|
Konu Kimliği: Konu Sahibi MERVE DEMİR,Açılış Tarihi: 27 Eylül 2008 (21:48), Konuya Son Cevap : 27 Eylül 2008 (22:21). Konuya 18 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
27 Eylül 2008, 21:48 | Mesaj No:1 |
Fizilalil Kur'an Yunus Suresi Tefsiri Fizilalil Kur'an Yunus Suresi Tefsiri 1- Elif, Lam, Ra. İşte bunlar o hikmet dolu Kitab'ın ayetleridir. " Surenin birinci dersi üç harf ile başlıyor. Nitekim Bakara, Al-i İmran ve A'raf sureleri de bu türden harflerle başlamışlardı ve biz oralarda bu harflerin yorumu ile ilgili görüşümüzü belirtmiştik. Bu ders yüklemi, "İşte bunlar o hikmet dolu Kitab'ın ayetleridir" cümlesi olan bu harfleri, cümlenin öznesi (cümlenin başı) yaparak başlıyor. Sonra surenin akışı bir dizi konuyu ele alıyor. Ve burada, "Kitap" kavramının neden hikmet dolu sıfatı ile nitelendirildiği ortaya çıkıyor. Bu konular, insanları uyarması ve mü'minleri müjdelemesi için Allah'ın elçisi Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- vahiy göndermesinden, müşriklerin yüce Allah'ın normal bir insana vahyetmesine karşı çıkmalarının reddedilmesinden, göklerin ve yerin yaratılmasından, her ikisindeki işlerin idaresinden tutun da güneşin ışık, ayın aydınlık kılınmasına, insanların senelerin sayılarını bilmelerine ve hesap yapmalarına yardımcı olması için ayın farklı doğuş yerlerinin belirlenmesine, gecenin ve gündüzün yer değiştirmesine ve bu yer değişmelerindeki hikmete ve idareye varıncaya kadar geniş bir alana yayılmıştır. Evrenin bu ayetlerinin sunuluşundan sonra, bu ayetlere aldırmayan gafillere geçilmektedir. Bunlar her şeyi idare eden Allah'ın huzuruna çıkacaklarına inanmayan kimselerdir. Sonra bu gafilleri bekleyen acı akıbete, bunlara karşı mü'minleri bekleyen sürekli nimetlere geçilmektedir. Kendilerini bekleyen akıbetin neden belirlenen güne kadar ertelendiği, insanların bu dünyada iyiliği istediği gibi, kötülüklerin cezalarının neden hemen verilmediğinin hikmeti belirtilmektedir. Eğer insanların iyiliği elde etmede acele ettiği gibi, kötülüklerinin cezaları da hemen verilmiş olsaydı, ecelleri sona erer ve hiç zaman geçirilmeden günahları yüzünden cezalandırılırlardı. İşte bu nedenle iyiliği ve kötülüğü karşılama, insan yapısının ve karakterinin nasıl olduğu, başlarına bir bela geldiğinde Allah'a nasıl da yalvardıkları, bu durumdan kurtulduklarında O'nu nasıl unutarak daha önceki hallerinde ısrar ettikleri, aynı yolda giden ve bu yolda belalarını bulan milletlerin acı akıbetlerinden ders almamaları dile getiriliyor! Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerini Allah'ın dinine davet ettiği Arap toplumu, önceki milletlerin nasıl yok edildiklerini çok iyi biliyorlardı. Fakat buna rağmen peygamberin mesajını yalan sayanlar, ondan bu Kur'an'dan başka bir Kur'an getirmesini veya bir kısmını değiştirmesini istiyorlardı. Kur'an'ın Allah tarafından gönderildiğini düşünmüyor ve anlamaya çalışmıyorlardı. O'nun sabit hikmeti olduğunu, değiştirmeyi kabul etmeyeceğini akıllarına getirmiyorlardı. Allah'ı bırakıp, hiçbir delile dayanmadan, kendilerine ne fayda, ne de zarar veremeyecek olan yaratıklara tapıyorlardı. Allah'tan gelen vahyin bir gereği olarak yalnız Allah'a tapmayı terkediyorlardı. Yüce Allah'ın Kur'an'daki apaçık ayetlerine bakmadan, evrenin her alanında gözlenen mucizevi ayetlerinden gafil bir şekilde, olağanüstü nitelikli bir harika istiyorlardı. Sonra insanın rahmeti ve zararı karşılama karakterine dönüş yapıyor. Canlı, hareketli ve etkili sahnelerden birinde, bu karakterin canlı bir örneğini sunuyor. Burada insanlar bir deniz yolculuğunda tasvir ediliyor. Geminin hareket ettiği sırada herkes rahat içinde. Fakat daha sonra fırtına kopuyor. Ve her taraftan dalgalar kendilerini kuşatınca durum değişiyor. Başka bir sahne ise, bu dünya hayatının aldatıcı olduğunu, sönüverişi bir anda gerçekleşecek olan parlaklığı, ışık saçıcılığı somutlaştırılıyor. Bu hayatı yaşayan insanlar onun güzelliklerine kapılıyorlar, kendilerini bekleyen ve bir anda ortaya çıkacak korkunç akıbetten gafil davranıyorlar. Halbuki, yüce Allah onları saadet yurduna, güven ve huzur diyarına, bir gaflet anında yakalanma korkusu olmayan yurda çağırmaktadır: "İşte biz düşünen kimselere ayetlerimizi böylesine ayrıntılı biçimde açıklarız." (Yunus Suresi, 24) Bunlar Allah'ın yaradılış ile idaredeki hikmetini kavrayan kimselerdir. HAYRET VE İNKÂR Müşriklerin, Allah'ın kendi peygamberine vahyettiğini inkâr ettikleri bu hikmet dolu Kitab'ın ayetleri, bu ve benzeri harflerden meydana gelmektedir. Bu harfler onların elleri altında olduğu halde, onlar bunlardan Kitab'ın ayetlerine benzer ayetler yapamıyorlar, bu acizlikleri onları düşünmeye de sevketmiyor, kendileri ile peygamber arasındaki yol ayrımının vahiy olduğunu, eğer bu vahiy olmasaydı onun da kendileri gibi, herkesin eli altındaki bu harflerden bir tek ayet bile yapmaktan aciz kalacağım kavrayamıyorlar. Nitekim bu surede Kur'an meydan okuyarak onları bir ayet yapmaya davet ediyor. "İşte bunlar o hikmet dolu kitabın ayetleridir." Hikmet dolu olan bu kitap, insanın karakterine, yapısına uygun bir şekilde hitap eder. Bu surede insan tabiatının bazı değişmez ve gerçek yönlerine ışık tutulmaktadır. Bütün kuşaklar boyunca bu tesbitlerin doğruluğu kanıtlanmıştır. Hikmet dolu olan bu kitap gafilleri uyandırıyor. Onları, Allah'ın evren sayfasında ve bu sayfanın derinliklerinde, yerde ve gökte, güneş ve ayda, gece ve gündüzde... önceki asırlarda yaşamış milletlerin acı akıbetlerinde, onlara gönderilen peygamberlerin kıssalarında ve bu evrendeki Allah'ın yüce kudretinin gizli ve açık belgeleri olan ayetler üzerinde düşünmeye çağırıyor. | |
Konu Sahibi MERVE DEMİR 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN ülke tv Canlı... | Videolar/Slaytlar | Medine-web | 1 | 2898 | 23 Ağustos 2013 00:41 |
İran Emperyalizmi | Makale ve Köşe Yazıları | Medine-web | 6 | 3640 | 26 Ocak 2013 22:53 |
gerekli gereksiz bir şiir.. | Makale ve Köşe Yazıları | MERVE DEMİR | 0 | 3281 | 06 Aralık 2012 10:48 |
olmamış kayınbiradere mektup :) | Komik Paylaşımlar | Allahın kulu_ | 10 | 7794 | 03 Kasım 2012 23:19 |
İslamın kurtuluşu bilinçlenme ile mümkündür | Makale ve Köşe Yazıları | Esadullah | 11 | 7262 | 02 Ekim 2012 21:16 |
27 Eylül 2008, 21:52 | Mesaj No:2 |
Durumu: Medine No : 176 Üyelik T.:
15 Eylül 2007 | Cvp: Fizilalil Kur'an Yunus Suresi Tefsiri 2- "Bizim aralarında bir kişiye, `insanları uyar' ve `mü'minlere, Rabbleri katında sarsılmaz bir derecenin sahibi oldukları müjdesini ver' diye vahyetmemiz insanların tuhafına mı gitti ki, kâfirler, `Bu adam açık bir büyücüdür' dediler. " Bu soru onların çirkin bir yaklaşımda bulunduklarını göstermektedir. Kur'an, peygamberlerin gönderildikleri ilk günden beri insanların vahiy gerçeğini algılamada ortaya koydukları bu tuhaf karşılamaları reddetmektedir. Her peygamberin karşılaştığı değişmez soru şu olmuştur: "Allah, bir insanı mı peygamber gönderdi?" Aslında bu sorunun kaynağı, "insan"ın değerinin sağlıklı bir biçimde kavranmamasıdır. İnsanların, bizzat kendilerini temsil edecek "insan"ın değerini anlamamalarıdır. Onlar bir insana Allah'ın elçisi olmayı, yüce Allah'ın vahiy yolunu kullanarak elçisiyle irtibat kurmasını, insanlara yol gösterme görevini bu elçilerine vermesini çok görmektedirler. Onlar, Allah'ın bir meleği veya Allah katında insandan daha yüksek bir dereceye sahip bulunan başka bir varlığı peygamber olarak göndermesini beklemektedirler. Halbuki onlar bu arada Allah'ın insanı onurlandırmış bulunduğunu, bu onurlandırılmış halı ile insanın Allah'ın mesajını yüklenecek ve iletecek bir ehliyet kazandığını, kendi aralarından bazı fertlerin seçilerek bu çok özel biçimde Allah ile irtibata geçebileceğini gözardı etmektedirler. Hem Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- devrinde ve hem önceki asırlarda yaşayan peygamberlik misyonunu yalan sayan kâfirlerin temel şüphesi bu olmuştur. Şu anki modern asırda ise, birtakım insanlar kendi kendilerine , başka şüpheler üretiyorlar, fakat tutarsızlıkta öncekilerden hiç de farklı değillerdir! Onlar diyorlar ki: "Maddi bir yapıya sahip olan insan ile, yarattığı hiçbir şeye benzemeyen, hiçbir eşi ve benzeri bulunmayan Allah arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?" Bu soruyu ancak, yüce Allah'ın gerçek mahiyetini, ilahi olan zatının tabiatını gerçek bir biçimde bilen ve yüce Allah'ın insanın bünyesine yerleştirdiği bütün özellikleri de en kuşatıcı şekilde kavrayan birisi sorabilir. Bu kadar kuşatıcı bir bilgi sahibi olmayı iddia etmek ise, aklına saygı gösteren ve bu aklın sınırlarını bilen bir insanın harcı değildir. Bugün açıkça biliniyor ki, insanın keşfedilebilecek özellikleri pek çoktur. Ve bunlar gün geçtikçe yeni yeni keşfedilmektedir. Bugün ilim, kesin sonuca ulaşmış değildir ki; "İnsanda bulunan keşfedilebilecek bütün yetenekler keşfedilmiştir" denilebilsin! Kaldı ki, ilim ve aklın ulaşabileceği saha ne kadar genişlerse genişlesin, onların ötesinde kalan bilinmezlik ufukları daha da uzaklara gideceklerdir. Şu halde insanda Allah'dan başka hiç kimsenin bilemediği meçhul güçler, enerjiler vardır. Yüce Allah, bu peygamberlik misyonunu yüklenebilecek güce sahip olan insana bu görevi yüklerken, elbette peygamberliğini kime vereceğini en iyi bilendir. Allah tarafından bilinen bu güç, insanlar tarafından bilinmeyebilir. Hatta peygamberlik görevini yüklenecek insanın kendisi de bu gücünün farkında olmayabilir. Fakat insana kendi ruhundan bir soluk üflemiş olan yüce Allah, her hücrede, her bedende ve her yaratıkta neler gizli olduğunu bilir. Yine yüce Allah, insan için bu özel ilişkiyi, özel bir şekilde sağlayabilir. İsterse onun nasıl meydana geldiğini, o şerefin tadına varan ve kendisine bu makam verilen insandan başkası kavramasın. Çağımızın bazı tefsircileri meseleyi anlaşılır hale getirmek için vahyi, bilim yolu ile ispata çalışmışlardır. Biz bu metodu temelden kabul etmiyoruz. Çünkü ilmin kendisine hoş bir alanı vardır. Bu alan, ilmin vasıtalarına sahip olduğu alandır. İlmin bir de ufukları vardır. Bu ufuklar, ilmin keşifleri ve kontrolleri için gereken vasıtalara sahip olduğu ufuklardır. Fakat ilim, ruh hakkında gerçek bir bilgiye sahip olduğunu iddia etmiştir. Çünkü ruh, ilmin çerçevesi içine girmez. Zira o, ilmin vasıtalarına sahip olduğu laboratuarlarda deneylerinden geçirilebilecek maddi bir varlık değildir. Bu nedenle, bilimsel metoda bağlı olan ilim, ruhun alanına girmekten sakınmıştır. Fizik ötesi bilimler" diye bilinen çalışmalara gelince, bunlar verimsiz çalışmalardır. Aslında özleri ve hedefleri açısından şüpheler ve kuşkular peşinde sürüklenmekten öteye geçemezler. Bu alanda Kur'an ve Sünnet gibi kesin bir kaynaktan gelen bilgilerin dışında kesin bir bilgiye ulaşma imkânı yoktur. Bu kesin kaynaklardan gelen bilgiler alanında, herhangi bir şeyi arttırma, eksiltme veya kıyasta bulunma sözkonusu değildir. Zira arttırma, eksiltme ve kıyas yapma aklı eylemlerdir. Akıl ise, burada kendi sahasının dışındadır. Yanında kullandığı vasıtaları da yoktur. Çünkü akıl, bu meydanda çalışmanın vasıtaları ile donatılmamıştır. "Bizim aralarında bir kişiye, "insanları uyar" ve "mü'minlere, Rabbleri katında sarsılmaz bir derecenin sahibi oldukları müjdesini ver" diye vahyetmemiz insanların tuhafına mı gitti?" İşte vahiy gerçeğinin özü budur. İnsanları karşı koymanın acı akıbetinden sakındırmak, mü'minlere de bağlılığın sonunu müjdelemek. Bu da yerine getirilmesi zorunlu yükümlülüklerin ve kaçınılması zorunlu yasakların açıklanmasını kapsamına alır. İşte uyarma ve müjdeleme ve bunların gerekleri öz itibariyle budur. Uyarma bütün insanları kapsamına alır. Bütün insanlar, tebliğe, açıklamaya ve sakındırmaya muhtaçtır. Müjdeleme ise yalnız iman edenlere mahsustur. Burada peygamber onlara gönül huzurunu, sebat ve istikrarı müjdeler. Bu anlamlara, "Kadem kelimesi ile tamlama oluşturan "Sidk" kavramı işaret etmektedir. Uyarma ve korkutma atmosferinde... "Sarsılmaz bir derece sahibi", korku altında ve sıkıntı anlarında sarsılmayan, çarpıklaşmayan, yalpalamayan ve bağları çözülmeyen sabit, sağlam ve emin adımlarla ilerleyen ayaklar... "Rabbleri katında sarsılmaz bir derece sahibi?"... Kalplerin ve ayakların sarsıldığı bir sırada, mü'min gönüllerin güven dolu olarak hareket ettiği huzurda... Yüce Allah'ın, insanların kendisini tanıdıkları, onun da insanları tanıdığı ve yine insanların güvenle kendisine baktıkları, sıkıntı, korku ve zorlukla karşılaşmadan alışveriş yaptıkları içlerinden birine vahiy göndermesinin hikmeti açıktır. Allah'ın peygamberlerini göndermesinin hikmeti ise daha açıktır. İnsan tabiatı, yapısı itibarı ile hem iyiliğe, hem de kötülüğe elverişlidir. İnsanın aklı, iyiliği ve kötülüğü ayırması için kendisine verilen vasıtadır. Fakat bu akıl da gerçekten sağlıklı bir kritere muhtaçtır. işte akıl bu sağlıklı ölçü ile karmaşık meselelerin içinden çıkabilecek, kendisini kuşatan şüphelerin etkisinden, akımların ve ihtirasların cazibesinden, insan bedenine, sinirlerine ve bünyesine (mizacına) arız olan faktörlerin etkisinden kurtulabilecektir. Böylece akıl, kendi ölçülerine göre farklı farklı, değişik değişik hükümler verip çelişkiden çelişkiye sürüklenmeyecektir. Yani akıl sağlıklı bir kritere muhtaçtır. Ta ki, bu tür faktörlerin etkisinden kurtulup Allah'a dönebilsin. O'nun yol göstermesine kulak versin ve bu doğru yolda gerçeğe ulaşsın. Bu değişmez ve adil kriter Allah'ın yolu ve Allah'ın yasasıdır. Buna göre Allah'ın dininin "değişmez bir gerçek" olması zorunlu olmaktadır. İnsanın aklı bütün alanlarda O'na dayanmalıdır. Bütün değerlendirmelerini bu değişmez gerçeğin süzgecinden geçirmelidir. Böylece aklın hangisinin sağlıklı, hangisinin tutarsız olduğu ortaya çıkar... "Allah'ın dini, insanların Allah'ın dininden anladıklarıdır; Bu nedenle Allah'ın dini, ana ilkelerinde gelişme gösterir" şeklindeki bir yaklaşım; Allah'ın dinindeki sözkonusu bu temel kuralı, yani gerçekliği ve ölçülerinin değişmezliği ilkesini -kaypaklıkla- beşeri anlayışlara göre tercih yapma ve sürekli biçimde değişiklik gösterme tehlikesi ile yüzyüze getirir. O zaman da beşeri değerlendirmelerin kendisine arzedileceği değişmez bir kriter kalmaz insanın elindi. Bu görüş, dinin insan tarafından icad edildiğini ileri süren anlayıştan uzak değildir. Sonuçta ikisi de aynı kapıya çıkar. Bu tehlikeli bir yol ve sonucu açısından da aynı derecede sakıncalıdır. Bu metod bütünü ile, kendisinden, yakın ve uzak olan tüm sonuçlarından kesin bir biçimde sakınmamızı gerektirir. Vahiy meselesi böyle açık olmasına rağmen, kâfirler onu sanki tuhaf bir şeymiş gibi algılamaktadırlar. "Kâfirler, "Bu adam açık bir büyücüdür" dediler." `Büyüleyicidir, çünkü onun söylediği şeyler muhataplarını aciz bırakıyor.' Eğer az bir şey düşünmüş olsalardı, şöyle demeleri daha yerinde olurdu: "Bu kendisine vahiy gönderilmiş bir peygamberdir, çünkü söylediği şeyler muhataplarını aciz bırakıyor." Büyü, evrenin büyük gerçeklerini, hayatın ve hareketin metodunu, ileri bir toplum oluşturacak ve eşsiz bir düzeni kuracak direktifleri ve yasaları kapsayamaz. Müşrikler vahiy ile büyüyü birbirine karıştırıyorlardı. Çünkü bütün putperest toplumlarda din ile büyü birbirine karışıktır. Ayrıca onlar, bir müslümanın Allah'ın dininin özünü kavradığında bu putperest anlayışlardan, bu anlayışların kuruntularından ve efsanelerinden kurtulduğu gibi net bir anlayışa sahip değillerdi. |
27 Eylül 2008, 21:53 | Mesaj No:3 |
Durumu: Medine No : 176 Üyelik T.:
15 Eylül 2007 | Cvp: Fizilalil Kur'an Yunus Suresi Tefsiri RUBUBİYET (RAB) DAVASI 3- Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı; sonra Arş'a kuruldu, her işi tasarlıyor ve çekip çeviriyor. O, izin vermedikçe hiç kimse aracılık (şefaat) edemez. İşte budur Rabbiniz olan Allah; o halde O'na kulluk ediniz; bunlar üzerine düşünüp ders almaz mısınız? 4- Sonunda hepiniz O'na döneceksiniz. Bu Allah'ın kesinlikle gerçekleşecek bir vaadidir. O, iman edip iyi ameller işleyenleri adalet uyarınca ödüllendirmek için insanları önce hiç yoktan yaratır, sonra da onları yeniden diriltir. Kâfirlere gelince, gerçekleri inkâr ettiklerinden dolayı onları kaynak sıvıdan oluşmuş bir içki ile acıklı bir azap beklemektedir. 5- O, güneşi ışık kaynağı ve ayı aydınlık yaptı; yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz diye, ay için farklı doğuş noktaları belirledi. Allah bunları mutlaka bir gerçeğe, bir sebebe dayalı olarak yarattı. O bilen kimselere ayetlerini ayrıntılı biçimde anlatır. 6- Gece ile gündüzün birbirini kovalamasında ve Allah in gökler ile yerde yarattığı varlıklarda, O'ndan korkan kimseler için birçok ibret dersleri vardır. İşte bu inanç sisteminde, en büyük ve en köklü meseleyi rububiyet (Rabb olma) meselesi oluşturmaktadır... Çünkü uluhiyet (ilah olma) meselesi müşrikler tarafından ciddi bir şekilde inkâr konusu olmamıştır. Onlar Allah'ın varlığına inanıyorlardı. Zira insanın fıtratı, aşırı bir şekilde saptığı çok az rastlanan haller dışında, bu evrenin bir ilahının varlığına inanmadan edemez. Fakat bu evrenin bir ilahı olduğuna inanan müşrikler, Allah ile beraber başka ilahları da O'na ortak koşuyorlar, ibadetleriyle onlara yöneliyorlardı. Bu ortak koşulan varlıklar kendilerini, Allah'a yaklaştıracak ve Allah katında kendilerine şefaatçi olacaklar diye onlara tapıyorlardı. Bunun yanında kendileri rububiyetin özelliklerini kullanıyorlar, Allah'ın izin vermediği şeyleri kendilerine kanun yapıyorlardı. Kur'an-ı Kerim uluhiyet ve rububiyet konusunda, kuru zihinsel tartışmalara girmez. Doğrudan doğruya herkesin anlayabileceği normal ve net fıtri ifadelerle insanın fıtratına seslenir. Daha sonraları, Yunan mantığı ve Grek felsefesinin etkisiyle yaygınlık kazanan metodu kullanmaz. Gökleri, yeri ve içindeki varlıkları yaratan, güneşi ışık, ayı aydınlık yapan ve O'na konaklar belirleyen, gece ile gündüz arasındaki farklılığı takdir eden Allah'dır... Eğer bilinçli bir biçimde düşünülürse, bu apaçık tabiat olayları insanların duygularını harekete geçirir ve kalplerini uyandırır. Bu evreni yaratan ve idare eden yüce Allah'dır. Ve insanların kendisine kulluk yaparak boyun eğmeleri ve yarattığı varlıklardan hiçbirini O'na ortak koşmamaları gereken tek ilan (Rabb) Allah'dır. Bu mesele gerçekten hiçbir zihni çabaya ihtiyaç duymayacak, zihnin kuru ve soğuk bir biçimde geveleyip durduğu, bir kere dahi olsa insanın kalbini ferahlatmayan, vicdanını harekete geçirmeyen tartışmalara dayalı araştırmaların ardına düşmeye yer bırakmayacak kadar mantıklı, canlı ve realiteye dayalı net bir mesele değil midir? Bu koca evren, gökler ve yeryüzü, güneş, ay, gece ve gündüz ile göklerde ve yerdeki yaratıklar, milletleri, nesilleri, bitkileri, kuşları, hayvanları ve yasaları ile bir bütün olarak bu tek gerçeğe (Rububiyet) bağlı olarak işlemektedir. İşte bütün karanlığı ve yüksekliği ile geniş alanları kuşatan, görülen ve görülmeyen, ufak tefek hareketlerin dışında her şeyi sükûnete kavuşturan bu gece... Gecenin karanlığını neşeli bir çocuğun gülümsemesini andıracak biçimde yaran bu şafak... Sabahın kendisi ile nefes aldığı, hayata ve canlılara yeni bir canlılık getiren bu hareket... İnsanların durduğunu sandığı, oysa hareket halinde olan ve yumuşak bir şekilde akıp giden bu gölge... Hiçbir hal üzere durmayan sürekli gidip-gelen, hoplayıp zıplayan bu kuş... Hiç durmadan sürekli gelişmeye ve yaşamaya çalışan şu bitki... Bir atılım ve geri çekilme içinde gidip gelen bu yaratıklar... Sürekli biçimde üreten bu rahimler ve onların ürettiklerini yutan kabirler... Her şeye rağmen hayat Allah'ın dilediği biçimde yoluna devam etmektedir. Bu yığınlarca tablolar ve gölgeler, örnekler ve şekiller,hareketler ve durumlar, gidişler ve gelişler, eskime ve yenilenme, çürüme ve gelişme, doğumlar ve ölümler, bu müthiş evrenin içinde gece ve gündüz boyunca bir an dahi durmayan ve ayrılmayan sürekli hareket.. Bütün bu olaylar uyanık bir kalp ile evrenin olaylarında ve derinliklerinde serpiştirilen ayetleri seyretmeye açık bir yaklaşım ile izlendiğinde, insanın bünyesinde yeralan muhakemeye,düşünmeye ve etkilenmeye yarayan bütün güçleri harekete geçirirler... Kur'an-ı Kerim de, bu tablolar ve ayetler yığını karşısında kalbin uyanmasını, aklın düşünmesini sağlamayı doğrudan hedef alır. "Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı." Gerçekten ilahlık hakkına sahip olan ve tapılmayı hakeden Rabbiniz, Gök!eri ve yeri yaratan ve onları eksiksiz bir plan, hikmet ve idare ile yöneten Allah'tır. "Altı günde." Bu evrenin oluşumu, hazırlanışı ve koordinasyonu Allah'ın iradesine bağlı olarak ve O'nun hikmeti gereğince altı günde gerçekleşmiştir. Biz burada bu altı günün ne anlama geldiğini açıklama çabasına girmeyeceğiz Çünkü bu altı gün, burada sürelerini ve çeşitlerini belirlemeye yönelmemiz için sözkonsu edilmemiştir. Bu yaradılışın amacının ve bu amaca ulaşma hazırlığının gereği olarak yaradılışta gözetilen planın ve idarenin hikmetini açıklamak için sözkonusu yapılmıştır. Her ne ise, bu altı gün; kendisinin dışında başka hiçbir kaynaktan bilgi alınmaması gereken yalnız yüce Allah'ın bildiği gayb konularından biridir. Biz bu konuda bize bildirilenlerle yetinip bu sınırları aşmamalıyız. Bu altı günün burada sözkonusu edilmesinin amacı, bu evrene başından sonuna kadar egemen olan, planlama, idare ve düzenin hikmetine dikkat çekmektir. "Sonra Arş'a kuruldu." Arş üzerine istiva; sabit, köklü, üstün egemenlik makamından kinayedir. Bu, insanın anlayabileceği, kavramları kendileri ile sembolize edebileceği bir dildir. Kur'ana Kerim olayları tasvir ederken bu metodu kullanır. Biz bu konuyu, `Kur'an'da Edebi Tasvir' kitabımızın, `Zihinde arılandırma ve Somutlaştırma' bölümünde detaylı olarak açıkladık. Bu ayette geçen "sonra" kelimesi, zaman aşımını ifade etmez. Manevi olan uzaklığı ifade eder. Burada zamanın hiçbir etkisinden söz edilemez. Yüce Allah'ın, daha önce olmadığı halde sonradan meydana gelen hiçbir halinden ve durumundan söz edilemez. Yüce Allah, yer ve zamanla ilgili olaylardan, değişimlerden münezzehtir. Onun içindir ki, biz burada `sonra' kavramının manevi uzaklık anlamında olduğunu kesin söyleyebiliriz. Biz böyle söylerken, insan aklının hüküm verebileceği ve kesin karar verebileceği güven bölgesinin sınırlarını aşmadığımızdan eminiz. Çünkü biz bu konuda yüce Allah'ın; durumdan duruma, şekilden şekile geçmekten, yerin ve zamanın şartlarına ayak uydurmaktan münezzeh olduğu ana ilkesine dayanıyoruz. "Her şeyi tasarlıyor ve çekip çeviriyor." Başlarını ve sonlarını belirler. Durumlarını ve şartlarını uygun biçimde koordine eder. Sebeplerini ve sonuçlarını sıraya dizer. Adımlarına, aşamalarına ve varacakları sonuca hükmedecek olan değişmez yasayı belirler. "O, izin vermedikçe hiç kimse aracılık (şefaat) edemez." Her şeyin dizgini O'nun elindedir. Her şeye hükmetme yetkisi O'nundur. Allah katında yakınlaşmayı sağlayacak şefaatçılar (yardımcılar) yoktur. Yaratıklarından hiçbiri, Allah, kendi idaresi ve planına uygun olarak ona şefaat izni vermeden, şefaat edemez. Kişinin şefaate hak kazanması, iman etmek ve iyi işler yapmak ile gerçekleşir. Şefaatçıları aracı kılmakla değil... Böyle bir anlayış, müşriklerin, heykellerine taptıkları meleklerin Allah katında reddedilmeyecek şefaatları olacağı şeklindeki inançlarını saf dışı etmektedir! İşte her şeyi yaratan, idare eden ve onlara hükmeden, izni olmadan hiç kimsenin katında şefaat edemeyeceği Allah... "İşte budur Rabbiniz olan Allah." Yalnız O, ilahlık yapma yetkisine sahiptir. "O halde O'na kulluk ediniz." Sadece O, bağlanmaya lâyıktır, başkaları değil... "Bunlar üzerinde düşünüp ders almaz mısınız?" Mesele fazla açıklamaya gerek duymayacak kadar kesin ve açıktır. Sadece bu bilinen gerçeği hatırlatmak yeterlidir. Göklerde ve yerde ilahlığın delillerini sunduktan sonra yüce Allah'ın şu sözü üzerinde biraz duralım: "İşte budur Rabbiniz olan Allah, o halde O'na kulluk ediniz." Daha önce, ilahlık meselesinin müşrikler tarafından ciddi biçimde inkâr konusu yapılmadığını, yüce Allah'ın yaratan, rızık veren, dirilten öldüren, idare eden, tasarrufta bulunan ve her şeye gücü yeten ilah olduğunun inkâr edilmediğini belirtmiştik. Fakat onlar, bir ilahın varlığını kabul etmelerinin sonucunda yapılması gerekenleri yapmıyorlardı. Allah'ın ilahlığını bu düzeyde kabul etmelerinin gereği olarak, kendi hayatlarında yalnız O'na rububiyet hakkı tanımaları gerekirdi. Allah'ın rububiyetini kabul etmek, yalnız O'na bağlanmakla somutlaştırılabilir. İbadet niteliği taşıyan bütün eylemlerini yalnız O'na takdim etmeleri ve bütün işlerinde O'ndan başkasını hakim kabul etmemeleri gerekirdi. İşte yüce Allah'ın aşağıdaki sözünün anlamı budur: "İşte budur Rabbiniz olan Allah; o halde O'na kulluk ediniz." İbadet, kulluk yapmaktır. Kulluk da, boyun eğmektir. Bu da bağlılık ve itaattir. Bununla beraber yüce Allah'ı, tüm bu özelliklerde eşsiz kabul etmektir. Çünkü bu itaat, uluhiyeti (ilahlığı) kabul etmenin kaçınılmaz şartlarından birisidir. Bütün cahili sistemlerde ilahlık sahası dar alanlara sıkıştırılır, insanlar bir ilahın varlığını kabul etmekle iman ettiklerini, insanların Allah'ın kendi ilahları olduğunu kabul ettiklerinde, ilahlığın şartlarına yani rububiyete bağlılık göstermeden hedefe ulaşacaklarını sanmaya başlarlar... Rububiyet ise, kendisinden başka Rabb bulunmayan Allah'ı, Rabb olarak kabul etmek, kendi otoritesine dayanılmadan hiç kimseye otorite tanımayan Allah'ın hakimiyetine girebilmek için, yalnız O'na boyun eğmektir. Cahiliye sisteminde "ibadet"in anlamı da daraltılır. Öyle ki, ibadet, sadece dar anlamda ibadet niteliği taşıyan eylemlerin sunulması ile sınırlandırılır. Buna bağlı olarak insanlar, ibadet niteliği taşıyan eylemlerini yalnız Allah'a takdim ettikleri zaman ortaksız olarak Allah'a kulluk ettiklerini sanırlar. Halbuki ibadet terimi bu yozlaştırma girişimlerinden önce "abede" kökünden türetilmiş olması hasebi ile "boyun eğme ve eğilme" anlamlarına geliyordu. "İbadet niteliği taşıyan eylemler" ise, boyun eğmenin ve eğilmenin görünümlerinden sadece birisini oluştururlar. Boyun eğme gerçeğinin bütün boyutlarını ve tüm görünümlerini kapsayamazlar. Cahiliye, belli bir zaman dilimi veya belli bir tarih aşaması değildir. Cahiliye, ilahlık anlamının ibadet anlamının bu şekilde daraltılması demektir. Bu kavramların anlamlarının daraltılması insanları, kendilerini Allah'ın dininde sandıkları halde şirke götürür! Nitekim bugün dünyanın bütün ülkelerinde karşılaşılan problem budur. Bu ülkelerin kapsamında, halkı müslüman ismi taşıyan ve ibadet nitelikli eylemlerini Allah için yapan ülkeler de vardır. Halbuki buna rağmen onların Rabbleri Allah'tan başkalarıdır. Zira onların gerçek Rabbi, otoritesi ve yasası ile onlara hükmeden kimsedir. Kendisine boyun eğdikleri, emrine ve yasağına teslim oldukları, kendileri için çıkardığı yasalarına uydukları kimsedir. İnsanlar böyle yapmakla bu ilahlara ibadet etmiş olurlar. Nitekim Peygamberimiz bir hadisinde buyurmuştur ki: "Kendileri de onlara uydular. İşte bu, onlara ibadet etmeleridir." (Adiy b. Hatem tarafından rivayet edilen bu hadisi Tirmizi, Sünen almıştır.) İbadetin bu anlamını pekiştirmek amacı ile, aynı surede şu ayet de yeralmaktadır: "De ki; `Baksanıza Allah'ın size gönderdiği rızıklara? Bunların bir bölümünü haram ve bir bölümünü de helal saydınız." De ki; "Bu konuda Allah mı size izin verdi, yoksa O'na iftira mı ediyorsunuz?" Bugün bizim içinde bulunduğumuz durum, yüce Allah'ın kendilerine şu şekilde hitap ettiği eski cahiliye halkının durumundan hiç de farklı değildir: "İşte budur Rabbiniz olan Allah; o halde O'na kulluk ediniz. Bunlar üzerinde düşünüp ders almaz mısınız?" O'na ibadet ediniz. Kendisine hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Çünkü hepiniz O'na döneceksiniz. O'nun huzurunda hesap vereceksiniz. Mü'minleri de, kâfirleri de, durumlarına göre cezalandıracak olan O'dur. "Sonunda hepiniz O'na döneceksiniz. Bu Allah'ın kesinlikle gerçekleşecek vaadidir." Yalnız O'na döneceksiniz. O'na koştuğunuz ortaklara ve aracılara değil. Yüce Allah söz vermiştir. O'nun sözünde değişiklik ve gecikme olmaz. Çünkü ölümden sonra diriliş, yaratmanın tamamlayıcı uzantısıdır. "O, iman edip iyi amel işleyenleri adalet uyarınca ödüllendirmek için insanları önce hiç yoktan yaratır, sonra da onları yeniden diriltir. Kâfirlere gelince, gerçekleri inkâr ettiklerinden dolayı onları kaynar sudan oluşmuş bir içki ile acıklı bir azap beklemektedir." Ceza ve mükâfatta adalet, yaratma ve yeniden diriltmenin amaçlarından biridir. İman edip iyi amel işleyenleri adalet uyarınca ödüllendirmek için, "Acısız lezzetin, hemen arkasından üzüntü getirmeyen nimetin içinde olmak, yaradılışın ve yeniden dirilişin amaçlarından biridir. Bu, insanın olgunluk açısından ulaşabileceği zirve noktasıdır. İnsanlık bu yeryüzünde, zorluklarla ve üzüntülerle içiçe bulunan hiçbir lezzeti, üzüntüsüz veya kendisini izleyen acılardan uzak olmayan bu dünya hayatında böyle bir şeye ulaşamaz. Gerçi insan, ruhun tertemiz zevklerine, lezzetlerine ulaşabilir. Bu ise, çok az insanın eline geçer. Bu dünya hayatında hiçbir pürüz olmasa dahi, bu nimetin sona ereceği bilinci yalnız başına bir eksiklik olarak yeterdi ve onun mükemmel oluşuna engel olurdu. Buna göre insanlık, bu yeryüzünde kendisi için belirlenen en yüksek derecelere ulaşamaz. İnsanlığın ulaşabileceği en yüksek derece, eksiklikten, zaaftan ve bunların kötü sonuçlarından kurtulmaktır. Üzüntüsüz, korkusuz kaybetme endişesi ve sona eriş ızdırabı çekmeden bu hayatın nimetlerinden yararlanmaktır. İnsan bütün bunların hepsine cennette kavuşacaktır. Nitekim Kur'ana Kerim, cennetin mükemmel ve kuşatıcı nimetlerinden bu şekilde söz etmektedir. Hiç kuşkusuz, yaradılışın ve dirilişin amaçlarından biri, doğru yolda giden insanları hayatın tutarlı yasalarına ve evrenin kanunlarına uyanları, insanlığın en üstün derecelerine ulaştırmaktır. Kâfirler ise, bu yasaya aykırı davrandılar. İnsanlığı kemale erdiren yolda yürümediler. Aksine ondan uzaklaştılar. Bu ise, değişmez yasaların gereği olarak, onların olgunluk derecesine ulaşmalarını engellemiştir. Zira onlar olgunluk yasasına yanaşmadılar. Nasıl ki, bir hasta bedensel sağlık yasalarına aykırı hareket etmekle, bu yanlış hareketinin cezasını çekiyorsa, onlar da bu sapıklıklarının cezasını çekeceklerdir. Hasta, cezasını hastalık ve zayıflama ile çeker. Onlar da cezalarını, uçuruma yuvarlanmak ve gerisin geriye gitmek şeklinde çekerler. Onlara, acısız lezzetlere karşılık, lezzetsiz acılar vardır." "Kâfirlere gelince; gerçekleri inkâr ettiklerinden dolayı onları kaynar sudan oluşmuş bir içki ile acıklı bir azap beklemektedir." Her şeyin kendisine döneceği, cezalandırma ve ödüllendirme yetkisini elinde bulunduran tek Allah'a ibadeti öngören, Allah'ın göklerin ve yerin yaradılışındaki ayetleri üzerinde biraz durduktan sonra, Kur'an'ın akışı, tekrar varlığı ve büyüklüğü ile göklerden ve yerden hemen sonra gelen diğer evrensel ayetlere dönüyor: O, güneşi ışık kaynağı ve ayı aydınlık yaptı; yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz diye, ay için farklı doğuş noktaları belirledi. Allah bunları mutlaka bir gerçeğe, bir sebebe dayalı olarak yarattı. O, bilen kimselere ayetlerini ayrıntılı biçimde anlatır. Bunlar, evrenin apaçık sahnelerinden iki tanesidir. Fakat biz uzun süre kendilerine alıştığımız için, onların farkına varmıyoruz. Sürekli tekrarlandıkları için, onların kalbimiz üzerindeki etkisini yitiriyoruz. Yoksa insan, ilk defa güneşin doğuşunu seyretse, ilk defa battığını görse, ayın ilk defa doğduğunu, ilk defa battığını görse nasıl ürpermez, dehşete kapılmaz? Bunlar sürekli tekrarlanan alıştığımız iki sahnedir. Kur'an dikkatimizi onların üzerine çeviriyor. Böylece duygularımızda ilk görmenin ciddiyetini hissettirmek, kalplerimizde canlı ilk bakışın duygularını diriltmek, tekrarın kanıksattığı-uyuşturduğu düşünceyi harekete geçirmek, onların yaradılışlarında ve oluşum biçimlerinde gözüken sağlam iradeyi görmemizi sağlamak ister. "O, güneşi ışık kaynağı yaptı." Orada alevler vardır. "Ayı aydınlık yaptı." Orada aydınlık vardır. "Ay için farklı doğuş noktaları belirledi." Her gece bir nokta, özel bir şekilde konaklar. Bu ayda çıplak gözle görülebilmektedir. Bu konuda, uzmanların dışında hiç kimsenin bilemeyeceği astronomi bilgisine sahip olmaya gerek yoktur. "Yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz diye." Bugün halâ bütün insanlar zamanlarını, takvimlerini güneşe ve aya göre ayarlamaktadırlar. Bunların hepsi boşuna mıdır? Bunların hepsi dayanaksız mıdır? Bunların hepsi rastgele mi olmuştur? Hayır, bu düzenin tamamı, bu ahengin tamamı, hiçbir hareketin gecikmesine yer vermeyen bu kadar ince hesaplar, evet hepsi boşu boşuna, asılsız ve geçici bir rastlantı olarak değerlendirilemez: Allah bunları mutlaka bir gerçeğe, bir sebebe dayalı olarak yarattı. Temelin oluşturan dayanağı gerçek, vasıtaları gerçek, gayesi gerçektir. Gerçek ise, köklüdür, kendisine özgü bir ağırlığı vardır, değişmez! Gerçeği gösteren bu özellikler ise, açıktır, süreklidir ve her zaman geçerlidir. O, bilen kimselere ayetlerini ayrıntılı biçimde anlatır. Burada sunulan sahneleri, o sahnelerin ve manzaraların arkasında gizli olan idareyi kavramak için ilim sahibi olmak gerekir. Göklerin ve yerin yaradılışında; güneşin ışık, ayın aydınlık kılınmasında, farklı doğuş noktaları tayin etmek suretiyle gece ve gündüz olayının meydana getirilmesinde ibretler vardır. Gerçekten de kalbini, bu ilginç evrenin sahnelerindeki ve olaylarındaki imajlara açanlar için gece ve gündüz olayı cidden etkili bir olaydır: Gece ile gündüzün birbirini kovalamasında ve Allah'ın gökler ile yerde yarattığı varlıklarda, O'ndan korkan kimseler için birçok ibret dersi vardır. Gece ile gündüzün değişikliği, arka arkaya gelmeleridir. Bu aynı zamanda onların uzaması-kısalması anlamına gelebilir her ikisi de gözler önünde gerçekleşen olaylardır. Fakat görme alışkanlığı, onların duygular üzerindeki etkisini azaltabilmektedir. Ancak manevi duygularımızın uyanık olduğu, vicdanımızın doğuşlarına ve batışlarına heyecanla yöneldiği anlarda, doğuşlarda ve batışlarda meydana gelen harika olayları, bu evrene yeni gelmiş bir insanın dikkati ile inceleyebiliriz. Bu sırada insan, yeni meydana gelen bütün olaylara açık bir göz ve aktif bir duyarlılıkla yönelir. İşte bu kısa zaman dilimleri, insanın gerçek anlamda tam anlamı ile yaşadığı anlardır. Bu anlar, alışkanlığın insanın alıcı verici cihazlarında meydana getirdiği kireçlenmenin söküldüğü anlardır. Ve Allah'ın gökler ile yerde yarattığı varlıklarda. Eğer insan bir an için durup, "Allah gökler ile yerde yarattığı varlıklarda" ayetindeki gerçekleri gözetlese, haddi hesabı olmayan çeşitleri, türleri, biçimleri, durumları, sistemleri ve şekiller ile bunca varlıkları gözden geçirirse, evet gerçekten insan bir an için bunları seyretse duygulanır, hayatı boyunca kendisine yetecek derecede gözü dolar taşar. Bu olaylar yaşadığı müddetçe onu muhakeme, düşünce ve etkisinde kalma ile meşgul eder. Göklerin, yerin ve her ikisinin yaradılışı ve ilginç biçimdeki oluşturulmaları, bu şekilde sunulmaktadır. Bunlar, insanın kalbine hızlı birtakım sinyaller verir ve bunları kaydetmesi için onu serbest bırakır. Bütün bunlarda; "O'ndan korkan kimseler için birçok ibret dersleri vardır." Onların kalplerini, kendine özgü olan bu özel duyarlılık, yani takvaya dayalı duyarlılık harekete geçirir. Takvaya dayalı olan bu duyarlılık, onların kalplerini yumuşatır, coşturur. Çabuk etkilenmelerini sağlar. Kudretin tecellilerine, üstün yaradılışın manzaralarına, gözlere ve kulaklara sunulan yaradılış mucizelerine hemen cevap verebilmelerine zemin hazırlar. İşte bu, Kur'an'ın, insanın fıtratına bu evrende, onun etrafına serpiştirilen Allah'ın evrensel ayetleri ile hitap etmede kullandığı metoddur. Yüce Allah, bu ayetler ile insan denen varlığın fıtratı arasında özel bir iletişim ve duyulabilen mesajların olduğunu bilmektedir! Kur'an metodu, asrı saadetten sonraları kelamcılar ve filozoflar arasında yaygınlık kazanan diyalektik yöntemine başvurmamıştır. Çünkü yüce Allah, bu yöntemin kalplere ulaşamadığını, hiçbir harekete sürüklemeyeceğini, zihnin soğuk alanı dışına çıkamayacağını çok iyi biliyordu. Soğuk bir zihinde meydana gelen bir kımıldama, çok kısa bir zaman sonra havada uçuşup kaybolur! Fakat Kur'an metodunun bu yönteme bağlı olarak sunduğu deliller, hem kalbi, hem de aklı ikna eden en güçlü delillerdir. Zaten Kur'an'ın kullandığı delillerin özelliği de budur. Her şeyden önce bu evrenin varlığının kendisi ve ikinci olarak bu evrenin düzenli, ahenkli ve disiplinli hareketi... İnsanlar tarafından keşfedilmeden önce bile tesir gücüne sahip oldukları apaçık olan yasalar tarafından disiplin altında tutulan değişmeler ve gelişmeler... Evet bütün bu olayları, idare eden bir gücün varlığı düşünülmeden açıklayabilmek mümkün değildir. Bunda şüphe edenler, gerçekten de sağlıklı bir delil sunamıyorlar. Onlar, `'`Evren işte bu şekilde, kendi kanunları ile varolmuştur. Onun varlığını bir nedene bağlamak gerekmez. Onun varlığı, kanunlarını da kapsamına alır!" demekten öteye gidemiyorlar. Eğer bu sözler gerçekten anlaşılan veya akla uygun olan sözler ise, pes doğrusu! Bu söz, Avrupa'da Allah'tan kaçmak için kullanılıyordu. Çünkü onların kiliseden kaçışları, Allah'tan da kaçmalarını gerektirmiştir! Sonraları bu söz, şurada-burada gündeme gelmeye başladı. Çünkü bu, Allah'ın ilahlığını kabul etmenin zorunlu olan şartlarından kurtulmalarının vasıtasıydı. Zira eski cahiliyelerde müşriklerin büyük çoğunluğu Allah'ın varlığını kabul ediyordu. Fakat O'nun Rububiyetinde şüphe ediyorlardı. Kur'an'ın, ilk olarak muhatap aldığı Arap cahiliyesinde bunun bir örneğini görmüştük. Kur'an'ın kesin delili, onların kendi mantıkları ve Allah'ın varlığına ve sıfatlarına ilişkin inançları ile kuşatıyordu. Aynı mantık gereği olarak onlardan yalnız Allah'ı ilah olarak kabul etmelerini, hem ibadet niteliği taşıyan eylemlerde, hem de yasalarda; bağlılık ve itaatleri ile yalnız O'na boyun eğmelerini istiyordu. Yirminci asrın cahiliyesi ise, bizzat ilahlığı kökten reddederek bu mantığın yükünden kurtulmak istemektedir! Tuhaf olan şudur ki, sözde müslüman ülkelerde gizli-açık bütün çarelere başvurularak bu yüz kızartıcı kaçışın, `bilim' ve `bilimsellik' adına yaygınlaştırılmasıdır! Deniliyor ki, `Gaybiliğin', (Metafiziğin-Fizik ötesinin) `bilimsel' sistemlerde yeri yoktur. İlahlık ile ilgili her şey gaybın kapsamına girer... Kaçaklar, bu arka kapıyı kullanarak Allah'dan kaçmaya çalışıyorlar. Bunlar, Allah'dan korkmuyorlar. Yalnız insanlardan korkuyorlar. Onun için, onların başlarına bu çorabı örmeye çalışıyorlar! Bugün halâ evrenin varlığı, düzenli, ahenkli ve disiplinli hareketi kesin bir delil olarak dünyanın her yerindeki Allah'dan kaçanları kuşatmaktadır. İnsan fıtratı tümüyle kalp akıl, duyu ve vicdan olarak bu deliller ile karşılaşmakta ve onları benimsemektedir. Kur'an-ı Kerim bu fıtrata tümüyle, en kısa yoldan, en geniş ve en derin çapta hitap etmektedir... |
27 Eylül 2008, 21:53 | Mesaj No:4 |
Durumu: Medine No : 176 Üyelik T.:
15 Eylül 2007 | Cvp: Fizilalil Kur'an Yunus Suresi Tefsiri 7- Bizimle karşılaşacaklarını beklemeyenler, dünya hayatından hoşnut olup bu hayatla yetinenler ve ayetlerimizin farkında olmayanlar var ya; 8- İşte bunların varacakları yer, işlediklerinin karşılığı olarak cehennemdir. 9- İman edip iyi ameller işleyenlere gelince, Rabbleri onları imanları sayesinde doğru yola iletir, nimet cennetlerinde onların altlarından nehirler akar. 10- Onların oradaki çağrıları, "Allah'ım, sen noksan sıfatlardan uzaksın " birbirlerine yönelik iyilik dilekleri, "selâm " ve son çağrıları da, "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" sözleridir. Evrenin etkileyici düzeni üzerinde durarak, bu evrenin yaratan ve idare eden bir sahibi olduğunu düşünmeyenler, ahiretin, bu düzenin kaçınılmaz zaruretlerinden biri olduğunu, orada hakkın yerini bulacağını ve adaletin gerçekleşeceğini, ayrıca insanların orada en yüce ufuklarına kavuşacaklarını anlayamazlar. Bu nedenle onlar, Allah'ın huzuruna çıkarılmayı da beklemezler. Bu temel yanlışlıklarının sonucu olarak eksikliklerine ve basitliğine rağmen dünya hayatına takılıp kalırlar, ona razı olurlar. Dünya hayatına bütünü ile dalarlar, bu hayatın hiçbir eksikliğine karşı çıkmazlar. İşledikleri iyiliklerin ödülünü almadan ve kötülüklerinin cezasını tam olarak çekmeden, bir insan olarak varmaları planlanan olgunluğa ulaşmadan bırakıp gidecekleri bu dünya hayatının insan için son amaç olmaya elverişli olmayacağını anlayamazlar. Dünyanın sınırlarına takılmak ve onları benimsemek, insanları sürekli olarak uçuruma doğru sürükler. Çünkü bu durumda onlar, başlarını yukarı kaldıramazlar. Göklerini ufuklara dikemezler. Allah'ın kalbi uyaran, duyarlılığı arttıran, öğrenmeye ve olgunluğa hazırlayan evrensel ayetlerinden habersiz olarak sürekli biçimde başlarını ve gözlerini bu yeryüzüne ve onun üzerindeki değerlere dikerler! İşte bunların varacakları yer, işlediklerinin karşılığı olarak cehennemdir." Ne kötü bir sığınak, ne kötü bir varış yeri! Karşı tarafta, iman edenler ve iyi işler yapanlar yeralmaktadır. İman edenler ve bu dünya hayatından daha önemli, daha değerli bir hayatın olduğunu kavrayanlar... Bu imanın gereği olarak iyi işler yapanlar... Allah'ın iyi işlerin yapılmasına ilişkin emrini olduğu gibi yerine getirenler... Güzel olan ahireti bekleyenler... Ki, bu güzel ahiretin yolu da, iyi işler yapmaktır... Evet işte bunlar: "Rabbleri onları imanları sayesinde doğru yola iletir." Kendilerini Allah'a bağlayan bu imanları nedeniyle, onları iyi işlere yöneltecektir. Doğru yolu görmelerini sağlayacaktır. Vicdanlarının duyarlılığından ve takvasından bir ilham ile, onları iyi şeylere iletecektir. İşte bunlar cennete gireceklerdir: "Onların altlarından nehirler akar." Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da su bereketin, kana kana içmenin, gelişmenin ve hayatın sembolü olarak kabul edilecektir. Bu cennette onların arzuları nelerdir? Uğraşları nedir? Gerçekleşmesini istedikleri dilekleri nelerdir? Onların arzuları, mal elde etmek ve meşhur olmak değildir. Uğraşları, rahatsız eden şeyleri başlarından savmak, bir menfaat elde etmek değildir. Onlar, tüm bunların kötülüklerinden kurtulmuşlardı ve bununla yetinmişlerdir. Onların bu tür bir ihtiyaçları yoktur. Allah'ın kendilerine bahşettiği şeyler onlara yetmiştir. Onlar bu tür uğraşların ve arzuların çok üstüne çıkmışlardır. En belirgin nitelikleri haline gelen başlıca uğraşları, `dualarıdır.' Bu da başta, Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih etmeleri, işin sonunda Allah'a şükretmeleridir. Bu ikisi arasında, ya birbirlerine ya da kendileri ile Rahman'ın melekleri arasında gerçekleşen selamı yeralmaktadır: "Onların oradaki çağrıları, "Allah'ım sen noksan sıfatlardan uzaksın" birbirlerine yönelik iyilik dilekleri, "selâm" ve son çağrıları da, "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" sözleridir. Bu dünya hayatının arzularından ve uğraşlarından kurtuluştur. Bu hayatın zaruretlerinin ve ihtiyaçlarının üzerine çıkmaktır. Allah'ı razı etmenin, O'nu noksan sıfatlardan tenzih etmenin, O'na övgüler düzmenin ve O'nun himayesinde huzura ermenin ufuklarında kanat çırpmaktır. İşte insanların olgunluğuna lâyık olan ufuklar bunlardır. AZABIN GECİKMESİ VE İNSAN TABİATI Bundan sonra Kur'an'ın devam eden akışı, müşriklerin Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- meydan okumaları, Peygamber'den kendilerini tehdit ettiği cezayı hemencecik getirmesini istemelerini ele alıyor. Kur'an, bu cezanın belirlenmiş bir süreye kadar ertelenmesinin Allah'ın bir hikmeti ve rahmeti olduğunu açıklıyor. Bir musibet başlarını sardığında onların nasıl hareket ettiklerini gözlerinin önüne seriyor. Orada fıtratlarının cahili tortulardan arındığını ve yüce yaratıcılarına yöneldiğini, başlarını saran bu beladan kurtulduklarında aşırı gidenlerin tekrar eski aldırmazlık haline dönüş yaptıklarını belirtiyor. Kendilerine varis oldukları milletlerin acı akıbetlerini de hatırlatıyor onlara. Kendilerinin de bu acı akıbete benzer bir cezaya çarptırılabileceklerini gösteriyor. Dünya hayatının ancak bir sınav olarak yaşandığını, bu hayattan sonra cezası veya ödülünün verileceğini açıklıyor: 11- Allah, insanlara iyiliği istedikleri çabuklukta kötülüğü verseydi, süreleri hemen bitirilirdi. Oysa biz, bizimle karşılaşacaklarını beklemeyenleri azgınlıkları içinde debelenmeye bırakırız. 12- İnsanın başına bir sıkıntı gelince yatarken, otururken ve ayaktayken bize yalvarır. Fakat sıkıntısını giderdiğimizde başına gelen sıkıntıdan dolay bize hiç yalvarmamış gibi olur. işte ölçüyü aşanlara, işledikleri kötülükler böylesine güzel gösterildi. 13- Sizden önceki nice kuşakları, peygamberleri kendilerine açık gerçekler getirmişlerken, zalimce davranarak iman etmeye yanaşmadıkları için yokettik. İşte biz ağır suçlu toplumları böyle cezalandırırız. 14- Sonra nasıl davranacağınızı görelim diye sizi onların yerine geçirerek yeryüzünde egemen kıldık. Müşrik Araplar Allah'ın cezasını çabucak getirmesi için Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- meydan okuyorlardı... Yine bu surede yüce Allah onların şu sözlerini aktarmaktadır: "Eğer doğru söylüyorsanız va'dettiğiniz bu ceza ne zaman gerçekleşecek, derler." Ra'd suresinin altıncı ayetinde ise, "Senden iyilikten önce kötülük istiyorlar. Oysa onlardan önceki benzerlerinin başına nice cezalar gelmişti" deniyor. Yine Kur'an-ı Kerim onların şu sözlerini de nakletmektedir. "Hani onlar Ey Rabbimiz, `Eğer bu Kur'an senin tarafından gönderilmiş gerçek bir kitap ise, başımıza taş yağdır ya da bizi acıklı bir azaba çarptır' dediler. (Enfal Suresi, 32) Bunların hepsi müşriklerin Allah'ın doğru yolunu, ne denli bir inatla karşıladıklarını gözler önüne seriyor... Buna rağmen Allah'ın hikmeti gereği cezaları ertelenmişti. Daha önceleri peygamberlerin mesajlarını yalanlayan milletlerin başlarına geldiği gibi, onların başına da köklerini kazıyarak ve onları yokedecek bir ceza gönderilmemişti. Çünkü yüce Allah, onların çoğunun eninde sonunda islâm dinine gireceğini, bu dinin onlarla güçleneceğini, onlarla yeryüzüne yayılacağını biliyordu. Nitekim, Mekke'nin fethinden sonra bu gerçekleşti. Tabii ki, onlar işin böyle sonuçlanacağını bilmiyorlardı, bilmeden O'na meydan okuyorlardı! Allah'ın onlar için dilediği gerçek iyilikten haberleri yoktu. Allah'ın onlar için dilediği bu iyilik, kötülüğü istedikleri çabukluktaki alelacele istedikleri iyilik değildi! Yüce Allah birinci ayette onlara demek istiyor ki; Eğer Allah acele gelmesini istedikleri iyilik gibi, meydan okuyarak gelmesini istedikleri kötülüğü onlara çabucak verseydi... Eğer yüce Allah çarçabuk istedikleri her şeyi vermiş olsaydı, onların yok oluşlarına hükmeder ve hemen kendilerini öldürürdü! Fakat yüce Allah onları, kendilerini bekleyen işler için yaşatıyordu. Sonra onları, kendilerine tanınan bu süreye güvenerek bundan sonraki gelecekten habersizmiş gibi hareket etmekten sakındırıyordu. Allah'ın huzuruna çıkarılacaklarını sanmayanlar, kendileri için belirlenen bu ecel gelinceye kadar, bilinçsizlikleri içinde debelenip duracaklardı. Kötülüğün çabucak gelmesini istemekten söz edilmişken, insanın dara düştüğünde nasıl hareket ettiğini gösteren bir tabloya yer verilmiştir. Bu tablo, herhangi bir zararın kendisine dokunmasından korktuğu halde, kötülüğün hemencecik gelmesini istemenin, insan tabiatında yeralan bir çelişki olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Çünkü belanın geldiği an korkmakta, tehlike geçince sanki korkmamış gibi eski haline dönmektedir: "İnsanın başına bir sıkıntı gelince yatarken, otururken ayaktayken bize yalvarır. Fakat sıkıntısını giderdiğimizde başına gelen sıkıntıdan dolayı bize hiç yalvarmamış gibi olur. İşte ölçüyü aşanlara, işledikleri kötülükler böylesine güzel gösterildi." Bu sürekli biçimde gözlemlenebilen bir insan tipinin çok şahane bir örneğidir. İnsan, sağlığı yerindeyken, durumu müsait iken hayatın akışına kendisini kaptırır; hata eder, günah işler, azar ve ölçüleri çiğner. Allah'ın koruduğu ve rahmetiyle kuşattığı kimselerin dışında, hiç kimse güçlü ve kuvvetli iken, ilerde güçsüz ve zayıf düşeceğini hatırına getirmez. Bolluk zamanı insana çok şey unutturur. Kendini zengin görmek insanı azdırır... Sonra kendisini kıskıvrak yakalayan bela ile bir de bakarsınız ki, boynu bükük, korkak bir zavallı olmuştur. Birden bol bol dua etmeye, uzun uzun niyazlarda bulunmaya başlar. Bu zor şartlar karşısında bunalır, refahın çarçabuk gelmesini diler... Duası kabul edildiğinde, felâketten kurtulduğunda artık bir daha geriye bakmaz, düşünmez, nereye varacağını hesaplamaz. Tekrar, daha önceleri olduğu gibi dünya hayatına dalar. Hiçbir şeye aldırmaz. Kur'an'ın akışı ifade aşamalarını ve etkili vurgularını, gözler önüne sermeye çalıştığı psikolojik durumla ve sunmaya çalıştığı insan tipi ile paralel ve ahenkli biçimde ayarlamaktadır. Buna bağlı olarak felaket manzarasını yavaş yavaş, üzerine basa basa ve uzun uzun tasvir etmektedir: "Yatarken, otururken ve ayaktayken bize yalvarır." İnsanın bedeninin, malının ve kuvvetinin üzerine yürüyen bir akıntının engele çarpınca, nasıl durduğunu veya geri döndüğünü tasvir etmek için; o insanın her halini, her tutumunu ve her görünümünü net bir biçimde canlandırıyor. Engel ortadan kalkınca, "geçip gider" tek bir sözcük kullanılıyor. Bu tek sözcük boşalmayı, çözülmeyi, akıp gitmeyi ifade eder. "Geçti gitti" durmaksızın. Şükretmek için durmaz, düşünmek için bakmaz. İbret almak için değerlendirmez; `geçip-gider.' "Başına gelen sıkıntıdan dolayı bize hiç yalvarmamış gibi olur." Fren tanımadan, engel tanımadan ve hiçbir şeye aldırmadan hayatın akışına kaptırır kendisini! İşte bunun gibi bir karakter ile, sadece felâket sırasında bu felâketten kurtuluncaya kadar hatırladıktan hemen sonra yoluna devam etme ve "geçip-gitme" karakteri... Evet işte bu tip bir karakterle ölçüyü aşanlar azgınlıklarını sürdürürler ve bu tutumları ile sınırları aştıklarını anlamazlar. "İşte ölçüyü aşanlara işledikleri kötülükler, böylesine güzel gösterildi." Önceki asırlarda ölçüyü aşmanın sonu ne oldu? "Sizden önceki nice kuşakları, peygamberleri kendilerine açık gerçekler getirmişlerken zalimce davranarak iman etmeye yanaşmadıkları için yokettik. İşte biz ağır suçlu toplumları böyle cezalandırırız." Ölçüyü çiğneme, haddini aşma ve şirk anlamına gelen zulüm onları felâkete sürüklemiştir. İşte onların sonu buydu. Müşrik Araplar, Arap Yarımadası'nda Ad'ın, Semud'un ve Lut kavminin yaşadıkları bölgelerde, onların kalıntılarını gözleri ile görüyorlardı. Size peygamber apaçık delillerle geldi%-i gibi, önceki nesillere de peygamberleri gelmişlerdi. "İman etmeye yanaşmadıkları için." Çünkü onlar iman yoluna girmediler. İsyan yolunu seçtiler. Ve bu yola dalıp gittiler. Artık tekrar imana hazır duruma gelmediler. Dolayısı ile suçluların cezasına çarptırıldılar... "İşte biz ağır suçlu toplumları böyle cezalandırırız." Kur'an-ı Kerim, peygamberleri apaçık delillerle kendilerine geldikleri halde, iman etmeyen ve bu nedenle cezaya çarptırılan suçluların sonunu müşriklere sunarken, bu yokedilen milletlerin yerine kendilerinin geldiklerini, önceki milletlere varis kılınmakla, ayrılığa düştükleri konularda sınanarak deneneceklerini hatırlatıyor: "Sonra nasıl davranacağınızı görelim diye sizi onların yerine geçirerek yeryüzünde egemen kıldık." Bu, insanın kalbi için kuvvetli bir dokunuştur. Çünkü bu anlayışla insan, eski sahiplerinden kalma bir mülke varis kılındığını, daha önceleri buraya yerleştirilenlerin oradan sürüldüklerini, kendisinin de buradaki fonksiyonu ile bu mülke geçici olarak sahip olduğunu, burada sayılı birkaç gün geçireceğini, yaptıkları ile burada sınandığını, bu mülk ile denendiğini, burada az bir süre kaldıktan sonra yaptıklarından hesaba çekileceğini kavramış olmaktadır! İslâmın, insanın kalbine yerleştirdiği bu düşünce, onun gerçeği görmesini ve ondan saptırmak isteyenlere aldanmamasını sağlamasının yanında, insanın kalbinde bir uyanıklık, duyarlılık ve takvayı harekete geçirir. İşte bu hem ferdin, hem de içinde yaşadığı toplumun emniyet sibobudur. İnsanın yeryüzünde geçirdiği günler ile, sahip olduğu her şey ile ve kendisine verilen bütün imkânları ile sınandığının, imtihan edildiğinin bilincine varması, duyarsızlığa, aldanmaya ve oyuna gelmeye karşı bir kalkan bahşeder. Dünya hayatının nimetlerine dalıp boğulmaktan, kendisinden sorumlu olduğu ve bu vesile ile sınandığı bu nimetlerin peşine ihtirasla koşmaktan korur onu. Yüce Allah'ın aşağıdaki cümlede tasvir ettiği gibi, insanı kuşatan "Allah'ın gözetmesinin" bilincinde olması, kişiyi daha çok korunmaya, daha çok sakınmaya iter. İyilik yapma arzusunu ve bu imtihandan başarı ile çıkma arzusunu daha da arttırır: "Nasıl davranacağınızı görelim diye." İşte bu, islâmın bu gibi güçlü dokunuşlarla insanın kalbinde harekete geçirdiği düşünce ile, ilahi kontrol ve ahirette hesap verme düşüncesini çığırından çıkaran düşünceler arasındaki yol ayırımıdır!.. Biri, islâmi düşünceyi esas olarak yaşayan, diğeri ise, diğer kısır düşünceleri esas olarak yaşayan iki insan ortak bir noktada buluşamaz... Ne hayata, ne ahlâka, ne de harekete bakış açılarında buluşmaları mümkündür. Aynı şekilde herbiri birbiriyle bağdaşmayan ve buluşmayan iki ana ilkeden birine dayandırılan iki hayat düzenini de kaynaştırmak mümkün değildir! İslâmda hayat bütün kuralları ve temel ilkeleri ile eksiksiz bir hayattır. Burada, islâm düşüncesindeki bu temel gereklerden birini, bu gerçeğin bireyin ve toplumun hareketinde meydana getirdiği etkileri örnek olarak vermemiz yeterli olacaktı. Bu nedenle islâmi hayatı, bu gerçeğin dışında başka temellere dayandırılan hayatlarla ve bu hayatın ortaya çıkardığı sonuçlarla karıştırmak mümkün değildir! İslâmi hayatın ve islâm düzeninin, başka yaşam tarzları ve başka düzenlerle aşılanmasının mümkün olduğunu düşünenler, islâmda hayatın kendisi üzerinde kurulduğu ilkeler ile, insanlar tarafından kurulan beşeri düzenlerin hepsinde hayatın üzerinde kurulduğu ilkeler arasındaki köklü, derin farkların tabiatını, yapısın kavramayan kimselerdi! |
27 Eylül 2008, 21:53 | Mesaj No:5 |
Durumu: Medine No : 176 Üyelik T.:
15 Eylül 2007 | Cvp: Fizilalil Kur'an Yunus Suresi Tefsiri MÜŞRİK TABİATI Bundan sonra Kur'an'ın akışı,onlara hitap etme yöntemini bırakıyor. Önceki milletlere varis olduktan sonra, müşriklerin yaptıkları işlerden örnekler vermeye geçiyor. Müşrikler, suçlu olan millete varis oldular. Fakat bundan sonra ne yaptılar? 15- Onlara açık anlamlı ayetlerimiz okunduğunda, bizimle karşılaşacaklarını beklemeyenler sana, "bundan başka bir Kur'an getir ya da onu değiştir" dediler. Onlara de ki; "Onu kendiliğimden değiştirmem sözkonusu değildi: Ben sadece bana vahyolunan mesaja uyarım. Eğer Rabbime karşı gelirsem büyük günün azabından korkarım. " 16- De ki; "Eğer Allah'ın dileği bu yolda olmasaydı, bu Kur'an'ı size okumazdım, hatta Allah sizi ondan hiç haberdar etmezdi, bundan önce aranızda bir ömür yaşadım, hiç düşünmüyor musunuz?" 17- Allah'a yalan yakıştırmalar yapandan ya da O'nun ayetlerini yalanlayanlardan daha zalim kim olabilir? Hiç kuşkusuz ağır suçlular iflah olmazlar. " 18- Onlar Allah'ı bırakarak kendilerine ne zarar ve ne de yarar dokunduramayan putlara tapıyorlar ve "Bunlar Allah katında bizim aracılarımızdır" diyorlar. Onlara de ki; "Göklerde ve yerde Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz? Allah onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir. 19- Tüm insanlar tek bir ümmetten ibaretti, sonra görüş ayrılığına düştüler. Eğer Rabbinin daha önce kesinleşmiş bir kararı olmasaydı, anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hemen hüküm verilirdi. 20- Onlar, "Muhammed'e, Rabbinden somut bir mucize indirilse ya" derler. Onlara de ki; "Gayb aleminin bilgisi Allah'ın tekelindedir, bekleyiniz, ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim. " Önceki milletlere varis olduktan sonra müşrikler böyle yaptılar. Peygamber'e karşı tavırları da buydu işte!.. "Onlara açık anlamlı ayetlerimiz okunduğunda bizimle karşılaşacaklarını beklemeyenler sana, "bundan başka bir Kur'an getir, ya da onu değiştir" dediler. Bu, gerçekten tuhaf bir istektir. Ciddiyetten kaynaklanamaz. Ancak ciddiyetsizlikten, alaycılıktan, eğlenmekten kaynaklanabilir. Bu, Kur'an'ın görevini ve indirilişindeki ciddiyeti kavramamaktan kaynaklanabilir. Bu, ancak Allah'ın huzuruna çıkarılacağına inanmayan bir kişinin ileri sürebileceği bir istektir! Bu Kur'an, kuşatıcı bir hayat sistemidir. İnsanın hem bireysel, hem de toplumsal hayatında gerekli olan bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek biçimde düzenlenmişti. Bu dünya hayatında gücü yettiği kadar onu ileriye götürecek yola iletir. İşin sonunda ise, onu ahiret hayatına yöneltir. Kur'an'ı olduğu gibi bütün gerçekliği ile onaylayan birinin, ondan başka bir şey istemek veya bazı bölümlerinin değiştirilmesini taleb etmek diye bir problemi olmaz. Büyük bir ihtimalle, Allah'ın huzuruna çıkarılacaklarını beklemeyenler (ummayanlar) meseleyi bir maharet (ustalık) işi olarak değerlendiriyorlardı. Meseleyi, cahiliye döneminde arap panayırlarında ortaya atılan söz atışmalarından biri durumunda görüyorlardı. Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- ise, ne meydan okumayı kabul edip başka bir Kur'an yazmak, ne de bir bölümünün yerine başka bir bölüm yazmak durumundaydı? "Onlara de ki; "Onu kendiliğimden değiştirmem sözkonusu değildir. Ben sadece bana vahyolunan mesaja uyarım. Eğer Rabbime karşı gelirsem büyük günün azabından korkarım." Kur'an ne herhangi bir oyuncunun oyuncağı, ne de bir şairin maharetiydi. O, bütün evreni idare eden, insanı yaratan ve insan için neyin yararlı olduğunu en iyi bilen Allah'tan gelen kuşatıcı bir sistemdir. Peygamber kendiliğinden Kur'an'ı değiştiremez. O, ancak kendisine gelen vahyi uygulayan ve başkalarına ileten bir kişidir. Her değiştirme, büyük bir gün olan kıyamette acı bir azaba neden olur: "De ki; "Eğer Allah'ın dileği bu yolda olmasaydı, bu Knr'an'ı size okumazdım, hatta Allah sizi ondan hiç haberdar etmezdi, bundan önce aranızda bir ömür yaşadım, hiç düşünmüyor musunuz? O, Allah'tan gelen bir vahiydir. O'nun size anlatılması da Allah'ın emridir. Eğer Allah, Kur'an'ı size-okumamı dilememiş olsaydı, onu size okumazdım. Eğer Allah Kur'an'ı size bildirmemi istemeseydi, bildirmezdim. Bu Kur'an'ın inişinde de insanlara anlatılmasında da, yetki sahibi olan Allah'tır. Bunu onlara söyle. Onlara, Peygamberlikten önce tam bir ömür boyunca, yani kırk sene aralarında yaşadığını, bu Kur'an'dan hiçbir şekilde söz etmediğini söyle. Böyle bir iş yapmaya gücünün yetmediğini ve o zamanlar vahyin sana gelmeye başlamadığını bildir. Buna benzer bir işi veya onun bir bölümünü yapabilecek gücün olsa idi, tam bir ömür boyunca beklemenin ne anlamı olabilirdi. İyi bil ki, bu, insanlara anlatmaktan öte, üzerinde hiçbir tasarrufa sahip olmadığın vahiydir. Onlara de ki; ben Allah adına yalan uydurup, O'na iftira edemem. Gerçeğin dışında hiçbir şekilde bana vahyedildi diyemem. Allah adına yalan uydurmaktan veya Allah'ın ayetlerini yalan saymaktan daha büyük zulüm olamaz: "Allah'a yalan yakıştırmalar yapandan ya da O'nun ayetlerini yalanlayanlardan daha zalim kim olabilir?" Ben sizi bu iki suçun ikincisinden sakındırıyorum. Allah'ın ayetlerini yalan saymayın. Ben de birincisini işlemem. Allah adına yalan uydurmam: "Hiç kuşkusuz ağır suçlular iflah olmazlar." Kur'an'ın akışı, müşriklerin yeryüzünde önceki milletlerin yerini aldıktan sonra, ne söylediklerini ve ne yaptıklarını sunmaya devam etmektedir. Tabii ki, yeni bir Kur'an isterken düştükleri saçmalıktan başka olarak... "Onlar Allah'ı bırakarak kendilerine ne zarar ve ne de yarar dokunduramayan putlara tapıyorlar ve "Bunlar Allah katında bizim aracılarımızdır" diyorlar. Onlara de ki; "Göklerde ve yerde Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz? Allah onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir." Nefs bir sapmaya başladı mı, artık alçalışın hiçbir sınırında durmaz. Müşriklerin taptıkları bu ilahların hepsi onlara ne bir fayda, ne de bir zarar verebilirler. Fakat onlar bu ilahların Allah katında kendilerine şefaat edeceklerini sanıyorlar: "Ve bunlar Allah katında bizim aracılarımızdır' diyorlar." "Onlara de ki; "Göklerde ve yerde Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz." Yüce Allah sizin zannettiğiniz gibi, bazı kimselerin kendi katında şefaat edeceklerini bilmiyor! Yoksa siz Allah'ın bilmediği şeyi mi biliyorsunuz? Göklerde ve yerde varlığını bilmediği bir şeyi O"na haber mi veriyorsunuz? Bu, onların ısrarla direndikleri sözkonusu alçalışlarına lâyık, alaylı bir üsluptur. Hemen ardından yüce Allah, onların ileri sürdükleri şanına yakışmayan iddialardan tenzih ediliyor: "Allah onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir." Kur'an akışının seyri, müşriklerin ne söylediklerine ve ne yaptıklarına geçmeden önce, bu şirki değerlendiriyor ve onun geçici olduğunu belirtiyor. Fıtrat temelde baştan tevhid üzere idi. Sonra ayrılık başgösterdi ve zamanla derinleşti: `Tüm insanlar bir tek ümmetten ibaretti, sonra görüş ayrılığına düştüler." Allah'ın iradesi, doldurmaları gereken bir zamana kadar onlara zaman tanımayı uygun görmüştür. Daha önce buna söz vermiştir. Dilediği bir hikmet gereği sözünü yerine getirmiştir: "Eğer Rabbinin daha önce kesinleşmiş bir kararı olmasaydı, anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hemen hüküm verilirdi." Bu değerlendirmeden sonra önceki milletlere varis olan müşriklerin neler söylediklerini sunmaya devam ediyor: "Onlar, "Muhammed'e Rabbi'nden somut bir mucize indirilse ya" derler. Onlara de ki; "Gayb aleminin bilgisi Allah'ın tekelindedir, bekleyiniz, ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim." Bütün vecizliği ve yüceliğine rağmen, bu Kur'an'ın içerdiği ayetlerin tamamı onlara yetmiyor. Evrenin her sayfasına serpiştirilen Allah'ın bunca ayeti de yetmiyor onlara. Kalkıyorlar, önceki ümmetlere gönderilen peygamberlerin harikaları gibi bir harika istiyorlar. Muhammedi Risaletin ve mucizenin yasasını anlamıyorlar. Bu mucize herhangi bir neslin görmesiyle fonksiyonunu yitiren geçici bir mucize değildir. Bu mucize, bütün nesiller boyunca insanların kalplerine ve akıllarına hitap eden sürekli bir mucizedir. Yüce Allah, peygamberini yönlendirerek onları, gaybın ne olduğunu bilen ve onlara bir harika gösterip göstermemeyi takdir eden Allah'a havale etmesini istemektedir. "Onlara de ki; "Gayb aleminin bilgisi Allah'ın tekelindedir, bekleyiniz, ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim." Bu cevabın içinde süre tanıma ve tehdit etme vardır. Ayrıca ilahlık karşısında kulluğun sınırlarını açıklama vardır. Nebilerin ve Resullerin en büyüğü olan Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- gayb konusunda bir yetkiye sahip değildir. Gaybın tamamı Allah'ındır. İnsanların işlerine de hakim değildir. Onların işi Allah'a havale edilmiştir... Böylece ilahlık makamı karşısında kulluk makamı da yerini buluyor. İki gerçek arasında hiçbir şüphe ve kuşkuya yer bırakmayan ayırıcı ve kesin bir çizgi çiziliyor. NANKÖR İNSAN Kur'an'ın akışı, önceki milletlere varis olan müşriklerin neler söylediklerini ve neler yaptıklarını ortaya koyduktan sonra, insanların felâketten sonra rahmeti tattıklarında gösterdikleri tavırlara ilişkin bazı karakterlerinden söz ediyor. Nitekim daha önce de insanın felâkete uğradığında ve ondan kurtulduktan sonra gösterdiği tavırlara ilişkin, bazı karakterlerinden söz etmişti. Ayrıca bunu desteklemek amacı ile hayatın gerçeklerinden birini de örnek olarak gösteriyor. Hayatın bu gerçeğini, Kur'an'ın tasvire dayalı sahnelerinden biri olarak ve etkili bir sahne şeklinde sunuyor: 20- Bir de "Ona Rabbinden daha başka bir âyet indirilse ya!" diyorlar. De ki: "Gaybı bilmek ancak Allah'a mahsustur, bekleyiniz bakalım, ben de sizinle beraber bekleyeceğim şüphesiz." 21- İnsanların başlarına gelen sıkıntılardan sonra kendilerine bir rahmet, bir rahatlık tattırdığımızda bakarsın ki, ayetlerimize karşı hemen tuzak kurarlar. Onlara de ki; "Allah sizden daha çabuk tuzak kurar, güvenlik elçilerimiz kurduğunuz tuzakları yazıyorlar. " 22- Sizi karada yürüten ve denizde yüzdüren Allah'tır. Bir gemide olduğunuzu, hoş bir meltemin yolcuları götürdüğünü ve herkesin bunun hazzını yaşadığını düşününüz. Tam o sırada geminin bir kasırga ile karşılaştığını yolcuların her taraftan dalgalarla sarıldıklarını ve çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları zaman, sırf Allah'ın dinine inanan samimi bir bağlılıkla O'na şöyle yalvarırlar; "Eğer bizi bu tehlikeden kurtarırsan kesinlikle şükredenlerden olacağız. " 23- Fakat Allah kendilerini bu zor durumdan kurtarır kurtarmaz hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlıklara dalarlar. Ey insanlar, yapacağınız taşkınlıklar aslında kendi aleyhinizedir, bu yolla geçici dünyanın yararını elde edersiniz, ancak sonra bize dönersiniz, biz de yaptıklarınızı size bir bir haber veririz. " İnsan gerçekten tuhaf bir yaratıktır. Ancak dara düşünce Allah'ı hatırlar. Ancak felâket anlarında fıtratına döner, fıtratının etrafını kuşatan pisliklerden ve sapıklıklardan silkinir. Güvene kavuştuğunda yapacağı şey; ya unutmak ya da isyan etmektir... İşte insanın karakteri budur. Ancak, doğru yola girenin fıtratı; her an temiz, canlı, müsbet ve sürekli olarak iman cilası ile pırıl pırıldır. "İnsanların başlarına gelen sıkıntılardan sonra kendilerine bir rahmet, bir rahatlık tattırdığımızda bakarsın ki, ayetlerimize karşı hemen tuzak kurarlar." Firavun'un kavmi de Hz. Musa'ya karşı böyle yapmıştı. Ne zaman başlarına bir felâket gelmişse, O'ndan yardım dilemişler ve içinde bulundukları sapıklıktan vazgeçeceklerine söz vermişler. Allah'ın rahmeti ile bu felâketi atlattıklarında Allah'ın ayetlerine karşı (mucizelerine) oyun oynamışlar ve onları olduğundan başka şekilde yorumlamışlardır. "Ancak şu şu nedenlerden d olayı bu beladan kurtulduk" demişlerdir. Kureyşliler de aynı şekilde davrandılar. Kıtlık geldiğinde yokolmaktan korktular. Hz. Muhammed'e geldiler. Allah'a dua etmesi için yalvardılar. O da, dua etti. Duası kabul oldu. Yağışlar imdada yetişti... Fakat Kureyş yine de, Allah'ın ayetine karşı oyun oynadı. Eski halini sürdürmeye devam etti! İman insanı korumadığı sürece, bu her zaman görülebilecek bir olaydır. "Onlara de ki; "Allah sizden daha çabuk tuzak kurar, koruyucu elçilerimiz kurduğunuz tuzakları yazıyorlar." Yüce Allah onların bu tutumlarına karşı önlem alabilir ve onların oyunlarını boşa çıkarabilir. Onların oyunları Allah tarafından bilinmekte ve deşifre edilmektedir. Deşifre edilen bir oyunun bozulacağı ise garantilidir. "Koruyucu elçilerimiz kurduğunuz tuzakları yazıyorlar." Sizin oyunlarınızın hiçbiri ondan gizli değildir. Ve o hiçbir şeyi de unutmaz. Fakat bu elçiler kimlerdir? Nasıl yazarlar? İşte bu, ele aldığımız ayetlerin açıklamaları dışında, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz gayb konularından biridir. Bu ayetlerde bize bildirilen apaçık gerçeğe hiçbir şey ilave yapmadan ve onu başka şekilde yorumlamadan (tevil) kabul etmeliyiz. Sonra o canlı sahne geliyor. Bu sahne içinde yaşıyor, gözlerimizle seyrediyor, izliyor ve kalbimiz onunla çarpıyormuşcasına sunulmuştur. Sahne, harekete ve durgunluğa egemen olan ve kontrol eden kudreti vurgulayarak başlıyor. "Sizi karada yürüten ve denizde yüzdüren Allah'dır." Zaten bu surenin tamamı evrenin bütün güçlerine egemen olan bu kudreti vurgulamaya çalışmaktadır. Şimdi de kendimizi daha yakın bir sahnenin önünde buluyoruz: "Bir gemide olduğunu." İşte önümüzde gemi. Ortalık rahat içinde. "Hoş bir meltem yolcuları götürüyor." İşte gemidekilerin duyguları! Biz onları anlıyoruz. "Ve herkesin bunun hazzını yaşadığını düşününüz." İşte tam bu güven ve rahat ortamında, bu sevincin her tarafı kuşattığı bir sırada fırtına kopuyor. Refah, güven ve sevinç içinde yolculuk yapanları kıskıvrak yakalayıveriyor: "Tam o sırada gemi bir kasırga ile karşılaştı." Aman Allah'ım ne dehşet şey! "Yolcuları, her taraftan dalgalarla sarıldı." Geminin içi birden matemle doluyor. İçindekileri çalkalıyor, sarsıyor. Dalga, gemiyi sanki tokatlıyor; kaldırıyor, indiriyor. Yerde sürüklenen bir tüy gibi, onu sürükleyip götürüyor... İşte gemideki yolcular! Paniğe kapılmışlar, kurtulma ümitlerini yitirmişler! "Ve çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları zaman." Kurtuluş yolu yok! İşte ancak o zaman ve insanı her taraftan kuşatan korku ortamında fıtratları, kendisine bulaşan pisliklerden arınıyor, kalpleri silkinerek etrafını karartan düşüncelerden kurtuluyor. Temiz ve asil olan fıtratları, Tevhid ile yalnız Allah'a samimi bağlılık ile çarpmaya başlıyor: "Sırf Allah'ın dinine inanan samimi bir bağlılıkla O'na şöyle yalvarırlar: "Eğer bizi bu tehlikeden kurtarırsan, kesinlikle şükredenlerden olacağız." Fırtına diniyor. Dalga diniyor, deniz duruluyor. Yürekleri ağızlarına gelen insanlar sakinleşiyor. Hoplayan kalpler sükunete kavuşuyor. Gemi güven içinde sahile yanaşıyor. İnsanlar artık hayata kavuştuklarına, ayaklarının karaya bastığına inanıyorlar. Peki sonra ne oluyor? "Fakat Allah kendilerini bu zor durumdan kurtarır kurtarmaz, hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlıklara dalarlar." İşte bu şekilde aniden ve birden bire! Bu gerçekten mükemmel bir sahnedir. Hiçbir hareketini, hiçbir duygusunu kaçırmış değildir... Bu bir olayın manzarasıdır... Fakat bütün nesiller boyunca insanların çoğunluğunu oluşturan bir insan tipinin, bir karakterin ve bir ruh halinin manzarasıdır... Bu nedenle arkasından gelen değerlendirmede, bütün insanlara uyarıda bulunuluyor: "Ey insanlar yapacağınız taşkınlıklar aslında kendi aleyhinizedir." Bu zulüm, isterse kişinin kendisini tehlikeye atarak, isterse günah, pişmanlık ve hüsrana uğrayan kafilenin içine atılmakla gerçekleşen bir zulüm olsun veya isterse insanlara yönelik bir zulüm olsun farketmez. Bütün insanlar bir tek kişi gibidir. Zalimler ve onların zulümlerine isteyerek katlananlar, kendi kişiliklerinde cezalarını çekeceklerdir. Zalimliğin, taşkınlığın en çirkini ve iğrenci, yüce Allah'ın uluhiyetine karşı yapılan taşkınlıkta, Rububiyet, otorite ve hakimiyeti gasbetmekde ve insanlar içinde bunu uygulamaya sokmakda somutlaşır. İnsanlar bu taşkınlığı yaptıklarında, ahiret yurdunda onun cezasını çekmeden önce dünya hayatında cezasını çekerler. Onlar bu zalimliklerinin cezasını, hayatta her şeyin bozguna uğraması ve herkesin O'ndan kötü yönde etkilenmesi şeklinde tadarlar. Öyle ki, ondan zarar görmeyen hiçbir insanlık değeri, hiçbir onur, hiçbir özgürlük ve hiçbir fazilet (değer) kalmaz. İnsanlar ya samimiyet ile Allah'a boyun eğer, O'na bağlanırlar ya da azgınlar onları kendilerine kul yaparlar. Yeryüzünde yalnız Allah'ın rububiyetini yerleştirme uğrunda verilen mücadele; insanlık, özgürlük, insanın onuru ve erdemi uğrunda verilen mücadelenin kendisidir. İnsanın esaret zincirinden, ataklığın pisliğinden, onurunun kırılmasından, toplumun bozgunculuğundan ve hayatın basitliğinden kurtulmasını sağlayacak bütün kutsal değerler uğruna verilen bir mücadeledir! "Ey insanlar, yapacağınız taşkınlıklar aslında kendi aleyhinizedir, bu yolla geçici dünyanın yararını elde edersiniz. Daha başka bir şey yapamazsınız." "Ama sonra bize dönersiniz, biz de yaptıklarınızı size bir bir haber veririz." Demek ki, Allah'a bağlı olmamak, öncelikle dünya hayatının bedbahtlığını ve azabını, aynı zamanda ahiretin faturasını ve cezasını arttırmaktan başka işe yaramıyor. |
27 Eylül 2008, 21:55 | Mesaj No:6 |
Durumu: Medine No : 176 Üyelik T.:
15 Eylül 2007 | Cvp: Fizilalil Kur'an Yunus Suresi Tefsiri DÜNYA HAYATININ DEĞERİ "Dünya hayatındaki nimetlerin" değeri nedir? Gerçek mahiyeti nedir? Kur'an'ın akışı bu gerçeği, hareket ve hayat dolu tasvir ağırlıklı bir sahnede gözönüne seriyor. Bununla beraber sözkonusu manzara her gün gerçekleşen ve insanların dikkat etmeden yanından gelip geçtiği manzaralardan biridir: 24- Dünya hayatı şuna benzer: Biz gökten su yağdırdık, su sayesinde yörenin çeşitli bitkileri birbirine karıştı, insanların yiyeceği bitkiler ile hayvanların yiyeceği bitkiler içiçe girdi. Sonunda bu yöre süsünü takındı, alabildiğine güzelleşti, yöre halkı da bu ürünleri artık ellerine geçirilmiş sayıyorlardı. Derken bir gece ya da gündüz sırasında, yoketmeye ilişkin emrimiz o yöreye geldi de orayı biçilmiş, çıplak bir arazi parçasına dönüştürdük. Sanki bir gün önceki yeşillikle-meyvalı yer arası değilmiş gibi oldu. İşte biz düşünen kimselere ayetlerimizi böylesine ayrıntılı biçimde açıklarız. " İşte dünya hayatının örneği. İnsan ona gönül bağladığında, ona takılıp kaldığında, oradan daha değerli, daha onurlu, daha kalıcı bir hayatın perdesini aralamaya yönelmediğinde, bu hayatın yalnız nimetlerine sahip olabilir, başka hiçbir şeyine sahip olamaz. İşte bak, bu gökten iniyor. İşte bitki onu emiyor. Onunla kaynaşıyor. Bereketleniyor ve gelişip güzelleşiyor. İşte yeryüzü! Bütün güzelliklerini takınmış, bir gelin gibi, gelin olmaya süsleniyor ve açılıp saçılıyor. Sahipleri onunla övünüyorlar. Sanıyorlar ki, yeryüzü kendi çabaları ile böyle güzelleşiyor, iradeleri ile süsleniyor. Orada yetki sahiplerinin kendileri olduklarını, bir başkasının yeryüzünü istemedikleri biçimde değiştiremeyeceğini, hiç kimsenin bu konuda kendilerine karşı gelemeyeceğini sànıyorlar! Onlar, bu bereketlenmiş bolluk ve şatafatlı, rahatın sevinci, güven verici huzurun sarhoşluğu içindeyken: "Derken bir gece ya da gündüz sırasında yoketmeye ilişkin emrimiz o yöreye geldi de orayı biçilmiş, çıplak bir arazi parçasına dönüştürdük." Bir anda, bir çırpıda ve toptan olarak... Süsler, bereket ve bolluk sahnesinin uzun uzadıya sunuluşundan sonra, böyle bir ifade kasıtlı olarak seçilmiştir. İşte bazı insanların içine dalıp durdukları, onun bir nimetini elde etmek için ahiretlerinin tümünü feda ettikleri dünya budur. Dünya budur işte. Orada güven ve huzur yok. Yerinde kalma (sebat) ve yerleşme (istikrar) yok. İnsanlar sınırlı şeylerin dışında onun hiçbir nimetine sahip olamazlar. İşte budur dünya... 25- Allah insanları esenlik-barış yurduna çağırır ve dilediği kimseleri doğru yola iletir. Bütün güzelliklerini takınmış ve süslenmiş olduğu, sahiplerinin ona hakim olduklarını sandıkları bir sırada, bir anda yerle bir olabilecek ve düne kadar hiçbir şey değilmiş gibi kökten biçilebilecek bir yurt ile darus-selam arasındaki mesafe o kadar uzaktır ki!.. Ki yüce Allah insanları ona çağırıyor, dileyenleri ona ulaştıracak yola iletiyor. Yeter ki, insanlar gözlerini açsınlar ve bakışlarını o darus-selama diksinler!.. İNSAN VİCDANINA YÖNELİK İKAZLAR Surenin önümüzdeki bölümü bir bütün olarak vicdana yönelik peşpeşe gelen ikazlardır. Hepsi de tek bir hedefe varmaktadır. İnsanın fıtratını, delillerle Allah'ın birliğine, peygamberin doğruluğuna, ahiret gününün kesinliğine ve orada adaletin gerçekleşeceğine yöneltmek istemektedir. Bunlar vicdana yönelik dokunuşlardır. İnsanın gönlünü kendi çerçevesinden alarak evrenin çeşitli bölgelerine götürür, kapsamlı ve uzun bir seyahate çıkarır. Yerden göğe kadar varan evrenin ufuklarından, insanın iç aleminin ufuklarına, geçmiş asırlardan yaşadığımız yakın günlere, dünyadan ahirete varıncaya kadar uzanan bir seyahattir bu... Ve bir ahenk içinde... Bundan önceki dersimizde de, bu türden dokunuşla ve bu türden seyahatler yeralmıştı... Fakat bu derste daha açık ve net olarak ortaya konuyor bunlar... Mahşer meydanından evrenin sahnelerine, insanın iç dünyasına Kur'an ile meydan okumaya, önceki milletlerden peygamberlik misyonunu yalan sayanların akıbetlerinin hatırlatılmasına varıncaya kadar, geniş bir alana yayılıyor. Bu nedenle Haşir'den seri bir işaret, yeni bir sahnede canlandırılıyor. Oradan, azabın birden yakalayıvermesi; insanların duygularını ürperten etkili bir tabloda korkunç bir şekilde sunulmaya, Allah'ın hiçbir şeyi dışarıda bırakmayan kapsamlı ilminin tasvirine, evrendeki bazı ayetlerine, kıyamet gününde Allah adına yalan uydurmuşları bekleyen azabı hatırlatmaya geçiliyor. Bunlar köklü ve gerçek dokunuşlardı. Algılama gücü sağlam, kabul etme yeteneği sağlıklı olan bir fıtrat onlara karşı koyamaz. Realiteye dayalı gerçeklerden, evrenin doğasından, insanın fıtratından ve kâinatın, varlıkların tabiatlarından akıp gelen bu ilahi feyiz karşısında hiçbir set, hiçbir engel erimeden duramaz... Kâfirler, Kur'an'ın kendi saflarında açtığı gediğe karşı haklı idiler. Bu nedenle onu dinlemeyi engellemeye çalışıyorlardı. Kur'an eşsiz etkisiyle onları titretebilir ve kalplerini sarsabilirdi. Halbuki onlar, şirk dinine bağlılıkta kararlı bulunuyorlardı! 26- Dünyada iyi işler yapanlara daha iyi bir karşılık ve fazlası vardır. Onların yüzlerini ne kara leke ve ne de horlanmışlık kaplar. Onlar cennetliklerdir, orada ebedi olarak kalacaklardır. 27- Dünyada kötülük işleyenlere gelince, her kötülüklerine karşılığı kadar ceza verilir. Yüzlerini horlanmışlık kaplar. Onları Allah'dan kurtaracak hiç kimseleri yoktur. Yüzleri sanki gecenin kesitleri ile kaplıdır. Onlar cehennemliklerdir, orada ebedi olarak kalacaklardır. Önceki dersin son ayeti şuydu: "Allah, insanları esenlik-barış yurduna çağırır ve dilediği kimseleri doğru yola iletir." Burada ise, doğru yolda olanlar ve doğru yolda olmayanların ödüllendirilmeleri ve cezalandırılmalarının kuralları açıklanıyor. Allah'ın rahmeti ve kereminin adaleti, her iki tarafın cezalandırılması için de geçerli olduğu ortaya konuyor. İyi davrananlar: İnanç sistemlerini, işlerini, amellerini, doğru yola ilişkin bilgilerini, selâmet yurduna ileten evrensel yasayı anlamayı da en güzel şekilde becerdiler... Bunlara her zaman iyilikle beraber oldukları için iyilik vardır. Üstelik yüce Allah kendi katından onların iyiliklerini arttıracaktır. "Dünyada iyi işler yapanlara daha iyi bir karşılık ve fazlası vardır." Onlar Mahşer gününün zorluklarından ve insanlar arasında hüküm verilmeden önceki Mahşer'in korkunç bekleyiş azabından kurtulmuşlardır: "Onların yüzlerini, ne kara leke ve ne de horlanmışlık kaplar." Ayeti kerimenin metninde yeralan "Kater" kelimesi, toz, siyahlık, üzüntü ve sıkıntıdan kaynaklanan renk bulanıklığı anlamındadır. "Zillet" ise, hayal kırıklığı, horlanma ve acizlik demektir. İyi davrananların yüzlerini toz vesaire kaplamayacak ve çehrelerine zillet giysisi geçirilmeyecektir... Bu ifadeden anlaşılıyor ki, Mahşer yerinde kalabalık, dehşet, üzüntü, korku ve zillet hakim olacak ve bu hal onların yüzlerinden okunacaktır. İşte bunların tamamından kurtulmak bir ganimettir. Allah'ın bir lütfudur. Buna ilave olarak, Allah'ın fazladan verdiği nimetlerini de hatırlatmalıyız. "Onlar", geniş ufuklara açılan bu yüksek derecelerin sahipleri, cennetliklerdir; oranın sahipleri ve sakinleridir. "Orada ebedi olarak kalacaklardır." "Dünyada kötülük işleyenlere gelince..." Onların, hayat alışverişinde elde ettikleri kazanç kötülük olmuştur! Buna rağmen onlar için de Allah'ın adaleti işler. Cezaları katlanmaz. Kötülükleri arttırılmaz. Sadece, "Her kötülüklerine karşılığı kadar ceza verilir." "Yüzlerini horlanmışlık kaplar." Onları kuşatır, katıştırır, üzüntüye boğar. "Onları Allah'dan kurtaracak hiç kimseleri yoktur." Doğru yoldan sapan ve değişmez yasaya aykırı hareket edenlere ilişkin Allah'ın evrensel yasasının gereği olarak, onları bu kaçınılmaz akıbetten koruyacak ve kurtaracak kimseleri olmaz. Kur'an'ın akışı, bundan sonra psikolojik karanlıkları, kıskıvrak yakalanmış, ürkek ve üzüntülü adamın yüzünü kaplayan renk uçukluğunu somut bir tabloda çiziyor: "Yüzleri sanki karanlık gecenin kesitleri ile kaplıdır." Sanki kapkaranlık geceden bir parça alınmış ve yama halinde bu yüzlere geçirilmiştir. Aynı şekilde karanlık gecenin karanlıkları ve bu karanlıktan kaynaklanan bir korku bütün etrafı kuşatır. İşte bu ortamda gecenin zifiri karanlığından bir örtüye bürünen bu yüzler, gözükmeye başlar. "Onlar".... Bu karanlıklara ve toz bulutuna gömülen insanlar, "cehennemliklerdir." Oranın sahipleri ve sakinleridir. "Orada ebedi olarak kalacaklardır." |
27 Eylül 2008, 22:07 | Mesaj No:7 |
Durumu: Medine No : 176 Üyelik T.:
15 Eylül 2007 | Cvp: Fizilalil Kur'an Yunus Suresi Tefsiri ORTAKLARINIZ VE ARACILARINIZ NEREDE 28- O gün insanların hepsini biraraya toplarız da sonra bize ortak koşanlara, "Siz ve koştuğunuz ortaklar olduğunuz yerde kalınız " deriz. Sonra onları birbirinden ayırırız. O zaman bize ortak koşulan putlar, ortak koşanlara şöyle derler: "Siz bize tapmıyordunuz. " 29- Aramızda şahit olarak Allah yeterlidir. Gerçekten sizin bize taptığınızdan haberimiz yoktu. 30- İşte orada herkes geçmişteki her davranışının yararını ve zararını somut olarak görür, insanların tümü gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülürler ve yakıştırdıkları düzmece ilahlar yanlarından kayboluverir. İşte kıyamet sahnelerinden birinde şefaatçıların ve ortakların durumu böyle dile getirilmektedir. Bu canlı bir sahnedir. Ortak koşulanların şefaatçıların, kendi kullarını Allah'ın azabından koruyamayacaklarını, onları korumaya ve kurtarmaya güç yetiremeyeceklerini soyut bir haber olarak vermekten çok daha etkilidir. Bunların hepsi toptan Mahşer yerine gidecektir... Kâfirler de ortak koşulanlar da... Onlar, bunların Allah'ın ortakları olduklarına inanıyorlardı. Fakat Kur'an onlara, `kendi ortakları' adını veriyor. Böylece bir taraftan bu düşünceyi küçümsüyor, bir taraftan da bu ortakları kendilerinin icad ettikleri ve onların hiçbir zaman Allah'a ortak olmadıklarına işaret ediyor. Bunların hepsine, kâfirlere ve koştukları ortaklarına birden şu ferman çıkıyor: "Siz ve koştuğunuz ortaklar olduğunuz yerde kalınız." Olduğunuz yerde durun! Onların kendi yerlerinde çakılıp kalmış olmaları gerekir! Çünkü bugün emir, uygulama içindir. Sonra onlara ve ortak koştuklarını birbirinden ayırırlar ve aralarına bir engel koyarlar. "Sonra onları birbirlerinden ayırırız." O zaman kâfirler konuşamazlar. Yalnız ortaklar konuşurlar. Kendilerinin, bu cinayetten ve bu kâfirlerin Allah ile beraber veya Allah'ı bir yana bırakarak kendilerine tapmış olma cinayetinden habersiz olduklarını açıkça ortaya koymak için, kâfirlerin kendilerine taptıklarını bilmediklerini ve anlamadıklarını, hissetmediklerini ilan etmek için konuşurlar. Demek ki, onlar cinayete ortak değildir. Onlar bu söylediklerine yalnız Allah'ı tanık olarak gösterirler. "O zaman bize ortak koşulan putlar, ortak koşanlara şöyle derler; "Siz bize tapmıyordunuz." Aramızda şahit olarak Allah yeterlidir. Gerçekten sizin bize taptığınızdan haberimiz yoktu. İşte kendilerine ibadet edilen ortakların halı budur!.. Onlar zayıf yaratıklardır. Kendilerine tâbi olanların günahından sıyrılmak istiyorlar. Yalnız Allah'ı şahit olarak gösteriyorlar. İştirak etmedikleri bir günahtan kurtulmayı talep ediyorlar! İşte bu sırada, bu apaçık meydanda herkese dünyada işledikleri amellerin hepsi bildirilir. Bilgi ve deneyim sahibi bir insan gibi, bu amellerinin kendisini nereye götüreceğini herkes anlar. "İşte orada herkes, geçmişteki her davranışının yararını ve zararını somut olarak görür." İşte orada herkesin kendisine dönüş yaptığı tek ve gerçek olan Allah'a karşı durumu ortaya çıkar. "İnsanların tümü gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülürler." Burada müşrikler kendi iddialarından, inançlarından ve ilahlarından gerçek hiçbir şey bulamazlar. Bunların hepsi kendilerinden kaçmıştır. Artık bunların hepsi yokolmuştur. "Ve yakıştırdıkları düzmece ilahlar yanlarından kayboluverir." İşte bu şekilde Mahşer meydanı ile ilgili bir sahne, bütün gerçekliği, bütün realiteleri, olayları, bütün etkileri ve bütün imajları ile gözler önüne serilmiş olmaktadır. Kur'an bu sahneyi birkaç kelime ile ortaya koyuyor. Bunlar insanın gönlünde, kuru bir haber verme ve uzun boylu diyalektik deliller ile elde edilmeyen etkiler bırakıyor. GERÇEK RABBİNİZ Saçma ve temelsiz iddiaların geçersiz olduğunu, Mahşer yerine ve oradaki olaylara egemen olan Allah'ın gerçek dost olduğunu ortaya koyan Mahşer gezisinden sonra, içinde yaşadıkları pratik hayatın realitesine, yakından tanıdıkları iç dünyalarına, hayatta gördükleri sahnelere, hatta onların kendilerinin bile bunların hepsinin Allah tarafından yaratıldığını ve O'nun tarafından idare edildiğini kabul etmelerine geçmektedir: 31- Onlara de ki; "Gökten ve yerden size rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere işlerini görme yeteneğini kim verdi? Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkaran kimdir? Evrenin işlerini kim çekip çeviriyor? Sana, "Allah" diyeceklerdir. O zaman onlara, "Allah'dan korkmuyor musunuz?" de. 32- İşte gerçek Rabbiniz Allah budur. Gerçekten sonra sapıklıktan başka ne var ki? O halde nasıl gerçekten saptırılıyorsunuz? Daha önce Arap müşriklerinin Allah'ın varlığını, O'nun yaratıcı, rızık verici, idare edici olduğunu inkâr etmediklerini belirtmiştik. Onların ortaklar edinmeleri, Allah'a daha yakın olmak içindi. Veya Allah'ın kudretinin yanında, onların da bir kudreti olduğuna inanıyorlardı. İşte burada Kur'an, onları bizzat kendi inançları açısından ele alıyor. Onların bilinçlerini, düşüncelerini ve fıtri olan mantıklarını harekete geçirme yolu ile bu karma inancı ve sapıklığı düzeltmeye çalışıyor. "Onlara de ki; "Gökten ve yerden size rızık veren kimdir?" Yeri dirilten, ekinleri bitiren kimdi? Yeryüzünün bitkileri, yağmurları, kuşları, balıkları ve hayvanları ile yeryüzünün besinlerinden kendilerini ve hayvanlarını yerden elde ettikleri ürünlerden rızıklandıran kimdir? İçinde yaşadıkları şartlar nedeniyle o gün insanlar, gök ve yerin rızkından bunları anlıyorlardı. Yer ve göğün rızkı elbette ki bundan çok daha geniş kapsamlıdır. Bugün halâ insanlar evrenin yasalarını keşfettikçe göklerin ve yerin rızıklarını daha iyi anlamaktadırlar. Allah'ın bu rızkım, nimetini, inançlarının sağlıklı veya sakat oluşlarına göre bazen iyilik yolunda, bazan kötülük yolunda kullanmaktadırlar. Bunların hepsi de, insanların hizmetine verilen Allah'ın rızkıdır. Yeryüzünde rızıklar... Yeraltında rızıklar var... Suyun üzerinde rızıklar... Suyun derinliklerinde rızıklar var... Güneş ışınlarında, ay ışığında rızıklar var... Hattâ kokuşmuş çürümüş toprakta bile birtakım ilaçlar ve panzehirler olduğu keşfedilmiştir! "Kulaklara ve gözlere işlerini görme yeteneğini kim verdi? Görevlerini yerine getirmeleri için göze ve kulağa güç veren veya gücünü geri alan bu organları sağlığa kavuşturan veya hasta eden, çalışmaya iten veya çalışmaz hale getiren, hoşlandığını veya hoşlanmadığını onlara işittiren ve görmelerini sağlayan kimdir? İşte onların o zamanlar, işitme ve görmeye sahip olmaktan anladıkları buydu. Bu kadarcık bir anlama da, bu sorunun nereye vardırmak istendiğini, hangi tarafa yöneltmek istendiğini kavramaları için yeterliydi... İnsanlar bugün halâ işitme ve görmenin yapısını keşfetmeye devam ediyorlar. Yüce Allah'ın bu iki organa yerleştirdiği ince gerçekleri ortaya koyarak bu sorunun kapsamını ve alanını genişletiyorlar... Gözün yapısı, damarları, görülen varlıkları algılama şekli veya kulağın yapısı, bölümleri ve ses dalgalarını ve titreşimlerini algılama yöntemi başlı başına başdöndüren bir dünyadır. Bunlar, modern çağda insanlar tarafından icad edilen bilimum mucizeleri ile ortaya konan en hassas cihazlarla karşılaştırıldığında akılları durdurmaktadır! İnsanlar, insan yapısı bu cihazlardan ürperse de, dehşete kapılsa da, onlarla övünse de, bunlar Allah'ın yarattıkları ile karşılaştırılabilecek cihazlar değildir. Allah'ın yarattığı varlıklarla kıyaslanmayacak olan, insanlar tarafından icadedilen bu cihazlar karşısında insan ürperiyor, irkiliyor, onlarla övünüyor. Oysa insanlar, Allah'ın evrendeki ve iç dünyalarındaki ilahi, eşsiz cihazların yanından sanki hiç görmüyorlarmış, anlamıyorlarmış gibi aldırmadan geçip gidiyorlar! "Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkaran kimdir?" Onlar duran şeyle. ı ölü, gelişen veya hareket eden şeyleri canlı sayıyorlardı. Dolayısıyla onlar, tohumdan bitkinin, bitkiden tohumun, civcivin yumurtadan, yumurtanın yavrudan meydana gelmesinden ve buna benzer manzaralardan sorunun anlamını kavrıyorlardı. Bu onlara göre gerçekten tuhaf bir şeydi. Gerçekten de bunlar, bugün tohumun, yumurtanın ve benzeri varlıkların aslında ölü değil canlı oldukları öğrenildikten sonra bile ilginçliğini korumaktadır. Çünkü bunlarda gizli bir hayat ve yetenek vardır. Zira hayatın bütün yetenekleri, kalıtım yolu ile geçen genleri, çehreleri, nakışları ve özellikleri ile böyle bir varlıkta gizlenmesi, Allah'ın kudreti tarafından yaratılan oldukça ilginç ve hayret verici bir olaydır. Hiç şüphesiz tohumdan bitkinin, hurma çekirdeğinden hurma ağacının çıkışını veya yumurtadan civcivin, hücreden insanın oluşumunu bir an için seyretmek, koca bir hayatı, ürperti ve bilinçli bir düşünce içinde geçirmeye yeterlidir! Acaba başak tohumun neresinde gözlenebilir? Bitkinin gövdesini neresinde saklayabilir? Kökler, filiz ve yapraklar neresine girebilir? Hurmanın meyvesi ve kabuğu, göklere yükselen gövdesi, salkımları, dalları ve yaprakları hurma çekirdeğinin neresine gizlenebilir? Tadı, mayhoşluğu, engin, kokusu, yaş hurması, kuru hurması, koruk olanı, yumuşak olanı nereye gizlenebilir?.. Civciv yumurtanın neresindedir? Eti ve kemiği, yumuşak ve sert olan tüyü, rengi, telekleri ve alametleri, kanat çırpması ve ses çıkarması, bağırması yumurtanın neresinde gizlidir? Bu insan denen ilginç varlık hücrenin neresindeydi? Kaynakları ve bölgeleri açısından mazinin değişik alanlarına uzanan kalıtım yolu ile kendisine geçmiş bulunan yüz hatları ve ayırıcı özellikleri nerede gizliydi? Ses telleri, gözünün bakışları, boynunun sağa sola çevrilişi, sinirlerin, damarların yetenekleri, erkeklik dişilik, aile ve anne-babanın kahtım yolu ile geçen karakterleri neredeydi? Sıfatları, yüz hatları ve belirgin işaretleri, alametleri neredeydi, nerede? Değişik boyutları ile her tarafa uzanan bu dünyanın tohumda, çekirdekte, yumurtada ve sperm hücresinde gizli olduğunu söylememiz yeterli olacak mıdır? Bunu söylemek, Allah'ın kudreti ve Allah'ın idaresi dışında hiçbir şekilde açıklanması ve yorumlanması mümkün olmayan hayretleri, şaşkınlıkları sona erdirebilecek midir? Bugün halâ insanlar, ölümün : ° hayatın, ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarmanın sırlarını keşfetmeye, elementlerin ölüme veya hayata dönüşme aşamalarında olduğunu tesbit etmeye çalışmaktadır... Bu da her gün, her zaman yukardaki sorunun alamı, derinliğini ve kapsamlılığını genişletmektedir. Pişirme ve ateşte kızartma ile ölen yemeğin canlı bedende, canlı bir kana dönüşmesi bu canlı olan kanın içerdeki yanma neticesinde, ölü artıklara dönüşmesi, gerçekten hayretengiz bir olaydır. Bu konuda bilim ilerledikçe, insanın hayreti deha da artmaktadır. Bu olaylar gecenin her saatinde ve gündüzün her anında durmadan devam etmektedir. Gerçekten hayat, insanın bütün varlığına soru işaretleri yönelten, insanları etkisi altına alan kapalı muammadır. Bu soruların hepsine ancak hayatı veren bir ilahın varlığı kabul edildiğinde sağlıklı cevap verilebilir! "Evrenin işlerini kim çekip çeviriyor?" Buraya kadar sözü edilen ve edilmeyen evrenin işlerini, hayatın işlerini düzenleyen ve idare eden kim? Evrenin içinde yeralan gezegenlerin yörüngelerindeki hareketlerini bu kadar ince hesaplarla düzenleyen, evrensel yasayı belirleyen ve idare eden kim? Kendisi için belirlenen yolda, bu kadar ince ve derin boyutlara varan düzenle yoluna devam eden bu hayatın hareketini idare eden kim? İnsanın hayatına hükmeden ve bir kere olsun şaşmayan ve eğilip-bükülmeyen, toplumsal yasaları belirleyen ve idare eden kim? Kim?.. Kim?.. "Sana, `Allah' diyeceklerdir." Müşrikler, Allah'ın varlığını veya O'nun büyük işlerde eli olduğunu inkâr etmiyorlardı! Yalnız fıtratları doğru yoldan saptığı için, Allah'ın varlığını kabul etmelerine rağmen Allah'a ortak koşuyorlardı. İbadet niteliği taşıyan eylemlerini (Şeâir) O'ndan başkasına sunuyorlardı. Bunun yanında Allah'ın izninden kaynaklanmayan yasalara uyuyorlardı! "O zaman onlara, `Allah'dan korkmuyor musunuz'? de." Size gökten ve yerden rızık gönderen, kulaklara ve gözlere hükmeden, diriyi ölüden, ölüyü diriden çıkaran, bu işlerde ve başkalarında bütün işleri düzenleyen, idare eden Allah'dan korkmaz mısınız? Bunların hepsine sahip olan kesinlikle Allah'dır. İşte gerçek ilah sadece O'dur. O'ndan başkası değil... "İşte gerçek Rabbiniz Allah budur." Gerçek sadece bir tanedir; birkaç tane olamaz. Gerçeğin dışına çıkan batıla, yanlışa düşmüş ve ölçüyü kaybetmiştir: "Gerçekten sonra sapıklıktan başka ne var ki? O halde nasıl gerçekten saptırılıyorsunuz?" Apaçık ve net bir halde gözler önünde duran gerçekten, nasıl yüz çeviriyor ve ondan uzaklaşıyorsunuz? Müşriklerin giriş mahiyetindeki ana ilkelerini kabul edip, bunun kaçınılmaz sonuçlarını inkâr ettikleri ve zorunlu olan şartlarını yerine getirmedikleri, apaçık gerçekten bu tür yüz çevirmeleri yüzünden yüce Allah, değişmez yasalarında ve kanunlarında şu ilkeyi belirlemiştir: "Fıtratın sağlıklı, duyarlı olan mantığından ve önceleri yaşamış milletlere hükmeden yasalardan yüz çeviren, kulak vermeyen insanlar iman etmezler." |
27 Eylül 2008, 22:07 | Mesaj No:8 |
Durumu: Medine No : 176 Üyelik T.:
15 Eylül 2007 | Cvp: Fizilalil Kur'an Yunus Suresi Tefsiri 33- Böylece Rabbinin yoldan çıkmışlara ilişkin, onların iman etmeyecekleri şeklindeki sözü gerçekleşmiş oldu. Bu ilke, Allah onları iman etmekten alıkoyuyor anlamına gelmez. İşte imanın evrendeki delilleri apaçık ortada. İşte onların inançlarında bile, imanın öncüleri, önşartları kesin biçimde yeralıyor. Fakat onlar buna rağmen kendilerini imana ulaştıracak yoldan sapıyorlar. Ellerindeki öncülleri inkâr ediyorlar. Gözleriyle gördükleri delillerden yüz çeviriyorlar. Sahip oldukları fıtratın sağlam mantığını kullanmıyorlar. Bundan sonra tekrar Allah'ın kudretini gösteren olaylara dönülüyor. Ortakların bu olaylarla herhangi bir etkisi olup olmadığı ortaya konuyor: 34- Onlara de ki; "Allah'a ortak koştuğunuz putlar içinde, yaratma olayını ilk başta gerçekleştiren ve sonra tekrarlayan var mı?" De ki; "Allah yaratma olayını ilk başta gerçekleştirir, sonra da onu tekrarlar. Doğrudan nasıl saptırılıyorsunuz?" 35- Onlara de ki; "Allah'a ortak koştuğunuz putlar arasında gerçeğe ileten var mı?" De ki; "Allah, insanları gerçeğe iletir. " Acaba insanları gerçeğe ileten mi uyulmaya daha layıktır, yoksa başkasının kılavuzluğundan yararlanmadıkça doğru yolu kendi kendine bulamayan mı? O halde size ne oluyor da böyle yanlış hüküm veriyorsunuz? Yine yaratma ve kendilerini doğruya iletme gibi soruda yeralan konular, onların daha önce de gözlemledikleri ve önceki inançlarının doğal sonuçlarından çıkacak normal meseleler değildi. Fakat buna rağmen yüce Allah, onların önceki inançlarına dayanarak bu soruları onlara yöneltiyordu. Zira, azıcık bir düşünme ve değerlendirme onların bu meseleleri kavramalarına ve önceki inançlarının kaçınılmaz sonuçlarından biri olduğunu anlamalarına neden olabilirdi. Ayrıca yöneltilen soruların cevabını onlardan beklemiyor. İmana ilişkin ön şartların kabul edilişinden sonra, varılacak sonuçların gayet açık olmalarına dayanarak soruları kendisi cevaplıyor. "Onlara de ki; "Allah'a, ortak koştuğunuz putlar içinde yaratma olayını ilk başta gerçekleştiren ve sonra tekrarlayan var mı?" Onlar, Allah'ın başta her şeyi yarattığını kabul ediyorlardı. Yalnız onları yeniden yaratacağını, ölümden sonra dirilmeyi, kabirlerden kalkmayı, hesaba çekilmeyi ve amellerine göre cezalandırılmayı kabul etmiyorlardı. Şu var ki: Yaratan ve idare eden Allah'ın hikmeti, sırf başta her şeyi yaratması ile, sonra kendileri için hedef gösterilen olgunluğa kavuşmadan, iyiliklerinin ve kendilerine gösterilen yolda yürümelerinin mükâfatını almadan, kötülüklerinin ve doğru yoldan sapmalarının cezasını çekmeden bu yeryüzündeki insanların hayatının sona ermesi ile gerçekleşemez ve anlaşılamazdı. Hikmeti gözeten ve her şeyi en güzel biçimde düzenleyen, idare eden bir yaratıcı için böyle bir hayat seyri eksik olurdu. O'na yakışamazdı. Yaratıcı olan Allah'ın hikmeti, düzeni ve idaresi, adaleti ve rahmeti açısından ahiret hayatı, hiç şüphesiz inanç sisteminin kaçınılmaz şartlarından biriydi. Onlar Allah'ın yaratıcı olduğuna inandıkları, ölüden diriyi çıkardığını kabul ettikleri için, bu gerçeği onlara bildirmek gerekiyordu. Zaten ahiret hayatı, onların kabul ettikleri ölüden diriyi çıkarmaya çok benziyordu: "De ki; Allah, yaratma olayını ilk başta gerçekleştirir, sonra da onu tekrarlar." Ellerinde bu kadar öncüller bulunduğu halde bu gerçeği anlamaktan yüz çevirmeleri gerçekten tuhaftır: "Doğrudan nasıl saptırılıyorsunuz?" Gerçekten uzaklaşır, uydurma şeylere yönelir ve doğru yoldan saparsınız'? "Onlara de ki; "Allah'a ortak koştuğunuz putlar arasında gerçeği ileten var mı?" Sizin ortaklarınızdan kitap indiren, peygamber gönderen, bir hayat sistemi kuran, bir hukuk belirleyen, uyarıda bulunan, iyiliğe yönelten, yüce Allah'ın evrendeki ve gönüllerdeki ayetlerini ortaya koyan, bilinçsiz gönülleri uyandıran, fonksiyonunu yerine getiren ve duyguları harekete geçiren birileri var mıdır? Bunların hepsinin Allah'dan olduğunu biliyorsunuz. Ve bunların hepsini size getiren ve arzeden, gerçeğe ulaşmanız için uğraşan peygamberin fonksiyonunu biliyorsunuz değil mi? Bu konu da daha önce onların kabul ettikleri bir mesele değildi. Fakat bu da, realiteleri gözönünde bulunan bir gerçekti. Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- onlara açıklaması, onların da bunları olduğu gibi kabul etmeleri gerekirdi: "De ki; Allah insanları gerçeğe iletir." İşte bu gerçekten yeni bir mesele çıkıyor. Onun da cevabı ortadadır: "Acaba insanları gerçeğe ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa başkasının kılavuzluğundan yararlanmadıkça doğru yolu kendi kendine bulamayan mı?" Cevap ortadadır. İnsanlara doğru yolu gösteren uyulmaya daha lâyıktır. Başkasının yol göstermesi bir yana, kendisine bile doğru yolu gösteremeyen değil!.. İlahlara ilişkin bu ilke taş olsun, ağaç olsun, yıldız olsun veya Hz. İsa -selâm üzerine olsun- örneğinde olduğu gibi bir insan olsun, bütün ibadet edilen varlıklar için geçerlidir. İnsanlara doğru yolu göstermesi için Allah tarafından bir peygamber olarak gönderilmesine rağmen, insan olması nedeniyle Allah'ın hidayetine muhtaç olan Hz. İsa için durum böyle olduğuna göre, bu gerçek ilke başka ilahlar için haydi haydi geçerli olur. "O halde size ne oluyor da böyle yanlış hüküm veriyorsunuz?" Ne oldu size! Beyniniz dumura mı uğradı? Olayları nasıl değerlendiriyorsunuz da, bütün çıplaklığı ile ortada olan gerçekten uzaklaşıp gidiyorsunuz'? Kur'an'ın akışı içinde onlara böyle bir soru sorulup cevabı verildikten sonra... Kendilerine verilen bu cevabın, apaçık gerçeklerin zorunlu sonucu ve daha önce kabul ettikleri öncüllerin kaçınılmaz neticesi olduğu belirtildikten sonra, müşriklerin; görüş belirtme, delil getirme, hüküm verme ve bir şeye inanmada pratiklerinin ve realitelerinin ne olduğu dile getiriliyor. Görülüyor ki, onlar gerek inandıkları ve hüküm verdikleri konularda ve gerekse taptıkları ilahlarda kesin bir gerçeğe dayanmıyorlar. Aklı ve fıtratı huzur ve güvene kavuşturacak etüdlerle elde edilmiş gerçeklere yaslanmıyorlar. Sadece kuruntulara ve tahminlere bağlanıyorlar. Bu mitolojik anlayışa göre yaşıyor ve onunla ayakta duruyorlar. Ne var ki, bunlar hiçbir gerçeği ifade edemezler. 36- Onların çoğu sadece zayıf bilgiye, zanna dayanıyor. Oysa zan, zayıf bilgi, gerçeğin bir noktasının bile yerini tutamaz. Hiç şüphesiz Allah onların ne yaptıklarını bilir. Onlar Allah'ın ortakları olduğunu sanıyorlar. Fakat bu zanlarını, incelemeleri, etüdlere tabi tutmuyorlar. Teori ve pratik olarak onun, gerçek olup olmadığını araştırmıyorlar. Onlar sanıyorlar ki, eğer bu putlar tapılmaya, ibadet edilmeye lâyık olmasaydı, ataları onlara ibadet etmezlerdi. Evet böyle sanıyorlar ve bu saçma anlayışın doğru olup olmadığını araştırmıyorlar. Akıllarını geleneksel ve tahmine dayalı bağlılığın esaretinden kurtaramıyorlar... Yine onlar sanıyorlar ki, kendilerinden bir adama Allah vahiy göndermez. Fakat bu işin Allah açısından neden imkânsız olduğunu incelemiyorlar.. Onlar sanıyorlar ki, Kur'an, Muhammed'in yazdığı bir kitaptır. Yalnız düşünmüyorlar ki; bir insan olan Muhammed, bu Kur'an'ı yazabiliyorsa, kendileri de onun gibi insanlar oldukları halde neden bir Kur'an yazamıyorlar'?.. İşte bu şekilde, gerçek bir değer taşımayan bir yığın zan içinde yaşıyorlar. Onların neler yaptıklarını ve ne işlerle uğraştıklarını kesin bir şekilde bilen yalnız Allah'tır. "Hiç şüphesiz Allah onların ne yaptıklarını bilir." |
27 Eylül 2008, 22:08 | Mesaj No:9 |
Durumu: Medine No : 176 Üyelik T.:
15 Eylül 2007 | Cvp: Fizilalil Kur'an Yunus Suresi Tefsiri BU KUR'AN ALLAH'DAN GELDİ Yukarıdaki değerlendirmenin detaylı bir devamı niteliğindeki bir açıklama ile Kur'an'ın akışı, onları Kur'an'a ilişkin yeni bir geziye çıkarıyor. Kur'an'ın, Allah'dan başkası tarafından uydurulan bir kitap olduğu şeklindeki bir yaklaşımı reddederek ve Kur'an'ın surelerine benzer bir tek sure ortaya koyamayacaklarını vurgulayarak bir meydan okuyuşla konuya giriyor. İkinci olarak, onların kesin olarak bilmedikleri ve araştırmadıkları konularda çarçabuk hüküm verdiklerini dile getiriyor. Üçüncü olarak, bu Kur'an'ı karşılamada nasıl bir tavır takındıklarını, nasıl bir duruma düştüklerini ifade ediyor. Dördüncü olarak, Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- müşrikler kabul etsin etmesin, kendi çizgisinde sebat etmesi gerektiğini belirtiyor. Son olarak, bilinçli bir biçimde sapıklığı tercih eden kesimin imanından ümit kesildiğine ve onları bekleyen acı akıbete, böyle bir akıbete uğramalarında Allah'ın onlara zulmetmediğine, bilinçli olarak sapıklığı seçmekle bu akıbete uğramayı hak ettiklerine işaret ediliyor: 37- Bu Kur'an Allah'dan geldi, başkası tarafından uydurulmuş değildir. O, kendisinden önceki semavi kitapları onaylar ve ilahi kitabı ayrıntılı biçimde açıklar. Onun alemlerin Rabbi tarafından gönderildiği kuşkusuzdur. 38- Yoksa, 'Onu Muhammed uydurdu mu diyorlar? Onlara de ki; 'Eğer doğru söylüyorsanız, Kur'an'a benzer bir sure ortaya getiriniz, bu konuda Allah dışında kimleri yardıma çağırabilecekseniz, çağırınız. 39- Tersine onlar bilgisini kavrayamadıkları ve henüz açıklamasına da muhatap olmadıkları bir mesajı yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlanmışlardı. Gör bakalım, o zalimlerin sonu nice oldu? 40- Onlardan kimi bu Kur'an'a inanır, kimi de inanmaz. Rabbin, kimlerin bozguncu olduğunu herkesten iyi bilir. 41- Eğer onlar seni yalanlarsa de ki; "Benim işlediklerim bana, sizin işledikleriniz de sizedir. Benim işlediklerim ile sizin bir ilginiz olmadığı gibi, sizin işlediklerinizle de benim bir ilgim yoktur. " 42- Onların arasında Kur'an okurken sana kulak verenler de vardır. Fakat üstelik düşünme yeteneğinden de yoksun sağırlara, sen söz işittirebilir misin? 43- Onların arasında sana bakanlar da vardır. Fakat görme yeteneğinden bütünü ile yoksun körleri, sen doğru yola iletebilir misin? 44- Allah insanlara hiç zulmetmez, fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler. "Bu Kur'an Allah tarafından geldi, başkası tarafından uydurulmuş değildir." Kur'an'ın gerçeğe dayalı konuları, ifade gücü, sözleri arasındaki mükemmel ahengi, getirdiği inanç sistemindeki eşsizliği, kurallarının içerdiği beşeri düzeni, ilahlık gerçeğini, insanlığın, hayatın ve evrenin yapısını eşsiz bir şekilde tasvir edişi ile... Evet bütün bu özellikleri ile Kur'an'ın, Allah'ın dışında başkaları tarafından uydurulmuş olması mümkün değildir. Zira onu meydana getirebilecek tek güç, Allah'ın gücüdür. Bütün varlıkları başlarından sonlarına, dışlarından içlerine varıncaya kadar her yönü ile kuşatan, her çeşit yetersizlikten ve eksiklikten, cahilliğin ve acizliğin etkilerinden arındırılmış bir sistemi kuran kudret, ancak Kur'an'ı meydana getirebilir... "Bu Kur'an Allah'dan geldi, başkası tarafından uydurulmuş değildir." Kur'an gerçekten uydurulabilecek bir kitap değildir. Burada reddedilen Kur'an'ın uydurulmuş olması değil, uydurulmuş olmasını mümkün görme anlayışıdır. Bu anlayışın reddedilişi daha anlamlı ve daha etkilidir. "O, kendisinden önceki semavi kitapları onaylar." Daha önceki peygamberlere gönderilen kitapları, inanç `sisteminin özü' ve `iyiliğe çağırma' açısından doğrular. "İlahi Kitab'ı ayrıntılı biçimde açıklar." Bütün peygamberlerin Allah'ın katından getirdikleri ana ilkelerde bağdaşan, detaylarda farlılık gösteren tek Kitab'ın açıklaması... Bu Kur'an Allah'ın kitabını detaylandırır, getirdiği iyiliğe ulaştırıcı vasıtaları ve bu iyiliği gerçekleştirme ve korumanın çarelerini gösterir. Allah ile ilgili inanç sistemi birdir. İyiliğe çağırma birdir. Fakat bu iyiliğin şeklinde birtakım ayrılıklar olabilir. Bu iyiliği gerçekleştirecek hukuk sisteminde ayrıntılara ilişkin farklılıklar olabilir. Bunlar insanlığın o zamanki gelişmesiyle ve ondan sonraki ilerlemeleriyle uyum sağlayacak biçimde belirlenmiştir. İnsanlık olgunluk çağına erişinceye kadar böyle devam etti. Rüşdüne erişen insanlık, olgun insanlar gibi Kur'an'la muhatap oldu. Aklın ve düşüncenin fazla bir fonksiyona sahip olmadığı maddi somut harikalarla muhatap kılınmadı. "Onun alemlerin Rabbi tarafından gönderildiği kuşkusuzdur." Burada Kur'an'ın asıl kaynağı ortaya konmak sureti ile, onun uydurulmuş olmasını mümkün görme anlayışı, bir kere daha reddediliyor ve pekiştiriliyor. "O, alemlerin Rabbi tarafından gönderilmiştir." "Yoksa, `Onu Muhammed uydurdu' mu diyorlar?" Bu reddediş ve açıklamadan sonra onlara halâ Kur'an, Muhammed'in uydurduğu bir eserdir mi diyorlar? Halbuki Muhammed bir insandır. Kendilerinin konuştuğu dili konuşmaktadır. Kendilerinin de sahip olduğu harflerden başka bir şeye sahip değildir. "Elif, Lam, Mim..." "Elif, Lam, Ra...", "Eli, Lam, Mim, Saad..." vesaire gibi. Madem ki bunda ısrar ediyorlar, öyleyse hodri meydan! İşte harfler ve işte toplayabildikleri kadar adam! Haydi uydursunlar, Muhammed'in uydurduğunu söylediklerini! Üstelik de, tam bir Kur'an'ı değil, yalnız bir tek sureyi! ALLAH'IN İCAZI "Onlara de ki; "Eğer doğru söylüyorsanız, Kur'an'a benzer bir sure ortaya getiriniz, bu konuda Allah dışında kimleri yardıma çağırabilecekseniz, çağırınız." Bu meydan okuyuş ve bu meydan okuyuş karşısındaki acizlik daha önce kesinleşmiştir. Bugün de devam etmektedir. Sonsuza kadar da devam edecektir. Bu dilin güzel ve etkili ifade gücünü anlayanlar, sanat güzelliğinin ve ses tonundaki ahenginin zevkine erenler, bir insanın ifade sanatında bu kadar üstün bir ahenge ulaşamayacağını kavrayabilirler. Aynı şekilde sosyal düzenleri ve yasama metodlarının etüdlerini yapanlar, bu Kur'an'ın öngördüğü sosyal düzeni tedkik edenler, Kur'an'ın insan topluluklarını düzenlemeye, toplum hayatının her alanına ilişkin ihtiyaçlarına, gelişmeleri ve değişiklikleri rahatlıkla ve esnek bir biçimde karşılamaya ilişkin saklı bulundurduğu fırsatlara getirdiği bakış açısını anlayacaklardır. Yine kavrayacaklardır ki, bütün bunlar, bir tek insan aklı tarafından kuşatılamayacağı gibi, bir kuşağın ya da bütün kuşakların akılları tarafından da kuşatılamaz. İnsan psikolojisini, insanların üzerinde etkili olmanın ve onları yönlendirmenin ana ilkelerini ve vasıtalarını inceleyip sonra da, Kur'an'ın vasıtalarını ve yöntemlerini tedkik edenler, bu üstünlüğü görebileceklerdir. Kur'an'ın icazı, sadece sözleri, ifadeleri, söyleniş tarzı ile sınırlı değildir. Bu konularda deneyimi, uzmanlığı bulunanların somut biçimde görebilecekleri gibi, onun icazı sınırsız bir icazdır... Bu vecizliği-icazı Kur'an'ın sistemlerinde, yasalarında, psikolojisinde ve her alnında gözlemek mümkündür. İfade sanatını kullananlar, sanatsal ifade konusunda yetkinliği olanlar, Kur'an'ın bu alanla ilgili edebi icazını diğer insanlardan daha iyi ve daha güzel kavrayacaklardır. Sosyal, hukukî, psikolojik ve insani düşüncenin ana hatları ile uğraşanlar, bu Kur'an'da yeralan konuların vecizliğini diğer insanlardan daha iyi kavrayacaklardır. Bu vecizliği ve bu vecizliğin boyutlarını gerçekten açıklamak ve beşeri bir üslub ile bunu tasvir etmeye çalışmak noktasında, acizliğimi peşinen kabul ediyorum. Beşeri gücümüz ölçüsünde ele alınsa bile, bu konuyu detaylı olarak açıklamak için, başlı başına bir kitap yazmak gerektiğini de biliyorum... Bununla beraber burada bu vecizliğe kısaca işaret etmeden geçemeyeceğim... Kur'an'ın ifade tarzı gerçekten eşsizdir. İnsanın ifade tarzından tamamen ayrıdır... Kur'an üslubunun kalpler üzerinde öyle hayret verici bir etkisi vardır ki, buna insanın üslubunda rastlamak mümkün değildir. Kur'an, üslubunun kalpler üzerindeki bu egemenliği bazen öyle noktalara varır ki, Arapça'dan tek harf dahi bilmeyenlere Kur'an'ın sadece okunuşu bile büyük etkiler yapar... Öyle hayret verici olaylar meydana geliyor ki, bunları "hiç Arapça bilmeyenler de Kur'an'ın sırf okunmasından etkilenirler" görüşü ile açıklamaktan başka çare yoktur. Tabii ki, bunu bir kural olarak kabul etmek gerekmez. Fakat böyle olayların meydana gelişi bir yorumlamayı, bir değerlendirmeyi gerektirir... Ben başkalarından işittiğim birtakım örnekleri burada anlatacak değilim. Bizzat gözlerimle gördüğüm ve benimle beraber altı kişinin de şahit olduğu bir olayı burada aktaracağım. Yaklaşık onbeş sene önceydi. Biz altı müslümandık. Bir Mısır gemisiyle Atlas Okyanusunun engin suları üzerinden New York'a gidiyorduk. Kadınlı-erkekli yüzyirmi yabancı yolcunun içinde bizden başka müslüman yoktu. Birden Okyanusun üzerinde gemide, Cuma namazı kılmak aklımıza geldi! Allah biliyor ya, bizi burada Cuma namazını kılmaya iten sebep de; gemide misyonerlik çalışmasına devam eden ve bunun bir uzantısı olarak bize karşı da, bu görevini yerine getirmeye kalkışan bir misyonere karşı dini duygularımızın harekete geçmesiydi! Bir İngiliz olan gemi kaptanı, namazımızı kılmamıza izin verdi. Namaz esnasında, "görev" başında bulunmayan geminin tayfalarına, aşçılarına ve hizmetçilerine bizimle namaz kılmaları için izin verdi. Bunların hepsi Sudan'ın Nevbe bölgesinden olan müslümanlardı. Müslüman personel buna çok sevinmişti. Çünkü gemide ilk olarak Cuma namazı kılınıyordu. Cuma hutbesini ben okudum ve namazı da ben kıldırdım. Yabancı yolcuların çoğu etrafımızda halkalanmış, namaz kılışımızı seyrediyorlardı!.. Namazdan sonra yabancı yolcuların çoğu, "duanız kabul olsun" diyerek bizi kutlamaya geldiler. Zira onların namazımızdan anladıkları en ileri şey duaydı! Yalnız bu kalabalığın içinden, daha sonra Tito'nun cehenneminden -komünizminden kaçan, Yugoslavyalı bir hristiyan olduğunu öğrendiğimiz bir bayan, olaydan ciddi biçimde etkilenmiş ve eylemin tesirinde kalmıştı. Duygularına hakim olamıyor, gözyaşlarını tutamıyordu. Yanımıza gelerek, gönülden bir sıcaklıkla elimizi tuttu ve düzgün olmayan bir İngilizce ile bizim namazımızın derin etkisiyle, namazdaki huşu, düzen ve manevi hava ile kendinden geçtiğini ifade ediyordu!.. Fakat bu olayın bizim için önemli olan yanı burası değildi. Asıl önemli olan bu bayanın şu sözleriydi: "Papazınız hangi dille konuşuyordu?" Kadıncağız, namazı `din adamının' dışında bir kimsenin kıldırabileceğini düşünemiyordu! Zira inandığı kilise hristiyanlığında, uygulama böyleydi! Biz onun yanlış düşüncesini düzelttik!.. Ve gereken cevabı verdik. Bunun üzerine kadın dedi ki: "İbadeti idare eden görevlinin konuştuğu dilin hayret verici bir musiki tonu vardı. Hiçbir şey anlamasam da, sesi bana çok hoş geliyordu." Sonra beklenmedik bir olay daha oldu. Kadın şöyle diyordu: `Fakat benim asıl sormak istediğim mesele bu değildi. Aslında beni duygulandıran şey, `imamın' sözleri arasında kullandığı, cazip bir musiki tonu ile ifade ettiği sözlerdi. Bu sözler, bu kişinin diğer konuştuğu sözlerden çok farklı geliyordu bana! Arada kullanılan bu sözlerin musiki yönü daha ağırlıklıydı ve daha derin etkileri vardı. Bu özel bölümler içinde, bir titreme ve tüylerimi diken diken eden bir ürperti meydana getiriyordu. Bunlar bambaşka bir şeydi! Sanki `imam' bunları söylerken Kutsal Ruh ile doluyordu! "Bununla neden söz ettiğini bir süre düşündük. Sonra anladık ki, bayan Cuma hutbesinde ve namazda geçen Kur'an ayetlerini kastediyor! Bununla beraber bayanın bu halı, bizde gerçekten dehşete varan bir şok yarattı. Çünkü bu bayan, aslında ne dediğimizi anlamıyordu! Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu bir kural değildir. Sadece bu olayın ve başkalarının da bana aktardıkları bir dizi olayın meydana gelmesi gösteriyor ki, bu Kur'an'ın bir sırrı daha vardır. Bazı kalpler onun bu sırrını, sırf okunması ile yakalayabilmektedir. Bu bayanın, kendi dinine inanması, ülkesindeki komünizm cehenneminden kaçışı, onu Allah'ın sözlerine karşı bu derece hassas hale getirmiş olabilir. Fakat her şeyi bununla açıklayamayız. Mesela memleketimizde halktan Kur'an'a kulak veren onbinlerce insan, ondan hiçbir şey anlamaz. Yalnız onların kalpleri bundan hayli etkilenir. Bu sırrının etkisinde kalırlar. Bunlar Kur'an'ın dilini anlamada Yugoslavyalı bayandan çok fazla ilerde de sayılmazlar! Ben Kur'an'ın üstünlüğünden söz ederken, bu gizli ve hayret verici etkisine her şeyden önce değinmeyi tercih ettim. Edebiyat, düşünce ve bilinç alanında uzmanlaşan insanların, diğer insanlardan daha güzel kavradıkları yönlerine bundan sonra temas etmeyi uygun gördüm! Kur'an'ın sunuş metodu çok büyük meseleleri ve konuları ele almakla eşsiz bir anlatıma sahiptir. İnsanın, bu tür önemli meselelerden söz ederken, o kadar kapsamlı boyutlarda meseleyi ele alması mümkün değildir. Kur'an'ın anlatımı, geniş anlamı, ifadedeki inceliği, güzelliği ve canlılığı ile de eşsizleşir! Bunun yanında ne güzellik inceliğini, ne de öncelik güzelliğini bastırmaz. Böylece öyle bir vecizlik seviyesine ulaşır ki, hiçbir insanın ona ulaşması düşünülemez. Edebiyat ile uğraşan insanlar bunu daha rahat kavrayabilirler. Zira, bu sahada insan gücünün hangi sınırlara kadar varabileceğini en iyi anlayanlar onlardır. Bu nedenle onlar, bu seviyenin kesinlikle insan gücünün çok üstünde olduğunu net ve açık biçimde anlarlar. Kur'an anlatımının bu özelliğinden başka, bir özellik daha doğar. Kur'an'ın bir bölümü, bölümün içinde birbiri ile uyumlu ve ahenkli değişik konuları ele alır. Her bir konuyu net ve açık bir biçimde açıklığa kavuşturur. İfade esnasında bu konuları karıştırmadan ve çelişkiye düşmeden anlatır. Her konu ve her gerçek, kendisine uygun olan seviyesine ulaşır. Öyle ki, bir tek bölümü değişik yerlerde kullanır. Ve bu değişik yerlerde kullanılan bölüm, kullanıldığı her yerde içindeki metinle kenetlenir. Sanki bu bölüm, bu alanda ve bu konuda ilk olarak kullanılıyor! Bu, Kur'an'ın apaçık özelliklerinden biridir. Onu daha fazla açıklamamıza gerek yoktur. Okuyucu bu surenin girişinde verilen pasajları incelediğinde görecektir ki, burada bir ayetin, bir bölümün değişik amaçları için kullanıldığını ve kullanıldığı her yerde tamamen vazgeçilmez bir fonksiyona sahip olduğunu görecektir. Bu sadece bir örnektir: Kur'an anlatımının, sahneleri canlandırmada ve doğrudan hitap etmede gerçekten güçlü ve eşsiz bir özelliği vardır. Olayı öyle sahneliyor ki, gözlerimiz önünde cereyan ettiğini zannederiz. Bu kesinlikle insanların ifade yöntemlerinde kullandıkları bir metod değildir. İnsanlar bu ifade üslubunu taklid bile edemezler. Zira böyle bir şeyi yapmaya kalkışmak işi daha da bozacak, normal yazının üslubu ile bağdaşmaz hale getirecektir! Mesela, insanın edebi ifadesi Kur'an'ın üslubunu kullanarak aşağıdaki konuları nasıl işleyebilecektir? "İsrailoğulları'nı denizden geçirdik. Firavun ve askerleri saldırı ve düşmanlık amacı ile peşlerine düştüler. Sonunda Firavun boğulmanın eşiğine geldiğinde, "İsrailoğulları'nın inandıkları ilahtan başka ilah olmadığına inandım, ben de O'na teslim olanlardan (müslümanlardan) biriyim" dedi. Ayetin buraya kadar olan bölümünde bir hikâye anlatılıyor. Hemen ardından gözler önündeki bir sahnede doğrudan hitaba geçiliyor." "Şimdi mi aklın başına geldi? Daha önce Allah'a hep karşı gelmiş ve bozgunculardan biri olmuştun." "Bugün senden sonra geleceklere ibret olasın diye cansız vücudunu bozulmaktan kurtaracak, onu sahilde bir tepeye atacağız." Sonra gözler önüne serilen sahneye ilişkin bir değerlendirme yapılıyor. "Gerçi insanların çoğu bizim ibret verici belgelerimizin farkına varmazlar." (Yunus Suresi, 90-92) "De ki; "En büyük şahitlik kimindir?" De ki; "Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur'an gerek sizi, gerekse unlaştığı herkesi uyarayım diye bana vahyedildi." (En'am Suresi, 19) Buraya kadar peygambere yöneltilen bir emir var ve peygamber onu alıyor. Sonra birden bakıyoruz ki, peygamber topluluğa soruyor: "Sizler Allah ile birlikte başka ilahlar olduğuna mı şehadet ediyorsunuz?" Bir de bakıyoruz ki, peygamber tekrar kavminin sorduğu ve kendi görüşlerine göre cevaplandırdıkları bu soru için emir almaya yöneliyor: "De ki, "Ben buna şahitlik etmem. De ki; "O, tek bir ilahtır ve ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım." Aşağıdaki ayetlerde tekrarlanan, şahıs zamiri değişiklikleri de bunun gibidir! "Allah insanlar ile cinleri biraraya topladığı gün, "Ey cinler, çok sayıda insanı ayarttınız" der. Cinlerin insandan yardakçıları da, "Ey Rabbimiz, birbirimizi kullanarak bizim için belirlemiş olduğun süreyi doldurduk" derler. O da; "Barınağınız orada sürekli kalmak üzere cehennem ateşidir. Yalnız, Allah'ın affetmeyi diledikleri müstesna' der. Hiç kuşkusuz Rabbin hikmet sahibidir ve her şeyi bilir..." "İşte böylece biz, işledikleri kötülüklerden ötürü kimi zalimleri diğerlerinin peşine takarız." "Ey insanlar ve cinler, size ayetlerimi anlatan ve bugünle karşılaşacağınıza ilişkin sizi uyaran içinizden peygamberler gelmedi mi? Onlar da, "Kendi aleyhimize şahitlik ederiz" derler. Dünya hayatı onları aldattı da, kâfir olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler." "Bu şunu kanıtlar ki, Rabbin gerçeklerden habersiz olan bir kentin halkını haksız yere asla helâk etmez." (En'am Suresi, 128-131) Kur'an'da buna benzer örnekler pek çoktur ve bu insanların üslubundan tamamen ayrı bir üsluptur. Yok, böyle değil diyen ve dolayısıyla boyunun ölçüsünü almak isteyen varsa, buyursun bu şekilde bir ifade kullansın. Ve kullandığı bu ifade hem anlaşılır ve doğru bir söz olsun, hem de göz alıcı güzelliğin, gönüllerde ağırlığını hissettiren etkinin ve mükemmel ahengin parmakla gösterilen örneği olsun! |
27 Eylül 2008, 22:09 | Mesaj No:10 |
Durumu: Medine No : 176 Üyelik T.:
15 Eylül 2007 | Cvp: Fizilalil Kur'an Yunus Suresi Tefsiri KUR'AN'IN KONULARINDAKİ İCAZI Bunlar, Kur'an'ın anlatımında yeralan bazı veciz yönlerdir. Biz özlü bir şekilde bunlara değinmiş oluyoruz. Şimdi de Kur'an'ın konularındaki vecizliğine ve insanın karakterinden tamamen farklı olan, Rabbanî eşsiz özelliğinden biraz söz edelim. Kur'an-ı Kerim insanın yapısına bir bütün olarak hitap eder. Bazen soyut zihnine, bazen duyarlı olan kalbine, bazen coşkun duygularına mücerret bir şekilde hitap etmez. Kur'an bunların hepsine birden hitap eder. En kısa yönden hitap eder onlara. Hitap ettiği zaman insanın alıcı-verici bütün cihazlarını harekete geçirir. Kur'an bu hitap şekliyle, insanın bünyesinde varlığın bütün gerçeklerine ilişkin düşünceler, etkilenmeler ve izlenimler meydana getirir. İnsanların tarih boyunca kullandıkları bütün vasıtalar biraraya getirilse yine de böylesine derin, böylesine geniş, böylesine ince ve böylesine net bir biçimde, ve böyle bir metod ve böyle bir üslupla insanı ele alamaz! Ben burada sözkonusu gerçeğin açıklık kazanması için, "İslâm Düşüncesinin Özellikleri ve İlkeleri" adını taşıyan eserimin ikinci cildinden bazı bölümler aktaracağım. Bu alıntıların konusu "İslâm Düşüncesinin İlkeleri Belirlemede Kur'an'ın izlediği Metod"dur. Bu alıntı, Kur'an'ın bunları güzel, eksiksiz, kapsamlı, ahenkli ve dengeli biçimde ortaya koyduğunu ve bu metodun ilkeleri belirlemede en önemli özelliklerinin bunlar olduğunu açıklamaktadır: Bu metod şüphesiz bütün metodlardan ayrı ve üstündür. 1- Kur'an'ın sunuş metodu her şeyden önce, "hakikatı gerçek alemde bütün açılarıyla, bütün yönleriyle ve bütün ilişkileri ve bütün gereklilikleriyle takdim etmesi sebebiyle diğer metodlardan üstün ve farklıdır. (insanın anlatım gücü ise, bu seviyeye varamaz. Çünkü her yazar belli bir seviyedeki insanlara hitab eder. Bu seviyenin dışındakiler ise hemen hemen onu anlayamazlar.) Metod, bu kapsamıyla hakikatı zorlaştırmaz ve etrafını sis ile kapatmaz. Tam tersine onu insan varlığının bütün düzeylerine anlatır. Allah Tealâ kullarına rahmet olsun diye, bu düşüncenin esaslarını belli bir ilmi seviye kaydına bağlamamıştır. Çünkü inanç, insan hayatının baş ihtiyacıdır. Akıl ve kalplerinde kurulacak düşünce, onların varlık alemiyle ilgi alanını belirleyecektir. Aynı zamanda, herhangi bir ilmi elde etmenin yolunu belirleyecektir. Bu sebeple Allah bu inancı anlamayı, herhangi bir ön bilgiye veya başka bir sebebe bağlı kılmamıştır. Allah, inançtan oluşacak düşüncenin, beşerin ilim ve bilgisini desteklemesini ve kemale erdirmesini istemektedir. Bu inancın, çevrelerindeki kâinatı düşünme ve açıklama rehberi olmasıyla birlikte; ilimlerinin ve bilgilerinin kendisinden başka hak ve kesin bilginin bulunmadığı gerçek kesin bilgi üzerine kurulmasını istemektedir. Bundan dolayı yüce Allah, inançtan kaynaklanan düşüncenin, beşeriyetin ilim ve bilgi kaynağı olmasını istemektedir. İnsanın bu kaynağın dışında elde ettiği ve ulaştığı her sonuç ve her şey zannî bir bilgi ve kesin olmayan ihtimalli sonuçlardır. Hatta deneysel bilim de buna dahildir. Çünkü deneysel bilimin metodu kıyastır. Araştırma ve inceleme tümdengelim (dedüksiyon) ve tümevarım (endüksiyon) yöntemleri araştırması ve incelemesi kolay değildir. Beşerin elde ettiği sonuç ve hükümlerin doğru kabul edilmesi halinde durum budur. İlmin en yüksek mertebesi, birçok deneyden sonra elde edeceği neticeler üzerinde kıyaslama yapmaktır. İlmin kendisi de, bunun gibi kıyaslardan elde edilen bulguların kesin olmadığını ve zanni olduğunu kabul etmektedir. Üstelik her deney başlı başına ihtimallerden birinin tercih edilmesi esasına dayanır. Yani, kesin ve tartışmasız değildir. İnsanın elde edebileceği tek kesin ilim, her şeyi çok iyi bilen ve her şeyden haberdar olan bilgi ve haber; sahibinden gelen ilimdir. O'nun zikrettiği her şey haktır ve O, her şeyde hüküm verenlerin en üstünüdür. (Bu edenle Kur'an metodunun sunduğu bu gerçeği insanın bünyesi kabul eder, onun bir ayrılığı olduğunu hisseder. Diğer kaynaklardan aldığı hiçbir anlatımda böylesine bir ağırlıkla karşılaşmaz. Bu da, konuları ele alış yönünden de mucize olan Kur'an'ın sırlarından biridir.) 2- Bütün ilmi araştırmalar, felsefi düşünceler ve sanatsal ilhamlarda karşılaşılan kopukluk, dağınıklık ve bunlar eksikliklerden münezzeh olmadığı için, Kur'an'î metod diğerlerinden farklı ve üstündür. Beşeri metodların yaptığı gibi güzel ve uyumlu olan `bütününün bir yönünü alıp, diğerlerinden ayırmaz. Dünya alemini ahiret alemine bağlayan bir akış içinde, bütünün her yönünü birden gözler önüne serer. Bu akış içinde kâinat, insan ve hayat gerçekleri, ilahi gerçek ile bütünleşir. Yeryüzündeki insan hayatı, rakibi veya taklidi mümkün olmayan bir üslup içinde yaşayarak yücelikler alemindeki hayatla birleşir. Beşeri metodlar bu konuları taklid etmeye çabaladığında gerçekler karışık, meçhul, anlaşılmaz ve dağınık olarak görünür. Bunlarda üslub, açık ve belirgin olmadığı gibi, Kur'an'î metodda olduğu gibi düzenli de değildir. Kur'an'ın akışı içinde sunulan çeşitli gerçeklerdeki bütünlük ve ilişkilerin ağırlık merkezi, konudan konuya değişebilir. Fakat bu bağlılık, sürekli olarak vardır. Kur'an içinde belli bir noktaya, mesela, insanlara Rabblerini tanıtma noktasına ağırlık verildiğinde, bu büyük gerçek ilahi kudretin kâinat, hayat ve insandaki eserlerinde tecelli eder. Bu tecelli, hem zahirî alemde, hem de batınî alemde meydana gelir. Gözler başka bir noktaya, evrenin gerçeğini tanıtmak konusuna ağırlık verildiğinde, ilahlık ve evren arasındaki ilişki tecelli eder. Ve bu akış, çoğu kez hayat ve can verme hakikatine ve Allah'ın kâinat ile hayata ilişkin kanunlara temas eder. Dikkatler insanın hakikatine çevrildiğinde ise, onun uluhiyyet hakikatiyle olan irtibatı, kâinat ve canlılarla olan irtibatı, görünür görünmez alem ile olan irtibatı tecelli eder. Dikkatler ahiret yurduna çevrildiğinde, dünya hayatı hatırlatılır ve ikisi birden Allah ile diğer hakikatlerle irtibatlandırılır. Dünya problemlerine dikkat çekildiğinde de durum aynıdır. Kur'an'da bütün özellikleri belirli olan diğer araştırma ve sunma şekilleri de böyledir. 3- Hakikatın bütün yönlerinin birbirine sıkı sıkıya bağlı olmasıyla beraber, her konuya uyum içindeki bir bütün halinde Allah katındaki gerçek değerini vermesiyle de, bu metod diğerlerinden üstün ve farklıdır. Bu yüzden de, uluhiyyetin hakikatı ve özellikleri; "uluhiyyet ve ubudiyyet" meselesi olarak gayet açık, net, kapsamlı ve hakim vaziyette görünür. Hatta bu hakikatı anlatmak ve bu bilinmezi açığa çıkarmak Kur'an'ın temel konusu olarak görünür. (Daha önce bu surenin bir yerinde, bu hakikatın gerçekleştirilmesine ve bu konunun aydınlatılmasına, yüce Allah'ın neden bu kadar önem verdiğini açıklamıştık.) Kader ve ahiret yurduyla birlikte gayb aleminin hakikatı belirgin bir yer kaplar. Sonra insanın hakikatı, kâinatın hakikati ve hayatın hakikati, gerçek alemdeki oranlarına uygun bir yere oturtulur. Ve işte bu sistem içinde hakikatler, ne örtülü kalır ve ne de ihmal edilir. Her hakikatın özellikleri ve işaretleri bu hakikatlerin sergilendiği vitrinde yerini alır, asla kaybolmaz. Aynı zamanda bu hakikatler -islâmi düşüncede- birbirini örtmez ve birbirin kaybetmez. Birinci cildin "Dengeli Bir Düşünce Sistemi" bölümünde izah ettiğimiz gibi, maddi evrene onun yasalarının inceliğine, parçaları arasındaki uyuma yönelik hayranlık duygusu bu maddi evreni ilahlaştırmaya yolaçmaz. Tabii ki, varlıkları ilahlaştıran eski ve yeni putperestlerin sapıklığına da düşülmez. Hayatın azametine, onun görevlerini yerine getirmesine ve kendi içinde ve çevresiyle olan uyumuna ve doğrultusunun sapmazlığına karşı duyulan hayret ve beğeni bizi, hayatı ilahlaştırmaya götüremez. Yani biyolojik doktrinlerin ilahlaştırma sapıklıklarından uzak kalınır. Bunların yanısıra insana, benzersiz özelliklerine, evrenle ilişkilerinde ortaya konan karakterlerine ve başka canlılarda bulunmayan potansiyel yeteneklerine yönelik yani tüm idealist akımların düştüğü hataya düşülmez, aklını herhangi bir şekilde ilahlaştırmaz! İlahi hakikatın büyüklüğü ise, maddi alemlerin varlığını inkâra veya hafife almaya veyahut da Budizm ve tahrif edilmiş hristiyanlıkta olduğu gibi insan varlığını küçümsemeye götürmez! Bu denge islâmi düşüncenin karakteristik özelliği olduğu gibi, aynı zamanda bu düşüncenin esaslarının belirtildiği Kur'an'î metodun ve bu düşüncenin üzerine bina edildiği gerçeklerin karakteristik kalıbıdır, iskeletidir. Öyle ki, bunların hepsi, islâmi düşüncenin Kur'an'daki akışında bütünü çizen eşsiz tabloda gayet net olarak görünür. Bu Kur'an'a ait bir özelliktir. Beşeri ifade metodların hiçbiri bu özelliklere sahip değildir! 4- Bu metod diğerlerinden etkili olması ve hayat fışkıran yönüyle de üstündür. Bu metoddaki dikkat, tekrar ve kesin çizgiler, gerçeklere canlılık kazandırmakta, etkileyici bir özellikle onları güzelleştirmektedir. Bu sunuş tarzı öyle yüce ve azizdir ki, beşeri sergileme ve ifade açısından, beşeri üslup o mertebeye asla çıkamaz. Sonra aynı zamanda gerçekler, hayret uyandırıcı bir incelik ve kesin çizgilerle sergilenmesine rağmen; bu incelik, canlılık ve güzelliği asla bozmamış ve kesin çizgiler onun uyumluluğuna ve hayret verici orijinalliğine engel olmamıştır! Bizler beşeri üslubumuzla, Kur'an'î metodun özelliklerini ve onun vardığı dereceyi hakkıyla anlatamayız. Aynı şekilde bu incelememizle, "İslâmi Düşüncenin Esasları" konusunda Kur'an'ın ulaştığı gerçeklerden hiçbirine ulaşmamız mümkün olamaz. Bizim bu incelemeyi sunmamızın nedeni, insanların Kur'an'ın indiği atmosferden uzaklaşmalarından kaynaklanmaktadır. Bugünün insanları, o atmosferde yaşayanların hallerinden uzak kalmışlardır. Kur'an'ın kendilerine indiği kimselerin katlandığı ızdıraplardan uzaklaşmışlardır. Halbuki onlar, kendi zamanlarında ortada bulunan bütün problemlere rağmen, müslüman toplumu inşa etmişlerdir. Bu yüzden insanlar, bizzat Kur'an'î metodun zevkine varmak gücünden bugün mahrumdurlar. Onun özelliklerinden ve lezzetlerinden direkt olarak istifade etmekten acizdirler." Kur'an bazen inanç sistemi ile ilgili gerçekleri öyle açılardan ele alır ki, o şekilde onları ele almak insanın aklından bile geçmez. Zira bu tür konular ve olanlar normalde insanın düşünebileceği veya dikkatini çekebileceği sahalar değildir. En'am süresinin şu ayetinde yer alan ilahi ilmin gerçekliğini ve alanlarını tasvir eden ifadeler de bu türden konulardır. "Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır, onu, yalnız O bilir. Mutlaka O'nun bilgisi altında dalından düşen her yaprak, yerin karanlık deliklerindeki her tane, yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır." (En'am Suresi, 59) İnsan düşüncesi, her tarafa dal budak saçan bu gizli açık meselelere Kur'an'ın ortaya koyduğu geniş boyutları ile yönelemez. Kapsamlılığını ortaya koymak istese de, bu ilmin kapsamlılığını tasvir edemez. İlim ne kadar bu meseleleri tasvir etmeye çalışsa da, bu konular ilmin tasvir kapsamına girse de, onları tasvir etmeyi beceremez. İnsan düşüncesi bu ilmin kapsamını tasvir etmeye kalksa bile, kendi insani arzularına ve düşüncelerinin yapısına uygun düşecek başka alanlara yönelecektir... Daha önce yedinci cüzde bu ayetin yorumunu yaparken şöyle demiştik: "Ne yönden bakarsak bakalım şu kısacık ayete, Kur'an'ın kaynağıyla konuşan bu mucizeyi göreceğiz. Konusu açısından baktığımızda bu sözü bir insanın söyleyemeyeceğini, üzerinde insan damgası bulunmadığını, daha karşılaşır karşılaşmaz duyduğumuz o ürpertiden anlayıveririz. Çünkü insan düşüncesinin böyle bir konuyu -ilmin kapsayıcılık ve kuşatıcılığı konusunu- araştırmasının sonucu, böylesine geniş ufuklara ulaşamadığını görmek olacaktır. Bu alanda ortaya konan insan fikrinin, ürünlerinin ve çalışmalarının değişik bir özelliği ve belli bir sınırı vardır. İnsan, dile getirdiği düşüncesini ilgi alanından çekip çıkarmaktadır. Yeryüzünün her köşesindeki ağaçlardan kopan yaprakları gözetip saymak, insanın ilgi alanına giren bir konu mudur? Bu nokta, ilk anda insanın aklına gelebilecek bir sorun değildir. Yeryüzünün her köşesinde dalından kopmuş yaprakları izlemek ve saymak, insanın aklına gelmez. Bu yüzden böyle bir yola başvurmaz da, kapsamlı bir bilgiye dayanarak konuyu dile getirmesi de beklenemez. Çünkü dalından kopmuş yaprağın sayısını bilmek ve bunu dile getirmek yüce yaratıcının işidir. İnsan düşüncesinin yerin karanlıklarında gizlenmiş bir tohumla ne ilgisi vardır? Kuşkusuz insanoğlunun en fazla yapabildiği, toprağın altında bizzat gizlediği tohumun gelişmesini gözetmektedir. Ancak toprağın karanlığında gizlenmiş her taneyi izleme konusu, insan aklının ilgilenebileceği, varlığını düşüneceği ve kapsamlı bir bilgiye dayanarak sözünü edebileceği bir konu değildir. Toprağın karanlıklarında örtülü tanenin sayısını ancak yaratan bilir, bundan söz etmek de O'na yakışır. "Yaş-kuru ne varsa, hepsi apaçık bir kitaptadır" ifadesindeki bu kesinlikle, insan fikrinin ilgisi nedir? Bu konuda insan fikrinin en fazla yapabildiği elindeki yaş ve kuru şeylerden yararlanmaktır. Ancak kapsamlı bilgiye kanıt olarak bundan söz etmek insanın yeltendiği bir şey olmadığı gibi, böyle bir ifade tarzına başvurduğu da görülmemiştir. Yaş-kuru her şeyin sayısını bilen ve bundan söz eden, ancak yüce yaratıcıdır. İnsan, dalından kopmuş her yaprağın, gözlenmiş her tohumun, yaş-kuru her şeyin açık bir kitapta, korunmuş bir kütükte kaydedilmiş olmasını düşünmez. Neden böyle bir şey yapsın ki? Bundan yararı ne olacaktır? Bir kütükte kaydetmeye neden önem versin? Ancak bunları sayan, kaydeden mülkün sahibidir. Mülkündeki hiçbir şey, bilgisinin dışında değildir. Bu konuda küçük de, büyük gibidir. Ve basit de önemli gibidir. Örtülü olanla, açıkta olan farketmez. Bilinmezle bilinen, uzakla yakın hep aynıdır. Kuşkusuz bu kapsamlı, geniş, derin ve parlak sahne... Bütün yeryüzünün ağaçlarından kopan yaprağın, yerin her katmanında örtülü tohumun ve yeryüzünün her köşesindeki yaş-kuru her şeyin içinde yeraldığı bir sahne... Evet insan düşüncesi nasıl bu sahneye yönelemiyor ve onunla ilgilenemiyorsa, aynı şekilde insan gücü de bunu ne algılayabilir, ne de kuşatabilir. Bu sahne bir bütün olarak sadece Allah'ın bilgisine açılır. O'nun bilgisi her şeyi kapsamış ve kuşatmıştır. Her şey O'nun koruması altındadır. Dilemesi ve takdiri, büyük-küçük, basit-önemli, örtülü-açık, bilinmez-bilinen ve uzak-yakın her şeyle yakından ilgilidir. Belli bir bilinç düzeyine ve ifade gücüne sahip insanlar, insan düşüncesinin ve ifade etme yeteneğinin sınırını çok iyi bilirler. İnsan olarak yaşadıkları deneyimlere dayanarak, buna benzer bir sahnenin insanın hatırına gelemeyeceğini ve bu şekil bir ifadenin insandan kaynaklanamayacağını bilirler. Bu konuda tartışmak isteyenler, tüm insan sözlerine baksınlar. Bunun gibi bir yönelişle karşılaşacaklar mı bakalım? Kur'an'da yeralan sadece bu ve benzeri ayetler bile, bu yüce Kitab'ın kaynağını bilmek için yeterlidir. İfadedeki sanatsal olağanüstülük açısından ayete baktığımızda güzellik ve ahenk dolu ufuklar görürüz. İnsan ürünü sözlerde, bu denli erişilmez düzeye hiçbir zaman ulaşılamamıştır. "Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır. Onu yalnız O bilir." Zaman ve mekânda, geçmişte, şimdiki zamanda ve gelecekte, hayatta meydana gelen olaylarda ve iç düşüncelerdeki mutlak "bilinmez"likteki uzaklık, ufuklar ve dipsizlik... "Karada ve denizde olanı bilir." Görülen alemdeki uzaklığı, ufukları ve derinlikleri, aynı düzeyde, aynı genişlik ve kapsayıcılıkta bilir. Gözle görülen alemdeki bu uzaklık, ufuklar ve derinlik, perdeli gayb alemine uygun düşmektedir. "O'nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez." Ölüm ve yokoluş olayı... Yücelerden aşağılara, hayattan yokluğa düşüş hareketi... "Yerin karanlıklarında olan tane..." Dipten yüzeye, gizlilikten sessizlikten patlamaya ve serpilmeye kadar olan doğuş ve gelişim hareketi... "Yaş-kuru, her şey apaçık kitaptadır." Kapsamlı bir genelleme... Genel anlamda bir canlıda parlayıp solan hayat ve ölümü içine almaktadır. Bu yöneliş ve hareketleri kim meydana getirmektedir? Şu uyum ve güzelliği vareden kimdir? Bunun gibi kısacık bir ayette bütün bunları ve şunları oluşturan kimdir? Allah'dan başka kim olabilir? Allah'ın ilminin genişliğini şu ayeti kerime, aynı şekilde ortaya koymaktadır: "Yerin içine gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya çıkanı bilir. O çok esirgeyen, çok bağışlayandır." (Sebe Suresi, 2) Birkaç kelime ile insanın gözleri önüne serilen bu tabloya baktığımızda akla hayale sığdırılamayacak kadar hayret verici hareketler, hacimler, şekiller, tablolar, kavramlar, varlıklar ve grafiklerle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz! Şayet yeryüzünde yaşayan insanların hepsi, bütün hayatlarını bir tek anda meydana gelen olayları izlemeye ve onları tesbit etmeye çalışsalar ve ayetin işaret ettiği gerçekleri saymaya kalkışsalar, kesinlikle bu olayların hepsini izleyemeyecekler ve onların sayısını tesbit edemeyeceklerdir! Bir anlık zaman içinde kaç varlık toprağın bağrına giriyor? Yine bu kısa zaman süresi içinde kaç şey çıkıyor yerden? Bu kısacık zaman diliminde kaç şey iniyor gökyüzünden?.. Yine kaç şey, bu bir anlık zamanda gökyüzüne yükseliyor! .. Yine kaç şey toprağın bağrına giriyor? Kaç tohum toprağa düşüyor ve kaç tohum atılıyor dünyanın her tarafında! Yeryüzünün uçsuz bucaksız bölgelerinde kaç kurtçuk, haşere, böcek, sürüngen toprağın deliklerinde dolaşıyor! Kaç su damlacığı, gaz atomu, elektrik akımı, yeryüzünün geniş sahalarına gömülüp gidiyor!.. Kaç?.. Kaç?.. Varlık giriyor toprağın bağrına... Evet bütün bunları yüce Allah görüyor ve sürekli kontrol ediyor. Kaç şey çıkıyor yerden? Kaç bitki filizleniyor? .'kaç pınar kaynıyor? Kaç volkan patlıyor? Kaç çeşit gaz havaya yükseliyor? Kaç gizlenmiş şey ortaya çıkıyor? Kaç böcek gizli yuvasından dışarı çıkıyor? Görülen ve görülmeyen insanın bildiği ve bilmediği -ki bilmedikleri daha çoktur- kaç şey vardır? Gökten neler iniyor? Kaç yağmur damlası iniyor? Kaç yıldız kayıyor ve kaç şimşek çakıyor? Kaç yakıcı ışın geliyor gökten? Kaç aydınlatıcı ışın gönderiliyor? Kaç uygulanacak kaza, kaç belirlenmiş kader geliyor? Tüm varlıkları kuşatan ve özellikle bazı insanları saran kaç rahmet iniyor? Allah'ın dilediği kullarına yaydığı ve miktarlarını belirlediği kaç rızık gönderiliyor?.. Allah'tan başkasının sayamayacağı kaç şey iniyor gökyüzünden, kaç?.. Ne kadar varlık yükseliyor semaya? Bitkilerin, hayvanların, insanların veya insanın bilmediği diğer yaratıkların semaya yükselen kaç nefesi var? Allah'tan başkasının yüksekliğini duymadığı, işitmediği gizli-açık kaç dua, kaç niyaz var Allah'a yükselen? Bildiğimiz veya bilmediğimiz ölmüş yaratıkların ruhlarından kaç tanesi şu anda göğe yükseliyor. Yüce Allah'ın emri ile şu anda kaç melek göğe çıkmaktadır? Allah'dan başkasının bilmediği kaç ruh, bu uçsuz bucaksız evrende kanat çırpıp uçmaktadır? Ne kadar buhar yükseliyor bir denizden. Bir denizden ne kadar buhar yükselmekte, bir bedenden kaç gaz atomu yukarı çıkmaktadır? Allah'dan başka kimsenin bilmediği kaç şey yükselmektedir kaç, kaç şey?.. Sadece bir saniyede neler oluyor? Bir tek saniyede meydana gelen bunca olayları kavrayabilmek için, insanların bilgisi ve araştırmaları, hesaplamaları -bu hesap ve sayma işi için uzun ömürler harcasalar bile- nereye kadar gidebilir ki? Halbuki yüce Allah'ın engin, her şeye ulaşan, dehşet verici ve eksiksiz ilmi, bu olayların hepsini her yerde ve her zaman kuşatmış bulunmaktadır... Her kalbi, içindeki niyeti ve hayalleri ile, atışları ve duruşları ile kontrolü altında tutmaktadır. Buna rağmen O, insanların hatalarını örter ve bağışlar... "O, çok esirgeyen, çok bağışlayandır." İşte Kur'an-ı Kerim'in bunun gibi tek bir ayeti dahi, bu Kur'an'ın insan sözü olmadığını rahatlıkla ortaya koyar. Çünkü böyle evrensel bir hayal gücü, pek tabii olarak insan aklının kârı değildir. Böyle evrensel bir düşünce, insan düşüncesinin bünyesinde yeralmaz. Bir tek dokunuşla, bu evrenin yaratıcısı olan yüce Allah'ın, kulların sanatına benzemeyen sanatını kuşatıcı bir şekilde ortaya koymak hiçbir insanın harcı değildir. Bu Kur'an'ın ilahi olan damgası, dış görünüş itibarı ile küçük olan fakat etkili varlıkları ve olayları, aslında delil getirdiği önemli konuya denk düşecek büyük gerçekleri taşıdıkları için, delil gösterme metodunda da ortaya çıkar... Aşağıdaki ayetler buna örnektir: "Biz sizi yarattık, tasdik etmeniz gerekmez mi? Attığınız meniyi gördünüz mü? Siz mi onu yaratıyorsunuz? Yoksa yaratan biz miyiz? Aranızda ölümü takdir eden biziz. Ve bizim önümüze geçilmiş değildir! Böyle yaptık ki, sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yaratalım. Andolsun ilk yaratmayı biliyorsunuz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi? (Vakıa Suresi, 57-62) "İçtiğiniz suya baktınız mı? Siz mi onu buluttan indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?" "Çaktığınız ateşi gördünüz mü? Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz? Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlere bir fayda yaptık." "Öyleyse ulu Rabbinin adını yücelt." (Vakıa Suresi, 57-62) Gerçek odur ki, Kur'an-ı Kerim insanın alışageldiği şeylerden ve sürekli gözlemlenebilecek olaylardan önemli evrensel yargılara varır. Bu yargılarda, varlık alemindeki ilahi yasalar açığa çıkar. Ve bu yasalarla varlık alemine ilişkin kapsamlı, büyük bir inanç sistemi ve mükemmel bir düşünce meydana gelir. Ayrıca bu yasalardan bir düşünce ve inceleme metodu, ruhlar ve kalpler için bir hayat, hisler ve duygular için bir uyanıklık meydana getirir. Evet, sabah akşam gözleri önünde cereyan ettiği halde, insanların kendisinden habersiz oldukları bu varlık aleminde meydana gelen olaylara karşı bir uyanıklık, kendi iç dünyalarına ve orada meydana gelen hayretengiz ve harika olaylara karşı bir uyanıklık... Kur'an-ı Kerim insanları, eşsiz ve harika olaylara, çok nadir olarak meydana gelen özel mucizelere havale etmez. Kendi iç dünyalarında ve alıştıkları hayatta bilinmeyen, yakınlarında bulunan evrensel olaylara uzak düşen harikalar, mucizeler, ayetler ve deliller araştırmakla insanları yükümlü tutmaz. Kur'an insanları, karmaşık felsefi düşüncelerle, anlaşılmaz, anlamsız zihinsel problemlerle, herkesin elde edemeyeceği bilimsel deneyimlerle realiteden uzaklaştırmaz... Evet Kur'an, insanların iç dünyalarında bir inanç sistemi, bu inanç sistemine dayalı evren ve hayata ilişkin bir düşünce meydana getirmek için insanları böyle uzaklara götürmez. İnsanların kendileri Allah'ın sanatının eserleridir. Çevrelerini kuşatan kâinatın gerçekleri ve olayları, O'nun kudreti tarafından yaratılmıştır. Allah'ın elinden çıkan her şeyde mucize gizlidir. Bu Kur'an da, O'nun Kuran'ıdır. Bu nedenle insanların dikkatlerini kendi benliklerinde gizli olan ve çevrelerindeki evrene serpiştirilen bu mucizeler üzerine çeker. Gördükleri, fakat onlardaki vecizliğin gerçek değerini kavrayamadıkları alışılagelen bu harikalara dikkatleri çeker. Çünkü insan, her zaman karşılaştığı gerçeklerdeki veciz yönlerden habersiz kalabilir. Kur'an onların dikkatlerini bu harikaların üzerine çekiyor ve böylece gözlerinin açılmasını, orada gizli olan dehşetli sırları görmelerini sağlamaya çalışır. Kur'an, yoktan vareden kudretin sırrını, eşsiz olan birliğin sırrını, çevrelerini kuşatan evrende işlediği gibi bizzat kendi bünyelerinde de faaliyet gösteren imanın delillerini, inanç sisteminin kesin gerçeklerini gözler önüne seren, bunları bünyelerine yerleştiren veya daha doğru bir ifade ile fıtratlarında harekete geçiren ezeli yasanın sırrını anlamalarını sağlamaya çalışıyor. İşte Kur'an bu metodu izler. Yaratıcı kudretin bizzat kendi bünyelerinde, kendi elleriyle ektikleri ekinlerinde, içtikleri suda, yaktıkları ateşte, görülen ayetlerini, delillerini onların gözleri önüne serer. Bunlar, insanların aynı zamanda alışageldikleri hayatta, gözleri önünde meydana gelen en basit olaylardır. Kur'an aynı metoda bağlı olarak varılacak son anı da, bu yöntemle açıklıyor. Bu yeryüzünde hayatın sona erişini, başka bir dünyada hayatın tekrar başlamasını da bu yolla tasvir ediyor. Herkesi-n mutlaka karşılaşacağı günü, her türlü çarenin sona erdiği anı, bütün canlı varlıkların, hiçbir çırpınmanın ve hiçbir kurtuluş yolunun kalmadığı, bütün maskelerin düştüğü ve bütün üstünlük taslamaların iptal edildiği günde sınırsız güç, kudret ve yetki sahibi yüce Allah'ın huzurunda onunla yüzyüze gelecekleri günü de aynı şekilde anlatmaktadır. Kur'an'ın insanın fıtratına hitap metodu bile, O'nun ana kaynağını gösteren bir delildir. Bu kaynak evrenin de kendisinden meydana geldiği kaynaktır. Kur'an'ın diziliş metodu aynen evrenin kuruluş metodudur. Evrenin en basit maddelerinden en girift şekiller ve en büyük varlıklar meydana gelir. Kâinatın ana maddesinin atom olduğu, hayatın ana maddesinin de hücre olduğu sanılmaktadır. Atom o kadar küçük olmasına rağmen, aslında bir mucizedir. Hücre onca küçüklüğüne rağmen, aslında apaçık bir mucizedir. Burada Kur'an, insanın gözlemlediği alışılagelen basit olayları, dini inancın en önemli meselesini, evrenin en kapsamlı düşüncesini açıklamanın ana maddesi olarak alıyor. Bunlar, her insanın deneyiminin kapsamına giren gözlemlerdir... İnsanlık neslinin çoğalması! Ekin... Su... Ateş... Ölüm... Yeryüzünde yaşayan hangi insanın deneyimleri arasına girmez bu sahneler? Mağarada bile yaşayan hangi insan, bir ceninin (embriyonun) hayatının ve bir bitkinin hayatının nasıl meydana geldiğini, suyun nasıl düştüğünü, ateşin nasıl yandığını, ölüm anının nasıl olduğunu görmemiştir? İşte Kur'an-ı Kerim, her insanın gözlemlediği bu olaylardan inanç sistemini meydana getirir. Çünkü Kur'an her çevredeki, her insana hitap eder. Aslında bu basit ve normal sahneler, kâinatın en önemli gerçeklerini, ilahi sırların en büyüklerini oluşturur. Bu manzaralar basit olmalarına rağmen, her insanın fıtratına hitap ederler. Aslında bunlar, en uzman bilginlerin sonsuza dek üzerinde çalışmaları gereken gerçeklerdir. Kur'an'ın kaynağını da gösteren bu açıklamayı bundan daha ileriye götürecek güçte değiliz. Bu kadar açıklama da yeter zaten. Şimdi tekrar surenin akış seyrine dönelim... Ve yüce Allah gerçekten doğru söylüyor: "Bu Kur'an Allah'dan geldi, başkası tarafından uydurulmuş değildir." "Yoksa, `onu Muhammed uydurdu' mu diyorlar? Onlara de ki; "Eğer doğru söylüyorsanız, Kur'an'a benzer bir sure ortaya getiriniz, bu konuda Allah dışında kimleri yardıma çağırabilecekseniz çağırınız." Surenin akışı bu apaçık meydan okuyuştan sonra, tartışmaya devam etmekten vazgeçiyor. Böylece onların zandan başka bir şeye dayanmadıklarını belirtiyor. Onlar bilmedikleri şeyler hakkında hüküm veriyorlar. Aslında hüküm vermeden önce, bilginin olması gerekir. Bu konuda sırf arzu ve isteklere veya kuru zanna dayanılmaması lâzımdır. Burada hakkında hüküm verdikleri şey, Kur'an'ın vahiy olup olmadığı vaadlerinin ve tehditlerinin doğru olup olmadığıdır. Onlar bu gerçekleri yalan saymışlardır. Fakat bunları yalan sayarken sağlıklı bir ilgiye dayanmamışlardır. Onlar tüm boyutları ile kavramadıkları bu gerçekleri yalanlamışlardır: "Tersine onlar, bilgisini kavrayamadıkları ve henüz açıklamasına da muhatap olmadıkları bir mesajı yalanladılar." Onların bu konudaki durumu, kendilerinden önce Rabblerini yalanlayan zalimlerin ve müşriklerin durumu gibidir. Düşünüp ibret alacak olanlar, akıbetlerinin ne olacağını öğrenmek için, daha öncekilerin sonlarının ne olduğunu düşünsünler. "Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Gör bakalım, o zalimlerin sonu nice oldu?" Çoğunluğu zandan başka bir şeye uymamalarına rağmen ve kesin bir bilgi sahibi olmadıkları halde gerçekleri yalanladıkları halde onlardan bazıları bu Kitab'a iman ediyorlardı. Onların hepsi yalanlayıcılardan değildi: " Onlardan kimi bu Kur'an'a inanır, kimi de inanmaz. Rabbin kimlerin bozguncu olduğunu herkesten iyi bilir.'' Bozguncular iman etmeyenlerdir. İnsanların gerçek ilahlarına iman etmemeleri ve yalnız O'na kulluk yapmamaları kadar hiçbir şey, yeryüzünde bozgunculuğun bu derece yaygınlaşmasına neden olmaz. Yeryüzündeki bozgunculuk ancak ve ancak Allah'dan başkasına boyun eğmekten kaynaklanır. Bunun peşinden de, insanın hayatın ı her yönden kuşatan bir kötülük etrafı kuşatır. Kendi iç dünyasında ve başka alanlarda arzu ve isteklere bağlılıktan doğan kötülük... Kendi sahte ilahlıklarının konumunu sağlamlaştırmak için her şeyin düzenini bozan yeryüzü ilahlarının ortaya çıkışından kaynaklanan kötülük... Bunlar insanların ahlâklarını, ruhlarını, düşüncelerini ve kavrayışlarını... Sonra kendilerine yararlı olan şeylerini ve mallarını harcayan kötülük önderleridir. Sırf kendi sahte ve desteksiz varlıklarını korumak için böyle yaparlar. Klasik ve modern cahiliye tarihi iman etmeyen bozguncuların ortaya çıkardığı bu tür bozgunculuklarla dolup taşmaktadır. Surenin akışı onların bu Kitab'a karşı tutumlarını belirledikten sonra, hitabı Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- yöneltmektedir. Ondan yalanlayıcıların yalanlamalarından etkilenmemesini, onlarla uğraşmaktan vazgeçmesini, onların işledikleri amellerden tamamen uzak olduğunu açıklamasını, yanında bulunduğu gerçek ile beraber sarsılmaz bir inanç, kesin ve net bir tavırla onlardan ayrılmasını istemektedir. "Eğer onlar seni yalanlarsa de ki; "Benim işlediklerim bana, sizin işledikleriniz de sizedir. Benim işlediklerim ile sizin bir ilginiz olmadığı gibi, sizin işlediklerinizle de benim bir ilgim yoktur." Bu onların vicdanlarına yönelik bir dokunuştur. Sözkonusu korkunç sonlarını kendilerine açıkladıktan sonra, onları amelleriyle başbaşa bırakıyor. Kendi akıbetleri ile onları yüzyüze getiriyor. Aynen babası ile beraber yürümemekte direten çocuğu, babasının yalnız başına yolun ortasında bırakması, babasından bir destek almaksızın, çocuğun yalnız olarak gitmek istediği yere gidebilmesi gibi. Çoğunlukla bu tür tehdit metodu başarılı olur!.. Surenin akış seyri devam edip, müşriklerden bazılarının Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun- kulakları ile dinlediklerini, ama kalplerinin kapalı olduğunu, gözleri ile ona baktıklarını fakat basiretlerinin kapalı olduğunu, bu nedenle ne dinlemekten, ne de bakmaktan bir şey elde etmediklerini, buna bağlı olarak hidayetin yolunu alamadıklarını anlatıyor: -Onların arasında Kur'an okùrken sana kulak verenler de vardır. Fakat üstelik düşünme yeteneğinden de yoksun sağırlara sen söz işittirebilir misin? -Onların arasında sana bakanlar vardır. Fakat görme yeteneğinden bütünü ile yoksun körleri, sen doğru yola iletebilir misin? Bir sözü dinleyip de dinlediğini anlamayan, baktıkları ha(de neye baktıklarını iyice ayırd edemeyen bu tür insanlar... Evet bu tür insanlar, her zaman ve her yerde, pek çoktur. Bu durumdaki insanlara Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bir şey yapamaz. Zira onların duyguları ve organları, akılları ve kalpleri ile sağlıklı bir diyalog içinde değildir. Sanki bu organlar, gerçek görevlerini yapmayacak biçimde dumura uğramışlardır. Görevlerini bu nedenle yapamamaktadır. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- sağır olanı işittiremez! Kör olana gösteremez! Bunu yalnız yüce Allah yapabilir. Yüce Allah da, değişmez bir yasa koymuştur. Ve insanları da, bu yasa ile başbaşa bırakmıştır. Onlara göz, kulak ve akıl vermiştir ki, onunla doğru yolu bulsunlar. Eğer onlar, bu imkânlarını kullanmazlarsa, değişmeyen ve farklılık gözetmeyen Allah'ın yasası onları yakalayacak, adaletin gereği olarak cezalarını çekeceklerdir. Böylece Allah, onlara zulüm etmiş olmayacaktır: "Allah insanlara hiç zulmetmez, fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler." Bu son ayetler Peygamber'i -salât ve selâm üzerine olsun- teselli etmektedir. Çünkü gerçeği sunduğu halde onlar kendisini yalanladıkları, sürekli bir açıklamaya rağmen, yine de bu kadar inatla direttikleri için, peygamber artık sıkılmıştır. Yani burada yüce Allah'ın, müşriklerin doğru yolu reddedişlerinin peygamberin çabasındaki bir eksiklikten kaynaklanmadığını, duyurduğu gerçekte hiçbir kusur olmadığını, fakat muhataplarının kör ve sağır gibi davrandıklarını bildirmesi, peygamberi rahatlatmıştır. Çünkü bundan ötesi, yani kulakları ve gözleri açmak, ancak Allah'ın işidir. Onları harekete geçirmek, davetin ve davetçinin görevleri kapsamına girmez. Bu, Allah'ın özel yetkisi dahilindedir. Yine bu son ayetlerde, peygamberin şahsında somutlaşsa da, kulluğun yapısı ve sahası kesin çizgilerle belirlenmektedir. Peygamber de, Allah'ın kullarından biridir. Kulluğun sahası dışında hiçbir yetkisi yoktur. Bütün yetki Allah'ın elindedir. |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Fizilalil Kuran Sad Suresi Tefsiri | MERVE DEMİR | Fizilalil Kur'ân | 2 | 08 Ekim 2008 12:10 |
Fizilalil Kur'an Hud Suresi Tefsiri | MERVE DEMİR | Fizilalil Kur'ân | 15 | 08 Ekim 2008 01:32 |
Fizilalil Kuran Nuh Suresi Tefsiri | MERVE DEMİR | Fizilalil Kur'ân | 0 | 08 Ekim 2008 00:05 |
Fizilalil Kuran Asr Suresi Tefsiri | MERVE DEMİR | Fizilalil Kur'ân | 0 | 22 Eylül 2008 10:43 |
Fizilalil Kur'an Enfal Suresi Tefsiri | MERVE DEMİR | Fizilalil Kur'ân | 22 | 22 Eylül 2008 00:47 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|