bir tabloda tasvir ediliyor. Tekrar okuyoruz: "Altın ve gümüş biriktirip de bunları Allah yolunda harcamayanları acıklı bir azapla müjdele! O gün biriktirdikleri altın ve gümüşler cehennem ateşinde kızdırılır ve onlarla alınları, yan tarafları ve sırtları dağlanır; kendilerine `Bunlar biriktirdiğiniz altın ve gümüşlerdir, şimdi biriktirdiklerinizin azabını tadın bakalım' denir." Görülüyor ki, sahne son derece ayrıntılı bir biçimde gözler önünde canlandırılıyor. Sonra da ilk adımından son adımına göre yaşanan hayatın olaylarına tıpatıp uyan bir gerçeklilikle sunuluyor. Bu durum, sahnenin hayalde ve duyu organlarının ekranlarındaki kalış süresinin uzun olmasını sağlıyor ki, bu bile bile yapılmış bir uzatmadır. Şöyle ki, önce şöyle buyuruluyor: "Altın ve gümüş biriktirip de bunları Allah yolunda harcamayanları acıklı bir azapla müjdele!" İlahi ifadenin akışı bu noktada duruyor ve ayet ayrıntısız ve belirsiz bir azap bildirimi ile noktalanıyor. Bu belirsizliğin arkasından ayrıntıların akışı başlıyor. Okuyoruz: "O gün biriktirdikleri altın ve gümüşler cehennem ateşinde kızdırılır..." Dinleyici burada bu "kızdırılma" işleminin sonunu heyecanla bekliyor. Sonra bir de bakıyor ki, biriktirilen altınlar ve gümüşler ateşte kızdırılmış, kıpkırmızı kesilmişlerdir. İşte şimdi onlar gereken kıvamı bulmuşlardır, hazırdırlar. O halde "acıklı azap" başlasın bakalım. İşte şimdi yüzler, alınlar dağlanıyor bu akkor haline dönüşmüş altın ve gümüşlerle! Alınların ve yüzlerin dağlanması bitti. Şimdi de yanlarından dağlanıyorlar. Bu işlem de bitti, şimdi sırtları üzerine yatırılsınlar bakalım! Yaşadıkları azabın bu türü, bu aşaması bitti, şimdi de onu aşağılama ve kınama izlesin bakalım! Okuyoruz: "İşte bunlar biriktirmiş olduğunuz altınlar ve gümüşlerdir." Evet, bunlar zevk için, haz duymak amacı ile biriktirmiş olduğunuz maddelerin kendileridirler. Fakat şimdi pençesinde kıvrandığınız bu azap türünün araçlarına dönüşmüşlerdir. O halde: "Şimdi tadın biriktirdiklerinizin azabını bakalım." O azabı doğrudan doğruya tadınız bakalım. Yan taraflarınıza, sırtlarınıza ve alınlarınıza temas edişlerinin acısını tattığınız maddeler bunlardır, bu birikimlerinizdir. Hey! Gerçekten korkunç, dehşetli bir sahne bu. Ayrıntılı, uzun uzun ve tane tane gözlerimizin önüne seriliyor. Bu sahne öncelikle çoğu hahamın ve rahibin acı akıbetlerini, sonra da altın ve gümüşten oluşmuş servetler biriktirerek bunları yüce Allah'ın yolunda harcamayan mal düşkünlerinin geleceğini tasvir etmek için sunuluyor. Böylece aynı zamanda zihinler o günlerin "zor savaş"ına, (Tebuk savaşına) hazırlanıyor. Şimdi, bu noktada kısaca durup bir değerlendirme yapmamız gerekir. Bu değerlendirmede yahudiler ile hristiyanların inançlarının dinlerinin, ahlâklarının ve davranışlarının içyüzüne ilişkin olarak bu ilahi açıklamanın taşıdığı anlama, verdiği mesaja parmak basalım. Doğaldır ki, bu konuda yukarıdaki paraflarda işaret ettiğimiz gerçekleri de gözönünde bulundurmalıyız. O günlerde yahudiler ile hristiyanların ilahi dinin bazı kırıntılarına sahip olduklarına ilişkin kuşkuları silmek açık ve kesin müşriklerin durumunu belirtmekten daha gerekli ve daha öncelikli idi. Çünkü müşriklerin inançlarında ve ibadetlerinde görülen açık sapıklıklar onların kâfirliklerinin somut tanığı idi. Çünkü cahiliyenin kara yüzü iyice meydana çıkmadıkça, müslümanlar tüm güçleri ile onun karşısına dikilmek için harekete geçemezlerdi. Öte yandan cahiliyenin müşriklere ilişkin kara yüzü açıkca meydanda idi, ama yahudiler ile hristiyanlar konusunda durum böyle değildi. (Yüce Allah'ın dininden bazı kırıntılara sahip oldukları sanılan diğer benzerleri hakkındaki durum da böyledir. Meselâ günümüzün sözde "müslüman" olduklarını ileri süren yığınların ezici çoğunluğu hakkında aynı değerlendirme hatasına düşüldüğü görülür!) Zaten müslümanların tüm enerjileri ile müşriklerin karşısına dikilmek üzere harekete geçmelerini sağlamak için bu surede uzun açıklamalar yapılmasına gerek görülmüştü. Bu gerekliliğe yolaçan özel şartları, gerek bu surenin tanıtma yazısında, gerekse bu kesitte yeralan ayetleri sunarken anlatmaya çalışmıştık. Nitekim bu gerekliliğin sonucu olarak yüce Allah'ın, mü'minlere şöyle buyurduğunu okumuştuk: "Allah'ın ayetlerini birkaç paraya sattılar ve insanları O'nun yolundan alıkoydular. Onların yaptıkları ne kadar kötüdür. - Onlar bir mü'mine karşı ne and ve ne de yükümlülük gözetirler. Onlar saldırganların ta kendileridirler." (Tevbe: 9-10) - Yeminlerini bozan ve Peygamber'i Mekke'den çıkarmaya yeltenen kimseler ile, üstelik size karşı savaşı başlatan taraf oldukları halde, savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Oysa eğer mü'min iseniz, asıl Allah'dan korkmalısınız. - Onlarla savaşınız ki, Allah sizin elinizle onları azaba çarptırsın, kendilerini perişan etsin, sizi onlara karşı üstün getirsin de mü'minlerin yürek yaralarını iyileştirsin, su serpsin. - Kalplerindeki kini gidersin. Allah dilediği kimselerin tevbesini kabul eder. Allah üstün iradelidir ve ne yaparsa yerindedir. (Tevbe: 13-15) - Müşriklere, kâfir olduklarına bizzat kendileri tanıklık ettikleri halde Allah'ın mescidlerini onarıp şenlendirmek düşmez. Onların bütün yaptıkları boşunadır. Onlar ebedi olarak cehennemde kalacaklardı. (Tevbe: 17) - Ey mü'minler, eğer babalarınız ve kardeşleriniz kâfirliği, müzminliğe tercih ediyorlarsa, sakın onları dost, yandaş edinmeyiniz. Kimler böylelerini dost edinirlerse, onlar zalimlerin ta kendileridirler. (Tevbe: 23) Eğer islâm toplumunun o günlerdeki organik yapısının barındırdığı özel şartlar yüzünden müslümanları müşriklere karşı harekete geçirmek için bunca yoğun bir kampanyaya girişmek gerekti ise -ki müşriklerin sapıklığı açıkça belli idi- onları yahudi ve hristiyanlara karşı harekete geçirmek için daha yoğun ve daha köklü bir özendirme kampanyasına gerek duyulacağı açıktı. Bu özendirme kampanyasının ilk amacı, yahudiler ile hristiyanları arkasında artık hiçbir gerçek kalıntısı bulunmayan o biçimsel "yafda"dan arındırmak, yüzlerindeki bu maskeyi düşürerek aslında oldukları gibi görünmelerini sağlamak olacaktı. Bu amaç gerçekleşince görülecekti ki, onlar diğer müşrikler gibi müşriktirler, sıradan kâfirler gibi kâfirdirler, öbür kâfir ve müşrik yoldaşları gibi yüce Allah ve gerçek dini ile savaş halindedirler, halkın mallarını gayri meşru yollarla yiyen ve insanları Allah yolundan döndürmeye çalışan sapıklardır. İşte aşağıdaki kesin ifadeli, apaçık anlamlı ayetler bu amaca yöneliktirler. Okuyoruz: - Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Peygamber'in haram kıldığı şeyleri haram saymayan ve gerçek dini benimsemeyen yahudi ve hristiyanlar ile, bunlar size boyun eğip kendi elleri ile cizye verene dek savaşınız. - Yahudiler "Uzeyr, Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyanlar da "Mesih (İsa) Allah'ın oğludur" dediler. Bunlar, onların ağızları ile geveledikleri dayanaksız sözlerdir. Böyle demekle daha önceki kâfirlerin sözlerine özeniyorlar. Allah kahretsin onları. Nasıl gerçeklerden sapıyorlar? - Onlar Allah dışında hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa'yı ilah edindiler. Oysa onlara tek ilaha, kendisinden başka ilah olmayan ve onların yakıştırma ortaklarından uzak olan Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti. - Onlar Allah'ın nurunu ağızları ile söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, kâfirlerin hoşuna gitmese de, nurunu kesinlikle tamama erdirmek ister. - O ki, müşriklerin hoşuna gitmese de kendi dinini diğer bütün dinlere karşı üstün getirmek üzere peygamberini doğru yol ile ve gerçek din ile göndermiştir. - Ey mü'minler, birçok hahamlar ve rahipler insanların mallarını eğri yöntemlerle yerler ve halkı Allah'ın yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip de bunları Allah yolunda harcamayanları acıklı bir azapla müjdele. (Tevbe: 29-34) . Bunların yanısıra gerek Mekke'de ve gerekse Medine'de inen ayetlerde yahudiler ile hristiyanların tarihlerinin akışı içinde hangi noktaya varıp dayandıkları; nasıl kâfirliğin, müşrikliğin ve peygamberlerinin kendilerine getirip tanıttığı ilahi dinden çıkmanın sapıklığına saplandıkları kesin bir dille açıklanmıştı. Son olarak Peygamberimizin çağrısına karşı takındıkları olumsuz tavır da bardağı taşıran damlaların sonuncusu olmuştur. Zaten kâfir mi, yoksa mü'min mi sayılacakları, bu iki karşıt sıfattan hangisini taşımayı hakedecekleri bu son ilahi çağrı karşısında takındıkları tutuma göre belirleniyor. Çünkü daha önce yüce Allah'ın dininin hiçbir orijinal kalıntısına sahip olmadıkları şu ayette onların yüzlerine vurulmuştu: "De ki; `Ey Kitap ehli, sizler Tevrat'a, İncil'e ve Rabbinïz tarafından size indirilen Kur'an'a gereği gibi uymadıkça boşluktasınız, hiçbir temele dayanmış değilsiniz' Rabbin tarafından sana indirilen ayetler onların çoğunun azgınlığını ve kâfirliğini arttıracaktır. O halde kâfirler güruhu için sakın üzülme." (Maide Suresi, 68) "Bunun yanısıra yine daha önce onların gerek ' `yahudiler" ve "hristiyanlar" sıfatı ile birarada kâfir oldukları ve müşriklerin bir kesimini oluşturdukları, aşağıda seçme örneklerini okuyacağımız ayetlerde ortaya konmuştu: "Yahudiler `Allah'ın eli sıkıdır' dediler. Bu sözlerinden dolayı elleri bağlansın, onlara lânet olsun! Tersine O'nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir. Rabbin tarafından sana indirilen ayetler, onların çoğunun azgınlığını ve kâfirliğini arttıracaktır." (Maide Suresi, 64) "Allah, Meryemoğlu Mesih (İsa)'dır' diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır." (Maide Suresi, 72) "Allah, üç ilahın üçüncüsüdür' diyenler de kesinlikle kâfir olmuşlardır." (Maide Suresi, 73) "Kâfir ve müşrik Kitap ehlinin, kendilerine açık bir ilahi mesaj gelmedikçe sapıklıklarından ayrılmaları sözkonusu değildi. (Beyyine Suresi, 1) Bu tür ayetlerin sayısı kabarıktır. Bu bölümünü daha önceki sayfalarımızda sunduk. Kur'an-ı Kerim'in gerek Mekke bölümü, gerekse Medine bölümü bu türden açıklamalar ile doludur. Gerçi Kur'an'ın hükümleri bazı ilişkilerde yahudiler ile hristiyanlara, müşriklere tanımamış olduğu ayrıcalıklar tanımıştır. Meselâ müslümanlar onların yemeklerini yiyebilirler ve namuslu kadınları ile evlenebilirler. Fakat bu ayrıcalığın gerekçesi, yahudiler ile hristiyanların (Kitap ehlinin) yüce Allah'ın gerçek dininden kaynaklanan herhangi bir ilkeye dayandıkları değildir. Doğrusunu yüce Allah bilir, ama bu ayrıcalığını gerekçesi -her ne kadar içeriğine uymamış olsalar da- bir din, bir kitap temeline dayanmalarıdır. Çünkü gerektiğinde hükümlerine bağlı olduklarını iddia ettikleri bu kaynağın hakemliğine çağrılabilirler. Onlar bu bakımdan hiçbir kitapları olmayan putperest müşriklerden farklı konumdadırlar. Çünkü sözkonusu putperest müşriklerin bağlayıcı bir kaynakları, gerektiğinde hakemliğine çağrılacakları bir dayanakları yoktur. Fakat Kur'an'ın, yahudi ve hristiyanların inançlarına ve dinlerine ilişkin açıklamaları kesin ve nettir. Bu açıklamalara göre onlar yüce Allah'ın dininde yeri olan hiçbir gerçeğe dayanmıyorlar. Çünkü dinlerini ve kitaplarını hahamlarının, rahiplerinin, kutsal konsüllerinin ve kiliselerinin tahrif edici ellerine terketmişlerdir. Yüce Allah'ın bu konudaki hükmü, her türlü tartışmayı kapatan son sözdür. |
23 Eylül 2008, 01:21 | Mesaj No:20 |
Durumu: Medine No : 176 Üyelik T.:
15 Eylül 2007 | Cvp: Fizilalil Kur'an Tevbe Suresi Tefsiri İSLÂMİ HAREKETİN METODU Şu anda bizim için önemli olan husus yüce Allah'ın Kitap ehlinin inançlarına ve dinlerine ilişkin bu açıklamalarının taşıdıkları anlamı vurgulamak, ön plana çıkarmaktır. Arkasında gerçeğin hiçbir kırıntısı bulunmayan bu yanıltıcı "yafta" bu aldatıcı "tabela" cahiliyenin karşısına dikilmek üzere harekete geçecek olan eksiksiz islâmi atılıma engel olur. Buna göre bu aldatıcı tabelayı mutlaka ortadan kaldırmak, onun yanıltıcı maskesini yüzlerden indirmek ve karşımızdakileri aslında oldukları gibi meydana çıkarmak gerekir. Gerçi o günün islâm toplumuna egemen olan ve daha önce değindiğimiz özel şartları gözardı etmiyoruz. Bu özel şartların bir bölümü o günkü müslüman toplumun organik yapısından, bir bölümü yakıcı yaz sıcağında ve zor şartlar altında kapıya dayanan Tebük savaşının sıkıntılarından ve bir bölümü de öteden beri müslümanların yüreklerine heybet, şöhret ve ürküntü salmış olan Bizanslılarla karşılaşacak olmasının doğurduğu korkudan kaynaklanıyordu. Fakat bunlardan daha derin ve yaygın olumsuzluklara yolaçan faktör müslümanların vicdanlarına kuşku salan o yalancı yafta idi; "Madem ki, Kitap ehlidirler, onlarla savaşmamız doğru olur mu?" vesvesesiydi. Günümüzün genç kuşağı arasında filizlenen islâmi diriliş hareketlerini dört gözle izleyen islâm düşmanları bu akımı hem insan psikolojisinin karakteristik özelliklerine ve hem de islâmi hareketin tarihine ilişkin geniş bilgilerinin ışığı altında gözetliyorlar. Bu yüzden dünyanın her tarafında yeşermeye başlayan islâmi diriliş akımlarını ezmek amacı ile hazırladıkları, ortaya çıkardıkları, harekete geçirdikleri karşıt rejimlerin, akımların, görüşlerin, değer yargılarının, geleneklerin ve düşüncelerin ön yüzlerine "islami bir tabela" asmak konusunda onları islâmi bir etiketle donatmak konusunda son derece titizdirler. Amaçları bu yanıltıcı tabelaların "cahiliye"nin karşısına dikilmek üzere harekete geçmesi gereken islâmi dinamizmi frenlemek, bu yalancı maskelerin arkasında saklanan çirkin suratlara yönelecek olan islâmi öfkeyi önlemektir. Fakat islâmın bu amansız düşmanları bir ya da birkaç yerde hata işlemek zorunda kaldılar. Bir ya da birkaç yerde kuklaları olan rejimlerin ve akımların içyüzlerini açığa vurdular; bu rejimlerin ve akımların islâmı ortadan kaldırmayı amaçlayan, "cahiliye" kaynaklı kara yüzlerindeki maskeyi kendi elleri ile düşürdüler. Bu tür uygulamaların en yakın örneği... de sahnelenen islâm dışı... akımıdır. Bu hareketin maskesini düşürmek zorunluğunu duymaları şundan kaynaklanıyordu. İnanç sancağını dalgalandıran son islâm birliği görüntüsünü ortadan kaldırmaları gerekiyordu. Bu görüntü "hilâfet" rejiminin varlığında somutlaşıyordu. Gerçi bu hilâfet rejimi sadece bir görüntüden ibaretti, ama buna rağmen islâm şirazesinin, islâm örgüsünün namaz ilmiğinden önce çözülecek olan son ilmiğini temsil ediyordu. Nitekim Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun şöyle buyurmuştu: "Bu dinin örgüsü, şirazesi ilmik ilmik çözülecektir. İlk çözülecek ilmik egemenlik, iktidar ilmiği, son çözülecek ilmik ise namaz ilmiğidir." Kitap ehlinden (yahudiler ile hristiyanlardan) ve ateistlerden (Allah tanımazlardan) oluşan ve sadece islâm ile savaşmak için biraraya gelebilen bu bilinçli islâm düşmanları bu konuda zorunluluk sınırını aşmadılar, sadece islâm-dışı ve kâfir.. hareketinin yüzündeki maskeyi kaldırmakla yetindiler, din düşmanlığı bakımından... izdaşı olan daha sonraki kukla rejimlerin çehrelerinin islâm peçesi arkasında saklı kalmasına eskisi gibi özen gösterdiler, bu rejimlerin önünde sözünü ettiğimiz yanıltıcı islâm tabelasının asılı durmasına titizlikle dikkat ettiler. Bu yalancı tabela islâm için, aslında maskesiz bir "... "ten çok daha büyük bir tehlikedir. İslâmın kurnaz düşmanları kendi elleri ile kurdukları; ekonomik, politik ve fikri destekleri ile ayakta tuttukları rejimlerin içyüzlerinin meydana çıkmaması için her türlü hokkabazlığa başvurmaktan geri durmuyorlar; kukla yazarları ile, uluslararası basın-yayın organları ile, ellerinde bulunan bütün güçleri, hileleri ve şeytanca uzmanlıkları aracılığı ile bu rejimleri koruyorlar; bu rejimlere çeşitli yardımlar sağlamak konusunda Kitap ehli ile ateistler (Allah tanımazlar) elele veriyorlar. Amaçları bu kukla rejimler ile islâm dünyasında eski-yeni bütün haçlı savaşlarının, islâm ile yüzleri maskesiz Allah düşmanları arasında yüzyıllardır süren sıcak haçlı savaşlarının gerçekleştiremediği yıkımı gerçekleştirmektir. "Müslüman" olduklarını iddia eden bazı budalalar bu "tabelalara", "asılsız yaftalara" aldanıyorlar. Bu budalalar içinde insanları islâma çağırma hareketi içinde yeralan birçokları vardır. Bunlar bu aldatıcı tabelaları indirerek arkalarında saklanan "cahiliye"yi meydana çıkarmaktan çekiniyorlar. Bu kukla rejimleri, sözkonusu yaftaların gözlerden sakladığı gerçek sıfatları ile damgalanmaktan çekiniyorlar. Bu rejimlerin gerçek sıfatları düpedüz kâfirlik ve müşrikliktir. Fakat sözünü ettiğimiz budalalar, bu rejimlerden memnun görünen bilinçsiz halk yığınlarına onların gerçek mahiyetlerini anlatmaya, asıl kimliklerini tanıtmaya yanaşmıyorlar! Bütün bunlar, islâmi potansiyelin olanca gücü ile cahiliyeye karşı açık bir biçimde harekete geçmesine engel oluyorlar. Buna göre bütün bu kuklaları gerçek kimlikleri ile damgalayıp açığa vurmanın hiçbir sakıncası, hiçbir vebalı olamaz. İşte bu çekingenlik sayesinde sözkonusu maskeli odaklar gerçek islâmi bilinçlenme çabalarının önüne, bu dinin geride kalan köklerini de sökmeye girişen yirminci yüzyıl cahiliyesine karşı islâmın olanca gücü ile harekete geçmesinin önüne engel diktikleri gibi islâmi diriliş hareketlerine karşı tehlikeli bir zehirleme kampanyası yürütmektedirler. Benim görüşüme göre sözünü ettiğim budala islâm davetçileri islâmi diriliş hareketleri için bu bilinçli islâm düşmanlarından daha tehlikelidirler; bu dinin kalesini içinden yıkabilmek için adı geçen kukla rejimlere, hareketlere, akımlara, geleneklere, düşüncelere ve değer yargılarına sahte islâmi etiketler takan, onları kurup destekleri ile ayakta tutan islâm düşmanları bile bu saf, sözde dostlar kadar islâmi dirilişin serpilmesine zarar veremezler. Gerek bu dinin özüne ve gerekse karşısındaki cahiliye zihniyetinin içyüzüne ilişkin bilinç, müslümanların vicdanlarında belirli düzeye çıktığı takdirde bu din, her zaman ve her yerde düşmanlarına karşı sürekli biçimde galip gelir, üstün çıkar. Gerçi islâmın güçlü, bilinçli ve eğitilmiş düşmanlarının varlığı onun için tehlike kaynağıdır. Bunda kuşku yok. Fakat islâmın budala ve aldanmış düşmanlarının arzettiği tehlike daha büyüktür. Çünkü bu budala dostlar, gereksiz çekingenliklere kapılarak islâm düşmanlarını yanıltıcı yaftalar, aldatıcı tabelalar arkasında mevzilenmelerine ve bu göz boyayıcı siperler arkasından islâma ateş yağdırmalarına zemin hazırlarlar. Dünyada insanları bu dine çağıranların ilk görevleri yeryüzünün her tarafında bu dinin kökünü kazımak için kurulmuş olan cahiliye rejimlerinin cephelerine takılan bu aldatıcı tabelaları indirmektir. Her islâmi hareketin işe başlama noktası cahiliye zihniyetini sahte üniformasından arındırarak onun asıl kimliği ile görünmesini, gerçekte,olduğu gibi küfür ve müşriklik olarak algılanmasını, cahiliyenin insanlara somut gerçekliği ile tanıtılmasını sağlamaktır. Ancak böylelikle islâmi hareket, olanca gücü ile cahiliye zihniyetinin karşısına dikilebilir. Hatta ancak bu yolla halk yığınları içine düştükleri durumun özünün farkına varabilirler. Bu durum, hakim ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'ın açıkladığı Kitap ehlinin durumunun aynısıdır. Belki bu uyarı halk yığınlarını tutumlarını değiştirmeye sevkeder de bunun sonucu olarak yüce Allah da onların pençesinde kıvrandıkları bozuk düzeni, mutsuzluğu ve ağına takıldıkları acı azabı değiştirir. Her yersiz çekingenlik, her biçime, görüntüye ve kuru yaftaya kanan aldanış, dünyanın neresinde olursa olsun, her islâmi hareketin başlama noktasını geriye atar; bu tür yanıltıcı yaftaları ortalıkta gezdirmeye büyük bir özen gösteren bu dinin düşmanlarına komplo düzenleme fırsatı hazırlar. Oysa bu din düşmanları, yakın yıllardaki... hareketinin maskesi düştükten ve gerçek doğrultusu açıkça gözler önüne serildiği için, inanç esasına dayalı islâm birliğinin son sembolünü ortadan kaldırmasının arkasından kendi yönünde tek bir adım bile atamaz duruma düştükten sonra bu maskeleme işine yeniden sarıldılar. O kadar ki, Wilfred C. Smith gibi son derece kurnaz ve içi alabildiğine pislik dolu bir hristiyan yazar "Yakın Tarihte İslâm" adlı eserinde... hareketinin yüzüne yeniden maske takmaya, onun islâm dışı niteliğini reddetmeye, tersine onu yakın tarihin en büyük ve en doğru islâmi hareketi (evet, öyle) olarak tanıtmaya yeltenmiştir. Bu surenin aşağıda okuyacağımız bölümünü oluşturan ayetler, Bizanslılarla Yarımada'nın kuzeyindeki Arap yandaşlarına karşı girişilecek savaşın yolu üzerinde bulunan engelleri bertaraf etme çabasını sürdürüyorlar. Çünkü bu savaşa, yani Tebuk savaşına ilişkin seferberlik çağrısı haram aylardan Recep ayında yapılmıştı. Fakat bu ters rastlantı, özel bir durumdan kaynaklanıyordu. Şöyle ki: O yıl ki Recep normal zamanında girmemişti. Bunun sebebi, aşağıda anlatacağımız gibi, okuyacağımız ayetlerin ikincisinde değinilen "haram ayları başka aylara aktarma (nesiy)" uygulaması idi. Elimizdeki belgelere göre o yılın Zilhicce ayı da normal zamanında girmemişti, Zilhicce'nin yerine geçirilmişti. Bu durumda Recep ayı da Cemeziyelaher ayının yerini almış oluyordu. Bu kargaşa, cahiliye geleneklerindeki kargaşadan, bu toplumun yasaklarına sadece biçimsel olarak bağlı kalmayı yeterli sayma ciddiyetsizliğinden, insan ürünü fetvaların ve yorumların kaçınılmaz keyfiliğinden kaynaklanıyordu. Helâl ve haram kılma yetkisini insanın iradesine havale eden cahiliye düzeninde bunun başka türlü olması beklenemezdi. Bu meselenin açıklaması şöyledir: Yüce Allah yılın dört ayında savaşmayı yasaklamıştı. Bu savaş yasağı içeren dört ayın üçü ardışık ve biri tek idi. Ardışık aylar Zilkaade, Zilhicce ve Muharrem ayları, tek ay da Recep ayı idi. Anlaşılan bu yasak, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail -Allah'ın selâmı üzerlerine olsun zamanında Hacc'ın belirli aylardaki farz oluşu ile birlikte konmuştu. Araplar Hz. İbrahim'in dinini büyük oranda tahrif etmiş olmalarına ve islâmdan önce, cahiliye döneminde bu dinden alabildiğine sapmış olmalarına rağmen, bu haram ayların içerdiği yasaklık hükmüne uymaya devam ettiler. Çünkü bu yasak, Hacc sezonu ile sıkı sıkıya ilişkili idi ve Hicazlılar'ın, özellikle Mekke halkının hayatı bu sezona dayanıyordu. Bu aylarda savaş yasağı geçerli olmalı ve tüm Yarımada'yı kapsayan güvenli bir barış ortalığa egemen olmalıydı ki, Hacc sezonu canlı geçebilsin, bu süre boyunca serbestçe seyahat ve ticaret yapılabilsindi. Savaş yasağına uyma kararlılığının altında yatan gerekçe bu idi! Sonra kimi Arap kabilelerinin bu ayların yasaklığı ile çelişen birtakım ihtiyaçları ortaya çıktı. O zaman şahsi arzuların oyunu gündeme girdi. Bu oyunların sonucu olarak sözkonusu haram ayların herhangi birinin helâl sayılmasına ilişkin fetva veren kimseler görüldü. Bu kimseler bu helâl sayma işini, sözkonusu ayı bir yıl öne alarak ve ertesi yıl geriye atarak gerçekleştiriyorlardı. Bu durumda haram ayların sayısı yine dört olarak kalıyor, fakat ayların yıl içindeki yerleri değişiyordu. Yani yüce Allah'ın az sonra okuyacağımız ilgili ayetteki deyimi ile "Müşrikler, Allah'ın haram kıldığı ayları sayıca denk getirmek için bu ertelemeyi bir yıl helâl sayarlarken bir sonraki yıl haram kabul ediyorlar"dı. Bu hokkabazlığın sonucu olarak o yıl ne Recep ayı ve ne de Zilhicce ayı gerçek zaman dilimlerini göstermiyorlardı. Recep ayı, Cemazıyelaher ayının ve Zilhicce ayı da Zilkaade ayının yerine geçmişti. Buna göre bu ayların sıralamadaki yerleri ile oynamanın sonucu olarak o yılla Tebuk savaşına ilişkin seferberlik çağrısı görünüşte Recep ayında meydana gelmesine rağmen aslında Cemazıyelaher ayında gerçekleşmiş oluyordu. İşte bu olay üzerine az sonra okuyacağımız ayetler indi. Bu ayetlerde sözünü ettiğimiz "ayların yerleri ile oynama (nesiy)" hokkabazlığı yasaklanıyor ve bu uygulamanın ilke olarak yüce Allah'ın dinine ters düştüğü açıklanıyor. Çünkü yüce Allah'ın dinine göre helâl ve haram kılma yetkisi (daha doğrusu tümü ile yasa koyma yetkisi) yüce Allah'ın tekelindedir ve yüce Allah'dan izinsiz bir biçimde bu yetkinin insanlar tarafından kullanılması kâfirlik sebebi, hatta "kâfirlikte ileri gitme" eylemidir. Böylece hem bazı müslümanların vicdanlarını gölgeleyen Recep ayının yasaklığının çiğnendiği yolundaki şüphe bulutları dağıtılıyor, hem de bu inanç sisteminin son derece büyük bir önem verdiği bir temel ilke belirlenmiş, tekrarlanarak vurgulanmış oluyordu. Bu ilkeye göre helâllere ve haramlara ilişkin yasa koyma yetkisi sırf yüce Allah'ın tekeline veriliyor ve okuyacağımız ayetlerin ilkinde yeralan "Allah'ın gökleri ve yerleri yarattığı günden beri" ifadesi doğrultusunda bu yetki ile tüm evrenin yapılanmasında egemen olan köklü yetki arasında sıkı bir ilişki olduğu vurgulanıyor. Buna göre insanlar için yasa koyma yetkisi, insanlarda dahil olmak üzere tüm evren için yasa koyma yetkisinin bir dalı, doğal bir uzantısıdır. Bu ilkeden sapmak, bu evrenin yaratılışına ve yapısına ilişkin temel ilkeye ters düşmektir ki, bu da "kâfirleri sapıklığa düşüren" onların olduklarında "daha koyu kâfirler olmalarına yolaçan" bir eylemdir. Okuyacağımız ayetlerde bir önceki bölümün ana konusunu oluşturan bir başka gerçek dile getiriliyor. Bu gerçek şudur: Yahudiler ile hristiyanlar (Kitap ehli) da müşriktirler, islâm düşmanı ve cihad hedefi olmaları bakımından müşriklerle aynı kategoridedirler. Bu yüzden müslümanlara yöneltilen savaş emri, bunların tümünü, yani hem müşrikleri ve hem de Kitap ehlini kapsamına alır. Çünkü onlar da hep birlikte müslümanlara karşı savaşıyorlar. Tarihin, tüm olayları ile doğruladığı bu gerçeği, daha önce yüce Allah'ın sözleri haber veriyor. Bu vurgulamalı ilahi açıklamalara göre müslümanlara karşı, müşrikler ile Kitap ehli arasında hedef ve cephe birliği vardır, islâmla ve müslümanlarla savaşmak sözkonusu olunca bu hedef ve cephe birliği onları hemen biraraya getirir; daha önce aralarında varolan düşmanlıklar, sürtüşmeler ve inançlarının ayrıntılarına ilişkin görüş farklılıkları hep birlikte müslümanların üzerine çullanmalarına ve islâmın kökünü kazımak için ortak eylemlere girişmelerine kesinlikle engel oluşturmaz. Yahudiler ile hristiyanların öbür müşrikler gibi müşrik olduklarına, bu iki müşrik kampı birlikte müslümanlara karşı savaştıklarına göre, müslümanların da onları bir bütün halinde savaş hedefi saymaları gerektiğine ilişkin gerçeğe, okuyacağımız ayetlerin gündeme getirdiği ilk gerçeği de ekleyelim. Bilindiği gibi bu ilk gerçek haram ayların sıralamadaki yerleri ile oynamanın "kâfirlikte ileri gitmek" anlamına geldiği, bu hokkabazlığın yüce Allah'ın iznine dayanmaksızın yasa koymaya yeltenme anlamına geldiği, bu girişimin de inanç kaynaklı kafirliğe eklenen ve ona tuz-biber eken bir başka kâfirlik olduğu gerçeğidir. İşte bu iki gerçek, okuyacağımız ayetler ile önceki ve sonraki ayetler arasında köprü oluştururlar. Böylece meydana gelen bütünleşmiş ayetler bloku, önerilen genel seferberliğin, hem Kitap ehlinin ve hem müşriklere karşı harekete geçilmesini emreden savaş çağrısının önüne dikilen engelleri bertaraf etmeye çalışıyor. |
Konuyu Toplam 9 Kişi okuyor. (0 Üye ve 9 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Fizilalil Kuran A'la Suresi Tefsiri-Medineweb | MERVE DEMİR | Fizilalil Kur'ân | 1 | 28 Ekim 2012 17:43 |
Fizilalil Kuran Tin Suresi Tefsiri-Medineweb | MERVE DEMİR | Fizilalil Kur'ân | 2 | 30 Nisan 2012 09:50 |
Fizilalil Kuran Nas Suresi Tefsiri-Medineweb | MERVE DEMİR | Fizilalil Kur'ân | 1 | 18 Ekim 2009 18:54 |
Fizilalil Kuran Rad Suresi Tefsiri-Medineweb | MERVE DEMİR | Fizilalil Kur'ân | 4 | 08 Ekim 2008 13:40 |
Fizilalil Kuran Hac Suresi Tefsiri-Medineweb | MERVE DEMİR | Fizilalil Kur'ân | 5 | 08 Ekim 2008 13:03 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|