|
Konu Kimliği: Konu Sahibi İmamHüseyin,Açılış Tarihi: 10 Nisan 2009 (01:59), Konuya Son Cevap : 19 Nisan 2009 (01:01). Konuya 5 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
10 Nisan 2009, 01:59 | Mesaj No:1 |
MekkeDönemi MekkeDönemi 1- İlk İman Hücresini Oluşturmak Peygamberlik Hz. Peygamber’e inen ilk ayetler ile vahyi ile ilk karşılaşıldıktan sonra Kur'ân ayetlerinin inişi Kur'ân ayetlerinin iniş süreci yavaş yavaş çıkışa geçti. Öyle görülüyor ki, Hz. Peygamber (s.a.a) Muzzemmil Suresi'nin ilk ayetlerinin inmesinden sonra İslâmî risaleti yayma ve bir İslâm toplumu oluşturma yolunda aşağıdaki adımları atmaya hazırlanmaya girişti. Bu adımlara paralel olarak çok sayıdaki güçlüğü ve beklenen sıkıntıyı göğüslemek için de hazırlık yapmak, plan adımlarını ve işi hususundaki üslûbunu sağlamlaştırmak durumunda idi. Risaleti doğrultusunda attığı ilk adım ev halkını, ailesini yeni dine çağırmak oldu. Eşi Hz. Hatice'nin (r.a) ona inanması doğaldı. Çünkü Hatice uzun bir ömrü onunla paylaşmış, onda zirve derecesine varmış bir ahlâk yüceliği, bir ruh temizliği ve gök âlemi ile ilişki bulmuştu. Hz. Peygamber (s.a.a), göğsünde asla putlara tapmanın kirletmediği temiz bir kalp taşıyan amcası oğlu ve himayesinde yetişip büyüyen Hz. Ali'yi (a.s) yeni dine çağırmada zorluğa katlanmadı. O hemen Peygamber'e inandı ve kavminin ilk Müslüman olanı oldu.[1] Hz. Peygamber'in (s.a.a) Hz. Ali'yi (a.s) seçmesi isabetli ve uygun bir tercihti. Çünkü Hz. Ali (a.s) itaate, boyun eğmeye ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) yardım edene ve destekleyene çok ihtiyaç duyduğu zaman güce ve öne atılmaya yatkın güçlü bir karaktere sahipti. Hz. Ali (a.s) İslâmî davetin ortaya çıktığı ilk andan itibaren bu misyonun tebliğ sürecinde peygamberliğin güçlü bileği, gören gözü ve bu dinin sözcülüğünü yapan çağrı dili oldu. Buna göre ilk iman eden kişi, Hira Dağı'ndaki yalnızlık dönemlerinde Peygamber'e (s.a.a) arkadaşlık eden Hz. Ali (a.s) idi. Onun arkasından Hz. Hatice geliyordu. Bu ikisi Hz. Peygamber (s.a.a) gibi tevhit ilkesini kabul edip şirk ve sapıklık güçlerine karşı çıkmalarının arkasından Peygamber'le (s.a.a) birlikte namaz kılan ilk kişiler oldular.[2] Bir süre sonra bunlara Zeyd b. Harise katıldı. Bunlar hayrı çok olan topluluğu ve İslâm toplumuna kaynak olan ilk hayırlı çekirdeği oluşturmuşlardı. 2- Mekke Döneminin Aşamaları İlk İslâm devletinin kurulmasına müsait ortamı hazırlamak için Hz. Peygamber'in denetiminde gerçekleşen İslâm misyonunun tebliğ süreci Hz. Peygamber'in elleri ile ilk İslâm devletinin kurulmasına müsait ortamı hazırlamak için en az üç aşamadan geçti. Bu aşamalar şöyle sıralanabilir: a- İslâm misyonunun ilk üssünü hazırlama aşaması. Bazı İslâm tarihçileri bu dönemi gizlilik veya özel çağrı aşaması olarak adlandırırlar. b- Yakın akrabalara yönelik sınırlı çağrı ve putperestlikle sınırlı mücadele aşaması. c- Yaygın mücadele aşaması. 3- İlk Üssün Hazırlanması Aşaması Müddessir Suresi'nin başında belirtildiği gibi yüce Allah'tan ayağa kalkıp uyarma emrini aldıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.a) İslâm'a çağırma önderi olarak harekete geçti ve toplumun doğru yola yönlendirilmesi sürecinde ışık kaynağı ve meşale olacak bir iman kitlesi oluşturmak amacıyla elinden gelen çabayı gösterdi. Gaybî yardımla desteklenen, hata ve ayak kaymalarından korunan bu çalışma, üç yıl kadar devam etti. İslâmî hareketin bu aşaması tehlikeler ile zorluklarla çevrili idi; ama özenli ve yüksek düzeyli idi. Hz. Peygamber'in (s.a.a) çağrının bu aşamasında uyguladığı yöntemlerden biri bağlılarının seçimini kabile, coğrafî yer ve yaş bakımından çeşitlendirmekti. Böylece ilâhî risaletin yaygın karakterini gözler önüne sermeyi ve toplumun mümkün olan en uç noktasına kadar çağrısının yayılmasını garanti etmek istiyordu. Peygamberliğin başlangıcında çağrısına toplumun mustazaf/zayıf bırakılmış unsurları ile yoksul insanlar olumlu karşılık verdi. Çünkü İslâm misyonu gelişmeye, onurlu hayata ve güvene yönelik bir hareket idi. Zayıfların ve yoksulların yanı sıra eşraf arasındaki temiz vicdanlılar, açık akıllılar ve temiz davranış isteklileri de bu çağrıya olumlu karşılık veriyorlardı. Kureyş kabilesinin zorba şefleri bu ilâhî misyonun önemini ve kendilerine yönelik tehlikesini hissetmediler. Bu işin birtakım öteden beri görülen, eskimiş kehanetleri ve köhnemiş düşünceleri aşmayacağını sandılar. Bu hafife alma yaklaşımın sonucu olarak, bu çağrıya karşı şiddetli bir mücadeleye girişip ona beşiğinde son vermeyi düşünmediler. Bu kısa süre zarfında Hz. Peygamber (s.a.a) çağrısına inananlardan aktif unsurlar oluşturmayı başardı. Bu unsurlar çağrının değerlerini insanlara aktarmak üzere üzerlerinde taşıyorlardı. Bunlar İslâmlarına son derece düşkün ve imanları son derece kesin kimselerdi. Bu nitelikleri ile atalarının benimsedikleri şirk ve sapık ahlâk gibi gelenekleri şiddetle reddediyorlardı. Bu yaklaşımlarının sonucu olarak ilâhî misyonu açığa vurmanın sonuçlarına katlanma yatkınlıkları artmıştı. Rivayete göre Hz. Peygamber ve sahabîleri bu dönemde ikindi namazının vakti geldiği zaman kenar mahallelere dağılırlar ve birer veya ikişer kişi hâlinde namaz kılarlardı. Günlerden bir gün iki Müslüman, erkek Mekke'nin bir kenar mahallesinde namaz kılarken yanlarına müşriklerden iki kaba tavırlı adam geldi. Bu kaba adamlar, Müslümanları yadırgadılar ve ibadetleri yüzünden onları ayıpladılar. Sonunda kavgaya tutuştular ve arkasından orayı terk ettiler. Anlaşılan, bu türden müşriklerle karşılaşma olayları tekerrür etti. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.a) rahatça ibadet yapabilmek ve Kureyşlilerin gözlerinden uzak bir şekilde kendisi ile düzenli ilişki kurulabilmesini sağlamak için bazı gizli evlerden yararlanmaya yöneldi. Erkam b. Ebu Erkam'ın evi o sıralarda Müslümanlar için en yararlı sığınak oldu. 4- İlk Karşılaşma ve Akrabaları Uyarma Dönemi İslâm'ın haberinin Arap Yarımadası'nın her tarafına yayıldığı ve iman eden grubun mücadeleye girişecek bir moral yüksekliğine eriştiği zaman gelince, genel ilân aşamasına geçilmesi gerekmişti. Bu aşamanın ilk adımı, kabile bağlılığının egemen olduğu bu toplumda yakın akrabaları uyarmaktı. Bütün insanları uyarmadan önce onları uyarmanın önceliği vardı. Nitekim yüce Allah'tan: "(Önce) en yakın akrabanı uyar." emri gelmişti.[3] Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) en yakın akrabalarını bir toplantıya çağırarak onlara peygamberlik görevini, bu misyonun amacını ve geleceğini açıkladı. Yakın akrabalar arasında kendilerinden hayır umulan ve iman etmesi ümit edilen kimseler vardı. Karşıtlığını ve isteksizliğini açıkça ilân ederek baş kaldıran bir Ebu Lehep oldu ise de, Hz. Peygamber'i (s.a.a) desteklemeyi ve risaletini korumayı kabul eden bir Ebu Talip (s.a) de oldu. Rivayet edildiğine göre yakın akrabaları uyarma direktifini içeren ayet inince, Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Ali'ye yemekli bir toplantı hazırlamasını emretti ve aşiretini toplantıya çağırdı. Çağrılanlar kırk kişi idi. Hz. Peygamber (s.a.a) konuşmaya başlayacağı sırada Ebu Lehep lakabı ile tanınan amcası Abduluzza sözünü kesti, tebliğe ve uyarmaya devam etmekten kaçınmasını istedi. Böylece Hz. Peygamber'in bu toplantıyı düzenlemekteki amacını gerçekleştirmesini engelledi ve toplantıyı dağıldı terk etti. Ertesi gün Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Ali'ye verdiği emri ve aşiretine yönelik toplantı çağrısını yineledi. Yemekten sonra Hz. Peygamber (s.a.a) hemen söze başlayarak şu konuşmayı yaptı: "Ey Abdulmuttalip oğulları! Allah'a yemin ederim ki, ben Arap gençleri arasında benim size getirdiğim bu mesajdan daha hayırlısını getiren birini bilmiyorum. Ben size dünyanın ve ahiretin hayrını getirdim. Yüce Allah bana sizleri O'na çağırmamı emretti. Aranızdan hanginiz bu konuda bana iman edecek ve beni destekleyecek? O her olursa kimse o benim kardeşim, vasim ve aranızdaki halifem olacaktır." Hepsi sustu, Hz. Ali hariç. O hemen ayağa fırladı ve: "Ey Allah'ın Resulü, Allah'ın sana gönderdiği mesaj konusunda ben senin vezirin, destekleyicin olurum." dedi. Hz. Peygamber (s.a.a) ona oturmasını emretti ve çağrısını tekrarladı. Yine Hz. Ali'den başka ona cevap veren olmadı. Hz. Ali, onun çağrısını bir kere daha olumlu karşılayarak desteğini ve yardım vaadini ilân etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) toplantıda bulunan akrabalarına dönerek şöyle dedi: "Bu, benim kardeşim, vasim ve aranızdaki halifemdir. Sözünü dinleyin ve ona itaat edin." Hz. Peygamber böyle deyince toplantıya katılanlar hemen ayağa kalkarak toplantı yerini terk ettiler. Dağılırken Ebu Talib'e: "Yeğenin sana oğlunun sözünü dinleyip ona itaat etmeni emretti." diyerek onu alaya aldılar.[4] 5- Yaygın Mücadele Dönemi Bir önceki aşamada Hz. Peygamber'in (s.a.a) ihtiyatlı davranmasına, müşrik ve putperest güçlerle kendisinin ve herhangi bir Müslümanın doğrudan karşı karşıya gelmesinden kaçınmasına rağmen bu aşama sırasında kendisine ve diğer Müslümanlara yönelik kırıcı eleştirilere ve hakaretlere maruz kalıyordu. Haşimoğulları'na yapılan yeni dine girmeleri ile ilgili çağrı, Arap kabileleri üzerinde derin bir etki meydana getirmiş, geniş çaplı tartışmalara yol açmıştı. Hz. Peygamber'in ilân ettiği ve bazılarının iman ettiği peygamberlik hareketinin doğruluğunu ve ciddiyetini iyice anlamışlardı. Çağrının başlangıcından itibaren üç -veya beş- yıl geçince ilâhî risaleti açıkça ilân etmesi ve genel uyarı kampanyası başlatması yolunda Hz. Peygamber'e ilâhî bir emir geldi. Böylece mesele gözlerden uzak şekilde gerçekleştirilen ferdî ilişki biçiminden çıkacak ve Hz. Peygamber herkesi İslâm risaletine ve tek Allah'a iman etmeye çağıracaktı. Yüce Allah bu direktifi içeren ayetinde Hz. Peygamber'e (s.a.a), hakaret edenlere ve inatçılara yönelik mücadelesi sırasında atacağı adımlarını destekleyeceğini doğru yolda attıracağını vaat ediyordu. İnen ayetlerde şöyle buyuruluyordu: "O hâlde sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırış etme! Şüphesiz, alay edenlere karşı biz sanayeteriz."[5] Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) mutlak bir güven ve köklü bir azim içinde bütün şer ve şirk güçlerine meydan okuyarak Allah'ın emrini haykırmak için harekete geçti. Safa tepesine çıkarak her tarafa yaptığı yüksek sesli bir çağrı ile Kureyşlilere seslendi. Hepsi etrafında toplandı. Arkasından onlara dedi ki: "Eğer size: 'Bu sabah veya akşam düşman size saldıracak.' deseydim bana inanır mıydınız?" Kureyşliler bu soruya: "Evet." cevabını verdiler. Bu cevap üzerine Hz. Peygamber: "Öyleyse (bilin ki) ben, sizleri önünüzde bekleyen şiddetli bir azap konusunda uyaran biriyim." deyince Ebu Cehil leheb hemen ayağa fırlayarak Hz. Peygamber'e: "Bugünün geri kalan bölümü sana hüsranlı bir gün olsun, bunun için mi topladın bizi?" karşılığını verdi. Bunun üzerine yüce Allah: "Ebu Leheb'in elleri kurusun, kurudu da."diye başlayan Leheb Suresi'ni indirdi. Hz. Peygamber'in bu haykırışı, Kureyşlileri ürküten bir uyarı idi. Çünkü bütün inançlarına yönelik bir tehdit ve Peygamber'in (s.a.a) emrine karşı çıkmalarının akıbetine dönük bir uyarı ve sakındırma niteliği taşıyordu... Böylece bu yeni dinin mahiyeti Mekkeliler için, hatta Yarımada'nın her tarafı için açıklık kazanmış oldu. Çünkü yeni bir devrimin insanlığın hayat akışına gireceğini ve kaçınılmaz olarak değerlerin, kültürün, ölçülerin, sosyal konumların düzeyini gök kaynaklı kriterler uyarınca yükselteceğini ve kötülüklerin kökünü kurutacağını anladılar. Bu yüzden şirkin ve azgınlığın önderleri ile bu yeni din arasında kopan çatışma, bir uzlaşma noktasında noktalanması mümkün olmayan gerçek bir çatışma oldu. Bu dönem zarfında Arap olan ve olmayan epeyce sayıda kişi İslâm'a girdi. Bunların toplamı kırk kişiye ulaştı. Kureyş kabilesi bu genç devrimin belini kıramadı. Çünkü bu yeni dinin müminleri değişik kabilelere mensuptular. Bundan dolayı Kureyşliler ilk başta barışçı yöntemlerle bu dinin önünü kesmeyi denemek istediler. Fakat Ebu Talip onların bu teklifini güzel bir şekilde reddetti. Ret cevabını alan Kureyşliler Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanından ayrılıp gittiler. Hasimoğulları’nın Hz. Peygambere (s.a.a) Karşı Tutumu Ebu Talib'in Hz. Peygamber'i ve Risaleti Savunması Hz. Peygamber (s.a.a) hiç duraksamadan İslâm risaletini yaymaya devam etti. Duraksamak şöyle dursun, temposunu artırdı, çalışmalarını çoğalttı. Onunla birlikte kendisine bağlı müminlerin çalışmaları da arttı. Bu gayretlerin sonucu olarak yeni dinin, insanların gözündeki cazibesi de arttı. Bunu gören Kureyşlilerin öfkesi kabarmaya başladı. Bu yeni akımı, yani İslâm'ı durdurmanın, hatta ona son vermenin yollarını bulmaya çalıştılar. Gayretlerini Ebu Talip üzerinde yoğunlaştırmayı sürdürdüler. Bu uğurda ellerindeki bütün kozları kullandılar. Kimi zaman Hz. Peygamber'i çağrısından vazgeçmeye, dininden dönmeye ikna etmesini istediler. Kimi zaman da tehdit ve korkutma silâhına başvurdular ve şöyle dediler: "Ey Ebu Talip, sen bizim büyüğümüzsün, nazarımızda bize göre şerefli ve itibarlı birisin. Senden, amcanın oğlunun bize karşı yaptıklarına engel olmanı istedik. Fakat onun yaptıklarına engel olmadın. Vallahi biz bu yaptıklarına artık sabredemeyiz. Atalarımıza hakaret ediyor, ideallerimizi hayallerimizi aptallıkla damgalıyor, ilâhlarımızı kötülüyor. Ya onu başımızdan savarsın veya onunla ve seninle iki taraftan biri öbürünü yok edinceye kadar sürecek bir çatışmaya gireriz." Bu şartlar altında Haşimoğulları'nın önderi olan Ebu Talip, Kureyş kabilesinin kesin kararını ve amcasının oğlu ile genç risaletini yok etmek için her yola başvurmaktan çekinmeyeceklerini anlayınca, ikinci defa ortamı yumuşatmayı ve Kureyşlilerin öfkesini dindirmeyi denedi. Bu amaçla amcasının oğlu ile birlikte bu gerginliği giderecek bir tutum arayışına girdi. Fakat Hz. Peygamber (s.a.a) şartlar ve sonuçlar ne olursa olsun, yüce Allah'ın emirlerini uygulamak için İslâm risaletini tebliğ etmeyi sürdürmekte ısrarlı olduğunu dile getirerek şöyle dedi: "Amca, bu adamlar bu davadan vazgeçmem için sağ elime güneşi ve sol elime ayı bile koysalar bu işten vazgeçmem. Ya bu davayı Allah zafere ulaştıracak veya ben onun uğrunda yok olacağım." Bu sözlerin sonunda Hz. Peygamber'in mübarek gözleri doldu ve gözlerinden yaş akmaya başladı. Arkasından da gitmek üzere ayağa kalktı. Amcasının oğlunun davasının doğru olduğunu bilen ve ona inanmış olan Ebu Talip bu manzaradan çok etkilendi ve şöyle dedi: "Git, ey amcam oğlu, istediğini söyle. Vallahi seni asla hiçbir şey için teslim etmem." Kureyşliler azgınlıklarından hiç geri durmuyorlardı. Bir defa daha Ebu Talib'e koştular. Maksat vaatlerle onu Hz. Peygamber'i (s.a.a) yüzüstü bırakmak için ayartmaktı. Ona amcasının oğlunun kendilerine teslim edilmesi karşılığında Mekke delikanlılarının en yakışıklısını vermeyi teklif ettiler. Şöyle dediler: "Ey Ebu Talip, bu Ammare b. Velid adındaki delikanlıdır. Kureyş kabilesi içinde en göze batan, en yakışıklı genç olarak tanınıyor. Onun aklı da, desteği de sana ait olsun. Onu evlât olarak al, senin olsun. Karşılığında bize şu amcanın oğlunu teslim et. O ki, kavminin birliğini parçaladı ve onların ideallerini hayallerini aptallıkla damgaladı. Onu bize ver de öldürelim. Bu teklifimiz bir adama karşılık bir adam vermektir." Ebu Talip bu zalim pazarlığı tiksinerek reddetti. Onlara şöyle dedi: "Vallahi, bana çok kötü bir pazarlık teklif ediyorsunuz. Bana oğlunuzu vereceksiniz, ben onu sizin için besleyeceğim. Karşılığında ben size oğlumu vereceğim ve siz onu öldüreceksiniz. Vallahi, bu asla olmayacak bir iştir!" Bunun üzerine Mut'im b. Adiy b. Nevfel: "Ey Ebu Talip, kavmin sana insaflı bir teklif yaptı. Fakat senin onlardan gelecek hiçbir teklifi kabul etmek istemediğini görüyorum." dedi. Ebu Talip ona şu cevabı verdi: "Vallahi bana yaptıkları teklif insaflı bir teklif değildir. Fakat sen beni [Peygamber'i] yüzüstü bırakmam ile o grubu desteklemeyi kavmimin bana karşı birleşmelerini kararlaştırmışsın. Ne istiyorsan onu yap." Kureyşliler bu teklifleri dolayısıyla anladılar ki, Ebu Talib'in Hz. Peygamber'i (s.a.a) yüzüstü ve yalnız bırakmaya razı edilmesinin yolu yoktur. Bu arada Ebu Talip kardeşinin güvenliğini teminat altına almak ve ilâhî risaleti yaymaya devam etmesini sağlamak için hemen koruma amaçlı tedbirler aldı. Çünkü Kureyşlilerin onun hakkında kötülük düşündüklerini gördü. Bu maksatla Hz. Peygamber'e (s.a.a) yönelik tehlikeleri önlemek, onu korumak ve arkasında durmak için Haşimoğulları ile Abdulmuttalipoğulları'na çağrı yaptı. Onlar da Ebu Leheb dışında bu çağrıya olumlu karşılık verdiler. Ebu Talip Haşimoğulları'nın konumunu yüceltti, onları cesaretlendirdi ve Hz. Peygamber'i (s.a.a) korumaya devam etmeleri hususunda onlara azim aşıladı. Kureyş Kabilesinin Hz. Peygamber'e ve Risalete Karşı Tutumu İlâhî risalet hareketinin ilk dört senesi zarfında, tevhit ilkesinin ve ona yönelik çağrının yüceliğini, belâgat yönünden mucizeliği, uyarıyı ve tevhit ilkesi karşıtlarına yönelik uyarı ve tehditleri içeren çok sayıda Kur'ân ayeti indi. Bu ayetler dilden dile dolaştı, müminlerin kalpleri bunları topladı, bu ayetler onları işitmek ve kavramak amacıyla uzaktan yakından gelenler için cazibe odağı oluşturdu. Belâgatın insanlar üzerindeki etkisi çok büyük olduğu için çeşitli yollardan Hz. Peygamber'in (s.a.a) hareketini durdurmaya girişen Kureyşliler, Hz. Peygamber'in (s.a.a) insan toplulukları ile ilişkiye geçip onlara çağrısını sunmasını engellemek istediler. Bu maksatla Mekke'ye gelenlerin Kur'ân'ın inen ayetlerini işitmelerini önleme gayretine başvurdular. Bütün bunlar, o güne kadar denedikleri Hz. Peygamber'i (s.a.a) mülk, saltanat, yüklü mallar, şeref ve şeflik vaatleri ile yolundan döndürme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra uygulamaya konulan plânlardı. Bunlara ek olarak Mekke'ye gelenleri Hz. Peygamber'in (s.a.a) çağrısının doğruluğu konusunda şüpheye düşürmeyi devreye soktular. Bu amaçla Hz. Peygamber'in (s.a.a) başına gelen hâlin aslında bir hastalık durumu olduğunu ve onu tedavi etmeye çalıştıklarını ileri sürdüler. Hz. Peygamber (s.a.a) ise onlara hayrı, şerefi ve kurtuluşu bütünü ile içeren şöyle bir karşılık verdi: "Bir cümle var. Eğer onu söylerseniz, onun sayesinde bütün Araplar size bağlılık sunar ve yine onun sayesinde bütün acemler (Arap olmayanlar) size cizye öder..." Kureyşliler Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu sözü üzerine heyecana kapıldılar ve bu teklifin son çözüme götüreceği hesabı ile: "Baban hakkı için, on kere evet." karşılığını verdiler. Hz. Peygamber (s.a.a), "Söyleyeceğiniz cümle, lâ ilâhe illallah'tır." dedi. Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu karşılığı onlar için güçlü bir sürpriz oldu. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Fakat burun kıvırarak ayağa kalktılar ve dağılırken birbirlerine şöyle dediler: "Tanrıları, tek tanrı mı yaptı? Doğrusu bu, tuhaf bir şeydir” Bunun üzerine Kureyşliler Hz. Peygamber'e (s.a.a) ve günden güne sayıları artmakta ve Hz. Peygamber'in çağrısı kalplerinde derinlik kazanmakta olan bağlılarına hakaret etmeye, onlar ile alay etmeye başvurdular. Bu tür davranışlardan biri Ebu Leheb ile eşi Ümmü Cemil'in, komşuları olan Hz. Peygamber'in (s.a.a) evinin kapısı önüne diken atmaları idi. Ayrıca Ebu Cehil, Hz. Peygamber'e (s.a.a) sataşmaya, onu çirkin sözler ile rahatsız etmeye başladı. Fakat yüce Allah sürekli zalimleri gözetlemede idi. Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a.a) amcası Hamza, bu yapılanları öğrenince kalabalık bir Kureyşli topluluk önünde Ebu Cehil'in hakaretlerine karşılık vererek Müslümanlığı kabul ettiğini ilân etti. Bunun yanı sıra kendisine karşılık vermeleri veya Allah'ın Resulü'ne (s.a.a) ikinci bir sefer sataşmaları ile ilgili olarak Kureyş topluluğuna meydan okudu. Küfür Dünyası Aklın Sesine Uymaya Yanaşmıyor Kureyşliler, beceri ve zekâları ile Hz. Peygamber'i ilâhî risaletinden vazgeçirebileceklerini sanıyorlardı. Ama diğer taraftan da insanların onun kutsal çağrısına olumlu karşılık verdiklerini açıkça görüyorlardı. Bu yüzden Utbe b. Rabia, Kureyş ileri gelenlerinin düzenledikleri bir toplantıda, Hz. Peygamber'e (s.a.a) gidip kendisi ile bu çağrısından ne zaman vazgeçeceği konusunu konuşmaya gitti. O sırada Hz. Peygamber tek başına mescitte oturuyordu. Utbe söze başlayarak Peygamber'i (s.a.a) övdü, Kureyş kabilesi içinde itibarlı bir konuma sahip olduğunu söyledi. Arkasından ona sunmayı düşündüğü vaatlerini ve önerilerini sıraladı. Hz. Peygamber (s.a.a) de onu sessizce dinliyordu. Dedikleri şunlardı: "Ey kardeşimin oğlu, eğer bu getirdiğin din aracılığı ile istediğin mal ise, senin için mallarımızdan toplarız. Böylece aramızda en çok malı olan kişi olursun. Yok, eğer bu din aracılığı ile istediğin şan, şeref ise seni kendimize efendi yaparız. Böylece sensiz hiçbir konuda kesin karar vermeyiz. Yok, eğer bu din aracılığı ile istediğin egemenlik ise seni başımıza hükümdar yaparız. Yok, eğer sana gelen gözlerinin önüne dikilen bir cin ise ve sen de onu kendinden uzaklaştıramıyorsan, senin için tıbbî tedavi ararız ve bu hastalıktan kurtulmanı sağlamak için mallarımızı harcarız..." Utbe konuşmasını tamamlayınca Hz. Peygamber (s.a.a): "Ey Ebu Velid, söyleyeceklerin bitti mi?" diye sordu. Utbe'nin: "Evet." cevabını vermesi üzerine: "Şimdi beni dinle." dedikten sonra şu ayetleri okumaya başladı: "Hâ, Mîm. (Kur'ân) rahman ve rahim olan Allah katından indirilmiştir. (Bu,) bilen bir topluluk için, ayetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır. (Bu kitap) müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz çevirdi. Artık dinlemezler. Ve dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır…"[6] Hz. Peygamber okumaya devam etti. Onu dinleyen Utbe, işittikleri karşısında donakaldı. Yorgunluktan nefes alarak ellerini arkasına atıp onlara dayandı. Hz. Peygamber (s.a.a) bu suredeki secde ayetine i okuyunca varıp secdeye kapandı ve secdeden sonra: "Ey Ebu Velid!" dedi, "İşiteceğini işittin, seni o işittiklerinle baş başa bırakıyorum." Utbe, Hz. Peygamber'e verecek bir cevap bulamadı. Ayağa kalktı ve kavminin yanına döndü. Bir yere oturduktan sonra şunları söyledi: "Vallahi, ben benzerini asla işitmediğim sözler işittim. Vallahi, bu sözler ne şiir, ne büyü ve ne de kehanet idi. Ey Kureyşliler, beni dinleyin ve bunu benim için yapın. Bu adamı tuttuğu yolla baş başa bırakın, kendisi ile tuttuğu yol arasına girmeyin, onu kendi hâline bırakın." Fakat ölü kalpler için bu teklife olumlu karşılık vermek nerede? Utbe'ye: "Ey Ebu Velid, Allah'a ant olsun ki, Muhammed seni dili ile büyüledi." karşılığını verdiler. Bu karşılığı alan Utbe onlara: "Bu, benim onunla ilgili görüşümdür. Siz neyi uygun görüyorsanız öyle yapın." cevabını verdi. Büyücülük İthamı Kureyş kabilesi, İslâmî risalete yönelik mücadelesinde söz birliği hâlinde olmayı, her kafadan bir ses çıkmamasını ve itibarını kaybetmemeyi istiyordu. Bunun yanı sıra yaklaşan hac mevsimi sırasında bu risaletin insanların kalplerine sirayet etmesini durdurma gayesinde idi. Bunun için putperest konumunu korumayı ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) rolünü ve itibarını zayıflatmayı açıkça ortaya koyacak bir yöntem edinme peşine düştü. Bu maksatla toplu hâlde Velid b. Muğire'ye gittiler. Çünkü Velid, ileri yaşta ve geniş bilgiye sahip ileri yaşta bir kişi idi. Maksatları, yürütecekleri mücadelenin yöntemi üzerinde ortak bir karara varmaktı. Fakat ileri sürdükleri görüşler birbirlerinden farklı idi. Kimisi Hz. Peygamber'in kâhin, kimisi deli, kimisi şair, kimisi kuruntuların tutsağı olan bir hasta ve kimisi de büyücü olduğunun iddia edilmesini öneriyordu. Sonra sözü Velid'e verdiler. O da şöyle dedi: "Vallahi, Muhammed'in sözünde tat vardır. Kökü bereketli ve dalları meyve yüklüdür. Bu konuda her ne söylerseniz, asılsız olduğu ortaya çıkacaktır. Bu husustaki en akla yakın söz: 'Bu adam bir büyücüdür, aslında büyüden ibaret olan birtakım sözler ortaya koydu; bu sözler kişi ile babasının, kişi ile kardeşinin, kişi ile eşinin arasını açıyor.' demenizdir." Velid'in bu konuşması bitince Kureyşliler halk arasına sızarak kirli söylentilerini yaymak üzere dağıldılar. İşkence, Müminleri Sindirmenin Yolu Kâfir ve müşrik güçler tevhit ilkesini ve imanı idrak etmekte âciz kaldıkları gibi Hz. Peygamber'i (s.a.a) ve hak taraftarlarını İslâmî risaleti yaymaya devam etmekten alıkoymakta âciz ve başarısız kaldılar. Nasıl ki, akılları tevhit ilkesini ve imanı idrak etmekte âciz kaldı ise. Öyle ki, İslâm risaletini durdurmayı ve gözden düşürmeyi amaçlayan bütün gayretleri boşa gitti. Bu yüzden yeni inanç sahiplerine karşı verdikleri mücadelede şiddeti, baskıyı ve işkenceyi yöntem olarak devreye sokmaktan başka çare bulamadılar. Bu amaçla her kabile, bünyesinde bulunan Müslümanlar üzerine çullandı. Onları hapse atmaya, döverek, aç ve susuz bırakarak işkenceden geçirmeye başladılar. Böylece aralarındaki Müslümanları dinlerinden ve Rablerinin risaletini benimsemekten vazgeçirmeyi amaçlıyorlardı. İşte Umeyye b. Halef, Bilal-i Habeşî'yi yakıcı öğle sıcağında Mekke civarındaki kızgın çöle çıkararak en acımasız işkenceye tâbi tutuyor. İşte Ömer b. Hattab, Müslüman oldu diye cariyesini döverek işkenceden geçiriyor ve âciz kalınca: "Senden özür dilerim, seni dövmeyi bırakmamın tek sebebi yorgun düşmemdir." diye alay ediyor. İşte Mahzumoğulları; Ammar'ı, babasını ve annesini Mekke civarındaki kızgın çöllere çıkararak işkenceye tâbi tutuyorlar. İşkence sırasında Resulullah (s.a.a) yanlarından geçerken: "Ey Yasiroğullları, sabredin, buluşma yeriniz cennettir!" diyor. Yapılan işkencenin şiddeti öyle bir noktaya varıyor ki, Ammar'ın annesi şehit oluyor. Böylece Sümeyye, ilk İslâm şehidi oluyor. Kureyşlilerin risalete, Resul'e ve ashabına yönelik mücadelelerinde kullandıkları yöntemlerin genel tablosunu çizmeye giriştiğimizde, bu mücadelenin aşamalarını aşağıdaki maddeler bağlamında özetleyebiliriz: 1- Kullanılan yöntemlerin en yaygın olanı, Hz. Peygamber'in (s.a.a) şahsiyetini ve insanların kalplerindeki konumunu alay ve aşağılama konusu yapmaktı. Bu rolü oynayanların başında Halid b. Velid b. Muğire'nin (Halid'in babası), Ukbe b. Ebu Muayt'ın, Hakem b. As b. Umeyye'nin ve Ebu Cehil'in geldiğini görüyoruz. Fakat ilâhî yönlendirme ve destek, onların bütün gayretlerini boşa çıkardı. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Şüphesiz, alay edenlere (karşı) biz sanayeteriz." [7]"Senden önceki peygamberlerle de alay edilmiş, bu yüzden onlarla alay edenleri alay ettikleri şey (azap) kuşatıvermişti.”[8] 2- Hükümdarlık, reislik ve büyük servetler teklif ederek caydırma ve vazgeçirme girişimlerini devreye sokmak. 3- Yalancılık, büyücülük, delilik, şairlik ve kâhinlik gibi asılsız suçlamalarda bulunmak. Kur'ân-ı Kerim bunların her birinden ayrı ayrı söz etmektedir. 4- Kur'ân-ı Kerim'e dil uzatmak. Kureyşliler Hz. Peygamber'i (s.a.a) Kur'ân-ı Kerim'i uydurmakla ve onu asılsız şekilde Allah'a isnat etmekle suçladılar. Kur'ân-ı Kerim, bu ayetlerinin bir benzerini ortaya koymaya çağırarak bu iddiayı ileri sürenlere meydan okumuştur. Üstelik Kureyşliler arasında uzun yıllardır yaşayan Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu suçlamanın içeriği türünden bir davranışı hiç görülmemişti. 5- İşkence ve Hz. Peygamber'in risaletine inananlara yönelik öldürme eylemlerine başvurmak. 6- Yaygın biçimde kuşatma ve boykot eylemi devreye sokmak. 7- Risaletin sahibi olan Hz. Peygamber'e (s.a.a) yönelik suikast plânları yapmak. Hz. Peygamber (s.a.a) bu yöntemlerin her birine risaletinin amaçlarını gerçekleştirecek tedbirlerle karşı koydu. Ki bu karşı koyuş sürecinde Hz. Peygamber (s.a.a), onun hareketini sıkı bir şekilde gözetim ve koruma altında tutan ilâhî vahiy tarafından yönlendirilip desteklenmiştir. Habeşistan'a Hicret ve Orada Güvenli Bir Üs Oluşturmak Resul-i Ekram (s.a.a) risaletini açıkça ilân etmesinden itibaren geçen iki yılın sonunda, Müslümanları Kureyşli zorbalardan ve putperest şeflerden çektikleri sıkıntılardan korumaya gücünün yetmeyeceğini anlamıştı. Özellikle güçsüz Müslümanların müşriklerin şeflerinden gördükleri zulüm doruk noktasına çıkacak oranda şiddetlenince, Hz. Peygamber (s.a.a) baskı altında kıvranan ezilmiş Müslümanları Habeşistan'a göç etmeye teşvik etti. Böylece bu baskı altındaki Müslümanlar bir rahatlama dönemine kavuşarak tekrar geri dönüp İslâmî risalet sürecinin gerektirdiği çalışmalarına devam edebilmek için yeni hareket enerjilerini yenileyeceklerdi. Bir başka beklenti de Kureyş mevzileri üzerine Arap Yarımadası dışında oluşturdukları bir baskı merkezi oluşturarak oluşturduktan sonra Kureyş kabilesine karşı girişilecek çatışmada yeni bir cephe açmaları idi. Belki de bu arada yüce Allah olacağını vaat ettiği şeyi de meydana getirirdi. İşte böyle bir ortamda Hz. Peygamber (s.a.a) ezilen Müslümanlara, "Habeşistan'da egemenlik sınırları içinde hiç kimsenin zulüm görmediği bir hükümdar vardır." haberini verdi. Müslümanlar, Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu teşvikini olumlu karşıladılar. Aralarından bir grup gizlice sahile inerek denizi aşıp karşı tarafa geçtiler. Yalnız Kureyşliler peşlerine düştüler, fakat yetişip onları yakalayamadılar. Bu göç hareketi bireysel olarak veya aileler hâlinde devam etti. Sonunda Habeşistan'da küçük çocuklar dışında seksen küsür kişilik bir göçmen Müslüman topluluğu oluştu. Hz. Peygamber (s.a.a) onların başına Ebu Talip oğlu Cafer'i emir tayin etti. Hz. Peygamber'in yukarıdaki hadisinde Habeşistan kralı için kullandığı sıfat ve bu ülkeye gemilerle gitmenin kolay ve mümkün olması göz önüne alınınca, bu ülkenin göç yeri olarak seçilmesinin Hz. Peygamber'in (s.a.a) başarılı liderlik adımlarından biri olduğu görülür. Üstelik bu olay, İslâm'ın Hıristiyanlık ile arasında kurulmasını istediği iyi ilişkilerin kapısını açan bir gelişme olmuştur. Müslümanların Habeşistan'a göç etmeleri Kureyşlileri kaygılandırmakta gecikmedi. Bu işin sonucundan korkuya kapıldılar. İslâmî risaletin taşıyıcılarının orada emniyete kavuşmalarından tedirgin oldular. Nitekim hemen Amr b. As ile Ammare b. Velid'i yüklü hediyelerle Habeşistan'a Necaşî'nin yanına gönderdiler. Bu iki Kureyşlinin bu hediye destekli seyahatinin amacı, Habeşistan kralı Necaşî'yi Müslümanları yakınına almaktan vazgeçirip kendilerine geri vermeye ikna etmekti. Bunlar kralın patriklerine kadar nüfuz ederek onları Müslümanların geri verilmesinin zorunlu olduğuna ikna etmeyi başardılar. Fakat kral buna yanaşmadı. Müslümanların geri verilmeleri için öncelikle onların kendi kafalarından yeni bir din uydurdukları yolunda kendilerine yöneltilen suçlama hakkındaki düşüncelerini kendi ağızlarından dinlemesi gerektiğini bildirdi. Bu buluşmaya ilâhî desteğe mazhar olduk damgasını vurdu. Ebu Talip oğlu Cafer, imparator Necaşî'nin kalbine nüfuz eden çarpıcı bir konuşma yaptı. Bu ateşli konuşmasında yeni dinin mahiyeti hakkında öne sürülen her soruya cevap vererek kralın, kendilerini himaye etme yönünde ikna edilmişliğini pekiştirdi. Ebu Talip oğlu Cafer'in sözleri Kureyşli delegelerin başlarına düşen bir şimşek gibi oldu. Şeytanî plânlarını başarıya ulaştırmak için imparatora verdikleri hediyeler işlerine yaramamıştı. Bu karşılaşmada Müslümanların yıldızı parlar ve delillerinin sağlamlılığı ortaya çıkarken, Kureyşli delegeler kralın huzurunda zavallı bir duruma düştüler. Bu sonucun alınmasında Resulullah'ın (s.a.a) insanı düşüncelerde, inançta ve davranışta insanı yüksek seviyelere çıkaran eğitim sisteminin rolü büyüktü. Kureyşli delegelerin ikinci bir fitne çıkarma denemesi oldu. Kur'ân-ı Kerim'in Hz. İsa (s.a) ile ilgili açıklamalarının kralda hoşnutsuzluk meydana getirebileceğini düşündüler. Fakat bu ikinci fitne girişimi de Müslümanları sarsmadı. Nitekim kral, Ebu Talip oğlu Cafer'in bu yoldaki soruya cevap olarak okuduğu Kur'ân ayetlerini dinledikten sonra Müslümanlara: "Gidin, siz güven içindesiniz." dedi. Delegeleri Habeşistan'dan hayal kırıklığı ile dönünce, Kureyşliler Müslümanları geri almayı amaçlayan çabalarının başarısızlığa uğradığını kesinlikle anladılar. Bunun üzerine bu kabilenin şefleri, çevrelerinde yaşayan Müslümanlara yönelik baskıyı çeşitlendirmeye giriştiler. Bunun için Müslümanların yiyeceksiz ve içeceksiz bırakılmalarına, onlarla her türlü sosyal ilişkinin kurulmasının yasaklanmasına yöneldiler. Çünkü Ebu Talip ile Haşimoğulları Hz. Peygamber'i (s.a.a) yaygın biçimde desteklemekten, ona her türlü yardımı yapmaktan vazgeçirilememişti. Zalim Kuşatma ve Haşimoğulları'nın Tutumu Ebu Talip, Kureyşlilerin teklifini reddedip ne pahasına olursa olsun Hz. Peygamber'i (s.a.a) korumakta ısrar edince, Kureyş kabilesi Müslümanlarla alışveriş yapmayı, sosyal ilişki kurmayı ve evlenmeyi boykot etmeyi içeren zalim bir belge tasarısı hazırladı. Bu boykot belgesi Kureyşli şeflerin kırk tanesi tarafından imzalanarak yürürlüğe sokuldu. Ebu Talip, amcasının oğlu, Haşimoğulları ve Muttalipoğulları ile birlikte Mekke'nin yanı başındaki dar bir vadiye sığındı. Hepsinin durumu ve kararı aynı idi. Ebu Talip bu ortak kararı: "Son ferdimize kadar ölünceye dek Allah Resulü'ne ulaşılmasına fırsat vermeyiz." şeklinde açıkladı. Ebu Leheb, Kureyşlilerin yanına giderek onları Muttalipoğulları'na karşı desteklediğini ilân etti. Muttalipoğulları'nın kâfirleri de, müminleri ile birlikte söz konusu vadiye taşındı. Bu kuşatma sırasında Müslümanlara hiçbir şey ulaşmıyordu. Ulaşabilen maddeler gizlice vadiye girebilenlerden ibaretti. Bu kaçak maddeleri hemşerilik, onurluluk veya acıma duygusunun etkisi ile Müslümanlara yardım etmek isteyen bazı Kureyşliler onlara götürüyordu. Müslümanlara ve Resul-i Ekrem'e (s.a.a) açlık, izole edilmişlik ve psikolojik savaş biçiminde katlanılması zor birçok acıları çektiren bu boykotun üzerinden üç yıl geçmesi üzerine yüce Allah'ın gönderdiği bir ağaç kurdu, Kâbe'nin iç duvarına asılmış olan boykot belgesi üzerine kondu ve "Senin adın ile Allah'ım" kelimeleri dışındaki bütün yazılı yerlerini kemirerek yedi. Yüce Allah olup biteni Peygamberi'ne (s.a.a) bildirdi. Hz. Peygamber de hemen durumdan Ebu Talib'i haberdar etti. Bunun üzerine Ebu Talip, Hz. Peygamber'i (s.a.a) yanına alarak Mescidü'l-Haram'a gitti. Kureyş ileri gelenleri Ebu Talib'i karşıladılar. Çünkü Müslümanların teslim olup ilâhî risalet ile ilgili tutumlarından vazgeçmek istediklerini sandılar. Ebu Talip onlara şöyle dedi: "Amcamın oğlunun bana verdiği habere göre yüce Allah boykot belgeniz üzerine bir ağaç kurdu saldı ve bu kurt Allah'ın adı dışında belgenizi kemirip yedi. Eğer bu haber doğru ise amcamın oğluna karşı beslediğiniz olumsuz görüşünüzden vazgeçersiniz. Yok, eğer yalan söylüyorsa onu size teslim ederim..." Kureyş şefleri Ebu Talib'in bu teklifine: "Bize karşı insafa geldin!" şeklinde karşılık verdiler ve hemen boykot belgesinin muhafazasını açtılar. Fakat işin Hz. Peygamber'in (s.a.a) dediği gibi olduğunu görünce, karşılaştıkları utandırıcı ve rezil edici durum yüzünden başlarını öne eğdiler. Başka bir rivayete göre, Müslümanlara uygulanan bu boykot ve o dar vadide Haşimoğulları'nın çektikleri sıkıntılar ve acılar Kureyşli bazı erkeklerin ve gençlerin ağırına gitmişti. Bunlar kabilelerindeki aşırı unsurlara karşı çıkmak üzere aralarında bir toplantı düzenlediler ve bu toplantıda boykot belgesini yırtarak bu zalim uygulamaya son vermeyi kararlaştırdılar. Fakat belgenin muhafazasını açtıklarında bir toprak kurdunun onu kemirip yediğini gördüler. Bu sonuç nasıl meydana gelmiş olursa olsun, yüce Allah bir kere daha Kureyşlileri rezil etti. Fakat onlar Hz. Peygamber'e ve onun risaletine karşı güttükleri düşmanlıktan vazgeçmediler. Hüzün Yılı Bi'setin onuncu yılında Müslümanlar kuşatmadan çıkmışlardı. Artık eskiden daha başları dik, daha zengin, tecrübeli ve hedefleri doğrultusunda hareket etme hususunda daha güçlü idiler. O hedef ki, her türlü zorluğa rağmen ondan vazgeçmeyecekleri yolunda yemin etmişlerdi. Kureyşlilerin uyguladıkları boykotun sonuçlarından biri, İslâm'dan ve Müslümanlardan yaygın şekilde söz edilmesi, varlıklarından Arap Yarımadası'nın her tarafında tanınmasına neden oldu. Diğer taraftan Allah Resulü'nün (s.a.a) önünde birçok zor görev vardı. Bunlardan biri Mekke dışında daha geniş alanlara açılmak, İslâm risaleti için hareket ve sıçrama merkezi olacak çok sayıda güvenli yer oluşturmaya girişmekti. Fakat İslâm risaleti, Mekke dönemindeki en önemli sıkıntısı ile karşılaşmıştı. Çünkü Hz. Peygamber'in ve İslâm risaletinin bir numaralı sosyal dayanağı ve en güçlü savunucusu olan Ebu Talip vefat etti. Birkaç gün sonra da Resul-i Ekrem'in (s.a.a) ikinci dayanağı olan Hz. Hatice vefat etti. Bu iki olayın İslâm risaletinin gidişatı üzerindeki şiddetli etkisi dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.a) bu yılı "Hüzün Yılı" olarak adlandırdı ve: "Ebu Talib'in ölümüne kadar Kureyş kabilesi karşımda hep korkak ve çekingen kaldı." şeklinde bir açıklama yaptı. Bu iki ölüm olayı Kureyşlilerin Hz. Peygamber'e (s.a.a) karşı cüretlerini artırmıştı. Nitekim bir defasında Hz. Peygamber (s.a.a) evine giderken bir Kureyşli karşısına dikilerek mübarek başına toprak attı. Bunu gören kızı Hz. Fatıma (a.s) gözyaşları dökerek babasının başına dökülen toprağı silkelemeye koştu. Hz. Peygamber ona: "Kızım ağlama; çünkü babanın koruyucusu Allah'tır." dedi. İsra ve Miraç Bu dönemde meydana gelen İsra (Mekke'den başlayıp Kudüs'te sona eren gece yolculuğu) ve Miraç olayı, Hz Peygamber (s.a.a) için uzun mukavemeti yolunda bir takviye olmanın yanı sıra yolunda ayaklarını yere sağlam basma, uzun çalışma ve direnme yılları arkasından gelen bir onurlandırma, şirk ve sapıklık güçlerinin çektirdikleri bu acılar ve ıstıraplar karşısında gelen ilâhî bir taçlandırma sayılırdı. Bu olayda yüce Allah onu göklerin kalbine yükselterek kendisine engin kâinatı üzerindeki çarpıcı egemenlik ve yüceliğinin bazı yönlerini gösterdi, ona yaratılışın sırları ile iyi ve kötü insanın akıbetini bildirdi. Bu olay aynı zamanda Hz. Peygamber'in sahabîlerinin tasavvur kapasitelerini ölçmeye yönelik bir sınav mesabesinde idi. Bu sınav onların ilâhî risaleti insanlara iletmek ve salih insan oluşturmak amacı ile Peygamberleri ve başkomutanları ile uğrunda mücadele ettikleri dâvanın geniş çerçevesini ne oranda algıladıklarını belli edecek ve zayıf vicdan sahipleri için zor geçiş testi olacaktı. Müşrik Kureyşliler İsra olayındaki yüce anlamları kavrayamadılar. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.a) onlara olaydan söz edince, hemen İsra olayının maddî biçimi, gerçekleşme imkânı ve bununla ilgili deliller hakkında sorular sormaya koyuldular. İçlerinden biri: "Vallahi, bir kervan Mekke'den Şam'a ancak bir ayda gidebilir ve yine ancak bir ayda Şam'dan Mekke'ye dönebilir. Nasıl oldu da Muhammed bir gecede oraya gidip geri gelebildi?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.a), Mescid-i Aksa'yı onlara ayrıntılı niteliklerine kadar tarif etti. Ayrıca yolda kaybolmuş develerini arayan bir kervan ile karşılaştığını, bu kafilenin yükleri arasında bulunan su dolu bir kırbanın ağzının açık olduğunu görünce kapağını üzerine kapatıp onu eski hâline getirdiğini anlattı. Müşrikler Hz. Peygamber'e başka bir kervanı sorunca, o kervan ile Ten'im denen yerde karşılaştığını söyledi. Onlara kervanın yükleri ve kimlerden oluştuğu hakkında bilgi verdikten sonra: "Kervanın başını şöyle bir deve çekiyor, güneş doğunca onu karşınızda göreceksiniz." dedi. Sabah olunca Hz. Peygamber'in (s.a.a) bütün söyledikleri tıpkı anlattığı gibi doğru çıktı. Hicret Öncesi Ferahlama Yılları Taif İslâm Risaletini Reddediyor Resul-i Ekrem (s.a.a) Kureyş kabilesinin uyguladığı eziyetlerin artarak devam edeceğini ve müşriklerin ilâhî risaleti ortadan kaldırmaya yönelik plânlarının ve çabalarının sona ermeyeceğini anladı. Bunun yanı sıra üzerindeki güvenlik şemsiyesi Ebu Talib'in vefatı ile yok olmuştu. Buna göre İslâm risaletinin daha geniş bir cepheye açılması gerekiyordu. Hz. Peygamber o güne kadar ilâhî risaleti özümsemiş bir topluluk insan tipi yetiştirmeyi başarmıştı. Şimdi sıra bir üs oluşturmak için verilecek çabaya gelmişti. Bu, öyle bir üs olmalıydı ki, fertlerin hayatlarını, Rableri ile insanlarla ilişkilerini istikrar ve düzen içinde sürdürmelerine zemin sağlamalı idi. Ayrıca bu üs ilâhî direktiflere uygun ve insana yönelik bir İslâm uygarlığının yapılandırılmasını teşvik eden bir ortam hazırlamalıydı. Hz. Peygamber'in bu amaçlara uygun seçimi Taif üzerinde odaklaştı. Orada Kureyş kabilesinden sonraki en büyük Arap kabilesi olan Sakıf kabilesi yaşıyordu. Hz. Peygamber oraya tek başına veya Zeyd b. Haris'e ile birlikte ya da Zeyd ve Ali ile beraber gitti. Oraya varır varmaz Sakıf kabilesinden birkaç kişiyi görmeye gitti. Bu kimseler o sırada kabilelerinin eşrafı ve yöneticileri idiler. Yanlarına varıp oturduktan sonra onları Allah'a çağırdı ve ne için taleple geldiğini kendilerine açıkladı. İstediği şey Sakıflıların, çağrısında kendisini desteklemeleri ve kavminden korumaları idi. Sakıf şefleri çağrısını ciddiye almadılar, hatta ona alaycı karşılıklar verdiler. Meselâ içlerinden biri: "Eğer Allah seni elçi olarak gönderdi ise Kâbe'nin örtüsünü parçalarım." dedi. Bir ikincisi: "Vallahi, seninle her hâlükârda konuşmam. Çünkü eğer söylediğin gibi Allah'ın gönderdiği bir peygamber isen benim gözümde sözüne karşılık verilmeyecek derecede büyüksün. Yok, eğer Allah adına yalan söylüyorsan, seninle konuşmam yakışıksız olur." dedi. Bir üçüncüsü ise: "Allah, senden başka birini peygamber olarak göndermekten aciz miydi?" Hz. Peygamber (s.a.a) bu sert ve kaba retten sonra ayağa kalkarak şeflerin yanından ayrıldı. Ayrılırken aralarında geçenleri gizli tutmalarını istedi. Çünkü bu olayın Kureyşlilerin kulağına gitmesini ve bu yüzden kendisine karşı cüretlerinin artmasını istemiyordu. Fakat Sakif kabilesinin şefleri bu isteğine de olumlu karşılık vermeye yanaşmadılar. Bunun yerine kabilelerindeki aklından zoru olanları ve kölelerini üzerine kışkırttılar. Bunlar Hz. Peygamber'e küfretmeye, bağırıp çağırmaya ve taş atmaya başladılar. Öyle ki, attığı her adımda mübarek ayaklarını taşların üzerine basıyordu. Bu gürültüler üzerine halk çevresini sardı ve onu Rabiaoğulları Utbe ve Şeybe'nin bahçesine sığınmaya mecbur ettiler. Bahçenin sahipleri olan iki kardeş oradaydı. Bahçeye girince peşinden gelen ayak takımının kovalamasından kurtuldu. Ayaklarından kan akıyordu. Bir üzüm kütüğünün gölgesinde yere oturarak Rabbine şöyle seslendi: "Allah'ım, gücümün zayıflığını, çaremin azlığını ve insanlar karşısında küçük düşmemi sana şikâyet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi, sensin ezilmişlerin Rabbi ve benim Rabbim. Beni kime havale ediyorsun? Beni çirkin, soğuk ve asık suratla karşılayan bir uzağa (yabancıya), yoksa kaderimi eline vereceğin bir düşmanıma mı? Eğer bana karşı bir kızmışlığın yoksa olup bitenlere önem vermem. Fakat bana yönelik afiyet bağışın, benim için daha geniş kapsamlıdır." Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu yolculukta gördüğü tek yakınlık kendi hâlindeki bir Hıristiyan’ın gösterdiği şefkat içerikli tavır oldu. Adam, Hz. Peygamber'de bazı peygamberlik belirtileri görmüştü. Resulullah, Sakıfoğulları'ndan beklediği destekten ümidini kestikten sonra Mekke'ye dönmek üzere Taif'ten ayrıldığı sırada üzgündü. Çünkü hiç kimseden olumlu cevap alamamıştı. Taif ile Mekke arasındaki yolda bir hurma ağacının yanında mola verdi. Vakit gecenin ilerlemiş bir saati idi. Namaza durmuştu. Bu sırada cin kökenli bir grup yanına geldi ve o farkında olmadan okuduğu Kur'ân ayetlerini dinlediler. Hz. Peygamber namazını tamamlayınca kendisini dinleyen cinler soydaşlarının yanına döndüler. Hz. Peygamber'e iman eden ve dinledikleri ayetlere olumlu karşılık veren bu cinler soydaşlarını uyarmaya koyuldular. Yüce Allah cinler ile ilgili bu haberi Hz. Peygamber'e şöyle anlatıyor: "Hani cinlerden bir grubu, Kur'ân'ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Kurân’ı dinlemeye hazır olunca (birbirlerine): 'Susun.' demişler, Kur'ân'ın okunması bitince uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi. Ey kavmimiz! dediler, doğrusu biz Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine uyun. Ona iman edin ki, Allah bazı günahlarınızı bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun.”[9] Mekke'de Risaletin Açılımı ve Önündeki Engeller Hz. Peygamber'in (s.a.a) hareketi üst düzeyde mükemmel bir risalet cihadı idi. Onun mantığı ve, davranışları ve ahlâkı, sağlıklı fıtratı ve yüce ahlâkı yansıtıyordu. Vicdanların derinliklerindeki hak duygusuna hayat kazandırmaya ve insanların yararlanabileceği erdeme çağırıyordu. Bundan dolayı Kureyşlilerin baskılarına ve sertliklerine, Taiflilerin engellemelerine ve kabalıklarına rağmen Hz. Peygamber (s.a.a) ümitsizliğe düşmüyordu. O, insanlar arasında dolaşıyor ve herkesi Allah'ın dinine çağırıyordu. Özellikle umre ve hac mevsimlerinde bu tebliğ kampanyasına daha da hız veriyordu. Çünkü bu dönemler tebliğ için büyük fırsatlar oluşturuyordu. Bu münasebetle bazı Arap kabilelerinin konaklama yerlerinde durup insanlara şöyle sesleniyordu: "Ey falanca oğulları, ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Allah size kendisine kulluk etmenizi, hiçbir şeyi O'na ortak koşmamanızı, bana inanmanızı, söylediklerimi onaylamanızı, Allah'ın benimle gönderdiği mesajları açıklayabilmem için beni korumanızı emrediyor." Hz. Peygamber (s.a.a) muhtelif kabilelere gidip gelme faaliyetini sık sık tekrarlardı. Bu ziyaretler sırasında karşılaştığı kaba retlere veya nazik mazeret beyan etmelere aldırış etmezdi. Şu da var ki, bazı kimseler Müslüman olmayı iktidar koltuğuna kavuşmaya hizmet eden bir siyasî proje olarak görüyor ve bu amaçla pazarlığa girişiyordu. Fakat Hz. Peygamber (s.a.a) ilkeleri doğrultusunda doğan fırsatlardan yararlanmayı reddetmemekle birlikte bu tür teklifleri, pazarlığı ve tavizi asla tanımayan bir dille reddediyor ve bu tür teklifler ile karşılaştığında: "Yetki Allah'a aittir, onu dilediğine verir." diyordu. Bu çalışmalar sırasında Ebu Leheb sık sık Hz. Peygamber'in (s.a.a) arkasından giderek ve insanları ona uymaktan caydırmak için şöyle sözler söylerdi: "Ey falanca oğulları, bu adam sizi boyunlarınızdaki Lat ve Uzza'yı boyunlarınızdan çıkararak ortaya koyduğu bidate ve sapıklığa uymaya çağırıyor. Ona uymayın, onun söylediklerini dinlemeyin." Öte yandan Ebu Cehil'in eşi Ümmü Cemil, kadınlar arasında ayağa kalkıyor ve kadınların Peygamber'e (s.a.a) uymasını önlemek için kadınlar arasında ayağa kalkıyor ve Peygamber'in mübarek çağrısını alaya alıyordu. Arap kabilelerini İslâm risaletini kabul etmeye ikna etmek Hz. Peygamber (s.a.a) için kolay bir iş değildi. Çünkü Kureyş kabilesi, Kâbe'nin bakım ve gözetim yetkisini uhdesinde bulundurduğu için diğer Arap kabileleri arasında itibarlı bir dinî konuma sahipti. Bunun yanı sıra bu kabile Arap Yarımadası'nda önemli bir ticarî ve ekonomik merkez olma rolünü oynuyordu. Bütün bunlara ek olarak Kureyş kabilesinin, Hz. Peygamber'in (s.a.a) çağrısını yönelttiği çevredeki diğer kabilelerle sıkı ilişkileri ve ittifak anlaşmaları vardı. Bu yüzden bütün bu bağları keserek Kureyş kabilesinin hegemonyasını ortadan kaldırmak zordu. Dolayısıyla insanların İslâm risaletini kabul etmekte niçin tereddüt ettikleri açıktı. Bütün bunlara rağmen Kureyşliler Hz. Peygamber'in (s.a.a) çaba ziyaret kampanyasından ve çağrısının gücünden korktular. Bu korkunun etkisi ile putperest akılların kabul edebilecekleri programlanmış bir üslûba başvurdular. Üzerinde sözbirliğine vardıkları bir propagandayı insanlar arasında yaymak üzere şöyle diyorlardı: "Bu adamın açıklamaları büyü içeriklidir. Bu büyüleyici sözleri ile kişi ile eşini, kişi ile kardeşini birbirinden ayırıyor." Fakat Kureyşlilerin bu çabaları başarılı olamadı. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.a) ve ilâhî risaletin yüceliği onunla karşılaşan herkes tarafından açıkça görülüyordu. Birinci Akabe Biati Resul-i Ekrem (s.a.a) İslâmî risaleti yayma yolunda var gücüyle çalışıyor, hiçbir fırsatı kaçırmıyor, hiçbir gayretten geri kalmıyordu. Kendisinde ümit ve hayır gördüğü her gruba, herhangi bir ihtiyacı için Mekke'ye gelenlerden etki ve nüfuz sahibi olabileceğini düşündüğü herkese çağrısını yöneltiyordu. O sıralarda Yesrib Şehri [ilerisinin Medine'si] iki zıt kutup arasında siyasî ve askerî bir çatışma yaşıyordu. Bu zıt kutuplar Evs ve Hazrec kabileleri idi. Bu şehirde yaşayan bazı Yahudi unsurlar, ilâhî yasaların mevcut olmadığı bir ortamda bu çatışmayı kirli oyunları ve desiseleri ile alevlendiriyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.a) gücünü arttıracak bir ittifak arayışı ile Mekke'ye gelen bazı Yesribliler ile buluştu. Çok zaman geçmeden ilâhî risaletin etkisi ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) verdiği mesajın doğruluğu bu kişilerin vicdanlarında yer tutmaya başladı. Bu buluşmaların birinde Hz. Peygamber (s.a.a) Hazreç kabilesinin bir kolunu oluşturan Afraoğulları ile yaptığı sohbette onlara İslâm'ı sundu ve kendilerine Kur'ân'dan bazı ayetler okudu. Onların gözlerinde olumlu bir yaklaşım ve kalplerinde daha çok sayıda ayet dinleme arzusu hissetti... Adamlar Hz. Peygamber'in (s.a.a) konuşmasından onun, Yahudilerin Yesrib müşriklerine yönelik tehditlerinde kastettikleri peygamber olduğu yolunda kesin kanaate vardılar. Çünkü Medineli Yahudiler, Yesribli müşriklerle aralarında her kötü olay meydana geldiğinde müşriklere şöyle diyorlardı: "Şimdi bir peygamber gönderiliyor. Geleceği zaman iyice yaklaştı. O gelince ona uyacak ve sizi Ad ve İrem kavimlerinin öldürüldüğü gibi öldüreceğiz." Bu buluşmada yer alan Yesribliler, derhal Müslümanlığı kabul ettiklerini açıkladılar. Bunlar altı kişi idiler. Hz. Peygamber'e (s.a.a) şöyle dediler: "Biz kavmimizin yanından ayrılırken onları, başka hiçbir kavimde görülmeyen iç karışıklıklar ve kötülükler içinde bırakıp geldik. Umulur ki, Allah onları senin sayende birleştirir. Biz onların yanına dönünce kendilerini senin anlattığın ilkelere ve bizim kabul ettiğimiz yeni dine çağıracağız." Sonra yola çıkıp Yesrib'e döndüler. Döner dönmez Hz. Peygamber (s.a.a) ve ilâhî risaleti, güvenin ve mutluluğun egemen olacağı bir hayat ortamı kurmaya dönük müstakbel ümit hakkında çeşitli konuşmalar yapmaya giriştiler. Bu konuşmaların sonucu olarak İslâm risaleti konusu Yesribliler arasında yaygınlık kazandı. Öyle ki, Yesrib'de Resul-i Ekrem'den (s.a.a) söz edilmeyen tek bir ev bile kalmadı. Günler çabuk geçti. Peygamberliğin on birinci yılındaki hac mevsimi geldiğinde, Evs ve Hazreç kabilelerinden oluşan ortak bir Yesribli heyet Hz. Peygamber'in yanına geldi. Bunlar on iki kişi idi ve daha önce İslâmiyet'i kabul etmiş olan altı kişi de aralarında idi. Heyeti oluşturanlar Hz. Peygamber (s.a.a) ile gizlice buluştular. Buluşma yeri, Yesrib'den kalkıp Mekke'ye gidenlerin yolu üzerinde bulunan Akabe adlı bir geçit idi. Yesribliler bu gizli buluşmada Hz. Peygamber'e (s.a.a) biat ettiler, bağlılık sözü verdiler. Bu biat uyarınca Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar, hırsızlık yapmayacaklar, zina etmeyecekler, çocuklarını öldürmeyecekler [cinsiyetleri kızdır diye diri diri toprağa gömmeyecekler], hiç kimseye kendilerince uydurdukları bir iftira atmayacaklar ve Hz. Peygamber'in maruf ile ilgili emirlerine karşı gelmeyeceklerdi. Hz. Peygamber (s.a.a) onlara bu saydıklarımızdan daha fazla bir yük yüklemeyi uygun görmedi. Yanlarına Müslüman gençlerden biri olan Mus'ab b. Umeyr'i verdi. Bu genç Yesrib'de tebliğ görevini üstlenecek, o şehrin arasında yeni inanç sisteminin kültürel eğitimini yürütecekti. Böylece birinci Akabe biati tamamlanmış oldu. İkinci Akabe Biati Mus'ab b. Umeyr, Yesrib sokaklarını ve topluluklarını dolaşarak halka Allah'ın ayetlerini okudu ve Kur'ân etkisi ile gönülleri harekete geçirdi. Bu çabaların sonucu olarak çok sayıda kişi İslâm risaletine iman etti. İslâmiyet'in heyecanı kalplerde Hz. Peygamber (s.a.a) ile buluşmaya, onun engin feyzinden pay almaya ve onun şehirlerine göç etmesine yönelik büyük bir arzu uyandırdı. Bi'setin on ikinci yılının hac mevsimi yaklaştığında, Yesribli hacı kafileleri Mekke'ye doğru yola çıktı. O güne kadar Müslüman olan yetmiş üç erkek ile iki kadın da bu kafileler arasında idi. Hz. Peygamber (s.a.a) Yesribli Müslümanlara Akabe'de buluşacağını vaat etti. Bu buluşma teşrik günlerinin ortalarında bir gece yarısı gerçekleşecekti. Yesribli Müslümanlar bu buluşmayı gizli tuttular. Gecenin üçte birlik bölümü geçince, gözlerden uzak bir gizlilik içinde Müslümanlar saklandıkları yerlerden çıkarak bir yerde toplandılar ve Resulullah'ı (s.a.a) beklemeye koyuldular. Bir süre sonra Hz. Peygamber (s.a.a) yanına aldığı akrabasından birkaç kişi ile birlikte çıkageldi. Onun gelişi ile toplantı başladı. Önce Yesribliler konuştu. Arkasından Hz. Peygamber (s.a.a) bir konuşma yaptı. Kur'ân'dan birkaç ayet okuduktan sonra dinleyenleri Allah'a çağırdı ve İslâm'a teşvik etti. Bu defadaki biat daha net, daha açık ve daha üst düzeyli mükemmellikte oldu. İslâm'ın bütün yönleri, bütün hükümleri, savaşta ve barışta nasıl davranılacağı, neler yapılacağı ayrıntılı olarak ele alındı. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.a) Yesribli Müslümanlara: "Kadınlarınızı ve çocuklarınızı koruduğunuz bütün tehlikelerden beni de koruyacağınıza dair bana biat etmenizi istiyorum." dedi. Onlar da ayağa kalkarak Resulullah'a (s.a.a) biat ettiler. Bu buluşma sonunda Yesribli Müslümanlar tarafında bir endişe şuuru belirdi. Ebu Heysem b. Teyyihan bu kaygıyı şöyle dile getirdi: "Ey Allah'ın Resulü, bizimle şu adamlar arasında (Yahudileri kastediyor) birtakım ipler (ilişkiler) var. Şimdi biz bunları keseceğiz. Fakat eğer biz böyle yaparsak ve ardından Allah, bizi bırakıp kavmine dönmeni sana tercih ettirirse nasıl olur?" Bu sözler üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) gülümsedi ve şöyle dedi: "Kanın karşılığı kan ve yıkımın karşılığı yıkımdır. Sizinle savaşanlar ile ben de savaşır ve sizinle barış yapanlar ile ben de barışık olurum." Arkasından Hz. Peygamber (s.a.a): "Aranızdan on kişi başkan seçip çıkarın. Bunlar kavimleri içinde olup biten her şeyi gözetmekle görevli olacaklar." dedi. Hz. Peygamber'in bu emri üzerine Yesribli Müslümanlar dokuzu Hazreç kabilesinden ve üçü Evs kabilesinden olmak üzere aralarından on iki kişiyi seçtiler. Hz. Peygamber (s.a.a) bu on iki kişiye şunları söyledi: "Sizler kavminiz arasında olup bitecek her şey konusunda kefilsiniz. Tıpkı havarilerin, Meryem oğlu İsa karşısında kefil olmaları gibi. Ben ise kavmim üzere kefilim." Hikmetli bir yönlendirme, bütün imkânları isabetli şekilde kullanma ve derin siyasî bilinç sayesinde Resulullah (s.a.a), ilâhî risaletle ileriye yönelik adımlar atıyordu ve bütün bu adımlarında ilâhî vahiy ona doğruyu gösteriyor, onu sürekli yönlendiriyordu. Biat töreni sona erince, Hz. Peygamber (s.a.a) kendisine biat eden Yesriblilere kaldıkları yere dönmelerine izin verdi. Giderlerken onlara müşriklere karşı güç kullanmaya kalkışmamaları talimatını verdi. Çünkü yüce Allah henüz savaşma izni vermemişti. Kureyşliler Yesribli Müslümanların Hz. Peygamber'e (s.a.a) sağladıkları desteğin yol açacağı kuşatıcı tehlikenin kötü sonuçlarını anlamakta gecikmediler. Kapıldıkları öfkenin ve kötülük yapma dürtüsünün etkisi altında Hz. Peygamber (s.a.a) ile Yesribli Müslümanlar arasına girmeye kalkıştılar. Fakat Hz. Hamza ile Hz. Ali (üzerlerine selâm olsun), Akabe toplantısının yapıldığı yerin kapısında güvenlik bekçileri idiler. Bunu gören Kureyşliler ümitsizlik ve hayıflanma duyguları içinde geri döndüler. Yesrib'e Hicret Hazırlığı Kureyşliler gaflet uykularından uyanarak kendilerini bekleyen tehlikenin farkına vardılar. Çünkü Müslümanların önünde galip gelme ümidini uyandıran kapı açılmıştı. Bu yüzden Müslümanlara yönelik sertliğin, baskının ve şiddetin dozunu artırmaya yöneldiler. Amaçları iş işten geçmeden Müslümanları yok etmekti. Müslümanlar bu konudaki şikâyetlerini Hz. Peygamber'e (s.a.a) arz ettiler ve ondan Mekke'den çıkmaya izin vermesini istediler. Resul-i Ekrem (s.a.a) Müslümanlardan birkaç gün mühlet istedi ve sonra şöyle dedi: "Nereye göç edeceğiniz bana bildirildi. Gideceğiniz yer Yesrib'dir. Kim Mekke'den çıkmak istiyorsa Yesrib'e gitsin." Başka bir rivayete göre Hz. Peygamber'in bu konu ile ilgili sözleri şunlardır: "Yüce Allah size güvenlik bulacağınız bir yurt ve kardeşler hazırladı." Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu izni üzerine bazı Müslümanlar Yesrib'e gitmek üzere Mekke'yi terk etmeye başladılar. Kureyşlilerin tepkilerini tetiklememek için bu çıkışları gizlice yapıyorlardı. Mekke'nin sokakları, evleri ve toplantı yerleri günden güne Resulullah'ın (s.a.a) sahabîlerinin gözden kaybolmalarına şahit olmaya başlamıştı artık. Fakat o bir yandan Allah'tan gelecek hicret emrini bekliyor ve öte yandan hicret eden Müslümanların esenliğini ve problemsiz olarak şehirden çıkmasını garanti etmeye çalışıyordu. Bu arada Kureyşliler Hz. Peygamber'in (s.a.a) plânının ve maksadının farkına vardılar. Bunun üzerine Müslümanların Mekke'yi terk etmelerine engel olmaya çalıştılar. Bu amaçla, muhacirlere ulaşarak onları Mekke'ye döndürmek için teşvikten işkenceye kadar değişen çeşitli caydırma yollarına başvurdular. Kureyşliler, Mekke'nin güvenli bir şehir olarak kalmasına çok özen gösteriyorlardı. Bu yüzden Yesrib'e göç eden Müslümanları öldürmenin doğuracağı sonuçlardan korkuyorlardı. Çünkü o takdirde Müslümanlar ile aralarında savaş çıkabilirdi. Bu düşünce ile Müslümanlara işkence etmekle, onları hapsetmekle yetindiler. Evet, Kureyşliler Resulullah'ın (s.a.a) Mekke'den çıkıp Yesrib'e gitmesi ile ilgili olarak bin bir hesap yapıyorlardı. Çünkü Müslümanların Yesrib'de elleri güçlenmişti. Şimdi eğer sebatkârlığı, isabetli görüşlülüğü, tedbirliliği, güçlülüğü ve yiğitliği ile tanınan Hz. Peygamber (s.a.a) Yesrib'e hicret eden Müslümanlara katılırsa, genelde bütün müşriklerin ve özellikle Kureyşlilerin başına büyük bir felâket çökecekti. Kureyş kabilesinin şefleri Dâru'n-Nedve diye anılan toplantı evinde hemen bir toplantı düzenlemeyi kararlaştırdılar. Toplantının müzakere konusu, karşı karşıya kaldıkları çok yönlü tehlikeye çözüm aramaktı. İleri sürülen görüşler birbirinden farklı ve çelişkili oldu. Teklif edilen görüşler arasında Hz. Peygamber'i hapsetmek, zincirlerle bir yere bağlamak ve Mekke'den uzak bir çöl bölgesine sürmek gibi çözümler vardı. Fakat toplantıya katılanların ortak onayını ve beğenisini kazanan görüş, Hz. Peygamber'i öldürmek ve Haşimoğulları'nın kan bedeli ile ilgili isteklerinin önünü kesmek için kanını kabileler arasında dağıtmak şeklindeki öneri oldu. Çünkü eğer Peygamber'i (s.a.a) öldürürlerse, henüz beşiklik dönemini yaşayan İslâm risaletini yok edeceklerini düşünüyorlardı. Bu sırada ilâhî emir geldi. Hz. Peygamber'e (s.a.a) hemen harekete geçip Yesrib'e hicret etmesi direktifi veriliyordu. Bu direktif Resulullah'ın (s.a.a) büyük bir özlemle beklediği bir işaretti. Çünkü takva temellerine ve ilâhî ilkelere dayalı bir devlet kurup salih bir insan topluluğu oluşturma imkânı bulabileceği bir toprağa ayak basacaktı. Müşrikler plânlarını tasarlayıp sağlamlaştırdıktan sonra vahyin görevli meleği Cebrail Resulullah'ın (s.a.a) yanına inerek müşrikler tarafından aleyhinde düzenlenen komployu ona haber verdi. Kendisine bu kanlı komployu anlatan şu ayeti okudu: "Hani kâfirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri yahut (yurdundan) çıkarmaları için tuzak kurmuşlardı. Onlar (sana) tuzak kurarlarken Allah da (onlara) tuzak kuruyordu. Hiç şüphesiz Allah tuzak kuranların en iyisidir.”[10] Hz. Peygamber (s.a.a), gaybî yardım elinin kendisini koruduğunu ve atacağı adımları doğrulttuğunu kesin olarak bilmesine rağmen hareket etmek için aceleci davranmadı, adımlarını rast gele atmadı. Tersine hareketlerini plâna bağladı, yapacağı her şeyi basiretle, akıllıca ve tam bir gizliliğe riayet ederek tasarladı. Hicret Öncesinde Kardeşleştirme Resulullah (s.a.a), dayanışmalı bir İslâm toplumuna yönelik bir hareket noktası olarak muhacirleri birbirine kardeş yaptı. Böylece, hedef alınan İslam toplumun mensupları İslâm'ın yararı ve Allah'ın sözünün yüceltilmesi için tek bir vücut gibi çalışacaklardı. Çünkü Müslümanlar sayısız zorluklarla karşılaşacaklardı ve bu zorlukları aşmak, en yüksek düzeyde bir yardımlaşma ve dayanışma gerektiriyordu. Bu nedenle Resul-i Ekrem (s.a.a), hicret yolunda atılmış ilk adım olarak muhacirleri birbirine kardeş yaptı. Bu kardeşliğin birleştirici bağı hakka ve hoşgörüye yönelik bir ilâhî iman bağı idi. Bu kardeşlik, Müslümanlar arası ilişkilere kazandıracağı insicam, direniş ve nefsanî sürtüşmelerden uzak kalma refleksinde etkisini gösterecekti. Bu süreçte Hz. Peygamber (s.a.a) Ebu Bekir'i Ömer ile, Hamz | |
Konu Sahibi İmamHüseyin 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
MUHAMMED MUSTAFÂ'SIN | Şiirler ve Şairler | AŞK'ÜL İSLAM | 1 | 2400 | 09 Mayıs 2009 14:06 |
Rahmetli İmam Humeyni’den bir şiir | Şiirler ve Şairler | İmamHüseyin | 0 | 2728 | 09 Mayıs 2009 14:04 |
MÜSLÜMAN COĞRAFYASINA AĞIT | Şiirler ve Şairler | namzet davadar | 1 | 2123 | 09 Mayıs 2009 14:03 |
MÜSLÜMANLAR KARDEŞTİR | Şiirler ve Şairler | Yitiksevda | 3 | 2624 | 09 Mayıs 2009 14:01 |
MÜSLÜMANLIK NEREDE! | Şiirler ve Şairler | Mahru | 3 | 2353 | 28 Nisan 2009 23:39 |
18 Nisan 2009, 20:39 | Mesaj No:2 |
RE: MekkeDönemi
Baki çok çirkin bir yaklaşım sergiliyon anlayamadım.Sana Cevap vermeyi dahi uygun bulmuyorum.Seni Rabbime havale ediyorum.Bu kadarıda olmaz ya biraz ahlak kuralları çerçevesinde bakmaya çalış.
| |
18 Nisan 2009, 22:39 | Mesaj No:5 | |
Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | RE: MekkeDönemi Alıntı:
| |
19 Nisan 2009, 01:01 | Mesaj No:6 |
Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | RE: MekkeDönemi
melun hakarettir eleştirmek değildir..biri ben komunistim dese hakaretmi etmek gerekiyor? eleştirmek başkadır lanet okumak aşağılamak sapıksın melunsun demek bambaşkadır..tartışmayı bilmiyorsan sus..! bana sana göre şia sapıksa,şiaya göre biz sapıkız .. çöz bakalım şimdi.. hakaret olmasın eleştir.. |