|
Konu Kimliği: Konu Sahibi enderhafızım,Açılış Tarihi: 23 Aralık 2013 (15:43), Konuya Son Cevap : 17Haziran 2014 (14:28). Konuya 19 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme: |
23 Aralık 2013, 15:43 | Mesaj No:1 |
Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 | Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta) Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta) Hazırlayan: Işıklı DİN SOSYOLOJİSİ 1.HAFTA 1. SOSYOLOJİNİN BİR BİLİM OLARAK DOĞUŞ SÜRECİ: Toplum olaylarıyla ilgili sosyal düşüncelere tarihteki bütün toplumlarda rastlanmaktadır. Mesela, M.Ö. 3000 yıllarına kadar uzanan Sümer metinlerinde bunları bulabiliriz. M.Ö. 500. yıllara kadar geri giden Eski Yunan Site devletlerinde de sosyal düşüncelerle karşılaşıyoruz. Biz, Hint Vedalarında, Orhun Yazıtlarında, Manas Destanında, Astek kalıntılarında sosyal düşüncelerle karşılaşıyoruz. Sosyoloji biliminin 18. yüzyıldan sonra endüstri devrimini gerçekleştiren Avrupa’da doğduğu kabul edilmektedir. Yeni bilim o zamanakadar hayatın merkezinde yer alan kilise dogmalarına karşı savaş açmıştır. Dogma;kesin olarak doğru kabul edilen ve değiştirilmesi teklif edilemeyen inançlar demekti. Ortaçağ da kilise eğitimi, bilimi, sanatı kısacası toplumsal alanın tamamını bu dogmalarla kontrol ediyordu. Rönesans’la birlikte gelişme hızını arttıran yeni bilim,tecrübeye dayanıyordu. Tecrübeler bazı Kilise dogmalarınınyanlışlığını gösteriyordu. Bunların en meşhurlarından birisi; kilisenin dünyanın sabit olduğu ve Güneşin dünyanın etrafında döndüğü dogmasıydı. Bu dogma Galileo tarafından yıkıldı. O, dünyanın güneş etrafında döndüğünü savundu. Galileo engizisyon tarafından ömür boyu hapsemahkum edildi. İlerleyen yıllarda tecrübi bilimler alanında yaşanan her gelişme bir kilise dogmasını yıkmaya başladı. Astronomi, tıp, fizik, kimya vb. bilimler hızla gelişmeye başladı. Öte yandan sanat da kilisenin kontrolünden kurtulmaya başladı. Sosyal bilimler de yavaş yavaş felsefeden ayrılmaya çalışıyordu. Bilimsel alandaki bu değişmeler toplumsal alanda da yaşanıyordu. Avrupa’da kiliseyle ortak hareketeden sayısız derebeyi vardı. Bunlar feodal sistemin bir parçasıydılar. Toprağın sahibi senyörler vebunu işleyen bir nevi köle mesabesinde serfler vardı. Serfler toprakla beraber satılıyorlardı. Bu sırada henüz burjuvazi denilen orta sınıf yetişmemişti. Rönesans ve Reform hareketi orta sınıfın ya da burjuvazinin güçlenmesini sağladı. Burjuvazinin çıkarları istikrarlı yönetimler gerektiriyordu, bunun için güçlü krallıkların kurulması gerekiyordu. Roma Katolik kilisesine karşı bir isyan hareketi olan Protestanlık, Alman Papaz Martin Luther tarafından sistemleştirildi. Luther,Roma Katolik kilisesini yeryüzünün gelmiş,geçmiş vegelecek en büyük hırsızı olarak vasıflandırdı. Onun Hıristiyanlık düşüncesine getirdiği en devrimcigörüş;aracısız olarak Tanrı ile münasebet kurulabileceği anlayışıdır. Muhtemelen bu anlayışı İslamiyet’ten almıştır. Böylece Luther, o sıralarda burjuvazinin de desteğiyle güçlenen Krallık rejimine dini destek sağlamış oluyordu. 16. asırdan sonra güçlenen krallık rejimleri, onların kendi aralarındaki mücadeleler; on yedinci asırdan sonra hızlanan sömürge hareketleri, sömürgelerden Avrupa’ya getirilen değerli madenler, köleler; 1789 Fransız devrimi, 1830’ dan sonra yaşanan sanayi devrimi; felsefeden ayrılan bilimler, aydınlanma düşüncesi, kiliseye karşı tepkiler; büyük sanayi şehirleri, işçi-işveren problemleri, çocuk işçi problemleri, göç problemleri gibi büyük olaylar düşünüldüğünde 1850’li yıllarda Avrupa’nın kaynayan bir kazan gibi olduğu görülmektedir. Dönemin düşünürleri Avrupa’yı bu kargaşadan kurtarmak için çıkış yolları aramaya başlamışlardır. İşte bu arayışlar bilimsel bir disiplin olaraksosyolojinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu açıdan baktığımızda sosyoloji; misyonu olan bir bilim dalıdır. Temel misyonu; Batı’da ortaya çıkan sosyal problemlere çözüm üretmektir. Bunun daha önceki sosyal düşüncelerden farkı, yeni sosyolojinin bağımsız bir ilmi düşünce içerisinde ele alınmasıdır. Daha önceki sosyal düşünceler, felsefenin ya da başka bilim dallarının içinde ele alınmıştır. 2. BAĞIMSIZ BİR BİLİM DALI OLARAK SOSYOLOJİNİN İLK KURUCULARI: Saint Simon (1760–1825) Fransız sosyalizminin kurucusudur ve Paris'te doğmuştur. Temel eserleri: Avrupa Topluluğunun Yeniden Örgütlenmesi Üzerine, Sanayi Sistemine Dair, Sanayicilerin İlmihali. Fransız devrimine ve devrimden sonra ortaya çıkan toplumsal karmaşaya şahit olan bir düşünürdür. O, yaşadığı dönemin toplumsal bunalım ve düzensizliklerine çözüm bulmayı amaçlıyordu. Bu bağlamda sosyolojinin teorik yönünden çok, emprik (uygulamalı) yönüne daha fazla ağırlık vermiştir. Saint-Simon, toplumda bir reforma gitmeyi amaçlamış, toplumun endüstri çağının, endüstrinin gereklerine göre düzenlenmesi gerektiğini savunmuştur. Bilimsel düşünceye dayanan bir toplum bilimi kurmanın zamanının geldiğini, artık pozitif bilim çağının başlamış olduğunu öne sürdüğü için, aynı zamanda pozitivizmin de kurucusu olarak da bilinmektedir. Ona göre, Fransız Devrimi mutluluk getirmemiştir. Evrensel insan haklarının ilanı, aşağı sınıfların cehaletini ve yoksulluğunu ortadan kaldırmamıştır. Toplumdaki tüm insanların mutluluğunun yeni bir toplumsal düzenleme,bir sosyal reformla sağlanabileceğine İnanır. Toplumu bir organizma olarak gören ve bu organizmanın evrimini inceleyen Saint-Simon’a göre,toplumun kökeninde çıkar öğesi vardır. Saint-Simon’a göre toplum, çıkar öğesinin bir sonucu olarak uzlaşmayla kurulur. İnsanın toplumsal tarihinin kendilerine ayrı düşünce tarzlarının karşılık geldiği üç ayrı aşamadan, yani sırasıyla çoktanrıcılık-kölelik, teizm-feodalizm ve pozitivizm-endüstriyalizm evrelerinden geçtiğini öne süren Saint-Simona göre, toplumsal değişme ve düzenin yasaları, pozitivizmin marifetiyle bulunabilir. O, bilim konusunda, tüm bilimlerin şimdiye kadar bilimsel olmayan yöntem ve adımlarla işe başlamış olduğunu söyler. Başlangıçta, teolojik bir temeli olan ve metafizik kavramlarla geliştirilen, gerçek olmayan bir bilimin yerine, Saint-Simon’un çağında gerçek bilim, pozitif bilim geçmiştir. Ona göre, ilerlemeyi sağlayan etken de bilimin, başlangıçta onun içine karışmış olan bu öğelerden temizlenmesidir. Saint-Simon artık pozitif bilim çağının başlamış olduğunu söyler. Simon, ömrünün son yıllarında görüşlerine dini bir boyut da katarak Hıristiyanlığı yeniden yorumlamaya çalışmıştır. Öldüğü yıl yayınlanan Yeni Hristiyanlık adlı eserinde dinin, yoksul sınıfların yaşam şartlarını düzeltmesi gerektiğini savunmuştur. Sosyolojinin gücüne inanan Simon, sosyolojiyi yeni bir din haline dönüştürerek sosyoloji aracılığıyla toplumu yeniden örgütlemeyi amaçlamıştır. Bu çerçevede sosyal sorunların çözümlenmesinde tabiat bilimlerinin metotlarından yararlanılması gerektiğini savunmuştur. Kurmaya çalıştığı yeni din; kardeşlik ve sevgiye dayanan bir inanç olmalı, her türlü hurafeden uzak durmalıdır. Başka bir ifadeyle, modern toplumun yön ve düzeninin, üretici olmayan bürokratlar tarafından değil de, bilim adamları ve sanayiciler tarafından belirlendiğini öne süren Saint-Simon’a göre; modern toplumdaki kriz de pozitivizme dayanan yeni bir din ile çözülebilir. Auguste Comte (1798–1857) Fransa'nın Montpellier kentinde doğdu. Katolik, dindar bir aileden gelen Comte, ailenin üç çocuğundan biriydi. Comte, Saint Simon’un sekreteri ve öğrencisidir. Comte, tolum ve bilim (socio-logos) kelimelerini birlikte kullanarak sosyolojinin isim babası olmuştur. Auguste Comte’un sosyolojiyi yeni bir disiplin olarak ortaya atması 1839’da yayınlanan Pozitif Felsefe Dersleri külliyatının 4. Cildine verdiği isim dolayısıyla olmuştur. Ona göre sosyoloji, matematik, astronomi, fizik, kimya ve biyoloji gibi pozitif bir bilimdir. O, sosyolojiyi daha çok“sosyal fizik” olarak algılamıştır. Dolayısıyla bu yeni pozitif bilim bize toplumsal olayları anlama, kontrol etme ve yönlendirme imkânı vermektedir. Fransız Devriminden hemen sonra doğduğu için -Sosyoloji alanındaki- çalışmaları Fransız Devrimine ve Aydınlanma Düşüncesine bir tepki niteliğindedir. Comte zayıf ve bedbaht biriydi diye söylenir. Bir sokak kadınıyla evlenmesi ve onu boşu boşuna yola getirmeye çalışması devamlı geçimsizlik ve kavgaya neden olur yedi ay akıl hastanesinde tedavi gören Comte karısının isteğiyle çıkarılır. Fakat karısı beş yıl sonra kendisini terk eder. 1845 yılında kocası müebbet hapse mahkûm olmuş bir kadına çok içten âşık olur ama kadın veremden ölür. Artık büsbütün bu platonik duyguya kaptırır kendini. Pozitif bir din kurar. İnsanlık dini. Hatta Rus çarına ve Osmanlı sadrazamına mektup yazarak onları bu dine davet eder. Comte artık sahte bir peygamberdir ve dininin esaslarını belirler. Zihin çöküntüsü ve his dalgalanmaları yoğunlaşır, kurduğu pozitif sisteme tamamıyla ters bir hareketle mistik ve metafizik olduğu kadar da garip bir din kuran Comte 5 Eylül 1857 günü, insanlığın sembolü ve temsilcisi sayıp ulu varlık adını verdiği, veremden ölen sevgilisinin masasının önündeki son merasimini yaparken ölür. Comte’un sosyolojisi iki temel kavrama dayanmaktadır: Sosyal Statik: Tek tek sosyal kurum ve yapıların incelenmesidir. Aile, fert ve toplumu hareketsiz halde inceler. Buna yapısal inceleme de diyebiliriz. Sosyal Statik; bir toplumdaki düzeni ve durağanlığı incelediği için bir düzen kuramaz. Sosyal Dinamik: Toplumu dinamik bir açıdan incelemektir. Yani toplumda meydana gelen değişmelerin sosyal sebeplerini tahlil etmektir. Buna fonksiyonel inceleme de diyebiliriz. Sosyal Dinamik, değişme ile ilgili olduğu için bir ilerleme kuralıdır. Comte evrimcidir. O, dinamik inceleme bağlamında bütün insanlık tarihini üç devire ayırmaktadır. Bunlar: teolojik(hayali dönem), metafizik(soyut dönem) ve pozitif(bilimsel dönem) devirlerdir. Teolojik devirde insanlar, her şeyi dinle izah etmeye çalışmışlardır. Metafizik devirde insanlar her şeyi fizik üstü güçlerle izah etmeye çalışmışlardır. Bu iki devir geçmişte kalmıştır. Comte’a göre insanlık artık yeni bir döneme girmiştir bu dönem pozitif dönemdir. Artık insanlar pozitif dönemde her şeyi deney ve gözlemi yapılabilen pozitif bilimlerle izah edecektir.Dini ve metafizik izahların bu dönemde yeri yoktur. Çünkü, bunların deney ve gözlemini yapmak mümkün değildir. Comte'e göre aile, din, devlet toplumun temel müesseseleridir. İnsan düşüncesinin hareket noktasında din bulunmaktadır. Comte fetişizmden (olağanüstü gücü olduğuna inanılan nesne ya da kişilere tapmak) politeizme (çok tanrıcılık) oradan da monoteizme (tek tanrıcılık) geçiş olduğunu savunmuş, müsbet bilim olması gereken pozitivist devrede insanlığın pozitivist bir dine sahip olması gerektiğine dikkat çekmiş, dinin de; bu devrede insanlığa veya topluma tapma şeklinde olması gerektiğini savunmuştur. Comte’a göre pozitif bilimler ve sosyoloji, insanlığın problemlerine deva olacak, onu mutluluğa erdirecektir. Onun pozitivizmi ve sosyolojiyi aşırı abartması birçok bilim adamı tarafından ciddi eleştirilere tabi tutulmuştur. Özellikle geleneksel dinleri, geçmiş devirlerin bir anlayışı olarak algılaması çok eleştirilmiştir. Emile Durkheim (1858–1917) 15 Nisan 1858 tarihinde Epinal, Loren'de dünyaya geldi. Felsefe öğretmenliği yaptı. 1885 de Almanya'da bulundu. Başlıca eserleri şunlardır: Ahlaksal Terbiye, Ahlak ve Hukuk Kaideleri Hakkında Dersler, Meslek Ahlakı, Ceza Evriminin İki Kanunu, Dini Hayatın İlkel Biçimleri, Sosyolojik Yöntemin Kuralları, İntihar. Durkheim, toplumbilimi kendi olgularını kendi ön dayanaklarıyla işleyen bir bilim durumuna getirdi. “Toplumsal olay" bireye bağlı ve bireyle başlayıp biten bir süreç değildir. Toplumsal olay bireyi aşkındır, birey ona katılır. Her birey için toplumsal olaya katılmak kaçınılmaz bir zorunluluktur. Toplum bir başka yanıyla da insana ilişkin her kurumun temeli olup doğal bir bileşimdir. Kurumlar örneğin din ve Tanrı anlayışı da topluma bağlıdır ve onunla birlikte gelişip evrimleşir. O, toplumu Tanrı yerine koymuştur. Burada kasıt inançlı bir kimse davranışlarda bulunurken Tanrı'sını nasıl gözetirse "birey"inde davranışlarda bulunurken toplumu aynı şekilde gözetmesi gerektiğidir. Durkheim, sosyolojinin metotlarını geliştirmiştir. Ona göre sosyoloji idealist değil realist olmalıdır. Onun bu bağlamdaki meşhur yaklaşımı şöyledir: “ Sosyal olayları birer fikir gibi değil de birer şey (sosyal gerçeklik ve nesne) gibi incelemeliyiz.” Onun metodoloji bağlamında ikinci önemli yaklaşımı da şöyledir: “Sosyal olayları yine sosyal olaylarla izah etmeliyiz. Çünkü bunlar arasında tabiat olaylarında olduğu gibi nedensellik (sebep-sonuç) ilişkisi vardır.” Onun üçüncü metodolojik görüşü şudur: “Sosyal olayları incelerken bütün peşin fikirlerden uzaklaşmak gerekir.” Ona göre her şey toplumsaldır. Dil, tarih, kültür vb. her şey toplum tarafından oluşturulur. İnsanın dil ve ifade biçimleri de toplum tarafından belirlenir Toplumsal olana büyük bir önem veren Durkheim, bu bağlamda eğitim kavramına ayrı bir kıymet atfeder. Eğitim, toplumsal değerleri fertlere aktaran en önemli kurumlardan birisidir. Karl Marx (1818–1883) Marx 5 Mayıs 1818’de Almanya’nın Trier şehrinde doğdu. Yahudi bir ailenin üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. Aile, sosyal sebeplerden dolayı Hristiyanlığı seçmişti. K. Marx, Hegel’in idealist felsefesini tersine çevirerek, onu materyalist bir felsefe haline getirmiştir. Marx, bu işlemi“baş aşağı yürüyen diyalektiği ayakları üzerine” koydum şeklinde ifade etmiştir. Ona göre, madde; bütün varlıkların kaynağıdır. Düşünceler, manevi varlıklar hep maddeden türemiştir. Böylece Hegel’in idealist felsefesi Karl Marx’ta materyalist felsefeye dönüşmüştür. Yukarıdaki temel felsefeden hareket edem Marx, toplumla ilgili görüşlerini de bu anlayışa uydurmuştur. Onun bu bağlamdaki görüşleri sosyolojinin ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır. Marx’ın toplum görüşlerinin temeli, toplumsal sınıf ve sınıflararası çatışmaya dayanır. Savaşın sebebi ekonomidir. Ona göre ekonomik faktörler bütün sosyal kurumların alt yapısını oluşturur. Alt yapı (ekonomik yapı) anlaşılmadan üst yapı izah edilemez. Dolayısıyla bir toplumda önemli olan alt yapıdır. Üst yapı kurumlarının kendi başlarına bir değeri yoktur. Marx, eserlerinde feodal, burjuvazi, köylüler, tarım işçileri ve sanayi işçileri gibi farklı sınıflardan bahsetmektedir. Ayrıca, farklı toplum tiplerinden de bahsetmektedir. Bunlar şunlardır: -İlkel Komünal Toplum. -Asyatik Toplum. -Antik Toplum. -Feodal Toplum. -Kapitalist Toplum. -Sosyalist Toplum. Ona göre ideal toplumlar; ilkel komünal ve sosyalist toplumlardır. Komünal toplumda sınıf farklılığı yoktur dolayısıyla sınıf çatışması da yoktur. Ortak mülkiyet vardır. Doğan çocuklar topluma aittir. Devlet, aile, din, eğitim kurumları da yoktur. Bunlar insanların kendilerine yabancılaşmasının bir sonucudur ve hepsi sömürüye alet olan kurumlardır. En önemli eseri “Kapital” dir. İbni Haldun (1332–1406) Hicrî 732–808 yılları arasında yaşamış astronom, iktisatçı, tarihçi, matematikçi, sosyal bilimci ve İslam bilginidir. Özellikle köy-kent farklılaşması hakkında toplumsal çözümlemeler getirmiştir. Ünlü eseri Mukaddime'nin 2. bölümünde, göçebe-köy toplumsal yaşamı ile yerleşik-kent toplumsal yaşamı arasında önemli saptamalar yapmıştır. Ona göre, göçebe-köy toplumsal yaşamı, yerleşik-kent toplumsal yaşamından önce başlamıştır. Köy halkı, kent halkından daha sağlam, mert, özgüveni daha fazla, özgür, köklü ve az bozulmuştur. İbn Haldun'dan önceki tüm tarihçiler olayları tek tek ele alıp, hikaye gibi anlatmış, bir senteze gidememişlerdir. İbn Haldun ise tek tek fenomenlerden yola çıkarak ünlü tarih tezini öne sürmüş, böylelikle de sosyoloji adını verdiğimiz bilim dalı kendisiyle başlamıştır. İktisadi kalkınma ve sosyal huzurun arasında yakın bir ilişki vardır. Güçlü devlet iktisadi kalkınma için uygun zemin hazırlar, iç ve dış güvenliği sağlar. İbn Halduna göre, devlet ekonomik hayata müdahale etmemelidir. Bu bakımdan, İbn Haldun, liberal bir iktisat politikası izler ve özgürlükten yanadır. İbni Haldun; gerek Doğu, gerek Batı’da ilim çevreleri tarafından tarih, siyaset, eğitim, ekonomi ve sosyoloji gibi bilim dallarının babası olarak kabul edilmektedir. Toplum hayatını zaruri bir ihtiyaç olarak gören İbni Haldun’a göre insanları toplum halinde bir araya getiren iki önemli faktör vardır. Bunlardan birincisi ekonomi, ikincisi güvenliktir. Ona göre iktisadi faaliyette bulunmak Allah’ın bir emridir ve dini bir görevdir. Bu durum devleti de zorunlu kılmaktadır. Ona göre toplum devletsiz olamaz. İbni Haldun’u sosyolojinin babası yapan görüşleri burada ortaya çıkmaktadır. O, devletlerin doğup, büyüme ve ölme süreçlerini; sosyal olaylarla izah etmektedir. Yani Sosyoloji, sosyal olayı yine başka sosyal olaylarla izah etmektir. İbni Haldun’da asabiyet ve tavırlar nazariyelerinde bunu yapmaktadır. İbni Haldun’a göre asabiyet; düşman ve doğal çevrenin tasallutu altında bulunan ve akrabalık bağı ile birbirine bağlı insanların manevi bir organizasyonla kurdukları teşkilata denir. Asabiyetin amacı devlet kurmaktır. Asabiyet ile din arasında çok güçlü ilişkiler vardır. Tavırlar nazariyesi; asabiyetten başlayarak devlet düzenine kadar ulaşmış bir toplumun yavaş yavaş çöküşü sosyolojik olarak tahlil edilmektedir. O, bu noktada beş tavırdan bahsetmektedir. Bunlar sırsıyla; zafer, mutlakiyet, refah, barış ve israftır. Zafer tavrında asabiye, rakiplerini yenmiş ve devleti kurmuştur. Mutlakiyet devresinde çevresine mutlak hâkim olmuş ve her türlü imkânları genişlemiştir. Refah devrinde ekonomik imkânlar iyice artmış ve insanlar refah içerisinde yaşamaktadır. Barış devrinde devlet artık düşmanları karşısında savaşmak yerine barışı tercih etmektedir, böylece lüks ve refahın devam etmesi arzulanmaktadır. İsraf devrinde ise, asabiye artık eski gücünü tamamen kaybetmiş, insanlar şahsiçıkarlarını düşünmekte, din ve devlet şahsi çıkarlara alet edilmektedir. Bunu sonunda da kaçınılmak bir şekilde devletin ölümü gelmektedir. İbni Haldun yaşadığı dönemde bu tarz birçok devletin değişik tavırlarına şahit olmuştur. Bu sosyal teorisini de o gözlemlerine dayandırmıştır. Böylece İbni Haldun, sosyal bir olay olan devletlerin doğuş ve ölüş süreçlerini başka sosyal olaylarla izah ederek, Comte’dan en az dört yüz sene önce modern anlamda sosyoloji yapmıştır. |
Konu Sahibi enderhafızım 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
En Pratik Sağlık Bilgileri | Pratik / Faydalı Bilgiler | enderhafızım | 0 | 175 | 14 Ekim 2023 13:10 |
Kur'an Güzel Konuşun Diyor, Konuşuyor... | Serbest Kürsü | su damlası | 3 | 2570 | 24 Kasım 2016 14:16 |
Geeflow - Diriliş (15 Temmuz Darbe Rap Şarkısı) | İlahiler/Ezgiler | enderhafızım | 0 | 2101 | 23 Kasım 2016 12:06 |
Otuz Kuş & Dursun Ali Erzincanlı (Şehit Ömer... | İlahiler/Ezgiler | Esma_Nur | 1 | 2832 | 23 Kasım 2016 11:44 |
15 Temmuz Demokrasi Marşı (İndir) | İlahiler/Ezgiler | enderhafızım | 0 | 2415 | 23 Kasım 2016 11:10 |
23 Aralık 2013, 15:43 | Mesaj No:2 |
Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 | Cevap: Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta) 2. HAFTA 1.SOSYOLOJİNİN TANIMI VE TEMEL KAVRAMLARI: Sosyoloji; toplumu sosyolojik açıdan inceleyen bilim dalıdır. Sosyoloji, Latince toplum anlamına gelen “socius”kelimesiyle, Grekçe bilgi anlamına gelen “ logos”kelimelerinin “ sosyoloji ” şeklinde birleştirilmesinden meydana gelmiştir. Buna göre sosyoloji;toplumbilim ya da toplum bilgisi anlamına gelmektedir. Ziya Gökalp, Prens Sabahattin gibi Osmanlı’daki ilk sosyolog ve sosyal bilimciler bu bilimi “ ilm-i içtimai ” ve “ içtimaiyyat ” kelimeleriyle karşılamışlardır. Toplum Birden fazla insanın oluşturduğu sosyal münasebetler ve sosyal teşkilatlar ağına toplum denir. Sosyolojinin genel tariflerini şöyle sıralayabiliriz: * İnsan cemiyetlerini ve bu cemiyetlerde meydana gelen çeşitli olayları araştıran bir bilimdir. * Belli bir zaman ve mekândaki toplumu, toplumsal gerçekleri; vasıflayan, karşılaştıranve yorumlayanbir bilimdir. * Toplumu yapısal ve fonksiyonel açıdan inceleyen bilim dalıdır. * Toplumsal olayların, olgularınve süreçlerin bilimidir. Sosyal Olay Birden fazla insanın ortak davranışınasosyal olay denir. Sosyal olayda;ortak duygu, düşünce ve eylem söz konudur. Mesela, üniversitedeki yemek fiyatlarını çok bulan iki öğrencinin yemekhaneönünde bunu protesto etmeleri bir sosyal olaydır. Sosyal olaylar kısa süreli ve geçicidir. Bunların kalıcıolması için olgu haline gelmesi gerekir. Sosyal Olgu: İnsanların ortak davranışlarının kurumsallaşmasına olgu denir. Olgu kelimesini kurum kelimesiyle karşılayabiliriz. Sosyolojide altı tane büyük kurum vardır Bunlar şunlardır: — Aile — Din — Eğitim — Ekonomi — Siyaset — Serbest Zaman Değerlendirme Alışkanlıkları. Yukarıdaki büyük kurumların dışında birden fazla insan tarafından oluşturulan, bütün yapılar da kurum ya da olgu olarak kabul edilmektedir. Sosyal Süreç Sosyal olay ve sosyal olguların takip ettikleri merhalelere sosyal süreç denir. Her bir sosyal olayı meydana getiren bir takım sosyal sebepler vardır. Hiçbir sosyal olay ve olgu süreçsizya da sebepsizmeydana gelmez. İyi bir sosyal bilimci, süreçleri ya da sosyal sebepleri iyi yakalayan ve yorumlayan birisidir. Ülkemizdeki birçok yanlış anlama, bu sosyal süreçleri iyi yakalayamama ya da çarpıtmadan kaynaklanmaktadır. Mesela, başörtüsü meselesini belli siyasi hareketlerle izah etmek, bu olgunun gerçek süreçlerini görmemek ya da gizlemek anlamına gelmektedir. 2. SOSYAL OLAY VE OLGULARIN TEMEL ÖZELLİKLERİ: 1- Sosyal Olay ve Olgular Gerçektir: Bunların gerçek olması, sosyal hayatta tezahür etmeleri anlamına gelir. Dolayısıyla bunları bilimsel açıdan incelemek mümkündür. Zaten böyle olmasaydı ne sosyolojiden ne de din sosyolojisinden söz edemezdik. Mesela, göç ya da boşanma olayları gerçek olaylardır. Hac da dini bir olaydır. Bunu da bilimsel açıdan araştırmak mümkündür. 2- Sosyal Olay ve Olgular Belli Oranda Determinizme Bağlıdır Buna göre, sosyal olaylar da tabiat olayları gibi determinizme (sebep-sonuç ilişkisine) tabidir. Tabiatta sebepsiz bir şey meydana gelmediği gibi toplumda da sebepsiz bir şey meydana gelmez. Fakat, sosyal olaylardaki determinizm tabiat olaylarındaki kadar kesin değildir. Mesela su, her yerde aynı derecede kaynar ya da donar. Fakat bir yerde bir devrim hareketini ortaya çıkaran sosyal sebeplerin benzeri başka bir yerde de var olduğu halde, burada devrim ortaya çıkmayabilir. 3- Sosyal Olay ve Olgular Tekerrür Edebilir Sosyal olay ve olguların bir diğer özelliği tekerrür edebilmeleridir. Bu tekerrür genel görünüm itibariyledir. Yüzde yüz aynen tekerrür söz konusu değildir. Tekerrür etmeyen tarihi olaylardır. Mesela, Mekke’nin fethi tarihte bir defa yaşanır bir daha yaşanmaz. İstanbul’un fethi de böyledir. Fakat bir sosyal olgu olarak fetih kavramı her zaman yaşanabilir. 4- Sosyal Olay ve Olguların İstatistiği Tutulabilir Bir yerdeki nüfus artışı, muhafazakâr partilerin aldıkları oy oranları, evlenme, boşanma sayıları vb. bizim sosyal olayları istatistikî olarak ifade etmemizi kolaylaştırmaktadır. 5- Sosyal Olay ve Olgular Belli Oranda Baskı Yapabilir Sosyal olaylar kurumsallaştığı zaman olgu haline gelmektedir. Sosyal olgular belli oranda kalıplaşmışlardır. Bunlara ters hareket ve davranışlar karşısında tepki verirler. Bu da sosyal hayatın tabiatında olan bir durumdur. Mesela, herkes huşu içinde namaz kıldığı bir esnada birisi cami içinde şarkı söylemeye kalksa tepki görür. Ya da Hindistan’da kutsal inekler kesilmeye kalkılsa, bu davranış büyük bir tepkiyle karşılanır Sosyal Değişme Bir toplumda meydana gelen köklü ve uzun sürelideğişmelere sosyal değişme denir. Sığ ve kısa süreli değişmeler sosyal değişme değildir. Değişim sosyal yapıda ve sosyal fonksiyonlarda meydana gelebilir. Mesela, sanayi devrimiyle birlikte ailenin küçülüp çekirdek aile haline gelmesi yapısal alanda meydana gelen bir sosyal değişmedir. Bir aile içinde babanın, annenin rollerinde meydana gelen değişmeler ise, fonksiyonel alanda meydana gelen değişmelerdir. Sosyal değişme insan ve toplumlar için kaçınılmaz bir olgudur. Sosyal değişmeye maruz kalmayan bir toplumdan söz edemeyiz. Sosyal değişme mutlak olabileceği gibi kısmi de olabilir. Günümüzün modern hayatı çocukların, gençlerin davranışlarında birçok değişmeye sebep olurken bunların önemli bir kısmının yozlaşma olduğu söylenebilir. Sosyal değişme iki şekilde meydana gelebilir: Birincisi serbest sosyal değişmeikincisi de zoraki sosyal değişme dir. Serbest sosyal değişme; toplumda taklit, moda, teknik vb. faktörler yoluyla meydanagelen değişmelerdir. Bunlarda görünürde bir zorlama yoktur. Toplum bunları kendi iradesiylegerçekleştirmektedir. Ya da farkında olmadan değişmektedir. Zoraki sosyal değişme; toplumlarıdeğişmeye zorlamaktır. Bu; devrim,inkılap ya da bazı hukuki yollarla yapılır. Toplum bunları zorlauygular. 3. TOPLUMLARI DEĞİŞMEYE İTEN FAKTÖRLER: 1- Demografik Faktörler: Bir toplumdaki nüfuz yoğunluğu ya da seyrekliği o toplumdaki sosyal değişmeyi yakından etkiler. 2- Coğrafi Faktörler: Coğrafi faktörler de sosyal değişmede çok önemlidir. 3- Psikolojik Faktörler: Bu faktör sosyal değişmelerdeki en önemli faktörlerden birisidir. İnsanın yaradılışında monotonluktan kaçma eğilimi vardır. Bu eğilim, sosyal değişmeyi hızlandırır. Gabriel Tarde, insanın yapısındaki taklit duygusunun sosyal değişmeyi tetiklediğini savunmaktadır. Ona göre fertler diğer fertleri taklit ettiği gibi, toplumlar da diğer toplumları taklit ederler. Ona göre moda;çağdaşları taklit etmektir. Örfise; ataları taklit etmektir. Her ikisi de taklittir, psikolojik olarakaralarında bir fark yoktur. 4- Sosyal Temaslar: Toplumlar çok değişik şekillerde birbirleriyle temas kurarlar. Bu temaslar sosyal değişmeyi tetikler. Mesela, savaşlar bir sosyal temastır. Haçlı savaşları esnasında Avrupalılar Müslüman toplumlarla temas kurmuşlar, onları tanıma fırsatı bulmuşlardır. Bunun neticesinde Avrupa’da birçok sosyal değişme meydana gelmiştir. 5- Bilimsel ve Teknik Gelişmeler: Bilim ve teknik de sosyal değişmeyi hızlandırır. Mesela, son yıllarda hayatımızın her alanına giren internet ve iletişim imkânları dünyayı bir köy haline getirmiştir. Hızlı iletişim hızlı değişimi getirmektedir. 6- Eğitim Faktörü: Eğitim de sosyal değişmeyi etkilemektedir. Genel olarak eğitim seviyesi yükseldikçe değişime olan yatkınlık da artar. Öğrenmek ve uygulamak değişmek demektir. Eğitim sadece olumlu değişmelere yol açmaz. Bazen olumsuz da olabilir. 4. TOPLUMLARIN DEĞİŞME YOLLARI: 1- Moda: Günümüzdeki en çok görülen değişme yollarından birisidir. Serbest sosyal değişme çeşidi içerisinde yer almaktadır. 2- Tekâmül ya da Gelişim: Sosyal değişmenin en sağlıklı yoludur. Tekâmül, gelenekten güç alarak değişmek demektir. Tekâmül’ün oluşması için toplumda sağlıklı bir sosyal ortamının bulunması gerekmektedir. 3- İnkılâp: İnkılâp, bir halden başka bir hale geçmek demektir. İnkılâp, genellikle hızlı ve zoraki bir sosyal değişmeyi ifade eder. Fakat bu zorakilik devrimdeki kadar keskin değildir. Bundan dolayı inkılâba yarı zoraki sosyal değişme diyebiliriz. İnkılâpla devrim arasında ciddi farklar vardır. İnkılâp’ta belli oranda geleneksel değerlere dayanma vardır. İnkılâp daha çok, geleneksel değerleri modern şartlara uydurma hamlesidir. Bunda eski binanın temellerinden, bazı kalıntılarından istifade edilir. Devrim ise, geleneği tamamen dışlayarak, binanın köklerini de kazıyarak yeni bir bina yapmak demektir. Türkiye’de İstiklal Savaşı’ndan sonra yaşanan değişmelerin, her ne kadar bazıları bunu bir devrime dönüştürmeye çalışsa da, bir inkılap olduğu görülmektedir. 4- İhtilal: Devrim demektir. Toplumu ya da siyasi yapıyı zorla değiştirmek anlamına gelir. 1789 Fransız İhtilali, 1917 Kızıl Devrim tarihte en çok bilinen devrim hareketlerindendir. 5- Rönesans: Rönesans; klasik sanat, edebiyat eserlerinin yeniden okunması şeklinde 14. yüzyıldan itibaren İtalya’da başlayan ve zamanla tüm Avrupa’ya yayılan bir sosyal harekettir. Bilim ve sanattan başlayarak toplumda meydana gelen bir değişme dalgasıdır. Rönesans serbest sosyal değişme içerisinde değerlendirilebilir. Rönesans’la birlikte Ortaçağ’ın kapanıp Yeniçağ’ın açıldığı görüşü de savunulmaktadır. 6- Reform: Türkçemizde ıslahat kelimesiyle karşılanabilir. Bir sosyal kurumun zor kullanmadan uzlaşmacı usullerle değiştirilmesidir. Bu da serbest sosyal değişme içerisinde yer almaktadır. Osmanlı’da Tanzimat Fermanın’dan (1839) sonraki değişim çalışmaları ağırlıklı olarak ıslahat şeklinde devam etmiştir. Reform kelimesi daha çok “dinde reform” kavramıyla meşhur olmuştur. Dinde reform, Avrupa’da Martin Luther (1483–1546) tarafından gerçekleştirilmiştir. Protestanlık denilen yeni bir mezhep ya da din kurmuştur. Luther, Protestanlığın merkezine, insanların aracısız olarak Tanrı ile münasebet kurabileceği görüşünü koymuştur. Bu anlayışı muhtemelen İslamiyet’ten almıştır. Türkiye’de 1880’lerden sonra bazı aydınlar İslam dininde de reform yapılması gerektiğini savunmuşlardır. Bu düşünceler İkinci Meşrutiyet (1908) ve Cumhuriyet (1923) ten sonra zaman zaman alevlenmiştir. Fakat İslam dinini bilen uzmanların ortak kanaati; İslamiyet’te reform tarzı bir değişmenin mümkün olmadığıdır.Çünkü bunlara göre İslam dininin içinde “tecdid” denenfıtri bir yenilenme hamlesi her zaman var olmuştur. Dolayısıyla onun özünü bozucu bir reforma ne ihtiyaç ne de izin yoktur. 5. KÜLTÜR VE KÜLTÜR DEĞİŞMELERİ: Kültür, sosyolojinin önemli konularından birisidir. Kültür kavramı çok geniş bir muhtevaya sahiptir. Bundan dolayı kültürün, herkes tarafından mutabık kalınan bir tanımı yoktur. Bununla birlikte kültür tanımları büyük oranda birbirine benzer: —Kültür, insan topluluklarının hayat tarzlarını ve bu toplulukların özelliklerini anlatır. — Kültür, toplum hayatındaki maddi ve manevi değerlerin tamamını ifade eder. — Kültür, bir halkın yaşama tarzıdır. — E. B. Tylor’a göre kültür; bilgiyi, imanı, sanatı, ahlakı, örfleri, adetleri ve alışkanlıkları ifade etmektedir. — Kültür, kelimesini “hars” kelimesiyle ifade eden Ziya Gökalp’e göre kültür ya da hars; halkın an’anelerinden, teamüllerinden, örflerinden, şifahi veya yazılmış edebiyatından, lisanından, musikisinden, dininden, ahlakından, bedii ve iktisadi mahsullerinden ibarettir. — Mümtaz Turhan’a göre kültür, bir toplumun sahip olduğu maddi ve manevi değerlerden oluşan öyle bir bütündür ki, toplum içinde mevcut her çeşit bilgiyi, ahlakları, alışkanlıkları, değer ölçülerini içine alır. Bütün bunlar o topluma, onu diğerlerinden ayıran bir yaşam tarzı sağlar. Kültür, insanlara mahsustur. Hayvanlarda kültür olmaz. Kültür insanın soyutlama özelliğine dayanır. Mesela güzellik, huzur gibi kavramlar soyut ve izafi kavramlardır. Kültürün maddive maneviunsurları vardır. Maddi kültür unsurları, teknolojik ürünler gibi daha çok gözle görülen şeylerdir. Mesela, 1830’lardan sonra Batı’da meydana gelen sanayi inkılâbından sonra Batı toplumlarında kültürün maddi unsurları bağlamında büyük gelişmeler yaşanmıştır. Doğu toplumları bilhassa İslam toplumlarında ise kültürün manevi unsurları daha fazla gelişmiştir. Onlarda da kültürün maddi unsurları geri kalmıştır. İdeal olan her iki unsurun uyumlu bir şekilde gelişmesidir. Kültür değişmesi, bir toplumun kendi kültür unsurlarını değiştirmesi demektir. Kültür değişmeleri serbestve mecburiolmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Serbest değişmeler daha çok kültürün maddi unsurlarında gerçekleşir. Toplumlar bunları isteyerek alırlar. Zoraki değişmeler ise, şiddet kullanarak ya da empoze ederek yapılan değişikliklerdir. Bunlar daha çok kültürün manevi alanında cereyan eder Bu konuda şunu da hatırlamak gerekir; serbest değişmelerde teknolojik ürünler, insanlar farkında olmadan onların değerler sistemini değiştirebilmektedir. Mesela, internet bir taraftan hayatı kolaylaştırırken bir taraftan da büyük zararlar vermekte, kültürümüzü bozabilmektedir. Dil, kavramlar, örf ve adetler kültürde çok önemlidir. Şüphesiz ki, din de çok önemlidir. Bazı sosyal bilimcilere göre en önemli kültür oluşturan kurum dindir. Buna göre din geniş dairedir kültür onun içindedir. Bunun aksini düşünen sosyal bilimciler de vardır. Buna göre kültür geniş dairedir, din onun içindedir. Bu anlayış, dinin ilahi boyutunu reddeden pozitivist ve materyalist bir bakış açısını yansıtmaktadır. Her iki durumda da din; kültürel kalıpların oluşmasında çok önemlidir. Dini bir kenara koyarak kültürü izah etmek mümkün değildir. Her kültürün kendine ait orijinal tarafları vardır. Bunlar onu diğerlerinden ayırır. Mesela, bizim kültürümüzde büyüklere saygı dolu ifadelerle hitap edilir. Asla onlara isimleriyle hitap edilmez.Fakat günümüz Batı toplumlarında çocuklar anne, baba ve dedelerine direk isimleriyle hitap edebilmektedirler. Bu onların kültürlerinde belki normaldir. Fakat bizde aynı hareketin yapılması saygısızlık ve yozlaşmadır. Bir kültürün diğer kültürler karşısında güçlü kalması, o kültüre sahip insanların onu benimsemesi ve onu geliştirme gayretleriyle yakından ilgilidir. Sahip çıkılmayan kültürler önce bozulur daha sonra da diğer kültürlerin hâkimiyeti altına girerler. Günümüzde kültüre sahip çıkmak, vatana sahip çıkmakkadar önemlidir. Şayet, vatanı korumak için yapılan yatırımlar, kültürü korumak ve geliştirmek için yapılmazsa o ülkenin akıbetinden endişe edilmesi gerekir. Bir toplumda kültürün canlı ve işlenmiş olması o toplumun sağlık göstergelerinden birisidir. Kültürün yaşandığı ve aktarıldığı en önemli kurumlar aile, mahalle okul, cami, kütüphane, müzeler, tiyatrolar, sinemalar, spor ve kültür merkezleridir. Aileden başlamak üzere bu kurumlara büyük önem vermek gerekir. Ailelerin çözüldüğü bir toplumda kültür de sağlam kalamaz. Çünkü kültür, aileyi ayakta tutmalıdır. Bir kültür aileyi ayakta tutamıyorsa o kültür yozlaşmış demektir. Günümüzün modern tüketim toplumlarında aileler çözülme aşamasına gelmiştir. Özellikle Batı ailelerinde boşanma oranları çok artmıştır. Bunun çok önemli kültürel sebepleri vardır: Mesela, geleneksel toplumlarda eşler arasında karşılıklı bir saygı ve sevgi anlayışı vardır. Bununla birlikte erkek ailenin reisi olarak görülür. Bunun birçok pratik faydası vardır. Bu ailede erkek erkektir, kadın kadındır, çocuk da çocuktur. Roller arasında bir sapma durumu söz konusu değildir. Eskiden ninelerimiz bayramlarda dedelerimizin ellerini öperek bayramlaşırlardı. Günümüz modern toplumunda kadının iş hayatına atılmasıyla birlikte,aile kültüründeki bu denge zedelenmeye başladı.Kadın artık eşine daha az saygı duymaktadır. Çünkü kendisinin onun kadar maaş aldığını hatta ondan daha çok para kazandığını düşünmektedir. Bayramlarda eşinin elini öpmek şöyle dursun, çocukların yanında ona rahatlıklar karşı çıkabilmekte, hatta onu azarlayabilmektedir. Bu durum anne babasını taklit eden çocukların şuuraltına sirayet etmekte, ileride onların kuracakları ailelere model olmaktadır. Bu tarz yanlış davranışlar ve geleneksel kültürün zedelenmesi neticesinde aileler yıkılabilmektedir. Günümüz ailelerinde çocukların rollerinde de sapmalar vardır. Günümüz çocukları bebekliklerinden itibaren aşırı bir özgür ortamda yetişmektedir. Bu durum çocukları bu konuda çok hızlı olgunlaştırmakta, çocuk çocukluğunu yaşamadan ailenin yönetiminde söz sahibi olmaya kalkmaktadır. Ailelerin yeme içime, eğlenme, gezme alışkanlıkları da büyük oranda modern kültür kalıplarına göre şekillenmektedir. Bütün ailenin birlikte yediği yemek kültürü giderek azalmaktadır. Günümüz ailelerinin acı görüntülerinden birisi de aynı evde yaşayan aile fertlerinin evi bir otel gibi kullanmalarındır. Ev ve aile bizim kültürümüzde “aile ocağı” olarak isimlendirilmektedir. Bunun anlamı aynı ateş ya da soba etrafında aile fertleri birbirlerinin yüzlerine bakarak oturmalarıdır. Yüz yüze gelemeyen bir aile, gerçek anlamda bir aile değildir. Çocukların odası farklı, babanın odası farklı annenin odası farklıdır. Hepsi ya tv ya internet başında kendilerine farklı aileler kurmuşlardır. Şüphesiz yukarıdaki ve benzer durumlar aile içindeki geleneksel kültürel kalıpların yozlaşmasıyla yakından ilişkilidir. Bunlara sahip çıkılıp, bunlar modern döneme adapte edilmediği takdirde bunun faturası çok ağır olmaktadır. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] |
23 Aralık 2013, 15:44 | Mesaj No:3 |
Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 | Cevap: Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta) 3. HAFTA DİN SOSYOLOJİSİ’NİN ÖNCÜLERİ Müstakil bir bilim dalı olarak din sosyolojisi, 1850’lerden sonra ortaya çıkmıştır. Sosyolojisinin isim babası A. Comte, aynı zamanda din sosyolojisinin ilk kurucularındandır. A. COMTE (1798–1857): A. Comte’un meşhur üç hal kanunu (teolojik, metafizik ve pozitif dönemler) incelendiğinde, bunun dini bir karakter taşıdığı görülmektedir. Üç hal kanununda dinle bir hesaplaşma, dinin yerini pozitif bilimlerle doldurma gayreti vardır. Bu durum ister istemez Comte’u, din sosyolojisi yapmaya zorlamıştır. Onun bu bağlamdaki görüşleri din sosyolojisine zemin oluşturmuştur. Comte’a göre insanlığın gelişmesinde en önemli faktör hep din olmuştur. İnsanlığı bunalımdan kargaşadan kurtarmak için de dine muhtacız. Bu din; pozitif bilimlere dayanan “insanlık dini”dir. Comte, 1852’de ilk baskısı yapılan “Pozitivizm İlmihali” kitabında, bu deli saçması dini kurmaya teşebbüs etmiştir. Comte’u inceleyen birçok bilim adamı, onun insanlık dininin bir cinnet eseri olduğunu kabul etmektedirler. O, “Tanrı insanlıktır” diyerek Tanrı’yı yere indirerek onu, gözlenebilir bir varlık haline sokmaya çalışır. Onun ahlak anlayışı da bu çizgide oluşur. Ona göre ahlakın temel ilkesi başkaları için yaşamaktır. Başkalarından kasıt aile, vatan ve insanlıktır. O, biz insanların başlıca kusuru bencilliktir der. Comte’un kurmaya çalıştığı insanlık dini üç temele dayanır; Prensip olarak aşk,temel olarak düzen ve amaç olarak ilerleme.Bu dinde akıl ve bilim daima gönlün efendisi olmalıdır. Böylece pozitivist felsefe; teoloji ve metafiziğin yerine geçecek, toplumdaki kargaşa bitecek; düzen sağlanacaktır. Comte’un kurmaya çalıştığı insanlık dini ve ilahi dinleri dışlayan pozitivist akım 1860’lardan sonra yetişen bazı Osmanlı Aydınlarını da etkilemiştir. Ahmet Rıza,A. Comte’un kurduğu Pozitivizm Cemiyetine üye olmuştur. Pozitivizmin baş sloganı olan Türkçe anlamı Nizam ve Terakki olan tabirden etkilenen JönTürkler siyasi teşkilatlarına “İttihat ve Terakki” ismini vermişlerdir. Comte’un Allah’ın yerineinsanıve toplumukoyması, dini bilgi yerine deneyvegözlemedayanan pozitif bilimleri koyması, semavi dinler yerine insanlık dinini koyması din sosyolojisi açısından büyük önem taşımaktadır. Bu akımın bir sonucu olarak ahlak ile din birbirinden ayrılmıştır. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam gibi geleneksel dinlerin pozitif dönemde ortadan kalkacaklarına inanılmıştır. Bu dinlerin toplumları geri bıraktıklarına, toplumsal kargaşaya sebep olduklarına inanılmıştır. E. DURKHEİM (1853–1917): Din’le ilgili görüşleri, onu din sosyolojisinin öncülerinden birisi haline getirdi. Bu bağlamdaki en önemliçalışmaları “Din Hayatının İlkel Şekilleri” ve“İntihar”isimli kitaplarıdır. Dinin tabiatı konusunda A. Comte’la aynı fikirdedir. Yani, dinin başlangıcını ve özünü tamamen sosyal şartlarla izah etmektedir. Onun sosyoloji ve din sosyolojisi anlayışı kolektif şuur kavramına dayanmaktadır. Ona göre kolektif şuur;bir toplumdaki müşterek duygu ve düşünceler topluluğudur. Kolektif şuurun temelinde din vardır. Ona göre kolektif (ortak) şuurun en iyi görüldüğü toplum tiplerinden birisi klanlardır. Klanlar, bu sayede meydana gelmişlerdir.Totemizm, Durkheim’e göre en eski dindir. Ona göre, totemleri korumak amacıyla getirilen tabular yani yasaklar, hukuku ve dini hukuku ortaya çıkarmıştır. Durkheim’a göre felsefeve bilimdinden doğmuştur. Aynı şekilde bütün sosyal müesseselerin kaynağı da dinidir. Din de toplumdan yani kolektif şuurdan doğmuştur. Durkheim, “İntihar” isimli bir çalışmasında, dini inançlarla intihar arasında bir bağ olup olmadığını araştırmıştır. E. DURKHEİM’A YÖNELİK ELEŞTİRİLER: Onun görüşleri bilimsel olarak ağır eleştirilere tabi tutulmuştur. Öncelikle o, dinin ilahi boyutunu reddetmiştir. Dinin kaynağı olarak toplumu göstermesi, sonra da toplumun kendi ürettiği bir tanrıya tapınması bir tenakuz olarak görülmüştür. Yani fail de meful de aynı anda toplumdur. Onun teorisi ilkel insanların dinlerini açıklamaya çalışan bir hipotezden ileri gidememiştir. Üzerinde durduğu ana din totemizm, metafizik ve idealden mahrum bir dindir. Onda ruhun ölmezliği, ahiret ve hesaplaşma gibi yüksek mefhumlar yoktur. Tarihi olarak totemizm ve klanlar ilk din ve ilk insan toplumu değildir. Dolayısıyla bu dini, dinlerin anası kabul etmek mümkün değildir. DİN SOSYOLOJİSİNİN ÖNCÜLERİ OLARAK TEKÂMÜLCÜLER: Kendilerine tekâmülcü din nazariyecileri denilen sosyal bilimciler de din sosyolojisinin öncüleri arasında kabul edilmektedir. Bunlar, günümüzdeki dinlerin basit bir dinden tekâmül ederek geliştiğini ispat etmeye çalışmışlardır. Her biri diğerinin tezini yalanlamıştır. H. SPENCER (1820–1903): Spencer, tıpkı Comte ve Durkheim gibi dinin ilahi boyutunu bir kenara bırakmaktadır. Bununla birlikte o, dinin sosyal bir realite olduğunun da kabul etmektedir. Fonksiyonalist din sosyolojisinin temellerini atmıştır. Spencer da, dinin menşei’ni açıklamaya çalışmıştır. Ona göre bir toplum ne kadar basitse dini de o kadar basittir. Ona göre ilk din, ailelerin atalarının ruhlarına tapınmaları şeklinde başlamıştır. Böylece bu ilk din, tekâmül ederek günümüzdeki dinler meydana gelmiştir. Dini duygunun kökünde ölüm korkusunun yattığını öne süren Spencer’a göre insan, önce uyku ve rüya tecrübesi üzerinde düşünerek ruh ya da eş fikrini idrak etmiştir. Bundan sonra, ruhun ölümden sonra da yaşadığı düşünülmüş ve buradan hareketle ataların ruhlarına tapınma dini ortaya çıkmıştır. Ona göre bu süreç Politeizmi (çok tanrıcılığı) ortaya çıkarmış, ileriki yıllarda bu yapı evrimleşerek monoteizm (tek tanrıcılık) doğmuştur. Ona göre, dinin merkezinde ayin ve ibadet yatmakta olup, ibadetlerin yönetimiise din adamıya da rahipler sınıfının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Spencer'ın üzerinde durduğu bir nokta da, mistisizminve zühd hayatınınbütün dinlerde görülmekte olan evrensel bir karaktere sahip olduğudur. SPENCER’A YÖNELİK ELEŞTİRİLER: Dini; sırf beşeri tecrübeye dayalı basit bir hayret duygusuna indirgemesi nedeniyle Spencer, tenkit edilmiştir. Aynı şekilde, toplumların hayatını, düz bir hat üzerinde seyreden bir tekâmüle irca etmek istemesi, üstelik bu tekâmülün dinde de geçerli olduğunu öne sürmesi de çok tenkit edilmiştir. E. TYLOR (1832–1917): Bu da Spencer gibi İngiliz asıllı bir bilim adamıdır. İkisi arasına dini tekâmül fikirlerinin gerçek sahipliği konusunda ciddi tartışmalar yaşanmıştır. Her halükarda gerek Spencer gerekse Taylor’da dinlerin tekâmülü, animizm kavramı ve bunun rüya olayına bağlanışı, atalara tapınma ve nihayet dinin toplum hayatındaki fonksiyonlarının tartışılması konuları ortaklaşa olarak mevcuttur. Tylor, bütün dinlerin özünün animizdenyani ataların ruhlarına veya ilahlaştırılmış ata ruhlarına tapınmaktan kaynaklandığını iddia etmiştir. Tylor’un animizm nazariyesi ruhları ‘iyi’ ve ‘kötüruhlar’olarak ikiye ayırmaktadır. Felsefe de animizm, ruhu hayatın başlangıcı sayan bir sistemden ibarettir. Dinler tarihinde animizm, ruhlara ve bilhassa ilahlaştırılmış ata ruhlarına tapınma şeklindeki dine verilen isimdir. Sosyolojide animizm, insan iradesine benzeyen ruhların toplumu ve orada ortaya çıkan olayları yönettiğini savunan görüştür. E. Tylor, dinlerin menşeine dair animist nazariyesini ispat edebilmek için, rüya hadisesi üzerinde ısrarla durmaktadır. Buna göre, ilkel insan için rüya ruhun geçici olarak gövdeden ayrılması ve orada burada rasgele dolaşması, ölüm ise, ruhun devamlı olarak bedeni terk etmesidir. İlk insanlar atalarının iyi ruhlarına tapınmışlar ve böylece atalara tapınma şeklindeki ilkel toplumlarda rastlanılan din şekli ortaya çıkmıştır. Ataların ruhlarına tapınma şeklinde başlayan din, tabiata tapınma şekline dönüşmüştür. TYLOR’A YÖNELİK ELEŞTİRİLER: Animizmin insanlığın ilk dini olduğu yolundaki görüşü; büyük tenkitlere maruz kalmıştır. Eleştiri getirenlerden birisi de E. Durkheim’dir. Ona göre, bilhassa rüyada iken geçici olarak gövdeden ayrılan, ölümle de devamlı surette bedeni terk eden insan ruhunun nasıl olup da kutsiyet kesbettiği hususu bu nazariyede vazıh bir şekilde açıklanamamıştır. Durkheim’e göre tapınılan ruhlar ancak müstesna ruhlardır. Bu duruma göre Tylor’un iddia ettiği gibi hayattayken gayri kutsi olan insan ruhunun öldükten sonra kudsiyet kazanması söz konusu değildir. Ruh fikri hemen bütün dinlerde mevcuttur. Animizmi insanlığın ilk dini saymaya imkân bulunmamaktadır. M. MÜLLER (1832–1900): M. Müller de dinin menşeini bulduğunu iddia eden tekâmülcülerden birisidir. Hint kutsal kitapları olan Veda’ ları inceleyen ve görüşlerini onlara dayandıran Max Müller, dinlerin menşei konusunda naturizm denilen nazariyeyi savunmaktadır. Natürizm nazariyesi tabiatçılık veya tabiata tapınma, yani fiziki çevrede rastlanan güçlerin tanrılaştırılması demektir. Natüristlere göre dinin aslı bu şekilde başlamış olup, insanlığın ilk dini tabiata tapınma şeklinde ortaya çıkmıştır. M. Müler, Hinduların mukaddes kitapları olan Veda’lardaki ilah isimlerinin tabiat kuvvetlerini temsil ettiğini ifade ederek görüşüne destek bulmaya çalışmaktadır. M. MÜLLER’E YÖNELİK ELEŞTİRİLER: E. Durkheim, bu nazariyeye de ağır eleştiriler getirmiştir. Ona göre bir kere tabiat kuvvetleri insanlara din duygusunu vermiş olsalardı, o zaman bütün toplumların aynı dini duygulara aynı dinlere sahip olmaları gerekirdi. Eğer insanlar, tabiat olayları karşısında korku ve saygı duymuşlarsa, o olayların tekrarlanması sonucu onlara alışacaklarından hayret, korku ve saygının neticede dinin ortadan kalkması gerekirdi. Ancak durum böyle olmamış, aksine insanların tabiat olaylarına aşinalıkları artıp, tabiatın sırlarına eriştikçe dine olan bağlılıkları da artmıştır. J. FRAZER (1854–1941): Ona göre ilk din büyü’dür. O, büyünün tabiat kuvvetlerine hâkim olup,onları kullanabilme teşebbüsünün iptidai formu olduğunu söyler. Frazer’a göre büyü, tarihi olarak dinden öncedir ve din kaynağını büyüden almıştır. İkinci olarak Frazer’a göre sihri kavramlar dini kavramlara nispetle çok daha basit ve iptidaidir. Dini kavramlar ise, oldukça mücerret ve karmaşıktır. Bu da büyünün dinden önce geldiğini ortaya koymaktadır. FRAZER’A YÖNELİK ELEŞTİRİLER: Ona yönelik de birçok itiraz ve eleştiri yapılmıştır. Bunlar arasında M. Mauss ve H. Hubert da vardır. Onlara göre J. Frazer, modern toplumlardaki büyü anlayışıyla geleneksel toplumlardaki büyüye bakmıştır. Bu çok yanıltıcıdır. Çünkü aralarında büyük farklar vardır. Ayrıca sihri fiiller ve ayinler Frazer’ın iddia ettiği gibi son derece basit bir karaktere sahip olmak yerine ziyadesiyle karmaşık ve tabiatüstü âlemle alakadardırlar. Öte yandan büyü sistemlerinin evrensel bir karaktere sahip olup, her yerde aynı oldukları görüşü de yanlıştır. TEKÂMÜLCÜLERE YÖNELİK GENEL ELEŞTİRİLER Tekâmül nazariyeleri müşterek bir pozitivist iskelete sahiptirler ve bundan dolayı dinin ilahi boyutunu görmezden gelmişlerdir. Tekâmülcü din nazariyeler tarihe düz bir çizgi gibi bakmışlardır. Tekâmülcüler dinlerin önceleri çok tanrılı bir şekilde başladığını, bunların uzun bir tekâmül evresinden sonra tek tanrılı dinler haline geldiklerini savunmuşlardır. Bu görüşe W. Schmidt ve onun meslektaşları karşı çıkmıştır. H. BERGSON (1859–1941): H. Bergson bir filozof olmasına rağmen ortaya attığı görüşlerle din sosyolojisinin öncüleri arasında yer almaktadır. Özellikle “Ahlak ve Dinin İki Kaynağı” isimli eserinde din sosyolojisi açısından önemli bilgiler vardır. O, bu eserinde sadece sosyal sebeplerin dini izah etmede yetersiz kaldığını ifade etmektedir. Bergson’a göre iki türlü toplum bulunmaktadır. Bunlardan birincisi kapalı toplum ötekisi de açık toplumdur. Kapalı toplum, kolektif bir düzen içinde yaşayan, henüz ferdi ahlak ve sorumluluğun yer almadığı ve her türlü yenilik ve değişmeye geleneksel kurumlarıyla karşı koyan toplum düzenidir. Buna karşın açık toplum, üyelerinin cemaat birliğinden kendilerini kopardıkları, bu nedenle de inançları ve dünya görüşleri bakımından ferdiyetçiliğe yönelmiş olup, her türlü yenilik ve değişmeye açık bulunan toplumdur. Ona göre bu iki topluma iki tip din tekabül etmektedir. Bunlardan kapalı toplum tipine içgüdülere dayanan Statik Din, açık toplum tipine de mistik sezgiye dayanan Dinamik Din tekabül etmektedir. O, iptidai dinlerin birinci din tipine, yüksek dinlerin de ikinci din tipine girdiğini savunmaktadır. O, böylece dinler arasında, sosyologların bir türlü görmek istemediği bir farkın olduğunu kabul etmektedir. Çünkü ona göre bir toplum kapalıysa onu bu halde tutan dinidir. Bir toplum açıksa da onu bu hale getiren yine dinidir. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] |
23 Aralık 2013, 15:45 | Mesaj No:4 |
Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 | Cevap: Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta) 4. HAFTA MAX WEBER (1864–1920): “Kapitalizmin Ruhu ve Protestan Ahlak” adlı eseri o hayattayken kitap olarak basılan tek eseridir. XIX. yüzyılın son devresindeki sosyologlar dini, modern toplumlarda anlamını kaybedecek bir vakıa olarak görürken, XX. yüzyılda bu tür tekâmülcü ve pozitivist görüşler şiddetle reddedilmiştir. Ayrıca bu dönemde dinin menşei ve tabiatını araştırma takıntısından vazgeçilmiştir. O, ilk sistematik ve bağımsız din sosyolojisinin kurucusudur. Aynı zamanda “anlayış metodu” nu din sosyolojisi araştırmalarına uygulama başarısını göstermiştir. Max Weber'in din sosyolojisi ile ilgili eserleri: “Protestan Ahlakı ve Kapitalist Zihniyet”, “Din Sosyolojisi Dergisi”, “Ekonomi ve Toplum”, “Çin Dini: Konfüçyanizm ve Taoizm”, “Hint Dini: Hinduizm ve Budizm'in Sosyolojisi”, “Eski Yahudilik”. Weber’e göre din sosyolojisinde amaç dini davranışların ya da dinden kaynaklanan sosyal davranışların incelenmesi olmaktadır. Weber, din sosyolojisi üzerine gerçekleştirmeyi tasarladığı eserini tamamlayamadan vefat etmiştir. Onun çalışmaları bütün dinleri kapsamaktadır. Weber, tarihi, fonksiyonel modeli kullanmış; karşılaştırmalı, tipolojik ve sistematik yaklaşıma büyük bir ilgi göstermiştir. Weber’in yönteminin anahtar kavramını ideal tiplerteşkil etmiştir. Weber’in incelemelerinin ana problemi, dini olaylarla ekonomik olaylar arasındaki münasebettir İncelemelerinin sonunda vardığı genel sonuçlar şöyledir: Dini olaylar iktisadi olaylarla karşılıklı olarak birbirlerinetabidirler. Onlardan birini ötekinin basit bir fonksiyonu olarak görmek tek taraflı bir yorumlamaya gitmek yanlıştır. Nitekim tarihi maddeciler tek taraflı olarak dini, iktisadi şartların bir fonksiyonu olarak görmekle hataya düşmüşlerdir. Mesela K. Marx bunlardan birisidir. Aynı şekilde ekonomik olayları din faktörünün basit bir fonksiyonu gibi alan karşı görüş de hatalıdır. Mesela E. Durkheim, ilkel toplumlarda ekonominin dinden doğduğunu iddia etmiştir. Din faktörünü metodolojik değişken olarak ele alan Weber, dinin ekonomik hayat üzerindeki tesirlerini gösterebilmek için dinin ekonomikahlakınıinceleme konusu yapmaktadır. Weber araştırma alanını sınırlandırırken dünyadaki altı büyük dinin (sayısı bakımından) ekonomik ahlakını ele alıyor: Konfüçyanizm, Hinduizm, Budizm, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet. Weber'in analizlerine göre Modern Kapitalizm Protestanlığın ruhudur. Püritenizm’deki İlahi Takdir Öğretisi ve Kapitalizmin Doğuşu:Weber, Kapitalizm ve Protestan ahlakı arasındaki münasebetleri araştırırken, Protestanlığın veKalvinizmin bir alt dalı olan Püritenizm’deki ilahi takdir öğretisiylekarşılaşmıştır. Bu öğretiye göre birHıristiyan kulun cennete gidip gitmeyeceği daha dünyada iken ilahi olarak takdir edilmiştir. Bu takdir,açıkça bilinemez fakat bunun bazı göstergeleri ya da karineleri vardır: Bu karinelerden en önemlisi birHıristiyan kul zengin ise ve bu zenginliğini aynı zamanda hayır işlerinde de kullanıyorsa o Hıristiyan ilahi takdir gereği Tanrı tarafından affedilmiştir. Weber, püritenlerdeki bu anlayışın insanları daha çok zengin olmaya teşvik ettiğini söylemekte ve bunun neticesinde de Avrupa’da kapitalizmin doğup geliştiğini savunmaktadır. Ona göre Avrupa’nın ilk büyük kapitalistleri Protestandır ve bu ilahi takdir öğretisinden etkilenmişlerdir. Daha sonra Max Weber, aynı tarzda Konfüçyanizm, Taoizm, Hinduizm,Budizm ve Yahudiliğin ekonomik ahlakını da analiz etmektedir.Ancak onların gelenekçiliği ve Modern Kapitalizmde var olan rasyonalizasyona yer vermeyişleri sebebiyle, oralarda Kapitalizmin ortaya çıkmadığı ve böylece bütün toplumların ekonomik ahlakı içinde dinin önemli bir rolünün bulunduğu neticesine varmaktadır. Aynı şekilde Weber, ekonomik hayat içerisinde geleneğin hâkim olduğu bir toplumda, gelenek zincirinin kırılarak büyük bir değişme ve devrimin olmasının ancak, bu toplumda gerçekleşecek büyük birrasyonalizasyonlamümkün olacağını belirtmektedir. Weber'e göre ekonomik ahlakta ortaya çıkacak bir değişiklikte din çok önemlidir. Weber’in İslamiyet’in ekonomik ahlakını kavrayamadığını görmekteyiz. O, İslamiyet’i kaderci bir din olarak algılar. ERNST TROELTSCH (1865–1923): Weber’in yolundan gidenlerin başında gelen en büyük isim E. Troeltsch olmaktadır. Gerçekten de Weber'i takip eden Troeltsch, objektif ve tecrübî din sosyolojisi sahasında pek çok ve verimli çalışmalar ortaya koymuştur. Çeşitli toplum hadiseleri arasında dinin spesifik karakterine dikkat eden Troeltsch, ne yazık ki bu çalışmalarını sadece Hıristiyanlığa hasretmiş ve özel bir din sosyolojisi yapmıştır. Onun din sosyolojisi bağlamındaki en önemli çalışması: “Hıristiyan Kilise ve Gruplarının Toplumsal Doktrini”dir. Troeltsch, şu dört soruya cevap bulmaya çalışarak Hıristiyanlığın özünü yakalamak istemektedir: 1- Hıristiyanlığın modern dünyaya verebileceği şey nedir? 2- Menşeinden bu güne kadar tüm Hıristiyan kilise ve mezheplerinin toplumsal doktrinleri nedir? 3- Bu çeşitli ideallerin, muhtelif çağlar arasından modern dünyanın teşkiline olan tesirleri nelerdir? 4- Nihayet, tipleri ve safhalarım ortaya çıkarmaya çalıştığı doktrinler, acaba belli bir toplumsal durumun meyvelerimi? Bütün bu öncüller ise, onun idealist bir din sosyolojiyi gerçekleştirmeyi talep ettiğini ortaya koymaktadırlar. Troeltsch’ün ayırt ettiği Hıristiyanlık tipler: 1-İncil Hıristiyanlığı. 2-Aziz Paulus’un Hıristiyanlığı. 3-İptidai Katoliklik. Burada dini cemaatin iskeletinin kuruluşu tamamlanmış ve cemaat kesin hatlarla farklılaşmıştır. Ruhban sınıfı sahneye çıkmıştır. 4-Ortaçağ Katolikliği:Bu devrede kilise devleti hâkimiyetinde tutmak eğilimindedir. Ortaçağın çöküşü ile Protestanlık sahneye girmektedir. Troeltsch’a göre Kalvinizm Protestanlıktan daha müspettir. Ancak Troeltsch’a göre ferde bağımsızlığını kazandıran ve gerçek değerini veren Aydınlanma Felsefesidir. Troeltsch, Weberden de istifade ederek üç tip dini grup tiplemesi yapmaktadır. Kilise, mezhep ve mistikgruptur. JOACHİM WACH (1898–1955): Troeltsch’dan etkilenmiştir. Din sosyolojisini sistematik olarak gerçek anlamda kuran kişi olarak J. Wach, kabul edilmektedir. Din sosyolojisini bütün dinleri inceleyen bir bilim olarak düşünmüştür.O, özel din sosyolojisibilimlerine karşıdır. Ona göre din sosyolojisi tekdir ve bütün dinleri kendi açısından inceler. Troeltsch ise özel din sosyolojilerini kabul ediyordu. J. Wach’ın bu sahada yazılmış birçok eseri olma kla birlikte en önemlisi Din Sosyolojisi’dir. Onun çalışmalarıyla din sosyolojisi dünyada muteber bir bilim dalı haline gelmiştir. J. Wach, din sosyolojisini şöyle tarif eder: Din sosyolojisi;din ve toplumun karşılıklı ve karmaşık ilişkilerini, dini grupları, dini önderleri sistematik ve bağımsız bir şekilde inceleyen bilim dalıdır. Ona göre bilimler genel olarak üçe ayrılabilir. Bunlar: 1- İnsan Bilimleri: İnsanı ve toplumu inceleyen bilimlerdir. 2- Din Bilimleri:Dinlerin kendine has din bilimleri vardır. 3- Tabiat Bilimleri:Tabiatı inceleyen bilimlerdir. Ona göre din sosyolojisi insan bilimleriyle din bilimlerinin kesiştiği noktada yer alır. J. Wach, dini tecrübenin üç çeşit anlatımı ya da ifade şekli olduğunu savunmaktadır: 1-Dini tecrübenin teorik anlatımı:Dinlerin akideleri, eşya ve olaylara bakışları bu teorik muhtevayı oluşturmaktadır. 2-Dini tecrübenin pratik anlatımı:Dinlerdeki ibadetlerin yerine getirilmesi bu anlatım şeklini oluşturmaktadır. 3-Dini tecrübenin sosyolojik anlatımı:Dini tecrübenin teorik ve pratik anlatımlarının sosyal tezahürlerini konu alır. Din sosyolojisi, bütün dinlerdeki dini tecrübenin sosyolojik anlatımı üzerinde odaklaşmalıdır. J. Wach’ın bu yaklaşımı bütün dünyada yankı bulmuş ve din sosyolojisi bağımsız bir bilim olarak kabul edilmiştir. Bunun için, din sosyolojisinin gerçek kurucusu olarak kabul edilir. Wach'a göre, din sosyolojisi din ilimleriyle toplum bilimlerinin birleşmesinden doğmuş olup, dini toplumu, din ve toplum münasebetlerini ve dini grupları inceler. Wach'a göre dinin sosyolojik etüdünde şunları gözden uzak tutmamak gerekir: 1- Dinin sosyolojik etüdü, insanlığın dini tecrübesini tüm enginliği içinde kucaklamak zorundadır. 2- Ancak din bilimlerinin temsilcileri ile sosyologlar arasındaki sıkı işbirliği sayesindedir ki, başarı şansı ile çevre şartları ve din arasındaki korelâsyonun tarihi ve sistematik analizine girişilebilir. 3- Toplum olaylarının kavranması özel bir değerler tablosuna katılmayı gerektirmez. Din sosyolojisi metodunun tarafsız ve objektif olması gerekir. Din sosyolojisine çeşitli açılardan yaklaşarak onu farklı derecelerde gerçekleştirmek mümkündür. Bunun için de şu prensiplere uymak gerekir: a) İlk olarak dini tecrübenin son derece geniş ve çeşitli olduğu anlaşılmalı ve günün ve dünün tüm dini grupları fenomenolojik ve psikolojik tipleri içerisinde incelenmelidir. b) İkinci olarak dini tecrübenin çok sayıda tarihi tipleri incelenmelidir. c) Üçüncü olarak din olaylarının mana ve mahiyetine değer verilmeli ve onlar anlaşılmalıdır. 4- Gittikçe genişleyen perspektiflere erişebilmek için, çok sınırlı konudan hareket edilmelidir. DİN SOSYOLOJİSİ’NİN ARAŞTIRMA METOTLARI: Din Sosyolojisi’nin üç temel araştırma metodu vardır: 1- Vasıflama. 2- Karşılaştırma. 3- Açıklama. 1-Vasıflama (Deskripsiyon) Metodu: Sosyal karakterli dini olayların vasıflanması, onların gözlenmesi demektir. İki türlü gözlem vardır: a) Dolaysız gözlem:Güncel olayları olduğu gibi müşahede etmektir. Bu metot, günümüzde yaşayan toplumların dini yaşayışının incelenmesinde kullanılmaktadır. Şimdi iyi bir dolaysız gözlem gerçekleştirebilmek için bu çerçevede uygulanan bazı tekniklere bakmamız gerekir: Dolaysız Gözlem Yapılırken Uygulanan Teknikler: 1- Örnekleme Tekniği: Bütün bir sosyal kitle yerine onun özellikleri hakkında bilgi verecek temsili bir parça seçilerek inceleme gerçekleştirilir. 2- Monografi Tekniği: Sadece bir sosyal birim üzerinde yapılan araştırmadır. Amaç bir konuda derinleşmektir. 3- İstatistik Tekniği: istatistikî veriler de din sosyolojisinin araştırma teknikleri arasındadır. 4- Olay incelemesi Tekniği: Burada bir dini olay bizzat o olaya katılarak incelenir. 5- Saha Araştırması: Dini olayın yaşandığı coğrafi bölgeye bizzat giderek o olay araştırılır. 6- Anket Tekniği: İncelenen bir dini olay, anket soruları vasıtasıyla aydınlatılmaya çalışılır. 7- Mülakat Tekniği: Dini bir olayı araştırırken o olayı tecrübe eden insanlara mülakat uygulanır. b) Dolaylı Gözlem:Geçmişteki dini hayatla ilgili incelemelerde kullanılan metoda da dolaylı gözlem denir. Bu gözlemi biz yapmayız. Tarih, Etnoloji, Etnografya, Folklor ve Antropoloji gibi bilim dallarının verilerinden yararlanılır. 2- Karşılaştırma Metodu: Tarihi, Etnolojik ve İstatistikî Karşılaştırma olmak üzere üç çeşit karşılaştırma vardır. 3-Açıklama Metodu: Dini bir sosyal olayla ilgili yapılan araştırma, bir açıklama ve değerlendirme ile sonuçlanır. G. MENSCHİNG (1901–1978): Wach'ın açmış olduğu bu fenomenolojik, sistematik ve objektif Din Sosyolojisi sahasındaki önemli isimlerden birisi de Alman din sosyoloğu Gustav Mensching’dir. Dini Sosyoloji isimli Almanca eserinde gerek Weber ve gerekse Wach’ın fakat aynı zamanda E. Troeltsch'ün bariz tesiri altında olduğu anlaşılan Mensching, çeşitli dinlerin cemaatlerini incelemiştir. O, aynı zamanda F. Tönnies'in insan toplumlarını cemaat ve cemiyetşeklinde sınıflandırdığı dikotomisinden de etkilenmiştir. G. Mensching, din sosyolojisinde önce A. Comte ve E. Durkheim etrafında toplanan pozitif din sosyolojisi geleneğini eleştirmiştir. Daha sonra K. Marx etrafında şekillenen tarihi materyalist din sosyolojisi anlayışını eleştirmiştir. Din sosyolojisinde genel ve sistematik bir anlayışı benimseyen G. Mensching, özel din sosyolojilerinin de olabileceğini savunmaktadır. Onun din sosyolojisi; tecrübî, tipolojik, fenomenolojik, tarihi ve sistematik bir din sosyolojisidir. Ona göre din sosyolojisiaşağıdaki prensipleri dikkate alarak şu temel alanları incelemelidir: 1- Din, tabii bir şekilde var olan cemaat şekilleri karşısında zorunlu olarak bir tavır takınmak durumundadır. 2- Bizzat din kendine has sosyolojik tezahürler doğurur. 3- Dini cemaat ve din dışı cemaat arasındaki münasebetler. 4- Din sosyolojisinin; dini cemaatlerin birbirleriyle olan münasebetlerini de incelemesi gerekir. G. Mensching, dinleri: 1- Milli Dinler. 2- Evrensel Dinler.şeklinde ikiye ayırmaktadır. Milli dinler ilk çağlara mahsus klan, kabile gibi toplulukların sınırları dâhilinde kalan dinlerdir. Evrensel dinler ise, Tönniyes’in kriterlerine uygun olarak, cemiyet toplumlarının dinleridir. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] |
23 Aralık 2013, 15:45 | Mesaj No:5 |
Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 | Cevap: Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta) 5. HAFTA TÜRKİYE’DE DİN SOSYOLOJİSİ DİN SOSYOLOJİSİ’ NİN TÜRKİYE’YE GİRİŞİ: Sistematik anlamda Batı’da sosyoloji ve din sosyolojisi 1850’lerden sonra doğmuştur. Esasen bu dönemde, ikisi birbirinden çok da ayrılmamaktadır. 1900’lere gelindiğinde Türkiye’de birçok sosyal bilimci, sosyolog hatta siyasetçi bilerek ya da bilmeyerek din sosyolojisi de yapıyordu. Mesela, 1860’lardan sonra Türkiye’de etkili olan ve kendilerine Yeni Osmanlılardenilen; Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali Suavi gibi şahısların eserlerine bakıldığında din sosyolojisini ilgilendiren önemli yaklaşımlar bulmak mümkündür. Aynı şekilde 1889’da gizli olarak kurulan İttihadı Osmani Cemiyetinden sonra etkili olan Jön Türk’lerin eserlerinde de din sosyolojisiyle ilgili önemli veriler vardır. Fakat vatan, millet ve din meselelerini ele alan bu aydınlar şuurlu bir şekilde din sosyolojisi yapmamışlardır. Onlardan Ahmet Rıza ve Prens Sabahattin Osmanlı Devleti’ni kurtarmak ya da onu yenilemek için Batı’da doğan sosyoloji biliminden istifadeetmeye çalışmışlardır. AHMET RIZA: Önde gelen Jön Türkler’den olan Ahmet Rıza kendisine pozitivist felsefeyi öğreten Pierre Lafitte’in etkisi altında kalmıştır. Ayrıca o, A. Comte’nin kurduğu “Pozitivizm Cemiyeti” ne üye olmuştur. 1896’da yayınlanmaya başladığı Meşveret gazetesinin başlığı altına Pozitivizmin baş sloganı olan “Nizam ve Terakki”tabirini koymuştur. Bundan etkilenen merkeziyetçi Jön Türkler, teşkilatlarına “İttihat ve Terakki” adını vermişlerdir.(Daha önce cemiyetin adı İttihad-ı Osmani idi.) Ahmet Rıza, politik sistemini “Güç” ve “iktidar”kavramlarına dayandırmış olan A. Comte’un etkisiyle, Meşruti bir yönetimde merkeziyetçibir sistemi savunmuştur. Şark meselesi üzerine bir kitap yazan Mc Donald’a göre “inanmış bir pozitivist” olan Ahmet Rıza, büyük bir ihtimal ile iyi bir Müslüman sayılmazdı. PRENS SABAHATTİN: Yine önde gelen Jön Türk, Prens Sabahattin de Ahmet Rıza gibi Batı etkisinde yetişmişti. Avrupa’ya gidince Frederic le Play tarafından temsil edilmekte olan İlmi İçtimaî doktrinini benimsemiştir. Prens Sabahattin, Teşebbüs-ü Şahsi ve Âdem-i Merkeziyetcemiyetini kurmuştur. Yine Jön Türkler’den Mevlanzâde Rıfat, Prens Sabahattin’i kendi halkını, memleketini, dinini bilmediği için yanlış reçeteler sunmakla suçlamaktadır. E.E. Ramsaur da Prens Sabahattin’in, Demolins’in fikirlerini olduğu gibi alıp Osmanlı Devletine uygulamasını tenkit etmektedir. Önceleri Jön Türk liderlerinden olan Mehmet Murat’ta, sosyal meselelere fiziki ve biyolojik ilimlerin metodunu tatbik etmek isteyen Draper’in etkisinde kalmış ve laikliği savunmuştur. 1908 sonrası görülen diğer bir cereyan da uzun süre Paris’te meşrutiyet taraftarı olarak yaşayan Yahudi dönmesi Şefik Hüsnütarafından oluşturulmuştur. Bu zat Fransız sosyalisti Jean Jaures’in etkisinde kalarak Türkiye’de Marksistsistemi savunmuştur. Bu sistemin taraftarları Jön Türk ihtilalinden sonra (II. Meşrutiyet) “Sosyalist Fırka”isimli bir parti bile kurmuşlardır. 1912’de Selanik’te Türk Sosyalistler Birliğikuruldu. Türkiye’de modern anlamda bir din sosyolojisi geleneği 19. Yüzyılın sonlarından itibaren başlamıştır. Bu dönemde sosyolojiyle ilgilenen Ahmet Rıza, Ahmet Şuayp, Bedii Nuri, M. Satı, Prens Sabahattin, Celal Nuri, Ziya Gökalp ve Mehmet İzzet gibi ilk sosyologların din sosyolojisi ile ilgili konulara da temas ettikleri bilinmektedir. Bu sosyologlar arasında Ziya Gökalp’in daha farklı bir konumu vardır. Öncelikle o, 1915 yılında Darül- Fünun’da (İstanbul Ün.) ilmi içtima (sosyoloji) kürsüsünü kurmuştu. ZİYA GÖKALP: Ona kelimenin dar manasıyla feylesof diyemeyiz. Çünkü kendi ortaya koyduğu bir bilgi kuramı ve sistemi yoktur. Fakat o,meşgul olduğu Batı ilmine dayanarak cemiyetimizin bütün meselelerini en etraflı ve sistematik bir tarzda görmüş olan ilk büyük mütefekkirdir. Gökalp, genel sosyoloji çalışmalarının yanı sıra, İstanbul Darül-Fünun’ unda, özellikle ilerlemiş öğrencilerine 1916-1917’de Dini Sosyolojiadı altında dersler ve seminerler vermiş olup bunlar,İlmi İçtimai Diniadı altında basılmıştır. Hilmi Ziya Ülken’e göre onun bu sırada İlmiİçtimai, İlmi İçtimai Siyasi, İlmi İçtimai Dini gibi ders notlarının baskısı Türkiye’deki ilk sosyolojikitaplarıdır. Gökalp’in sosyoloji çalışmalarıyla din sosyolojisi çalışmalarını birbirinden ayırmak çok da kolay değildir. Dolayısıyla onun sosyolojisi aynı zamanda onun din sosyolojisi gibidir. Gökalp’in çalışmaları incelendiğinde onun,din kurumu üzerinde önemle durduğu görülmektedir. Çünkü onun toplum anlayışında din merkezi bir konumda yer almaktadır. O, birçok yazısında ya doğrudan ya da dolaylı olarak din kurumundan bahsetmiştir. Bu durumda onun Türkiye’de sosyolojinin kurucusu olduğu kadar, din sosyolojisinin de kurucu olarak kabul edilmesi gerekir. Ziya Gökalp, aldığı eğitim itibariyle çekirdekten yetişme bir sosyolog değildir. Onun sosyoloji ve din sosyolojisine yönelmesinin çok önemli sebepleri vardır. O, sosyolojiyle ilgilenmeye başlamadan önce, onun içinde vatan, millet ve hürriyet sevgisine dair çok güçlü bir ideal oluşmuştur. Daha sonra, çok zor durumdaki vatan ve milletikurtarmak için bir reçetearamaya başlayan Gökalp, aradığını sosyolojidebulabileceğini düşünmüştür. İdealist Bir Din Sosyoloğu: Ziya Gökalp’in sosyolojiye yönelmesinde dolaylı yoldan babası Tevfik Efendi’nin büyük etkisi vardır. Gökalp, kendi babasını ruhi derinliği olan, hür düşünceli, orta yolcu bir dindar olarak tanımlamaktadır. Ailenin Diyarbakır’daki lakabı “müftüzade”dir. Tevfik Efendinin en büyük emeli Ziya’nın İslamiyete sadık kalarak Batılı bir terbiye almasıydı. Gökalp’in vatan, millet ve hürriyet mefküresine sahip olmasında babasının büyük etkisi olmuştur. Babası bu noktada oğluna Namık Kemal’i ideal bir örnek olarak sunar. Tevfik Efendi, Doğu ile Batı ve mili değerler etrafında bir senteze ulaşılmasını savunan bir aydındı. Oğlunu da böyle yetiştirmek istiyordu. Gökalp’in babası bir sene geçmeden vefat etmiştir. Dolayısıyla oğluyla ilgili hayal ettiği bu eğitim programını uygulayamamıştır. Fakat bu düşünceler Gökalp için bir vasiyetname olarak onun içinde yaşamıştır. Gökalp, idadide Fransızca öğrenmeye başlar, Batı medeniyetinin anahtarı. Aynı zamanda amcası Hasip Efendi’nin yardımıyla Şark ilimlerinde de ilerler. Hasip Efendi ulemadan bir zattır. Hasip, Ziya’ya Arapça ile Farsça öğretti. Ona Gazali, İbn Sina, Farabi, İbn Rüşdgibi büyük İslam filozoflarını ve İbn Arabî, Celaleddin Rumigibi mutasavvıfların eserlerini tanıttı. Gazali’nin ünlü otobiyografisi Al-Munkız,özellikle metodolojik açıdan Ziya’yı çok etkiler. Bu eserde Gazali hakikati arama yolunda ne gibi aşamalardan geçtiğini anlatmaktadır. OnunDiyarbakır Mülki İdadisinde öğrenci iken Vali Sırrı Paşa’nın huzurunda, “Padişahım çok yaşa” diye, bağırmak yerine “Milletim çok yaşa” diye bağırması ve bundan dolayı disipline gönderilmesi onun milli duygularını göstermesi açısından dikkat çekici bir olaydır. Sosyolojiyi Tavsiye Eden Bir Hoca: Gökalp’in ideallerinin kökleşmesinde lise yıllarında kendisinden ders aldığı Rum asıllı Doktor Yorgi’nin de büyük etkisi olmuştur. Gökalp, bu yıllarda okulda bir taraftan Kelam ve Tasavvufgibi dersler alırken bir taraftan da tabi bilimlerle ilgili dersler alıyordu. O, bu dönemde milletin içine düştüğü problemlerden kurtulup kurtulamayacağını çok merak ediyordu. Kendine göre bir kurtuluş reçetesi arıyor fakat bu reçeteyi Kelam ve Tasavvuf gibi bilimlerde bulamıyordu: Gökalp, bu buhranlı döneminde intihar girişiminde bulunacak kadar zor günler geçirmiştir. O, bu dönemde kendisinin “hakikatı kübra”dediği büyük hakikati aramaktadır. Bu sıralarda okullarına yeni gelen Rum asıllı Türk dostu, tarihi tabii hocası Doktor Yorgi ile tanışır. Bu yeni hoca filozof meşrep bir hocadır ve Gökalp’e özel bir ilgi gösterir. Gökalp, onu büyük bir dikkatle dinler ve onun sözleriyle yeni ufuklara açılır. Gökalp, bu dönemde hakikatı kübrayı bulur. Bu hakikat aslında babasının kendisine vasiyetinden başka bir şey değildir: “Demek ki, büyük hakikat mefküreden ibaretti.En büyük mefküre de millet ve hürriyet mefküreleriydi.” Gökalp, bu idealini gerçekleştirmek üzere İstanbul’a gider. O sıralarda İstanbul’da tıp öğrencileri arasında oluşan gizli bir cemiyet içinde çalışmaya başlar. Belli bir süre sonra Doktor Yorgi de İstanbul’a gelir. Gökalp, eski sınıf arkadaşı Abdullah Haşim’in teklifiyle hocasını ziyarete gider. İşte bu ziyaret esnasında Doktor Yorgi, Gökalp’e mefküresine ulaşmak için hangi bilimlerin irşadıyla çalışması gerektiğinin ipuçlarını verir: “Türk gençleri siyasi bir inkılap yapmak, meşruti bir idare tesis etmek istiyorlar. Bu hareket tebcile şayandır. Yalnız bir cihet var ki inkılâp, taklitle olmaz. Türkiye’deki inkılâp, Türk milletinin içtimai hayatına, milli ruhuna uygun olmalı! Yapılacak Kanuni Esasi Türk milletinin ruhundan kopmalı! İçtimai bünyesine tevafuk etmeli! Böyle olmazsa, yapılacak inkılâbın memlekete muzır olması ihtimali var. İyi bir Kanuni Esasi yapabilmek için, öncelikle Türk milletinin psikolojisini ve sosyolojisinitetkik etmek lazım! Gökalp, hocasının bu sözlerini de bir vasiyet olarak telakki etmiştir. Gerçek Hürriyeti Tavsiye Eden Bir Pir: Ziya Gökalp’i ideal noktasında etkileyen şahısların üçüncüsü de Naim Bey isimli yaşlı bir inkılâpçıdır. Gökalp, onunla zaptiye nezarethanesinde tanışmıştır. Gökalp, bu nurlu ihtiyarın mefküreli ve ümitli sözlerinden derinden etkilenmiştir. Naim Bey’e göre gençler kedilerini ve milleti gelecek meşruti günlere hazırlamalıdır. Kurtarıcı Bir Bilim: Gökalp’in sosyolojiye yönelmesi, onun idealleriyle yakından ilgilidir. Gökalp, bu yeni bilimi mefkürelerine ulaşabilmek için en önemli bir araç olarak görmüştür. Dolayısıyla ona göre sosyoloji ya da din sosyolojisi ideallere ulaştıran bir bilimdir. Bu ideallere ulaşılması da milletin kurtulması ve yükselmesi anlamına geliyordu. Bu durumda Gökalp, sosyolojiyi kurtarıcı ve yükseltici bir bilim olarak algılıyordu. Gökalp, sosyolojiyi Osmanlı Devleti’ndeki hastalıkları teşhis ve tedavi edecek ayrıca toplumu bütünleştirecek bir bilim olarak görmüştür. Gökalp’in sosyolojiye bu bakışıyla Batı’daki A. Comte, K. Marx, E. Durkheim, H. Spencer ve M. Weber gibi grand teorisyenlerin sosyolojiye bakışları arasında büyük bir benzerlik vardır. Onlar da Batı dünyasında Fransız ve Sanayi Devriminden sonra ortaya çıkan“karmaşa”ya odaklanmıştı. Onlar bu büyük problemi sosyoloji ile çözebileceklerine inanıyorlardı. Ziya Göklap, İttihat ve Terakki Fırkası delegesi olarak Selanik’e gittiğinde E. Durkheim’den haberdar değildi. Bir gün eline E. Durkheim’in Sosyoloji Yönteminin Kuralları adlı eseri geçer. Ona göre bu kitabın içindeki yazılar,ülkenin sosyal durumunu incelemeye olanak sağlayacak niteliktedir Emil Durkheim’ın önderliğini yaptığı sosyoloji anlayışı, Batı’nın yine Batılı olan Marx karşısında geliştirdiği en kapsamlı ve sistemli sosyoloji ekolü ve dünya görüşüdür. Birçok açıdan Gökalp’in ilgisini çeken sosyolizm ekolü, Türkiye’nin sorunlarının açıklanmasında etkili olmuştur. Comte-Durkheim ikilisinin önderlik ettiği sosyolojizm ekolü, devrimci değil, düzen içerisinde ilerlemeci ve bu açıdan reformisttir. Çatışmayı ve sınıf esasını değil, milliyetçiliği ve liberalizmi esas almaktadır. Dini bir uyuşturucu olarak değil, temel toplumsal bir kurum olarak görmekte ve bu yanı ile halkın dinsel değerlerini önemsemektedir. Bu Batılı sosyologların teorilerinde din çok önemli bir yer işgal etmiştir. Bunlar modern din sosyolojisinin öncüleri ya da kurucuları arasında yer almışlardır. Gökalp, bu noktadan onlarla kıyaslandığında onun dine birçok Batı’lı sosyologdan daha fazla yer verdiği görülür. Türkiye’de birçok bilim dalında olduğu gibi, din sosyolojisi alanında da bir bilimsel gelenek vardır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında sistematik anlamda din sosyolojisi çalışmalarına rastlanmasa da dönemin sosyolog, felsefeci ve eğitimcileri din sosyolojisi konularına da temas etmişlerdir. Hüseyin Cahit, Durkheim’ in Din Hayatının İbtidai Şekilleriisimli kitabını Türkçe’ye çevirmiştir. Hilmi Ziya Ülken,Dini İçtimaiyatadlı makale serisini yayınlamıştır Aynı bilim adamının Dini Sosyolojikitabı bu saha da yazılan ve basılan ilk telif din sosyolojisi kitabıdır. 1949 yılında Ankara’da İlahiyat Fakültesi açıldıktan sonra Mehmet Karasan, Hans Freyerve Mehmet Taplamacıoğlu gibi bilim adamları din sosyolojisi alanında önemli çalışmalar yapmışlardır. Ayrıca sosyoloji kürsülerinde Z. Fahri Fındıkoğlu, N. Şazi Kösemihal, Şerif Mardin ve Amiran Kurtkan gibi birçok sosyolog da Türkiye’deki din sosyoloji çalışmalarına önemli katkılar sağlamışlardır. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] |
23 Aralık 2013, 15:46 | Mesaj No:6 |
Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 | Cevap: Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta) 6. HAFTA DİN-TOPLUM İLİŞKİLERİ BAĞLAMINDA DİN SOSYOLOJİSİ Din ve Toplumun Karşılıklı Etkileşimi: Din sosyolojisinin sistematik kurucusu Joachim Wach’ din sosyolojisini şöyle tanımlar; “din sosyolojisi; din ve toplumun karşılıklıve karmaşık ilişkilerini, dini grupları, dini önderleri sistematik ve bağımsız bir şekilde inceleyen bilim dalıdır. Bu tanımda en fazla dikkat edilmesi gereken noktalardan birisi din ve toplumun birbirini karşılıklı olaraketkilemesidir. Dinler, toplumları şekillendirmede en önemli kurumların başında gelir. Dindar insanlar genellikle, hep dinin toplumu etkilediğini düşünürler. Din sosyolojisi ise, Dinin toplumu değiştirmek istediği kadar toplumun da dini değiştirmek istediği tespitinde bulunur. Günümüz din sosyolojisinde dikkat edilmesi gereken en önemli noktalardan birisi budur; din ve toplum ilişkileri karşılıklıdır. Tevhidkelimesi, İslamiyet’in manevi bir sembolüdür. Bir çekirdeğin ağacın bütün özelliklerini kendi içinde barındırması gibi, tevhid tohumu da İslam medeniyeti’nin bütün özelliklerini kendi içinde saklamaktadır. İslam’daki tevhid anlayışı aynı zamanda fertten başlayarak bütün toplumu yeniden inşa projesidir. Din sosyolojisi açısından baktığımızda, dinin toplumu değiştirme talebi de toplumun dini değiştirme talebi de süreklidir.Bu talepler tamamen bitmez ya da ortadan kalkmaz. Dini hayatın güçlü olduğu dönemlerde, toplum dini zor değiştirmektedir. Dini hayatın zayıfladığı dönemde ise, toplum dine hâkim olmakta, onu kendi arzusuna göre değiştirmektedir. İslami literatürde, muharref dinler diye anılan sayısız din, bu gerçeğin bir ifadesidir. Aslı bozulan dinlerin aslını kim bozdu, ya da onları kim tahrif etti? Bu dinler elbette toplumsal baskılar sonucu bozuldular. Toplum fırsatbuldukça dini kendi talep ve istekleri doğrultusunda şekillendirmeye çalışmaktadır. Aynı dine mensup insanlar arasında yaşanan ihtilaflarda da din-toplum ilişkilerinin izleri vardır. Ehli Sünnet harici çıkan birçok dini akım, aslında bazı sosyal problemlerin yansımasıdır. Bu tepki hareketleri görünürde dini olsa da aslında çok derin sosyal ya da psikolojik sebeplerivardır. Din sosyolojisi, dini olayların tahlilinde bu karşılıklı ilişki noktasının altını ısrarla vurgulamaktadır. İslam dünyasında 1800’lerden sonra yükselişe geçen modernleşme hareketi de bu bağlamda ele alınabilir. Modernleşmede zayıf kültürlerin güçlü kültürleri taklit ederek kendini değiştirmesi vardır. Modernleşme değişiklik olsun diye yapılmaz. Belli oranda değişme bir ihtiyaçtır fakat bu öze bağlı kalarak yapılır. Modernleşmede ise, öz değerlere çok bağlı kalınmaz. Öz değerler küçümsenir güçlülerin değerleri yüceltilir. İslam dünyasında ilk modernleşme dalgaları Osmanlı, Mısır, Tunus ve Hindistan, Pakistan taraflarında çıkmıştır. Çünkü Batı ile en güçlüve cidditemaslarburalarda yaşanmıştır. Bu temaslar neticesinde Batı mağrur tavrıyla İslam toplumlarını ve İslamiyet’i küçümsemiştir. Bu küçümsemeye muhatap olan insanlardan bazıları da bu durumdan kurtulmak için onlar gibi olmayı yani modernleşmeyi seçmiştir. Böylesi bir sosyal temas olmasaydı dinde modernleşme talepleride olmazdı. 1880’lerde meşhur bir Fransız filozof olan Renan, Sorbon üniversitesinde bir konferans vermiş ve İslam dininin bilime, ilerlemeye engelolduğunu savunmuştur. Çünkü o dönemde Batı her alanda İslam dünyasına fark atmıştır. İslam dünyasını istediği gibi sömürmektedir. Batılı’lar Müslümanları geri kalmış insanlar olarak düşünmektedirler. Onlara göre bunun sebebi dinleridir. Bu meydan okuma karşısında, Namık Kemal’den Cemaleddin Afgani’ye kadar birçok kişi buna reddiyeler yazmışlardır. Bu durum, mevcut sosyal durumun dinlere bakışı derinden etkileyebileceğini göstermektedir. Dinlerle ilgili yapılan her modern yorumun,sosyal kesimlerin taleplerine cevap olduğu unutulmamalı. Mesela, 1980’lerden sonra Türkiye’de bir liberalleşme dalgası başladı. Muhafazakâr insanların da ekonomik imkânları arttı, sosyal hayatta, iş dünyasında, üniversitelerde onlar da yer almaya başladılar. Bu sosyal durum derhal dini yorumlara da yansıdı. Bazıları dindarın dini kılıklarıyla sosyal hayatta görünmesini hazmedemedi. Bunu kanunen engellemeye çalıştılar fakat bu mümkün olmayınca, bazı din adamlarına İslam’da başörtüsü yoktur, dedirttiler. Böylece onları kamusal alandan çıkarabileceklerini zannettiler. Burada şunu bir daha vurgulamak gerekiyor, bütün bunlar belli toplum kesimlerinin dine dair talepleri ya da dini kendi arzuları doğrultusunda değiştirme yani dini kendilerine uydurma talepleridir. Bu sosyal kesimler, güçlerine göre gerek ekonomik gerek de siyasi baskılar da uygulayabilir. Bu baskılar neticesinde bazı modernist din adamlarının o talepleri karşılama eğilimi de kaçınılmaz bir olgudur. Moderntoplumlarda toplumun dine olan baskısı çok güçlüdür.Din eğer bu baskıları savuşturamazsa özünü kaybedip yozlaşmış olabilir. Tarihte böyle asliyetini kaybetmiş binlerce din vardır. Yahudilik ve Hıristiyanlık da sosyal baskılara dayanamamıştır. İslam dini, temel metni ilahi koruma altında olmasına rağmen, bu baskıya hep maruz kalmış ve kalacaktır. Tarihte ırkçılık nasıl Amerikan toplumunu istila ettiyse, aynı şekilde Amerikan dinlerini de istila edecektir. Mormonizmin ondokuzuncu yüzyıl boyunca açıkça ırkçı bir dini hareket olarak nasıl geliştiği ve son dönemde ırksal açıdan daha açık, hoşgörülü ve dini kurumsallaşmayı kabul eden bir yapıya doğru nasıl evrildiğinin hikâyesi, şu teorik argümanı son derece başarılı ve neredeyse mükemmel bir biçimde ortaya koymaktadır: Dindar katılımcılar kabul etsin ya da etmesin, "dışarıda" yani sosyal hayatta cereyan eden hadiseler, çoğunlukla dini hayata da sirayet etmektedir. Mormonizmin erken dönemlerinde Joseph Smith ve diğer Mormon liderler köleliğe karşı olduklarını açıkça ilan etmişlerdi. Erken dönem Mormon Kilisesine üye olan siyahların sayısı yok denecek kadar azdı. Bu üyelerden birisi, Mormonizmin henüz başlangıcında, 1830'larda, kiliseye katılan Elijah Abel, Mormon meselelerinde aktif bir liderlik rolü oynadı. Mormonizmin ırkçılık konusunda yeterince özenli davranmadığı Mormonların kutsal kabul ettiği Mormon metinlerininden anlaşılır. Burada bazı noktalar dikkat çekcidir: Örneğin, kendi iradesine karşı kötü işler yaptıklarında, Tanrı insanların derilerini siyahlaştırır. Mormonların Tanrısına inanmayanlar, "karanlık, iğrenç vekirli insanlara dönüştürülürler". Günah, ten rengiyle doğrudan bağlantılıdır; daha günahkâr halklar siyah renkli iken, neredeyse hiç günahı olmayanların rengibeyazdır. İnsanlar inançsızlık ve günahtan kurtulmak için tövbe ederek gerçek dine bağlanıp gerçek tanrıya tapınmaya başladıklarında, tenlerinin rengisiyahtan beyaza döner. Eski Ahit'in iki lanetli karakterinin, yani Kabil ve Ham'ın, torunları olarak kabul edilirler. Açıkça ifade etmek gerekirse, bu ırkçı Mormon inanış ve doktrinlerin pratiğe dökülmesine yol açan olay, bütün siyahların Mormon papazlığından kurumsal olarak dışlanmasıdır. Ve şu anlaşılmalıdır ki; küçük, kendi kendini seçen dini virtüöz gruptan oluşmuş Katolik papazlığının tersine Mormonizm' de oniki yaşın üzerinde pozisyonu iyi olan tüm insanlar bir papazlık kurabilir. Papazlığa kabul edilmediklerinden dolayı siyahlar, sonraki yaşamlarında tam olarak yücelmeleri için gerekli olan, ebediliğe doğru evlilik "mührünün" vurulması da dâhil, tapınağın en kutsal odalarındaki, çeşitli ayinlere katılma hakkı gibi önemli dini imtiyaz ve haklardan mahrum kalıyorlardı. 1849'da "Kabil Habil'in hayatına son verdiği için... Allah Kabil'in tohumunu lanetledi ve onların papazlığını yasakladı" diye açıklama yapan da Mormon dininin ikinci lideri Brigham Young'dı. Yirmi yıl sonra, 1969'da, Son Gün Azizleri (LDS) Birinci Başkanlığı kendi konumunu halka yeniden ilan etti: Biz diğer ırklar kadar zencilerin de toplumun bir üyesi olarak anayasal imtiyazlara sahip olmaları gerektiğine inanıyoruz ve kilise üyelerinin bu hakların çiğnendiğini gördüklerinde vatandaş olarak kendilerine düşeni yapmalarını umut ediyoruz. Her bir vatandaş eşit fırsatlara sahip olmalı ve sivil haklar açısından yasalarla eşit derecede korunmalıdır. Fakat sadakat, vicdan ve teoloji, sivil hukukun alanına girmez... Yirmi yıl öncekinin aksine bu 1969 bildirgesinde şöyle bir ima vardır: Mormonlar siyahlara uygulanan papazlık yasağından rahatsızdırlar-yani bunun önemi ya da amacıyla ilgili kayıtsız bir durumdadırlar- fakat sonuç olarak kendileri ne kadar gizemli olursa olsun sadece Allah'ın emirlerini izlemektedir. Onlar siyahlara papazlık hakkı verilmeyişinin kendileriyle bir ilgisinin olmadığı, bunun yalnızca Tanrı ile ilgili olduğu konusunda ısrar ederler. Ayrıca şunu belirtmek gerekir ki; siyahların papazlık yasağına ilişkin bu bildirge, sadece gücü elinde bulunduranların hislerini yansıtmadı. 1972'de Louis Harris tarafından uygulanan bir anket, Utah'ta yaşayan bütün Mormonların %70'inin siyahların papazlık hakkı elde etmelerine karşı olduklarını ortaya çıkardı. Ayrıca oylayanların üçte biri 1960'lardaki siyahların papazlık yasağına ilişkin büyük çekişmenin, Mormon dinini yok etmeyi amaçlayan "siyahlara ait gizli bir-anlaşma"nın bir parçası olduğu konusunda hemfikirdiler. Ne var ki, 1978'de mucizevî bir şeyler olmuş ve yukarıda zikredilen Harris anketinden sadece altı yıl sonra Mormon hiyerarşisi direkt olarak Tanrı'dan yeni bir emir almıştır. Bu kez, Son Gün Azizleri Birinci Başkanlığı şöyle bir duyuruda bulunmuştur: Tanrı dualarımızı işitti ve uzunca bir süredir beklenen günün geldiği vahiy ile doğrulandı. Kilisedeki hersadık ve değerli insan, O'nun kutsal otoritesini uygulamaya koyma gücüne sahip olarak papazlık hakkını elde edebilir ve tapınaktaki kutsamalar da dahil bütün kutsamalara katılabilir. Bundan dolayı,kilisenin bütün değerli erkek üyeleri ırkına ya da renginebakılmaksızın papazlık hakkını elde edebilirler. Ne olmuştu da papazlık yasağından 150 yıl sonra Son Gün Azizleri Kilisesi (Mormon Kilisesi üyeleri) siyahların katılımını içtenlikle karşıladığını resmi olarak ilan etmişti? Resmi Mormon yorumuna göre şöyle olmuştu: Spencer W. Kimball o sırada kilisenin başkanı, yani kurumsal ve ruhani lideriydi. Tanrıya yönelik tek başına yaptığı dualarına ilave olarak, Kimball, bu konuyu Mormon hiyerarşisindeki diğer insanların gündemine de taşıdı. Bazı Mormon liderleri konuyu ciddi bir şekilde tartışmaya açtılar.Ve bir grup oluşturup Tanrıya yalvararak dua etmeye başladılar. Kimball tarafından yürütülen böyle bir dua oturumu sonrasında Tanrının yeni isteği ortaya çıktı. Orada bulunanlardan birinin de belirttiği gibi: İşte bu dua esnasında vahiy gelmişti. Tanrının ruhu güçlü bir şekilde hepimizi sarstı. Bu sırada, Pentekost gününde ve Kirkland Tapmak adamasında hissedilenlere benzer bir şeyler hissettik. Hepimiz de aynı sesi duyduk, aynı mesajı aldık ve duyulan sözün Tanrının isteği, iradesi ve sesi olduğuna şahit olduk. Siyahların papazlık yasağına son veren 1978'deki vahyin hemen öncesinde, Mormon liderlerini "güçlü bir biçimde sarsan" gerçekten Tanrı'nın Ruhu mu, yoksa sivil haklar sonrası Amerikan toplumununruhu muydu? İkincisinin daha iyi bir cevap olabileceğini düşündüren birkaç faktör bulunmaktadır:İlk olarak, bunun nedeni, Birleşik Devletlerdeki kurumsal ırkçılığın, daha yaygın bir biçimde 1950'lerdeve 60'larda Martin Luther King Junior tarafından yönetilen sivil haklar hareketinin direkt birsaldırısıyla karşı Siyah Amerikalıların çok sayıda kurumsal ırk ayırımına maruz kalmaya devam etmelerine rağmen, sivil haklar hareketi, Mormonizm de dahil, genel olarak Birleşik Devletlerin, büyük oranda değişmesine yol açmıştır. Her ne kadar tamamen yok olmasa da, ırkçılık artık yasal olarak daha fazla uygulanamaz ve kültürel olarak ise kabul edilemezdi. İkinci olarak, Mormon kilisesi sivil haklar hareketinin ardından bu öfkeyi belirli olaylarda doğrudan hissetmeye başladı. 1960'lar boyunca Ulusal Zenci Haklarını Geliştirme Derneği (NAACP), üyelerinin gazetelerde yazdıkları yazılarla, ırkçı politikalardan kaynaklanan belirli olaylara karşı yasal suçlamalarda bulunarak ve Utah'taki ayrımcı politikaları çok bariz olan çeşitli kamusal hizmetleri boykot ederek Mormon ırkçılığını açıkça kınamaya başladı. Ve Mormonların papazlığı engellemelerinin son bulmasına neden olan üçüncü bir faktör de, Mormonizm'in dışarıda/yabancı ülkelerde, özellikle Nijerya, Brezilya gibi ırksal çeşitliliği olan ülkelerde çarpıcı şekilde büyümesidir. Eski politikalara göre, "Zenci Kanını taşıyan" ne erkeklerin ne de kadınların tapmağa girmesine izin veriliyordu. ABD’de bir dini grup içerisinde yaşanan yukarıdaki örnek, sosyal şartların değişmesinin dini inanışları da ne oranda değiştirebileceğinin en çarpıcı örneklerinden birisidir. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] |
23 Aralık 2013, 15:46 | Mesaj No:7 |
Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 | Cevap: Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta) 7. HAFTA DİN-TOPLUM İLİŞKİLERİ BAĞLAMINDA DİN SOSYOLOJİSİ Din ve Toplumun Karşılıklı Etkileşimi: Din ve toplumun karşılıklı etkileşimi din sosyolojisi açısından çok önemlidir. Şimdi, sosyal hayat kaçınılmaz olarak dini hayatı etkiler gerçeğini gösteren başka bir örneğe gelelim. Irk meselelerinden cinsiyet meselelerinegeçelim ve sosyokültürel bir fenomen olarak feminizmin çağdaş dini yaşamı nasıl etkilediğini inceleyelim: Feminizm; Bell Hooks tarafından "karşı cinsin daha zayıf/yeteneksiz olduğuna inananların oluşturduğu baskıya son verme savaşı" olarak tanımlanmıştır. Laure Kramer feminizmi, "kadınların belirli yollarla baskı altında olduğuna ve bu baskının son bulması gerektiğine ilişkin görüş" olarak nitelendirmektedir. Eitzin ve Zinn feminizme, "kadınların eşitliği"ni destekleyen bir şey olarak işaret etmektedir. Feminizm, erkeklerle kadınların insan olarak eşit olmaları ve nasıl yaşamak istedikleri konusunda eşit seçenek ve tercihlere sahip olmaları gerektiği düşüncesini temel alan ideolojik vepolitikbir harekettir. 1920'de kadınlara oy hakkını kazandıran feminizmdir. Bu hareket sayesinde birçok kadına daha önceden kapalı olan sayısız iş alanı açılmıştır.Christel Manning'in özellikle detaylı bir şekilde ifade ettiği gibi feminizmin Amerikanhayatı üzerindeki etkisioldukça dikkate değerdir. Askeriyeden aileye kadar feminist ideolojive taleplerle karşılaşmayan hiçbir sosyal kurum yoktur. Din de bunun dışında değildir. Lester Kurtz'un belirttiği gibi, "tüm toplumların tüm düzeylerini derinden etkileyen modern hareketlerin en önemlilerinden biri kadınların eşitlik talebidir ve bu hareket çeşitli şekilleriyle büyük dünya dinlerinin temellerine meydan okumaktadır." Jack Wertheimer'in de vurguladığı gibi, feminizm "cinsiyet rolleri ve cinsel adetler hakkında çok derin sorular ortaya atarak bütün Amerikalı dini gruplara meydan okudu ve çok az dini grupfeminist gündemi göz ardı edebildi." Feminizmin kültürel bir güç haline dönüştüğüher yerde, din onunla çekişmek zorunda kalacaktır. Din feminizmle savaşıpona direnebilir veya feminizmle birleşip onu kabul edebilir, fakat her iki durumda da o, dinin evreninde kaçınılmaz bir bölüm olacaktır. Oregon'da, Eugene Yahudi topluluğunu incelerken bu gerçekle yüz yüze geldim. 1989'da Eugene'ye taşındığımda, sadece bir sinagog vardı: Beth İsrail Tapınağı. 1950'lerden beri yalnızca, kasabadaki tek cemaate, Eugene Yahudi topluluğuna hizmet veriyordu. 1990'ların başında, Oregon Üniversitesi'nden mezun olmak üzereyken, durum değişmeye başladı. Cemaat hizipleşmeyle son bulan, yoğun iç kavgalar ve bölünmeler yaşadı. Daima dayanışma ve birliğiyle övünmüş olan bu münzevi Yahudi topluluğu, birdenbire kendini acı bir boşanmaya giderken buldu. Ve birçok boşanmada olduğu gibi, bu bölünme oldukça sertti. Bu cemaatin bölünmesinin birçok nedeni vardı. Fakat gerilimin en önemli kaynağı, insanların bölünmenin merkezi olarak tanımladığı, hizipçiliğin temelinde yatan tek şey- cinsiyet meseleleri üzerindeki mücadeleydi. Sonuçta, bu bölünmenin merkezinde, erkeklerin ve kadınların sinagogdaki rollerive haklarıyla ilgili uzlaştırılamaz anlaşmazlıklar yatmaktaydı. Beth İsrail Tapınağı, geleneksel ataerkil organizasyon ve ibadet formlarına dayanan Muhafazakâr bir sinagog olarak kurulmuştur. 1970'lerin ortasında topluluğun ilk hahamının ölümü ve ardından yeni birinin görevlendirilmesiyle birlikte Beth İsrail Tapınağıdeğişmeye başladı. Kurumsal ve dini değişiklikler, 1980'ler boyunca muntazaman sürdü; değişikliklere genellikle yeni hahamın feminist eşi ön ayak oldu ve bu değişiklikler cinsiyet meseleleriyle ilgiliydi. İlk olarak, kadınların tüm sinagog törenlerine dâhil edilmesi geldi.Tevrat okuma, duaları yönetme, konuşma, şarkı söyleme -kısacası, kadınlara geleneksel Yahudiliğin sadece erkeklere ayırdığı tüm dini aktivitelerle uğraşma izni verildi ve onlar bu konularda cesaretlendirildi. Beth İsrail Tapınağı'nda birçok kadın ve erkek, bazı duaları, feminist hassasiyetlerine uygun hale getirmek için başarılı bir şekilde değiştirmişlerdir. Neticede, 1990'ların başında, her bir dua yeniden yazıldı. Böylece ataerkil öğeler kadar anaerkil öğeler de listelendi. Daha modern, cinsiyetsiz yaklaşımı tercih edenler ibadetlerini ana tapınakta sürdürürken,daha geleneksel yaklaşımlarla ilgilenenler ibadetlerini arka odada yapıyordu Fakat çözüm kısa solukluydu. Ana tapınaktakiler arka odadakilerin bir mehitzah diktiklerinden haberdar olunca, her şey tersine döndü. Mehitzah (sutre)fiziksel bir ayırıcı ya da engeldir ve -genellikle ince bir ahşaptan yapılmış küçük bir duvar ya da sıradan bir perde şeklinde- geleneksel Ortodoks ayinleri sırasında erkeklerle kadınlar arasına yerleştirilir. Mehitzah'ın amacı, insanları bölmek ve bir grup insanı dışlamaktır. Yaptıkları şey ırk ayrımıdır. Yeni Ortodoks grubun üyelerine göre mehitzah, erkekler ve kadınlar arasındaki fiziksel, psikolojik ve ruhsal farklılıklarınuygun bir kabulü ve uygulanması olduğu kadar, Yahudi geleneğinin de bir sembolüydü. Feministtaraftaki üyeler için mehitzah ataerkil baskının ve şüpheli dini köktenciliğin bir sembolüydü. Geleneksel taraftakiler mehitzahınkurulmasının uygun olduğunu düşünerek arka odada ibadet etme haklarının olduğunu düşündüler. Fakat ana tapınakta ibadet eden, sinagogun daha feminist görüşlü üyeleri, sinagogun her tarafına bir mehitzah inşa edileceğinden korktular. (Minyan,Tevrat'ı okumak için on adamın gerekli olduğu salt çoğunluktur. Geleneksel Yahudilikte, minyan oluşturulurken kadınlar hesaba katılmaz.) Sonuç olarak, feminist taraf, eğer arka odadaki geleneksel grup, erkekleri ve kadınları ayıran mehitzahı kaldırmazsa, Sinagogu terk etmek zorunda kalacaklarını ilan eden bir dilekçe topladılar. Küçük Ortodoks grup Beth İsrail Tapmağı'nı terk ederek bir ibadet yeri kiraladı, kendi hahamlarını buldu ve yüzyıllardır tek olan sinagogdan birdenbire iki tane oldu. Birleşik Devletlerdeki Yahudi cemaatlerinde pek çok benzer kavga ve bölünmeler yaşanmıştır. Ayrıca Yahudi toplulukları, cinsiyet düzenlemeleriyle ilgili farklılıklarla ve itirazlarla boğuşan tek topluluk da değildi. Cinsiyete ilişkin tartışma ve zorluklar, Katolik Kilisesinde Episkopal Kilisesi'nde Protestan Hristiyanlığında, Doğu Ortodoksluğunda, Budizm'de, İslam'da, Mormonizm'de, Yedinci Gün Adventist-lerinde, yeni dini hareketlerde, ruhani gruplarda ve özellikle kadınların papazlığa atanmalarıyla ilgili olarak hemenhemen bütün Protestan mezheplerinde yaşanmıştır. Ve bugün de yaşanmaya devam etmektedir. Din Toplum İlişkilerinde bazen dini motivasyonlarla toplumda çok önemli değişiklikler oluşturulabilir. Mesela ABD’de ırkçılıkla mücadele bağlamındadinin çok önemli rolleri olmuştur.Bu da din-toplum ilişkileri bağlamında önemlidir. Şimdi bu konudaki örnek olaya bakalım: ABD’de 1903’te W. E. Du Bois’in edebiyat ve sosyoloji klasiği The Souls of Black Folk (Siyah Halkın Ruhları) yayımlandı. Kitapta Alexander Crummel Hakkında’ diye bir başlık vardır. Bu başlıkta hayatını dine adamış bir adamın gerçek hikâyesi anlatılmaktadır. A. Crummel, kendini Tanrı’nın hizmetine, İncil vaazı vermeye ve insanları Hıristiyanlığa davete adamış, çok zeki güzel konuşan bir adamdı. Ancak bir problemi vardı: O, siyahtı. Din adamı olmak için, papaz okuluna müracaat ettiğinde, ırkçılık engeliyle karşılaştı. Okuldan bir zencinin papaz okuluna asla kabul edilemeyeceği cevabını aldı. Zira ırkçılık, on dokuzuncu yüzyıl Amerika’sında o kadar güçlü ve yaygındı ki; ülkenin önde gelen dini olan Hıristiyanlığın bu ırkçılığı tekrarlaması,yansıtması ve bazı durumlarda da güçlendirmesikaçınılmazdı. Aslında dini hayatın yanı sıra sosyal hayatın bütün alanlarında görülen bu tür bir ırk ayrımı, 2000’li yıllarda da, hala oldukça yaygın şekilde varlığını sürdürmektedir. Bununla birlikte, ırkçılığın Alexander Crummel’i ne mağlup edebildiğini ne de onun inancını yıkabildiğini hatırlamak gerekir. Bazı Hristiyanlar tarafından da dile getirildiği gibi karşılaştığı önyargı ve ayırımcılığa rağmen, Crummell Hıristiyanlığı terk etmemiş, tam tersine, yaşamını Tanrı'ya, inanca ve hayırseverliğe adamıştır. Hıristiyan bir misyoner olarak Afrika'da yıllarca kalmış, Washington Eyaletinde Aziz Luke Piskopos Kilisesi'ni kurmuş ve Amerika Zenci Akademisi'nin kurucuları arasında yer almıştır. Sivil Haklar Hareketi, 1950'lerde Birleşik Devletlerde ortaya çıkmış olan sosyal siyasi bir mücadeledir ve bu mücadele sayesinde Afrika kökenli Amerikalılar çeşitli ırkçı yasalara ve uygulamalara karşı başarılı bir şekilde meydan okuyup onları değiştirmişlerdir. Sivil haklar hareketi, Amerika tarihindeki en büyük toplumsal başarılardan birini temsil etmektedir. Esasen sivil haklar mücadelesi, siyah Hristiyan ahlakından ve ideallerinden doğmuştur. Bu mücadele boyunca kendi üyelerini bilgilendiren ve destekleyen hareketin tartışmasız lideri Dr. Martin Luther King'in birçok yazısında ve konuşmasında açıkça görüleceği gibi, siyah bir Hristiyan'ın Tanrı'ya olan derin inancı, sivil haklar hareketinin damarlarında akan kan gibidir. King'e göre, Tanrı'ya duyduğu güven, eylemciliğinin ve iyimserliğinin merkezindedir. Eğer Tanrı'ya karşı derinden ve sabır dolu bir inancınız yoksa, o zaman kaçınılmaz olan ertelemelerle, hayal kırıklıklarıyla ve değişikliklerle yüzleşmelerde kendinizi güçsüz hissedersiniz. Tanrı yoksa tüm çabalarımız küllere dönüşür... Sivil haklar hareketi öncesinde Güney öyle bir dünyaydı ki; beyaz ambulans sürücüleri, siyah olduğunu gördüklerinde yaralı ya da ölen insanları terk edebiliyorlardı. Hatta yaralı siyah kişi hastaneye gitmeyi başarabilirse, o zaman da hastane onu kabul etmiyordu. Bu dünyada ayrımcı yaşamın en ufak noktasına dahi meydan okumaya cesaret edecek bir siyah, uydurma ithamlarla kendisini işten atılmış, evden tahliye edilmiş veya tutuklanmış bulurdu; hatta polis gözetimindeyken çoğunlukla dövülür ya da öldürülürdü. Bu dünyada siyah bir çocuğun yol açtığı herhangi bir terbiyesizlik onun ölümüne bile yol açabilmekteydi. 1955’te on dört yaşında, siyah bir çocuk olan Emmett Till, eczanedeki beyaz bir kadın satıcıya sözde "hoşça kal bebek" demiş ve bunun sonucunda satıcının eşi ve eşinin erkek kardeşi tarafından öldürülmüştü. Bu cinayetle açıkça övünmelerine rağmen, her iki adamın da, tümüyle beyazlardan oluşan bir jüri tarafından herhangi bir suç işlemediklerine karar verilmiştir. Sivil haklar dönemi öncesinde Güney öyle bir dünyaydı ki; demokrasi ve özgürlük için Birleşik Devletler adına ülke dışında savaşmış olan siyahlar, sonuçta bunların her ikisini de reddeden bir ülkeye geri dönmüşlerdi. Medgar Evers, İkinci Dünya Savaşı'ndan yeni dönmüş bir grup savaş gazisi siyahı, oy vermek için kayıt yaptırmak amacıyla ilçe hükümet binasına götürdüğünde, beyaz bir çete, onları, ölümle tehdit ederek engellemiştir. Bazı durumlarda siyah savaş gazileri gerçekten de kendi yurttaşları tarafından öldürülmüşlerdir: Isaac Woodward Filipinler'de Japonlarla savaştıktan bir yıl ve Güney Caroline, Aiken'deki evine döndükten sadece iki hafta sonra beyaz bir polis tarafından öldürülmüştür. Emmett Till'in katilleri gibi, Woodward'ı öldüren polis memuru da tüm suçlamalardan beraat etmiştir. Sivil haklar hareketi, sürekli bir şiddet tehdidi ve realitesinden bunalan bu dünyaya cesaretle karşı gelmiş ve onun görünürdeki çirkinliğinin ve yasallaşmış dehşetinin çoğunu yumuşatmayı ve kaldırmayı başarmıştır. Yukarıdaki metinde ABD’de ırkçılıkla mücadelede Hıristiyanlık dinine vurgu yapılasa da bu konuda ABD’deki İslami hareketin etkisi Hıristiyanlıktan geri değildir. İslam dininin renk ayrımı yapmaksızın kardeşlik anlayışı, kölelik karşısındaki tutumları vb. dikkate alındığında ABD’deki ırkçılık karşıtı tutumlarda İslamiyet’in çok önemli olduğunu da vurgulamak gerekir. Malcolm X’in önderliğini yaptığı hareket büyük bir potansiyel taşıyordu. Bunu önlemek için Malcolm bir faali meçhul cinayete kurban gitmiştir. Ondan sonra da hareket bir türlü kendisini toparlayamamıştır. 11 Eylül saldırıları sonunda ABD’de Müslümanlara yönelik ayrımcı bakış yeniden hortlatılmıştır. Bütün Müslümanlar potansiyel terörist olarak algılanmak istenmektedir. Bu durum, ABD’de henüz bazı şeylerin tam anlamıyla aşılmadığını ya da bilerek çarpıtıldığını göstermektedir. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] |
23 Aralık 2013, 15:47 | Mesaj No:8 |
Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 | Cevap: Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta) 8. HAFTA DİNİ TECRÜBENİN ANLATIM ŞEKİLLERİ 1. SUBJEKTİF DİN VE OBJEKTİF DİN: Din ve toplum ilişkileri bağlamında ele alınması gereken konulardan birisi de, dinin ferdin işi mi yoksa toplumun işi mi olduğu tartışmasıdır. Bazı psikologlar dini tamamen ferdi bir olay olarak algılamaktadırlar. Bunlara göre din; her şeyden önce ferdi yani, öznel ya da sübjektif bir gerçekliktir. Batı’da özellikle Protestan ilahiyatçı ve filozofların etkisiyle güçlenen bu eğilim; Hıristiyanlığı Katolik kilisesinin genel yorumlarından kurtarmak için bu yola başvurmuştur. Bunlara göre Papa’nın yorumlarına gerek yoktur, her Hıristiyan İncili kendi dilinde okuyup anlayabilir. Bu noktaya aşırı vurgu dinde sübjektivizm denen bir akımı ortaya çıkarmıştır. Protestan ilahiyatının ya da sübjektivizmin ana sloganı; din bir vicdan işidir, şeklindedir. Bu anlayışa göre, herkes dini kendine göre anlamalı ve yaşamalıdır. Dinle ilgili herkesi bağlayan genel hükümler olmamalı ya da en asgari seviyede olmalıdır. Batı’da özellikle 18. ve 19. Yüzyıllarda etkili olan dini sübjektivizm akımının Türkiye’ye de etkileri olmuştur. Özellikle Cumhuriyet’ten sonra dinin bir vicdan işi olduğu noktasına çok vurgu yapılmıştır. XX. Yüzyılın başlarından itibaren dine tek bir açıdan bakan yukarıdaki anlayış terk edilmeye başlanmıştır. W. Schimidh ve Rudolf Otto gibi din uzmanlarının çalışmalarıyla dine objektif bakışın da gerekliliği ortaya konmuştur. Bunlara göre din, sadece ferdi değil, sosyal yani nesnel ya da objektif bir gerçekliktir. Sistematik din sosyolojisi yukarıdaki iki görüşü de yetersiz bulmaktadır. Yani, bazı psikologların öne çıkardığı dini sübjektivizm de yetersizdir, bazı sosyologların öne çıkardığı dini objektivizm de yetersizdir. Max Weber ve joachim Wach gibi kimselerce temsil edilen bu anlayışa göre dinin, hem sübjektif yönü hem de objektif yönü vardır. İkisi birbirine irca edilemezler. Din, psikolojik bir gerçek olarak ferdi alakadar ettiği gibi, sosyal bir gerçek olarak da toplumu alakadar etmektedir. Kaldı ki, dinin sübjektif boyutuyla objektif boyutunu birbirinden tamamen ayırmak da mümkün değildir. Çünkü ferdi gibi duran bir dini unsur bir anda toplumsallaşabilir. Toplumsal gibi duran bir dini unsur da aynı zamanda ferdileşebilir. Sübjektif Dini Tecrübenin Objektifleşme Süreci: Dinin başlangıcı genellikle tek bir fertle olmakta daha sonra topluma mal olmaktadır. Bunun için bir sürecin yaşanması gerekir. Din sosyolojisinde bu süreç dini tecrübenin sübjektiflikten objektifliğe çıkması süreci’dir. Din sosyolojisi genel olarak dini; korkutucu ve büyüleyici bir sır olarak kabul etmektedir. İşte bu korkutucu ve büyüleyici sır bir fert tarafından tecrübe edildiğinde ya da yaşandığında din, sübjektif olarak başlamış olur. Bu ilk aşamada dinle ilgili kutsal değerler oluşmaya başlar. İkinci aşamada dini ve dini kutsalları yaşayan fert, bu tecrübesinden emin olur yani bu tecrübeler aralıklarla tekrar etmeye başlar. Böylece din ferdin sübjektif dünyasında bir gerçek olarak idrak edilir. Üçüncü aşamada sübjektif bir gerçeklik olarak idrak edilen din, diğer insanların tecrübesine açılır. Onlardan da bu korkutucu ve büyüleyici sırrı yaşamaları istenir. Buna dine davet de diyebiliriz. Bu davet, bazen diğer insanlar tarafından reddedilir bazen de kabul edilir. Davet reddedildiği zaman din sübjektiflikten objektifliğe geçmemiş olur. Din, en az bir kişi tarafından kabul edildiği zaman ise, sübjektif alandan objektif alana geçmiş olur. Artık bu dini tecrübeyi birden fazla insan yaşamaktadır. Onlara yenileri de katıldıkça din yayılmaya başlar. Dördüncü aşamada, aynı dini tecrübe etrafında toplanan insanlar bu tecrübeleriyle ilgili kurumlar oluşturmaya çalışırlar. Bu kurumlar kurulduktan sonra din toplum hayatındaki sosyal gerçekliğini göstermiş olur. Bundan sonra bu kurumsallaşmanın gücü nispetinde din, sosyal hayattaki varlığını korur. Böylece sübjektif başlayan din tam anlamıyla objektifleşmiş olur. Din sosyolojisi açısından bakıldığında, bir dinin yukarıdaki süreci yaşaması için o dinin ya da inancın hak ya da batıl olması arasında hiçbir fark yoktur. Bazen batıl addedilen bir inanç kurumsallaşma sayesinde topluma mal olabilirken, bazen de hak addedilen bir inanç kurumsallaşamadığı için topluma mal olamamaktadır. Esasen din sosyolojisi, dini söylemde geçen hak ve batıl inanç kavramını benimsemez. Din sosyolojisi açısından inanç inançtır. Onun hak veya batıl olduğuna karar vermek din sosyolojisinin işi değildir. İslam dini gelir gelmez hemen kurumsallaşma yoluna gitmiştir. İslam dininin birçok prensibi kurumsallaşmaya yöneliktir. Mesela, İslam’ın sembolü tevhid manevi bir kurumdur. Bu kurum insanlara yeni bir hayat anlayışı yeni bir kainat tasavvuru getirmiştir. Abdest ve namaz da manevi kurumlar olarak değerlendirilebilir. İslam dini sadece manevi kurumlar oluşturmamıştır. Maddi kurumlar da kurmuştur. Bunların en önemlilerinden birisi Darul Erkam’dır. İslam’ın ilk yıllarında bir sahabenin evinin bir çeşit okul ve tekke olarak kurulması çok önemli bir kurumsallaşma hamlesidir. Bu okuldan ileride İslam’ı sırtlayacak nice sahabe yetişmiştir. Hz. Ömer de bu okulun kırkıncı öğrencidir. Bundan sonra İslam’ın kurduğu maddi ve manevi kurumlar giderek artmış ve toplumda bir daha unutulmamak üzere kök salmıştır. Zaman zaman bazı kurumlarda yozlaşmalar olsa da İslam eski kurumlarını yenileme ve özüne uygun yeni kurumlar oluşturma kapasitesine sahiptir. Çünkü İslam’ın temel kitabı olan Kur’anı Kerim, o büyük sübjektif ve objektif tecrübeyi her an canlı tutmaktadır. 2. DİN-TOPLUM İLİŞKİLERİ BAĞLAMINDA DİN SOSYOLOJİSİNİN TESPİTLERİ: Din sosyalleştikten sonra topluma mal olmaktadır. Topluma mal olan bir dinin toplumun üstünde “manevi” ya da “aşkın” bir boyutu da var mıdır? Bu din sosyologları ve din bilimcileri arasında tartışılmıştır. Bazılarına göre din, toplum hayatının bir görüntüsünden ibarettir. Onun içinde doğduğu toplumu aşan bir yönü yoktur. Bazılarına göre ise, özellikle semavi dinlerin, içinde doğdukları toplumu aşan aşkın boyutları vardır. Buna göre din, toplumun basit bir görüntüsü değildir. İslam’ın doğduğu yıllarda, cahiliye toplumu maddi sembolleri aşırı derecede yüceltiyordu. Bu insanlar birçok puta tapıyordu. Dahası her şeyi maddi olarak izah etmeye çalışıyorlardı. Böyle bir toplum içinde doğan İslam’ın tevhid akidesi manevi bir semboldür. İlah olarak da tek bir ilahı vurgulamıştır. Bu ilah hiçbir maddi varlıkla izah edilemez. Bu derece maddi bir toplum içinde bu derece manevi sembollerin öne çıkması o dönemin kültürel yapısıyla izah edilebilir mi? Öyle bir toplumda böyle bir dinle ortaya çıkmak dünyevi beklentiler açısından akıl karı mıdır? Bu açıdan bakıldığında İslam’ın içinde doğduğu toplum yapısını katkat aşan yönü gayet net bir şekilde görülür. Din sosyolojisinin daha çok kabul gören yorumu şöyledir: Bir din, içinde hayatiyet bulduğu toplumsal yapı ile doğrudan ilişkili olabileceği gibi, bir ölçüde ondan bağımsız bir varlık da gösterebilir. Bu bakımdan din, bir ölçüde toplumsal yapıyı destekleyici bir fonksiyon gösterebildiği gibi, belli bir ölçüde de onun dışında çalışan özerk bir mekanizmaya da sahiptir. Dini Tecrübenin Teorik Anlatımı (İtikadlar): Her dinin bazı teorik prensipleri vardır. Bunlar o dinin akide ya da inanç esaslarından doğmaktadır. İster batıl ister hak, ister ilkel (basit) ister yüksek dinler olsun her dinin bir takım inanç esasları vardır. Bunlar o dinin ilah, peygamber, dünya, ahiret, kâinat, insan, tabiat vs. tasavvurlarıyla ilgili esaslardır. İşte bu esaslara dini tecrübenin teorik anlatımı ya da akideler diyoruz. İlkel ve politeist (çok tanrılı) dinlerde teorik anlatım bir takım “mitlere” dayanmaktadır. Mit, efsane, söylence, masal kelimeleriyle karşılanmaktadır. Kur’ani ifadede “esatir” kelimesiyle karşılanabilir. Mit’in kavram anlamı, bir toplumun geçmişiyle ilgili nesilden nesile büyük övgülerle anlattıkları olağanüstü nitelikteki öykü ve inançlardır. Mitleri bilimsel bir şekilde araştıran bir bilim dalı da doğmuştur bu bilim dalına “mitoloji” denir. Mesela, klan toplumlarında totemlerle ilgili birçok mitolojik hikâye vardır. Kırgızların meşhur Manas Destanı da mitolojik bir hikâyedir. Mitoloji, efsanelerin tamamen hayal ürünü olduğunu kabul etmez. Bunların içinde çok önemli bilgiler de vardır. Özellikle halk dindarlığında bu tarz hikâyelerin etkileri büyüktür. Din sosyologları mitolojilerden hareketle ilkel dinlerdeki efsanelerin yüksek dinlerde birer akide ya da inanç esası haline geldiğini savunmaktadırlar. Onlara göre mukaddes denen dini kitapların içinde birçok mitolojik unsur vardır. İlkel dinlerde dinin özünü ifade eden bu semboller maddidir. Mesela, klanlarda dinin sembolü totemdir ve totemlerin maddi heykelleri vardır. Dinler ve insan zihni geliştikçe sembollerin manevileştiği görülmektedir. İslamiyet, elbette ilkel dinlerden gelişerek ya da etkilenerek oluşmuş bir din değildir. Bununlar birlikte yukarıdaki zaviyeden İslam dinine bakmak da mümkündür. Bu bağlamda bakıldığında İslam’ın temel formülünün ya da sembolünün tevhid akidesi olduğu söylenebilir. Tevhid akidesi tamamen manevi bir semboldür. Esasen İslam’ın birçok sembolünün manevi olduğu söylenebilir. Bununla birlikte İslam’ın bazı maddi sembolleri de vardır. Bu sembolleri İslami literatürde “şeair” kelimesiyle de karşılayabiliriz. Bunlar dinin kimlik kartları gibidir. Mesela ezan bir şeairdir ve manevi bir semboldür. Müslümanlar, üzerlerinde ve evlerinde dinle ilgili çok maddi şeyler taşımazlar. Müslümanların Hıristiyanlıkta olduğu gibi haç gibi maddi sembolleri yoktur. Bu durum İslam’ın mükemmeliyetini gösteren noktalardan birisi olarak görülebilir. Günümüzde İslam’ın dışında Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm, Hinduiz gibi dinlerde maddi semboller hala çok önemlidir. Mesela Hıristiyanlıktaki haç, Hz. İsa’nın Hz. Meryem’in ikonları vs. maddi sembollerin varlığını göstermektedir. Din sosyolojisine göre maddi sembollerin yoğunluğu ilkel dinlerin kalıntılarının yoğunluğuna işaret etmektedir. Dini Tecrübenin Pratik Anlatımı (İbadetler): Din sosyolojisinin pratik anlatımla ilgili tespitleri şöyledir: İlkel dinlerde pratik anlatım yani ibadetler teoriden önce gelmektedir. Fustel de Coulanges, klasik Antik Çağda “din” kelimesinin ayin ve ibadet anlamına geldiğini ifade etmektedir. Rocer Bastide, dinin bir inançlar sistemi olmazdan önce bir mensekler bütünü olduğunu tasdik etmektedir. Mawinck’e göre din ibadetle başlamıştır. Dinlerde ibadet fiillerini tipleştirmeye çalışan E. Underhill onları şu dört gruba ayırmaktadır: 1- Mensekler. 2- Semboller. 3- Takdis Ayinleri. 4- Kurbanlar. İslam âlimleri ise genellikle ibadetleri üç ana kategoride toplamışlardır: 1- Bedeni İbadetler (Namaz, Oruç, Dua vs.) 2- Mali İbadetler (Zekât, Fitre, Kurban, Sadaka vs.) 3- Hem beden ve hem de malla yapılan ibadetler (Hac) İbadetleri fonksiyonel açıdan değerlendiren Morice Goguel, ibadetlerin şu fonksiyonlarını tespit etmiştir: 1- İbadet, dinin bir ifadesi olmak bakımından sembolik bir fonksiyon taşımaktadır. 2- İbadet, onu ifa edenlerde dini duyguları besleyip geliştirmesi itibariyle didaktik (öğretici) bir fonksiyon göstermektedir. 3- İbadetler kutsal varlıkla bağ kurulmasını sağladıkları için mistik bir fonksiyon da taşımaktadırlar. Yukarıdaki açıdan İslam’ın temel ibadeti olan namaza baktığımızda; namaz İslam’ı sembolize etmektedir. Öte yandan namaz kılmak, İslam’a olan ilgi ve alakayı kuvvetlendirmektedir. Namazda İslam’ın bütün büyük ibadetleri sembolize edilmektedir. Namazda yeme içme olmaz; bu İslam’ın Oruç ibadetini sembolize etmektedir. Namaz’da Kâbe’ye dönülür, o mekânlar hatıra gelir bu İslam’ın Hac ibadetini sembolize etmektedir. Namaz da geçen belli bir zaman dilimi ömürden verilmiş zekât olarak düşünülmekte bu da; zekat ve sadaka gibi ibadetleri sembolize etmektedir. Namaz’da İslam’ın manevi sembolü olan kelimei tevhid ve şehadet kelimeleri de zaten vardır. Bu yönüyle namaz, İslam’ın temel ibadetlerini onu ifa edenlere öğretmekte ve bunları tazelemektedir. Namaz’daki secde anı İslam Peygamberi tarafından, bir Müslüman’ın Rabbine en yakın olduğu an olarak tarif edilmiştir. Dolayısıyla namaz, Allah’la kul arasındaki en güçlü bağın kurulduğu bir müessesedir. Bazı İslam büyükleri namaz’ın kâinattaki bütün varlıkların ibadetlerini kapsadığını ifade etmişlerdir. Buna göre kıyam anı, ağaçların, bitkilerin ibadet ve zikirlerini, rüku anı yürüyen hayvanların ibadetlerini, secde anı sürünen hayvanların ibadetlerini temsil etmektedir. Yani onların gayri şuuri olarak yaptıkları ibadet ve zikirleri bir Müslüman namazında şuurlu olarak Rabbine takdim etmektedir. Namazın bu gibi yönleri onun ne kadar yoğun bir mistik değer taşıdığını ortaya koymaktadır. Din sosyolojisinin pratik anlatım bağlamında üzerinde durduğu temel nokta; ibadetin birleştirici ve bütünleştirici fonksiyonu yani cemaat oluşturan yönüdür. Din sosyologlarına göre, ibadetlerin bütünleştirici etkisi akidelerin bütünleştirici etkisinden çok daha fazladır. Hiçbir teolojik doktrin, dogma ya da inanç; ayin, tören ve mensekin yaptığı birleştirici tesiri yapamaz. İslam dininin toplu ibadetleri teşvik etmesi önemli bir noktadır. İbadet zaten cemaat oluştururken İslam, o ibadetin de cemaat halinde yapılmasının daha faziletli olduğunu vurgulamıştır. Bu İslam’ın toplumsallaşmaya, sosyalleşmeye verdiği önemi göstermektedir. Dini Tecrübenin Sosyolojik Anlatımı (Dini Grup ve Sosyal Tezahürler): Yaşayan bir din, tabiatı icabı sosyal münasebetler kurmak ve sürdürmek zorundadır. Din sosyolojisinin tespitlerine göre arkaik (ilkel, eski) dönemlerdeki toplumlarda din, daha cemaatçi bir özellik gösterirken bu modern toplumlara doğru giderek azalmaktadır. Modern toplumlarda bazı felsefi akımların da etkisiyle ferdiyetçi bir anlayış hâkim olmuştur. Ayrıca dinin öneminin azalmış olması da ferdiyetçiliği tetiklemiştir. Ferdiyetçiliğin gücü nispetinde de aile ve akrabalık bağları gibi toplumsal kurumlar zayıflamaktadır. Bu toplumlarda fert çok güçlü olmasına rağmen yalnızdır. Batı toplumları yalnızlaşan ferdi kurtarmak için onu seküler (dünyevi) kurumlarla toplumsallaştırmaya çalışmışlardır. Fakat bunlar bir dereceye kadar insanı kontrol edebilmekte ya da onun ruh ve kalbine bir dereceye kadar hitap edebilmektedir. Çünkü insanın ebediyet beklentisi gibi çok derin duyguları vardır. Bunları tatmin edebilecek yegane kurum dindir. E. Durkheim, dini gruplar arasındaki cemaat bağlarının gücünün bile intihar gibi birçok sosyal olayı yakından etkilediğini savunmuştur. Ona göre, cemaat bağları güçlü bir dini grupta bulunan insanlar bu bağları daha gevşek olan dini gruba nispetle daha az intihar ediyorlardı. İslam dünyasının dini grupları birer potansiyel enerji olarak algılayıp, onları sosyal hayatta daha faydalı bir hale getirmesi gerekmektedir. Din sosyolojisinin ve çağdaş dünyanın yaklaşımı bu yöndedir. Din sosyolojisinde dini grup, dini tecrübenin sosyolojik anlatımının en tabii bir sonucudur. En arkaik toplumlarda da en ilkel toplumlarda da dini grup mutlaka bulunur. Dini grubun teknik tanımı ise şöyledir: Dini bir gaye etrafında birden fazla ferdin birlikte olduğu, gruba aidiyet hissi olan, ortak değerleri olan, karşılıklı rolleri ve statüleri olan sosyal birime dini grup denir. Din sosyolojisinde dini gruplar iki ana gruba ayrılır, özdeş dini gruplar sırf dini gruplar. Özdeş dini grup, hem kan bağı hem din bağı olan dini gruplardır. Mesela, klanın reisi hem aile büyüğüdür hem de dini liderdir. Din sosyolojisine göre ilk dönemlerdeki aile, klan ve köyler özdeş dini grup içerisinde değerlendirilmektedir. Sırf dini grup ise, arada kan bağı olmaksızın dini sebepler yüzünden oluşmuş gruptur. Her dinde yüzlerce, hatta binlerce dini grup ortaya çıkmıştır. Mesela İslamiyet’teki tarikat ve cemaatlerin her biri sırf dini gruptur. Günümüzde özdeş dini grup pek kalmadığı için daha çok dini grup kavramı kullanılmaktadır. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] |
23 Aralık 2013, 15:48 | Mesaj No:9 |
Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 | Cevap: Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta) 9. HAFTA MODERN TOPLUMLARDA DİN VE SOSYAL DEĞİŞME: 1. MODERN TOPLUMLARDA DİNİN KONUMU: Modern toplum, modern değerlerin yaşandığı toplum demektir. Modernlik eskinin dışlanması ve yeninin kutsanması şeklinde algılanmaktadır. Köklü bir dönüşüm projesi olan modernizm; kendi dışındaki toplumsal yapıları gelenek ve öteki olarak algılamaktadır. Ona göre modern toplum gelenekselden ya da öteki toplumlardan daha üstündür. Geleneksel ve öteki olanlar modern olana doğru dönüştürülmelidir. Modernleşme eski zamanın toplum tipinden yeni zamanın toplum tipine geçiştir. Dinlerin değişim ya da modernleşme karşısında iki ana tavrı vardır. Birincisi değişime direnmek, ikincisi de değişimi benimsemek. Dinler bazı konularda değişime direnirler çünkü bu değişim kendi öz değerlerine zarar verir. Bazı konularda da değişime destek verirler çünkü bu değişim onların öz değerlerine zarar vermez, onların güncel hayatla daha uyumlu yaşamasını sağlar. Fakat bu “değişim dengesinin” çok iyi kurulması gerekmektedir. Aksi takdirde dinler kendi özlerini kaybederek modern hayatın tükettiği bir unsur haline gelirler. Modern paradigma, dönüştürmeye çalıştığı dinlerin orijinal yapısını koruma gibi bir kaygı taşımaz. Ona göre dinlerin en makbul olanları kendi değerlerine en yakın olanlardır. En orijinal olanın değil en modern olanın değeri vardır. Bundan dolayı o, bütün dinleri modernleşmeye cesaretlendirmektedir. Ona göre sadece modernleşmesini gerçekleştirebilen dinler modern hayatta yaşamayı başarabilirler. Bu dönüşümü gerçekleştiremeyen dinlerin modern hayatta yaşama hak ve şansları yoktur. Çünkü onlar öteki bir dünyayı ve öteki bir zamanı temsil ederler. Modern toplumun temel karakteristiklerinden birisi “öteki” üzerinde kurduğu ağır baskılardır. Bu baskılar maddi ve manevi alanın her ikisini de kapsamaktadır. Tarih boyunca dinler, genellikle bu modernleştirici baskılar karşısında yenik düşmüşlerdir. Dinler tarihi bu yönüyle; kendi zamanlarının modern baskılarına dayanamayan ve aslını kaybeden dinlerin tarihi olarak da okunabilir. Her yeni din, modern hayata bir cevap ve her modernleşme hareketi de geleneksel olanı değiştirmeye yönelik bir hamle olarak değerlendirilebilir. Tarihteki bu dialektik süreçte zaman zaman sentezlerin de yapıldığı gözlenmektedir. Yani, modern olanla geleneksel olanın denge ve barış içerisinde yaşadığı dönemler. Dini ve siyasi seçkinler, yukarıdaki ilişkilerde başat konumda yer alırlar. Peygamberler, din kurucuları, dini önderler modern hayatla geleneksel hayat arasında her biri değişik şekillerde denge kurmaktadırlar. Buna göre bazıları modern hayatı kökten reddetmektedir. Bazıları da modern hayata tamamen teslim olmaktadır. Bazıları modern hayatı ıslah etmeye çalışmaktadır. Din ve modern hayat bağlamında belki de en zor olan tavır; modern hayatı dönüştürme tavrıdır. Bu herhangi bir geleneksel din için çok zor bir durumdur. Çünkü modern hayatın değer kodlarıyla geleneksel dinlerin değer kodları birbirinden oldukça farklıdır. Modern hayatın değerler sistemiyle geleneksel dini değerleri uzlaştırmak çok zor ve zaman alıcı bir şeydir. Bazı din sosyologlarına göre, geleneksel dinlerin modern hayatta yapabileceği en iyimser tutum, modern hayatta kendi varlığını korumaktır. Modern hayatın değişim ve dönüşüm konusunda en fazla baskısına maruz kalan kesim din adamları sınıfıdır. Bunlar iki temel açıdan baskıya maruz kalırlar. Birincisi modern talepler karşısında dini tutumunu değiştirmeyen din adamlarının dışlanması ve cezalandırılmadır. İkincisi de modern talepler doğrultusunda dini yorumlayan ya da değiştirmeye teşebbüs eden din adamlarının mükafatlandırılmasıdır. Din adamlarının bu iki uç kutup arasında çok farklı tutumları da olabilir. Modernizm, kendisine uymayan yorumlar yapan geleneksel din adamlarına karşı hiç de demokrak tavır benimsemez. Onlar üzerinde maddi ve manevi her türlü baskıyı kurar. Özellikle modernizm her hangi bir toplumda ilk kök saldığı yıllarda daha da şiddetlidir. Bu dönemde dinin geleneksel yorumları “irtica”, “gericilik”, “yobazlık” gibi isimlerle yaftalanır. Halk ile bu tarz din adamları arasındaki bağlar kesilmeye çalışılır. Onlarla ilişkilerini devam ettiren halk da değişik şekillerde cezalandırılır. Öte yandan dinin modern yorumlarına yönelen din adamları da değişik şekillerde mükâfatlandırılırlar. Onların yaptığı yorumların dinin özüne uyup uymaması hiç sorgulanmaz. Yeter ki bu yorumlar modern hayatla çatışmasın, modern değerlerle uyumlu olsun. Kimse bu sürecin sonunda dinin dejenere olabileceği endişesini taşımaz. Bu bağlamda dinin rasyonel ve pozitif bilimlerle uyumlu bir yorumu arzulanır. Ayrıca bu yorumların modern değerler sistemiyle de uyumlu olması arzulanır. Mesela, hayat kavramı dünya merkezlidir. Ahiret hayatı kavramı modern paradigmada yok gibidir. Hayatın faali olarak da insan görülmektedir. İlahi fiiller adeta yok sayılmaktadır. Pozitif bilimlerin kâinattaki olayları bilimsel izahları, o olayların kim tarafından meydana getirildiği sorusunu unutturmuştur. Tanrı, bilimin konusu olmaktan çıktığı gibi, hayattan da uzaklaştırılmaya çalışılmaktadır. Bu dönemde dini yukarıdaki ana çizgiye en fazla yaklaştıran modern yorumlar büyük övgü kazanmaktadır. Dini toplum hayatından mümkün olduğunca uzaklaştırıp, onu insan vicdanıyla sınırlamak gerekmektedir. Dini semboller dış dünyada mümkün olduğunca görülmemelidir. Dinin dini grup oluşturma özelliği görmezden gelinerek, dinin tek tek fert vicdanlarında yaşayan yönüne ağırlık verilmektedir. Bu dönemde dinin modern hayata uyumunu hızlandırmak için dinde reform talepleri de kendini göstermektedir. Bu bağlamda birçok reformcunun da ortaya çıktığı ya da çıkarıldığı görülür. Dini bu çerçevede yorumlayan din adamları ideal tipler olarak halkın gözüne sunulmaktadır. Medya bütün gücüyle bunların konuşma ve yazılarını halka ulaştırmaya çalışır. Modern dönemde halk, dini açıdan büyük bir bilgi problemi yaşamaktadır. Dini konularda nasıl bir tutum belirleyeceği konusunda kafası karışıktır. Modern yorumlara mı yoksa geleneksel yorumlara mı uyacağını bilemez. Bazı konularda geleneksel bazılarında modern davranır. Fakat modernizmin güçlü olduğu toplumlarda süreç, modernleşme yönündedir. Çünkü modernizmin değişim talepleri süreklidir. Bunun karşısında geleneksel direncin de sürekli olması gerekir. Bu direncin merkezinde din adamları yer almaktadır. Onların direnci kırılmazsa onların etrafında belli bir halk grubu da toplanır. Bazen modern hayat, önceleri çatıştığı din adamlarını daha sonra kendi safına katabilir. Böylesi saf değişiklikleri halkın da modern talepler karşısındaki direncini kırabilir. Bazı modernleşme projelerinde resmi dini kurumlar vasıtasıyla modernleştirme faaliyeti yapılır. Böylesi resmi kurumlar doğrudan ya da dolaylı siyasi baskılara maruz kalırlar. Bu kurumlarda görev alan din adamları da çok değişik tavırlar geliştirmişlerdir. Bazen kendilerine gösterilen hedefler doğrultusunda hareket ederler, bazen uzlaştırıcı bir tavır benimseyerek dinin orijinal yapısını korumaya çalışırlar. Öte yandan geleneksel din adamları kendileri resmi yapının dışında kaldıkları için bütün resmi din adamlarını dine zarar veren insanlar olarak tanımlar. İki binlerin başından itibaren bütün dünyada modernizmin temel tezi olan sekülerleşme (dünyevileşme) hızında belli bir yavaşlamanın olduğu gözlenmektedir. Bu konuya Peter L. Berger, Rodney Stark, Thomas Luckman gibi birçok sosyal bilimci ve din sosyoloğu dikkat çekmektedir. Luckman’a göre modernizm hayatı anlamlandırmada yetersizdir. Dini dikkate almadan bu alanda yapılan izahlar son derece yetersizdir. Fakat şunu da ifade etmemiz gerekir ki, tarihsel tecrübe bize modernizmin hiçbir zaman teslim olmadığını da göstermektedir. Dünyevileşme hızı zaman zaman azalsa da asla bitmez. Bu bağlamda din karşısında modern talepler hep varolmaya devam edecektir. Modern toplumlarda din ve sosyal değişmeyi daha iyi tahlil edebilmek için din sosyolojisinde bu alanda yaşanan temel tartışmalara bir göz atmak gerekmektedir: Çağdaş din sosyolojisinde temel tartışma, Comte ve Durkheim’dan beri en baskın sosyal teori olan dini tesirden uzaklaştırma (seculariza’tion) tezinin yanında ya da karşısında olma noktasında düğümlenmektedir. Dinin azalan etkisi şu göstergelerde görülebilir: * Dini aktivite ve törenlere katılımlardaki azalmalarda. * Dini organizasyonlara üyelikteki azalmalarda. * Sosyal hayat ve kurumlardaki dini kurumların etkisinin azalmasında. * Dini öğretilerdeki inanç ve otoritenin azalmasında. * Kişisel ibadet, dua ve imandaki azalmada. * Ahlaki değerleri teyit eden geleneksel dini otoritedeki azalmada. * Dini mesleklerin sosyal öneminin azalmasında, rahiplik hayatının azalmasında ve rahip sınıfı aleyhtarlığında. * Dini ritüeller ve inanç sistemlerinde yapılan dahili sekülarizasyon ya da eksikliklerde. Bütün Avrupa ülkelerinde dini meslekler azaldı ve birçok ilahiyat fakültesi birleşti ya da kapandı. Sekülarizasyon ile ilgili belli başlı teorisyenlerden olan Bryan Wilson, Peter Berger, David Martin ve Steve Bruce; buna modernleştirmenin direk bir sonucu olarak bakarlar. Avrupa nüfusunun kırsaldan şehirlere ve ziraatten endüstriyel mesleklere doğru modern değişimi bu bağlamda çok önemli görülmektedir. Bilhassa kiliseye gitme oranının küçük merkezlerde, köy alanlarında şehirlere kıyasla çok yüksek olması ve endüstri işçileri arasında ise çok düşük olması dikkate değerdir. Toplumun kırsaldan şehre, ziraatten endüstriyel bağlara doğru değişen karmaşık yapısı, sosyologlar tarafından sosyal fark olarak isimlendirilmektedir. Reformasyon ve Rönesanstan sonra kilise, sadece ekonomik konulardaki ağırlığını kaybetmekle kalmadı, kilise ve devlet tedrici olarak birbirinden daha fazla farklılaştı. Bryan Wilson, bu sosyal farklılaşma sürecini sosyalleştirme (sosyalizasyon) olarak isimlendirmektedir. Modern öncesi toplumlar yüz yüze küçük toplumlar olarak karakterize edildi. Modern toplumlar ise, ortak sosyal süreçler, büyük sosyal kurumlar ve hayatın toptan organize edildiği büyük şehirler ile karakterize edildi. Weber, dünyevileştirmeyi doğuran sosyal dinamik olarak rasyonalizasyonu görmektedir. Modern hayat, kilise ritüelleri ya da kutsal ayine ait zamanlar ve kutsal günler tarafından düzenlenmemiştir. Modern hayat; doğumlar, ölümler gibi tescil edilmiş ya da işe gidiş, makinaların bakımı ve iş vardiyası gibi tekrarlanan bürokratik süreçler tarafından belirlenmiştir. Modern toplumlardaki anlam ve amaçlar teknik ya da örgütsel işlemlere bağlanmıştır. Aşkın amaçlar, ruhani etkileşimler; maddi güçler tarafından dışarıda bırakılmıştır. Bazı sosyologlar dünyevileştirme (sekülarizasyon) tezine itiraz etmektedir. Bu tez, modernizasyon sebebiyle dinin zeval bulmadığına tam tersine; bu sürecin dinde daha fazla bireysel ve mistik yeni dini şekiller ortaya çıkardığı görüşü üzerine oturuyordu. Eski din, halk katmanlarında yerini kaybetse bile, bu yeni dini şekiller; onun anlam ve kimlik oluşturma özelliğini muhafaza etmektedir. Bu çerçevede yeni dini şekiller; bireysel çapta ya da küçük dini gruplar şeklinde hareketler oluşturmaktadır. Rodney Stark, bilhassa sekülarizasyon tezini ağır bir şekilde eleştirmektedir. ABD’de kiliseye gitme ve dini inanma oranı çok yüksektir. Bu temelden hareketle Stark ve ekibine göre Avrupa’da kiliseye gitme oranının azalmasının sebebi; Avrupa’nın birçok ülkesinde kurucu tarihi kiliselerin dini tekelcilik yapmalarıdır. Bu, ABD’deki dini pazara tezat teşkil etmektedir, çünkü orada yüksek oranda rekabet ve akıcılık vardır. Bunun kaynağı ise, Avrupa’da kabul görmeyen ve bundan dolayı ABD’ye ihraç edilen farklı şekillerdeki Püritanizmdir. Zira ABD anayasasında açıkça kilise ve devletlerin ayrı yaşama hakkı vardır. Bunun neticesinde dini yapılar; bireylerin ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılamak için sosyal değişimleri de dikkate alarak daha esnek ve daha uyumludurlar. Onlar ibadet ve doktrinal yapılarını da; sosyo-kültürel değişmeleri en iyi şekilde karşılayacak bir tarza getirmişlerdir. Bu çerçevede Stark ve arkadaşları “rasyonel seçim” ya da “karşılayan- taraf ”isimli din teorisini ortaya atmışlardır. Fertlerin anlam ihtiyacı vardır, düzen ve nihai amaç taşıyan dinler bunu en iyi bir şekilde karşılayabilir. İslami yeniden diriliş son otuz yılda Orta Doğu’yu silip süpürdü ve bunun Afganistan, eski Yugoslavya, eski Sovyetler Birliği, Kuzey Çin, Kuzey Hindistan, Pakistan, Kuzey ve Merkezi Afrika ve Güneydoğu Asya’da önemli küresel etkileri oldu. Dinin bu yeniden dirilişi sadece İslam ile sınırlı değildir. Hıristiyanlık aşağı Büyük Sahra Afrikasında; kırsal alanlarda olduğu kadar yeni şehirlerde de hızla gelişmektedir. İlk defa Daniel Bell tarafından öne sürülen dinin dönüşü düşüncesi çok tartışılmıştır. Ernest Gellner gibi birçok sosyal bilimci, İslami yeniden dirilişin önemini görmezden gelemedi. Onlar bunu, Ortaçağ’a bir dönüş ve Müslüman ülkelerdeki modernleştirmeyi durdurmaya yönelik bir teşebbüs delili olarak gördüler. 2. MODERN TOPLUMLARDA YENİ DİNİ HAREKETLER: Modern toplumlarda din ve sosyal değişmenin en önemli alanlarından birisi de yeni dini hareketlerdir. Modernizm, geleneksel dinleri hayatın dışına atınca ortada büyük bir boşluk oluşmuştur. Bu boşluk yeni dinler denilen akımlar tarafından doldurulmaya çalışılmaktadır. Bu akımlar modern toplumların en önemli yönlerinden birisidir. Din sosyolojisinde diğer örgütsel kategorik anahtar, yeni dini harekettir.(New Religious Movement-NRM) 20. yüzyıl, yeni dini hareketler ya da tarikatlarda bir çoğalmaya şahit oldu. Bunların çoğu mevcut kilise ve dinlerden kırılma suretiyle ortaya çıkmadı. Bunlar özel karizmatik fertlerden esinlenerek ya da dünyanın diğer tarafındaki bir dini kültürel muhitten alınan bir grup öğretiden etkilenerek ortaya çıktılar. Avrupa ve Kuzey Amerika’daki bazı yeni dini hareketler, bir hayli taraftarı Doğu dini düşüncelerine ve uygulamalarına çekiyorlar. Bunların çoğu, Brahma Kumaris, Hare Krishna, Rajeneeshism (Osho), Sahaja Yoga ve Sai Baba’yi da kapsayan Hindistan coğrafyasından yayılır. Bazı yeni dini hareketler de; Ron Hubbard, Moses David, John Wimber, Maharishi Yogi gibi, bazı özel dini lider ya da kahinlerin öğretilerinden kaynaklanmaktadır. Sosyologlar, yirminci asırda yeni dini hareketlerin büyük artışıyla ilgili bazı muhtemel sebepler tespit ettiler. Yeni dini hareketlerin toplumlarda çoğalmasına bakıldığında, onların; endüstrileşme ve şehirleşme derecesinde başarı sağladıkları görülür. Onların Avrupa ve Kuzey Amerika’da ilk olarak çoğalması 1945 ve 1965 yılları arasında oldu. Aynı şekilde son otuz yılda yeni dini hareketlerde Japonya’da da hızlı bir yükseliş görüldü. Şimdi Güneydoğu Asya ve Latin Amerika ülkelerinde de yeni dini hareketlerde benzer bir gelişme söz konusudur. Modern kültürel yeniliklerin benzer diğer şekilleri, yeni dini hareketlerin şehirlerde de başarı kazanmasını sağladı. Birçok yeni dini hareketlerin dalları, büyük kıtaların önemli şehirleri çevresinde global şebekeler şeklinde yayıldılar. Köyden şehre göç gibi faktörlerle şehirlere yeni gelen göçmenler, geleneksel köy dini ile ilgili bağlarını kopardılar ya da yüksek okul öğrencileri ev etkilerinden koptular. İşte bütün bunlar, yeni dini hareketlerin taraftar toplama aktivitelerinin her zaman odağında yer almaktadır. Yeni dini hareketlerin gelişmesi aynı zamanda, modern sosyal sistem ve şahsiyetsiz şehir hayatı ile ilgili hayal kırıklığı ya da rahatsızlığı da yansıtmaktadır. Birçok yeni dini hareket; çoğu hareket üyeliğine çekilen 20 ile 45 yaş grupları arasında karşıt sohbetler düzenleyerek ortak yaşam şekilleri geliştirmeye çalışır. Yeni dini hareketler aynı şekilde modernitenin iş ahlakı, materyalizm ve tüketicilik gibi diğer özelliklerine de karşıt bir kültür gibi karşı çıkmaktadırlar. Dahası onlar; para bölüşümü, üyeler arası sahiplik ya da meditasyon uygulamaları gibi alternatif inançların, değerlerin ve hayat tarzlarının propagandasını yapmaktadırlar. Böylece, dışarıdaki maddi rahattan çok daha fazla bilincin iç ifadelerine ve huzura önem verirler. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] |
23 Aralık 2013, 15:49 | Mesaj No:10 |
Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 | Cevap: Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta) 10. HAFTA ZİYA GÖKALP’İN DİN SOSYOLOJİ ANLAYIŞI: 1- KURTARICI BİR BİLİM: Gökalp’in sosyolojiye yönelmesi, onun idealleriyle yakından ilgilidir. Gökalp, bu yeni bilimi mefkürelerine ulaşabilmek için en önemli bir araç olarak görmüştür. Dolayısıyla ona göre sosyoloji ya da din sosyolojisi ideallere ulaştıran bir bilimdir. Bu ideallere ulaşılması da milletin kurtulması ve yükselmesi anlamına geliyordu. Bu durumda Gökalp, sosyolojiyi ya da din sosyolojisini kurtarıcı ve yükseltici bir bilim olarak algılıyordu. Gökalp, sosyolojiyi Osmanlı Devleti’ndeki hastalıkları teşhis ve tedavi edecek ayrıca toplumu bütünleştirecek bir bilim olarak görmüştür. Gökalp’in sosyolojiye bu bakışıyla Batı’daki A. Comte, K. Marx, E. Durkheim, H. Spencer ve M. Weber gibi grand teorisyenlerin sosyolojiye bakışları arasında büyük bir benzerlik vardır. Onlar da Batı dünyasında Fransız ve Sanayi Devrimlerinden sonra ortaya çıkan “karmaşa”ya odaklanmışlardı. Onlar bu büyük problemi sosyoloji ile çözebileceklerine inanıyorlardı. Örneğin Emil Durkheim, o dönemde Fransız toplumuna ortaya çıkan ahlak problemini çözebilmek için her türlü ön kabullerden uzak, objektif ve bilimsel bir bilim olan sosyolojinin hakemliğini önermişti. Ziya Göklap, İttihat ve Terakki Fırkası delegesi olarak Selanik’e gittiğinde E. Durkheim’den haberdar değildi. Selanik’te ilk zamanlar Fransız sosyologlarından A. Foulle, G. Le Bon ve Gabriel Tarde’in etkisi altındadır. Fransa’dan yayınlar geldikçe ufku genişlemektedir. Bir gün eline E. Durkheim’in “Sosyoloji Yönteminin Kuralları” adlı eseri geçer. Ona göre bu kitabın içindeki yazılar, ülkenin sosyal durumunu incelemeye olanak sağlayacak niteliktedir. Durkheim ekolü, Türkiye’nin sorunlarına cevap üretecek en uygun ekol olma özelliği nedeniyle kabul edilmiştir. Emil Durkheim’ın önderliğini yaptığı sosyoloji anlayışı, Batı’nın yine Batılı olan Marx karşısında geliştirdiği en kapsamlı ve sistemli sosyoloji ekolü, dünya görüşüdür. Comte-Durheim ikilisinin önderlik ettiği sosyolojizm ekolü, devrimci değil, düzen içerisinde ilerlemeci ve bu açıdan reformisttir. Çatışmayı ve sınıf esasını değil, milliyetçiliği ve liberalizmi esas almaktadır. Dini bir uyuşturucu olarak değil, temel toplumsal bir kurum olarak görmekte ve bu yanı ile halkın dinsel değerlerini önemsemektedir. Yukarıdaki Batılı sosyologların teorilerinde din çok önemli bir yer işgal etmiştir. Bunlar modern din sosyolojisinin öncüleri ya da kurucuları arasında yer almışlardır. 2. GENEL DİN SOSYOLOJİSİ: Gökalp’in sosyoloji ve din sosyolojisiyle ilgileniş sürecine bakıldığında, belli oranda ona ideolog damgası vurulabilir. Onun gençliğinden beri siyasi faaliyetler içinde bulunduğu gerçeği de göz önüne alındığında onun ideologluk yönü inkar edilemez. Fakat Gökalp’in sosyoloji çalışmalarına ideoloji gömleği giydirmek ona karşı yapılmış en büyük haksızlılardan birisidir. Çünkü o, bilimsel çalışmalarında ideolojik ön kabullerin altında ezilmemiştir. O, ideal ile realite ve ideoloji ile bilimsellik arasında denge kurabilen nadir bilim adamlarımızdan birisidir. Mesela, Gökalp’in idealizmiaçısından bakıldığında milli tarihin, milli sosyolojinin ve milli din sosyolojisinin objektif bilimler olarak kabul edilmesi beklenirdi. Fakat o, bunları objektif olmaktan çok subjektif bir gerçeklik alanında kabullenmeyi başarabilmiştir. Burada onun duygularından çok aklın ve bilimin rehberliğine teslim olduğunu görüyoruz. Gökalp, genel sosyoloji ve din sosyolojisi çalışmalarında Durkheim’e ait bazı öncüllerden hareket etmiştir. Durkheim’e göre iki türlü tarih vardır: Biri şe’ni (objektif) tarihtir, diğeri milli tarihtir. Şe’ni tarih, vakaları olduğu gibi görmeye çalışır. Bunda muvaffak olmak için vesikaları inceden inceye tetkik eder. Vesikaları, abidelerle kontrol eder. Tarihi usulün, bütün kaidelerine riayet ederek, geçmiş zamanlardaki vakaları yeniden diriltmeye, yeniden canlandırmaya çalışır. Şeni tarih gerek cemiyetlerle müesseseleri, gerek rönesans, reform, inkılâp gibi vakaları umumi enmuzecler haline ifrağ etmedikçe bu kanunları bulamaz. Şe’ni tarih bu işleri yaparken sosyolojiye doğru gitmiş, onunla aynı şey olmuş olur. Görülüyor ki şe’ni tarih tamamıyla ilim mahiyetindedir. Bu ilim geçmiş vakaların müstakil bir ilmi suretinde başladığı halde, neticede sosyoloji ile birleşiyor. Gökalp’e göre milli tarih, bilimsel olmaktan çok pedagojik bir mahiyet taşımaktadır: “Milli tarihe gelince, bunun gayesi sırf pedagojiktir. Çocuklara kendi vatanlarını sevdirmek, milletlerini en muhterem bir millet tanıtmak için en iyi vasıta, onlara ataların faziletini,kahramanlıklarını, milletin şanlı, şerefli sergüzeştlerini öğretmektir. Ona göre objektif ya da bilimsel tarih de milli tarih de faydalı ve gereklidir. Fakat ikisinin metodu asla birbirine karıştırılmamalıdır: “Tarihin bu iki nevi de faydalıdır ve ikisi de lüzumludur. Müverrihlerin itina edecekleri en mühim nokta; şe’ni (objektif) tarihe milli tarihin serbest usullerini sokmamaktır. Hulasa denilebilir ki şe’ni tarih insaniyetin hafızasıdır, milli tarih ise, ait olduğu milletin vicdanıdır.” Gökalp, Batılı sosyal bilimlerin önemini kabul etmekle beraber, onlara mutlak anlamda teslim olmuş değildir. Örneğin ona göre, tarih konusunda Batılı tarihçilerin her dediği olduğu gibi kabul edilmemelidir. Çünkü onlar, özellikle de din konusunda birçok ön kabul ile hareket etmektedirler: “Mesela, Avrupa müverrihlerinin bugün bile, Hıristiyan taassubundan ve kurunu vusta zihniyetinden kurtulamayarak, İslamiyet aleyhinde birçok iftiralara kıymet verdiğini görüyoruz. Bu hal, ümmet vicdanının; değil şahitleri hatta en hakikatperest müverrihleri bile nasıl büyük hatalara sevk ettiğini gösterir. Avrupa’nın bizim hayatımızı doğru görememesi yalnız dini taassup saikasıyla değildir. Irki husumet de bu hususta büyük bir saiktir.” O, bu gibi noktalardan hareketle, kendi dinimize ve medeniyetimize ait tarih çalışmalarını kendimizin yapması gerektiğini söylemektedir: “İşte bu iki ayrılık sebebiyle Avrupa tarihlerine -usulde ne kadar ileri giderlerse gitsinler- tamamıyla itimat etmememiz lazım geliyor… Avrupalıların gerek milletimiz ve dinimiz, gerek medeniyetimiz ve siyasetimiz hakkında yazdıkları eserlerin hiçbirisine itimat etmemeliyiz. Biz doğru tarihi salt kendi muharrirlerimizle ve tenkitlerimizle meydana çıkarmaya çalışmalıyız. Gökalp’ın düşünce sistemine göre, “İlim objektif ve müspet olduğu için beynelmileldir, binaenaleyh ilimde Türkçülük olamaz… felsefenin bir safhası objektif, diğer safhası sübjektiftir. Binaenaleyh felsefe, ilim gibi beynelmilel olmaya mecbur değildir. Milli de olabilir.” Bu açıdan bakıldığında ona göre, sosyolojide ya da din sosyolojisinde Türkçülük ya da özgünlük ya da orijinallik olamaz. Çünkü, müspet bilimler bir millete, bir dine ya da bir medeniyete inhisar edilemez. Bu durum, Göklap’in kültür ve medeniyet ayırımının kaçınılmaz bir sonucudur. Ona göre bilim; kültürle medeniyet arasındaki en önemli bağlantı noktalarından birisidir. Bilimin temel özelliklerinden birisi onun bütünleştirici olmasıdır. Burada Gökalp’in müspet bilime yüklediği diğer önemli bir noktaya da dikkat çekmek gerekir. Ona göre hiçbir müspet bilim mutlak anlamda saf değildir, bunlarda birçok medeniyetin birikimi vardır ve taklit yoluyla yayılırlar. Dolayısıyla müspet bilimlerde orijinallik aramak yersizdir. Gökalp, genel ve özel sosyoloji arasındaki ince farkı şöyle ifade etmiştir: “...umum medeniyetleri ve harsleri mukayese ederek cemiyetlerin ve müesseselerin tabi olduğu kanunları arayan mücerret ilme mukayeseli içtimaiyat (genel sosyoloji) denilir. Yalnız bir millete ait harsın mensup olduğu medeniyetlerden ne suretle temayüz ederek nasıl hususi bir renk aldığını ve kendi şahsiyeti dairesinde nasıl tekâmül ettiğini arayan marifete de milli içtimaiyat (özel sosyoloji) denilir. 3. ÖZEL DİN SOSYOLOJİSİ: Gökalp, genel sosyolojinin bir alt başlığı olarak “genel din sosyolojisi”nin de müspet bir bilim olduğunu ifade etmiştir. Öte yandan özel sosyolojilerin birer alt dalları olan milli din sosyolojisi, milli ahlak gibi bilimler müspet bilimden çok birer san’at özelliği göstermektedirler. Gökalp, bu temel yaklaşımına rağmen, milli ya da özel sosyolojilerin de önemine vurgu yapmıştır. Örneğin o, “Milli İçtimaiyat” isimli yazısında bu tarz bir sosyolojinin gereğine işaret ederek onun temel prensiplerini tespit etmeye çalışmıştır. Ona göre genel sosyoloji ya da din sosyolojisinin başarısı özel sosyolojilerin gelişmesine bağlıdır. Gökalp’e göre genel ve özel sosyolojiler birbiriyle uyumlu olmalıdır. Milli kültüre dayanmayan genel sosyoloji kitaplarının tercümesi yeterli değildir. Aynı şekilde genel sosyolojiden istifade etmeyen özel sosyolojiler de ideal değildir. Gökalp, felsefenin bir bölümünü objektif bilim alanı içerisinde gördüğünden dolayı, bu bakış açısına göre; objektifliğe çok dikkat etmek şartıyla örneğin bir “Türk Din Sosyolojisi” kavramı kullanılabilir. Fakat bu ve benzer kavramlar kullanılırken sübjektif alana fazla kayılmamalıdır. Çünkü bu gibi konularda eğer öznellik ön plana çıkarsa; bu durumda millet asri ya da çağdaş olmaktan uzaklaşacaktır. Gökalp’a göre; “Asri bir millet, müspet ilimlerle düşünen bir mahluk demektir.” Bu durumda birer medeniyet oldukları için Batı Din Sosyolojisi, Doğu Din Sosyolojisi ya da Akdeniz Din Sosyolojisi denilebilir. Fakat medeniyet olmadıkları için Hıristiyan Sosyolojisi ya da İslam Sosyolojisi gibi kavramları kullanmak doğru değildir. Gökalp’in Din Sosyolojisinde Din: Ziya Gökalp, fikir hayatının bütün evrelerinde, toplumsal bir kurum olarak, dine önem vermiş, hiçbir zaman dini geri plana atmayı, paranteze almayı düşünmemiştir. Durkheim’in etkisi ve bakış açısı ile teorik din sosyolojisi alanına yönelen Gökalp’e göre, dinin sosyolojik özellikleri, toplumsal yararları ortaya çıkarılmalıdır. Bilimsel disiplinlerin belirli din anlayışları olsa da, o disiplin içinde yer alan bilim adamlarının da kendilerine göre bir din anlayışı vardır. Bu bağlamda Gökalp’in dine tıpkı Durkehim gibi baktığına, dinin toplum tarafından yaratıldığını kabullendiğine dair iddialar isbetli değildir. Gökalp’in Durkheim’den etkilenerek toplumu tanrılaştırdığına dair görüş Uriel Heyd,kaynaklıdır. O bu konuda Gökalp’ten hiçbir referans göstermeksizin şöyle der:Ama bu Allah, Kur’anın Allah’ı değildir artık; sufinin manevi varlık dediği Allah da değildir. Gökalp’in Allah’ı cemiyettir… Ona kudsiyet atfeder… Gökalp’in cemiyeti tanrılaştırması, Durkheim’den gelen bir görüştür.” Gökalp, birçok açıdan Durkheim’den istifade etse de hiçbir zaman mutlak bir Durkheimci olmamıştır. Onun din sosyolojisi metodu E. Durkheim’den etkilenmekle birlite o, M. Weber gibi sistematik bir din sosyolojisi yapmıştır. Bu bağlamda onu Durkheim’in bir mütercimi ya da çırağı gibi vasıflandırmak isabetli değildir. En azından o, bir müslümandır ve toplumu tanrılaştırmamıştır. O, dinin semavi boyutunu asla inkâr etmemiştir. Yazılarında Allah ve Peygambere olan inanç ve sevgisi sık sık görülmektedir. Bazı sosyal bilimciler Gökalp’in hem bir sosyolog hem de şair olmasını eleştirmişlerdir. Gökalp’in din sosyolojisinin, dine bakışının temelinde değerler ve değerler piramidi vardır. Gökalp, değerleri maddi ve manevi olarak ikiye ayırmaktadır. O, maddi değerler için “şe’niyet hükümleri” manevi değerler için de “kıymet hükümleri” kavramlarını kullanmaktadır: Maddi ve Manevi Değerler: “Hükümler; şe’niyet hükümleri, kıymet hükümleri namlarıyla ikiye ayrılır. Şe’niyet hükümleri eşyaya maddi tabiatlarından sadır olan vasıfları isnat eder. Şeker tatlıdır, sülfato acıdır, ateş yakar dediğimiz zaman, bu hükümler birer şe’niyet hükmüdür. Zira tatlılık şekerin, acılık sülfato’nun, yakıcılık ateşin maddi tabiatında mevcuttur. Şu şey mukaddes, iyi yahut güzeldir, dediğimiz zaman, bu hükümlerimiz birer kıymet hükmüdür” Bazı kuramcılara göre, manevi değerler de bir yönüyle maddenin bir yansımasıdır. Gökalp,bu görüşü benimsemez. Ona göre birçok durumda maddi yapı ile ona atfedilen manevi değerler arasında doğrudan doğruya bir bağ kurulamaz. O, bu çerçevede Hacerül Esved’i ve Mukaddes Emanetleri örnek olarak göstermektedir: “Halbuki birçok ahvalde, bir şeyin maddi hassalarıyla kendisine verilen kıymet arasında hiçbir rabıta mevcut değildir. Mesela, Hacerül Esved, İslamiyette çok mübarek taştır. Emanatı mübareke çok mübarek tanınan muazzez bergüzarlardır. Fakat bunların mübarekliği Hacerül Esved’in yahut Emanatı Mübarekenin maddi cevherlerinden mi ileri geliyor? Şüphesiz ki hayır!” Değerleri Anlamada Akıl ve Kalbin Rolü: Gökalp’e göre değerleri sadece akılla anlamaya çalışmak eksik bir gayrettir. Özellikle manevi değerlerin anlaşılmasında akıl yetersiz kalmaktadır. Bu durumda devreye kalp girer: “Bu ifadelerden anlaşılıyor ki kıymet, hem fevkalmenfaat hem de fevkalmadde bir mahiyettir. Kıymet hükümlerinde, mücerret akıl hâkim olmadığı için, kıymetler aynı zamanda fevkalakıl bir mahiyettedir. İnsanın en çok ehemmiyet verdiği akıl melekesi yalnız şe’niyet hükümlerinde (maddi değerlerde) hâkim olabiliyor, kıymet hükümlerinde (manevi değerlerde) hâkim olamıyor.” Büyük Fransız filozoflarından Paskal diyor ki, kalbin başka bir aklı vardır ki aklın ondan haberi yoktur. Kalbimiz dini, ahlaki, bedii kıymetleri anlar, onlardan vecd alır, bu vecdlerle saadet içinde yaşar. Aklımız ise kıymetleri maddi kadrolara sokmaya çalışır. Akıl bu işte muvaffak olamayınca akıl ile kalp arasında gayet şiddetli bir mücadele başlar.” Gökalp, din incelemelerinde akıl ve kalp arasındaki ilişkileri şu şekilde sınıflandırmaktadır: “Ya akıl, kalbe galebe çalarak onu istibdadı altına alır. O zaman bu aklın sahibi maddeciler gibi bütün kıymetleri inkâr eder yahut kalp, akla galip gelerek onu tahakkümü altına alır. O zaman, bu kalbin sahibi, sırriyun gibi mahlûkata hiç ehemmiyet vermez. Veyahut akıl ile kalp, müşterek noktai nazarlar bularak aralarında anlaşırlar ve her iki tarafı da -hiçbir müsaade ve fedakârlık yapmaksızın- tatmin edici cami bir sistem vücuda getirirler.” Değerler Piramidi ve Din: Gökalp, Türkiye’de modern anlamda ilk defa bir düşünce geleneği oluşturan bir sosyoloğumuzdur. Şüphesiz ki, Ziya Gökalp’in din sosyolojisinin en önemli yönlerinden birisi, onun değerler piramidinde görülmektedir. Gökalp, toplumu bir değerler armonisi olarak tanımlamaktadır. Bu uyumda her değerin önem sırasına göre yerini alması çok önemlidir: “İçtimai hayat birtakım kıymetlerin teşkil ettiği ahenktir; bu kıymetlerin ahengi, bir meratibe tabi olmalarıyla husule gelir. Kıymetlerin meratibi ise sırasıyla birbirinin fevkinde bulunmalarıdır.” Gökalp’e göre toplumdaki değerlerin en altında iktisat, en üstünde de din yer almaktadır: “İçtimai kıymetlerin en aşağısı iktisadi kıymettir.”, “Fakat başka bir kıymet daha vardır ki, bütün manevi kıymetleri cami olmak dolayısıyla ahlaki kıymeti de camidir; bu itibarla ahlaki kıymetin de fevkindedir. Bu en yüksek kıymet, dini kıymetten ibarettir. Ona göre bir değerin diğer değerlerden daha üst konumda yer alması alttaki değerler için bir eksiklik değildir. Bu sağlıklı bir toplum yapısı için gerekli bir durumdur. Ayrıca değerler birbirinden tamamen bağımsız da değildir. Onlar birbirine destek vermektedir. Gökalp, değerleri beş ana kısma ayırmaktadır. Toplumsal değerler piramidi önem sırası ve yukarıdan aşağıya doğru şöyle oluşmaktadır: 1) Dini Değerler. 2) Ahlaki Değerler. 3) Bedii Değerler. 4) Muakalevi (Felsefi) Değerler. 5) İktisadi Değerler. Gökalp’e göre sağlıklı bir toplum yapısı için bu değerlere önem sırasına göre kıymet verilmelidir. Bu durum akıl ve adalet duygularının da bir sonucudur: “Şu kadar var ki bu içtimai hayatların hepsine kıymet vermekle beraber, aralarındaki silsilei meratibi aramak da lazımdır. İnsanda aklın vazifesi, her şeyi layık olduğu mevkie koymaktır. Adalet de, herkese hakkını vermektir.” Ona göre sadece toplumsal açıdan değil, ferdi ve aydınlar açısından da toplumsal değerlerin mertebesine dikkat edilmelidir. Aksi takdirde programsız hayat yaşanmış olur. Gökalp’e göre bu beş ana değer, diğer değerleri de içermektedir. Örneğin, hukuk ve siyaset ahlaki değerlerin bir alt dalını oluşturmaktadır. Ona göre bir işin hukuki olması adil olmasına bağlıdır. Ayrıca hukukun halkın ahlakına dayanması gerekir. Kanunlar milli ahlaka dayanmazsa onlara gereği gibi itaat edilmez. Dini Değerlerin Temeli ve Allah Ahlakı: Gökalp, değerlerin temelinde maddi ya da manevi faydaların olduğu görüşünü kabul etmez. Bu durumda insanların sadece zaruri işlerle meşgul olması gerekirdi. Gökalp, dini yaşantıda da maddi ve manevi faydaların hedeflenmemesi gerektiğini savunmaktadır. Ona göre dini fiiller fayda hedeflenmeden yapılmalıdır. Gökalp, dini yaşantının maddi ya da manevi menfaat üzerine bina edilmemesi gerektiğini “Allah ahlakı” kavramıyla da izah etmektedir. Çünkü İslam ilahiyatına göre Allah’ın fiileri hikmeti ilahiye dışında hiçbir illete bağlı değildir. Bundan ders alması gereken Müslümanlar da dini fiillerini bu çerçevede yapmaya çalışmalıdırlar. İnsanların ahlakı ilahiye ile tahalluk etmesi, en büyük fedakârlıkları, garazsız, ıvazsız, gösterişsiz, iftiharsız yapması demektir.” Bu durumda Gökalp’e göre hayatın gayesi maddi hedefler değil manevi mefküreler olmadır: “Bu teşrihlerden anlaşılıyor ki, hayatın bütçesi birçoklarının zannettiği gibi, az zahmete mukabil çok mefaat istihsaline çalışmak kanununa tabi değildir. Yaşamak, daima büyük tehlikelere atılarak, büyük masraflara girişerek büyük vecdleri aramaktır. Bundan dolayıdır ki insanlarca en kıymetli eşya, kendileri için en faydalı olan şeyler değil, en çok vecd veren şeylerdir.” Gökalp, insan ruhundan dini, ahlaki vb. değerlerin çıkarılması durumunda insanın hayvan gibi olacağını savunmaktadır. Dinin sadece din olduğu için yaşanması gerektiğini savunur. Ona göre din, siyaset ya da başka şeylere alet edilmemelidir. Eğer böyle yapılırsa din, kendi yüksek değerini kaybeder: “Din, yakınlı itikatlarıyla ve feyizli ibadetleriyle ruha büyük bir vecd, samimi bir saadet verir. Dini hayat, bu vecdleri yaşamak, bu zevkleri tatmaktır. Bazılarına göre din, siyaset içindir. Hakikatte ise, din yalnız kendisi içindir: Dine gerçek kıymetini verenler dinin itikatlarına ve ibadetlerine kıymet verenlerdir. Yoksa dinin başka bir gaye için iyi bir vasıta olduğunu kabul edenler değildir. Bizde münevver sınıfın dini bir hayat yaşayamaması, bu yanlış telakkinin bir neticesidir. Çünkü bizdeki dinciler, ekseriyetle dini, bir siyaset aleti telakki edenlerdir. Hatta müspet ilimleri, dinden çıkarmaya çalışanlar var. Bundan başka, dinin kendi manevi kuvvetine ehemmiyet vermeyerek, nasihatlerini, irşatlarını hükümetin maddi kuvvetiyle infaza çalışması da faydalı bir netice vermez.” İslam Dini: Gökalp, bir Müslüman olduğu için İslmiyet’e diğer dinlerden daha farklı bakmıştır. O, İslam dininin çok üstün bir din olduğunu, kendisine giren bütün milletleri cehalet mertebesinden en üstün medeniyet mertebelerine çıkardığını savunmuştur. Ona göre İslamiyet sosyal bir dindir ve hem dünyaya hem de ahirete hitap etmektedir. Ona göre İslam dini o kadar yüksek bir dindir ki, koca İslam ümmeti İslamiyetin birkaç itikadının medeni hayata yansımasıyla oluşmuştur. Yine o, öyle değerli bir hazinedir ki, onun hakikat cevherleri şaşalı İslam medeniyetini doğurmuştur. Gökalp’e göre bu cevherler Kur’anı Kerim ve Hadis’lerde yer almaktadır. Bunları toplamak ve bütün dünyanın hizmetine sunmak için içtihad edebilecek ehil kimseler ve bunları yetiştirecek dini kurumlar olmadır: [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] |
Konuyu Toplam 2 Kişi okuyor. (0 Üye ve 2 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Din Felsefesi Ders Notları (14 Hafta) | enderhafızım | Din Felsefesi | 13 | 23 Aralık 2013 15:36 |
MANTIĞIN TARİHÇESİ(Mantık 3. Hafta Ders Notları) | f_kryln | Mantık | 0 | 25 Ekim 2013 16:24 |
MANTIK (1.Hafta Ders Notları) | f_kryln | Mantık | 0 | 25 Ekim 2013 16:22 |
Mantık 6.Hafta Ders notları | f_kryln | Mantık | 0 | 25 Ekim 2013 16:17 |
MANTIK(2.Hafta Ders Notları) | f_kryln | Mantık | 0 | 25 Ekim 2013 15:38 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|