Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.İLİTAM İLAHİYAT LİSANS TAMAMLAMA.::. > İlitam 3.Sınıf Dersleri

Konu Kimliği: Konu Sahibi Medine-web,Açılış Tarihi:  26 Aralık 2013 (13:51), Konuya Son Cevap : 26 Aralık 2013 (13:53). Konuya 4 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 26 Aralık 2013, 13:51   Mesaj No:1
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:8
Cinsiyet:Erkek
Yaş:50
Mesaj: 3.048
Konular: 340
Beğenildi:1445
Beğendi:482
Takdirleri:10622
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Türk İslam Edebiyatı Tüm haftalar(Sakarya İlitam)

Türk İslam Edebiyatı Tüm haftalar(Sakarya İlitam)

Türk İslam Edebiyatı
1. Hafta


İSLÂM ÖNCESİ TÜRK EDEBİYATINA GENEL BİR BAKIŞ1

Türklerin, tarih boyunca içinde yer aldıkları değişik Kültür Çevreleri göz önünde bulundurularak, Türk Edebiyatı'nı:
-İslâm Öncesi Türk Edebiyatı.
-İslâm Sonrası İslâm Kültürü Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı.
-Batı Kültürü Etkisi Altında Gelişen Türk Edebiyatı.

Kronolojik sıraya göre, varlığı belgelerle kanıtlanan ilk ve en eski dönem, İslâm Öncesi Türk Edebiyatı dönemidir. Bu dönem edebiyatı, gözden geçirildiğinde, dil, ifâde, duyuş ve zevk itibariyle millî bir edebiyat görünümündedir. Bu dönem;
1- Köktürk (Göktürk) Dönemi
2- Uygur Dönemi, olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.

İslâm öncesi Türk Edebiyatı'nın varlığı, daha eski tarihlere dayanmakla birlikte, henüz yeter derecede aydınlığa kavuşmadığından, milâdî VIII. Yüzyıldan itibaren başlamaktadır. Bugünkü bilgilerimize göre, yazılı edebiyatı bulunan ilk Türk Devleti - mevcut belgelere göre - Köktürklerdir. Köktürk Devleti'nin tarihî ve edebî varlığını belgeleyen Orhun Yazıtları (Orhon Kitabeleri, Orhon Âbideleri), VIII. yüzyılın ilk yarısında Köktürklerin devlet kurduğu Orta-Asya'nın doğusunda dikilmişlerdir!.

Mîlâdî VIII. yüzyılda Kül Tigin, Bilge Kağan ve Tonyukuk adına dikilmiş olan bu âbidelere, Orhon Âbideleri adının verilmesi, aynı adı taşıyan Moğolistan'daki ırmağın eski yatağına yakın olan yere dikilmiş olmalarındandır. Bu üç âbide yüksek bir dil, tarih ve edebiyat değeri taşır.

Abidelerin ilki, Çin'de doğmuş, Türklerin emrine girerek dört Türk Kağanına başvezirlik ve başkumandanlık yapmış ve 724 yılında öldüğü tahmin edilen vezir Bilge Tonyukuk adına 720'de dikilmiştir ki bu âbidede, Çin esareti yıllarından son yıllarına kadar geçen olaylar anlatılır. Göktürk harfleriyle yazılmış 62 satırdan oluşan metin, sâde bir dille işlenmiştir. Olaylar ana çizgileriyle verilir. Atasözlerine yer verildiği gibi, halk benzetmelerine de başvurulur. Yer yer ders ve ibret alınması için millete öğütler verilir.

İkinci âbide, Bilge Kağan'nın küçük kardeşi olan ve 731'de Dokuz Oğuzlarla yapılan savaşta ölen, Kardeşi Bilge Kağan tarafından onun adına 21 Ağustos 732'de diktirilmiş olan âbidedir. Köktürk harfleriyle yazılmış âbide 71 satırdır.

Üçüncü âbide ise, 25 Kasım 734'te ölen Bilge Kağan adına, oğlu Temi Kağan tarafından 735'te diktirilmiş olan âbidedir. Her iki âbideyi Yolluğ Tigin, Bilge Kağan'ın ağzından yazmıştır. Hitabet üslûbu taşıyan ve nazım karakteri gösteren Kitabeler'de etkili bir dil kullanılmıştır. Bu, aynı zamanda, Yolluğ Tigin'in usta bir yazar olduğunu gösterir.

Orhon Kitabeleri mensurdur. Nazma ait ritmik unsurlar (alliteras-yonlu (aynı sesleri taşıyan) kelimeler, baş ve son kâfiyeler), bazı araştırmacıları, bu kitabeleri oluşturan metinlerin manzum olabileceği görüşüne itmiştir.

İslâm Öncesi Türk Edebiyatı döneminin ikinci yarısı Uygur dönemidir. Bu döneme âit elde oldukça zengin malzeme vardır. Uygur edebiyatı metinlerinin çoğu Çince, Sanskritçe, Toharca, Sogdca ve Tibetçe'den çevirilmiş dinî metinlerdir. VIII. yüzyılda Mani ve Buda dinleriyle kültürlerinin etkisi altına girerek eser vermiş olan Uygurlar'ın edebî ürünleri arasında Budist eserler çoğunluktadır. Uygurca metinler arasında edebiyat malzemesi olarak dinî, ahlâkî ve hamasî konulu bir hayli hikâye bulunmaktadır.

Mevcut bilgilerimize göre, Türklerin kabul ettikleri en eski din Şamanizm'dir, Şamanizm, Kuzey ve Orta-Asya'daki Türkler arasında, varlığı günümüzde de devam eden, doğaya tapma, doğa-üstü güçlere inanma temeline dayalı bir inanç sistemidir. Şaman ya da Türkçedeki karşılığıyla kam, Şamanizm’deki din adamına verilen isimdir. Türkler, İslâm'ı kabul ettikten sonra da Şamanizm'in özelliklerini, gelenek ve göreneklerini devam ettirmişler, hatta kendileriyle birlikte Anadolu'ya taşımışlardır. Bütün edebiyatlarda olduğu gibi, Türk Edebiyat'ının doğuşu da dinle yakından bağlantılıdır. Bu yüzden de, ilk şiirler dînî karakterli, şâirler ise din adamları, şamanlardır. Tonguzlarda şaman, Altay Türklerinde kam, Kırgızlarda baksı (bahşı), Oğuz Türklerinde ozan diye bilinen şamanların dînî görevlerini yaparken söyledikleri İlâhîler de, İslâm Öncesi Türk Edebiyatı'nın ilk Örnekleri olmalıdır. Sihirbazlık, hekimlik, mûsikî-şinâslık gibi birçok Özellikleri olan şamanların halk üzerinde büyük nüfuz sahibi oldukları da bilinmektedir.

İslâm öncesi dönemde daha çok Sözlü Edebiyat ürünleri verilmiştir. Bu ürünler ise Destanlar, Sagular, Koşuklar ve Savlar'dır.

Sözlü Edebiyat
Destanlar
Destan (Dasitan), kıssa, hikâye, masal demektir. Özellikle manzum olanlara Destan denir. Aşık edebiyatının en uzun nazım şeklidir. Dörtlü bendler hâlinde ve genellikle Hece ölçüsünün 8’li ve 11'li kalıplarıyla söylenen destanlar konularını savaş, yangın, deprem, salgın hastalık gibi felâketlerden, eşkiyâ maceralarından, toplumun sakat, alay etmeye ve iğnelemeye müsait yönlerinden alırlar. Bunlardan başka 5
öğüt (atasözü), bekçi, yaş, hayvan ve daha başka konularda da destanlar söylenir.

"Dasitan" kelimesini Divân Edebiyatı şâirleri de kullanmışlar, aruz. vezniyle yazdıkları manzum hikâyelere bu adı vermişlerdir. Şeyh Gâlib (ö.1799) Hüsn ü Aşk isimli mesnevîsi'nde "Benî Muhabbet" kabilesini anlatırken "Âğâz-ı Dâsitân-ı Beni Muhabbet" başlığını kullanmıştır. Divân Edebiyatı şâirleri Dasitanları'nı mesnevi tarzında, Halk Edebiyatı şâirleri ise dörtlükler şeklinde yazarlardı. Bir de Millî Destanlar vardır ki, her milletin efsânevî tarihinden, hayâlı ma’bûdlarından, kahramanlarından, savaş ve zaferlerinden bahseder. Bu efsânevî ve menkabevî olaylar, halk tarafından ayrı ayrı nakledilegelir. Daha sonra millî şâirler, nakledilegelen bu parça parça olayları birleştirerek millî destanları oluştururlar.

Tarihte yer alan her milletin destanları vardır ki bunlar, o milletlerin yaşadıkları maceraları, yetiştirdikleri kahramanları, tabiat, kâinat ve sosyal hâdiseleri hakkında düşündüklerini ve bunlar karşısında aldıkları durum ve tavırları yansıtırlar. Zengin ve çeşitli olan Türk Destanları'nın çoğu İslâm öncesi dönemde oluşmuştur.

Türk Destanlarından bazıları şunlardır: Yaratılış, Alp Er Tunga, Oğuz Kağan, Bozkurt, Ergenekon, Türeyiş, Göç destanları. Bunlardan en önemlisi, metninin büyük bir kısmı elimizde bulunan Oğuz Kağan Destânı'dır. Diğer milletlerden bazılarının en yaygın millî destanları ise şunlardır: Yunanlıların millî destanları, Homeros'un yazdığı "ilyada" ve "Odise"; İran'ın, Firdevs-i Tûsî (ö.l020)'nin yazdığı "Şeh-nâme"; Finlilerin, Lönnrot isimli bir hekimin, uzun yıllarını vererek oluşturduğu "Kalevala" isimli destanlarıdır.

Sagular
İslâm Öncesi Türk Edebiyatı'nda, ölen kimselerin arkasından söylenen şiirlere Sagu denir. Sagular, sevilen, sayılan, özellikle gösterdiği kahramanlıklarla tanınmış kimselerin ölümü üzerine, ozanlar tarafından, Yuğ adı verilen cenaze törenlerinde okunur; ölen kişinin yiğitliği, iyiliği, cömertliliği, faziletleri dile getirilirdi. Bazı sagularda canlı tabî'at tasvirleri de görülür.

Sagular dörtlükler hâlinde düzenlenir. Bend sayısı belli değildir. Kâfiye ise, daha çok şeklindedir. Ancak, birinci ve üçüncü mısraları serbest, ikinci ve dördüncü mısraları kafiyeli olan şekilleri de vardır:

Eski Türklerin Sagu adını verdikleri bu tür şiire Divân Edebiyatı’nda Mersiye, şimdi ise Ağıt denilmektedir. Ancak, ağıtlar daha çok, genç yaşta ölenler için yakılır ve "Ağıt yakma" diye tabir edilir. Gelin olan kızlar ve büyük felâketler için söylendiği de olur. Şekil olarak koşma ve türkülere benzer.

Koşuklar
Koşuk, İslâm öncesi Türk şiirinde "Nazım, Manzume, Şiir" anlamına gelmektedir. Kaşgarlı Mahmud ise, Dîvânü Lügâti't-Türk’te (yazlışı: 1074-1077) koşuk’a "şiir, kaside" anlamlarını vermiştir. Yusuf Hâshâcib de Kutadgu Bilig'de (yazılışı:1069) koşuk karşılığı olarak "şiir, beyit" kelimelerini kullanmıştır. Ünlü Türkolog W. Radioff, koşuk tabirinin zamanla, daha dar anlamlarda kullanıldığını tespit etmiştir. Ona göre Koşuk "Urguştek”' denilen şiirin bir şekli olarak halk arasında yaygındır. Doğu Türkçesi'nde, özellikle Taratıp'daki Koşuk şekli "bir tarihî şarkıyı, bir efsânevî türküyü " karşılar. Kumaniar da şâir'e Kaşıcı demişlerdir.

Savlar
Sav, atasözü anlamındadır. Sav'a, söz, haber, mektup, risale, darb-ı mesel, kıssa, hikâye, târihî şeyler gibi anlamlar da verilmiştir. Sav (Darb-ı mesel): Eskiden söylenilmiş olan ve bir hikmet ifâde eden söz. Sav, "İlk şiir örnekleri olan dinî şiirlerle birlikte manzum olarak söylenen atasözleri" diye de tarif edilmiştir. Arapçası "mesel" dir. Dilimizde "Durûb-ı emsal" şeklinde de kullanılmıştır. Şinâsî (1826-1871)'nin, Atasözlerini toplayan "Durûb-ı Emsâl-i Osmaniye" (İstanbul 1863,1885) adında bir eseri vardır. Nâbî (1642-1712)'nin ifâdesine göre, kendi döneminde darb-ı mesel ustası, XVII. yüzyıl şâirlerinden Sabit (1650-1712)'tir. Bu alanda Onun seviyesine çıkan olmamıştır.

Yazlı Edebiyat Türk Dili'nin yapısını ve gelişmesini, yeterli malzemeye dayanarak, ancak VIII. yüzyılın ilk yarısında dikilmiş olan Orhun Kitâbeleri'nden itibaren takib edebiliyoruz. Daha önceki dönemlerden bize ulaşan Tuna ve Volga Bulgarları'na âit Şehzade Fihristleri ve Mezar Taşları ile Yenisey Kitabeleri, Türk Dili'ni incelemekten çok uzaktır.

Türk Dili'nin yapısını ve gelişmesini, yeterli malzemeye dayanarak, ancak VIII. yüzyılın ilk yarısında dikilmiş olan Orhun Kitâbeleri'nden itibaren takib edebiliyoruz. Daha önceki dönemlerden bize ulaşan Tuna ve Volga Bulgarları'na âit Şehzade Fihristleri ve Mezar Taşları ile Yenisey Kitabeleri, Türk Dili'ni incelemekten çok uzaktır. Türk Dili ve Edebiyatı'nın başlangıcı olarak kabul edilen mîlâdî VIII. yüzyıldan önceki bu dönem, Türk Dili'nin henüz gelişmiş bir Yazı Dili hâline gelmediği bir dönemdir.

İlk defa Orhun Kitabeleri ile Türk Dili oluşumunu tamamlamış, işlenmiş bir Yazı Dili olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Tabiî bu gelişmiş olan Yazı Dili'nin, hiç olmazsa bir iki yüz yıllık bir tekâmül, bir oluşum devresi geçirdiği muhakkaktır. Bazı farklılıklar göstermesine rağmen, VIII. yüzyıldan XIII. yüzyıla kadar devam eden ve Kök-Türk ile Uygur kültürlerinin damgasını taşıyan bu Yazı Dili dönemi "Eski Türkçe Devresi" diye adlandırılmaktadır. Bu dönem ilk ana dil yapısını meydana getiren bu Eski Türkçe Devresi'nin XII.- XIII. yüzyıllara kadar devam ettiği bir süreçtir.

Türk Dili ve Edebiyatı'nı metinle takibedebildiğimiz çağ olan Eski Türkçe'den itibaren, daha belirgin ölçülerle bir ayırım yapmak ve devirleri belli tarihlerle değil ama, yüzyıllarla sınırlandırmak mümkündür. Bu devreler ise şunlardır:

Eski Türkçe Çağı
Türkçe'yi metinle ve "Türk" adı ile takıbedebildiğimiz gerçek bir devredir. Bu devre ise, tarih olarak VI.-X. yüzyıllar arası kabul edilmektedir. Kitabelerle Uygur metinlerini içine alan bu çağ: a) Kök-Türk, b) Uygur devresi diye ikiye ayrılmaktadır. Bunu biraz da ha ileri götürerek (XII. ve XIII. yy.) Karahanlıca (Hâkâniye) olarak ilk îsiâmî Türkçe metinlerin dilini de bu çağa dahil edenler vardır.

Dilin dış tarihi bakımından bu devreyi, İslâm'ın kabulü ile girdiğimiz ve artık devamlı olarak kalacağımız bir medeniyetin ilk eserleriyle başlatıyoruz ki bu çağ, aynı zamanda, eskiden nispeten toplu bir hâlde bulunup da bir Yazı Dili geleneğini sürdüren Türk boylarının birbirinden ayrılarak, uzak bölgelerde kendi şivelerini Yazı Dili olarak oluşturmağa başladıkları bir çağdır. Ana yurtta kalan Hâlis Türkçe ile Oğuz ve Kıpçak lehçeleri Yazı Dili olarak bu devirde ayrılmış ve kendi eserlerini vermeğe başlamıştır. Dilin içyapısı bakımından ise, bazı büyük fonetik (ses) ve morfolojik (şekil) değişmeler de bu çağda görülmektedir. Bu çağ, zaman olarak XI.-XÖ. yüzyılları içine alır. Reşiâ Rahmeti Arat (1900-1964) ve bazıları, bir Orta Türkçe çağı kabul etmeyip XIII. yüzyıla kadar Eski Türkçe, sonrasını ise Yeni Türkçe çağı olarak düşünmektedirler.

Yeni Türkçe Çağı Türk Dili'nin XVI. yüzyıldan itibaren, artık teşekkül etmiş edebî lehçeleri ile bugüne kadar geçen zamana verilen isimdir. Osmanlı, Azeri, Türkmen, Çağatay ve Özbek edebiyatlarının dili bu devreye girer. Bu çağı, bir önceki çağdan ayırt etmek bir hayli güç olmakla beraber, Orta Türkçeyi Yeni Yazı Dili lehçelerinin teşekkül ettiği; Yeni Türkçeyi ise, o lehçelerde meydana getirilen edebiyatın geliştiği bir çağ olarak niteleyebiliriz. Türkiye Türkçesi bakımından, Beylikler Devri dilinin de getirdiği Eski Anadolu Türkçesi'ni Orta Türkçe, Osmanlıca dediğimiz devreyi ise, Yeni Türkçe saymak daha uygun olur. Zaman ise XVI-XX. yüzyıllar arasıdır.

Çağdaş (Modern) Türkçe Çağı
Türk Dili'nin bu çağı, yaşadığımız devrin, yüzyılın dili, yani bugünkü Türk lehçe, şîve ve ağızlarıdır. Modern Türkçe'den maksat, günümüzde konuşulan, yazılan Türkçe'dir. Yalnız Türkiye Türkçesi'nin özel bir durumu vardır ki o da, gerek yazı, gerekse dil devrimleri ile Osmanlıca'dan Türkçe'ye geçip gerçekten yenileşme hareketinin var oluşudur. Türk Dili'nin tarihçesi hakkında verilen bu kısa bilgiden sonra, Eski Türklerin yine bu döneme âit tarihî ve edebî değeri olan yazılı belgelerinden bahsedeceğiz.

Yazılı Edebiyata malzeme olan bu belgeler, anıtlar, mezar taşları, duvar, deri, bez ve benzeri şeyler üzerine yazılmak suretiyle meydana getirilmiş olan belgelerdir. İslâm öncesi döneme âit bu belgelerden en eski Türkçe yazılı belgeler, ittifakla kabul edilen Orhun Kitabeleri'dir. Bunların ne zaman, kimin adına dikildiklerini bir defa daha hatırlayalım. Kök-Türklere âit bu kitabelerden biri 720 tarihinde Vezir Tonyukuk tarafından yazılmış ve kendi adına dikilmiş olan Tonyukuk Kitabesi (Yazıt)dir. Diğer iki Kitabe ise, 732'de Kültigin, 735'te de Bilge Kağan adlarına dikilmiş Kültigin ve Bilge Kağan Kitâbeleri'dir. Bu iki kitabe, Bilge Kağan'ın ağzından söylenmiş, Yolluğ Tigin tarafından yazılmıştır.

San'atlı nesir örneği görünümünde olan bu kitabeler, aynı zamanda bir nutuk (söylev) üslubuyla, etkili bir dil kullanılarak kaleme alınmışlardır. Orhun Kitabeleri'nin bir yüzleri Kök-Türk Alfabesiyle Türkçe, diğer yüzleri ise Çince yazılmıştır. Radloff, Melioranski ve Thomsen, kitabelerin çevirilerini yapmışlardır. En iyi çeviri, Thomsen'ın çevirisidir. Bunları bilim dünyasına ilk tanıtan İsveçli Stiahlenberg'dir. Bundan sonra, Batılı gezginlerin de dikkatini çekmiş olmakla beraber, Orhun Kitâbeleri'ni XIX. yüzyılın sonunda (1893), kitabelerde kullanılmış olan eski Türk yazısını (runik) ilk çözen ve okuyan Vilhelm Thomsen'dır. Radloff tarafından Rusça'ya (1895), Thomsen tarafından Fransızca'ya (1900) çevrilmiş olan Orhun Âbideleri, Necib Âsim tarafından da Türkçe'ye çevrilmiştir.

İslâm öncesi Yazılı Edebiyat çerçevesinde, Uygur edebiyatı yazılı belgelerinden de söz etmek gerekir.

Uygur Edebiyatı, İslâm öncesi Türk Edebiyatı'nın son dönemidir. Bu edebiyata âit Uygur (745-1240), Koço (850-1250), Kan-çou (900-1028) Hanlıklarından kalma zengin malzemenin varlığını kanıtlayan, Doğu Türkistan'da Turfan *Koço) ve yöresinde yapılan kazılardan çıkarılan çok sayıdaki yazılı belgeler elde bulunmaktadır. Kazılardan çıkarılan bu belgelerden bir kısmı yayımlanmış, yayımlanmayanlar üzerinde ise henüz çalışma yapılmamıştır. Bu metinlerin çoğu Çince, Sanskritçe, Toharca ve Tibetçe'den Uygurcaya çevrilmiş dinî metinlerdir. Bu metinlerden Uygur Türkleri'nin belirli bir medeniyet düzeyine geldiklerini, meselâ kâğıt üzerine kitap basma tekniğini bildiklerini öğreniyoruz.

Uygur alfabesinin etkisini, Türkler'in İslâm'ı kabul ettikten sonra da devam ettirdiğini ve Orta-Asya'da XIII. yüzyıl sonlarına kadar Türkler arasında bu alfabenin kullanıldığını biliyor ve görüyoruz. Uygur Türkleri, Budizm ve Maniheizm'in etkisi altında kaldıklarından, bunlara âit edebî metinlerin önemli bir kısmının dinî-ahlâkî metinler oldukları bilinmektedir. Bu metinler arasında manzum metinler de mevcuttur.

Elde bulunan şiirler, Türklerin millî ölçüsü olan hece vezniyle yazılmış olmakla birlikte, mısraların hece sayıları eşit değildir. Manzum parçaların çoğunda mısraların hece sayıları değişmekte, bazı manzumelerde ise hece sayısı 15-20'ye kadar çıkmaktadır. Böyle olmakla beraber, İslâm Öncesi Türk şiirinin eldeki örneklerin çoğu 4-5 mısralık kıt'alardan oluşmaktadır. Alliterasyon (ses benzeşmesi), bu dönem şiirinin dikkat çeken bir özelliğidir. Uygurların, sözü edilen dinî manzumelerinin yanında din-dışı konularda yazılmış lirik, ya da pastoral (çoban ve kır hayatını anlatan şiir), estetik yanı oldukça gelişmiş güzel manzumeleri vardır. Bütün bunlardan Türkçe'nin Uygurlar döneminde işlendiğini ve edebî bir dil olarak geliştiğini anlıyoruz.

İslâm sonrası Türk Edebiyatı'nı ele almadan ve incelemeden önce, Türklerin İslâm'ı ne zaman kabul ettikleri üzerinde duralım. Çünkü milâdî 610 tarihinde doğan İslâm Dini, yeryüzünde hüküm süren semavî dinlerin sonuncusu olan bir din idi. Arabistan'da doğan bu Din'i, Arabistan sınırlan dışında ilk kabul eden millet İran ve İran halkıdır. Mantıken düşünüldüğünde, bu yeni Din'i kabul sırası Türklere, Türk milletine gelmiş olması gerekirdi. Çünkü İran, Orta-Asya halkının en yakın komşusu idi. Tarihî ve coğrafi olarak da bu böyle idi.

İranlılardan sonra Türkler, İslâm Dîni'nin varlığından haberdâr idiler. Esasen Türkler, Hz. Ömer'in hilâfeti sırasında (634) İslâm ile tanışmaya başlamışlardır.

İslâm orduları, Türklerin yoğun hâlde yaşamakta oldukları topraklara ilk olarak Emevîler devrinde (661-750) girmişler ve Özellikle Kuteybe b. Müslim (670-715)'in Horasan valiliği sırasında (705-715) Mâverâü'n-nehr'i ve oraya sınır olan bölgeleri feth ederek idareleri altına almışlardır. Kuteybe b. Müslim ve kardeşi Abdurrahman'nın çaba ve cesaretleri Buhârâ'dan Semerkand'a kadar olan şehirleri zabtettikleri gibi, Hârizm'in belli-başlı şehirlerini de İslâm idaresi altına sokmuşlardır. Bu sıralarda, zaman zaman Türk boylarının bazıları ile de savaş yapıldığı söylentileri de vardır. Kuteybe b. Müslim'in Horasan, Hârizm ve Buhârâ'nın yardımcı kuvvetleriyle, destek sağlayan ordusu ile Semerkand'ı kuşattığı sırada, karşı tarafa gelen yardımcı kuvvetlerden Türklerin başında Hakan'ın oğlunun bulunduğu rivayeti vardır. Öyle ki bu komutanın, Kapağan Han'ın yeğeni meşhur Kültigin olduğunu ileri sürenler bile vardır.

Türkler, İslâm'ı başlangıçta hemen benimsemiş değildirler. Ancak, zorla, ateş ve kan akıtılması yoluyla da İslâm'ın Türkler tarafından kabul edildiğini söylemek de mümkün değildir. Esasen bu durum "Dinde zorlama yoktur" prensip ve kuralına da aykırıdır. Zamanla, yavaş yavaş, özellikle Ebû Müslim Horasanı (719-755)'nin ve komutanlarının çaba ve gayretleriyle Orta-Asya'da İslâm'ın yayılmaya başlamış olduğu, bu yayılma ve gelişmenin daha da hız kazandığı ve güçlendiği görülmektedir.

İslâm'ın egemen olduğu bölgelerde uygulanan adalet, iyilikle muamele, ahlâkî yükseklik ve bu yeni Din'in inanç, ibâdet ve günlük hayatta insana kazandırdığı huzur ve imkân, dört bir yandan, yılların geçmesiyle, İslâm'ı kabule yığın yığın yeni kütlelerin, toplulukların koşup gelmesine sebep oluyordu. Böylece İslâm Dini, yüzyılların geçmesiyle, son derece inandırıcılığı ve gücü ile yayılıp yerleşiyordu.

Asıl Türklerin, koşarcasına topluca İslâm'a girip doğuya doğru Türk bölgelerinin tamamı ile İslâm Dini'ne girip onun kültürü ve medeniyeti etkisinde yeni bir hayat anlayışı ile yaşamaya başlamaları Sâmânoğulları (892-999) zamanındadır. Ayrıca bilinen bir husus daha vardır ki, mîlâdî 961 tarihinde 200.000 çadır halkından oluşan muazzam bir Türk topluluğunun toptan ve kesin olarak İslâm'ı kabul etmiş olmalarıdır. İslâm'ı toptan kabul eden bu Türklerin, Doğu Karahanlılar (840-1212) idaresindeki Türk boyları olduğu da bilinen gerçeklerdendir.

Daha VIII. yüzyılın sonlarından itibaren devlet kuran ve zaman zaman da Araplar ve Sâmânoğullarıyla savaşan Karahanlılar, nihayet X. yüzyılın ilk yansında hükümdarları Satuk Buğra Karahan'm İslâm'ı kabulü ile ilk Müslüman Türk devletini kurarlar. Şu hâlde Türklerin İslâm'ı tamamiyle kabul etmeleri, 4 yüzyıl gibi geniş bir zaman içerisinde gerçekleşmiş olmaktadır. Geç de olsa Allah, Türk milletini bu şereften mahrum etmemiş, doğru yola ulaştırmış, hidâyete erdirmiştir. Türk milleri de, o günden itibaren bir vefâ ve şükran borcu olarak, İslâm'a hizmet etmiş ve hizmet etmeye de devam edecektir.

Sonuç olarak unutulmaması gereken şudur: Türk milleti ve Türk dünyası X. yüzyılın ikinci yansından itibaren, artık tümüyle İslâm Dini ve kültürü çerçevesine girmiş, dolayısıyla Türk milleti için yeni bir kültür değişimi, yeni bir dil ve edebiyat gelişmesi dönemi başlamış, yeni bir duygu ve düşünce ufku açılmıştır.

2. Hafta

İSLÂM SONRASI TÜRK EDEBİYATI
Bilindiği gibi Türkler, İslâm'ı kabul etmeden önce, Mani, Budha ve Şamanlık gibi kültür çevrelerinin etkisi altında kalmış, belli ölçüde bu kültürlerle beslenmiş şiir ve sanat eserleri de vücûda getirmişlerdir.

İslâm'ı kabul eden Türkler’in İslâm medeniyet ve kültürüne girmesinde, Araplardan ziyâde İranlıların etkisi daha çok olmuştur. Bir başka deyişle, İslâm medeniyet ve kültürü, dünya görüşü ve bunların mahsûlü olan ortak İslâm Edebiyatı'nın iç ve dış yapısını oluşturan öge ve unsurlar İranlılar aracılığıyla Türk Edebiyatı'na girmiştir. Çünkü Türkler, Araplarla değil, İranlılarla komşu ve iç-içedir. Öyle ki, Türklerin kabul ettiği bu yeni dinin, ibâdetle ilgili önemli terimlerinden bir kısmı Türk Dili'ne Arapça'dan değil, Farsça'dan girmiştir. Arapça "salât" yerine Farsça "namaz", "vudû " yerine "âbdest", "savm" yerine "oruç (rûze)" ve Türk İslâm Edebiyatı'nın, özellikle, ilk dönem metinlerinde tesadüf ettiğimiz "ferişteh (melek)" tamâmiyle Farsça'dan dilimize geçmiş kelimelerdir.

İslâm Sonrası Türk Edebiyatı'nın elde bulunan ilk örneği Kutadgu Bilig'in (Yazarı: Yusuf Hâs Hâcib) yazıldığı yıllarda (1069), İslâmî İran Edebiyatı'nın iki yüz yıla yakın bir geçmişi vardı. Bir başka deyişle İranlıların İslâm'ı kabulü, Türklerden iki yüzyıl önce, mîlâdî VIII. yüzyıllarda idi. Sâmânoğulları (874-999) ve Gazneliler (999-1030) dönemlerinde İran'da büyük şâirler yetişmiş ve Şehname (1010) gibi şöhreti günümüze kadar gelen bir Destan meydana getirilmişti.

İslâmî dönem İran şiiri, Arap şiirini örnek alarak başlamıştır. Söz konusu dönem Türk şiiri de, tıpkı klâsik Batı Avrupa edebiyatlarının eski Yunan ve Lâtin edebiyatlarını asıl ve örnek almaları gibi, İran edebiyatını örnek alarak başlamış ve gelişmiştir. Ancak, bilindiği gibi, bu benzerlik, körü körüne bir taklitten ibaret değildir.

Türk edebî dilleri, edebiyat tarihi araştırmaları açısından, Doğu Türkçesi (Hâkâniye Türkçesi) ve Batı Türkçesi (Oğuzca) diye iki kısma ayırılagelmiştir. Osmanlı ve Azerî sahaları Barı, Orta Asya yöresinde 4
gelişen Türkçe ise Doğu Türkçesi olarak kabul edilmektedir. Öte yandan İslâm kültürü etkisinde gelişen Türk Edebiyatının gösterdiği özellikler açısından, üç kolda gelişme gösterdiğini görüyoruz. Bunlar:

i) Dîvân Edebiyatı: İslâmî kültüre dayalı, daha ziyâde medrese öğrenimi görmüş, eğitimden geçmiş sanatkârlann, saray çevresi ve aydınlara yönelik ortaya koydukları edebiyattır.
ii) Tekke Edebiyatı (Tasavvuf Edebiyatı): Dînî-Tasavvufî ağırlıklı olup gösterdiği özellikler itibariyle, daha çok halk edebiyatı - hece vezni, dörtlük, bazen de aruz - etkisinde kalmış olan, aynı zamanda Dîvân Edebiyatı kültürünü de yansıtan edebiyattır.
iii)Halk Edebiyatı: Daha çok halk arasından yetişmiş sanatçıların verdikleri "Sözlü edebiyat" ürünleriyle meydana gelmiştir.

İslâm Kültürünün Bilim Dalları
a) Tefsir:
b) Hadis:
c) Akâid:
d) Fıkıh:
e) Kelâm
f) Siyer ve Kısas:

Bu bilim dallarına şunlar da ilâve edilebilir. Tasavvuf, ilm-i heyet {astronomi), ilm-i nücûm (yıldızlarla ilgili bilim dalı), ilm-i ahlâk, ilm-i ahcâr (taş anlamına gelen hacer kelimesinin çoğulu olup kıymetli taşlarla ilgilenen bilim dalının adıdır.), ilm-i kimya, ilm-i tıbb ve benzeri ilimler de, İslâmî bilimler arasında sayılabilir. Medreselerde okutulan bir başka bilim dalı da İlm-i Belâgat'tır. İlm-i Belagat, edebiyatla ilgili bilgileri içeren ve öğreten bir bilim dalıdır. Bu bilim dalı: İlm-i Bedi’, İlm-i Beyân, ve İlm-i Me'ânî olmak üzere üç kısma ayrılır.

Türk Edebiyatının İslâm Kültürü Etkisinde Gelişen Kaynakları
a) İslâm Tarihi (Tarihî olay ve kişiler) b) İran Mitolojisi (Mitolojik olay ve özellikle kişiler) c) Türk tarihi ve Millî kültür unsurları (Gelenek ve görenekler) d) Dil malzemesi (Deyimler, Atasözleri, Halk söyleyişleri ve edebî dili oluşturan bütün öğeler). Eski Edebiyatımızın temelinde, sıraladığımız bu unsurlardan önce, kaynağını Kuran ve Hadis'lerden alan dinî inançlarla tasavvufun bulunduğunu unutmamak gerekir.

Türk Edebiyatının İslâm Kültürü Etkisinde Gelişen Özellikleri
a) Türklerin, İslâm'ı kabulden sonra, doğudan batıya doğru yayılıp yerleştikleri geniş bir alan üzerinde -özellikle Anadolu'da- altı yüz yıl gibi uzun bir süre içerisinde oluşturdukları edebiyattır.

b) İslâm kültürü içerisinde daha önce doğup gelişen İran şiirini -İran edebiyatı da Arap edebiyatından etkilenmiştir- örnek alarak başlamış ve ümmet kaynaşması yönünde gelişme göstermiştir. Bu kaynaşma ise, genel çizgileriyle şekil, dil ve söyleyiş, tür, konu-özde görülmüştür.

c) Bu dönem edebiyatında nazım esas olmakla birlikte, bazı anlatım özellikleri bakımından, nazmın etkisi ve paralelinde gelişmiş olan nesir de vardır. Daha önceleri Edebiyat yerine Şiir ve İnşâ denimiştir. İnşâ, kurma, yapma, hesaplayarak, düşünerek meydana getirme anlamına gelir. Eski Edebiyatımızda ise İnşâ'dan, ustalıklı, sanatlı anlatımın ön plana alındığı nesir anlaşılmıştır. Bu durum, dönemin edebiyattaki zevk anlayışı dikkate alınarak nesirde süslü, özentili, kafiyeli söyleyişin önemli olduğunu göstermektedir. Ancak, sâde, veya kısmen sâde nesir örneklerinin bulunduğunu da burada belirtelim.

d) Şiirin kuruluşunda şekil önemlidir ve belirli kurallara bağlanmıştır. Bu kurallar ise şiirin şekil ve biçimini oluşturan nazım birimi, vezin, kâfiye ve nazım şekliyle ilgilidir.

e) Eski Türk edebiyatının, özellikle eski Türk şiirinin şeklî (biçimsel) özelliklerinin yanında muhteva özellikleri de önemli yer tutar. Edebiyatta muhteva denilince akla dil ve üslûp, edebî sanatlar, konu-temalar gelir.

Sözlüklerin başka anlamlarının yanı sıra edebî sanatlarla bağlantılı olarak klişe benzetme diye tanımladıkları mazmun, edebî sanatlarla da ilgili olmakla birlikte daha çok, eski şiirimizde bir mısra ya da beyit içindeki bir kelimenin veya kelimelerin kendi anlamının, anlamlarının dışında özel bir anlamda kullanılmasıdır. Söz konusu özel anlam, ancak eski şiirimizin kültür dünyası içerisinde vardır ve bu dünyanın mecaz sistemi bilinmedikçe de anlaşılmaz. Bu nedenle, eski şâirlerimizin ait oldukları kültür nedeniyle içinde kolayca dolaşabildikleri mazmunlar dünyasına günümüz insanının girmesi zordur.

TÜRK İSLÂM EDEBİYATININ TÂRİHÎ GELİŞİMİ
VIII. Yüzyıldan itibaren İslâm'ı kabul etmeye başlayan Türkler Karahanlılar döneminde İslâm Dini'ni resmen kabul etmişlerdir (920). Bu nedenle tarihte varlığı bilinen ilk Müslüman Türk Devleti Karahanlı Devleti (912-1212) olup İslâm kültürü etkisinde gelişen Türk edebiyatının elde bulunan en eski örnekleri de bu döneme aittir. Söz konusu dönemde Kur’an sûrelerini Türkçe tefsir eden ve yorumlayan Tefsir kitaplarının yazıldığı bilinmektedir. Bu donem Tefsir kitaplarında çoğunlukla Arapça metnin altında Türkçe çeviri {satır arası tercüme) verilmiştir. Ancak, Karahanlı dönemi Türkçesiyle (Hâkâniye ve Doğu lehçesi) yazılmış varlıkları bilinen en ünlü eserler Kutadgu Bilig, Dîvânü Lügati't-Türk, Dîvân-ı Hikmet ve Atebetü'l-Hakâyık’tır. Şimdi sırasıyla bu eserler üzerinde duralım.

Kutadgu Bilig (1069, Yusuf Has Hâcib)
Kutadgu Bilig, Karahanlılar döneminin edebî eser niteliğini taşıyan ilk örnek eseridir. Balasagonlu Yusuf (Has Hâcib) tarafından 1069 yılında yazılmıştır. Bu eser, Karahanlı hükümdarı Süleyman Arslan Han'ın oğlu Hakan Tabgaç Buğra Kara Han Ebû Ali Hasan (Hükümdarlığı: 1056-1103)'a sunulmuş, çok beğenildiği için de kendisine Buğra Kara Han tarafından sarayda "hâs haciplik (teşrifatçılık, baş mâ-beyncilik)" görevi verilmiştir. Bu nedenle kaynaklarda Yusuf Has Hâcib diye anılmıştır.

Kutadgu Bilig manzum olup Şehname vezni de denilen aruzun fe'ûlün/ fe'ûlün/ fe'ûlün /fe'ûl kalıbıyla yazılmıştır. Mesnevî tarzında yazılmış olan Kutadgu Bilig, yapılan ilâvelerle birlikte 6645 beyittir. Bu ilâveler, eserin sonunda 124 beyitlik üç Kaside ile mesnevi içinde yeri geldikçe söylenmiş olan 173 dörtlük bulunmaktadır. Kutadgu Bilig'in Mukaddimesini oluşturan ve sonradan ilâve edildiği sanılan 77 beyitlik şiir ise 6645 beyte dâhil değildir. Eserin mesnevi nazım şekliyle ve Şehname vezniyle yazılmış olması İran edebiyatından etkilendiğini göstermektedir.

Diğer yandan, Yusuf Has Hâcib'in esere ilâve ettiği dörtlükler, Kutadgu Bilig’i bir yandan da İslâm öncesi dönemin Türk şiir geleneğine bağlamaktadır. Halk şiiri nazım şekli "mânî" ye benzeyen söz konusu dörtlüklerin "mânî" den ayrıldıkları yanı daha çok vezin bakımındandır. Ayrıca yarım kâfiyelerin yanı sıra cinaslı kâfiyelerle alliterasyonların (ses tekrarı) zenginliği de mesnevide eski Türk şiir geleneğinin sürdürüldüğünü kanıtlamaktadır.

Nazım şekli ve vezni bakımından Şehname geleneğine bağlı olan Kutadgu Bilig, kâfiye bakımından halk şiiri geleneğine uyar. Halk şiirinde olduğu gibi Kutadgu Bilig'de de çoğunlukla yarım kâfiye kullanılır. Az da olsa cinaslı kâfiyeye de rastlanır. Redif ise, göze çarpmayacak kadar azdır. Kutadgu Bilig'deki 173 dörtlük de halk şiiri geleneğine aittir. Yusuf Has Hâcib, yeri geldikçe, konuyla ilgili bir dörtlük verir, (a a x a) şeklinde kâfiyelenmiş olan bu dörtlükler, konu ve edâ bakımından bugünkü manîlere benzemese de, kâfiye düzeni bakımından mânî tarzının ilk örnekleri sayılabilir.

Divânü Lügati't-Türk'teki dörtlüklerin koşma tarzında kâfiyelenmeleri karşılık Kutadgu Bilig'dekilerin mânî tarzında kâfiyelenmeleri ilgi çekicidir. Bu demektir ki Türk halk şiirinin daha ilk örneklerinde hem koşma tarzı, hem de mânî tarzı kullanılıyordu.

Kutadgu Bilig'de üç üslûp hâkimdir: a) Tahkiye b) Hikmet c) Mükâleme (tiyatral). Bu üç anlatım tarzı da Kutadgu Bilig'in yapısı ve konusu ile yakından ilgilidir. Tahkiye üslûbu, eserin manzum hikâye yapısını; hikmet üslûbu, eserin didaktik (öğretici) bir Siyâsetnâme oluşunun; mükâleme üslûbu tiyatral (théâtral=tiyaro ile ilgili) oluşunun tabîî bir sonucudur. Kutadgu Bilig'de bu üç anlatım tarzı dışında, tasvîr üslûbuna da, zaman zaman, yer verilir. Şâirin sanatkârlığı da özellikle tasvirlerde ortaya çıkar. Eserin baş taraflarında yer alan bir Bahariye bölümü, bahar tasviri ile ilgili kısım, Türk pastoral (çoban şiiri, çoban oyunu, kır şiiri) şiirinin en güzel örnekleri arasında yer almağa değer.

Kutadgu Bilig, Karahanlı Türkçesi olan Hâkâniye (Doğu) lehçesi ile yazılmıştır. Sayıları çok olmamakla birlikte Arapça ve Farsça kelimelerin de kullanıldığı eserde, Türkçe aruza uygulanırken güçlük çekilmiş, bundan dolayı da çok sayıda imâle (uzatma) yapılmıştır. Bundan kaynaklanan söyleyiş zorluklarını bazı müsteşrikler (Vambery gibi) yanılarak, eserin önce on birli hece vezniyle yazıldığını sanmışlardır.

Kutadgu Bilig, düşünce yanı ağır basan, öğretici (didaktik) bir eserdir. Gerek dil, gerekse tarih, sosyoloji ve düşünce tarihi yönünden değerli bir belge niteliğindeki mesnevi, yazıldığı dönemin insanına ve onları yöneten devlet adamlarına, doğru yolu göstermek, yöneticilikle ilgili bilgi vermek amacıyla yazılmıştır.

Karahanlı dönemi Türk aydınlarının dünya görüşünü, duyuş ve düşünüş tarzlarını, kültür seviyelerini tanıtan eser, içerisindeki birçok görüşün günümüzde de geçerli olduğu önemli bir öğüt kitabıdır. Eserden, aynı zamanda, Karahanlılar’ın gelişmiş bir devlet teşkilâtına sahip olduklarını da öğreniyoruz. Bu teşkilâtta yer alan yöneticilerin, ordu mensuplarının ve halkın uğraştığı meslek adlarının çoğunun Türkçe kelime köklerinden yapılmış olması ise Kutadgu Bilig'in dikkat çekici özelliklerinden biridir. Bir iki örnek vermek gerekirse Subaşı (Emniyet teşkilâtı), aş başçı (aşçı başı), otacı (odacı), satığcı (satıcı), temürci (demirci), okçu, yaçı (yaycı) ve benzeri görev ve meslek adları bunlar arasındadır.

"Sa'âdet ve mutluluk veren bilgi" anlamına gelen Kutadgu Bilig, adından da anlaşılacağı gibi, insana hem dünyada hem de âhirette mutlu olma yolunu göstermek amacıyla yazılmıştır. Kutadgu Bilig'de işlenen esas tema ideal insandır.

Kutadgu Bilig'e, bir siyâsetnâme hüviyetinde olması nedeniyle ona, "Edebü'l-Mülûk", "Âyînü'l-memleke", "Zînetü'l-ümerâ", "Şehnâme-i Türkî, Pendnâme-i mülük" isimleri de verilmiştir. Öte yandan Kutadgu Bilig, devlet yönetimiyle ilgili görüşlere yer verdiği için İslâmî dönem Türk edebiyatının Siyâsetnâme türü eserlerinin ilk örneklerindendir.

Mesnevi tarzında yazılmış olan Kutadgu Bilig'in, biri mensur, öteki manzum olmak üzere iki mukaddimesi (önsöz) vardır. Esere daha sonra eklendiği sanılan bu mukaddimelerden 77 beyitlik manzum olan kısmında Yusuf Has Hâcib ve eserin konusu hakkında bilgi verilmiştir. Söz konusu Önsöz'de, mesnevilerin klâsik düzeni gereği Allah'ın, Peygamberin, Çihâr-yâr-ı Güzîn (Dört Haltfe)'in Tevhid, Na't ve medhin yer aldığı bölümle, hükümdar Buğra Kara Han'ın övgüsü yer alır. Bundan sonraki bölümde, insanın yaratılışı, sözün zarar ve faydaları anlatılır.

Bu bölümden sonra, ana konuya geçilerek eserde yer alan dört sembolik kahraman tanıtılır ve bu kahramanların ağızlarından Kutadgu Bilig yazarının insan mutluluğuna, sosyal düzene, devlet yönetimine ilişkin görüşleri dile getirilir. Eser, allegorik bir münazara karakteri gösterir. Eserde adı geçen dört kahramandan Kün Toğdı (hükümdar) adâlet'i, Ay Toldı (vezir) sa'âdet'i,

Kutadgu Bilig: "yarı hikâye, yarı tiyatro tarzında kurulmuş allegorik, manzum bir mesnevidir" şeklinde tarif etmek yerinde olur.

Kutadgu Bilig'in bilinen üç yazma nüshası vardır.
a) Viyana nüshası: Uygur harfleriyle 1439'da Herat'ta yazılmış olan bu nüshayı Joseph Von Hammer Purgstall (1774-1856) İstanbul'da bulmuş 1796'da satın alıp Viyana Sarayı Kütüphanesi'ne bağışlamıştır. Bu nüsha üzerinde ilk yayını, Amin Vambiry (1832-1910) 1870'de ve Wüheim Radloff (1837-1919) 1891-1910'da iki cilt hâlinde gerçekleştirmişlerdir.
b) Kahire Nüshası: Arap harfleriyle yazılmış olan bu nüsha Kahire'de bulunmuştur. Kahire'de bulunan Hidivlik Kütüphanesi Müdürü Alman Dr. Moritz 1896'da bulmuş ve ortaya çıkartmıştır. Türk Dil Kurumu 1943'de bu nüshanın tıpkıbasımını gerçekleştirmiştir.
c) Fergana Nüshası: Arap harfleriyle yazılmış en iyi nüsha olup A. Zeki Velîdî Togan (1891-1970) 1914'te Fergana'ya bağlı Nemengâh'ta bulmuştur. Nüsha Taşkent'tedir. Sovyet Bilimler Akademisi'nin 1934'te Türk Dil Kurumu'na hediye ettiği mikrofilmden eserin tıpkıbasımı gerçekleştirilmiştir.

Kutadgu Bilig'in bilim dünyasına tanıtılması önce Batılı müsteşrikler (Doğubilimci) tarafından yapılmıştır. Türkiye'de ise Reşid Rahmeti Arat (1900-1964) çalışmış ve her üç nüshanın metnine dayanarak eserin tenkitli metnini ve çevirisini yayınlamıştır (R. R. Arat, Kutadgu Bilig, l Metin, İstanbul 1947; II Türkçe Metin, Ankara 1959). Eserin İndeksi ise, yine R. R. Arat tarafından hazırlanmış olup ölümünden sonra öğrencileri olan Muharrem Ergin, Kemal Eraslan, Nuri Yüce ve Osman F. Sertkaya tarafından 1979'da basıma hazırlanmış ve Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü'nce bastırılmıştır. Her üç nüshanın da tıpkıbasımları yapılmıştır

Kutadgu Bilig, edebî açıdan ve üslûp yönünden daha pek çok işlenmeye muhtaçtır. Eserde kullanılan edebî sanatlardan teşbih, tenasüp ve teşhis sanatları yanında, yer yer, intak, i'âde, leff ü neşr gibi sanatlara da rastlanır. Yaşın ilerlemesiyle ilgili parçalar (364-368. beyitler), daha sonra Türk edebiyatında çeşitli örnekleri görülen yaş şiirleri'nin ilk örneği kabul edilebilir. Eserin başında ve Kün Toğdı'nın Odgurmış'a yazdığı mektupta (3189. beyit) "Tanrı adıyla söze başlamak" ile ilgili beyitler Kutb'un Hüsrev ü Şirin'inde, diğer mesnevilerde ve en olgun şekliyle Süleyman Çelebi (v. l422)'nin Mevlid (Vesîletü'n-necat) 'inde görülen başlangıç kısımlarıyla benzerlik arzetmektedir.

Kutadgu Bilig'le ilgili yapılacak araştırma, inceleme ve mukayeseler, onun edebî yönünü tam olarak aydınlığa kavuşturacağı gibi, diğer Türk eserleriyle benzerliklerini ve farklılıklarını da tam olarak ortaya koyacaktır.

Dîvânü Lügâti't-Türk (1072-1077, Kaşgarlı Mahmud)
Karahanlı dönemi Türk edebiyatının, kronolojik sıraya göre, ikinci önemli eseri Dîvânü Lügati't-Türk'tür. Kaşgarlı Mahmud (Mahmud b. Hüseyin b. Muhammed el-Kâşğârî) tarafından 1072'de yazılmaya başlanmış ve 1077'de Bağdad'da tamamlanmış Türkçe-Arapça bir sözlüktür. Araplar a Türkçe'yi öğretmek ve Türkçe'nin zengin dil varlığını ortaya koymak, Türk Dili'nin dünya dilleri arasındaki yerini belirtmek amacıyla yazılmış olup, bundan dolayı da, Türk Hâkânı'na değil, Abbasî halifesi el-Muktedî bi-Emrillâh'ın oğlu Ebü'l-Kâsım Abdullah'a (saltanatı: 1075-194) takdim etmiştir.

Divânü Lügati't-Türk'te 7500 civarındaki Türkçe kelimenin Arapça karşılıkları verilmiş; Türk illeriyle, Türkçenin Türkmen, Oğuz, Çiğü, Kırgız v.b. Türk boylarının dilleri tanıtılmıştır. Kaşgarlı Mahmud, Türkçenin bir gramerini yazmış olması ve Dîvânü Lügâ-ti't-Türk’ün çeşitli yerlerinde de Türkçenin gramerine âit bilgiler vermiş olmasından dolayı ilk Türk gramercisi olarak kabul edilmektedir.

Eser, Arapça olmakla birlikte, içinde halk dili ve edebiyatından alınmış çok sayıda kelime, deyim, atasözü ile şiir örnekleri bulunmaktadır. Türkçe kelimelerin açıklanışı sırasında 400 kadar dörtlükten oluşan manzume ve atasözleri (sav) örnek verilmiştir. Bu dörtlükleri yazan şâirlerin en eskisi Alp Er Tunga (v. M.Ö. 626) isimli şâirdir. Dörtlükler koşma tarzında kâfiyelendirilmiştir.

Dîvânü Lügati't-Türk, Türkçenin bilinen ilk ve en eski sözlüğü, ilk dil bilgisi kitabı, ilk edebiyat antolojisi, hatta Türk dünyası ansiklopedisidir. Çünkü Türkçe-Arapça sözlük olmasının yanında, hazırlanışı ve içindekiler bakımından döneminin dili, edebiyatı, tarihi, coğrafyası, folkloru ve sosyolojisi hakkında değerli bilgiler vermektedir. Eserin en dikkate değer yanlarından biri X. ve XI. yüzyıllarda Türk illerindeki, özellikle Orta-Asya'daki Türk boylarının kullandıkları değişik lehçelerle ağızlar hakkında bilgi ihtiva etmesidir. Bu bilgilerden başka, bir de bu lehçelerin edebî lehçe oluşları bakımından incelenip değerlendirilmiş olması eserin önemini bir kat daha artırmaktadır.

Türk lehçeleri "Hâkâniye" ve "Oğuz Türkçesi" adı altında iki ana gurup hâlinde toplanmıştır. Türk İslâm edebiyatı'mn ilk örnekleri kabul edilen Kutadgu Bilig, Atebetü'l-Hakâyık gibi eserler bu lehçe ile yazılmışlardır. XIV. yüzyıldan itibaren Çağatay lehçesi diye adlandırılan Hâkâniye Türkçesi, Doğu Türkçesi olarak da bilinir. O dönemde Oğuz, Kıpçak, Peçenek ve Bulgar Türklerinin dili olan Oğuzca (Batı Türkçesi)mu temeli Göktürk kitabelerinin diline dayanmaktadır. Ancak, adı geçen bu lehçe asıl varlığını XIII. yüzyıldan itibaren özellikle Anadolu'da göstermiş olup bu lehçe ile önemli eserler verilmiştir. Türk dili, tarih boyunca Kaşgarlı Mahmud 'un iki ana grupta topladığı Hâkâniye ve Oğuz Türkçesi'nde belli başlı eserler vermiştir.

Dîvânü Lügâti't-Türk, Ali Emîrî tarafından XX. yüzyılın başlarında İstanbul-Sahaflar çarşısında bulunmuş, Kilisli Muallim Rifat (Bilge)'nin kontrolünde üç cilt hâlinde 1914-1917 yıllarında basılmıştır. Türkçe tercümesi ise Besim Atalay tarafından yapılmış ve 1939-1940'da üç cilt olarak basılmıştır. Bir de Lâtin harflerine göre İndeksi vardır (1947). Dehri Dilcin de Arap alfabesine göre bir İndeks yayınlamıştır (1957). Bundan başka 1941'de Türk Dil Kurumu (TDK), 1990'da da Kültür Bakanlığı Dîvânü Lügati't-Türk'ü tıpkıbasım olarak basmıştır.

Atebetü'l-Hakâyık (XII. yy., Edîb Ahmed Yüknekî)
Edîb Ahmed b. Mahmud Yüknekî XI. yüzyıl sonlarıyla XII. yüzyılın ilk yansında yaşamış; Arapça'yı, Farsça'yı öğrenmiş; tefsir, hadis, fıkıh gibi İslâmî ilimleri tahsil etmiş; takva sahibi, âlim, fâzıl bir Türk şâiridir. Anadan doğma âmâ olan bu Karahanlı devri Türk şâiri hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Ancak, eski kaynaklar, mesela Ali Şîr Nevâî (1441-1501 )'nin Nesâimü'l-Mahabbe isimli eseri Edip Ahmed'le ilgili olarak daha çok destanî nitelikli bazı bilgiler vermektedir. Bu da bize, Edib Ahmed Yüknekî’nin adının XV. yüzyıla kadar unutulmadığını göstermektedir.

Atebetü'l-Hakâyık, XII. yüzyılın ilk yarısında, Edib Ahmed b. Mahmud Yüknekî tarafından yazılmış manzum bir ahlâk kitabıdır. Eser, Türk ve Acem ülkelerinin meliki, emîr-i A'zam Muhammed Dâd Sipehsâlâr Beg'e takdim edilmiştir.

Atebetü'l-Hakâyık, tıpkı Kutadgu Bilig gibi, fe'ûlün / fe'ûlün / fe'ûlün / fe'ûl kalıbıyla Şehname vezninde yazılmıştır. Şehname vezninde yazılan kısım eserin mukaddimesi olup 80 beyit kadardır. Mukaddimede işlenen konular, geleneğe göre, Tevhîd, Na't, Hulefâ-i Râşidîn ve Emîr-i A'zam Muhammed Dâd Sipehsâlâr Beg'e övgü ve bir de eserin yazılışı hakkındaki kısımlardır. Mukaddime kısmı beyitler hâlinde olup gazel tarzında kâfiyelenmiştir. Eserin asıl metni ise dörtlükler hâlinde ve her dörtlük manîlerde olduğu gibi (aaxa) şeklinde kâfiyelenmiştir.

Her ikisi de Karahanlı dönemine âit olduğu hâlde, Kutadgu Bilig ile Atebetü'l-Hakâyık arasındaki fark, Kutadgu Bilig'in asıl metni, Atebetü'l-Hakâyık'ın ise mukaddime kısmı Şehname vezniyle mesnevî tarzında fe'ûlün / fe'ûlün / fe'ûlün / fe'ûl kalıbıyla yazılmış olmasıdır. Kutadgu Bilig'le Atebetü'l- Hakâyık'ın benzer yanı ise, Kutadgu Bilig'de aralarda söylenmiş olan 173 kadar dörtlük ile Atebetü'l-Hakâyık’ın asıl metni olan 102 dörtlük mâni tarzında ve (aaxa) şeklinde kâfiyelenmiş olmalarıdır. Aynı döneme âit olan Dîvânü Lügati't-Türk'te örnek olarak verilen dörtlükler ise hece vezniyle ve koşma tarzında yazılmış olduklarından, bu iki eserden ayrılmakta ve bu yönüyle Dîvân-ı Hikmet'in metnini oluşturan koşma tarzında yazılmış olan hikmetlerle benzerlik göstermektedir.

Vezin ve kâfiye düzeni bakımından Atebetü'l-Hakâyık'ın da çok sağlam olduğu söylenemez. İmâleler oldukça boldur. Yarım ve tam kâfiyelerin yanında, zaman zaman yakın seslerin de kâfiye olarak kullanıldığı, bazen da redifle yetinildiği görülür. Mısra başı kâfiyesinin izleri Atebetü'l-Hakâyık'ta Kutadgu Bilig den daha güçlü olarak devam ettiği görülür. Mısraların pek çoğu arka arkaya aynı seslerle başlamakta, bilgi ile ilgili dörtlüklerin çoğunun başında hep "b" sesi bulunmaktadır.

Atebetü'l-Hakâyık, bir ahlâk ve öğüt kitabı olduğu için, baştan sona hikmet üslûbu ile yazılmıştır. Kutadgu Bilig ile Atebetü'l-Hakâyık uslûb, mâhiyet, konu ve muhteva bakımından farklılık göstermektedirler. Birinin siyâset, diğerinin ahlâk yönü ağır basmaktadır.

“Atebetü'l-Hakâyık ayrı (olan) bâbların başlıklarından da anlaşıldığı gibi, Türk-İslâm muhitinin kültür çerçevesi içinde, fertlerin terbiyesi için düzenlenmiş olan esasları, olduğu gibi, Türkçe ve manzum olarak tekrar eden bir ahlâk kitabıdır. Eserdeki fikirler çok defa âyet, hadis, bazen da Arapça beyitlerle te'yid edilmektedir. Yazar burada fikir bakımından, kendi düşünce ve görüşünden ziyâde, bilinen esasları güzel bir Türkçe ile ifâde etmekle yetinmiştir..

” Atebetü'l-Hakâyık'ta, Tevhîd, Na't, Hulefâ-i Râşidîn'e ve emîre övgü ile başlayan mukaddime ve eserin niçin yazıldığını bildiren sebeb-i te'liften sonra asıl konuya girilir. Asıl metni oluşturan 102 dörtlükte, genel olarak şu dînî ve ahlâkî konulara yer verilir: Bilginin faydası ve cehaletin zararları (12 Cömertliğin medhi ve Hasisliğin (cimrilik) zemmi (10 dörtlük), Tevâzû ve Kibir (7 dörtlük), Harîslik (6 dörtlük), Kerem, Hilim ve diğer sıfatlar (16 dörtlük), Zamanenin bozukluğu (21 dörtlük), Kitab sahibinin özrü (5 dörtlük).

Atebetü'l-Hakâyık'la Kutadgu Bilig arasında, çeşitli yönlerden, benzerlikler olduğu gibi, farklı olan taraflar da vardır. Ancak, Atebetü'i-Hakâyık'ın tamâmiyle İslâmî motiflere dayandığını ve bu yönden Kutadgu Bilig'den farklı olduğunu belirtmek gerekir.

Atebetü'l-Hakâyık'ın sonunda Edib Ahmed'e âit olmayan üç ilâve vardır. Birincisi, yazarı bilinmeyen bir dörtlüktür. Bu dörtlükte Edib Ahmed'in doğuştan âmâ olduğu, eserin 14 bâb üzere yazıldığı, Atebetü'l-Hakâyık'ın bir fil yükü altın değerinde olduğu belirtilmiştir. İkincisi: Seyfî mahlası ile Türkçe ve Farsça şiirler yazmış olan Timur devri emirlerinden
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi Medine-web 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Medineweb Görsel ve Slayt arşivi( kaybolmaması... Medineweb.net Videolar Medine-web 5 221 23 Eylül 2024 20:24
Mustafa İslamoğlu Sözler Medineweb.net Videolar Mihrinaz 2 397 30 Nisan 2023 16:51
Şirk Hakkında Kuran Ne Diyor? Medineweb.net Videolar Medine-web 0 266 29 Nisan 2023 18:52
DÜNYA KABE'NİN NERESİNDE Hacc-Umre-Kurban Medine-web 0 1111 27 Nisan 2020 21:40

Alt 26 Aralık 2013, 13:52   Mesaj No:2
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:8
Cinsiyet:Erkek
Yaş:50
Mesaj: 3.048
Konular: 340
Beğenildi:1445
Beğendi:482
Takdirleri:10622
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Türk İslam Edebiyatı Tüm haftalar(Sakarya İlitam)

Seyfeddin Barlas'a âit bir dörtlüktür. Bu dörtlükte Edib Ahmed "edîbler edîbi" ve "fâzıllar başı" olarak nitelendirilmektedir. Üçüncüsü: Arslan Hoca Tarhan'a âit 10 beyitlik bir manzû-me'dir. Bu manzumeden de, Edib Ahmed'in babasının Mahmûd olduğunu, Yüknek'li olduğunu ve Atebetü'l-Hakâyık'ın "Kâşgârtil" sözünden Karahanlı Türkçesi ile yazıldığını öğreniyoruz.

Atebetü'l-Hakâyık'ı ilk defa Necib Âsim (Yazıksız) Ayasofya Kütüphanesinde bularak (1906) ilim âlemine tanıtmış, hem Arap hem Uygur harfleriyle yazılı bu metni 1918'de Hibetü'l-Hakâyık adıyla yayınlamıştır. Kilisli Muallim Rifat da, adı geçen Kütüphanede, Uygur harfleriyle yazılmış bir nüsha daha bulmuştur. Reşid Rahmeti Arat, hem Uygur, hem Arap, sâdece Uygur ve sâdece Arap harfleriyle yazılmış olan üç nüshayı karşılaştırarak (edition critique = metin inceleme) Türk Dil Kurumu yayınları arasında çıkarmıştır (Edib Ahmed b. Mahmud Yüknekî, Atebetü'l-Hakâyık (Haz. R. Rahmeti Arat), İstanbul 1951). Yabancılardan Jean Deny de Atebetü'l-Hakâyık üzerinde ciddî olarak çalışanlardandır.

Değerlendirme Soruları
1. Türk Edebiyatı gösterdiği özelliler açısından kaç kola ayrılır?
2. Türk Edebiyatının İslam Kültürü etkisinde gelişen kaynakları nelerdir?
3. Türk Edebiyatının İslam Kültürü etkisinde gelişen özellikleri nelerdir?
4. Kutadgu Bilig hakkında bilgiler veriniz?
5. Dîvânü Lügâti't-Türk hakkında bilgiler veriniz?
6. Atebetü'l-Hakâyık hakkında bilgiler veriniz?


3. Hafta


ORTA-ASYA TÜRK TASAVVUF EDEBİYATI ve İLK TÜRK SÛFÎLERİ
Tasavvuf kelimesi Hz. Peygamber döneminde kullanılmıyordu. O'nun zamanında en yüksek mevkii, Onunla sohbet ve arkadaşlık etme şerefine ulaşan Sahâbîler almışlardı. Sahabelerden sonra gelen ve onlarla görüşen nesil ve kuşağa Tâbi'ûn, bunlardan sonra gelen ve bunlarla görüşen kuşağa da Tebe'-i tâbi'în isimleri verilmiştir. İşte bu üç kuşağı oluşturan Sahâbî, tâbi'în, tebe'-i tâbi'în, İslâm âleminde en hayırlı nesil olarak kabul edilmiştir. Bu üç kuşaktan sonra gelenler, çeşitli fırkalara ayrılmışlar ve her fırka, kendi görüş, düşünce ve yolunun doğru olduğunu ileri sürmüştür.

Hz. Peygamberin, peygamberlikten önceki ibâdet şekli "tehannüs" ve "tehannüf" kelimeleriyle izah edilmektedir ki tehannüs: "Ailesine dönmeden aldığı azıkla yetinip birkaç gece ibâdet etmek"; tahannüf ise: "Hz. İbrahim'in dinine uymak, ona göre ibâdet etmek" demektir. Hz. Peygamberin Hirâ mağarasına çekilip ibâdet etmesi, tefekküre dalması, Allah ile başbaşa kalması, O'nunla mahrem olması, demektir ki buna, tasavvufî literatürde halvet denilmektedir. Ramazan ayı halvet ayı sayılırdı.

Sahabelerden, zühd ve takvada ileri derecede olan, gerçek anlamda tasavvufî bir hayat yaşayan bir topluluk da vardı ki bunlara Ashâb-ı Suffa denilmekte idi. Bunlar, Sahâbelerin fakirleri idiler. Evleri-barkları yoktu. Hz. Peygamber, Mescid-i Nebevî’nin bitişiğinde bir oda yaptırmış ve bunlara tahsis etmişti. Sayıları ise 40-400 civarında idi. Bunlar devamlı olarak ibâdetle meşgul idiler. Hz. Peygamber, bunları üçer beşer kişi, hâli vakti yerinde olan Sahâbîlere taksim etmişti.

Geçimlerini onlar sağlıyordu. Bunlar da bulduklarıyla yetinir, kanâat eder, ibâdet ve tâatle meşgul olurlardı. Bunlar, bir bakıma öğrenci gibi idiler. Kur’ân öğrenirler, kırâata devam ederlerdi. Mescid-i Nebevî’nin yanındaki bunlara ayrılan hücre bir çeşit Tekke (Hânikâh) idi. Ashâb-ı Suffa arasında, Ebû Hüreyre, Ebû Zerr el-Ğıfârî, Selmân-ı Fârisî, Ebü'd-Derdâ, Ebü Mûsâ el-Eş'arî gibi meşhur sahâbîler vardı.

İlk zâhidlerde görülen Allah korkusu şuuru, yerini yavaş yavaş Allah sevgisine terkediyordu. Bu hareket, tasavvuf olarak ilk meyvesini, Irak'ta vermiştir. Zühd ve takvanın en başta gelen temsilcisi Hasan-ı Basrî (ö.110/ 728), Allah korkusunu temsil ederken, Râbi'atü'l-Adeviyye (ö.135/752), Allah korkusu ile birlikte, Allah sevgisinin de temsilcisi olmuştur. Hasan-ı Basrî, sırf şeklen yapılan ibâdetle yetinmeyip içe dönük bir hayat yaşayan bir kimse idi.



Arap Yarımadasında Yetişen İlk Sûfîler
Hz. Hüseyin (Hüseyin b. Ali, Ali Asgar) (41-99/661-717); Muhammed b. Ali el-Bâkır, Ebû Ca'fer (ö.56/675); Ca'fer b. Mühammed es-Sâdik, Ebû Abdillâh el-Medenî (80-148/699-765); Üveys el-Karanî; Herim b. Hayyân; Hasan-ı Basrî (ö.110/ 728); Mâlik b. Dînâr (ö.127-130/744-747); Ebû Hâzim Seleme b. Dînâr el-Medînî (ö.l40/757); Abdü'l-Vâhid b. Zeyd; Utbe b. Ebân el-Gulâm; Süfyân b. Sa'îd Ebû Abdillâh es-Sevrî (97-161 /715-778); İbrahim b. Edhem (100-161 /718-778); Fudayl b. lyâd (ö.187/802); Ali b. Vudayl b. lyâd; Yûsuf b. Esbât (ö.190/805); Ma'rûf el-Kerhî (ö. 200-204/815-819); Ebû Huzeyfe el-Mar'aşî (ö. 207/822); Muhammed b. el-Mübârek es-Sûrî Ebû Abdillâh el-Kalânisî (153-215/770-830); Ebû Süleyman ed-Dârânî Abdurrahman b. Ahmed b. Atiyye (ö215/830); Süleyman b. Ebî Süleyman ed-Dârânî; Bişr b. el-Hâris Ebû Nasr el-Hâfî (150-227/767-841); Ahmed b. Ebi'l-Havârî ed-Dımaşkî Ebü'l-Hasan (ö. 230/844); Dâvûd b. Nusayr Ebû Süleyman et-Tâî (ö. 241/855); Hâris b. Esed el-Muhâsibî Ebû Abdillâh (ö. 243/857); Zu'n-nûn b. İbrahim Ebû'l-Feyz el-Mısrî (ö. 245/859); Zü'lkifl b. İbrahim; Serî b. Mugallis es-Sakatî Ebü'l-Hasan (ö. 251 /865).

Horasan Bölgesinde Yetişen İlk Sûfîler
Horasan bölgesinde yetişen Sûfîlerden şu isimleri sayabiliriz: Ahmed b. Hudravayh el-Belhî Ebû Hâmid (ö.240/854); Ebû Yezîd Tayfur b. îsâ b. Surûşân el-Bestâmî (ö.261/874); Ebû Hafs el-Haddâd, Amr b. Seleme en-Neysâbûrî (ö.267-270/880-883); Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (ö.283-293/896-905); Mümşâz ed-Dîneverî (ö.299/911); Yûsuf b. el-Hüseyn er-Râzî (ö. 304/916); Ebû Bekr b. Tâhir el-Ebherî (ö.330/941); Ali b. Sehl b. el-Ezher el-Isfahânî; Ali b. Mühammed er-Râ-zî; Ebû Mühammed el-Hasan b. Mühammed er-Ruhânî; Abbâs b. Fadl b. Kuteybe b. Mansûr ed-Dîneverî; Kehmes b. Ali el-Hemedânî; El-Hüseyn b. Ali b. Yazdâniyâr.

TARÎKATLERİN DOĞUŞU
Başlangıçta bireysel ve dînî bir hareket şeklinde gelişen tasavvuf, II. ve III. yüzyılda diğer ekoller gibi şekillenmeğe, velîler yetiştiren, müridlerin tavırlarına, huylarına ve ibâdetlerine mahsus özel kurallar koyan bir okul hâline gelmişti. Mürid, bu yolun kurallarını üstadından (mürşid) alır ve ona tam bir teslimiyetle bağlanırdı. Mürşidsiz yola gidilemeyeceği kanâati yaygın bir hâl aldı. Öyle ki Ebû Yezîd el-Bestâmî "Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır." demişti.

İmâm Gazali de; "Nefisler zayıf, aslî hakikatine ulaşamayacak durumda ise, kendine yardım edecek, onu menzîl-i maksûduna ulaştıracak şefkatli bir üstada bağlanır. Tıpkı, tedâvîye ihtiyacı olan bir hastanın şefkatli bir doktora başvurması gibi." diyor. Mürşide bağlanmayı, kör bir kişinin, gören biriyle yola gitmesine benzetiyorlar. A'mâ olan bir insanın nasıl gören birine ihtiyacı varsa, müridin (sâlik) de ma'nevî yolları bilen basiret sahibi bir mürşide bağlanmaya ihtiyacı vardır, şeklinde açıklıyorlar.

Tarikatlar, III. ve IV. yüzyıllarda kurulmaya başlamıştır. Tarikat, Arapça olup "yol, metod" anlamına gelmektedir. Tasavvufta ise "Allah'a gitme yol ve yöntemi" demektir. Tarîkat: "Allah'a gidenlerin, ma'nevî mertebeleri aşıp makamlarda yükselme yolu" diye de tanımlanmaktadır.
Tarîkat, Allah'a gitme yolu ve yöntemi olduğuna göre, tarikatların kurucularının adına nisbet edilmesi de tabiîdir.

Tarikat isimleri, kurucuların vefatlarından sonra, onların adına nisbetle konulmuştur. Abdülkâdir Geylânî adına nisbetle Kadirîlik, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî adına nisbetle Mevlevîlik…gibi. Îtikâdî ve amelî mezhepler de bunun gibi İmâm A'zam Ebû Hanîfe'ye nisbetle Hanefî, İmâm Şafii'ye nisbetle Şâfi'î, İmâm Mâlik'e nisbetle Mâliki, Ahmed b. Hanbel'e nisbetle Hanbelî, İmâm Mâtürîdî'ye nisbetle Mâtürîdî mezhepleri doğmuş ve kurulmuştur.

Tarikatlar, esasen tek kaynaktan çıkmış olmakla birlikte, sonraları post-nişîn olan mürşidlerin ortaya koydukları metod ve evrâd değişiklikleriyle sayıları artmış, bu yüzden de pek çok tarikat ortaya çıkmıştır. Yaşayan tarikatlardan bazıları şunlardır:
Abdülkâdir Geylânî-Kâdiriyye; Ahmed er-Rifâ'î-Rifâ'iyye; Necmüddîn Kübrâ-Kübreviyye; Şihâbüddîn Sühreverdî-Sühreverdiyye; Muhyiddîn İbn Arabi-Ekberiyye; Ebü'l-Hasan Ali b. Abdullah eş-Şâzilî-Şâziliyye; Ahmed Bedevi-Bedeviyye; Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî-Mevleviy-ye; Hacı Bektâş el-Horasânî-Bektâşiyye; Muhammed Bahâüddîn Şâh Nakşibendî-Nakşıbendiyye; Ömer Ekmelüddîn el-Halvetî-Halvetiyye; Hacı Bayram-ı Velî-Bayrâmiyye; İbrahim Gülşenî-Gül-şeniyye; Şeyh Sünbül Sinan Yûsuf-Sünbüliyye; Kastamonulu Şeyh Şa'bân-ı Velî-Şa'bâniyye; Şeyh Hisâmeddîn el-Buhârî el-Uşşâkî-Uşşâkıyye; Hoca Ahmed Yesevî-Yeseviyye. Bunlardan, daha sonraları, çeşitli isimlerde tarikatlar doğmuştur. Tarikatların hemen hepsi iki temel metoda dayanmaktadır: Bunlardan biri cehri zikir (zikr-i celî), diğeri hafî zikir (zikr-i hafî) esasını kabul eder. Abdülkâdir Geylânî adına kurulan Kâdirî tarikatına müntesip olanlar cehri zikir; Muhammed Bahâüddîn Nakşibendî adına kurulan Nakşıbendiyye tarikatı müntesipleri de hafî zikr prensip ve metodunu kabul etmişlerdir.

Diğer tarikatlar ise bu iki metottan birine bağlıdırlar. Tarikatlarda temel prensip zikir (Allah'ı zikretme) olduğundan, bu görev yerine getirilirken, Allah'ı açıktan-sesli zikretme (zikr-i celî veya cehrî)r ya da Allah'ı gizli-sessiz zikretme (zikr-i hafî) yolları tercih edilir.
Tarikatlarda, asıl prensip olan "zikr" in yanında bir de seyr ü sülük30 yol ve metodu vardır. Bir tarikatta bu iki prensip ve metod yoksa, o tarikat, tarikat değil, kendi prensipleri etrafında toplanmış bir cemiyetten ibarettir.

Buraya kadar vermeye çalıştığımız bilgiler, Orta-Asya Türk Tasavvuf Edebiyatı ve İlk Türk Safîleri konusuna zemîn oluşturmak için, bir giriş mahiyetindedir.

Tasavvuf, İslâm'ın girdiği yollardan Türkler arasına girerek Horasan ve Mâverâünnehre kadar ulaşmıştır. İslâm'ın, Türkistan'ın içlerine kadar yayılmasında tasavvufî duyuş, inanış ve düşünüşün 9
payı oldukça büyüktür. Türklerin, İslâm'ı kabul etmeden önce Şamanist olmaları nedeniyle, bir çeşit din adamı olarak kabul ettikleri şaman ve baksıları vardı.

u nedenle, Müslüman dervişleri, kendi şaman ve baksıları gibi kabul edip onlara benzettikleri için, saygı gösteriyor, hürmet ediyorlardı. Şaman ve baksılara nazaran, daha gerçekçi bilgilere sahip ve dolu olan derviş şâirler, oldukça kısa bir zaman içerisinde, yeni bir din olan İslâm'ı kabule hazır Türkistan halkının gönüllerini kazanmışlar ve bu derviş şâirlere Ata, Baba, Hoca ve benzeri isimler vermişlerdir. Özellikle Fergana, Buhârâ, Taşkent, Kaşgâr, Semerkand gibi kültür merkezlerinde yetişen bu dervişler, halka tasavvufu ve tasavvufî hayatı öğretmişlerdir. Buralarda yetişen dervişler arasında Arslan Baba, Korkud Ata, Çoban Ata gibi, halk arasında büyük saygı görerek, isimleri kutsallaştırılmış dervişler vardır.

Bir inanç ve düşünce sistemi olarak tasavvuf, Irak'ta (Küfe ve Basra) VIII. yüzyılda doğmuş; bir süre sonra bütün Irak'a yayılmış; özellikle Bağdad'ta büyük mutasavvıfların yetişmesine yol açmıştır. Önce de işaret edildiği gibi kaynaklar, Sûfî adıyla anılan ilk kişinin Ebü'l-Hâşim el-Kûfî (ö.l61/778)'yi kabul ederler. İleri gelen diğer mutasavvıflar ise Hasan-ı Basrî (ö.110/728), Bâyezîd-i Bestâmî (ö.261/875), Cüneyd-i Bağdadî (ö.297/910), Hallâc-ı Mansûr (ö.309/922)'dur.

Tasavvuf akımı, Irak'tan İran'a, oradan da Horasan ve Türkistan'a geçerek yayılmış, özellikle İran'da edebiyatta oldukça etkili olmuştur. Hakîm Senâî (ö. 525/1131), Ferîdüddîn-i Attâr (ö.627/1230) gibi mutasavvıf şâirlerden başlayarak, Abdurrahmân Câmî (ö.1492) gibi klâsik dönem İran Edebiyatı'nın son büyük şâirine kadar birçok san'atkâr, tasavvufun etkisinde kalmış; onu besleyip güçlendirmişlerdir.

Seyyid Ahmed Rifat Efendi Mirâtü'l-makâsıd fî def'i'l-mefâsid isimli eserinde şu bilgileri vermektedir:

1. Kapı: Şerî'at: Şerî'at ilmi Hak Te'âlâ'nm ilm-i tecellîsin bulunca amel ve i'tikâd-ı sahîh ile hıdmet idüp Hak Te'âlâ'nm dîdârın görmektir. Hakk'ın konuklarına hıdmet ve izzet idüp şerî'at mizanında tamâm olup şerî'at ehlin hakîr görmemektir.

2. Kapı: Tarikat: Anun ilm ü amel temennasın bulınca ve tevellâsın görinceye kadar hıdmet idüp gönül dileğini ve kalb isteğini bulup ve tarikat ehlin muradın virüp ve velayet gösterüp ve keramet izhâr eyleyüp tarikat mizanında kâmil olmaktır.

3. Kapı: Ma'rifet: Ma'rifet amelin işleyüp Rabb'ısını tanıyup tesliyet bulup rızâya uçmakdur ve kendü ayıbların görüp şâirin ayıbların örtmekdür. Gönül murâdun virüp kalb isteğin tanıyup bir dervişin zahirin ve bâtının bulup murâdınca anları hoşnûd eylemkdür. Ve Hak Te'âlâ'nın nûrm her yerde hâzır bilüp inanmakdur. Ma'rifet aklun nûrıdur, cânun hayâtıdur, ilmün sûretidür, tarikat sikkesidür, şerî'atun gömlegidür. Şerî'at, Hazret-i Resûl-i Ekrem'in kavlidür, tarikat, fi'lidür, ma'rifet, hâlidür, hakikat, sırrıdur. Şerî'at farzdur, tarikat vâcibdür. Ma'rifet sünnetdür. Hakikat nevâfildür. Şerî'at anadur. Tarikat babadur. Ma'rifet oğlıdur. Hakikat oğlınun oğlıdur. Şerî'at maşrıkdur. Tarikat mağribdür. Ma'rifet şimâldür. Hakikat kıbledür.

4. Kapı: Hakikat: Anun amel nûrıyla kendüsinden geçüp Mevlâ'sıyla kendüsi arasında nûr ile sırra irüp keramet gösterüp sırr-ı sırru'llâh'a irmekdür.

Tasavvufta şerî'at, tarikat, ma'rifet, hakikat kapüarının geçilebilmesi, basamakların aşılabilmesi için, bir yol göstericiye, bir mürşid'in yardımına ihtiyaç vardır. Mürşid'in yol gösterdiği kişiye de mürîd denir. Mürîd'in, bu basamakları aşabilmesi ve fenâ-fillâh mertebesine erebilmesi için, benliğini yok ederek aşk-ı İlâhî ile ruhunu yüceltmesi şarttır. Tasavvufun bir başka yönü de, vahdet-i vücûd inancından sonra en önemli özelliği, insana değer vererek onu yüceltmesidir. Sûfîlerin insanı yüceltmesi, gönlü (kalb, dil) dolayısı iledir. Çünkü gönül, bir bakıma Allah'ın evi, manzar-ı Rahmân'dır.

Tasavvuf, Türk İslâm edebiyatı üzerindeki etkisini, aynı derecede olmamakla beraber, XI. yüzyıldan itibaren yüzyıllarca sürdürdüğü gibi, Tasavvuf (tekke) edebiyatının yanı sıra Divan edebiyatında da varlığını hissettirmiştir. Divan şâirlerine bakıldığında, hemen hepisin-de tasavvuf neşvesi, tasavvufa meyilli oldukları görülür. Mutasavvıf şâirlerin yanında, konuları dînî olmayan şiirlerin şâirleri de, tasavvufun kelime ve motiflerinden faydalanmış, Divan şiirinin söz varlığını, şiir dünyasını, konusu dînî olmayan şiirlerdeki kelime ve sembollerle, dînî ve tasavvufî şiirlerde kullanılan kelime ve motif zenginliğini birlikte oluşturmuşlardır.

Değerlendirme Soruları
1. Tasavvufun asıl kaynağı nedir? Bilgi veriniz?
2. Tasavvufun ortaya çıkışını Hz. Peygamber ve sahabenin hayatlarından örneklerle izah ediniz?
3. Tariatlar nasıl domuştur? İzah Ediniz?
4. Türkler açısından tasavvufun ehemmiyeti hussunda bilgiler veriniz?
5. Tasavvufi düşüncede varlık ve varlığın yaratılışı nasıl izah edilmektidir? Bilgi veriniz?


4. Hafta
İLK TÜRK SÛFÎLERİ
ilk Türk sûfîlerinin en tanınmışı kendi adına izâfe edilen Yeseviyye adında bir tarikat kurarak Orta-Asya, Azerbeycan, Anadolu, Volga Türkleri arasında yüzyıllarca yadedilen ve yaşayan Hoca Ahmed Yesevi’dir.

Arslan Baba (Arslan Bâb, Şeyh Baba Arslan, Arap Arslan Baba)
Türkistan'ın Sayram şehrinde doğmuş olan Hoca Ahmed Yesevî, daha küçük yaşlarından itibaren muhtelif tecellîlere mazhar oluyor, yaşı küçük olmasına rağmen, olağan-üstü hâller gösteriyordu. Kendisi Divân-ı Hikmet'inde de, mazhar olduğu bu feyiz ve tecellîleri ehl-i tasavvufa yakışır bir dil ile bir bir anlatmaktadır.

Küçüklüğünden beri Hızır (a.)'ın delâletine mazhar olan Ahmed Yesevî, 7 yaşında babasından yetim kalınca, başka manevî bir babadan terbiye gördü ve eğitildi. Hz. Peygamber'in manevî işaretiyle Ashâb-ı kirâm'dan olduğu rivayet edilen Şeyh Arslan Baba, Sayram'a gelerek onu irşâd etmiştir. Bu irşadı, M. Fuâd Köprülü, Reşahât-ı Aynü'l-hayât'tan naklettiği şu ibare ve ifâde ile bildiriyor: "Ve evân-ı tufüliyette Baba Arslan Hazretleri'nin manzûr-ı nazar-ı kimyâ-eserleri olmuşlardır. Rivayet ederler ki Baba Arslan işâret-i pür beşâret-i Hazret-i Risâlet (s.a.ö.) ile Hâce'nin terbiyeline meşgul olmuşlar ve Hâce'ye anların mülâzemet ve hizmetlerinde küllî terakkıyât-ı aliyye müyesser olmuş"

Arslan Baba'nın hayatı ile ilgili verilen menkıbevî bilgileri, M. Fuâd Köprülü'nün şu cümlesiyle bitiriyoruz: "Bütün bu tafsilât, Arslan Baha'nın herhalde tarihî bir şahsiyet olduğunu ve siyah ırktan olduğu için, hakkında geniş ölçüde anlattığımız menkıbenin teşekkül eylediği anlaşılıyor."

Mansûr Ata
Ahmed Yesevî'nin ilk halîfesi olarak gösterilen Mansûr Ata, Arslan Baba'nın oğludur. Mansûr Ata'dan sonra yerine, oğlu Abdülmelik Ata, ondan sonra da, meşhur Zengî Ata'nın babası olan Tâc Hoca geçmiştir.

Korkut Ata
Arslan Baba ile birlikte Türkistan'dan, İslâm Dîni'nin esaslarını öğrenmek maksadıyla Arabistan'a giden ve Hz. Ebu Bekir ile görüşüp İslâm'ı kabul etmiş olanlardan biri de, Ozanlar Pîri diye anılan meşhur Korkut Ata'dır.

Çoban Ata
Arslan Baba ile birlikte, İslâm'ın esaslarını öğrenmek amacıyla, Arabistan'a giden ve Hz. Ebû Bekir ile görüşüp İslâm'ı kabul edenlerden biri de Çoban Ata'dır.

Süleyman Hakîm Ata (Süleyman Bakırgânî)
Hoca Ahmed Yesevî'nin başta gelen takipçilerinden üçüncü halîfesi Süleyman Hakîm Ata'dır. Buğra Han kızı Anber Ata ile evli olan ve hakkında “dervîşler ahvâlinden Türkî dilde kelimât-ı hikmet-âmîz ve letâif-i ibret-engîzleri” olduğunu bildiğimiz Süleyman Hakîm Ata, Harezm'de oturarak çevresindeki halkı irşâd ile meşguldü.

Hakîm Süleyman Ata'nın, Bakırgan Kitabı (Kazan 1846), on altı sayfalık küçük bir risale olan ve dünyanın sonundan ve âhiret gününden söz eden Âhir Zaman Kitabı (Kazan 1947), Hz. Meryem'in vefatını anlatan ve küçük bir risale olan Meryem Kitabı (Kazan 1878) isimli üç eseri mevcuttur ve matbudur. Hakîm Süleyman Ata Menkıbeleri de 1846'da Kazan'da basılmıştır. Bakırgan Kitabı ile Dîvân-ı Hikmet arasında bir hayli benzerlik mevcuttur. İçinde yer alan manzumelerin büyük çoğunluğu tasavvufî olup öğretici mâhiyettedir.

Manzum hikâyeler de vardır. Verilen bilgilere göre eserde 124 manzume olup bunlardan 44'ü Hakîm Süleyman ata'ya aittir. Diğerleri Şemseddin (21), Îkânî (19), Ubeydî (13), Ahmed Yesevî (12), Şerîf (4), Hudâ-dâd (4), Şühûdî (1), Gazâlî (1), Şeyhî (1), Fâikî (1) Kasım (1), Garibi (l)'ye aittir. Bakırgan Kitabı da tıpkı Dîvân-ı Hikmet gibi Orta-Asya, Harezm ve Kıpçak sahalarında şöhrete ulaşarak halk arasında okunagelmiştir.

Hakim Süleyman Ata'nın edebiyat tarihindeki yeri ve önemi ise Yesevî tarzında yazdığı hikmet'lerle, Orta-Asya Türk tasavvuf edebiyatında hikmet geleneğinin gelişmesine yaptığı katkıdan ileri gelmektedir. Böylece, tıpkı Ahmed Yesevî gibi, Hakîm Süleyman Ata da, Türk tasavvuf edebiyatının kuruluş döneminde öğretici olarak tasavvufî düşünce ve heyecanın yayılmasında önemli katkıda bulunmuştur. Dolayısıyla Hakîm Süleyman Ata, Orta-Asya ve Volga Türkleri arasında uzun müddet unutulmayıp, menkıbe ve eserlerinin bu bölge Türkleri tarafından yaşatıldığını, yine kaynaklardan öğreniyoruz.

Ali (Kıssa-i Yûsuf Şâiri)
Hakîm Süleyman Ata'dan sonra, Orta-Asya'da yetişen bir başka mutasavvıf şâir, Türk Edebiyatı'nda Yûsuf u Züleyha hikayesini ilk olarak yazmış olan şâir Ali'dir.

Zengî Ata
Hakim Süleyman Ata’nın halifeleri arasında en meşhur olanıdır.

Hoca Ahmed Yesevî ve Dîvân-ı Hikmet
Ahmed Yesevî, XI. yüzyılın sonlarında Batı Türkistan'ın Sayram (îsfîcâb) kasabasında doğmuştur (477/1083). Babası Şeyh İbrahim, annesi Mûsâ Şeyh'in kızı Ayşe Hâtun'dur. Şeyh Mûsâ, Şeyh İbrahim'in halifelerindendi. Ahmed Yesevî, önce annesini, 7 yaşında iken de babasını kaybeder.

Ahmed Yesevî’nin şiirlerine, Türk halk edebiyatından alınma dörtlüklerden ayırmak için, Hikmet, bunların toplandıkları mecmû'aya da Divân-ı Hikmet adı verilmiştir. Ahmed Yesevî’nin şiirlerini Karahanlı Türkçesi ile yazdığı muhakkaktır. Ancak, Yesevî’nin hikmetlerini toplayan Yazma eserlerin hepsi de oldukça geç yüz yıllarda İstinsah edildikleri için, dil bakımından Karahanlı dönemi Türkçesine tam olarak uymazlar. Bu şiirlerde değişik saha ve devirlere âit dil özellikleri hep birlikte görülür. Dîvân-ı Hikmet’te yer alan hikmetlerin tamamının Ahmet Yesevî’ye ait olduğu da tartışmalıdır.

Halifeleri tarafından yazılmış olan şiirlerin çoğu ona mal edilmiştir. Bu şiirler ruh, eda ve konu benzerliğinden dolayı, hangilerinin Ahmed Yesevî’ye âit olduğunu ayırt etmek oldukça güçtür. Bütün bunlara rağmen, hikmetleri dil bakımından olmasa bile, edebî bakımdan Karahanlı devrine ve XII, yüzyıla âit olduğu fikri daha ağır basmaktadır.

Divân-ı Hikmet'te yer alan hikmetler, dînî tasavvufî şiirlerdir. Bunlardan çoğu dörtlükler hâlinde ve koşma tarzında kâfiyelenmiş, millî ölçümüz olan hece vezniyle yazılmıştır. Hikmetlerden bir kısmı da gazel tarzında ve arûz vezniyle kaleme alınmıştır. Hece vezniyle yazılmış olan hikmetlerin ölçüsü 4+4+4 = 12'dir. Aruzla yazılan hikmetler ise 1) Fâ'ilâtün/fâ'ilâtün/fâ'ilün, 2) Mefâ'îlün/mefâJîlün/fe'ûlün, 3) 4 tane mefâ'îlün, 4) Mef'ûlü/mefâ'îlü/mefâ'îlü/fe'ûlün, vezinleri kullanılmıştır. Gazel tarzında kâfiyelenmiş bazı hikmetlerde ise 7+7 veya 8+8'lik hece vezni kullanılmıştır. Mesnevi tarzında yazılmış olan Münâcât ve Na'tIn vezni: Mefâ'îlün/mefâ'îlün/fe'ûlün kalıbındadır.

Dîvân-ı Hikmet'te işlenen konular tamamiyle dînî ve tasavvufî konulardır. İslâm Dini'nin esasları, şer’î hükümler, tasavvuf âdabı gibi konular şiirlerin ana konularını oluşturur. Kıyamet ahvâli, cennet ve cehennem tasvirleri, dünya ahvâlinden şikâyet, peygamber sevgisi, dervişlerle ilgili menkıbeler, Ahmed Yesevî’nm kendi hayatına dâir parçalar, sâde bir dille anlatılır. Şiirlerinin pek çoğunda bir zikir ritmi bulmak mümkündür. Hikmetlerin zikir esnasında ve belli bir makamla söylenildiği düşünülürse, böyle hareketli bir ritmin varlığı tabîî, hatta zarurîdir. İşte Ahmed Yesevî bu ritmi ve hareketi 4+4+4'lük duraklarla çok iyi yakalamış görünüyor. Bu hareketli ritim onun şiirlerine coşkulu ve akıcı bir edâ verir. Dînî düşünce ve konuları basit ve fakat sâde bir dille, bu coşkulu ve akıcı edâ ile anlatır.

Değerlendirme Soruları
1. İlk Türk Sufileri kimlerdir?
2. İlk Türk sufisi kabul edilen Arslan baba hakkında bilgi veriniz?
3. Ahmet Yesevi’nin hayatı hakkında bilgiler veriniz?
4. Divan-ı Hikmet hakkında bilgiler veiniz?

5. Hafta


XIII. ve XIV. YÜZYILLARDA NAZIM VE NESRE GENEL BİR BAKIŞ

Milâdî VIII. yüzyıldan itibaren İslâm Dîni'ni kabul etmeye başlayan Orta-Asya Türkleri, kültür dili olarak bir süre Arapça ve Farsça'yı kullanmışlar, sonra X. yüzyıldan başlayarak, Arap harfleriyle bir İslâmî Türk Edebiyatı geliştirmişlerdir. Elimizde bulunan en eski Kur’an-ı Kerim tercümesinin bu yüzyıldan kalma olduğu tahmin ediliyor. Oğuz Türkleri XI. yüzyıl başlarında Orta-Asya'dan güneybatıya doğru göç etmeye başlamışlar, İran'da Büyük Selçuklu, Küçük Asya'da (Anadolu) da Anadolu Selçuklu Devleti'nin kurmuşlardır. Selçuklular resmî işlerinde kullandıkları Arapça ve Farsça'yı, aynı zamanda kültür dili olarak da kullanmışlardır.

Mevcut bilgilerimize göre, Anadolu'da Türkçe XIII. yüzyılın ilk yarısında yazıya geçmeye başlamış, ilk edebî eserler Anadolu Selçukluları'nın son ve Beylikler döneminin ilk yıllarında verilmiştir.

Büyük Selçuklu Devleti ve ona bağlı olarak Anadolu Selçuklularında her ne kadar resmî dil olarak Arapça ve Farsça kullanılıyor idiyse de, Türkçe halkın dili idi ve onun dili olmaya da devam ediyordu. Hatta devletin bu tutumuna karşı, halkda genel bir hoşnutsuzluk da mevcuttu. Bu durumu farkeden Karamanoğlu Mehmed Bey, Selçuklu tahtı üzerinde hakkı olduğu iddiasıyla ortaya çıktığı zaman, geniş Türk kitlelerinin hoşnutluğunu kazanmak maksadıyla, 1278'de yayınladığı meşhur emirle resmî dilin Türkçe olduğunu ilân etti. Fakat, aslında Türkçenin devletin resmî dili olması ve bu dilde yazılmış büyük bir edebiyatın doğması, Osmanlı Devleti'nin himayesiyle mümkün olmuştur.

Bu yüzyılda Horasan'ın Belh şehrinden gelip Konya'ya yerleşmiş olan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273), bütün eserlerini Farsça yazdığı hâlde, Arapça veya Farsça yazan birçok çağdaşı gibi, bundan sonra yetişen Türk şâirlerini bir hayli etkilemiştir.

Bunların başında, Mevlevi tarîkatini sistemli hâle getiren Mevlânâ'nın büyük oğlu Sultan Veled (1226-1312), eserleriyle onun düşüncelerini yaymış ve babasını Anadolu halkına, söylediği Türkçe beyitlerle (367 beyit) tanıtmıştır. Sultan Veled de, bütün eserlerini Farsça yazmış olmakla birlikte, Divân (129), İbtidâ-nâme (76), Rebâb-nâme (162) gibi mesnevî tarzında yazdığı eserlerde toplam 367 Türkçe beyit vardır.

Elimizde sâdece bir kasidesi ile altı gazeli bulunan Hoca Dehhânî (XIII.yy.) Klâsik Dîvan Edebiyatı'nı başlatmış sayılabilir. Mevcut örnekler tasavvufî konuların dışında, sevgili, aşk ve şarap üzerinedir. Kasidesini, zannedildiği gibi, Selçuklu Sultanı III. Alâeddin (1297-1302)'e değil, I. Alâeddin (1220-1237)'e sunduğu ileri sürülmektedir. Ali'nin, hece vezniyle ve dörtlüklerle yazdığı Kıssa-i Yûsuf isimli eseri değişik nitelikte bir eserdir. Bu eserin yazmasında da Doğu Türkçesi özelliklerine tesadüf edilir. Eserin sonunda yazar tarafından verilen bilgiden, eserin 1233 yılında yazıldığım öğreniyoruz. Haliloğlu Ali'nin Kırım diliyle yine dörtlükler hâlinde ve hece vezniyle tercüme ettiği Yûsuf ü Züleyhâ da XIII. yüzyılda yazılmış eserlerdendir.

Mensur bir dînî eser olan Behcetü'l-Hadâyık fi Mev'ızati'l-Hakâyık için de aynı şey söylenebilir. Anadolu'da yazılmış olan bazı eserlerde görülen Doğu Türkçesi etkisi, tıpkı Doğu imlâsı etkisi gibi, yazarın veya yazıcının (müstensih) yeni göç etmiş Doğu Türkçesi konuşan bir kişi olmasıyla açıklanabilir.

Türk edebiyatının en büyük şâirlerinden, şiirde yeni bir çığır açan büyük sûfî Yûnus Emre XIII. yüzyılın ikinci yansı ile XIV. yüzyılın ilk yarısında yaşamıştır (1248-1320). Eskişehir yakınlarında Sakarya bölgesinde Sarayköy'de doğup orada vefat ettiğini, Taptuk Emre'nin müridi ve dervişi olduğunu, (bir beytine istinaden) Mevlânâ ile görüştüğünü, Anadolu, Suriye ve Kafkasya'da dolaştığını biliyoruz. Yûnus Emre'nin bir Dîvân'ı, bir de Risâletü'n-nushiyye (yazılışı: 1307) isimli ahlâkî ve öğüt verici küçük mesnevisi vardır.

Anadolu'da yazılan ilk Türkçe Dîvan, Yûnus Emre'nin Dîvânı'dır. Yûnus Emre, zaman zaman bazı şiirlerinde aruzu kullanmışsa da, daha çok, millî ölçümüz olan hece vezni'ni kullanmıştır. Şiirlerinde en çok işlenen konuların başında Vahdet-i vücut (varlık birliği) ve İlâhî Aşk temaları gelmektedir. Mevlânâ'nın fikir ve düşüncelerinin geniş halk kitlelerine yayılmasında da Yûnus Emre'nin payı büyüktür. Halk dilini ustaca kullanan Yûnus Emre'nin canlı, sıcak, bazen da coşkun söyleyişi, süsten ve yapmacıktan uzak oluşu, onun yüzyıllarca en sevilen şâir olmasını sağlamıştır.

Kitâbu Evsâfı Mesâcidi'ş-şerîfe isimli mesnevinin yazarı Ahmet Fakih de, bu yüzyılda yaşamış olduğuu söylenen şâirlerdendir. Hayatı hakkında, hemen hemen hiç bir bilgi bulunmayan sûfî şâirlerden Şeyyad Hamza da XIV. yüzyılda yaşamış, onun yazdığı Yûsuf u Züleyhâ isimli küçük bir mesnevî ile az sayıda şiirleri kalmıştır. Bu eserler, onun Türkçe'yi iyi kullandığı intibaını vermektedir.

XIV. yüzyılın başlarında Ahî Evren'in dervişlerinden Kırşehirli Ahmed-i Gülşehrî'yi görüyoruz. Bazı küçük eserlerinin yanında Mantıku't-tayr isimli tasavvufî büyük mesnevisi ile şöhrete ulaşmıştır. Kuş Dili demek olan bu eser, Iran'lı Ferîdüddîn-i Attar (1119-1193)'ın aynı isimdeki mesnevisine dayanır. Ferîdüddîn-i Attâr’ın eserinin de aslıİmâm Gazzâlî (ö. 505/1111)'nin Risâletü't-tayr isimli eserine dayanmaktadır. Aruza hâm olan Gülşehrî’nin dili sâde ve akıcıdır. Mantıktı't-tayr’dan başka, Kerâmât-ı Ahi Evren isimli küçük bir mesnevisi ile nazire mecmualarında gazelleri bulunmaktadır.

Bu yüzyılın önemli şâirlerinden biri de, Orta-Asya' an Anadolu'ya gelip Kırşehir'e yerleşen Âşık Paşa (1272-1333)’dır. Tasavvufu geniş halk kitlelerine yaymak ve öğretmek için, 12.000 beyitten oluşan Garîb-nâme isimli mesnevisini 1330'da tamamlamıştır. O çağın bütün sûfiyâne eserleri gibi Mevlânâ'nın etkisi görülürse de, Garîb-nâme başka bir eser örnek alınarak yazılmış bir eser değildir. Öğretici nitelikte olan bu eserin dili sâde, üslûbu ise oldukça kurudur. Âşık Paşa'nın, kendi döneminde Türk Dili'nin ihmal edildiğini ifade eden mısraları da bu mesnevidedir. Âşık Paşa'nın, Garîb-nâme'den başka birkaç küçük mesnevisi (Fakr-nâme, Vasf-ı Hâl…gibi) ve Yunus Emre'nin şiirlerini andıran bazı şiirleri vardır.

Azerî ve Anadolu Türk lehçelerinin henüz kesin çizgilerle ayrılmadığı bir dönemde yetişen büyük lirik ve sûfî şair Nesîmî (ö. 1404)'nin Divan'ında mesnevîler, rubâ'îler ve tuyüğlar da vardır. Hayatı hakkında fazla bilgiye sahip değiliz. Hurufîliğin kurucusu olan Fazlullah el-Hurûfî'nin halîfelerinden olup aruza, çağdaşlarından daha çok hâkim olan Nesîmî, dilinin pürüzsüzlüğü ve akıcılığı, lirizmindeki içtenlik ve coşkunluk bakımından da onlardan üstündür.

Anadolu Selçuklu Devleti'nin sona ermesinden sonra kurulan Beylikler döneminde Türk edebiyatı birden bire gelişmeye başlamıştır. Beylerin çoğu Arapça ve Farsça bilmediklerinden dolayı Türkçe eserlerin yazılmasını teşvîk etmişlerdir. Ayrıca Karamanoğlu Mehmed Bey, Konya'yı aldıktan sonra Türkçeyi resmî dil ilân etmiştir (1278). Bu nedenle de Anadolu'da Arapça ve Farsça eski önemini kaybetmiştir.
Bu yüzyılın önemli yazar ve şâirlerinden Erzurumlu Mustafa Darîr (XIV. yy.)’in, Kıssa-i Yûsuf (Yûsuf u Züleyhâ) mesnevisinin dışında nesirdeki ustalığını gösteren Yüz Hadîsçevirisi ve özellikle Arapça kaynaklardan yararlanarak yazdığı bir de Siyer-i Nebî (Sîre-tü'n-Nebî) isimli eseri vardır.

Hoca Mes'ûd b. Ahmed'in yetiştirdiği Şeyhoğlu Mustafa'nın Yıldırım Bâyezîd'e sunduğu Hurşîd-nâme mesnevisi içine, gazeller ve bir de tercî-i bend eklenmiştir. Oldukça sâde bir dille yazılmış olan Hurşîd-nâme ile Şeyhoğlu, usta bir nazım ve güçlü bir lirik şâir olarak ortaya çıkmaktadır. Şeyhoğlu Mustafa'nın 1401'de tamamladığı Ken-zü'l-Küberâ isimli mensur eseri Farsça Mirsâdü'l-İbâd isimli eserin bazı bölümlerinin tercümesidir. Şâir, bu esere, XIII. ve XIV. yüzyıl şâirlerinden bazı örnekler vermiştir.

Dîvân edebiyatının temelini atanlardan biri kabul edilen Ahmedî (ö. 815/1412), XIV. yüzyılın önemli şairlerindendir. Dîvân'ından "Taşka, ünlü İskender-nâme mesnevisini yazmıştır. Ahmedî, mesnevisine sonradan bir Mevlid, bir de Tevârîh-i Âl-i Osman bölümlerini eklemiştir. Bu iki eserinden başka bir de Cemşîd ü Hurşîd isimli bir mesnevisi vardır. İskender-nâme mesnevisi, Genceli Nizamî (1150-1214?)'nin aynı isimdeki mesnevisinin genişletilmiş bir tercümesidir. Ahmedî, Dîvân'ında İran edebiyatının bütün sanatlarını Türk edebiyatına aktararak Dîvân şiiri'nin gerçek kurucusu olmuştur. Onda tasavvufî görüşlerin etkisi oldukça sathî ve yüzeyseldir. Daha çok aşk ve şarap şiirleri yazmıştır.

Bu yüzyılda yaşamış, hayatı hakkında hiç bir bilgi bulunmayan Mehmed isimli bir şâirin Aşk-nâme isimli bir mesnevisi mevcuttur. Mehmed, 1398'de tamamladığı Aşk-nâme mesnevisini Yıldırım Bâyezîd'in oğlu Emir Süleyman'a takdim etmiştir. Tutmacı'nın Ferîdüddîn-i Attar’dan kısaltarak çevirdiği Gül ü Hüsrev mesnevisi de bu yüzyılda verilmiş olan ürünlerdendir.

Yûsuf Meddâh'ın 1368'de Sivas'ta yazdığı altı meclisten oluşan Varka ve Gülşâh mesnevisi de bir aşk hikâyesi olup bu yüzyıl ürünlerindendir. Yûsuf Meddâh'ın yazar adı olmadığı, hikâyeyi kopya eden veya anlatan birisi olabileceği ileri sürülmektedir.

Ferah-nâme isimli mesnevi ise, Kemâloğlu'nun bu yüzyılda yazdığı bir mâcerâ hikâyesidir. Kayseri kadılığı yapan Sivas hükümdarı Kadı Burhâneddîn Ahmed (1344-1398), bu yüzyılın en muhtevalı ve en güçlü şâiridir. Tek yazması (British Museum'da) bulunan Dîvân'ı gazeller, rubâ'îler ve tuyuğlardan oluşur. Dilinde Doğu Anadolu Türk ağızlarının özelliklerine de rastlanır.

Bu yüzyılın ilk yarısında, aslı Sanskritçe öğretici hayvan hikâyelerinden ibaret olan Kelile ve Dimne'yi Kul Mes'ûd Farsça'dan çevirerek Aydınoğullarından Umur Bey’e sunmuştur. Bu yüzyılın ikinci yarısında Kelile ve Dimne gibi öğretici hayvan hikâyelerinden oluşan Sa'deddîn el-Varâvinî’nin Marzubân-nâme isimli eserini Şeyhoğlu Sadreddin Türkçe'ye çevirerek Germiyan Bey'i Süleyman Şâh'a sunmuştur. Sadreddîn Şeyhoğlu, yine Umur Bey için Emir Unsur el-Ma'âlî Keykâvus'un Kâbûs-nâmesini Farsça'dan çevirmiştir.

Ebû İshâk Ahmed b. Muhammed b: İbrahim es-Sa'lebî (ö. 427/ 1035)'nin Arâisü'l-Mecâlis'inden akıcı bir Türkçe ile çevirirmiş olan Kısasu'l-Enbiyâ'yı kim olduğu bilinmeyen mütercim, yüzyılın ilk yarısında, Aydınoğlu Mehmed Bey'e sunmuştur. Mütercimi bilinmeyen Tezkiretü'l-Evliyâ da aynı Bey'e sunulmuştur. Bu yüzyıldan günümüze Fatiha, İhlâs, Tebâreke gibi Kur'an sûrelerinin tefsirleri de kalmıştır. Bunlardan ilki bu yüzyılda yazılmış olan Cevâhirü'l-Esdâf isimli Kur'an çevirisinin Türkiye'de ve yurt dışında, değişik yüzyıllarda yazılmış ve dili ona göre değiştirilmiş pek çok nüshası vardır. Bu çeviri İsfendiyâroğlu İsmail Bey adına yapılmıştır.

Bu yüzyıldan kalan halk kitaplarından Hamza-nâme'nin, çok okunan halk kitapları gibi orijinal nüshası günümüze kadar gelmemiştir. Bilinen nüshası da eksiktir. Hamza-nâme'nin yazan, Ahmedî’nin kardeşi Hamzavî’dir. Hamza-nâme, Hz. Peygamberin amcası Hz. Hamza'nın kişiliği etrafında oluşan kahramanlık hikâyeleridir. Kıssa-i Emîr Hamza, Destân-ı Emîr Hamza isimleriyle de bilinir. Daha çok Türkler, Araplar ve Acemler arasında yaygın hâle gelen Hamza-nâmeler halk kahvelerinde, yeniçeri ortalarında, sınırboyu kalelerinde okunagelmiştir. Lûtfi Sezen tarafından Halk Edebiyatında Hamza-nâmeler adıyla bir çalışma yapılmıştır (1991).

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273)
XIII. yüzyıl Anadolu’sunda şiirlerini yalnız Farsça ile ve klâsik İran şekilleriyle söyleyen büyük mutasavvıf şâirler; şiirlerini hem Farsça, hem Türkçe söyleyenler; nihayet en saf ve temiz halk Türkçesi'yle söyleyerek çok geniş halk topluluklarına ses duyuran, hepsi de Türk, hepsi de mutasavvıf birçok şâir vardır.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla
Alt 26 Aralık 2013, 13:52   Mesaj No:3
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:8
Cinsiyet:Erkek
Yaş:50
Mesaj: 3.048
Konular: 340
Beğenildi:1445
Beğendi:482
Takdirleri:10622
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Türk İslam Edebiyatı Tüm haftalar(Sakarya İlitam)

Bunların içinde eserlerini Farsça ile söylemiş olmasına rağmen, döneminin ve çevresinin gerektirdiklerine uyarak, arada bir Türkçe sözler, Türkçe mısralar ve Türkçe şiirler de söyleyen ilk büyük şâir, hiç şüphesiz, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî 'dir.

Eserleri
Mevlânâ’nın belli başlı eserleri: Mesnevî (Mesnevî-i Ma'nevî, Mesnevî-i Şerifi, Dîvân-ı Kebîr (Şemsü'l-Hakâyık) manzum, mensur olanlar ise: Fîhi Mâ-Fîh, Mecâlis-i Seb'a, Mektûbât'tır.

Dîvân-ı Kebîr:
Hâlis bir Türk olduğu hâlde Mevlânâ, dönemindeki edebiyat dilinin Farsça olması nedeniyle, Doğunun belki en güzel tasavvufî şiirlerini İran edebiyatına kazandırmıştır. Onun şiir değeri yönünden üstün olan eseri Dîvân-ı Kebîri'dir. Dîvân, aruzun 24 bahrindeki vezinlerle söylenmiş ve her bahirdeki şiirler alfabetik olarak bir araya getirilmiş olduğundan, sanki 24 ayrı Dîvân gibidir. Her bahirde çok sayıda şiir söylenildiği için oldukça hacimli olan bu esere Dîvân-ı Kebîr denilmiştir. Kasideler, gazeller, tercî-i bendler, müstezâdlar, rubâ'îler ve daha başka şekillerle düzenlenen Dîvan'daki şiirlerin bir çoğu Şems-i Tebrîzî tarafından söylenmiş gibi, onun adını taşır. Şiirlerde mahlas yerine Şems'in adı kullanıldığı bu eseri, Dîvân-ı Şems-i Tebrîz diye isimlendirenler de olmuştur. Bundan başka İran'da, Dîvân-ı Kebîrden seçmeler yapılarak oluşturulan antolojiye de Dîvân-ı Şemsü'l-Hakâyık (Tebrîz 1280 (1862) adı verilmiştir.

Dîvân-ı Kebîr üzerinde yurt içi ve yurtdışında çalışmalar yapılmıştır. Her iki çalışma da, daha çok Dîvân'daki rubâ'îler üzerinde olmuştur. Yurtdışında yapılan bu çalışmalardan en ciddî kabul edileni R. A. Nicholson tarafından İngiltere'de 1898'deyapılmış olanıdır. Türkiye'de ise, Dîvân-ı Kebîr'den seçmeler yapılarak Mithat Bahârî Bey tür tarafından Dîvân-ı Kebîr'den Seçmeler (İstanbul, I-II, 1959, 1961) adıyla yapılan tercümedir. Diğer çalışmalar ise şunlardır: Veled Çelebi, Rubâ'iyât-ı Hazret-i Mevlânâ, İstanbul 1894; Hasan Âlî Yücel ,İstanbul 1932 (107 Rubâ'î tercüme edilmiştir.); Âsaf Halet Çelebi (276 rubâ'î Türkçe'ye çevrilmiş), İstanbul 1944; Abdülbâkî Gölptnarlı, Rubâ'îler (rubâ'îlerin tamamı), İstanbul 1964.

Vahdel-i vücûd (Varlıkta birlik) anlayışını, birtakım hayalî veya gerçek {réaliste) hikâyelerle, insanlar arasında olduğu kadar, hayvanlar arasında geçen olaylarla, edebî san'atlardan teşhis ve intak sanatlarıyla anlatmaya çalışan bu çeşit mesnevilerin ilk örnekleri İran edebiyatında görülmüştür. Hakim Senâî (ö. 1150)'nin Hadîkatü'l-hakîka'sı, Ferîdüddîn-i Attâr (1119-1193)'ın Mantıku't-tayr'ı bu tip mesnevilerin klâsik örneklerindendir.

Mevlânâ, bu ölmez eseri Mesnevi'yi yazarken, en büyük ilham kaynağı, hiç şüphesiz, Kur’an-ı Kerim olmuştur. Onu, vahiy yoluyla bize tebliğ eden Hz. Peygambere de derin bir anlayış ve inanışla bağlıdır. Öyle ki, Mesnevîyi Kur'an-ı Kerim'in şiir ve hikâye yolu ve san'atı ile ve Mevlânâ tarzı bir duygu ve düşünce üslubuyla ifâdelenmiş, manzum bir tefsîri olarak kabul etmek mümkündür. Mevlânâ, mesnevi yoluyla öğrettiği Allah'a varma yollarını (seyr ü sülük), âyet ve hadislerden deliller getirerek ve bunları derin anlayışlarla açıklayarak tanıtmak sevgisinde ve arzusundadır.

Mevlânâ, Mesnevîyi Şems-i Tebrîzî' nin vefatından (1247) sonraki olgunluk döneminde kaleme almıştır. Mesnevi’nin ilk 18 beytini bizzat kendi yazan Mevlânâ, geri kalan 25.600 beytini Hüsâmeddîn Çelebi'ye söylemiş ve o da yazmıştır. Hüsâmeddîn Çelebi, Mesnevinin yazılmasında büyük bir gayret sarfetmiş, teşvik etmiştir. Mevlânâ, kendisine kadar görülmemiş derecede zengin bir bilgi, görgü, duygu, düşünce, hikmetve hakikat hazînesini bu eserinde. Mesnevi 'de toplamıştı.

Mevlânâ, Mesnevide sâdece tarikatla ilgili bilgi vermiyor, aynı zamanda Doğu'nun eski efsânelerinden, peygamberlere ve evliyaya ait menkıbelerden faydalanarak hikmetli sözler de söylüyordu. Bu nedenledir ki astromiden tıbba, din, felsefe ve sosyal bilgilerden psikolojiye kadar, maddî ve ma'nevî pek çok ilimlerin ışığı altında söylenmiş bu manzum hikmetler ve hikmet dolu hikâyeler kitabı olan Mesnevi, yüzyıllardan beri her devri ve zekâ ve mantığı tatmin edecek bir bilgi, bir ilham ve düşünce kaynağı olmuştur.

O yüzden ünlü mutasavvıf İranlı Molla Câmî, Mesnevi için Mağz-ı Kur'an = Kur’an'ın özü demiştir. Mesnevî’de yer alan bazı açık saçık hîkayelerden dolayı Mevlânâ eleştirilmiş ise de, Onu savunanlar Mesnevi’nin çocuklar için yazılmadığını söylemişlerdir.

Mesnevi, yalnız Hindistan, İran, Türkiye ve diğer Türk illeri gibi Doğu ülkelerinde değil, Batı ülkelerinin hemen birçoğunda da tanınmış bir eserdir. Eserin İngiliz, Fransız, Alman ve Urdu dillerinde çevirileri vardır. Batı'da yapılan en ilmî ve ciddî çalışma, İngiliz müsteşrik R. A. Nicholson tarafından yapılmış ve 8 cilt olarak (The Mathnawi of jelal'd-din Rumî, London 1924-1940, VI, I-VIII) yayınlamıştır.

Mevlevi tekkelerinde yüzyıllarca okutulmuş olan Mesnevî'nin manzum olarak en güzel çevirisi XVIII. yüzyıl şâirlerinden Süleyman Nahîfi (ö.1151/1738)'nin yaptığı Terceme-i Mesnevi (Mısır 1851)’dir.

Türkiye'de yapılan diğer tercüme ve şerhlerden Bazıları ise şunlardır: (Ankaravî İsmail Rusûhî, Şerh-i Mesnevi, I-VI, Mısır 1836), (İsmail Hakkı Bursevî, Ruhu'l-Mesnevi, I-II (Mesnevî'nin birinci cildinin bir kısmı, İstanbul 1866), (Veled İzbudak, Mesnevî, İstanbul 1942), (Abdülbâkî Gölpınarlı, Mesnevi ve Şerhi, I-VI, İstanbul 1972-1974), (Âmil Çelebioğlu, Mesnevî-i Şerif, Aslı ve Sadeleştirilmişiyle Manzum Nahifi Tercümesi, İstanbul 1967, I-III). Mevlânâ'nın Mesnevî 'de kullandığı fâ'ilâtün/fâ'ilâtün/fâ'ilün kalıbını aynen kullanarak Süleyman Nahifi’nin Türkçe'ye çevirdiği Manzum Mesnevî-i Şerif’ten Mesnevi’nin ilk beytinin tercümesini, Farsçası ile birlikte örnek olarak, veriyoruz.
Bi'şnev ez ney çün hikâyet mî-kuned Ez cüdâyî-hâ şikâyet mî-kuned "Dinle ney'den kim hikâyet etmede Ayrılıklardan şikâyet etmede" "Dinle ney'den (nasıl) anlatıyor; ayrılıklardan (nasıl) şikâyet ediyor."

Sultan Veled (1226-1312)
Sultan Veled, Mevlânâ’nın büyük oğludur. Mîlâdî 25 Nisan 1226'da Karaman (Lârende)'da doğmuştur. Annesi Gevher Hâtûn'dur. Henüz 3 yaşında iken ailesi ile birlikte Anadolu Selçuklu Devleti'nin merkezi olan Konya'ya gelmiştir. O, ilk eğitim ve öğretimini babası Mevlânâ'dan öğrenmiş, babasının yakın dostlarından da faydalanmıştır. Konya'da Akıncılar medresesi'ne devam etmiş, daha sonra bilgisini artırmak maksadıyla Şam'a gönderilmiştir. Yıllar sonra, Mevlânâ’nın hayatında bir dönüm noktası olan ve ortaya çıkan karışıklığın önlenebilmesi için Şam'a dönen Şems-i Tebrîzî'yi, babasının emri ve isteği üzerine, Konya'ya getiren de Sultan Veled'dir.

Mevlevî Zaviyeleri'nin kurulmasını gerçekleştirmiş, buralara halîfeler göndermiştir. Dolayısıyla Sultan Veled, Mevlevîliği bir tarikat hâlinde kurup teşkilâtlandırmış Mevlevi Âyîni'ni ve Mevlevîliğin âdâb ve erkânını, prensiplerini ortaya koymuştur. Sultan Veled, babasının son halîfesi ve Mevlevîliğin ilk şeyhi Celebi Hüsâmeddîn'in vefatından sonra (1284) Mevlevi tarikatının Şeyhi (Post-nişîn) olmuş ve bu önemli görevi 1285'den itibaren vefat tarihi olan 1312'ye kadar 27 yıl sürdürmüştür. Sultan Veled 712 (1312)'de Konya'da vefat etmiş ve Kubbe-i Hadrâ diye de anılan Mevlânâ türbesine defnedilmiştir.

Sultan Veled, babası gibi büyük bir şâir değildir. Tasavvufî düşünce açısından, orta derecede bir düşünürdür. Fakat O, Anadolu'da aruz vezniyle ve klâsik nazım şekilleriyle söylenen, telkîn edici ve öğretici tasavvuf şiirinin temellerini atmış, devrinin Türkçesini zaman zaman bu görevi yerine getirecek bir başarı ile kullandığı olmuştur. Bâtı Türkçesi dediğimiz ve bugünkü konuştuğumuz Türkçe, Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled'e çok şey borçludur. Sultan Veled'in Rebâb-nâme isimli Farsça mesnevisinde Selçuk Türkçesiyle 156 beyit bulunmaktadır. Bu şiir, konuştuğumuz Türkçe'nin ve Batı-Türk şiirinin en önemli ilk örnekleridir. Bu nedenle Rebâb-nâme bütün dikkatleri üzerine çekmiştir. Vambery'nin tesbitine göre, Rebâb-nâme'de Farsça karakterde yazılmış 22 beyit tutarında Rumca şiir de bulunmaktadır.

Sultan Veled, alışılmamış dillerle şiirler yazmaktan hoşlanmaktadır. Aslında bu, daha önemli bir durumdur. Çünkü Türkçe o zaman edebî bir dil olmamakla birlikte, en azından Müslüman halkın konuştuğu bir dildir. Rumca ise, İslâm hudutlarının dışında olan bir milletin diliydi.

Sultan Veled, Türkçe'yi Farsça kadar iyi bilmemektedir. Ancak, elimizde
bulunan eserinden, Türkçe hakkında da gerekli bilgiye sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bütün ömrünü Türk ülkesinde geçiren Sultan Veled için, aksi de düşünülemezdi.

Batı Türkçesi'nin (Oğuzca) Anadolu'da ilk temel atma şerefinin Sultan Veled'e nasip olmasının başta gelen sebebi, babası Mevlânâ'nın bütün eserlerini Farsça yazmış olması, bu yüzden de, Türkçe konuşan Anadolu halkının Mevlânâ'yı ve Onun tasavvufî düşüncelerini anlayamamış olmasıdır. İşte babası Mevlânâ'yı Anadolu halkına anlatma ihtiyacını hisseden Sultan Veled, babası gibi eserlerini Farsça ve mesnevi tarzında yazmış olmasına rağmen, Batı-Türkçesi ile yazdığı şiirlerle Anadolu halkına seslenmiştir. Batı-Türk diliyle edebî şiirde ilk ciddî çabayı gösteren Sultan Veled için, düşünülenin üstünde bir başarıdır. Çünkü böyle bir gaye ve düşüncede, şiirlerinde şâirâneliğin (gerçek şairlik) olmaması o kadar önemli değildir. Anadolu'ya henüz yerleşmiş Türk halkının ve pazar yerlerinin henüz olgunluk kazanmamış dilinden, böyle tasavvuf felsefesini öğretebilecek bir dil oluşturmaya çalışmak, elbette, basit bir başarı değildir. Bir milletin şiirini başlatmak, hiç şüphesiz, herkesin gurur duyacağı bir başarıdır.

Eserleri:
Sultan Veled de, döneminin gereği, babası gibi eserlerini Farsça yazmıştır. Ancak, önce de belirttiğimiz gibi, babası Mevlânâ'yı ve onun fikir ve düşüncelerini, Mevlevîliği, Türkçe konuşan Anadolu halkına onun konuştuğu dil olan Türkçe ile anlatması gerekiyordu. Nitekim yazdığı 5 eserden üçünde toplam 367 beyit tutarında Batı-Türkçesi ile şiirler söylemiş ve Batı-Türkçesi'nin ilk temelini atma şans ve şerefini kazanmıştır. Bu nedenle Sultan Veled'in söz konusu Türkçe şiirleri, eski Anadolu Türkçesi'nin bilinen ilk örnekleridir, diyoruz.
Sultan Veled'in 1. Divan, 2. İbtidâ-nâme, 3. Rebâb-nâme, 4. İntiha-nâme, 5. Ma'ârif isimli beş eseri vardır. Bunlar konu ve yapıları itibariyle şöyledir:

Divan: Farsça yazılmış olan bu Divan, Kasîde, gazel, tercî-i bend, terkîb-ı bend, rubâî ve benzeri değişik nazım şekilleriyle oluşan büyük bir mecmua olup, 12.719 beyittir. Eserde 30 kadar vezin kullanılmıştır. Her vezinde yazılan şiirler de, alfabetik sıra gözetilerek düzenlenmiştir. Bu Divan'da 129 kadar Türkçe beyit tesbit edilmiştir. Dîvân, Feridun Nafiz Uzluk tarafından Türkçe'ye çevirilmiştir (1941).

İbtidâ-nâme: Farsça ve mesnevi tarzında yazılmış olan İbtidâ-nâme (yazılışı: 690/1291), Mevlânâ hakkında sağlam bilgi veren en güvenilir bir kaynak değerinde olup Sultan Veled'in ilk mesnevisidir. Veled-nâme adı da verilen bu eserin beyit sayısı 10.000 civarındadır. Farsçası Tahran'da (h. 1355), Türkçe'ye çevirisi Ankara'da (1976) basılmıştır. İbtidâ-nâme'de 76 Türkçe beyit bulunmaktadır. İbtidâ-nâme Abdülbâkî Gölpınarlı tarafından Türkçe'ye çevirilmiştir. (Sultan Veled, İbtidâ-nâme (çeö. Abdülbâkî Gölpınarlı), Ankara 1976).

Rebâb-nâme: Farsça olup Mevlânâ'nın Mesnevisi vezni olan fâ'ilâtün/fâ'ilâtün/fâ'ilün kalıbıyla yazılmış ve 3100 beyit civarındadır. Eser 701 (1301)'de yazılmıştır. Rebâb-nâme'de 162 Türkçe beyit bulunmaktadır.

İntihâ-nâme: farsça ve mesnevi tarzında yazılmış olan ve Sultan Veled'in üçüncü ve son mesnevisini oluşturan bu eser 8317 beyittir. İntihâ-nâme''nin muhtevası: "Hakyolcularının nefse ve şeytana uymamaları için öğütleri kapsamaktadır. Bu mesnevide Türkçe beyitler bulunmamaktadır. Ma'ârif: Farsça olup 56 bölümden oluşmaktadır. Manzum değil, mensurdur. İçinde İranlı şâir Senâi’den ve Mevlânâ'dan iktibas edilmiş şiirler de vardır. Ma'ârif, Melîha Ülker Târıkahya (Anbarcıoğlu) tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir. (Sultan Veled, Maârif (çeö. Meliha Tankâhya, Ankara 1949). Sultan Veled'in Ma'ârif isimli eseri hariç, diğerleri manzum olarak kaleme alınmışlardır. Manzum eserleri içinde tesbit edilen toplam 367 kadar Türkçe beyitler ilk defa Veled Çelebi (İzbudak) tarafından Dîvân-ı Türkî-i Sultan Veled adıyla 1925'te, daha sonra da Mecdud Mansuroğlu tarafından 1958'de yayımlanmıştır.

Yunus Emre (1240-1320)
Yûnus Emre, XIII. yüzyılın ikinci yarısı ile XIV. yüzyılın başlarında yaşamış ünlü sûfî, mütefekkir ve halk şâiridir. Yûnus Emre hakkında verilen bilgiler, ondan çok sonra yazılan menâkıp kitaplarındaki efsânevî verilere dayanmaktadır.Tarih olarak Yûnus Emre hakkında bilinen hususlardan biri, Risâletü'n-nushiyye isimli mesnevisini H. 707(1307) tarihinde yazmış olmasıdır. Risale'nin sonunda bulunan şu beyit bize ışık tutmakta ve ipucu vermektedir.

Eserini, olgun ve ilerlemiş bir yaşta yazdığı anlaşılan Yûnus Emre, son zamanlarda bir mecmû'ada bulunan kayda göre, Yûnus Emre'nin vefat tarihi H. 720 (l320)'dedir. Yunus Emre'nin bazı şiirlerinde, bu tarihlerin doğruluğunu gösteren ipuçları bulunmaktadır. Yûnus Emre'nin şu iki beyti, onun Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ile görüştüğünü, sohbetinde bulunduğunu göstermekte ve ifâde etmektedir.
Mevlânâ Hudâvendigâr bize nazar kılalı
Anun gorklü nazarı gönlümüz aynasıdur
Mevlânâ sohbetinde sâz-ıla işret oldı
Arif ma'nîye taldı kim biledür ferişte

Bu iki beyitten çıkan sonuca göre, Mevlânâ’nın vefat tarihi olan 1273'de Yûnus Emre'nin 33-34 yaşlarında olduğudur.

Yapılan araştırmalar sonunda Yûnus Emre'nin Sakaya bölgesinde Tapduk Emre isimli bir şeyhin dervişi olduğu; Anadolu'da, Suriye'de, Azerbaycan (Kafkasya)'da dolaştığı; Porsuk çayının Sakarya ili ile birleştiği yerdeki Sarıköy'de doğup orada vefat ettiği ve aynı yerde medfûn olduğu, görüşü hâkimdir. Yûnus Emre, Dîvân'ında bizzat Tapduk Emre'ye intisap ettiğini açıklamaktadır.

Tasavvuf Halk (Tekke) şiirini başlatmış olan Yûnus Emre, kendi döneminde bir noktaya kadar Türk şiirindeki üç akımı (Dîvân, Halk, Tekke) da temsil etmişti. Tasavvuffelsefesi bakımından Mevlânâ'dan esinlenmek, ilham almakla birlikte, bu felsefeyi ve hayat görüşünü temiz ve akıcı (selîs) dili ve özgün (kendine has) üslûbu ile büyük halk topluluklarına aktarmış, yüzyıllarca, sâdece bir şâir değil, bir velî olarak sevilmiş ve sayılmıştır. Yûnus Emre, şiirlerinde daha çok hayat, ölüm, âhiret, Allah aşkı ve Allah sevgisi, vahdet-i vücut (varlık birliği), insanlık, gerçek sevgi gibi konulara yer vermiştir.

Yûnus Emre'yi bir velî, bir ermiş gibi görmek isteyen ve efsâneleştiren halk, onu aynen Sarı Saltuk'da olduğu gibi, pek çok yere gömmüş, dolayısıyla da ortaya birçok Yûnus Mezarı çıkmıştır. Yûnus Emre'nin Anadolu'da mezarı bulunan yerler şöyle belirtilmektedir. Yûnus Emre'nin Sakarya ile Porsuk çayının birleştiği yerde bulunan Sarıköy'de yattığı ve mezarının orada olduğu, Abdülbâkî Gölpınarlı (1900-1982) tarafından kaleme alınmış olan Risâletü'n-Nushiyye ve Dîvân isimli eserinde (İstanbul 1943) belgelere dayanarak ispatlanmıştır.

Yûnus Emre, Oğuz Türklerinin konuşup yazdığı Oğuzca yazı dilinin en başta gelen temsilcisidir. Bugünkü konuşulan Türkiye Türkçesi'nin oluşmasındaki payı oldukça büyüktür. Üslûbu, kendisine has edebî bir estetik ve edâ taşır. Sâde bir dil kullanmakla beraber, halkın benimsediği Arapça ve Farsça kelimeleri de pürüzsüz kullanmıştır. Kullandığı sâde dile ve şiirlerine derin anlamlar yüklemiştir. Şiirlerinde şekil ve muhteva hem millî, hem de İslâmî bir yapı gösterir.

Yûnus Emre'nin tasavvuf anlayışı Kur'an-ı Kerim'e, Hz. Peygamber'in sünnet ve davranışlarına, klâsik mutasavvıfların fikir ve düşünce sistemine dayanmaktadır. Bu nedenle Yûnus Emre'yi, Batılı anlamda bir panteist (panthéiste = Allah ile kâinatı birleştirip özleştiren felsefî öğretiye sahip olan), mistik (mystique = Allah'a ve gerçeğe akıl ve araştırma yolu ile değil de aşk ve gönül yolu ile ulaşılacağına inanan mutasavvıf kişi) veya hümanist (humaniste - insanları sevme ülküsüne sahip) olarak görmemiz mümkün değildir.

Tasavvuf (Tekke) Edebiyatı'nm Anadolu sahasında en başta gelen temsilcilerinden olan Yûnus Emre'nin hem millî ölçümüz olan hece ile, hem de arûzla yazdığı şiirleri,musammat gazel tarzındadır. Beyit esasına göre yazılan şiirlerde musammatlar ikiye bölündüğünde her beyit birer kıt 'a şekline dönüşür.

Mutasavvıf şâir Yûnus Emre'nin tahsil yapıp-yapmadığı, ümmî midir, değil midir konusu, çoğu zaman tartışma konusu olmuş ve hâlen de bir sonuca varılamamıştır. En eski kaynaklara bakıldığında Yûnus Emre'nin, okuma-yazması olmayıp ümmî olduğu ileri sürülmektedir. Bir çok araştırmacıya göre de Yûnus Emre ümmî değildir.
Yûnus Emre, Sultan Veled'den sonra, Eski Anadolu Türkçesi'nin en başta gelen mi'mârı ve temsilcisi olduğu gibi, Anadolu'da ilk Türkçe Dîvân yazmış olması nedeniyle Dîvân Edebiyatı'nın; baştan sona tasavvufî konuları işlemiş olması nedeniyle Tasavvuf (Tekke) Edebiyatı'nın; eserlerini Türkçe yazmış olması nedeniyle de Halk Edebiyatının da en büyük temsilcisidir.

XII. yüzyılda Ahmed Yesevî ile Türkistan'da başlayan Türk Tasavvuf Halk Edebiyatı, XIII. yüzyılda, orta dönem veya Beylikler dönemi denilen dönemde, Anadolu'da Yûnus Emre'nin şahsında en yüksek mertebesine ulaşmıştır. Kendisinden sonra, daha birçok şâir gelmiş ve yetişmiş olmasına rağmen, Onun ulaştığı zirve aşılamamıştır. Ahmed Yesevî’nin, Orta-Asya'da söylemiş olduğu Hikmet'lere mukabil, Yûnus Emre Anadolu'da ilâhîler söylemiş, böylece Orta-Asya'da ilk Türk Tasavvuf Edebiyatı'nın kurucusu olan Ahmed Yesevî’nin Hikmet'leri, Anadolu'da Türk Tasavvuf Edebiyatı'nın başta gelen temsilcisi Yûnus Emre'nin İlâhîleri olarak devam etmiştir. Yûnus Emre'nin ilâhîleri de, tıpkı Ahmed Yesevînin hikmetleri gibi, bestelenerek tekkelerde okunmuştur.

Bir mutasavvıf şâir olarak Yûnus Emre, eserlerini oluşturan şiirlerinde, genel olarak, Vahdet-i vücûd (varlık birliği) felsefesini işlemiş, bu felsefenin aslı ve temeli Neo-plâtonizm (Nev-Eflâtunculuk) görüş ve metodu olmakla beraber, Yûnus Emre ve mutasavvıf şâirlerimiz bu görüş ve metodun İslâmî görüş ve şeklini ele almış ve işlemişlerdir. İslâmî tasavvuf ve vahdet-i vücûd konusunu edebiyatımızda en güzel işleyen de, hiç şüphesiz, Yûnus Emre olmuştur. Bu yüzden O, Türk Tasavvuf Edebiyatı'nın, Divan şâirleri de dâhil, en büyük ve kudretli şâiridir.

Yûnus Emre'nin Eserleri
Yûnus Emre'nin, bugünkü bilgilerimize göre, biri Dîvân, diğeri Risâleti’n-Nushiyye olmak üzere iki eseri vardır.

Dîvân: Anadolu sahasında yazılan ilk Türkçe Dîvân'dır. Üç yüze yakın şiirden oluşmaktadır. Halbuki ona atfedilen şiir sayısı 1000’i geçmektedir. Bunun da sebebi, Yûnus Emre'den sonra birkaç Yûnus'un daha gelmiş olması ve Yûnus Emre'yi izlemesidir. Yûnus Emre'nin şiirleriyle diğer Yûnus'ların şiirlerini ayırt etmek pek de güç değildir. Çünkü aralarında dil, üslûp, ifâde, eda ve tavır ve öz bakımından pek çok fark vardır.

Yûnus Emre, şiirlerinin büyük bir kısmım hece vezniyle söylemiş, 60kadar şiiri ise aruz kalıbıyla yazmıştır. Yûnus Emre'nin aruz veznini kullanması, dönemine göre, başarılı kabul edilmekle beraber, bazı şiirlerinde imâle (kısa heceyi uzatma) oldukça fazladır. Hece vezninde 8+8'liyi tercih etmiştir ve şiirlerinin çoğu bu vezinledir. Şekil olarak ise, genellikle, gazel-kasîde tarzını kullanmıştır. Bunların çoğu musammat tarzındadır. Yûnus Emre'nin Divan'ı, genelde, ilâhi tarzında yazılmış şiirlerden oluşmaktadır. Yûnus Emre Divan'ında yer alan ilâhîlerin yanında, münâcât, na't, şathiyye, mi'râciye gibi türleri de denemiştir.

Risâletü'n-Nushiyye: Yûnus Emre'nin ikinci eseri Risâletü'n-Nushıyye (Öğüt Kitabı) isimli mesnevisidir. "Söze târih yidi yüz yi-di-y-idi /Yûnus canı bu yolda fidi-y-idi" beyti bir vesika kabul edilerek, Risâletü'n-Nushıyye'nin yazılış tarihi H.707 (1307) şeklinde tespit edilmiştir.

Risâletü'n-Nushıyye'nin beyit sayısı, çoğu kaynaklarda 562, 573, 630 olarak verilmekle beraber, eser üzerinde en son çalışma yapan ve tenkitli metnini yayınlayan Mustafa Tatçı, Risâletü'n-Nushıyye'nin beyit sayısını 600 olarak belirtmektedir.

Risâle'nin ilk 13 beyti fâ'ilâtün/fâ'ilâtün/fâ'ilün kalıbı ile yazılmış olup, bu bölümü kısa bir mensur bölüm izlemektedir. Bundan sonra Risâle'nin asıl bölümleri gelmektedir. Bu bölümler, aruzun mefâ'îlün/mefâ'îlün (fe'ûlün vezniyle yazılmıştır. Konusu didaktik tasavvuf olan Mesnevide işlenen konular üç ana başlık ve bölüm altında toplanmaktadır: 1) Dâsitân-ı Rûh ve Akıl, 2) Dâsitân-ı Kanâ'at, 3) Dâsitân-ı Gadab. Bu üç bölümde altı ana konu işlenmektedir. Baştaki manzum giriş kısmında Âdem'in yaratılışı ve Anâsır-ı erba'a açıklandıktan sonra, mensur olan bölümde akıl, îmân, ilim makamları ele alınmaktadır. Daha sonra şu altı ana konu, sırasıyla, şerhe-dilmektedir: Ruh ve Akıl; Kibir ve Kanâ'at; Huşu' ve Gadab; Sabır; Buhl (cimrilik) ve Hased; Gıybet ve Bühtan.

Tarihte bir istihale dönemi olarak değerlendirilen XIII. yüzyılda, edebî dilin Farsça olduğu, aruzun da şiirimize yeni yeni girmeye başladığı bir zamanda, bir mutasavvıf halk şâiri olan Yûnus Emre Risâletü'n-Nushıyye isimli mesnevîsini Eski Anadolu Türkçesi ve aruz kalıbı ile yazmıştır. Elbette Risale'de imâle ve zihaf gibi aruz hataları olmakla birlikte, eserin dil, üslûp, ifâde ve anlam yönüyle üstün oluşu vezin hatalarını örtmektedir. Olduğu gibi didaktik bir mesnevî olan Risdletü'n-Nushıyye, XIII. ve XIV. yüzyıl Türk mesnevî edebiyatının ilk ve en güzel örneklerindendir.

Risâletü'n-Nushıyye'nin birkaç baskısı vardır ve yayın sırasına göre şunlardır. (Abdülbâkî Gölpınarlt, Yunus Emre Divânı (ile birlikte), İstanbul 1943; (A. Gölpınarlı, Yunus Emre-Divân ve Risâlata'l-Nushıyya, İstanbul 1965); (Mustafa Tatçı, Yunus Emre Divânı (Risâletü'n-Nushıyye-Tenkitli Metin), Ankara 1991, İstanbul 1997)

Âşık Paşa (1272-1333)
Horasan'dan Anadolu'ya gelmiş bir aileye mensuptur. Âşık Paşa'nın dedesi Horasan'dan Anadolu'ya gelmiş olan Baba İlyas'tır. Âşık Paşa, Türk Tasavvuf Edebiyatı’nın mesnevî alanında Anadolu'da ilk büyük eser veren tanınmış kişilerden biridir. Kaynaklarda verilen bilgiler arasında, Osman ve Orhan Gâzî döneminde yaşadığı ve Hacı Bektâş-ı Velî ile çağdaş olduğu söylene Âşık Paşa'nm Arapça, Farsça ve İslâmî bilgileri bildiği, tasavvuf kültürünü aldığı, sûfiyâne şiirler yazdığı, siyâsete bile girdiği, yine bu verilen bilgiler arasındadır. Âşık Paşa'nın, tıpkı Ahmed Yesevî’nin Orta-Asya'da ilk olarak tasavvuf âdâbını öğreten Dîvân-ı Hikmet'i gibi, Anadolu'da da ilk tasavvuf âdabını öğreten, aynı zamanda Türk dili ve edebiyatı açısından da en önemli ve ünlü eseri 12.000 (10613) beyitten oluşan Garîb-nâme isimli mesnevisidir. Garîb-nâme, dînî-tasavvufî konulu bir mesnevî olup Anadolu halkına tasavvufu öğretmek amacıyla yazılmıştır. Bir bakıma Mevlânâ'nın, Mesnevî’sin de Farsça olarak yaptığını Âşık Paşa, Garîb-nâme'sinde Türkçe olarak yapmıştır, denilebilir. Nitekim, dikkatle incelendiğinde hem şekil özellikleri, hem muhteva yönünden Mesnevi’nin Garîb-nâme'deki etkileri açık bir şekilde görülür.

Garîb-nâme, konusu itibariyle dînî-tasavvufî ve ahlâkî bir eser olup tasavvufu tanıtıcı ve öğretici bilgiler vermesinin yanında, İnsan-ı kâmil olmayı öğütleyen ahlâkî, didaktik bir hüviyete sahiptir. Bundan başka, Garîb-nâme XIV. yüzyıl Anadolu Türkçesi özelliklerini taşıması yönünden dil çalışmaları için oldukça önemlidir. Bundan da önemlisi, Âşık Paşa'nın, XIV. yüzyıl Anadolu'sunun siyâsî ve ideolojik birliğinin
sağlanmasında ve halkın eğitim ve öğretiminde anadilinin gücüne ve faydasına inanmış ileri görüşlü bir kimse oluşudur. Bundan dolayı Garîb-nâme'de, Türkçe'ye önem verilmesi gerektiğini vurgulamış, bu yüzden eserini özellikle Türkçe yazmıştır.

Özetle Garîb-nâme, tasavvuf âdabı ile ilgili bilgiler veren ve öğretici; özelliğiyle önemli olduğu kadar, yazıldığı dönemin dil özelliklerini, taşıması ve Anadolu'da gelişen edebî dilin Türkçe olması yönünde Âşık Paşa'nın duyarlılık ve hissiyatını göstermesi bakımından da dikkate değer bir kaynaktır.

Âşık Paşa, her şeyden önce, XIII. yüzyıl sonu ve XIV. yüzyıl başı Anadolu'sunda Anadolu halkına tasavvufu tanıtan, öğreten ve onlara Allah'a ulaşma heyecanını veren bir Türk mutasavvıfıdır. Fakat, bu mutasavvıf şâir, eserlerini, özellikle Garîb-nâme'sini yazarken, Anadolu halkının ana dili olan Türkçe'ye gereken önemi vermiş, eserlerini, bu işin bilincinde olarak özellikle Türkçe yazmış, böylece Türk Dili'ne olan vefâ borcunu yerine getirerek ona, en büyük hizmeti yapmıştır. Âşık Paşa, eserlerini yazarken, Türk Dilinin unutulmaya yüz tuttuğu zehabına kapılmış, Türk Diline gereken önemin verilmediğinden, Türklerin sevilmez olduğundan yakınmıştır.

Eserlerini sâde bir dille yazmış ve Türkçe'nin Anadolu'da bir edebiyat dili olarak yerleşmesinde önemli bir hizmet görmüş olan Âşık Paşa'nın dil ve edebiyat tarihimizde önemli bir yeri vardır. Âşık Paşa'nın kudret ve şöhreti, şairlik ve sanatkârlığından dahaçok, mutasavvıf ve şeyhliğinden ileri gelmektedir. Soylu bir aileden gelen Âşık Paşa, tasavvufî görüşlerini Ehl-i sünnet inançlarıyla birleştirmiş ve bu görüşlerini çevresindekilere telkin ederek, anlatarak hem eserleri hem de şeyhliği ile büyük etkiler yapmış bir mutasavvıf şâirdir.

Eserleri:
Garîb-nâme; Âşık Paşa'nın en tanınmış eseri, Garîb-nâme isimli, 12.000 (10.613) beyitten oluşan mesnevisidir. Garîb-nâme tasavvufî, ahlâkî bir eser olup didaktik (öğretici) bir mesnevidir.
Eserin başında Farsça mensur bir mukaddime vardır. Bundan sonra kâinatın yaratılışını anlatan bir bölüm; Hz. Peygamber için bir na't ve İslâm büyükleri için kasideler bulunan uzunca bir kısım bulunmaktadır. Asıl eser 10 baba ayrılmış; her bâb da ayrıca 10 destan hâlinde tertip edilmiştir.

Birinci bâbda Allah gibi bir olan konular; ikinci bâbda dünya ve âhiret, yer ve gök, ten ve can gibi iki olan şeyler anlatılmıştır. Üçüncü bâbda mâzî, hâl ve istikbâl gibi üç olanlar; dördüncü bâbda ateş, hava, su, toprak gibi dört olanlar; hâsılı, diğer bâblarda da sayıları 6, 7, 8, 9, 10 olanlardan bahsedilir.

M. Fuâd Köprülü, Garib-nâmenin bu şekilde tertip edilmesinden dolayı onun "adetâ geometrik bir düzene sahip" olduğunu söyleyerek eserin güzel bir tarifini yapar. Garîb-nâme'de, tasavvuf edebiyatı eserlerinden en çok Mesnevinin etkisi görülmekle beraber, hikâyeler yine geometrik (bendesi) bir biçimde düzenlenmiş, Mevlânâ'nın Mesnevi’sinde olduğu gibi birbiri içine girmiş tahkiye tarzından uzak durulmuştur.
Yazılış tarihi H.731 (1330) olan Garib-nâme, Türk edebiyatının ilk büyük mesnevisi özelliğine sahiptir. Eser, kendi dönemi mesnevilerinde olduğu gibi, aruzun kısa kalıbı olan fâ'iîâtün / fâ'ilâtün / fâ'ilün vezniyle yazılmıştır. Yer yer hece vezni de kullanılmıştır.

Âşık Paşa'nın şiirlerinden ve Garib-nâme'den başka manzum ve mensur, birkaç küçük eseri daha vardır. Edebî değerleri pek fazla olmayan bu eserlerden Fakr-nâme, Vasf-ı Hâl, Hikâye (59 beyit) ve Kimya Risalesi (manzum-mensur karışık), yine Âşık Paşa'nın olduğu sanılan iki Risale, Agâh Sırrı Levend (1894-1978) tarafından incelenmiş ve neşredilmiştir.

Ahmed-i Gülşehrî (XIV. yy.)
Ahmed-i Gülşehrî XIV. yüzyıl Anadolu'sunun önde gelen mutasavvıf şairlerindendir. Hayatı hakkında çok fazla bilgi bulunmamaktadır. Hakkında verilen bilgiler de, kendi eserlerinden ve kendisinden sonra yaşamış olan şâirlerin şiirlerinden çıkarılmakta ve anlaşılmaktadır.

Eserleri:
Ahmed-i Gülşehrî, Felek-nâme ve Aruz Risalesini Farsça; Kerâmât-ı Ahi Evrân, Kudûrî Tercümesi, Mantıku't-tayr ve Şiirlerini Türkçe yazmıştır.

Mantıku't-tayr: İranlı mutasavvıf ve şâir Ferîdüddîn-i Attâr’ın İmâm Gazzâli’nin Risâletü't-tayr isimli risalesini esas alarak yazdığı Mantıku't-tayr isimli mesnevisini H.717 (1317) yılında Türkçe'ye çevirmiştir. Gülşehrî, ilk defa Türkçe'ye tercüme edilmiş olan Mantıku't-tayr'da, işlenen konuların ana hatlarına bağlı kalarak, Attâr'ın hikâyelerinden pek çoğunu kullanmamış, onun yerine Mesneviden, Kelile ve Dimne ile Kâbûs-nâme'den hikâyeler alarak eserini zenginleştirmiştir. Yarı te'lif yarı tercüme hüviyetinde olan Mantıku't-tayr, Türk Edebiyatına ilk defa Ahmed-i Gülşehrî tarafından kazandırılmıştır. Mantıku't-tayr'ın bir başka önemli yanı da, tıpkı Âşık Paşa'nın Garib-nâme isimli mesnevisini, özellikle Türkçe kaleme aldığı gibi, şu'urlu olarak Eski Anadolu Türkçesi ile tercüme edilmiş ve yazılmış olmasıdır.

Mantıku't-tayr, tasavvufî alegorik bir eserdir. Beyit sayısı ise 8000'den fazladır. Eser, bu dönem mesnevilerinin çoğunda kullanılan aruzun fâ'ilâtün / fâ'ilâtün / fâ'ilün kalıbıyla yazılmıştır.
Mantıku't-tayr üzerine Müjgân Cumbur tarafından bir Doktora tezi yapılmıştır (Ankara 1952).

Felek-nâme: H.701/1301’de Farsça olarak yazılmış bir mesnevidir. Konusu tasavvufî olup Kur’andan ve Mevlânâ'nın Mesnevi'sinden çokça faydalanılmıştır. İslâm ve tasavvuf felsefesinin işlendiği eserde daha çok hayat ve ölüm üzerinde durulmuştur. Eserin tek nüshası Ankara Genel Kütüphanesinde kayıtlı (no; 817) olup 142 yapraktır. Sadettin Kocatürk tarafından inceleme ve çevirisiyle basılmıştır (Ankara 1982)
Aruz Risalesi: İlk olarak Kilisli Muallim Rifat (Bilge) tarafından Ferhenğ-name-ı Sa'dî Tercemesi, İstanbul 1340-42, s. 15'de ilim âlemine tanıtılan bu risale, 16 yk.'tır. Eser Farsça olup İstanbul-Millet Kütüphânesi Ali Emîrî Efendi Farsça Yazmalar, no: 517'de kayıtlı bir Mecmû'a içindedir (46b-61b).

Kerâmât-ı Ahî Evrân: 167 beyitten oluşan Türkçe bir mesnevîdir. Gülşehrî’ye ait olduğu şüpheli olan bu küçük mesnevi Franz Taeschner tarafından Gülşehrî’nin eseri diye yayınlanmıştır. İkinci ve doğru bir nüshası da 1955'te Râif Yelkenci tarafından yayınlanmış ve ona aidiyetinin şüpheli olduğu belirtilmiştir. Agâh Sırrı Levend de, Mantıku't-tayr yayımı konusunda bu görüşü paylaşmıştır.

Kudurt Tercümesi: Gülşehrî Mantıku't-tayrda bir fıkıh kitabı olan Kudûrî’yi nazmen tercüme ettiğini söylüyorsa da, henüz ele geçmemiştir.
Şiirleri: Gülşehrî’nin 7 gazeli bulunmaktadır. Bunlardan 1'i Ömer b. Mezîd'in Mecmû'atü'n-Nezâif’inde, 3'ü de Eğridirli Hacı Kemâl'in Câmi'u'n-Nezâir (Bayezit Devlet Ktp. Genel 5782,164b-288b)'indedir. Kerâmât-ı Ahî Evrân'da 2, Mantıku'l-tayr’da da 2 gazeline tesadüf edilmiştir. Bir şiiri de, Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmud Böl. 4311'de kayıtlı 197a'da bulunmaktadır.

Değerlendirme Soruları
1. XIII ve XIV. Yüzyılda nazım ve nesirde ismi geçen müellifler kimlerdir?
2. Mevlana ve eserleri hakkında bilgiler veriniz?
3. Sultan Veled ve eserlerini değerlendiriz?
4. Yunus Emre ve eserleri hakkında bilgiler veriniz?
5. Âşık Paşa ve eserlerini değerlendiriz?
6. Ahmed-i Gülşehrî’nin eserleri hakkında bilgiler veriniz?



6. Hafta

TÜRK İSLÂM EDEBİYATINDA DÎNÎ KONULAR ve NAZIM ŞEKİLLERİ
Türk İslâm Edebiyatı'nın belli başlı işlediği konulardan biri de Din’dir. Gerek Dîvan, gerek Tasavvufî Halk edebiyatlarında dînî duygu, heyecan ve düşünceyi aksettiren pek çok eser yazılmıştır.
Türklerin İslâm'ı kabul etmelerinden sonra (X.yy.), yazılan eserlerin hemen hepsinde önce Allah'ın birliğini ve ululuğunu anlatan, O’na yalvarma ve duayı ifâde eden, Hz. Peygamber'i medh edip öven parçalar ve manzumeler bulunmaktadır. Eserlere bu şekilde başlamak o dönemin herkesçe uyulan bir âdet ve geleneğidir. Bu âdet ve geleneğin dayanağını şu şekilde açmak ve açıklamak mümkündür.

Her şeyden önce eserlerin, mensur ve manzum olmak üzere iki tarz ve şekilde yazılmaları usûldendir. Müslüman bir müellif ve şâirin eserlerine "Besmele", "Hamdele", "Salvele" ile başlaması, "amma ba'dü" sözü ile de asıl konuya geçmesi "âdet ve gelenek" idi. Ancak, bu "âdet ve geleneklin bir dayanağı olmalıydı. İşte bu "âdet ve. gelenek"in delil ve dayanakları hakkında şu bilgileri vermek faydalı ve yerinde olacaktır.
Eserlerin, mensur ve manzum olmak üzere iki tarzda yazıldığını söylemiştik. Önce, bu "âdet ve gelenek"in mensur eserlerde nasıl ve hangi sıraya göre uygulandığınabakalım.

Mensur eserlerde müellifin "âdet ve gelenek"e göre, takip ettiği sıra: "Besmele, hamdele, sálvele, amma ba'dü" sözleridir. Manzum eserlerde ise bu sıra: "Besmele, Tevhîd-münâcât, Na't, sebeb-i te'lîf-i kitâb" şeklindedir. Dîvanlarda bu sıraya uyulduğu gibi, mesnevilerde de, genel olarak, böyledir. Bunları sıra ile açıklayalım.

1. Mensur Eserlerde :
a) Besmele ve Delili: Besmele'nin dayanağı, Hz. Peygamberin: "Her iyi ve güzel bir işe "Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adı" ile başlanmamışsa, o işten hayır gelmez, sonu güdük ve verimsizdir." anlamındaki hadîsidir.
b) Hamdele ve Delîli: Hamdele, "Allah'a şükretme" anlamına gelen "el-Hamdü li'liâh" cümlesinin kısaltılmış şeklidir. Hamdele'nin delîli, Kur'an-ı Kerim'in ilk sûresi olan Fatiha Sûresi ilk âyetinin "Hamd" kelimesiyle başlamış olması ve bir de Hz. Peygamber'in hutbelerinin Allah'a "Hamd ü sena" ile başlamış olmasıdır. Çünkü Câhiliye döneminde okunan hutbelerde "Hamd ü sena" yoktur. Âyetten delîli: "Âlemlerin Rabbi (sahibi, yetiştiricisi olan) Allah'a hamd olsun" dur.
c) Salvele ve Delîli: Salvele; "Allâhümme salli alâ Seyyidinâ Muhammed" cümlesinin kısaltılmış şeklidir. Hz. Peygambere salât ü selâm getirmenin Kur’an’daki delili: "Allah ve melekleri, peygambere salât etmekte (onun şerefini gözetmeğe, şanını yüceltmeğe özen göstermekte)dir. Ey inananlar, siz de Ona salât edin (onun şanını yüceltmeğe özen gösterin); içtenlikle selâm edin (ona esenlik dileyin)." anlamındaki âyettir. Ayetin asıl metninde geçen "sallû" ve "sellimû" emirleri, Hz. Peygamber'e "salât ü selâm" getirme görevini müslümanlara yüklemektedir.
d) Amma ba'dü: "Allah'a hamd, Peygambere salât ü selâm'dan sonra" anlamında bir deyimdir ki, bundan sonra asıl konuya geçilir. Asıl konu ile "Hamdele ve salvele" faslını ayırdığı için "amma ba'dü" sözüne "faslu'l-hitâb" da denir.

2. Manzum Eserlerde:
Manzum eserlerde de bu "âdet ve gelenek"e bağlı kalınarak, önce "Besmele", sonra "Hamdele" yerine "Tevhîd-Münâcât", sonra "Salvele" yerine "Na't-i şerif, "amma ba'dü" deyimi yerine de "Sebeb-i te'lîf-i kitâb" gelmektedir.

Dînî Konular
Hz. Peygamber'in hayatını, vasıf ve güzelliklerini, mu'cizelerini anlatan; Onun hadislerinden kırk kadarını bir araya getirerek “Hadîs-i Erba'în = Kırk Hadis”i eserler oldukça yekûn tutmaktadır. Peygamberlerin hikâyeleri, evliya menkıbeleri, önemli dînî savaşlar, bazı olaylar, belirli gün ve aylar, dînin esasları, İnanç, tasavvuf esasları, nasihat ve ahlâkî öğütler, dînî eserlerin konularını oluşturmuştur. Bu eserler, edebî bir üslûp ve kisve içerisinde veriliyordu. Bunların büyük bir kısmı manzum olarak yazıldıklarından, Eski Türk Edebiyatı içerisinde, çok geniş ve çeşitli türleri içerisine alan Dînî Edebiyat (Türk İslâm Edebiyatı) meydana gelmiştir.

Dînî edebiyatımızın, bir başka deyişle Türk İslâm Edebiyatı’nın en sevilen, en tanınmış ve yaygın hâle gelmiş eserleri, Ahmed Yesevî’nin Hikmetleri yerine, Yûnus Emre'nin İlâhîleri, Süleyman Çelebi (ö. 1422)'nin Mevlid'i (Vesîletü'n-necât), Gelibolulu Yazıcızâde Mehmed (ö. 855/1451)'in Mülhammediyye’si, Fuzûlî (ö. 1556)'nin Hadîkatü's-su'adâ’sı, Ahmed Cevdet Paşa (1822-1895)'nın Kısasu'l-Enbiyâ'sıdır.

Eski edebiyatımızda (Türk İslâm Edebiyatı'nda) dînî konuları ele alıp işleyen eserleri şu şekilde tasnif etmek, sıralamak mümkündür. Ancak, dînî konulara geçmeden önce, dînî konular arasında yer alması gereken fakat, bugüne kadar anahatlarıyla işlenmemiş bir konuyu ele almak istiyoruz ki o da, Allah'ın Güzel İsimleri olan Esmâ-i Hüsnâ (el-Esmâü'l-Hünâ) konusudur.

Allah'ın Güzel İsimleri (el-Esmâü'l-Hüsnâ)
Allah'ın Güzel İsimleri, Kur'an'da el-Esmâü'l-Hüsnâ şeklinde sıfat tamlaması olarak dört yerde geçmektedir:
1. "En güzel isimler Allah'ındır. O'na o isimlerle dua edin. O'nun isimleri konusunda eğriliğe sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir."
2. "De ki: Gerek Allah deyin, gerek Rahman deyin, hangisini derseniz deyin, en güzel isimler O'nundur."
3. "Allah'tan başka Tanrı yoktur, en güzel isimler O'nundur." 4. "O, var eden, güzel yaratan, yarattıklarına şekil veren, en güzel adlar kendisinin olan Allah'tır.”
Anlamlarını verdiğimiz bu âyetlerden çıkan sonuç, el-Esmâü'l-Hüsnâ diye tabir edilen Allah'ın Güzel İsimleri'nin sâdece Allah'a mahsus isimler olduğu, O'ndan başka hiç kimseye âit olmadığıdır.


Allah'ın Güzel İsimleri konusunda ilk kaynak kabul edilen Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ b. Sevre et-Tirmizî (ö. 279/892)'nin Sünenü't-tirmizî isimli eserinde rivayet ettiği bir hadisten, Allah'a âit 99 isim olduğunu öğreniyoruz. Ebû Hüreyre'den nakledilen bir hadiste, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah'a has doksan dokuz -yüzden bir eksik- isim vardır. Bu isimleri kim sayarsa (veya ezberlese) cennete girer." Bu hadisin devamında Allah'ın 99 ismi birer birer sayılmaktadır.
Bu "sahih" hadisten anlaşıldığına göre de, Allah'ın Güzel İsimleri'nin sayılarının 99 olduğunu tespit etmiş oluyoruz.

Allah'ın Güzel İsimleri olan bu Esmâ-ı Hüsnâ'yı açıklayan, şerh eden Arapça, Farsça ve Türkçe eserler oldukça çoktur.
Arapça mensur ve manzum Esmâ-i Hüsnâlar yazıldığı gibi, Farsça da mensur ve manzum Esmâ-i Hüsnâlar yazılmıştır.

Arap ve İran edebiyatlarında olduğu gibi, Türk edebiyatında da Allah'ın Güzel İsimleri'ni konu alan mensur ve manzum Esmâ-i Hüsnâlar ve şerhleri yazılmıştır. Ancak, biz burada Anadolu sahası dışında yazılanları ele almayacak, Anadolu sahasında verilmiş, olan Esmâ-i Hüsnâ ve şerhleri üzerinde durmaya çalışacağız. Önce mensur ve müstakil olan Esmâ-i Hüsnaları ele alacağız.

Türkçe Mensur Esmâ-i Hüsnâlar
Anadolu sahasında tespit edilmiş 29 kadar Türkçe mensur Esmâ-i Hüsnâ vardır. Bunlarından bazıları şunlardır: Sinan Paşa (ö. 891/1486), Tazarru'-nâme; Abdullah es-Simâvî (ö. 893/1487), Şerhu'l-Esmâi'l-Hüsnâ; Şeyh Şabân-ı Velî (ö. 976/1568), Vird-i Settâr ve Tercümesi; Ebu's-Su'ûd el-İmâdî (ö. 982/1574), Du'â-nâme-i Ebu's-Su'ûd; Mehmed Niyâzî-i Mısrî (ö. 1105/1693), Şerhu'l-Esmâi'l-Hüsnâ Risalesi.

Türkçe Manzum Esmâ-i Hüsnâlar
Türkçe manzum Esmâ-i Hüsnâlardan 19 kadar eser tesbit edilmiştir. Bunlardan da bazıları: Şeyhoğlu Mustafa (ö. 804/1401), Manzum Havâss-ı Esmâ-i Hüsnâ; İbn îsâ İlyas b. Mecdüddîn îsâ Saruhânî (ö. 967/1559), Şerhu Esmâi'l-Hüsnâ; Hüseynî b. Ahmed Sîrûzî (ö. 1000/1591), Esmâ-i İlâhî Kasîdesi; Subhî-i Dervîş Bursavî (X.yy.), Mukaddime-i Der-İktizâ-i Şerh ü Nazmü'l-Esmâi'l-Hüsnâ; Hâkim Seyyid Mehmed Efendi, Manzum Esmâ-i Hüsnâ Şerhi; Ahmed Şâkir Paşa (ö. 1234/1818), Ravd-ı Verd (Manzum Esmâ-i Hüsnâ Şerhi); İsmail Sadık Kemal b. Muhammed Vecîhî Paşa (ö. 1310/1892), Asâr-ı Kemâl (Şerhu'l-Esmâi'l-Hüsnâ); İbrahim Cûdî (ö. 1345/1926), el-Kenzü'l-Esnâ fî Şerhi'l-Esmâi'l-Hüsnâ; Bıçak-cızâde İsmail Hakkı b. Osman (ö. 1933), Esmâü'l-Hüsnâ'nın Nazmen Tefsiri.

Tevhîdler
Allah'ın birliği ve yüceliği konusunda yazılan manzum ve mensur eserlere Tevhîd denir. Tevhîd; kök itibariyle vahdet kelimesinden gelen ve tef’il kalıbıyla ifâde edilen Tevhîd, kelime olarak birlemek anlamına gelmektedir. Istılah olarak da, Dîvân Edebiyatı'nda: "Allah'ın varlığına ve birliğine dâir yazılan manzum ve mensur eserlere Tevhîd ismi verilmiştir. Eski devrin şâirleri, özellikle Dîvân Edebiyatı şâirleri, şiirlerinden oluşturdukları Divanlarına Tevhîd ve Münâcât'la başlamayı bir âdet hâline getirmiş ve bunu kendileri için bir şeref kabul etmişlerdir.
Manzum Tevhîd'ler, çoğunlukla kasîde, gazel, mesnevi nazım şekilleriyle yazılmıştır. Tevhidlerde işlenen konular, ayet ve hadislerden alıntılar (iktibas) yapılarak veya bu iki ana kaynaktan faydalanılarak kaleme alınmışlardır.

Divan Edebiyatında biri tasavvufî biri dînî olmak üzere, iki Tevhîd çeşidi vardır. Ancak, Tasavvufî Tevhîd'lerle Dînî Tevhîd'leri birbirinden ayırdetmek oldukça güçtür. Çünkü işlenen konul âdeta iç içedir.
Tevhîd'lerde, öncelikle, Allah'ın zâtî ve subutî sıfatları yer almaktadır. Allah'ın zatî sıfatlan 6'dır. Bunlar: Vücûd, kıdem, baka, vahdaniyet, muhalefettin li'l-havâdis, kıyam bi-nefsih, denilen sıfatlarıdır. Sübûtî sıfatları ise 8'dir. Bunlar da: Hayat, ilim, semî', basar, irâde, kudret, kelâm, tekvîn, sıfatlarıdır.

Dînî Tevhidlerde, Âdem (a)'i topraktan yaratmış olan Allah'ın ilminde saklı ve gizli varlıkların kudret kalemiyle meydana gelişi, zuhur edişi anlatılır. Tasavvufî Tevhîd'lerde ise bu durum '"Kenz-i Mahfî=Gizli hazîne esasına dayalı olarak anlatılmış ve vasıflandırılmıştır.
Tasavvufî Tevhidlerde; Kudsî hadis'de geçen "Kenz-i mahfî" terkibi asıl konuyu oluşturur. Konuyu biraz açalım. Mi'yâru'l-Evliyâ'da "Kenz-i mahfî" konusu hakkında şu bilgi verilmektedir. Dâvûd (a), Allah'a: "Yâ Rabbi! Lime halaktü'l-halka?" der. Allah (c.c), onun bu sorusuna: "Küntü kenzen mahfiyyen fe-ahbebtü en u'rafe, fe-halak-tü'l-halka li-u'rafe" diye cevap verir. Ehl-i tasavvufa göre: "Ben, gizli bir hazîne idim, bilinmek ve tanınmak istedim. Bu yüzden de, bilinmem ve tanınmam için bütün varlıkları yarattım." anlamına gelen bu Kudsî hadis'in dayanağı, "Ben, cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." anlamındaki âyettir. Sûfîler nazarında "Ma'rifetullâh" esastır.

Tasavvuf Tevhîdlerin esâsını oluşturan "Kenz-i mahfî", metnini verdiğimiz Kudsî hadîs'den alınma bir terkibdir. Bu Kudsî hadîs'ten hareketle, özellikle İran ve Anadolu şâirlerinde, kâinatın yaratılış nedeni olarak "Allah'ın kendi güzelliğini temaşa ve yokluk aynasında tecellî etmesi" sonucu yaratıkların var oluşu inancı önem arzeder.

Tevhidlerde işlenen konular şu şekilde sıralanabilir:
1. Vahdet-i vücûd (varlıkta birlik) inancına göre, kâinatta var olan her şey vehim, hayâlât, aynalardaki akisler ve gölgeler gibidir.
2. Kâinat, Allah'tan bir nişan ve alâmettir. Eserden müessire (cüz'den kül'e) intikâl edip, kesrette vahdeti (çoklukta birlik), mahlûkta Halik' ı idrâk etmeli, anlamalıdır.
3. Allah, akıl sahipleri tarafından bilinir, fakat, gözlerden nihandır, gizlidir. O'nu dünya gözüyle görmek mümkün değildir. Bunun delîli: "Gözler O'nu görmez, O gözleri görür; O Lâtif (gözle görülmez veya lütuf sahibi), her şeyi haber alandır.” anlamındaki âyettir.
4.Allah'ın Zât'ı idrâk edilemez, güç yetmez. İnsan aklı O'nu anlamaktan âcizdir. Hz. Ebû Bekir, söylediği şu: "el-aczü an-derki'î-idrâ-ki idrâkü" mısrâ'ında çok açık bir şekilde, beşer aklının O'nun Zât-'ını idrâk etmek, anlamaktan âciz olduğunu, ifâde etmektedir.
5.Allah mülkün sahibi, şehâdet ve gayb âleminin Hâlıkıdır. Bunun delili, şu iki âyettir: "(O), her şeyin Yaratıcısı’dır ve "O, öyle Allah'tır ki O'ndan başka tanrı yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilir. O, çok esirgeyen, çok acıyandır."
6. Allah, nasıl (kemmiyet) ve nicelikten (keyfiyet) münezzehtir. "O'na benzer hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir." âyeti bunun delilidir. "Allah'ın ni'metleri hakkında istediğiniz kadar düşünün, kafa yorun; fakat, sakın Allah'ın Zât'ı hakkında kafa yormayın, düşünceye dalmayın." hadisi de, bunun Sünnet'ten delilidir O'nun keyfiyyetini anlamak isteyen sapıklık ve yanlış yoldadır.
7.O, kıyısı olmayan bir okyanustur. Bu: "Hakk'ın sonsuz (nâ-mütenâhî), zaman ve mekân kayıtlarından âzâde" olduğunu ifâde eder.
8.Allah'ın eşi ve ortağı yoktur. Herkes O'na muhtaç, O, hiç kimseye muhtâc değildir. Bir adı da Tevhîd Sûresi olan İhlâs Sûresi, Allah'ın "eşi ve ortağı" olmadığının açık delilidir. "De ki: O
Allah birdir. Allah Samed'dir (her şey varlığını ve bekâsını O'na borçludur. Her şey O'na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O'dur.). Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından) doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi (ve eşi) olmamıştır."
9.Evvel, Âhir, Zahir ve Bâtın O'dur. Bütün varlık ve eşyada O'nun nuru zahir olmuş, tecellî etmiştir. Eşya, evham ve hayâlâttan ibarettir. Halbuki, bi-zâtihî mevcut ve var olan sâdece Allah'ta. O, ezelî ve ebedîdir. Cemâl ve Celâl sahibidir. "O, İlk'tir (kendisinden önce hiçbir varlık yoktur); Son'dur (kendisinden sonra hiç bir varlık yoktur, her şey yok olurken O, kalacaktır); Zahirdir (delilleriyle varlığı gün gibi açıktır); Bâtın'dır (Zâtinin hakikati gizlidir, akıllar O'nun Zât'ını idrâk edemez). O, her şeyi bilendir” âyeti, bunu açıkça ifâde etmektedir.
10. O, merhametlilerin en merhametlisi (Erhamü'r-râimîn) ve Ekramü'l-ekremîn'dir. Kur'an'da, 4 yerde geçmektedir: "Merhametlilerin en Merhametlisi Sen'sin!"
11. Gönül levhasından (Kalb) mâsivâ'nın silinmesi şarttır. Çünkü Hakka kurbiyyet (Allah'a yaklaşmak), O'nun rızâsını kazanmak için gerekli olan amel ve ibâdet, kalben mâsivâ'dan uzaklaşmakla olur. Allah'a olan bağlılık ve muhabbet, dünyaya bağlılık nisbetinde, zayıflar, azalır.
Mutasavvıf şâirlerin Tevhidlerinde, göze çarpan hususlar ise, daha çok Vahdet-i vücûd'la ilgilidir.
12.O, Öyle bir "Vahdet denizi"dir ki, Onun dalgaları (Esma ve Sıfatlarının tecellîleri) hiçbir zaman kesilmez. Çokluk (kesret), işte bu tecellîlerden, zorunlu olarak ortaya çıkmıştır. "Göklerde ve yerde bulunanlar (her şeyi) O'ndan isterler (çünkü tüm varlıklarım O'na borçludurlar). O, her gün (her an) yeni bîr iştedir (kimilerini yaratırken, kimilerini öldürür, her ân hayatı tazeler, bir hâli giderir, başka hâller getirir)." âyeti bunun açık delilidir.

Tasavvufta gerekli ve önemli olan vahdet, kesret içinde olan vahdettir. Bunun toplum ve halkla birlikte işiyle-gücüyle meşgulken bile herkesin ve her şeyin Allah'ın kudreti ile meydana geldiğini idrâk etmekten ibarettir. El "Yâr"da, gönül "kâr"da olmalıdır.
Bütün varlıklarda çeşitli şekillerde tecelli eden O’dur. Her şey, O'nun varlığına ve birliğine delâlet eder. Kâinat, O'nun varlığının alâmetidir. Onsuz hiçbir şey olamaz. Vahdet-i vücûd nazariyesi XI-XII. yüzyıldan itibaren, Muhyiddin İbnü'l-Arabî (1165-1240), Mevlânâ
Celâieddîn-i Rûmî (1207-1273), (1210-1274) Sadreddin Konevî gibi bilgin ve şaîrlerle büyük ilerleme kaydetmiştir.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273)'nin şu beyti, Vahdet-i vücûd inancına kâil olanları, onu savunanları kökünden reddetmektedir: "Peygamberler, halkı Hakk'a ulaştırmak, îsâl etmek için gönderilmişlerdir. Halk ile Hak, (Vahdet-i vücûd'a inanan ve onu savunanların dedikleri gibi) yek-vücûd (aynı) olsalardı neyi îsâl edecek, ulaştıracaklardı?" Ehl-i tasavvufun, vahdet-i vücûd hakkındaki görüşü, birtakım şüphelerle dolu bir yol ve metodla değil, tarîk-ı bedahet (apaçık) ile şâhid olmuşlardır ki, buna göre, Mevcûd-ı hakîkî ancak, Allah (c.c.)'dır. Sonradan olan mümkinâta mevcûd demek ise tecellî alâkasryla mecazîdir. Çünkü bir kısmı Allah ile, diğer bir kısmı da yaratılmış olan şeylerle var olan çeşitli varlıklar yoktur. Varlık, Birdir, o da Allah'ın Zatındandan başka bir şey değildir.

Tevhidler, genel olarak, Kasîde şeklinde yazılır ve Kaside'nin türlerinden biri olarak kabul edilir. Edebiyatımızda Terkîb-i Bendr Ter-cî'-i Bend ve Musammat şekilleriyle yazılmış Tevhîd'ler de vardır. Özellikle tercî'-i bendler, konu yönünden, Tevhîd'e daha elverişli şiirlerdir. Kaside tarzında yazılan Tevhid'lerde, kasidenin bölümlerinden olan nesîb, tegazzül, fahriye gibi bölümler bulunmayıp, doğrudan doğruya konuya geçilir ve anlatılır.

Münâcâtlar
Münâcât: "Necv" kökünden ve "müfâ'ale" kalıbından gelen bir kelimedir ki, kelime anlamı "fısıldamak, hulağa söylemek, iki kişi arasında geçen gizli konuşma" demektir. Istılah anlamı ise: "Bir kimsenin ellerini semâya kaldırarak dilediği şeyi Allah'tan gizlice istemesine, münâcât" denilmekle birlikte, edebiyattaki tanımı: "Bağışlayıcı olan Yüce Allah'tan bir dilekte bulunmak için yazılan manzumeler"e de münâcât adı verilmektedir. Mensur olarak yazılan Münâcât'1ar da vardır ve bunlara "tazarru'nâme" denir.

Eski devrin şâirleri, özellikle Divan Edebiyatı şâirleri, Dîvân'larına Tevhîd ve Münâcât'la başladıkları gibi, bunların dışında yazdıkları Mesnevi'lere de Münâcât'la başladıkları görülmüştür.

Manzum Münâcât'lar çoğunlukla Kaside, Gazel, Kıt'a ve Mesnevi nazım şekilleriyle yazılmıştır. Münâcât'larda yer alan konu ve esaslar, Tevhîd'lerde olduğu gibi, âyet ve hadislerden doğrudan alıntı yapılarak veya bu iki ana kaynaktan faydalanılarak kaleme alınmıştır.

Tevhid'lerde olduğu gibi, Münâcât'larda da Allah'ın zatî ve sübûtî sıfatlarından söz edilir. İlminin ve kudretinin sonsuz olduğu, kıdem ve bekâ sıfatlarıyla muttasıf olduğu anlatılır. Kâinatın yegâne Hâkim'i, ezel ve ebedin Pâdişâh'ı O'dur. Kâinatta mevcut olan ne varsa, O'nun kudretinin eseridir. Her varlık O'nun kudretini haber vermektedir. Şahlığa lâyık olan O'dur. Bütün pâdişâhlar O'nun kuludur.

Tarihçesi itibariyle Münâcât'a bakıldığında, İslâm'ın etkisiyle Arap edebiyatında ortaya çıkmış olan Münâcât türü, X.- XI. yüzyıllarda İran edebiyatında; XII. yüzyıldan itibaren de Anadolu'da Divan edebiyatının başlamış olmasıyla birlikte Türk şiirinde de kullanılır olduğu görülür.

Değerlendirme Soruları
1. Türk İslam Edebiyatında mesur ve manzum eserlerde yazım usülü nasıldır?
2. Esmaü’l-Hüsna’lar hakkında bilgi veriniz?
3. Tevid nedir? Tevhidlerde işlenen konuları sıralayınız?
4. Tevhid olarak yazılmış şiirleri gözden geçiriniz?
5. Münacaat nedir? Bir münacaat örneğini inceleyerek değerlendiriniz?



7. Hafta

TÜRK İSLÂM EDEBİYATINDA DÎNÎ KONULAR ve NAZIM ŞEKİLLERİ
Na't, Arapça kökenli olup kelime anlamı, vasıf, medh ü sena ile birlikte tanımlama ve nitelemek, demektir. Istılah anlamı ise: "Hz. Peygamber'i medh edip öven, vasıflarım sayan manzumeler" demektir.

Kâmûs Tercemesi’nde daha genel bir tanım yapılmakta ve şöyle denilmektedir: "Na't, nün'un fethi ve ayınharfinin sükûniyle bir şeyi vasfeylemek, muttasıf olduğu sıfatını îrâd ile nişan vermek." Daha geniş bir tarif olması bakımından, şu iki tarifi veriyoruz: "Na't, lügatte vasıf demektir. Divan Edebiyatı'nda özellikle Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn ile Hz. Ali vasfında yazılan manzumelerdir. Na't-i şerîf: Hz. Peygamber'e; Na't-i Çâr-yâr: Hulefâ-i Râşidîn'e; Na't-i Ali: Hz. Ali'ye âit medhiye demek olur."; "Bir şeyi güzel bir şekildeövmek, özelliklede Hz. Peygamberi övmek maksadıyla yazılmış manzume ve şürler: Na't-i Şerîf."

Bu tanım ve tariflerden çıkan sonuca göre, Na't'ın sözlük anlamı böyle olmakla beraber, özel olarak anlamı Hz. Peygamberi ve bazı büyükleri övmek maksadıyla yazılan şiir ve menzûmelere verilen bir isim olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, Divan Edebiyatında Na't denildiği zaman ilk akla gelen, hiç şüphesiz, Hz. Peygamber'i övmek maksadıyla yazılan ve Divan'ların tertibinde Tevhîd ve Münâcât'tan sonra yer alan şiir ve manzumelerdir.

Hz. Peygamber'i övmek maksadıyla yazılan manzume ve şiirlere Arap Edebiyatı'nda Medih veya "Medâyihu'n-Nebeviyye"; İran Edebiyatında Sitayiş; Türk Edebiyatı'nda da Na't kelime ve terkipleri aynı anlamda kullanılmıştır.

Türk, İran ve Arap edebiyatlarında yazılmış olan Na'tlerin çoğu manzum olmakla beraber, mensur yazılmış Na'tler de vardır. Manzum Na’tlerde hemen hemen bütün nazım şekillerinin kullanıldığı görülmekle beraber, daha çok Kaside tarzında yazılmıştır. Böyle olmakla beraber, gazel, rııbâ'î, murabba', müstezâd, terkîb-i bend, musammat, kıt'a ve tuyuğ nazım şekilleriyle Na't yazan şâirler de vardır. Divan'larda Tevhîd ve Münacat'lardan sonra yer alır. İlk Na't örnekleri Arap edebiyatında görülmüştür. Türk edebiyatı'na ise İran edebiyatından geçmiştir. Hemen her Divan şâiri, Hz. Peygamber'e âit konuların heyecanla anlatıldığı Na't türünde en az bir şiir kaleme almıştır. Şayet şâir, mesnevi tarzında bir eser yazmışsa o mesnevisinin başına mesnevi tarzında bir Na't yazıp koymayı da ihmâl etmemiştir.

Na't'lerde Hz. Peygambere karşı duyulan muhabbet, sevgi ve saygı dile getirilir. O, beşeriyetin en hayırlısıdır, âlem O'nun nuru ile aydınlanmıştır. Allah'a kurbiyyet (yaklaşma) konusunda O'nun ulaştığı makama (makâm-ı mahmûd) hiç kimse ulaşamamıştır. İnsan-ların ruhlarına yükseklik bahşeden O'dur. O, her hastalığın devası, cennet yolunun kılvuzu, Hakkın Habîb'idir. Allah (c.c), O'nun ismini kendi ismine yakın kılmıştır. Süleyman Çelebi, bu hususu: "Zâtuma mir’at idindüm zâtunı/Bile yazdum adum ile adunı" şeklinde ifâde etmiştir.

Hz. Peygamberin çeşitli meziyetleri, bütün güzel sıfatları anlatıldıktan sonra, doğduğu sırada meydana gelen olağan üstü olaylardan da söz edilir. Hz. Peygamber'in peygamber olduktan sonraki hayatı, Mekke ve Medine"de müşriklerle (Allah'a ortak koşan putperestler) yaptığı mücâdele, bu süre içerisinde gösterdiği mu'cizeler anlatılır. Uzunca yazılmış olan Na’tlerin hemen hepisinde ortak olarak anlatılan mu'cize "Şakku'l-kamer" mu'cizesidir.

Edebiyatımızda, yazdıkları Na't'leriyle ün kazanmış olan şairlerimizden Fuzûlî'nin (Su kasidesi), Nazîm (ö. 1726)'in (küçük bir divan oluşturacak kadar çok sayıda 755 kadar na'ti), Nâbî'nin (137 beyitlik na'ti), Şeyh Gâlib'in (müseddes nazım şekliyle yazdığı na'ti) vardır. Bunlardan başka, Na'tî mahlasını kullanacak kadar çok sayıda Nfl'tyazan şâirler de yardır. Na'tî Mehmed (ö. 1679), Na'tî Ah-med Paşa (XVII. yy.), Na'tî Mustafa (ö. 1718) bunlardandır. Bazı kişiler tarafından Na't'ler bir araya getirilerek Nu'ût-ı Ne-beviyye Mecmuaları oluşturmak, eskiden yaygın bir gelenek hâlinde idi.


Siyerler (Sîretü'n-Nebî
Hz. Peygamber'in hâl tercümesini (biyografik hayatını) anlatan eserlerdir. Siyer, "siret" kelimesinin çoğulu olup: "Yürümek, yönelmek, gitmek, seyahat etmek" anlamlarına gelen "seyr" kelimesinden türemiştir. Sîret "hâl ve hareket, hayat tarzı" demektir. Bu kelime, ilk defa Arap müelliflerinden İbn İshak (ö. 150/767) ve îbn Hişâm tarafından kullanılmıştır. İbn İshak'm eserinin adı Sîretü İbn İshak, İbn Hişâm'ın ise Hazâ Kitâbu Sîreti Rasûlillâh'dır. İbn İshak'ın eseri, daha sonra yazılan Siyer kitaplarına kaynaklık etmiştir.

Türk Edebiyatı'nda siyer konusunda ilk eser veren şâir, XIV. yüzyılda yaşamış olan Erzurumlu Mustafa Darîr (Mustafa b. Yusuf b. Ömer)'di. Terceme-i Sîretü'n-Nebî isimli eserini 1388'de tamamlamıştır. Eserin aslı İbn İshak'ın Kitâbu Sîreti Rasûlillâh'tır. Türkçe'de ilk Mevlid metni olarak kabul edilir. Mensur olan ve yer yer manzum parçalar da içeren ve Terceme-i Sîretü'n-Nebî adını taşıyan eserde yer alan "Velâdet'le ilgili manzume, Süleyman Çelebi'nin yazdığı Mevlid'e, büyük ölçüde etki etmiştir.

Lâmi'î Çelebi (1472-1532)'nin Şevâhidü'n-Nübüvve (Abdurrahnan Câmî 'nin aynı isimdeki eserinin tercümesi), Bakî (1526-1600)'ın Me'âlimü'l-Yakîn fî Sîreti Seyyidi'l-Mürselîn (Kastalânî 'nin Mevâhi-bü'l-Ledünniye'sinden yapılan ilaveli tercüme) ve Veysı (1561-1628)-'nin Dürretü't-Tâc fî Sîreti Sahibi'l-Mi'râc (Siyer-i Veysî - mensur) isimli eserleri eski edebiyatımızın Siyer ile ilgili eserleridir.

Siyer veya Sîretü'n-Nebî adı verilen eserlerde, konu olarak, Hz. Peygamber'm dünyaya gelişi "Velâdet", peygamberliği "Risâlet", Mi'râc'ı, Hicret'i, savaşları "gazavât, seriyye" vevefatı, derin bir heyecanla anlatılır. Siyer kitapları mensur ve manzum olarak yazılmış-lardır. Manzum olanlar mesnevi şeklindedir.

Mevlidler
Manzum Siyere Türkçe'de, genel olarak, "Mevlid" denmiştir. Mevlid (çoğulu: Mevâlid, Mevâlîd) kelimesi, kök itibariyle, "v l d " kökünden masdar, ism-i zaman, ism-i mekân olur. Anlamı ise "Doğma, velâdet, doğum yeri, doğum zamanı, meskat-ı re's" demektir. Istılâhî anlamı ise, Hz. Peygamberin doğumu başta olmak üzere hayatı, mu'cizeleri, gazaları, ahlâkı, vefatı ve hilye'sini anlatan eserler, demektir.

Mevlid'ler, çoğunlukla mesnevi tarzında yazılmışlardır. Hz. Peygamberin doğum günü dolayısıyla yapılan şenlik ve merasimlerde okunma amacıyla kaleme alınmışlardır. Konu bakımından küçük değişikliler gösterirlerse de, daha ziyâde klâsik mesnevi "âdet ve gelenekline uygun olarak başta Münâcât, sonda da duâ bölümlerini içerirler. Yazılan Mevlid'lerde, genel olarak, ele alınan ve işlenen ortak konular; Hz. Peygamber in doğumu "velâdet", peygamberliğin gelişi "risâlet", göğe yükselişi "mi'râc", vefatı "rihlet" bölümleridir.

Didaktik ve lirik bir anlatımın hâkim olduğu Mevlid'ler, halka yönelik dînî eserler olup, genelde, sâde ve yalın dille yazılmışlardır. Bunların başlıca sebebi, canlı bir dînî hayatın içinden gelen şâirlerin, çoğu zaman, bu ilk ve son şiir denemeleri ile halkı aydınlatabilme ve hayırla yâdedilme amacı gütmelerindendir.

Türkler arasında Mevlid'in ayrı bir yeri ve önemi vardır. Türk edebiyatında da pek çok Mevlid yazılmış olduğu hâlde, Divan şâirlerinin ileri gelenlerinden pek çoğu, bu konuya uzak durmuş, yanaşmamışlardır. Mevlid yazarları, daha çok, din adamları arasından çıkmıştır. Nitekim, bazı Mevlid metinleri arasına tasavvufî ilâhîler karışmışsa da, gerçekte Mevlid'ler tamamıyla Dînî Edebiyat ürünleridir. Bundan dolayı da, birçok mevlid eserleri dil, sekil, üslûp ve benzeri yönlerden, fazla başarılı edebî metinler sayılamaz.

Mevlid’in Tarihçesi:
İslâm'ın ilk dönemlerinden itibaren yazılmaya başlanmış olan Siyer, Megâzî ve Şemail türü (ör. İmâm Tirmizî (ö. 279/892)'nin Şemaili, Muhammed b. İshâk el-Musayyabî (ö. 236/850)'nin Siyer'i) eserlerde Mevlid içerikli bölümlere yer verilmişse de bu konuda ilk özgün (original) eser Ebü'l-Cevzî (ö. 597/1201)'nin Mevlidü'n-Nebî (el-Arûs)'sidir. Aynı dönemlerde Muhyiddin İbnü'l-Arabî (ö. 638/ 1240) Mevlidü'l-Cismânî ve'r-Rûhânî; Ebü'l-Kâsım es-Sebtî (ö. 600/ 1203) Dürrü'l-Mu'azzam fi Mevlidi n-Nebiyyi'l-Mu'azzam; İbn Dihye (ö. 633/ 1235) Kitâbü't-Tenvîr fi Mevlidi s-Sirâcil-Münîr; Zemlekânî (ö. 1227) Mevlidü'n-Nebî isimli eserlerini yazarlar. Bunları el-Bekrî (ö. 1295) ve İbnü'l-Cezerî Muhammed Şemsüddin Ebü'l-Hayr (ö. 833/1249)'nin Mevlid'leri takibeder. Arapça yazılmış Mevlidlerden başka, Farsça, Arnavutça, Kürtçe, Cava dilinde, Boşnakça, Rumca, Çerkesçe, Urdu dilinde, Sevâhilî dilinde, Alhnmyado (Arap harfleri ile yazılmış İspanya ve civarında konuşulan dil), Tatarca yazılmış Mev-lid'ler de vardır.

İran edebiyatında, belki de Şî'îlik etkisiyle olsa gerek, Mevlid türüne pek itibar edilmemiştir. Hz. Peygamber'in doğumu münâsebetiyle yapılan merasimlerin ilki, edinilen bilgilere göre, X.-XI. yüzyıllarda, ilk önceleri Mısır’da Şî'îliğin İsmâiliyye kolundan olan Fâtımîler devrinde (910-1171) yapılmıştır. Herkesin ortaklaşa katıldığı mevlid merasiminin ilk olarak 1207 tarihinde Erbil'de Selçuklu Atabek’i Ebû Sa'îd Muzafferüddîn Gökbörü (v.1233) zamanında olduğu görülmektedir.

Osmanlılada ise, resmî olarak ilk mevlid merasimi, III. Murâd devrinde, 1588'de tertib edilmiştir. Her ne kadar ilk zamanlarda İslâm bilginleri, mevlid merasimlerine karşı çıkmışlarsa da, daha sonraları halkın benimsemesi üzerine, bid'at-i hasene olarak kabul edilmiştir.
Türk Edebiyatında da, aksine, Mevlid türüne, İslâmî bütün edebiyatlardan fazla önem verilmiş, genişletilmiş ve geliştirilmiştir. Bunun başta gelen nedeni, Türkçe ilk Mevlid metni olan Vesîletü'n-Necât'ın (telif: 812/1409) çok beğenilmiş olması, sevilmesi ve fazlaca meşhur olmasındandır. Süleyman Çelebi’nin Hz. Peygamber'in diğer peygamberlerden üstün olduğunu isbat etmek amacıyla yazdığı Vesîletü'n-Necât (Kurtuluş vesilesi) baştan sona bir "sehl-i mümteni' " (kolay ve sâde göründüğü hâlde söylenmesi zor olan sözdür.

Açık ve sâde bir Eski Anadolu Türkçesi ile yazılmış olan eser, mesnevi nazım şekliyle yazılmış olup Arapça mensur bir Önsöz'le başlar. Süleyman Çelebinin yazdığı Mevlid (Vesîletü'n-necât)'in sâde bir dili, etkili bir üslûbu vardır. Bu nedenledir ki, ondan sonra pek çok Mevlid metni kaleme alınmış olmakla birlikte, bu Mevlid metinlerinden hiç biri Süleyman Çelebinin Mevlid'ini geçememiştir. Bundan dolayı Vesîletü'n-necât "sehl-i mümteni" kabul edilmiştir. Mesnevi tarzında ve aruzun Remel bahrinde fâ'ilâtün / fâ'ilâtün / fâ'ilün vezninde yazılmıştır. Vesîletü'n-necât, içinde bulunan edebî san'atlardan dolayı da ayrı bir değer taşımaktadır. Edebî san'atlardan isti'âre ve cinaslar geniş bir yer tutmaktadır. Manâ, çoğunlukla beyitler içinde tamamlanmakta, beyit bütünlüğünü ise bozmamaktadır.

Her ne kadar, ilk Türkçe Mevlid metni olarak Süleyman Çelebi'nin yazdığı Vesîletü'n-necât'ın ilk sırayı aldığı ittifakla kabul ediliyorsa da, ondan önce de Mevlid'e benzer eserler yazılmıştır. Bunlar arasında Ahmed Fakîh (ö. 1250)'in adı geçmektedir. Öyle ki, Vesîletü'n-necât'ın "hatime" kısmında Ahmed Fakîh'in Çarh-nâmesi'ne benzer ifâdelerin bulunması tesadüfi olmasa gerek. Önce de işaret edildiği gibi, Erzurumlu Mustafa Darîr’in yazdığı Terceme-i Siyer-i Nebî isimli eser de ilk yazılan mevlidlerden sayılmaktadır.

Türk edebiyatında Mevlid ve onunla ilgili Risale sayısı 200'den fazladır. Mevlid nüshaları üzerinde yapılan çalışmalar göstermiştir ki, bunlardan bir kısmı Süleyman Çelebi'nineserine aynen benzemekte, bir kısmı bazı motifler yönünden farklılık göstermekte, bunların dışında kalanlar ise oldukça farklı bir mâhiyet arzetmektedir.

Mevlid'le ilgili şimdiye kadar yapılan araştırmalar sonunda 63 şâire âit Mevlid nüshası tesbit edilmiştir. Yazılan Mevlid'ler arasında başta Süleyman Çelebi'nin Ve-sîletü'n-necât'ı, Akşemseddinzâde Hamdullah Hamdî'nin Ahmediyye'si (telifi: 900/1484) ve Şemseddin Sivâsî (ö. 1597)'nin Mevlid'i en meşhurlarındandır.

Süleyman Çelebi'nin 1409'da yazdığı Mevlid’in asıl metni ile okunan Mevlid metinleri arasında bir hayli değişiklik göze çarpmaktadır. Matbu Mevlid metinlerinde de farklı şekiller görülmektedir. Bu da Mevlid metnine yapılan ilâve veya kısaltmalardan ileri gelmektedir. Asıl metin 730 (N. Pekolcay'a göre 768) beyit olduğu hâlde, ilâve ve çıkarmaların yanında, Vefât-ı Fâtıma, Hikâye-i deve, Hikâye-i geyik, Hikâye-i güvercin, Dâsitân-ı İbrahim, Dâsitân-ı İsmail, Hikâye-i Kesikbaş gibi bazı anonim hikâyeler de mevcuttur. Vesîletü'n-necat yazarı Süleyman Çelebi'nin, hayatı hakkında çok fazla bilgiye sahip olmamakla birlikte, H. 825 (1422)'te vefat ettiği, vefatına düşürülen "Râhat-ı ervah = 825" tarihiyle kesinlik kazanmıştır.


Hilyeler
Hilye, Arapça olup "h 1 y" kökünden: "Süs, zînet, cevher, bezek, güzel sıfatlar, güzel yüz, güzellikler manzumesi" anlamlarına gelmektedir.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla
Alt 26 Aralık 2013, 13:53   Mesaj No:4
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:8
Cinsiyet:Erkek
Yaş:50
Mesaj: 3.048
Konular: 340
Beğenildi:1445
Beğendi:482
Takdirleri:10622
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Türk İslam Edebiyatı Tüm haftalar(Sakarya İlitam)

Istılah anlamı ise: "Hz. Peygamber'in güzel vasıflarını, fizikî ve ruhî portresini konu alan ve anlatan manzum ve mensur eser." demektir. Hüseyin Kâzım Kadri (1870-1934)'ye göre Hilye-i şerîfe: "Cenâb-ı Nebî-yi muhteremin evsâf ve secâyâ-yı hâriciyesini havî kitap ve levha." demektir.

Hilye kelimesi, zamanla sözlük anlamının dışına çıkmış ve bir terim anlamı kazanmıştır. Buna göre Hilye, Hz. Peygamberin yaratılışını, vücudunun dış görünüşünü, şeklini ve ruhî özellikleriyle güzel sıfatlarını anlatmak için kullanılan bir deyim hâline gelmiştir. Bunu biraz daha açmak gerekirse Hilyeler'de Hz. Peygamberin göz ve saç rengi, şekli, boyunun uzunluğu, konuşması, sesinin tonu, belli başlı tavrı, bedeni ve diğer maddî özellikleri, tasvir edilir, anlatılır.

Hilyeler, daha geniş anlam ifâde eden "şemâil"lerden doğmuştur. Şemailler, Hz. Peygamberin vücut yapısını, güzel ahlâkını, hâl ve hareket tarzını, tavır ve davranışlarını, bir bütün hâlinde ele alır ve anlatır. Şemaillere göre Hilyeler'in konuları daha dar olmakla birlikte, her ikisinin de kaynağını hadis kitapları oluşturmaktadır. Gerek Kütüb-i
Sitte'de, gerekse diğer sahih kabul edilen hadis kaynaklarında, konuyla ilgili, bir hayli hadis bulunmaktadır.

Hilye türünün ve Şemail kitaplarının yazılmasına, gelişmesine ve yaygınlaşmasına sebep olan hâdise, Hz. Peygamber'in vefatından kısa bir süre önce kızı Hz. Fatıma: "- Yâ Rasûlellâh! Senin yüzünü bundan sonra göremeyeceğim" diye ağladığında Hz. Peygamber Hz. Ali'yi çağırtmış ve ona: "- Yâ Ali! Hilyemi yaz ki vasıflarımı görmek beni görmek gibidir." buyurmuş olmasıdır.

Hilye-i Şerîfe terkibi Şemâil-i Şerîfe terkibini hatırlatıyorsa da, aslına bakılırsa edebiyattaki Hilyeler, şemaillerden doğmuş, daha sonraları gelişerek, husûsî bir "Edebî tür" hâline gelmişlerdir.

Şemâil, daha geniş kapsamlı olup Hz. Peygamberin vücut yapılarını, güzel ahlâkını, hâl ve hareketlerini, tavır ve davranışlarını bir bütün olarak ele alır ve anlatır. Hilye ise, Şemâil'in bir bölümü olup Hz. Peygamberin dış ve iç vasıflarını yazı ile anlatan bir çeşit fizikî ve ruhî portreleridir.

Hilyeler, Türk İslâm edebiyatı'nda Mevlid, Mi'râciye ve Na'tler gibi çok husûsi bir yer tutarlar. Osmanlı dönemine bakıldığında ise, Hilye türünde bir hayli orijinal (özgün) eserler verilmiştir. Bunlar arasında en yaygını ve isim yapmış olanı, Mehmed Hâkânî Bey (ö. 1015/1608)'in H. 1007 (1598)'de yazılmış olan ve Hüye-i Hâkânî adını taşıyan hilyesidir.

Şemail ve Hilyeler'in esasını, çoğu Hz. Ali, Hz. Âişe, Hz. Hasan'dan, İbn Ebî Hâle, Enes b. Mâlik, Ebû Hüreyre, Ebû Tufeyl… gibi tanınmış ve güvenilir hadis râvîlerinden nakledilen hadisler oluşturur. Bu konuda en sağlam ve muteber kabul edilen kaynak eserin ilki, Ebû İsâ Muhammed b. İsâ et-Tirmizî (ö. 279/892)'nin eş-Şemâ-ilü'n-Nebeviyye ve Hasâisu'l-Mustafaviyye isimli eseridir. İkinci olarak da Kâdî Ebü'l-Fazl İyâz el-Ya'sûbî (ö. 544/1149)'nin Kitâbü'ş-şifâ fî Ta'rîfi Hukuki'l-Mustafâ adındaki eseridir.

Hilye-i Şerîfe ve Şemâil-i Nebevilere bütün İslâm dünyasında olduğu gibi, müslüman Türk toplumlarında da büyük değer verilmiştir. Gerek Türk Dînî Edebiyatı'nın, gerek Türk yazı san'atının şaheserleri olan Hilye'lerin metin olarak taşıdıkları kudsî anlam etrafında birtakım halk inanç ve gelenekleri doğmuş, Hilye levhalarının evlere bereket, huzur, sa'âdet ve mutluluk getireceğine bulundukları yeri âfetlerden, özellikle de yangınlardan koruyacaklarına inanılmıştır.

Yaklaşık 300 senelik bir maziye sahip olan ve tamamen Osmanlı Türkü'ne has bir san'at ürünü olan Hilye-i Şerîfe, Hilye-i Sa'âdet ve Hilye-i Nebevi terkipleriyle isimlenen Hilye, belli bir plâna göre, şu kısımlardan oluşmaktadır: 1. Baş makam (Besmele), 2. Göbek (Hilye metni), 3. Hilâl 4. Hz. Ebû Bekr'in ismi, 5. Hz. Ömer'in ismi, 6. Hz. Osman'ın ismi, 7. Hz. Ali'nin ismi, 8. Âyet yeri, 9. Etek (Hilye metninin devamı), 10. Koltuk (tezyini motifler), 11. Ara suyu (tezyînî motifler), 12. Kenar suyu (tezyînî motifler).

Hilye-i Şerife yazan başlıca hattatlar şunlardır: Hafız Osman (ö. 1110/1698), İsmail Zühdü (ö. 1806), Mahmûd Ce-lâleddîn (ö. 1829), Mustafa İzzet, Yesârîzâde (ö. 1849), Kazasker Mustafa İzzet (18014876), Mehmed Şefîk (1820-1880), Mehmed Şevki (1829-1887), Bakkal Hacı Arif (ö. 1830-1909), Hasan Rıza (1849-1920), Azîz (1871-1934), Kâmil Akdik (1861-1941), Esma İbret Hanım (XIX. yy.).

Hâkânî Mehmed Beyin Türk edebiyatında açtığı bu çığırı, Çevri Çelebi (ö. 1065/1654) dört İslâm halifesinin (Hulefâ-i Râşidîn) evsâf ve ahlâkını anlatan Hilye-i Çihâr-yâr-ı Güzîn isimli hilyesiyle, Neşâtî Ahmed Dede (ö. 1085/1674) Hihye-ı Enbiyâ adını taşıyan hilyesiyle, Nahîfî Süleyman Efendi (ö. 1738) Hüyetü'l-Envâr isimli mesnevisi ile devam ettirmişlerdir.

Hilye konusunu, Muhtasar Şemâil-i Şerîf yazarı Mehmed Râif Efendinin Şemâil'in ilk babına (Bâb-ı evvel) başlarken söylediği şu sözleri ile, bunu takiben yazdığı şiiriyle bitirelim.
"Mervîdir ki Rasûl-i Ekrem Hazretlerinin beden-i mübârekinde müctemi' mehâsin-i bâtınıyyeye dâl olan mehâsin-i zahire hiç bir ferdin bedeninde müctemi' olmamışdır. Hattâ İmâm Kurtubî rivayet eder ki Nebiyy-i Muhterem Hazretlerinin hüsn-i cemâli tamamen zahir olmamışdır. Eğer cemî'-i mehâsin-i zahirelerinin tamâmı zahir ve nümâyân olsa idi Sahâbe-i Kiram Ona nazar etmeğe takat getiremezlerdi."

Mi'râciyeler
Hz. Peygamber'in hayatının bir bölümünü oluşturan Mi'râc hâdisesi de, Dînî edebiyat konuları arasında yer aldığı gibi, konusu doğrudan dînî olmayan şiirlerde de söz edildiği görülmektedir. Divan ve Mesnevîlerde baş tarafta müstakil Mi'râciyeler olduğu gibi, bazı Mevlid, Hilye ve benzeri eserlerde bir bölüm olarak da görülmektedir. Divanlarda Mi'râciye türünden bir gazel bulunabileceği gibi, hece vezniyle yazılmış Mi'râc İlâleri de bulmak mümkündür.

Yazılış tarihi bilinen en eski Mi'râcnâme, Sultan Çelebi Mehmed (1413-1421 )'e ithaf edilmiş, 556 beyitten oluşan Abdül-Vâsi' Çelebi (ö. 817/1414)'nin Mi'râcnâme'sidir

Çoğulu "ma'âric, ma'ârîc" olan Mi'râc kelimesi, Arapça olup "urûc" kökünden, ism-i âlet ve ism-i mekân olarak: "Yukarı çıkma âleti, merdiven, çıkılacak, yükselecek yer, göğe çıkma, 'urûc, mi'râcu'n-nebî' anlamlarına gelmektedir. Istılah anlamı ise: "Hz. Peygamber'in göğe yükselip çıkması" demektir. Edebiyattaki anlamı da, Arapça "mi'râc kelimesi ile; Farsça mektup anlamına gelen "nâme" kelimesiyle birlikte oluşturulan Mi'râcnâme, veya mi'râc kelimesine nisbet yo'sı getirilerek yapılan Mi'râciye: "Hz. Peygamber'in mi'râcını konu alan, mi'râc hâdisesini anlatan kasîde ve manzumeler."dir.

Mi'râc hâdisesi, Hz. Peygamber'in mîlâdî 621 yılı Receb ayının 27. veya Ramazan ayının 17. gecesi Mekke'deki Mescid-i Haram'dan Kudüs'deki Mescid-i Aksa'ya gelmesi; oradan da Sidre-i Müntehâya yükselerek yaptığı yolculuktur. Mekke'den Kudüs'e kadar olan yolculuğa, gece yolculuk yapılması nedeniyle, "İsrâ", Kudüs'ten gökyüzüne, Sidretü'l-müntehâ'ya yapılan yolculuğa da "Mi'râc" denilmektedir.

Edebiyatta, özellikle Dînî edebiyatta Hz. Peygamber'in Mi'râc hâdisesini konu olarak ele alan ve anlatan manzumelere Mi'râciye veya Mi'râcnâme adı verilir. Mi'râciyeler, daha çok Kaside tarzında yazılır. Bu tür şiirleri ezgili ve besteli okuyanlara Mîrâc-hân denir.

İslâmî edebiyatlarda Mi'râc mu'cizesini anlatan birçok şiir ve yazı yazılmış. Öyle ki "Mi'râcnâme" adıyla bilinen mensur ve manzum müstakil eserler ortaya konulmuştur. Konu aynı, anlatımda farklılık göze çarpan bu eserlerde, daha çok menkıbeyi anlatım hâkimdir.
Şâirlerin coşkulu bir söyleyiş ve yer yer didaktik özelliklerle dolu olarak kaleme aldıkları mi'râciyeler, Mi'râc mu'çizesini anlatmaları nedeniyle, çoğu zaman san'atkârâne bir üslûp ile yazılmışlardır. Eski edebiyatta Divan ve mesneviler içinde, Mi'râc'ı anlatan bir bölümün bulundurulması bir gelenek hâline gelmiş, Na't'ler ile medhiyeler arasında mi'râciyelere de yer verilmiştir.

Türk edebiyatında manzum Mi'râciye yazan meşhur şâirlerden birkaçı şunlardır:
Süleyman Nahifi (ö. 1738, 1142 beyit, mesnevi), Ganî-zâde Nâdiri (ö. 1626, 73 beyit), Nev'î-zâde Atâyî (ö. 1635, 84 beyit), Neşâtî (ö. 1634, 53 beyit), Sabit (ö. 1712, 54 beyit), Nazîm (ö. 1726, 81 beyit), Seyyid Vehbî (ö. 1736, 66 beyit), Halimi (ö. 1824, 31 beyit), İzzet Molla (ö. 1829,36 beyit). Bunlardan başka müstakil kitaplar hâlinde yazılmış mi'râcnâmeler de vardır. Melik Bahşî tarafından Uygur harfleriyle kopye edilen (1436) bir Mi'râcnâme (Paris 1882), Seyyid Nizâmed-din Seyfullah (ö. 1601)'ın Mi'râcü'l-Mü'minîn'i (1871), Kerküklü Seyyid Abdüssettâr'ın Mi'râciye Divanı isimli eseri (1910), Cumhuriyet döneminde yazılmış olan (1936) Abdullah Azmi Yaman'ın Mi'râciyesi (1948), bunlardandır.

Mi'râc hâdisesi, her müslüman milletin şâir ve yazarlarına konu olmuş, Arap, İran ve Türk edebiyatlarında, özellikle Anadolu sahasında ve onun dışındaki Türk coğrafyalarında manzum ve mensur eserler yazıldığı gibi, Sıret, Mevlid, Hilye ve Mu'cizâtnâme gibi eserlerde de Mi'râciyeler birer bölüm olarak yer almıştır. Yazıcıoğlu Mehmed (ö. 855/1451)'in Muhammediye'si, Amasyalı Münîrî Çelebi (ö. 927/1520)'nin Siyer-i Nebisi, Mehmed Rifat'ın Sîre-i Muhammediye'si ve Hacı Hasanoğlu'nun Sîretü'n-Nebisi, Sîret olarak yazılmış birer eser oldukları hâlde, Mi'râc konusunu işleyen örnek eserlerdir.


Değerlendirme Soruları
1.Na’t nedir? Fuzuli’nin Su Kaside’si hakkında bilgi veriniz?
2. Nabi’nin Na’t’ını izah ediniz?
3. Siyerler hakkında bilgi veriniz?
4. Mevlid nedir, Vesiletü’n-necat hakkında bilgi veriniz?
5. Hilyeler hakkında bilgiler veriniz?
6.Mi'râciyeler hakkında bilgiler veriniz?


8. Hafta


TÜRK İSLÂM EDEBİYATINDA DÎNÎ KONULAR ve NAZIM ŞEKİLLERİ
Kırk Hadîs (Hadîs-i Erba'în)
İlk ürününü H. II. yüzyılın ikinci yansında vermeye başlayan Arba'ûn Hadîs (Hadîs-i Erba'în, Kırk Hadîs) türü, müslüman milletlerin hayat felsefesi ve gelişimleri ile genel olarak ilgili ve ona paralel bir gelişme göstererek dînî, didaktik, ahlâkî, sosyal ve edebî hüviyette meydana getirilen yüzlerce Risale ile Arap, İran ve Türk edebiyatlarında etkisi ve alanı geniş, zengin bir Dînî Edebiyat sahası olmuştur. Müslüman milletlerin ahlâk ve edebiyatlarında ortak bir konu olarak işlenen ve yüzyılları içine alan dînî ve dünyevî hayatın her yönüyle teması olan, koruyan, aynı zamanda müellif ve sarihlerin şahsî ve manevî temayüllerini de yer yer yansıtan bu çok verimli edebî kategorinin kuruluş ve gelişmesinin ana sebepleri nelerdir? Önce bunun üzerinde duralım.

Hadîs-i Erba'în yazma geleneğinin doğmasında en başta gelen sebep, Hz. Peygamber'den çeşitli yollarla rivayet edilen şu hadistir: “Ümmetimden her kim hadislerimden kırk hadis beller (ezberler) başkalarına öğretirse Allah onu kıyamet günüfakîhler ve bilginlerle birlikte hasreder." Bu hadis, her ne kadar, bazı değişik ibare ve lâfızlarla rivâyet edilmişse de, asıl manâyı bozacak mâhiyette değildir. Hadisin ilk râvîlerin bazıları şunlardır: Ali b. Ebî Tâlib (ö. 40/660), Mu'âz b. Cebel (ö.18/639), Abdullah b. Mes'ûd (ö.32/ 652), Ebü'd-Derdâ (ö.32/ 652), Ebû Hüreyre (ö.57-59/676-678), Abdullah b. Abbâs (ö.68/687), Abdullah b. Ömer (ö.73/692), Ebû Sa'îd el-Hudrî (ö.74/693), Enes b. Mâlik (ö. 92-93/ 710-711).

Her ne kadar, bazı hadis bilginleri, çeşitli senedleri olmasına rağmen, bu hadisin zayıf olduğunda görüş birliğinde iseler de, Kırk Hadis külliyatının oluşmasında, birinci derecede bu hadis rol oynamış, bir de "kıyamette fakih ve ilim adamlarıyla birlikte haşrolma" va'di dikkate alınarak, bu va'de nail olabilmek için, çeşitli sınıflara mensup kişilerin, Özellikle de edebiyatçıların, mensur veya manzum Hadîs-i Erba'în'ler yazmalarında hareket noktası olmuştur.

Kırk Hadis mecmu'alarının oluşturulmasında, ikinci derecede rol oynayan âmilin 40 adedi olduğu ileri sürülmektedir. Biz, 40 adedi ile ilgili bilgi verirken, tarihte yer alan milletlerde 40 sayısının ne anlama geldiği üzerinde değil, İslâm'da ve müslüman milletlerde 40 rakamının ne ifâde ettiğini, Kur'an'da ve Sünnet'te nasıl geçtiğini açıklamaya çalışacağız.

Kur'an'da "erba'în" kelimesi 4 yerde geçmektedir. Bunlardan ilk üçü Hz. Mûsâ ile ilgili olup, dördüncü olarak geçen "erba'în" kelimesi ise "insanın 40 yaşında olgun hâle geldiğine" işaret ermektedir. Hz. Mûsâ ile ilgili üç âyetten ilki şu anlamdadır: "Mûsâ ile kırk gece için sözleşmiştik, sonra siz, onun ardından buzağıyı (tanrı) edinmişsiniz, (kendinize böylece) zulmediyorsunuz.” İkincisi: "(Allah) buyurdu ki: Orası onlara kırk yıl yasaklandı. O yerde şaşkın şaşkın dolaşacaklar, Sen, yoldan çıkmış o toplum için üzülme.” Üçüncüsü: "Mûsâ ile oluz gece (bana ibâdet etmesi için) sözleştik ve buna on gece daha kattık. Böylece Rabb'inin tayin ettiği vakit, kırk geceye tamamlandı." Dördüncüsü: "Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. (Ana karnında) taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürdü. Nihayet (insan) güçlü çağına erip kırk yaşına varınca:'Yâ Rabb'i, dedi, beni, bana ve anama, babama verdiğin nimete şükretmeğe, razı olacağın yararlı işler yapmağa sevk eyle..."

Hadislerde geçen 40 adedine gelince, Abdülkâdir Karahan (1913-2000), İslâm Türk Edebiyatinda Kırk Hadis isimli eserinde, 40 adedi geçen 18 hadisin, kaynaklarını göstererek, metnini veriyor. Kırk sayısını esas alarak Hadîs-i Erba'în kolleksiyonu oluşturanların yanında, yine 40 sayısına istinaden Kur’an'dan 40 âyet seçerek 40 âyetten oluşan risaleler de vücûda getirilmiştir. Okçuzâde Mehmed'in en-Nazmu'l-Mubîn fi'l-Âyâti'l-Erba'în isimli eseri bu tür eserlerin örneklerindendir. Kırk Hadîs mecmu'aları'nın hemen hemen bir çoğunun önsözlerinde 40 sayısı ile ilgili ve ona uygun âyetlerle işaret edilmesi sanki âdet hâline getirilmiştir. Bazı Kırk Hadîs yazarları da, İmâm Nevevî (676/1277)'nin Hadîs-i Erba'în isimli eserine şerh yazan Aliyyü'l-Kârî (ö. 1014/1605) gibi, Önsöz'de, hamd ü sena, salât ü selâm'a 40 ile ilgili âyet ve hadislere işaret ederek başlamakta olduğu görülmektedir.

Allah'ın güzel isimlerinden (el-Esmâü'î-Hüsnâ) 40 isim seçilerek bunların havâssı anlatılırken de 40 adedi kullanılmış, öyle ki Şerhu Havâssı Esmâi'ilâhi'l-Erba'în isimli risaleler bile kaleme alınmıştır. Bunun yanında, ayrıca Hz. Peygamberin 40 yaşında peygamber oluşu, İslâm'ın ilk yıllarında müslümanların sayılarının 40'ı buluşu, Hulefâ-i Râşidîn, özellikle Hz. Ali'nin 40 sözünü bir araya getirerek, Hüseyin b. Seyfeddin el-Herevfnin Terceme-i Çihl Kelâm-ı İmâm Ali gibi, eserler bile yazılmıştır.

40 adedi ile ilgili daha pek çok inanışlar mevcut olmakla beraber, ehl-i tasavvuf arasında çile (çihl, erba'în) çıkarmanın meşakkate dayanma, sabretme, nefsi terbiye ve tasfiye (tasfiye-i nefs) ile bağlantısı bulunduğunu da söylemeliyiz. Germiyanlı Şeyhî (ö. 832/1429'dan sonra) ile, Nev'î (ö. 1007/ 1598)'nin, tasavvufta "erba'în" e işaret eden birer beytini veriyoruz.

Yine tasavvufî bir yanı olan ve dünyanın "manevî idarecileri" olarak kabul edilen ve Ricâlü'l-gayb adı verilen velîlerin de sayılarının 40 olduğu belirtilmektedir. Bir de 40 makamdan söz edilir ki bunlar: "Şerî'at, Tarîkat, Hakikat, Ma'rifet" adı verilen 4 kapı olup, her kapıda onardan 40 makam vardır.

İnsan yaratılacağı sırada, dünyanın dört köşesinden Cebrail'in getirdiği çeşitli topraktan karılmış olan çamurun "40 gün müddetle rahmet yağmuru" ile yoğrulduğu inancı, Fuzûlî (ö. 963/ 1556)'nin Hadîkatü's-su'adâ isimli Maktel'inde belirtildiği gibi, Seyyid Nesîmî (1370-1404) de bir Tevhîd'inde, Hz. Âdem'in yaratılışına işaret ederek, şöyle diyor: Kâf ile nûn'dan yaratdın on sekiz bin âlemi Kudretinden "erba'în" gün'de tamâm oldı cesed Kısaca söylemek gerekirse, İslâm ülkeleri ve diğer milletlerde, İslâm öncesi ve sonrası 40 adedi etrafında inanış ve âdetler geliştirilmiş, eserler yazılmıştır.

Kırk Hadîs toplayıp tasnif etmenin sebeplerinden biri de, Hz. Peygamber'in şefaatine nail olmak, cehennem azabından korunma temayülüdür. Bir çok Kırk Hadis mecmû'alarının önsöz veya giriş kısmında "Men hafıza alâ ümmeti.." hadisinden söz edilirken, Hz. Peygamberin şefaatine nail olma arzu ve iştiyakı, cehennem azabından da kurtulma ümîdi hemen göze çarpar.

Kırk Hadîs'lerin tertibine sebep âmillerden biri de, "hayır duâ almak, rahmetle yâd edilmek" olduğu ileri sürülmektedir. Hadîs-i Erba'in'lerin yine mukaddimelerine bakıldığında, bunların te'lîfine Hz. Peygamberdin şefâ'atine nâıl olma arzusu olduğu gibi, okuyucuların hayır dualarını alma ve rahmette yâdedilme arzuları olduğu da hemen hissedilir.

Kırk Hadis'lerin te'lif sebepleri arasında, Hz. Peygamber'in rûhâniyyetinden istimdâd, sıkıntıları gidermek, geçen boş zamanları telâfî etmek, dîne ve müslüman halka hizmet etmek; önceki yazarların yolunu takibetmek, dostların rica ve arzularını yerine getir mek, hadis ilminde ve edebiyatta "ben de varım" demek; bilginler arasında mevki sahibi olmak, derslerde eserinden faydalanılmak, şahsî görüşlerini eserinde açıklama fırsatını bulmak; birtakım maddî sebepler, ekâbir ve devlet ricaline hoş görünmek, gibi sebepler de sayılmaktadır. Osmanzâde Tâib'in 1120 (1708)'de tercüme ettiği Sıhhat-âbâd isimli Kırk Hadis'ini, Ahmed III'ün 1120 (1708)'de hastalandığı sırada, herkes bir nezirde bulunurken, o da bu eserini (Sıhhat-âbâd) takdim etmesi bu kabildendir.

Kırk Hadîs'ler, şekil olarak, Arap, İran ve Türk edebiyatlarında ya mensur, ya mensûr-manzûm karışık, ya da sâdece manzum olarak kaleme alınmışlardır.
Arap edebiyatında pek fazla manzum Hadîs-i Erba'în'e tesadüf edilmemesine karşılık, Farsça ve özellikle Türk edebiyatında hayli eser verildiğini görüyoruz.

Farsça ve Türkçe manzum Kırk Hadis tercümelerinde kullanılan vezin "aruz", nazım şekilleri, çoğunluğun tercihine göre, şu iki kalıptır: "Fâ'ilâtün / fâ'ilâtün / fâ'ilün"; "Fe'ilâtün / mefâ'ilün / fe'ilün".

Kıt'alar hâlinde manzum "Çihl Hadîs" tercümelerinin en meşhur olanı Farsça'da Abdurrahman Câmî (1414-1492)'nin Terceme-i Erba'în Hadîs'idir. Fakat, müslüman milletlerin hiç birinde, büyük san'atkârlar, Türkçe'de olduğu kadar, manzum Kırk Hadis tercümeleriyle uğraşmamış ve o kadar da bol eser vermemişlerdir. Ali Şîr Nevâî (1441-1501)'den Fuzûlî (ö.963/1556)'ye, Nâbî (ö. 1124/ 1712)-'ye kadar, ileri gelen şâirler, Cami’nin seçtiği Kırk Hadîs'in aynı vezinle ve yine kıt'alar hâlindeki tercümeleri; bunun yanında bir de Hazînî ve Hâkânî gibi usta sanatkârların mesnevi tarzındaki Kırk Hadis tercümeleri, Türkçe'de şekil bakımından Kırk Hadis'lerin hangi alanda daha geniş gelişme ve yayılma imkânlarına sahip olduklarını ortaya koyan belirtilerdir.

Türk edebiyatında Kırk Hadîs türü, her yönden büyük bir gelişme göstermiştir. Tesbit edilebilen 90 kadar Hadîs-i Erba'în içinde Arapça'dan 8; Câmî 'den 6, Kâşifi 'den 2 olmak üzere Farsça'dan 8 (8+8= 16) çevirisi olan Türkçe Kırk Hadis tercümeleri bulunmaktadır.
Bu tür eserler, Osmanlı medreselerinde yardımcı ders niteliği taşıması nedeniyle, daha çok Arapça yazılmışlardır.

Türkçe'de yapılan Kırk Hadis terceme ve derlemelerini yüzyıllara göre şöyle sıralamak mümkündür. Muhammed b. Ali, Nehcü'l-ferâdis (1358, XIV.yy, Orta-Asya edebî Türkçesi ile); Kemâl Ümmî (ö. 1475), Kırk Armağan (XV.yy, terc. 1412); Ali Şîr Nevâî (1441-1601), Hadîs-i Erba'în (XV. yy, Çağatayca).

Kırk Hadis kitaplarının sayıları XVI. yüzyılda 15'den fazladır. Bu yüzyılda, önemli Kırk Hadis yazarları şunlardır: Hazînî (terc. 1524), Usûlî (terc. 1538), Emîr Muhaddis Mukaddes (ö. 1544), Merdümî (ö. 1564), Nev'î (1533-1600), Abdülmecid b. Nasûh (telif. 1570), Âşık Çelebi (telif. 1571), Lâtîfî (ö. 1583), Mecdî (ö. 1587), Âlî (1541-1600)'dir. Bunlardan Fuzûlî, Nev'î, Usûlî, Âlî gibi şâirlerin manzum Kırk Hadis'leri oldukça dikkat çekicidir.

Yapılan tesbite göre, XVII. yüzyılda 13 adet Kırk Hadis derleme ve tercümesi vardır. Türk İslâm edebiyatı açısından en önemlileri ise Hâkânî (ö. 1606), Feyzî (ö. 1614, 2 adet) ve Nâbî 'nin manzum Kırk Hadis'leridir. XVII. yüzyılda, bu alanda, bir duraklama göze çarparsa da, Osmanzâde Tâib (ö. 1724), İsmâil Hakkı Bursevî (1645-1725), Münîf (ö. 1742), Müstakîmzâde Sa'deddîn (ö. 1787) gibi müelliflerin Kırk Hadis'leri oldukça başarılıdır.

XIX. yüzyıla bakıldığında, bu alanda, orijinal kabul edilen birkaç Kırk Hadis karşımıza çıkmaktadır. Bunlar, atıcılıkla ilgili İbrahim Hanîf’in, ok ve yayla ilgili Abdullah b. İsmail'in, tıpla ilgili Dr. Miralay Hüseyin Remzi'nin derledikleri eserler mevcuttur. Çağımızda, bu geleneği devam ettiren müelliflerimiz ise Ömer Ziyâeddin (bas. 1920), Ahmed Naîm (1979, 3.bas.), A. Hamdi Akseki (bas. 1928), Hasan Basri Çantay (bas. 1958), Hasan Hüsnü Erdem (bas. 1963), Abdülkâdir Karahan (bas. 1977)'dır.

Makteller – Mersiyele
Maktel: Kelime anlamı olarak, Arapça "kt1" kökünden ism-i mekân olup, "katl olunan, öldürülen yer, mahall-i katl, meşhed" demektir. Istılâhî ve edebî anlamı ise, "Hz. Peygamber'in torunu ve Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da şehid edilmesi konusunda yazılmış olan eserler"dir.

Mersiye: Kelime anlamı olarak, Arapça "risâ" kökünden mimli masdar olup, "ağlamak, ölenin güzel vasıflarını saymak, onun hakkında şiir söylemek, medh-i mevta" demektir. Istılâhî ve edebî anlamı ise, "Ölmüş bir adamın güzel vasıflarını (evsâf-ı cemile) saymakla, ölümünden dolayı üzüntü ve teessüfü içeren şiir veya bu konuda söylenmiş olan nutuk (sagu); bu maksatla yazılmış olan manzumeler"dir.

Muhammed Rifat (1851-1907)'a göre Mersiye: "Vefat edenlere ibrâz-ı teessür sadedinde yazılan Kasidelere Mersiye denir ki, yalınız "Mersiye" ta'biri Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn haklarında söylenenlere mahsûs olduğundan, diğerleri için söylenen mersiyelere ismine izafetle "Felân hakkında Mersiye" denilmesi lâzımdır." Bir ölünün cenazesi veya mezarı başında mersiye okuyan ve söyleyene de, vasf-ı terkîbî olarak "Mersiye-hân" denilmektedir. Bir başka deyişle, Muharrem ayında tekkelerde ve diğer münâsip yerlerde Kerbelâ şehidleri (Şühedâ-i Kerbelâ) için mersiye okuyana da "Mersiye-hân" denir.

Makteller, hem manzum, hem de mensur olarak yazılmıştır. Manzum olanlar Kaside, Gazel, Mesnevi, Terkib-i bend, Tercî'-i bend gibi nazım şekilleriyle yazılmıştır. Manzum-mensur karışık tarzda yazılmış olanları da vardır. Lirik-didaktik bir anlatım ve trajik bir üslûba sahip olan makteller, genel olarak, bir toplantıda dramatik bir şekilde okunur. En çok okunan Maktel, özellikle Muharrem ayının onunda, 10 gün süresince Bektâşiler tarafından okunan Fuzûlî’nin, en güzel Maktel Örneği olan, Hadikatü's-Su'adâ isimli maktelidir. Maktellerin okunduğu meclislere İran'da Meclis-i Ravza-hânî, dramatikal biçimde okuyanlara da Ravze-hâni (Rûze-hâni) denilmektedir.

Maktellerin dili oldukça sâdedir. Bunların yazarları, genelde, Şeyh veya tarîkat mensubu olduklarından, bir bakıma Şî'î propogandası hüviyetini taşır. Maktel, konu olarak, İslâm edebiyatında, ilk olarak Arap yazarları tarafından ele alınmış ve işlenmiştir. Ebû Mihnef (ö. 774), Kitâbü Makteli Hüseyn, İsfahânî (ö. 966) Makâüilü’t-tâlibîn gibi… İran edebiyatında en önemli kabul edilen Maktel, Hüseyin Vâ'iz Kâşifi (ö. 1505)'nin Ravzatü'ş-şühedâ isimli eseridir.

Eserin tertibi 10 bâb ve hatime üzere olduğundan, daha sonra yazılmış olan maktellerde bu eser, örnek alınmıştır. Ravzatü'ş-şühedâ, Gelibolulu Câmî (-i Rûmî veya Mısrî) tarafından sâde bir dil ile Sa'âdet-nâme adıyla tercüme edilerek Kânûnî Sultan Süleyman'a ithaf edilmiştir. Fuzûlî'nin Hadikatü's-Su'adâ (telif: 1549-52) isimli Maktel'i de, Hüseyin Vâ'iz Kâşifî’nin eseri örnek alınarakyazılmıştır. Ancak, samîmi üslûbu ve akıcılığı yönünden, Kâşifî’nin eserinden daha üstün kabul edilmektedir.

On bölümden oluşan Hadîkatü's-Su'adâ, özellikle Bektâşîler ve Anadolu yürükleri arasında adetâ bir kutsal kitap gibi kabul edilir ve okunur. XIV. yüzyıldan sonra yazılan en önemli makteller, Kastamonulu Sadî'nin Destân-ı Maktel-i Hüseyin'i (telif: 1362), Lâmi'î Çelebi'nin manzum Maktel-i Âl-i Resulü'dür. Makteller-Mersiyeter konusunu, Mustafa İsen'in Acıyı Bal Eylemek-Türk Edebiyatında Mersiye isimli eserinden alıntılar yaparak bitiriyoruz.

"Ölüm, insanlığın hep gündeminde yer alan korkulu ve saygılı bir kavram olagelmiştir. İnsan varlığının karşılaşabileceği en dramatik sahnelerden biri olan bu hâdise karşısında insanoğlu başlangıçtan beri tepkisiz kalmamış, olumlu yada olumsuz bir tavır alarak bazı sorular sorma ihtiyacını hissetmiş, bunlara cevaplar aramıştır. En ilkel topluluklardan en gelişmişine kadar yaşayan bir şeyin, bir anda ortalıktan çekilivermesi kolay kabullenilecek bir iş değildir. Bu nedenledir ki böyle bir manzara karşısında, çağlar boyunca, insanlar, formu ve şekli değişmekle birlikte, gamlı ve yaslı hâllerine tercüman olacak, dile getirecek şeyler söyleme ihtiyacı duymuşlar ve bu özellikleri onların değişmeyen yanlarından biri olarak kalmıştır. Bu tavır ve davranışın edebî dildeki ifâdesi ve adı Mersiye, Ağıt veya Tazarru'lardır.

Dînî-Tasavvufî edebiyatımızda, özellikle de Alevî-Bektâşî edebiyatında Ehl-i Beyt sevgisini ve Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da maruz kaldığı üzücü hâdiseyi dile getiren şiirlere de Mersiye, Kerbelâ Mersiyesi, Âl-i Abâ Mersiyesi isimleri verilmiştir."

Kısas-ıEnbiyâlar
Kısas-ı Enbiyâ: İki kelimeden oluşan bir izafet tamlaması olup Kıssa: Kelime yapısı itibariyle Arapça olup "kss" kökünden gelmektedir ki "Nakl olunan sahîh veya uydurma vak'a, hikâye, rivayet, ser-güzeşt" anlamlarına gelmektedir, Yûsuf (a.) Kıssası (Kıssa-i Yûsuf), meşhur Ferhâd u Şîrîn kıssası gibi. Bütün hikâyelerin bi-hakkın en güzeli olan Hz. Yûsuf un hikâyesi'dir ki Kur’an'da bu hikâye, "hikâyelerin en güzeli ve doğrusu" anlamına "Ahsenü'l-Kasas" diye adlandırılmıştır. Terkibin ikinci kelimesi olan Enbiyâ: Nebî kelimesinin çoğulu olup "peygamberler" anlamına gelmektedir. Buna göre, Kısas-ı Enbiyâ terkibinin anlamı: "Peygamber kıssaları, peygamberlerin hayat, menkıbe ve kutsal kişiliklerini anlatan kitap" demektir. Bu kıssa ve hikâyeleri nakleden, rivayet edip anlatana "Kıssa-hân" denir.

İslâm edebiyatları içinde yer alan bütün Kısas-ı Enbiyâların ilk kaynağı Kur'an'dır. Aynı konuların, bazı detay farklılıklarıyla, Tevrat ve İncil 'de yer almış olması, kıssaların doğruluk derecelerini artırır. Ne yazık ki, bazı tarih kitapları gibi, Kısas-ı Enbiyâ'lar da İsrâiliyyât'la doludur. Bir de İslâm'ın yaygın olduğu bölgelerde yaşayan halkın İslâm öncesi inançlarından kalma hurafe ve efsâneleri de büyük ölçüde yanılgılara sebep olmuştur.

Kur'an'da âyetlerle doğrulanıp açıklanan kıssalardan birçoğu, Âdem (Âdem-Havvâ, Âdem-oğulları, Hâbil-Kâbil v.b.); Nûh (Nûh-Eşi, Nûh-gemi, Nûh-oğlu, Nûh-Tûfân v.b.); Yûsuf (Ya'kûb-Yûsuf, Yûsuf-rû-yâ, Yûsuf-Zelîhâ, Yûsuf-kardeşleri v.b.); Mûsâ (Mûsâ-Firavn, Mûsâ-Hârun, Mûsâ-İsrâiloğulları, Mûsâ-Hızır v.b.); Süleyman (Süleyman-yüzük, Süleyman-Belkıs, Süleyman-karınca, Süleyman-Hüdhüd v.b.) ve İsâ (Meryem-İsâ, göğe çekilme v.b.) peygamberlere aittir.

Bunlardan başka, bazı peygamberlerin de (İdrîs, Üzeyr, Hûd, Salih, İbrahim, İsmail, Lût, İshâk, Eyyüb, Şu'ayb, Dâvûd, Yûnus, Zekeriyâ, Yahya) en az birer yönleriyle, kıssaları Kur'an'da anlatılır. Peygamberlikleri şüpheli olan Zül'l-Karneyn, Zü'l-Kifl, Lokman gibi kişiler ile Kâ'be'nin inşâı, Ashâb-ı Kehf, Fil vak'ası yanında Hz. Peygamberin Mi'râc, hicret, savaşları ve diğer olaylar da kıssa şeklinde anlatılmaktadır.

İslâm'ın ilk dönemlerinden itibaren peygamber kıssaları ile ilgili bilgiler, birçok dînî-didaktik eserler ile tefsirlerde bölümler hâlinde yer almışsa da, ilk müstakil Kısas-ı Enbiya, Arapça olarak IX. yüzyılda Kısâî’nin yazdığı eserdir. Kitâbu Kısası'l-Enbiyâ adını taşıyan bu didaktik eserde kıssalar anlatılırken, ahlâkî öğütlere elverişli olanları seçilmiştir. Bu alanda yazılan ikinci eser, daha çok Sa'lebî diye tanınan Ebû İshâk Ahmed b. Muhammed b. İbrahim (ö. 427/1035)'in Kısasu'l-Enbiyâ (Arâisü'l-Mecâlis) (Mısır 1374/ 1954) isimli eseridir. Bu eser, Sa'lebî'nin el-Keşfü ve'l-Beyân an Tefsîri'l-Kur'ân isimli tefsirinden derleme ve genişletmek suretiyle meydana getirilmiştir.

Sa'lebî'nin çeşitli dînî bilgi ve şiirlerle zenginleştirilen bu eser, ilk olarak XIÖ. yüzyılda, kimliği bilinemeyen biri tarafından Aydınoğlu Mehmed Bey adına; sonra da Mehmed b. Çerkez tarafından (İstanbul 1865) Anadolu Türkçesine; Muhammed Amr b. Abdullah Ya'kûbî tarafından da Kazan Türkçesi'ne (Kazan 1903) çevrilmiştir. İslâm dünyasında daha sonra yazılmış olan birçok Kısas-ı Enbiyâ, ya Kisâî'nin veya Sa'lebî'nin eserlerinden faydalanılarak kaleme alınmıştır.

Türkçe yazılmış olan Kısas-ı Enbiyâ'lar arasında önemli olan iki eser vardır. Birisi Râbgûzî Nâsıruddîn (XIII.y. sonu-XIV.y. başı)'nin Kısas-ı Râbgûzî (Kısasü’l-enbiyâ-yı Râbgûzî) isimli eseridir. Bu eser, yeni müslüman olmuş olan Moğol emirlerinden Nâsıruddîn Tokbuğa'nın isteği üzerine yazılmıştır (telif: 710/1311). Eserde yer alan 72 kıssanın kaynağı, çoğunlukla, Kur'an'dır. Kıssalarla ilgili geniş bilgi, Araisü'l-Mecâlis veya başka dînî kaynaklardan alınmıştır. Sâde ve akıcı bir dil ile yazılmış olan Kısas-ı Râbgûzî, kimine göre, Oğuz unsurlarının sızdığı Harezm lehçesi, kimine göre de, Çağatay lehçesinin ilk dönemlerine âit bir eserdir. İlminsky tarafından, bir araştırma ile birlikte, yayınlanmıştır (Kazan 1859).

Günümüz Türkçesiyle yazılmış Kısas-ı Enbiyâ'lar arasında en Önemli, sâde ve güzel olan Kısas-ı Enbiyâ, Ahmed Cevdet Paşa'nm 12 cüzden oluşan Kısas-t Enbiyâ vetevârîh-i Hulefâ isimli eseridir.

Kısas-ı Enbiyâ'lar arasında sâdece bir peygamberin kıssalarını anlatan eserler de vardır. Özellikle Yûsuf *a.) ile Süleyman (a.) hakkında yazılan bu tür eserlerin edebî yönleri daha ağır basar. Son zamanlarda, daha çok, çocuklara yönelik, resimli ve hikâye anlatımı hâkim olan Kısas-ı Enbiyâ'lar yayınlanmış bulunmaktadır.

Tezkiretü'l-Evliyâlar
Türk İslâm Edebiyatı konulan arasında yer alan türlerden biri de Tezkiretü'l-Evliyâ'lardır. Allah dostlarının (evliyâu'llâh) hâl tercümelerinden, biyografik hayatlarından ve menkıbelerinden bahseden eserlere Tezkiretü'l-Evliya adı verilmiştir. Bu konuda ilk akla gelen Tezkire, hiç şüphesiz, İran mutasavvıf ve şâirlerinden Ferîdüddîn-i Attâr’ın 1219'da yazdığı Tezkiretü'l-Evliyâ isimli eseridir.

Ferîdüddîn-i Attâr'ın yegâne mensur eseri olan Tezkiretü'l-Evliyâ'da, Sûfîlerin biyografileri, menkıbeleri, kıssaları anlatılmaktadır. Evliya menkıbeleri açısından en zengin ve önemli eserlerden biridir. Bundan önce, bu vâdîde Sülemî, Tabakâtu's-Sûfiyye; Ebû Nu'aym, Hilyetü'l-Ev-liyâ isimli eserlerini yazmışlarsa da, Attâr'ın Tezkiresi Anadolu sahasında, özellikle de Sûfî çevrelerinde fazlaca ilgi görmüştür. Attâr'ın bu eseriyle Tabakât kitapları alanında yeni bir çığır açılmış, daha sonra bu çığır takıbedilmiştir. Sülemî ve Ebû Nu'aym'ın tezkirelerinde yer almayan pek çok menkıbe Attâr'ın eserinde bulunmaktadır.

Ferîdüddîn-i Attâr'ın Tezkiresi çok okunmuş, çok istinsah edilmiş bir eser olduğundan, yazmaları da oldukça çoktur. Uygur harfleriyle yapılan bir tercümesi Paris Millî Kütüphanesi (National Bibliothèque), nu: 100'de kayıtlıdır Aynı nüshanın Arap harfleriyle olan tercümesi ise Fâtih-Millet Ktp. nu; 2828'de kayıtlı olup, bu tercüme üzerinde Verdi Kankılıç tarafından Uygurca Tezkiretü'l-Evliya Tercümesi (1972) adında bir Doktora çalışması yapılmıştır.

Tezkire'nin Fransızca tercümesi Uygurca tercümesi ile birlikte Pavet de Courneille tarafından 1886'da Paris'te yayınlanmıştır. Tezkiretü'l-Evliyâ Sinan Paşa (Sinânüddîn Yûsuf b. Hızır Hasan Paşa) (ö. 1486) ve Ali Rızâ Karahisârî tarafından Anadolu Türkçesi ile tercüme edilmiştir. Her iki tercümenin de Süleymaniye Kütüphanesinde bir hayli yazmaları vardır. Tezkire'nin asıl metni 72 bölüm olmakla beraber, bazı yazmalarda ilâveler görülmektedir. "Mülhakât-ı Tezkiretü'l-Evliyâ" ve "Zikr-i Muahhirân" adı verilen bu ilâvelerin Ferîdüddîn-i Attâr tarafından yapılıp-yapılmadığı konusunda tereddütler vardır.

Tasavvuf tarihi açısından çok önemli, tasavvufî hayatın gelişmesini tesbit etme açısından önem arzeden bu eserin ilk tenkitli yayımı R. Nicholson tarafından 1907'de Leyden'de gerçekleşmiştir. Eserin başında Mirza Muhammed Kazvînî'nin uzunca bir Önsöz'ü bulunmaktadır. Hindistan'da birkaç baskısı yapılan Tezkire, Mirza Muhammed Kazvînî tarafından İran'da yayımlanmıştır. Türkiye'de son olarak Tezkiretü'l-Evliyâ adıyla Süleyman Uludağ tarafından uzun bir Önsöz, yazarın hayatı, eserleri, fikirleri ve eserin tercüme ve baskılarını ele alan bir çalışma ile birlikte basılmıştır (1984).

Değerlendirme Soruları
1. Kırk Hadîs nedir? Kırk hadislerin ortaya çıkış amilleri nelerdir?
2. Makteller – Mersiyeler hakkında bilgiler veriniz?
3. Kısas-ı Enbiyâlar hakkında bilgi vererek, A.Cevdet Paşanın eseri hakkında bilgi veriniz?
4. Tezkiretü'l-Evliyâlar hakkında bilgiler vererek bu tür içinde öne çıkmış olan eserleri belirtiniz?

9. Hafta

9. Menâkıbnâmeler
İslâm edebiyatlarında bir velînin, Allah dostunun hayatı etrafında oluşmuş olan menkıbe, ya da kerametleri anlatan dînî-tasavvufî eserlere Menâkıbnâme denilmektedir.

İslâm dünyasında yakın zamana kadar insanın kemâl ve hünerlerinden bahseden bir hayli kitap (hagiografie) yazılmıştır. Bunlar arasında ise en çok dikkat çeken Menâkıbnâmelerdir. Başlangıçtan itibaren iki tür menâkıbnâme yazılmıştır. Birincisi, dînî kahramanların, din uğruna savaşanların biyografik hayatları, maceraları, olağanüstü kuvvetlerden söz eden, Dânişmendnâme ve Battâlnâme gibi, destânî ve hamasî menâkıbnâmeler. İkincisi, zühd ve takvâsıyla şöhret bulmuş velîlerden (saint) bahseden menâkıbnâmeler. Menâkıbnâmeleri, işlenen konular itibariyle, üç kısma ayırmak mümkündür. 1. İbrahim Edhem (ö.161 /778) gibi aşın derecede zühd ve takva sahibi olanlar. 2. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273) gibi tarikat kurucusu olanlar. 3. Bedreddin Simâvî (ö.823/1420) gibi zühd ve takva adı altında siyâsî bir akımın savunucusu olanlar.

Menâkıbnâmelerin daha çok Tekke edebiyatı etrafında gelişmesi ve halka yönelik olması nedeniyle bu tür eserlerde sâde ve yalın bir dil kullanılmasına sebep olmuştur. Menâkıbnâmelerin diğer edebî eserlerden ayrılan yanları, te'lif veya derleme olsun, çoğunlukla kısa bölümler hâlinde tertip edilmiş, şekil, içerik, dil ve üslûp yönündendir. Halk zihninde iyice yer etmiş olan keramet nevinden olağanüstü olayların değişik tip ve zümrelere maledilmesiyle yer yer anonim birer nitelik kazandıkları menâkıbnâmelerin bir kısmı, olduğu gibi, tarihî gerçeklere uygunluk gösteren kronolojik eserlerdir. Konu edinilen velîler hakkında en güvenilir kaynak olan bu tür menâkıbnâmeler, rastgele derlenmiş menâkıbnâmelerden çok daha değerli kültür eserleridir. Bunlardan pek çoğunda, meşhur tekke şâirlerinin şiirlerine yer verilmiştir.

Tasavvufî akımların IX. yüzyıldan itibaren gelişmeye başlamış olması nedeniyle yaygınlaşan menkıbelerin ilk örnekleri, büyük velîlerin yaşadıkları bölgelerde yazılmış olan tarih kitaplarında görülür. Tabakât kitaplarının yazılmaya başlandığı X. yüzyılda çeşitli Tasavvufî eserlerde menkıbelere oldukça geniş yer verilmiştir. Sülemî'nin Tabakâtu's-sûfiyye'si, Ebü'l-Kâsım Abdülkerim b. Hevâzin el-Kuşeyrî (ö.465/1703)'nin er-Risâle fî İlmi't-Tasavvufu, Ebû Nu'aym'ın Hüyetü'î-Evliyâ'sı, Ali b. Osman b. Ebû Ali Cüllâbî Hucviri (ö.470/1077)'nin Keşfü'l-Mahcûb'u, bu yönüyle, önemli eserlerdir.

İlk müstakil Menâkıbnâmelerin ortaya çıkışı XI. yüzyılda görülür. Arap edebiyatında görülen bu tür çalışmaların yoğunluğu, büyük velîler ile çevrelerindekilerin menkıbelerini didaktik bir içerik ve muhteva ile anlatır. Devhatü's-Safâ, Esrâru't-Tevhîd fî Makâmâti'ş-Şeyh Ebî Sa'îd bu türün örnekleridir. Bundan sonra, çerçeve daha da genişlediğinden, tarikat içinde önemli bir yeri olan her velî için menâkıbnâmeler yazılmaya başlanmıştır. Hele XIII. yüzyıldan sonra, İslâm dünyasının hemen her yerinde kuvvetli bir Menâkıbnâme edebiyatının ortaya çıktığı görülür. Arapça menâkıbnâmelerin yanında Farsça ve Türkçe olarak da menâkıbnâmeler yazılmıştır. Farsça olan menâkıbnâmelerde velîlerin hayat hikâyelerinin kısmen halk arasında oluşan rivayetler, kısmen de yazarların ilaveleriyle hacimleri büyütülmüştür. Menâkıbnâmeler, yazıldıkları dönemlerin bir bakıma dînî, siyâsî, psikolojik ve sosyal panoraması niteliğini taşır. Menâkıbnâmeler Hıristiyan edebiyatlarında
da önemli bir yer tutmuş ve XIX. yüzyıldan itibaren Avrupalı bilginler, bu tür batılı eserleri dînî, tarihî ve sosyolojik açıdan araştırmaya ve incelemeye başlamışlardır.

Menâkıbnâme geleneği Türkler arasında oldukça yaygındır. Karahanlı Devleti'nin ilk hükümdarı Satuk Buğra Han (Ebû Ali Hasan b. Arslan)'nm kişiliği etrafında yazılmış olan Tezkire-i Satuk Buğra Han (telifi: XI. yy. sonu)'dan itibaren Türk toplumlarında oldukça rağbet gören Alp-Eren hikâyeleri menkıbevî bir üslupla anlatılmıştır. İslâm'ı, daha çok tasavvuf yoluyla öğrenen ve yaşayan Orta-Asya Türkleri arasında Samanların ve Budist azizlerin gösterdikleri olağanüstü hâllerin hâlâ canlılıklarını korumuş olmaları menâkıbnâmeler için yeterli ortamı hazırlıyordu. Bu nedenledir ki, Orta-Asya'da ilk Türk tarikatı olan Yeseviyye tarikatını kuran "Pîr-i Türkistan" Ahmet Yesevî’nin menkıbeleri, bütün Türkler arasında kolayca yayılmıştı.

Gerek Selçuklular, gerekse Moğollardan kaçıp Anadolu'ya gelen İran asıllı mutasavvıflar arasında sözlü bir gelenek hâlinde gelişen menkıbeler, XIII. yüzyıldan sonra Anadolu’da canlanan tasavvufî hayatın da etkisiyle, sözlü menkıbeler yazıya geçirilmeye başlanmış, ancak, bu dönemde yazılan menâkıbnâmelerin çoğu Farsça olarak yazılmıştır. Bunun da sebebi, İran edebiyatının ve edebiyat dilinin Farsça olmasıdır. XIV.yüzyılda Abdalân-ı Rûm adı verilen savaşçı dervişlerin etkileri sâdece tarikat çevrelerinde değil, halkda ve asker arasında da geniş yankılar uyandırmıştı. XV.yüzyıl ve ondan sonra menâkıbnâme türü Osmanlı sahasında büyük bir gelişme gösterdi ve tekke ve zaviyelerin kapatılmalarına kadar yaygın bir şekilde devam etti.

Türk edebiyatında 100'den fazla menâkıbnâme kaleme alınmıştır. Bunlardan çoğu, edebiyat tarihi için de en iyi kaynak özelliği taşırlar. Bu eserler, muhteva olarak, Sâkıb Mustafa Dede'nin Sefîne-i Nefse fi'l-Menâktbı'l-Mevleviyye (Mısır 1866, III c.); Yusuf Sinan'ın Silsile-i Tarîkat-ı Sünbüliyye (Sül. Ktp. Halet Ef. Bl. nr. 264/2; Es'ad Ef. Bl. nr. 1372); Ebû Rıdvan Sâdık Vicdânî'nin Tomar-ı Turuk-ı Aliyye (İstanbul 1920-22, III c.) gibi, bir tarikata âit olurlar, ya da Müstakîmzâde Sa'deddîn'in Menâkıb-ı İmâm-ı A'zam (Sül. Ktp., Bağdadlı Vehbi Bl. nr. 1248, Es'ad Ef. Bl., nr. 2420/1, Pertev Paşa Bl., nr. 611/7); Şevkî-i Kadîm'in Menâkıb-ı Emîr Sultân (Sül. Ktp. Pertev Paşa Bl., nr. 265, Hasan Paşa Bl., nr. 831); Abdurrazzâk'ın Menâkıb-ı Şeyh Vefâ (Sül. Ktp., Es'ad Ef. Bl., nr. 3622/11); Şeyh Enîsî'nin Menâkıb-ı Akşemseddin (İstanbul 1972) gibi bir velîyi konu edinirler. Ancak, XIII. ve XIV.yüzyıllarda yazılmış olan Türk edebiyatındaki Mevlânâ ve silsilesi için Sipehsâlâr Mecdüddîn Feridun'un Menâkıb-ı Sipehsâlâr Mecdüddîn Feridun (terc. Mehmed Reşid Çelebi)(Millet Ktp., Emîrî, şer'iye nr.1118, Ankara-Genel Ktp., nr. 104); Ahmed Eflâkî Dede (ö.1360)'nin Menâkıbü'i-Ârifîn (tere. Tahsin Yazıcı, 1953-54) (İstanbul 1873,1953, Ankara 1976, II c.) gibi menâkıbnâmeler, özellikle Farsça yazılmıştır.

Türk edebiyatında manzum menâkıbnâmeler de oldukça önemlidir. Sünbül Sinan ve silsilesi için Muhammed Kayyimzâde ve Kürkçüzâde'nin Silsiletü'n-Nûr'u. (Sül. Ktp., Lala İsmail Bl. nr. 153); Lokmânî Dede'nin Menâkıb-ı Mevlânâ'sı (Sül. Ktp., Halet Ef. Bl. Ek nr. 48, Millet Ktp., Emîrî manzum, nr. 1319); Derviş Ahmed'in Me-nânâkıbnâme-i Kemâl Ümmî'si (Millet Ktp., Emîrî manzum, nr. 1184) manzum menâkıbnâme örnekleridir.
Türk edebiyatında, yazarı bilinmeyen Menâkıb-ı Abdülkâdir-i Geylânî (Sül. Ktp., Es'ad Ef. Bl., nr. 2426); Menâkıb-ı Seyyid Ahmed er-Rifâ'î (Sül. Ktp., Hacı Mahmud Bl., nr. 4658,5631); Velâyetnâme (1958) gibi önemli menâkıbnâmeler de vardır.

Örnek:
Müellifi Bilinmeyen "Ebû Eyyûb el-Ensârî Menâkıbından;:
Ebû Eyyûb Ensârî 'aleyhi rahmetu'l-bârî hazretleri diyâr-ı Rûm'a gelmesi ve bu fânî dünyâdan bakî ahiret sarayına intikalleri bu veçhile olmuşdur ki, ashâb-ı kiram rıdvânu'llâhi te'âlâ 'aleyhim ecma'în, Kostantin'e gazâ içün sefer itdiler. Ebî Eyyûb Ensârî radiya'llâhu te'âlâ 'anhu anlar ile bile idi. Ol gazada Yezîdü'bnü Mu'âviye ser-'asker idi.

Amma Ebû Eyyûb Ensârî radiya'llâhu 'anhu Kostantiniyye kurbına geldikde, bi-emrillâhi te'âlâ ol zühre-i dîne zahîr zahmeti 'ânz olup mizâc-ı şeriflerinde tamâm za'f ü ihtilâl müşahede eyledikde, ashaba hitâb edip dediler ki: benden Müslimîne selâm edin, eğer ben fevt olursam beni gâzîler atları ayağı altına defn edesiz deyi belki guzât-ı müslimîn küffâr-ı a'dâ-i dîne karşu saf bağlayıp durdukları yerde ve beni bu arada koman deyi vasiyyet eyledi. Ba'dehu Kostantiniyye'ye geldiler. Nice zaman 'adüvv karşısında oldılar.

Sonra emru'llâh erişip bu dâr-ı 'anadan ol dâr-ı safâya rihlet eylediler (Allah onun ruhunu canlı tutsun ve kevser şarabını onun içeceği kılsın). Ashâb-ı güzîn ve guzât-ı müslimîn, nihayet mertebe hazîn ve mütefecci'în olup, âhir ol şehîd-i saîdin vasiyyetin yerine getirip, gece ile burada defn eylediler. Küffâr karşıdan guzâtın ıztırâbın ve perişanlığın görüp sabah olıcak, bu gice size ne oldu, muhkem ıztırâbınız var idi deyi suâl eylediler. Guzât bir miktar cevâbında tereddüd edip âhir "Kurtuluş, doğruyu söylemektedir" masdûkı mucibince vâki' olanı beyân eylediler. Kâfirler eyitdiler: korkmazmısınız siz gitdikden sonra biz ona hakaret ederiz. Guzât-ı müslimîn cevâb verip buyurdular ki: biz dahi Beyti'l-Mukaddes'de ve şâir mevâdî'de medfûn olan mevtalarınızı yakarız dediler. Ba'dehu gâzîler gitdikden sonra ol kefere-i fecere begi 'adüvv-i dîn ol rûh-ı musavverin kalıb-ı mu'attarlarına kasd edicek, ba'zı 'alâmetler zahir olup, umûr-ı garibe âşîkâre olıcak, küffâr-ı füccârın endamlarına lerze düşüp cân-ı habisleri başlarına sıçrayıp 'ale'l-'acele mazca'-ı münevveresi üzerine binâ ihdas eyleyip, dört dâne kandîl asdılar. Hattâ kefere mesâlih-i mühimmatlarında dâima istimdâd ederler idi. Şârih-i 'Aynî rivayet eyler ki, ol ser-çeşme-i dînün mübarek kademi altında vâki' olan ayazma suyundan istişfâ edip şifâ bulurlar idi ve gayet ta'zîm ve tekrîm eylerler idi. Hattâ teberrüken aksâ-yı Frengistan'a armağan olarak gönderirler idi ve kaçan kahtlık olsa, ravza-i mutahharası üzerinde istiskâ ederler idi. Hak sübhânehu ve te'âlâ celle celâluhu bunlara yağmur virür idi.

Ramazâniyeler
Ramazan, kamerî ayların dokuzuncuyudur. Kamerî aylar: 1. Muharrem, 2. Safer, 3. Rebî'u'l-evvel, 4. Rebî'u'l-âhir, 5. Cemâziye'i-ev-vel, 6. Cemâziye'l-âhir, 7. Receb, 8. Şa'bân, 9. Ramazan, 10. Şevval, 11. Zi'l-ka'de, 12. Zi'l-hicce'dir. Ramazan ayı, müslümanlar nazarında en değerli ve mübarek bir aydır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim bu ayda nazil olmaya başlamıştır. Müslümanlara da bu ayda, Ramazan ayında oruç tutmaları farz kılınmış ve emredilmiştir. En değerli gecelerden Kadir Gecesi bu aydadır. Orucu açmaya iftar, yatsı namazından sonra kılınan 20 rekat namaza teravih, gece kalkıp yenilen yemeğe sahur, oruca başlamaya imsak denmektedir. Bereket, rahmet ve mağfiret ayı olan Ramazan, İslâm âleminde büyük bir saygı ile karşılanır.

Ramazan ve Ramazan ayı hakkında verilen bu kısa bilgiden sonra, edebiyatımızda Ramazan ve Ramazâniyelere geçiyoruz.
Kasidelerin giriş (nesîb, teşbîb) bölümünde Ramazandan bahsediliyorsa buna Ramazâniye adı verilmiştir. Bir başka deyişle Divan edebiyatı şâirlerinin Ramazan ayının gelişini tebrik için yazdıkları ve devlet büyüklerine takdim ettikleri kasidelere verilen isimdir. Bu maksatla yazılmış olan kasidelerin giriş bölümünde Ramazan ayından söz edilir. Kasidenin nesîb adı verilen bu bölümünde Ramazan ayının özellikleri, çeşitli faziletleri üzerinde durulur. Ramazâniye-lerin beyit sayıları değişmekle birlikte 10-15 beyit içinde konu ile ilgili âyet ve hadislerin anlamları zikredilir.

Türk şiirine gelinceye kadar Arap ve İran edebiyatlarında, çeşitli örnekleriyle karşılaştığımız dînî şiirlerin nicelik ve nitelikleri bakımından gözardı edilemeyecek kadar çok olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Şiirimizde Tevhîd, Münâcât ve Na'tler kadar olmasa da Ramazan ayı ve bu ayda yerine getirilen farz bir ibâdet olan Oruçla ilgili edebî metinler azımsanamayacak derecededir. Öyle ki deyimlerimizden günlük konuşmalarımıza, şiirimizden mûsikîmize kadar kültürümüzün hemen her alanında Ramazan ayı ve oruçla ilgili unsurlarla, kırıntılarla karşılaşırız. Ramazan münâsebetiyle toplum hayatındaki değişmeler o kadar renkli ve çeşitlidir ki Ahmet Süheyl Ünver (1898-1986), bütün bu gelenekleri Ramazan Medeniyeti olarak nitelendirmektedir.
Bu renklilik ve çeşitlilikle birlikte bu geleneği yaşatan ruh, klâsik şiirimizden tekke şiirine, mânî, türkü gibi anonim ürünlerden çağdaş edebiyatımıza uzanan kapsamlı ve geniş bir Ramazan Edebiyatı'nın doğmasına sebep olmuştur.

İslâm'ın beş şartı, hepsi bir arada veya ayrı ayrı olmak üzere manzum ve mensur eserlerde ele alınmış ve işlenmiştir. Ramazan ayı ve oruç tutmanın fazîletleriyle ilgili dînî-didaktik nitelikte yazılan eserlerin varlığı bilinmektedir. Mesneviyi nazmen dilimize çeviren Divan şâiri Süleyman Nahîfî (ö.1738)'nin Fazîlet-i Savm (Zuh-ru'l-Âhire) isimli mesnevisi bu niteliktedir. Devletoğlu Yûsuf un Kitâbü'l-beyân'h Hatiboğlu'nun Bahru'l-Hakâyık'ı, İbrahim Tennuri’nin Gülzâr-ı Ma'nevîsi, Nâbî'nin Hayriyye-i Nâbî'si de bu kabil eserlerdendir.

Bunlardan başka bir de Divan edebiyatında asıl edebî mâhiyet arzeden Ramazâniye'lerden de söz etmek gerekir. İlk örneklerini XV.yüzyıldan itibaren görmeye başladığımız Ramazâniye'ler'in XVIII. yüzyılda sayı olarak oldukça kabarık dînî-manzum bir tür oluşturacak boyutlara ulaştığını görüyoruz. Edebiyatımızda Ramazâniye denilince, bu mübarek ay münâsebetiyle şâirleri, dönemin pâdişâh, vezîr ve diğer ileri gelenlerine takdîm ettikleri kasideler ilk akla gelendir. Önce de kısmen belirtildiği gibi bu kasidelerin nesîb bölümlerinde Ramazan'ın gelişi, faziletleri, oruçlu insanların davranışları, Camilerin kandillerle, mahyalarla süslenişi, iftar ve sahur sofraları, edebî hususiyet arzedecek mâhiyette anlatılır. Medh edilen, övülen kişinin üstünlük ve meziyetleri, özellileri Ramazanla ilgi kurularak sıralanır, anlatılır. Bu tür kasidelerin Duâ bölümlerinde Ramazan, Kadir Gecesi ve Ramazan Bayramıyla ilgili çeşitli kavramların çağrışımlarından faydalanılır,

Kasîde nazım şekliyle yazılan Ramazâniye'lerin en tanınmışı Öziçeli Sabit (v.l712)'in Baltacı Mehmed Paşa'ya sunduğu kasidedir. Bundan başka Sürûrî (ö.1814), Kâmî (ö.1724), Nedîm (ö.1730), Arpa Emînizâde Sâmî (ö.1732), Seyyid Vehbî (ö.1736), Süleyman Nahîfî, Sünbülzâde Vehbî (ö.1809), Koca Râğıb Paşa (ö.1763), Haşmet (ö.1768), Vâsıf (ö.1824), Leylâ Hanım (ö.1936) ve edebiyatımızda en çok Ramnzâniye yazan Enderunlu Fâzıl (ö.1810)'ın kasideleri, türün kasîde şekliyle verilmiş önemli örnekleridir. İsimlerini verdiğimiz şâirlerin çoğu XVII. yüzyılın son çeyreği ile XVIII. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan şâirlerdir.

Kasîde tarzında yazılmış olan Ramazâniye'lerin dışında, diğer nazım şekilleriyle yazılan Ramazan konulu şiirlerin de mevcut olduğunu biliyoruz. Bu geleneğin gazel tarzında yazılmış örneklerini XV.yüzyıldan itibaren başladığını görüyoruz. Bu geleneğin ilk örnekleri olarak Tâcîzâde Ca'fer Çelebi (ö.1514), Fuzûlî (ö.1556), Zatî (ö.1546) ve Bağdadlı Ruhî (ö.l605)'in yazdıkları Ramazan konulu gazellerini görüyoruz. Zâtî'nin, aynı çerçeveye dâhil edebileceğimiz, bir de Kadir Gecesi'ne âit gazeli vardır. Gazel tarzında Ramazâniye yazma eğilimi, daha sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Gazel tarzında yazılmış Ramazâniyelerin büyük çoğunluğu XVIII. yüzyıl şâirlerinin kaleminden çıkmıştır. Nedîm, Seyyid Vehbî ve Koca Râğıb Paşa'nın divanlarında Ramazan konusunu ele alan gazellermevcuttur. Ayrıca Şeref Hanım (ö.1861) ve Eşref Paşa (ö.1894)'nın da gazel tarzında Ramazâniyelerinin olduğu bilinmektedir. Gazel olarak doğrudan Ramazanla ilgili tek örnek diyebileceğimiz Koca Râğıb Paşa'nın İftariyesi'dir.

Klâsik edebiyatımızın oluşmasıyla birlikte beyit seviyesinde, değişik mazmun ve motiflerle iç-içe işlenen Ramazan ayı ve oruç ibâdetinin, daha sonraki yüzyıllarda manzume seviyesinde ele alındığını görüyoruz. Kasîde, gazel veya beyit tarzında yazılmış olan şiirlerde konunun ele alınışı ve işlenişinde, genel olarak, bir müştereklik göze çarpmaktadır. Dînî inanç ve düşüncenin şekillendirdiği Osmanlı toplumunda orucun algılanışı da, mâhiyet itibariyle farklı anlayışlara sebep olabilecek nitelikte değildir. Bununla beraber, zaman zaman diğer dinlerdeki "oruç" anlayışından hareket ederek söylenen beyitlerle, kavram ve ifâdelerle de karşılaşabiliriz. İşte Karamanlı Nizâmı (ö.1469)'nin şu beyti, hıristiyanlıkta "söz söylememe" esasına dayanan bir oruç anlayışının bir ürünüdür.

Vuslatın 'îdine erem deyü sen 'îsâ-demin
Yıllar olmuşdur ki gönlüm rûze-i Meryem dutar
Bu beyitte geçen "rûze-i Meryem (Meryem orucunun aslı şudur. Hz. Meryem'e hitaben Kur'an'da: "Ye, iç, gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen: 'Ben Rahman için (susma) oruc(u) adadım, bugün hiçbir insanla konuşmayacağım' de."' buyrulmaktadır. Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri'nde bu âyet, şu şekilde yorumlanmaktadır: "Meryem gebe kalır. Çoğunluğun görüşüne göre Meryem'in gebeliği, normal süre olan dokuz aydır. Meryem, karnındaki çocuk büyüyüp gebeliği belirmeye başlayınca durumu ailesinden gizlemek için uzak bir yere gider, onlara görünmemeye çalışır. Doğum yaklaşıp sancısı tutunca bir ağacın altına gelir. Başına gelenlere üzülen Meryem'e, üzülmemesi, Rabb'inin hemen yanı başında içecek bir su akıttığı, kuru ağacı silkelemekle de üzerine taze hurma döküleceği, yiyip içmesi ve sevinmesi, insanlardan birini görünce 'Rahman için susma orucu' adadığı, kimse ile konuşmayacağı, ifâdelerini taşıyan bir ses duyar. Bundan da, bu sesin, bu ünleyenin, Meryem'e çocuk üfleyen "Rûh" olduğu anlaşılır."

Görüldüğü gibi Rûze-i Meryem, Hz. Meryem'in Allah'a adadığı "susma orucu" demektir ki, âyette de, başına gelenlerden dolayı Meryem'in üzülmemesi, aksine sevinmesi için, "Ye, iç, gözün aydın olsun!" denilmekte ve böylece teselli edilmektedir. Çünkü Hz. Meryem Hz. İsa'ya, Rûhu'l-Emîn diye nitelendirilen Cebrail (a.)'in üflemesiyle hâmile kalmış, bu yüzden ailesinden ve çevresinden çekiniyor, bu hamilelik normal bir hamilelik olmadığından dolayı da üzülüyordu. İşte hıristiyanlıktaki "susma orucu"nun esası bundan ibarettir. Hz. Meryem, Allah'a nasıl "susma orucu" adamışsa, İmrân'ın eşi, Fakuz'un kızı, Hz. Meryem'in annesi olan Hanna da, karnındaki çocuğu Allah'a adamış ve şöyle demişti: "Rabb'im karnımda olanı tam hür olarak sana adadım, benden kabul buyur, şüphesiz sen işitensin, bilensin...Ona Meryem adını verdim."

Divan şiirinde oruç ve oruçla ilgili diğer unsurları her zaman dînî-didaktik mâhiyette ele alınmadıklarım görüyoruz. Oruç, toplum hayatına öylesine girmiştir ki, şâirler klâsik edebiyatın iki kapılı, oyuna oldukça elverişli olan sembol dünyasından faydalanılarak mecaz ve isti'ârelerle Ramazan'ı kimi zaman bir güzele, kimi zaman da zabıta memuruna, subaşı, gece bekçisi, ihtisâb Ağası'na, "Şahne" ye benzetirler.

Bilindiği gibi, Ramazan ayı, hilâlin görünmesiyle (rü'yet-i hilâl) başlar. Eskiden Şaban ayının son günlerinde Kadı tarafından görevlendirilen kişiler, özellikle yerleşim birimlerinde yüksek yerlerden hilâli gözetler, hilâli görünce de Kadıya haber verir. Kadı da hilâlin görüldüğünü, dolayısıyla Ramazan'ın başlayacağını halka duyurur, ilân ederdi. Bunun için de toplar atılır, kandiller ve mahyalar yakılırdı. Hava şartlarından dolayı hilâlin görülmediği zamanlarda Şaban ayı 30 gün olarak hesap edilmesi gerektiğinden, otuzuncu güne şüpheli gün anlamına (yevm-i şek) denilir. Bu şüpheli günde tiryakilerin, sâdece oruç tutan Ramazan sofularının ve diğer insanların tutum ve davranışları Divan şâirlerinin vazgeçemedikleri ironi (Ironie-alaylı üslûp, istihza) unsuru olarak Ramazâniyelere yansımıştır. Şu beyitlerde bu istihza tarzının işlendiğini görüyoruz.

Yevm-i şekk deyü boğaz çengin ederken yârân
Zahir oldı 'alem-i nusret-i şehr-i ramazân (Kâmı)
Yevm-i şekk sohbetine şîre sıkarken yârân
Sık boğaz itdi şahne-İ şehr-i ramazân (Sabit)
Baş kaldırmadılar öğleye dek uykudan
Yevm-i şekk zevkına hazırlanan ahbâb-ı kiram (Nedim)

Ramazâniyelerde sahur, iftar, imsak, oruç ve bayramla ilgili ifâdeler tabîî ve yoğundur. Şâirler, zaman zaman aşk, ayrılık, vuslat gibi duygularını anlatırken benzetme unsuru, kimi zaman da sevgili konumunda bir insanmış gibi Ramazan ve oruç kavramlarını şiirlerinde kullanırlar. Genel olarak şâirler, orucu ayrılığa, bayramı da vuslata denk görürler. Bu tutum adetâ geleneksel hâle getirilmiştir. Ancak, XVI. yüzyılın usta şâirlerinden Nev'î (ö.1599), bu geleneğin dışında ve dînî anlayışa daha uygun olarak, şu beytinde, farklı bir yaklaşımda bulunur.

Takarrub kesb eden 'arif temennâ-yı visal etmez
Ki hiç savm-i visal ehline fikr-i rûz-i îd olmaz
Osmanlı toplumunda Ramazan ve ardından kutlanan Bayram vesilesiyle düzenlenen eğlenceler, sohbetler, kandil ve mahyalarla süslenen camiler, önceden hazırlanmış olan reçeller, şuruplar ve tatlılar, bir coşkunluğun ifâdesi olarak edebî eserlere de yansımıştır. Ramazanda ve kandil gecelerinde minarelerin sanki bir renk cünbüşü oluşturacak şekilde kandillerle donatılıp süslenmesi, değişerek günümüze kadar devam eden bir gelenektir. Nazım Yahya (ö.1727)'nın şu beytindeki ifâdesine göre, minareler sanki nurdan yapılmış sütunlar gibi ışık saçmaktadırlar:
Bir sütûn-ı nurdur kim her minare tâ seher
Şu'le-i kandîl-i berk-efşân ile rahşân olur

Nev'î de minarelerin tâ uçlarını süsleyen kandillerin bayram gelince selvi boylu sevgililerin elinde adetâ birer kadeh olduğunu şu beytinde ifâde eder:
Câm oldı serv-kadler elinde gelince 'îd
Kandiller ki zeyn idi re's-i menârda
Ramazan ayı on bir ayın sultanı olduğu gibi, Kadir gecesi de Ramazan'ın sultanıdır. Çünkü Kur'ân, içinde kadir gecesi bulunmayan bin aydan daha hayırlı bir gecede, Kadir gecesinde nazil olmaya başlamıştır. Ramazâniyelerde ve diğer kasîde ve gazellerde Kadir gecesi ile ilgili geniş çağrışımlara müsait beyitler bulmak mümkündür. Nitekim XV.yüzyıl şâirlerinden Şeyhî (ö.1431), şu beytinde Kadir gecesinin bin aydan "yeğ" olduğunu söyler:

Divan şâirleri, genel olarak, rind kimliğiyle ortaya çıktıkları biliyoruz. Rind-meşreb şâirler hemen her fırsatta zâhid'e veya ham sofuya sataşmalarından tanıyoruz. Ramazan münâsebetiyle kendilerini rind olarak tanımlayan ve takdim eden şâirlerin "zâhid" e sataştıkları görülür. Zâtı, "ey zâhid, sen cennete girmek için devamlı oruç tut; Zâtinin maksadı ise sevgiliye kavuşması onun bayramıdır." diyerek zâhid'e şöyle sataşır:

Divan şiirinde daha çok günlük hayatın bir parçası, sosyal bir etkinlik, veya başka düşüncenin dînî literatürdeki yansıması olarak ele alınan Ramazan, tekke-tasavvuf erbabının şiirlerinde, nüanslarıyla da olsa kendi havasını hissettirir. Tekke-tarîkat mensuplarının özellikle Ramazan ayının güzelliklerini, hikmetlerini dile getirdikleri İlâhîler ve bu ay vesilesiyle halk şâirlerinin söylemiş oldukları şiirler, aynı geleneğin farklı ton ve üslûplarda uzantısı sayılabilir.

Celvetî tarikatının kurucularından XVI. yüzyılda yaşayan Üftâde (ö.1580)'nin Ramazan ayını karşılamak, istikbâl etmek için, hece ölçüsüyle söylediği şiir, türün en güzel örneklerindendir.

Niyâzî-i Mısrî (ö.1694)'nin, Ramazan ayının sona ermesiyle birlikte mü'minlerin samîmî hüzünlerinin bir ifâdesi olan şiiri, günümüzde bile
Klâsik şiirimizdeki Ramazâniye ve Ramazanla ilgili ürünlerle paralel olarak varlığını sürdüren anonim ürünlerin, halk arasında canlılığını sürdürdüğü bilinmektedir. Türkülerde, mânî ve bilmecelerde Ramazanla ilgili motif, kavram ve ifâdeleri buluruz, özellikle Ramazan bekçilerinin halka mahsus bir ifâde ve edâ ile söyledikleri manîler, dînî hoşgörünün sınırlan çerçevesinde zengin bir birikimi ve halk kültürünü yansıtır. İşte bir
Tanzimatla birlikte batı tesirinde kalan edebiyatımızla birlikte, Ramazan ayının değişik bakış açılarıyla edebî eserlere yansıdığını görüyoruz. Hüseyin Rahmi Gürpınar (1864-1944)'ın romanlarında, Ahmed Râsim (1865-1932)'in fıkralarında bu ayla ilgili çeşitli hayat sahnelerinin, eğlence ve oyunların anlatıldığı malumdur. Özellikle İstanbul eksenli bu
Ramazan edebiyatı, değişen toplum yapısıyla birlikte, dînî hayattaki sarsıntıların, sapmaların ele alındığı bir zeminin ince çizgilerini yansıtmaktadır. Bu konuda Mehmed Âkif (1873-1936), Tevfik Fikret (1867-1915), Arif Nihad Asya (1904-1975), Ahmed Remzi Akyürek (1872-1944), Şemseddîn-i Bursevî (1886-1965), Kemâl Edib Kürkçüoğlu (1902-1977) ve Necib Fâzıl (1905-1983) gibi yüzyılın başında yetişen şâirlerin yazdıkları şiirleri, taşıdıkları çizgilerle birlikte, Ramazâniyelerden ayırmak gerekir. Çünkü, bu şiirlerde artık müşterek unsurlardan ziyâde şahsî çizgilerin netleştiğini görüyoruz. Tevfik Fikret'in şiirindeki nostalji, Âkif deki tazarru', Ahmed Remzi'deki teslimiyet, bize yeni bir iklimin havasını getiriyor. Yahya Kemâl'in tavrı ise tamamen farklı. "Atik Valideden İnen Sokak" başlığını taşıyan şiiri Osmanlı aydınının, çelişkilerinden kaynaklanan hüznünü ve trajedisini dile getirmektedir.

Sofuzâde M. Tevfik Efendi (1873-1960), Fevzi Halıcı, Yavuz Bülent Bakîler, Ömer Lütfi Mete, Cemal Oğuz Öcal (1913-1971), Âşık Deryâmî, Hüseyin Yurdabak ve Abdullah Satoğlu gibi günümüz şâirleri de, yazdıkları Ramazâniye veya Ramazanla ilgili şiirleriyle, edebiyatımızdaki Ramazâniye yazma geleneğini günümüze taşıyarak bu geleneği devam ettirdiklerini görüyor ve bundan sonra da devam ettirileceğini umuyoruz.

Örnek:
Fenâyî (ö.1665), Divan'dan:
Dil-i mahzunumuzu eyledi şâd u handan
Geldi yümn ile yine şehr-i mübarek Ramazân
Oldu nûnyla ziyâ-bahş kamu iki cihan
Geldi 'izzetle yine şehr-i mübarek Ramazân
Etdi kullarına in'âmım Mevlâ-yı Kerîm
Bâb-ı fazlını açup eyledi ihsân-ı 'azîm

Tasavvufî Eserler
İ’d, Arapça olup "a v d" kökünden, "rucû' " etmek, dönmek, bayram, bayram günü, anlamlarına gelmektedir. Çoğulu "a'yâd" şeklindedir. Aynı kökten gelen 'iyâde "hasta ziyaret etmek" demektir. Istılahı ve edebî anlamı ise, Divan şâirlerinin Bayram vesilesiyle büyüklerin medhine dâir yazdıkları Kaside'ler demektir.

Bayram münâsebetiyle, büyüklere sunulan İ’diyye'lerde şâirler, kasidelerine bir başlangıç yaparlar ve bu Bayramiyye'lerini takdim ettikleri kişilerin bayramlarını kutlarlar.

İ’diyye'ler, kasidenin ilk bölümünü oluşturan "nesîb-teşbîb" kısmında yer alır. Bilindiği gibi, kasîde bir maksat için yazılır. Kaside'de asıl amaç, bir büyüğü övmek, medh etmektir. Ancak, şâir doğrudan doğruya övgüye başlamaz. Daha ziyâde "nesîb" bölümünde bir tasvir ile başlama geleneğine uyar. Nesîb bölümünde çok çeşitli konular işlenir. Genel olarak bahar, kış, gece, savaş alanı, at, bir güzelin tasviri gibi konulardır. Bu yüzden de kasideler, nesîb bölümünde işlenen konulara göre, adlandırılır. Bazan da redifli, redif yoksa kâfiyeye göre isim verilir.
Şâirin kasideyi yazmaktan maksadı, Allah'ın birliğini, zatî ve sübûtî sıfatlarını, kudretini anlatmaksa buna Tevhîd; Allah'a yalvarıp-yakarmak, kendisinin bağışlanmasını dilemekse Münâcât, Hz. Peygamber över veya O'nun ailesine mensup birini anlatırsa Na't; bir kimseyi överek üstünlüklerini sayarsa Medhiye; kötü huy ve tabiatlarını belirterek yerer, zemmederse Hicviye; bir kimsenin ölümünden duyduğu üzüntüyü belirtirse Mersiye isimlerini alır. Nesîb bölümünde Ramazan ayının gelişi, bayram, bahar, yaz, kış..gibi konular işlenmişse bu takdirde kasîde, Ramazâniyye, i’diyye (Bayrâmiyye), bahâriyye (rebî’yye), temmûziyye (sayfiyye), şitâiyye (berfiye), nevrûziyye, rahşiyye, hammâmiyye, dâriyye, cülûsiyye, kudûmiyye (istikbâliyye), fethiyye, sulhiyye, verdiyye (gül kasîdesî), sünbüliyye, şemsiyye, kelâmiye (sühan kasidesi), kalemiyye..isimlerini alır. Bunlardan başka bir de kasideler gül, nergis, güneş, lâ'l gibi rediflerine göre, veya kâfiye mısranın son harfine göre, hangi harfle bitiyorsa Râiyye, Mîmiyye.. gibi ona göre adlandırılır. Kasidenin, bu konuların işlendiği nesîb bölümü 15-20 beyit civarındadır.

Tasavvufî Eserler
Türk dünyasında Tasavvuf inançların gelişip yayılması ve çeşitli tarikatların kurulması, zengin bir tasavvuf edebiyatının oluşmasına sebep olmuştur. Tasavvuf felsefesi nazariyeleri, tarikat âdabı ve benzeri hakkında yazılmış olan pek çok eser arasında, yüzyıllarca halk tarafından sevilmiş, okunmuş ve edebî değer taşıyan eserler mevcuttur. Bunlardan başlıcaları şunlardır: Eşrefoğlu Abdullah Rûmî (ö. 374/1462), Müzekkin-nüfûs (Sül. Ktp., Âtıf Ef. Böl., nr. 1505); Gelibolulu Yazıcıoğlu Ahmed-i Bîcân, Envâru'l-âşıkîn (İstanbul, Selim Ağa Ktp., T.Y. 467); Kaygusuz, Risâle-i Kaygusuz (Ankara-Genel Ktp., nr. 169); Vahidî, Hâce-i Cihan; Sinan Paşa, ö.891/1486), Tazarru'-nâme (haz. A. M. Tulum), İstanbul 1971 (İstanbul Ü. Ktp., T. Y nr. 1818).

Tasavvuf esaslarını, hikâyelerle de süsleyerek, edebî bir üslûp içerisinde anlatan manzum ve mensur birçok eser vardır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Mesnevî’si gibi bazı büyük eserlerin tercüme ve şerhleri de yapılmıştır.

Tasavvufî-ahlâkî manzum eserlerin ilki ve en mühimleri XIV. yüzyıl şâirlerinden Âşık Paşa'nın Garîbnâme isimli l2.000 beyitten oluşan mesnevisi ile, Ahmed-i Gülşehrî'nin Mantıku't-Tayr Tercümesi'dir. XVI. yüzyıl şâirlerinden Mu'înî Mustafa Çelebi (XV.yy.), Türkçe'de bilinen ilk Mesnevi mütercim ve sarihidir. Mesnevi'nin mensur şerhleri içerisinde en mühim ve meşhur olanlarını şöyle sıralamak mümkündür.

a) Farsça şerhler:
1. Kemâlüddin b. Hasan (v.1436), Künûzü'l-Hakâyık fî Rumûzi'l-Vakâyı'; 2. Muslihuddin b. Mustafa Surûrî (ö.1552), Şerhu'l-Mesnevî; 3. Veli Muhammed-i Ekberâbâdînin Farsça Şerhi,
b) Türkçe Tercüme ve şerhleri.
1. Şem'î (v.1590), Şerh-i Mesnevi; 2. İsmail Rusûhî Dede Ankaravî (ö.1631), Fûtihu'l-Ebyât; 3. Sarı Abdullah (ö.1661), Cevâhiru'l-Bevâhiri Mesnevi (I. cilde âit, Türkçe); 4. Bursalı İsmail Hakkı (ö.1137/1724), Rûhu'l-Mesnevî (I. cilde âit); 5. Abdülbâkî Gölpınarlı, Türkçe Mesnevi Şerhi (193, 6 cilt).
Örnek:
Yusuf Sinan Paşa (ö.1486), Tazarru'-nâme'den:
İlâhî! Biz yine geldik kendi derdimize; başlayalım ol âh-ı serdimize.
Ah ki dilden gelmeye, ol âh-ı sâdık olmaz, ve nâle ki ciğerden kopmaya, ol nâle-i âşık olmaz. Âh ki sâdık olmaya, bî-derd olur, ve nâle ki bî-derd ola, serd olur.

Değerlendirme Soruları
9.5.1. Menâkıbnâmeler hakkında bilgiler veriniz?
9.5.2. Ramazâniyeler nedir, Ramazan ile ilgili Türk edebiyatına yansımalar nasıl olmuştur?
9.5.3. Bayrâmiyeler (Îdiyye) hakkında bilgiler veriniz?
9.5.4. Tasavvufî Eserler’in edebi değerlerini izah ediniz?
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla
Alt 26 Aralık 2013, 13:53   Mesaj No:5
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:8
Cinsiyet:Erkek
Yaş:50
Mesaj: 3.048
Konular: 340
Beğenildi:1445
Beğendi:482
Takdirleri:10622
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Türk İslam Edebiyatı Tüm haftalar(Sakarya İlitam)


10. Hafta
TÜRK İSLÂM EDEBİYATINDA DÎNÎ KONULAR ve NAZIM ŞEKİLLERİ
Fıkıh ve Akâid Kitapları
İslâm Dini’nin esaslarını öğretmek maksadıyla yazılan eserlerdir. Genelde manzum olarak yazılmıştır; mensur olarak yazılanları da vardır.

Fıkıh Kitapları
Fıkıh (İslâm Hukuku) nazariyeleri ve uygulama ile ilgili tercüme ve telif olarak yüzyıllar boyunca, bu alanda, bir hayli eser yazılmıştır. Bunların, edebiyat tarihi açısından, en önemlileri fetvalardır. Şeyhu'l-İslâm'a sorulan hukukî meseleler üzerine verilmiş cevaplardan ibaret olan fetvalar, sadece fetvayı verenin değil, çoğu zaman dönemin zihniyet ve anlayışını göstermek bakımından da önem arz etmektedir.
Manzum Fıkıh Kitabı'na örnek olarak da, Devletoğlu Yusuf (ö. 828/1424)'un Vikâye-nâme isimli mesnevisini verebiliriz. Bu eser, Arapça manzum bir fıkıh kitabının Türkçe'ye tercümesidir. Vikâye-nâme (telif: 1423-1424) (Vikâye, Vikâye Tercümesi, Manzum Fıkıh, Hidâye ve Vikaye Tercümesi, Kitâb-ı Manzume, Kitâbü'l-Beyân, Tuhfe-i Mürâdî, Murâd-nâme) adıyla daha çok şöhret bulan bu eser, Devletoğlu Yûsuf tarafından sultan II. Murad'a sunulmuştur. (Topkapı Saray Müzesi Ktp., Yeni Yazmalar, nr. 254).

Akâid Kitapları
Akâid kitaplarına örnek olarak şunları verebiliriz. Yazan belli olmayan Anonim bir İlmihâl (Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., Revan Böl., nr. 630 (XÖ. yy.); Ahmed-i Dâ'î, Sirâcü'l-
kulûb (İ. H. Ertaylan, Ahmed-i Dâ'î, İstanbul 1952, Faksimile); Aynı yazara âit Miftâhu'l-cenne (İ. H. Ertaylan, Ahmed-i Dâ'î, İstanbul 1952, Faksimile); Hısnü'l-Hasîn Tercümesi (Ankara Ü. DTCF. Ktp., İ. Sâip Yaz., nr.3331); İmâm Birgivî, Vasıyyet (İstanbul Ü. Ktp., T.Y. 870).

Gazavâtnâmeler
Gazâ: Arapça olan bu kelime, din ve vatan uğruna yapılan savaş ve kazanılan zafer, din düşmanlarına galip gelme, demektir. Çoğulu ise: Gazavâttır. Gazavât ile Farsça mektup demek olan nâme kelimesi terkip yapıldığında ortaya, izâfet-i maktu' olarak Ga-zevâtnâme çıkar ki bu da, Hz. Peygamber ve Hz. Ali’nin yaptığı savaşları anlatan eserler, demek olur.

Gazavâtnâme'lere örnek eser olarak şunları verebiliriz: Dursun Fakıh, Gazavât-t Rasûlullah (Mukaffa Cengi) (İstanbul-Millet Ktp., Emîrî Böl., nr. 1222); Beypazarlı Mu'âzoğlu Hasan, Gazavât-ı Emîru'l-mü'minîn Ali (Feth-i Kal'a-i Selâsil) (İstanbul-Millet Ktp., Emîrî, nr. 1222); Aynı yazarın Cenâdil Kal'ası Manzumesi (İstanbul Ü. Ktp., Ty. nr. 311); Anonim, Aremrem b. Musallat (İstanbul Ü. Ktp., Ty. nr. 311); Anonim, Gazavât-t Kıssa-i Mukaffa (Hz. Ali Cengi) (İstanbul Ü. Ktp. Ty. nr. 311); Anonim, Kıssa-i Kahkaha (Hz. Ali Cengi) (İstanbul Ü. Ktp.,Ty.,nr. 311).

Dînî-Destâni Eserler
Dînî-Destânî eserler, Türklerin İslâm'ı kabulünden sonra Anadolu'da oluşturulmuş Anadolu Destanları mâhiyetinde olup, cihâd ve savaşlarda başarı kazanmış kahramanları anlatırlar. Anadolu'nun Türkleşmesinde büyük rol oynayan bu kahramanlar Şeyyid Battal Gâzî ve Dânişmend Gâzî gibi şahsiyetlerdir. Bu nevi destanlara Battâlnâme ve Dânîşmendnâme adı verilmiştir. Silâhdâr Mehmed Paşa'ya sunulmak üzere 1183/1769'da kaleme alınmıştır ki bunlara Battâl-nâme denilmektedir. Dârendeli Bakâî (Kâtib-zâde) (ö. 1200/1785), Battâlnâme, 6600 beyit) (Agâh Sırrı Levend, Türk Edebiyatı Tarihi, 1, 127). Battal Gâzî'nin torunu Melik Dânişmend Ahmed'in gazâ ve savaşlarını anlatan Dânişmendnâme'lerin ilki, Selçuk Sultanı Melik İzzeddin Keykâvüs b. Gıyâseddin emriyle İbn Alâ tarafından 643/1245'de kaleme alınmışsa da, bu eser ele geçmemiştir. Elde olan ise, Molla Arif Ali'nin İbn Alâ'nın eserini yeniden mensur ve manzum olarak kaleme aldığı Dânişmendnâme (telif: 762/1360)'dir. (İstanbul-Millet Ktp., Emîrî, Tarih,nr. 571). Gelibolulu Âlî, Mikâtü'l-cihâd (Siy. Ktp., Reşid Ef. Böl., nr. 678). Hamzavî, Hamza-nâme (mensur, İstanbul-Millet Ktp. Emîrî Böl., nr. 1204).

Ahlâkî- Nasîhata Dâir Eserler
İslâm ahlâkını telkin etmek maksadıyla yazılmış, nasıhatları ihtiva eden eserlerdir. Mensur ve manzum olarak yazılmışlardır.
Ümmet çağında ahlâkın kaynağı dindir. Din, hayır ve şerrin Allah'tan olduğunu bildirir ve Öğretir. İrâde-i cüz'iyye sahibi olan insan, bu iradesiyle hayrı (iyilik) işleyecek, serden (kötülük) kaçınacaktır. Hayrın amacı "hayr-ı a'lâ" dır. İnsan, kendisine ve başkalarına karşı yükümlü olduğu ahlâkî görevleri bilip yerine getirmek, İslâm'ın emirleri doğrultusunda
güzel huylar edinip iyilik etmekle buna erişebilir. Bu yüzden de ahlâkî eserler, dînî kaynaklardan (Kur'an ve Hadis) esinlenmiş, ilham almıştır. XV. yüzyıl yazarlarından Amasyalı Ali b. Hüseyin'in Tâcü'l-Edeb isimli eseri, XVI. yüzyıl bilginlerinden Kınalızâde Ali'nin Ahlâk-ı Alâî ve XVII. yüzyıl şâiri Nâbî’nin, oğlu Ebü'l-Hayr Mehmed'e yazdığı Hayriyenâme'si bu sahanın tanınmış eserleridir.

Pendnâmeler
Pendnâmeler ahlâk ve nasîhata ait eserler içerisinde önemli bir yere sahiptir. Dilimizde öğüt anlamına gelen Farsça pend kelimesinin Arapça'daki karşılığı nasîha(t)'dır. Bu kelimeler, sonlarına gelen "nâme" ekiyle, genel anlamıyla İslâmî edebiyatta ahlakî eserlere verilen bir isim haline gelmiştir. Yazılış amacı insanlara yol göstermek ve öğüt vermek olan ve Nasîhatnâme, Pendnâme gibi isimlerle de anılan bu eserler, İslâm ahlâkını telkin etmek maksadıyla yazılmış, nasîhatları ihtiva eden eserlerdir. Bilgi vermek gayesi de güden bu eserler genelde mesnevi tarzındadır. Kasîde ve musammat şeklinde yazılanları olduğu gibi mensur olarak yazılanları da bulunmaktadır.

Pendnâme adıyla yazılan nasîhatnâmelerde dînî, sosyal ve ahlakî bir takım öğütler verilerek çağın gereğine göre yaşamın bütün evreleri için hazırlamak ve yetiştirmek esastır. Bundan dolayı pendnâmeler "nazma çekilmiş" âyet, hadis, hikmet, kelâm-ı kibar ve atasözleriyle doludur.
Nasîhatnâme türündeki eserlerin bir kısmı özel adlara sahipse de, büyük bir çoğunluğu Feridüddin Attar'a ait olarak gösterilen pendnâme adıyla yazılmışlardır.

Edebiyatımızda nasîhatnâme geleneğinin, ister Feridüddin Attar, isterse Attar-ı Tûnî veya bu ad ya da mahlası kullanan başka bir şaire ait olsun, özellikle Pendnâme isimli bu eserin tesiriyle başladığı söylenebilir. Medreselerde ders kitabı olarak da okutulmuş olan bu eser, Türkçe dışında Almanca, Fransızca, Latince ve Hintçe'ye de çevrilmiştir. Bu eserin tesiriyle birçok Türk şairi tarafından pendnâmeler kaleme alınmıştır. Daha sonra bu yolda yazılan eserlere örneklik etmiş olan Pendnâme'nin pek çok taklidi olduğu gibi, tercüme ve şerhleri de oldukça fazladır. Aynı adla anılan eserlerin bir kısmı söz konusu eserin tercümeleri şeklinde olmasına rağmen, bir kısmı tamamen teliftir.
Sabâyî Hayreddin Çelebi (XV. yy.), Edirneli Nazmî (ö. 1559), Emri Emrullah (ö. 1575), Livâyî (I. Ahmed dönemi), Hasan Şuûrî (ö. 1694,), İsmail Hakkı Bursevî (ö. 1724) ve M. Nuri Gençosman'm tercümeleri; İsmet Mehmed (ö. 1747), İsmail Müfid (ö. 1802), Erzincanlı
Hacı Feyzul-lah Sa'adetnâme adıyla), Şeyh Mehmed Murad (ö. 1847, Kitâb-ı mâ-hazar şerh-i alâ Pend-i Attar adıyla) gibi müelliflerin de şerhleri vardır.

Sad Kelimeler
Bir düşünceyi, bir duyguyu en az kelimeyle, en özlü şekilde anlatan sözlere "vecize" denilmektedir. Vecizeler, kısa ve özlü oluşları bakımından atasözlerine benzer, fakat adı bilinen bir kişi tarafından söylenmiş olmaları yönünden onlardan ayrılır.
Çeşitli kütüphanelerde "Sad-Kelimât-ı Çâr-Yâr-ı Güzîn, Terceme-i Sad-Kelimât-ı Çihâr Yâr-i Güzîn, Sad Kelime-i Alî bin Ebî Tâlib, Nesrü'l-le'âlî min Kelâmi Emîri'l-Mü'minîn Alî, Mie Kelime fi'l-Hikme, Hikemiyyât, Nazmu'l-cevâhir..." gibi isimler altında, Hz. Ali'ye daha çok miktarda olmak üzere, Hz. Peygamberin Dört Halife'sine nispet edilen Arapça, Farsça, Türkçe vecize derlemeleri, Müslüman milletlerin edebiyatında kırk, yetmiş, yüz, beş yüz, bin.;, gibi muhtelif sayılardaki hadis derleme geleneğinin bir benzeri olarak Hulefâ-i
Râşidîn'in sözlerinin de toplandığını göstermektedir. İlk üç halifeye nispet edilenlere nazaran Hz. Ali'nin vecizelerini içine alan eserlerin daha fazla olmasının sebebi, onun on beş sene kadar Hz. Peygamber'in evinde ve daha sonra da hayatı boyunca umumiyetle yakınında bulunmasından başka, Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın hilâfetleri sırasında ilimle uğraşmaya daha çok zaman bulabilmesiyle ilgilidir.

Hz. Ali'ye isnad edilen bazı sözlerin, bir kısım eserlerde hadis olarak veya başka şahsiyetlere atfen yahut Arap atasözü kaydıyla nakledildiği de görülür. Meselâ: "Kendini bilen Rabbini bilir", "Bahtiyar, başkasından ibret alan kimsedir", "Hikmet müminin yitiğidir" gibi sözler bazı kaynaklarda hadis olarak nakledilir.

Çocukluk çağından itibaren Hz. Muhammed'in terbiyesi altında büyüyen, ona ilk inananlardan, onun en yakınlarından ve en çok sevdiği insanlardan biri olan Hz. Ali'nin bütün dinî bilgilerinin kaynağı Hz. Peygamberdir. Bu itibarla onun hikmetli sözlerinde Hz. Peygamberin hadislerinin tesirinin belirgin olarak görülmesi gayet tabiîdir. Hz. Peygamber olmadan Hz. Ali'nin Hz. Ali olması düşünülemez. Çünkü onun dinî, ahlâkî, hikemî bütün ilim, irfan ve faziletinin birinci kaynağı Kur'an, ikincisi ise Hz. Peygamber'in sünnetidir. Hz. Peygamber ve onun râşid halifelerinden sonra ki-taplaşhrılan hadis, fıkıh, tefsir gibi İslâmî ilimleri en iyi bilen saha-bilerden olan Hz. Ali'nin hutbe ve nasihatlerinde de daima hadislerden istifade ettiği, o kıstaslara dayanarak söz söylediği muhakkaktır. Pek çok insanî, ahlâkî meseleyle ilgili görüşler ifade eden bu vecizelerin en belirgin özelliği İslâmî esaslara bağlı olarak söylenmiş olmasıdır.

Hz. Ali'ye isnad edilen ve günümüze intikal eden bazı manzum ve mensur sözler, onun büyük bir âlim, kâmil bir insan ve devlet adamı olduğu kadar, büyük bir edip ve hatip olduğunu da gösterir. Meselâ Mısır'a vali olarak tayin ettiği Mâlik el-Eşter'e gönderdiği Ahd-nâme, ki siyasetnâme türünün İslâmî edebiyat içindeki ilk ve en güzel örneklerinden biridir, asırlar boyunca pek çok dile çevrildiği gibi, Türkçe'ye de defalarca tercüme edilmiştir. Hz. Ali torunlarından Seyyid Radî (ö. 1015), onun bazı hutbe, söz, öğüt, vasiyet, mektup ve vecizelerini "Nehcu'l-belâga" adıyla derlemiş; Ra-dî'nin kardeşi Şerif Murtaza
(ö. 1044) ise Hz. Ali'ye nispet edilen şiirleri toplayıp kitaplaştırmıştır. Bazı şiir ve dua mecmualarında Celcelûtiyye gibi Hz. Ali'ye ait olduğu söylenen şiirler de yer almaktadır.

Hz. Ali'nin 40, 100, 1000 gibi belirli sayıdaki vecizesinin derlenmesi Müslüman müellifleri Hz. Peygamber'in 40, 100, 1000... hadisini derlemeye sevkeden sebeplerin benzeridir. Yani insanlar "Allah'ın aslanı, Hz. Peygamber'in amcasının oğlu, onun terbiyesi altında büyümüş, en çok sevdiği arkadaşlarından biri, damadı ve dördüncü halifesi, ilim şehrinin kapısı..." olan Hz. Ali'nin şefaatine mazhar olmak, cehennem azabından korunmak, hayır dua almak, rahmetle anılmaya vesile kazanmak, Hz. Ali'nin ruhaniyetinden yardım ummak, sıkıntıları unutmak, faydasız geçen zamanı telâfi etmek, din kardeşlerine bilgi ve öğüt vererek Allah'ın rızasını kazanmak, geçmişlere uymak, dost ve talebe ricasını yerine getirmek, ilim ve sanattan nasibi olduğunu göstermek, âlimler arasında üstün görünmek, derslerde istifade edilmek, şahsî görüşleri anlatmaya imkân bulmak... gibi sebeplerle bu vecizeleri toplamış, tercüme ve şerh etmişlerdir.

Hz. Ali vecizelerinden kırkını ihtiva eden eserlerin, gerek Arap ve Fars, gerekse Türk Edebiyatı'nda yüz ve iki yüz küsur gibi bundan daha çok sayıda sözleriyle ilgili olanlara nazaran az miktarda bulunduğunu, istisna teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Bu türden eserler için bir örnek olarak Mehmed Alî Fethî (ö. 1857)'nin Tercüme-i Kelâm-ı Erbaîn-i Hazreti Ali isimli kitapçığını anabiliriz.

Dört Halife'nin sözlerini derleme, tercüme ve şerh etme geleneğinde çoklukla görülen "yüz" sayısının tercih edilmesinin "Esmâ-i Hüsnâ" ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi Hz. Peygamber'in "Allah'ın 99 ismi vardır. Bunları ezberleyip benimseyen cennet'e girer. (O tektir, tek olanı sever)" mealinde bir hadisi rivayet edilir. İbn Mâce'nin rivayet ettiği listede esmaü'l-hüsnânın sayısı "Ahad" ismiyle 100'e çıkarılmıştır. Mezkûr hadiste geçen 99 sayısı, Müslüman şair ve yazarları Hz. Peygamber'in yüz veya yüz bir hadisini derleme ve tercümeye sevk ettiği gibi, bu geleneğin bir benzeri yahut devamı olarak onun Dört Halife'sinin yüzer sözünün toplanma, çevrilme ve açıklanmasında da tesirli olmuştur.
Yine Hz. Peygamber'in ümmetine namazlardan sonra yekûn olarak 99 veya 100 kere okumalarını tavsiye ettiği teşbih, tahmid ve tekbir de Dört Halife'ye ait "yüz söz"ün derlenmesinde, tercüme ve şerh edilmesinde müessir olmuştur, denilebilir.

Hz. Peygamber'in yüz hadisi veya raşit halifelerinin "sad kelimesinin derlenme, çevrilme ve açıklanmasına tesir eden amillerden olabileceği için, bu sayının Kur'an-ı Kerim'de nasıl ve kaç kere geçtiğine bakılırsa, beş altı ayet içinde "mie" (yüz) kelimesinin bulunduğu görülür.
Hz. Peygamber'in Dört Halife'sinden Hz. Ebubekir, Ömer ve Osman'ın vecizeleriyle birlikte veya onlardan ayrı olarak Hz. Ali'nin sözlerinin ilk defa ne zaman ve kimin tarafından derlendiği konusunda kesin bir şey söylemek kolay değilse de, Hz. Ali'nin yaşadığı yıllarda sözlü ve yazılı olarak nakledildiği muhakkak olan hutbe, hitabe, şiir ve vecizelerinin daha sonraki yüzyıllarda kaybolmasını önlemek için sevenleri ve torunları tarafından tespit edilebildiği kadarıyla kayda geçirildiği bilinmektedir. Arap ve Fars Edebiyatı'nda Dört Halife'nin vecizelerini derlemek ve/veya tercüme etmek suretiyle meydana getirilen eserlerden bazıları şunlardır:

Hz. Ali'nin bazı kısa sözlerini, vecizelerini meşhur Arap yazarlarından ve Mu'tezile kelâmcılanndan Câhiz (ö. 869) "Mie Kelime" (Yüz Söz) adıyla toplamıştır.

Nâsıhuddîn Abdülvâhid b. Muhammed-i Temîmiyy-i Âmidî (ö. 1155?) Hz. Ali'nin kısa sözlerini "Gurerü'l-hikem ve Dürerü'l-kilem" adıyla ve elifba sırasına göre derleyip kitaplaştırmıştır. Mehmed Halis, Amidî'nin mezkûr kitabını okurken, bu eserin en fazla ahlâkı güzelleştirme, zat ve sıfatı süslemeyle alâkalı kısımlarını, mümkün olduğu kadar Osmanlı lisanı elbisesi içinde görünmesi arzusuyla seçip tercüme etmiştir.
Reşîdüddîn Muhammed b, Muhammedi'l-Vatvat (ö. 1182) "Tuhfetü's-Sıddîk, Faslü'l-Hitâb, Unsü'l-Lehfan" adlarıyla ilk üç halifenin yüzer sözünü topladığı gibi, "Matlûbu Külli Tâlib" adıyla Hz.Ali'nin de yüz vecizesini toplamış, her birisini Arapça ve Farsça olarak izah ve tercüme etmiştir. Reşîd-i Vatvat’in bu eserleri, bilhassa "Matlûb Küll Tâlib" Türk Edebiyatı'nda da çok rağbet görmüş; Kastamonulu müderris Mustafa bin Mehmed (ö.
1590), Edâyî (16 veya 17.asır), Hocazâde Kazasker Abdülazîz Efendi (ö. 1618), Manastırlı Mehmed Rifat Bey (ö. 1907) gibi isim veya mahlaslarını bildiren şahsiyetlerden başka, adları belirlenemeyen bazı Türk şair ve yazarları tarafından dilimize çevrilmiştir. Hz. Ali'nin Câhız tarafından seçilen, Vatvat tarafından tercüme ve şerh edilen yüz sözünden birkaçı şöyledir:

“İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar. Kendi değerini bilen kimse helak olmaz. Kendini bilen Rabbini bilir.
Kişi dilinin altında gizlidir. Dili tatlı olanın dostu çok olur. Söyleyene bakma, söylenene bak. Kötü ahlâkla şeref olmaz.
Takvadan daha yüce bir soyluluk, ululuk yoktur.
İslâm'dan üstün şeref yoktur.
Haramdan kaçınmaktan daha güzel sığmak yoktur.
Dilini neye alıştırırsan onu söyler.
Kişi bilmediğine düşmandır.

Allah rahmet etsin değer ve derecesini bilip de haddini aşmayana.
Kalabalık arasında öğüt vermek azarlamak, (rezil etmektir).”
Hz. Ali'nin yüzden çok sayıdaki sözünü harf sırasına göre ihtiva eden eserler, umumiyetle Neşrü't-teâtî'nin tercümeleridir. İmâmiyye Şîasından Ebû Aliyy Tabersî (ö. 1153), Hz. Ali'nin 250-300 civarındaki bazı veciz sözlerini harf sırasına göre otuz baba ayırmış ve bu derlemenin adını "Nesrü'l-leâlî" koymuştur. Nesrü'l-leâlî, 15. asırdan XX. asra kadar Türkçe'ye defalarca tercüme edilmiş; bu derlemenin şerhleri de yazılmıştır. Nesrü'l-leâlîyi Türkçe manzum veya mensur olarak tercüme ve şerh eden tanınmış şahsiyetler şunlardır: Ali Şir Nevâî (Tercüme tarihi: 890/1485), Latîfî (ö. 1546), Nesîb Yusuf Dede (ö. 1711), Osman Salâhaddin el-Mevlevî (ö. 1879), Akşehirlizâde Ali Haydar Bey (ö. 1881), Muallim Nâcî (ö. 1885).

Nesrü'l-leâlî tercümeleri dışında yüzden fazla vecizenin çevirisini ihtiva eden eserlerin kaynakları ise, Nehcü'l-belâga, Dîvânu Alî ve Gureru’l-hikem'dir.

Arap, Fars, Türk ve diğer Müslüman kavimlerin edebiyatında Dört Halife'nin vecibeleriyle ilgili eserler vücuda getirmek, M. IX, X. Asırdan zamanımıza kadar devam eden edebî bir gelenektir. Hz. Ali'nin sözlerine, sadece onun belirli sayıdaki vecizesini derlemek, çevirmek amacıyla meydana getirilen eserlerde değil, tarihî ve edebî başka kaynaklarda da, meselâ nasihatnamelerde rastlamak mümkündür.

Değerlendirme Soruları
1.Fıkıh ve Akâid Kitaplarının Türk İslam edebiyatı açısından önemi nedir? Belirtiniz.
2. Gazavâtnâmeler hakkında bilgiler veriniz?
3. Dînî-Destâni Eserler nedir? Değerlendiriz?
4.Ahlâkî- Nasîhata Dâir Eserler hakkında bilgiler veriniz?
5.Pendnâmeler nelerdir? Bilgiler veriniz?
6.Sad Kelime ne demektir? Daha çok kimlerin sad kelimeleri bir araya getirilmiştir?


11. Hafta
TÜRK İSLÂM EDEBİYATINDA DÎNÎ KONULAR ve NAZIM ŞEKİLLERİ
Nazım Türleri
Eski edebiyatımızın Divan Edebiyatı dönemini oluşturan dönemde dînî konularda, oldukça çeşitli eserler vücûda getirilmiş olmasına mukabil, Türk İslâm edebiyatı alanında dînî manzumelerin çeşidi oldukça azdır. Bunlar da İlâhîler, Nefesler, Devriyeler ve Şathiyelerdir.

İlâhîler
"Ve İlâhüküm İlâhün Vâhid. Lâ-İlâhe illâ Hüve'r-Ramânü'r-Ra-hîm = Tanrınız bir tek Tanrıdır, O'ndan başka tanrı yoktur, O, Rahmân'dır, Rahîm'dir." Âyette de görüldüğü gibi "İlâh" kelimesi "Allah" anlamında gelmektedir. Buradan hareketle "İlâhi" "Allah'a âit, Allah'a mahsus" demektir. İlâhî, aynı zamanda "(Ey) Allahım, (ey) Rabbım! anlamlarına da gelmektedir. İlâhî nisbesi, terkip olarak kullanıldığında: Emr-i İlâhî (Allah'ın emri ve işi); evâmir-i İlâhiyye (Allah'a mahsus emirler ve işler); Sun'-ı İlâhî (Allah'ın yaratması ve yapısı,
İlâhî yapı); eltâf-ı İlâhiyye (İlâhî lûtuflar, ni'met, şefkat ve merhametler), anlamlarına gelmektedir.

İlâhinin edebiyattaki tarifleri ise şu şekildedir: "Allah (c.c.)'a münâcât ve yalvarmayı içeren kasideler" demektir ki, Divan edebiyatı'nda "Tevhîd"in karşılığıdır. Bundan başka "İlâhî, Allah'ın vahdaniyetini, azamet ve kudretini anlatan şiirlerdir."; "İlâhî, Allah'ı medh etmek ve övmek, O'na yalvarmak için yazılan şiirlerdir."; "İlâhî, mutasavvıf şâirler tarafından dînî konularda ve Allah'ı övmek, O'na yalvarmak için yazılan şiirlere denir.", "Mutasavvıf şâirler tarafından dînî ve İlâhî fikirleri hâvî olmak üzere yazılmış olan şiirler" şeklinde tarifler de yapılmaktadır. Daha çok tekkelerde gelişen ve özel bir ezgiyle okunan İlâhîler, tarikatlara göre çeşitli isimler alırlar: Mevleviler'de "âyin", Bektâşîler de "nefes", Gülşenîlerde "tabuğ", Halvetîlerde "durak", diğer tarikatlarda "cumhur, İlâhi', Alevîlerde "deme", Yesevîler'de "hikmet.
İlâhîler hakkında şu teknik bilgiler verilmektedir: İlâhîler, genel olarak "hece" vezniyle yazılmışlarsa da, aruz ile yazılmış ilâhîler de vardır. Hece ile yazılan İlâhîler, daha çok, 3-7 dörtlükten oluşur. Hece savılan ise 8 ve 11’li olarak yoğunlaşır. Bunun yanında 7'li, 14'lü, 16'lı hece ölçüsüyle yazılmış olan ilâhîler de vardır. İlâhîler'de Kâfiye düzeni, dörtlükten kurulu olanlarda "Koşma"; beyitlerle kurulu olanlarda ise "Gazel" şeklindedir.

İlâhîler, Dînî Türk Mûsikîsinde en çok kullanılan şekildir. İlâhîler, bestelenirken: Zemin / nakarat / miyân / nakarat şemasına göre bestelenir. Bestelenecek İlâhîlerin güfteleri murabba' (dörtlü), muhammes (beşli), müseddes (altılı), bazen da müsemmen (sekizli) olabilir. Bestelenecek İlâhîler, özellikle (Yunus Emre, Osman Şems, Eşrefoğlu Rûmî, Aziz Mahmûd Hüdâî, Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi) ünlü tarikat müntesiplerinin şiirlerinden seçilir. İlâhîler, tarikatlarda olduğu kadar, eskiden mekteplerde de, tek veya koro hâlinde, okunurdu. Camilerde okunan İlâhîler, ramazan, bayram, kandil gibi belirli ve mübarek günlerde okunur. Hicrî yılın {Muharrem, Safer, Rebiu'l-evvel, Rebiu'l-âhire, Cumâde'l-ûlâ, Cümâde'l-âhire, Receb, Şa'bân, Ramazân, Şevval, Zi'l-ka'de, Zi'l-hicce) her belirli ayı için okunan İlâhîler de vardır. Kadir Gecesi'ne mahsus İlâhîler, Muharrem ve Ramazan İlâhileri oldukça meşhurdur. İlâhîler, koro hâlinde okunmak üzere bestelenmişse cumhur ilâhî
adını alır. İlâhîleri toplayan bazı Mecmû'a-i İlahiyatlar bulunmaktadır. Bu mecmu'alar, mûsikî tarihimizin değerli kaynaklan arasındadır. Bunların en başta geleni Müstakîmzâde Süleyman Sa'deddîn Efendi (1719-1788)'nin mecmu'asıdır.

Nefesler
Nefes, Bektaşî tekkelerinde "Âyîn-i cem"lerde özel bestelerle okunan nükteli, zarif, az çok lâubâlî ve müstehzi (alaycı) şiirlerdir. Bunlar incelendiğinde bize, Anadolu'da yaşamış ve yaşayan inançları, tarikat telkinlerinin izlerini gösterir. Nefeslerde, çoğunlukla Bektaşîlik felsefesi çerçevesinde "vahdet-i vücûd" nazariyesi anlatılır. Bir de bunun yanında Hz. Peygamber ve Hz. Ali için medhiye ve övgüler de söylenir. Nefeslerde, kalenderâne ve alaycı bir üslup dikkati çeker. Bu nevi şiirlere nefes denilmesinin sebebi, iç bilgisinden ve gerçeklerden söz edip kutsal bir ilham ile söylenmiş olmalarıdır. Diğer tasavvuf
kollarındaki İlâhîlerin zıddı olarak kabul edilir. Nefeslerde daha çok lirik bir üslup göze çarpar. Melâmî anlatımların çoğu nefesler yoluyla anlatılır. Bu yüzden Alevî-Bektâşî şâirlerin şiirlerine de nefes denilmiştir. Nefeslerde dil oldukça sâde ve yalındır. Kâfiye düzeni ise, daha çok Koşma'ya benzer. Genel olarak 7’li, 8’li ve 11'li hece ölçüleriyle söylenirler. Aruz ölçüsüyle yazılmış nefesler de vardır. Hece ile yazılan nefeslerde dörtlük sayısı 3-7 arasında değişir. Yedi kıt'adan uzun olan nefesler, Devriye özelliği taşır.

Nefesler'in Bektâşî törenlerinde (Âyîni-cem, ikrar ye kurban âyîni) saz eşliğinde ve makamla okunması bir gelenektir. Kaygusuz Abdal ile Pîr Sultan Abdal'ın bestelenmiş nefesleri oldukça meşhurdur. Hatâyî, Cemâlî Baba, Mehmed Ali Hilmi Dedebaba'nın söyledikleri nefesler de güzeldir. Nefes okunurken Bektaşiler arasında yemek, içmek, konuşmak, sigara içmek iyi ve makbul sayılmaz. Nefes okunması bitince okuyana "Aşk olsun" veya "Nefesiniz var olsun" denir. Şayet nefes okuyan mürşid (dede) ise "Nutkunuz var olsun" demek âdettir.

Devriyeler
Kök itibariyle Arapça olan Devr kelimesi, "dönme, bir şeyin kendi ekseni üzerine hareket etmesi, dönmesi" anlamına gelmektedir. Bazı tarikata mensup dervişlerin dönerek yaptıkları zikir ve sema’a da devr denilmektedir. Devr kelimesinin sonuna nisbet yâ'sı getirilerek oluşturulan Devriye ise "dönmeğe mahsus" anlamını taşımaktadır. Edebiyatta ise, "Devir nazariyesini anlatan şiirler"e denir. Başka tarifler de yapılmaktadır. "Tasavvuf felsefesindeki ruhun âlemi dolaşmasını konu edinen şiir.", "Mebde' ve Me'âd'dan bahseden harekete "devir", buna dâir yazılan şiirlere de "devriye" derler" gibi.

Konuya tasavvufî açıdan bakıldığında, tasavvufta "tekvin" (yaratılış) veya "sudur" (çıkış) ve "tecellî" meselesi devir telâkkîsiyle açıklanır. Devir, yaratılış (mebde'), son buluş (me'âd) ve bu ikisi arasıdaki aşamaların (safahat) tasavvufî izahıdır. Ehl-i tasavvuf, bu aşamaları bir dâireye benzeterek açıkladıkları için "devir" adını vermişlerdir. Bu dâire, "kavs-i nüzûl” ve "kavs-i urûc" diye ikiye ayrılmıştır. Bu husus, şu şekilde özetlenebilir. Vücûd-ı Mutlak (Allah)'dan ayrılan Nûr-ı İlâhî sırasıyla Akl-ı kül'den ukûl-i tis'a'ya, nüfûs-ı tis'a'ya, eflâk-i tis'a'ya, tabâyi'-ı erba'a'ya, onlardan anâsır-ı erba'a'ya ve toprağa geçer. Buna "mebde" veya "kavs-i nüzul" denir. Bu şekilde var olan âlemlerin en süflisi olan âleme (dünya) düşen varlık, önce "cemâd" (cansız), sonra "nebat" (bitki), sonra hayvan şeklinde tecellî eder. Bu tecellîlerle insanın yaşayabilmesi için gerekli ortam hazırlanmış olur. Bundan sonra Nûr-ı İlâhinin son tecellîsi, eşref-i mahlûkât (yaratıkların en şereflisi ve üstünü) olan insan şeklinde olur. İnsandan "İnsan-ı kâmil"e geçen Nûr-ı İlâhî, ondan da tekrar aslına, Allah'a döner. Bu aşama ve safhaya "me'âd, kavs-i urûc, kavs-i su'ûd" denilir. Böylece (Minhü bede’el-emrü ileyhi ya'ûdu. Her şey O'ndan başlar ve O'na döner.) sırrı tecellî etmiş olur. Böylece, "kavs-i nüzul" ve "kavs-i urûc"dan oluşan devir dâiresi tamamlanmış olur. Ancak, burada dikkatten kaçırılmaması gereken bir husus vardır ki o da, bu devir meselesinin "tenasüh = rûh göçü" ile karıştırılmamasıdır.
Devir telâkki ve anlayışı, edebiyatımızda Mevlana Celâleddîn Rûmî'den başlayarak şâirlerin pek çoğu, özellikle Bektaşî şâirleri tarafından işlenmiş ve "Devriye" adı verilen bir edebî tür meydana gelmiştir.

Divan Edebiyatı'nda daha çok devir "zaman" anlamında kullanılmıştır. Bundan hareketle felek, talih, kader, dünya anlamında da kullanılmıştır. Bundan başka devr-i kamer, devr-i gül, devr-i Âdem gibi terim ve tabirler de, Divan edebiyatında kelimenin bu anlamda kullanılışından meydana gelmiştir.

Devriye nazariyesinde, her şeyin aslı olan Nûr-ı Muhammedi'den kopan varlık, sonunda oraya dönmüş olur. Bu da karşılıklı iki yay (kavs) vasıtasıyla olur. İniş yayına "kavs-i nüzul" (mebde'); çıkış yayına da "kavs-i urûc" (me'âd) denir. Bu devrin tamamlanmasının elli bin yıllık bir zaman diliminde gerçekleştiğine inanılır. İnsan bu devri tamamlayabilirse ölünce "Hak ile Hak" olur.

Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1780)'nın, Devr ve Devriye'nin daha iyi anlaşılmasını sağlamak için şematik hâle getirdiği, iki yarım dâireden (kavs-i nüzul, kavs-i urûc) oluşan bir bütün dâirenin, muhtevasının nelerden ibaret olduğu hakkında bilgi vermenin faydalı olacağı kanaatindeyim.

Büyük dâirenin dışında şu cümleler yer almaktadır: "Bu nısf-ı dâire kavs-i nüzuldür ki tarîk-ı mebde' vücûd-ı âmdır."; "Ve bu nısf-ı dâire kavs-i urûcdur ki tarîk-ı me'âd vücûd-ı âmdır." Kavs-i nüzûl'ü oluşturan yarım dâirenin iç kısmında şunlar yazılıdır: "Akl-ı evvel, ukûl-i tis'a, nüfûs-ı tis'a, felek-i a'zam, felek-i sevâbit, felek-i zühal, felek-i müşteri, felek-i mirrîh, felek-i şems, felek-i zühre, felek-i utârid, felek-i kamer, keyfiyyet-i hararet, keyfiyyet-i bürûdet, keyfiyyet-i rutubet keyfiyyet-i yübûset, küre-i inâ, kürre-i hevâ, kürre-i mâ, kürre-i hâk." Kavs-i urûcu oluşturan yarım dâirenin içinde de şu bilgiler mevcuttur: "Tîn-i lezec, ma'âdin-i münkatıra, ma'âdin-i ahcâr, cevher-i mercan, tohumsuz nebâtât, tohumlu nebatat, eşcâr-ı müsmire, nahl-i hurma, envâ'-ı hayvanât, nesnâs ve maymun, mertebe-i İnsan, insân-ı kâmil." İçteki kavs-i nüzul yarım dâire içinde yazılı olan: "Bu nısf-ı dâre mümkinü'l-vücûddan ibaret olan kavsdir" cümlesinden sonra şu bilgiler vardır.

"Gayb-ı hüviyet ki lâ-halâ ve lâ-melâ ve lâ-ta'ayyündür"; "Mertebe-i Ehadiyyet ki ancak ta'ayyün-i Zât-ı Hak'dan ibarettir"; "Mertebe-i vâhıdiyyet ki câmi'-i cemî-i ta'ayyünât-ı esma ve sıfattır." Dâireyi ortadan bölen mevhum çizginin iki tarafında: "Bu kutr-ı dâiredir ki hatt-ı mevhûdan ibarettir." cümlesi yazılıdır. Kavs-ı urûcu oluşturan yarım dâirenin iç kısmında "Bu nısf-ı dâire Vâcibul-vücûd'dan ibaret olan kavsdir" cümlesi yazılıdır. Bundan sonraki yarım dâire içinde ise: "Akl-ı evvel, ukûl-i tis'a, nüfüs-ı tis'a, eflâk-i tis'a, keyfiyyât-ı erba'a, anâsır-ı erba'a, mevâlîd-i se-lâse, İnsân-ı kâmil" terkipleri yazılıdır.
Burada şunu kaydedelim ki, devir nazariyyesinin iyi anlaşılabilmesi için "Vahdet-i vücûd" felsefe ve nazariyesinin iyi bilinmesi şarttır. Aksi takdirde bunlardan bir şey anlamanın mümkün olamıyacağı gibi, tasavvufun zevkini ve tadını alamayanların da hoşlanmayacakları tabiîdir.

Devriyeler, konularına göre birkaç kısma ayrılabilir. Bir kısmı yaratılışı (mebde', kavs-i nüzul) anlatır. Buna devr-i ferşiye 'de denir. Bir kısmı da son bulmayı (me'âd, Kavs-ı urûc, kavs-i suûd) anlatır, bunlara da devr-i arşiye denir. Niyâzî-i Mısrî'nin Devre-i Arşiye'si oldukça meşhurdur Ancak, konunun nezaketi sebebiyle, bu alanda az eser verilmiştir. Edebiyatımızda devriyeler, daha çok Bektaşî şâirleri tarafından yazılmıştır. Ehl-i sünnet doğrultusunda olan tarikat müntesibi şâirler, konunun nezâketi sebebiyle pek iltifat etmemiş ve onlar daha ziyâde insanın ana rahmine düşüşü anından başlayarak hayatı, ölümü ve kabir hayatını anlatan devriyeler yazmakla yetinmişlerdir. Buna mukabil Bektaşî devriyeleri, Bektâşîlerin "tenasüh, hulul ve ittihâd"a inanmaları nedeniyle mâhiyet itibariyle de diğerlerinden farklıdır.

Devr nazariye ve felsefesinin dayandığı temelin, Hz. Peygamberdin: "Küntü nebiyyen ve Âdemü beyne’l-mâi ve't-tîn = Ben nebi iken, Âdem su ile çamur arasında idi." anlamındaki hadis esâs alıyorlarsa da, devir nazariyesinin asıl kaynağı "Ki onlara bir (ve musibet) eriştiği zaman: 'Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz." anlamındaki âyet olmalıdır. Çünkü, metnini verdiğimiz için İsmail b. Muhammed el-Aclûnî, hadis bu lafzıyla bulunamamıştır, ancak, Alkamî'nin el-Câmi'u's-sağîr şerhinde buna "sahih hadis" dediğini nakletmektedir. Halbuki,
verdiğimiz âyette zerrece şüphe yoktur. Bir nazariyenin dayanağı, şüpheli olanlar değil, doğruluğu kesin olan deliller olmalıdır.
Devriyeler, destan, koşma, nefes, ilâhî tarzında yazılmışlardır.

Şathiyeler (Şathiyât-ı Sofiyane)
Arapça kökenli olan "şth" kelimesi "yürüyüşte ve sözde ölçüyü kaçırma, kuralın dışına çıkma" anlamına gelmektedir. Edebiyatta ise şathiye: "Türk tasavvuf edebiyatında ciddi bir düşünce veya duyguyu, iğneleyici ve alaylı bir şekilde anlatan şiir." şeklinde tarif edilmektedir. Tasavvufî bir terim ve ıstılah olarak da: "Dıştan (zâhiren) ve normal bilgilerle bakıldığı zaman dîne aykırı imiş gibi gözüken fakat, tasavvuf, (bâtınî) anlamda bir hakikat ve gerçeği ifade eden söz ve deyişler" diye tanımlanmaktadır. Bir başka tarif de şöyledir: "Sekir hâlinin galip gelmesiyle uygunsuz söylemek, Ehl-i Hak'tan ıztırar ve ıztırab ile sâdır olan ve zahiren te'vîli (yorum) mümkün olmayan sözler." Ehl-i tasavvuf bunun için: "İnne'llâhe lâ-yuâhizü'l-'uşşâke bi-mâ yasduru anhum = Allah, âşıkları kusurlarından dolayı muâhaze etmez, sîgaya çekmez." anlamında da bir hadis naklederler. Muhyiddîn-i Arabi'nin: "Sizin Allahınız benim ayağımın altındadır", Hallâc-ı Mansûr'un: "Enel-Hak", Bâyezîd-i Bistâmî'nin. "Sübhânî mâ-A'zama şânî" demeleri sathiye kabilinden söylenmiş sözlerdir. Ehl-i tasavvuf, bazı meczupların sözlerini taklid etmek suretiyle yazılmış, zahirde saçma görünen, fakat şerh ve tahlil edildiğinde derin anlamlar ifâde eden manzumelere "Şathiyyât-ı Sofiyane" adını vermişlerdir. Bektaşî şâirlerin söyledikleri şathiyeler, zahir ulema tarafından pek hoş karşılanmaz. Şathiyelerin yaygın hâle gelmesi, "vahdet-i vücûd" nazariyesinin yaygınlık kazanmasıyla paralellik arz etmektedir.

Genel olarak Bektaşî şâirlerinde tesadüf edilen şathiyeler ya gazel gibi aa / xa / xa.. şeklinde; veya semâ'î, koşma gibi abab / cccb / dddb.; xaxa / bbba/ ccca.. şeklinde kâfiyelenirler. Şathiyeler, çoğunlukla 7+ 7 =14; 6 + 5 = 11 veya 4 + 4 + 3 = 11; 4 + 4 = 8'li hece vezinleriyle yazılırlar.

Değerlendirme Soruları
1. Türk İslam Edebiyatında nazım türleri nelerdir? Bilgi veriniz?
2. İlahiler hakkında bilgiler veriniz?
3. Nefes nedir? Daha çok hangi tarikat mensupları nefes söylemiştir? Bilgi verihiz?
4. Devriye ne demektir? Devriye-Vahdet-i Vücud ilişkisini değerlendiriniz?
5. Şathiyeler hakkında bilgiler veriniz?





12. Hafta
DİVAN EDEBİYATI DÖNEMİ
Türk Edebiyatı'nın umûmî gelişimi içinde, nazarî ve estetik esaslarını İslâmî kültürden alarak meydana gelen ve özellikle örnek kabul ettiği Fars edebiyatının her yönden kuvvetli ve sürekli tesiri altında şekillenip belirgin örneklerini vermeye başladığı XIII. yüzyıl sonlarından XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar, bünyesini sarsıcı ve zayıflatıcı bir tepki ve değişikliğe uğramadan Arapça-Farsça kelimelerin geniş ölçüde yer aldığı bir dil ile varlığım altı yüzyıl sürdürmüş bir edebiyat geleneğidir.

Divan Edebiyatı, Türklerin İslâm'ı kabul etmelerinden sonra İslâm medeniyetinin bilim, inanç ve kuralları etkisinde ortaya çıkan bir edebiyat türüdür. Bu edebiyata "İslâmî Edebiyat, Yüksek Zümre Edebiyatı, Havas Edebiyatı, Osmanlı Edebiyatı, Saray Edebiyatı, Enderun Edebiyatı, Klâsik Türk Edebiyatı, Eski Edebiyat" gibi isimler veriliyordu. Ancak, bu isimlerin, Divan edebiyatı dönemi göz önüne alındığında, eksik oldukları görülecektir. Ne var ki 1900’lerden itibaren Divan Edebiyatı adı daha yaygın hâle gelmiş, bu alanla meşgul olan her müellif bu adı kullanır olmuştur.

Bir de "Divan" kelimesinin etimolojik yapısına bakalım. Bu kelime aslen Farsça olup, Arapçaya buradan geçmiştir. Ancak, Arapça sözlüklerde, alçak, yakın, gayrı anlamlarına gelen "=Dûn" kökünden "=Dâne-Yedûnü-Dûnen" şeklinde çekimi yapılarak, "=Dîvân" kelimesinin buradan geldiği ileri sürülmekte, çoğulu "Devâvîn" olan Dîvân'nın" sayfaların toplandığı Mecmû'a" anlamına geldiği belirtilmektedir. Buna göre, Dîvân kelimesinin ıstılah anlamı ise: "Bir Şâirin şiirlerinin toplandığı kitap", veya: "Bir şâirin şiirlerini, kâfiyelerine göre, alfabetik (hurûf-ı hecâ) tertibiyle içine alan mecmû'a" demektir. Bu kelime ile, başka anlamlara gelen terkipler de yapılmıştır: "Dî-vân-ı temyiz=Temyiz mahkemesi; Dîvân-t muhasebat = Sayıştay" gibi. "Divan şâirinin şiirlerini, kâfiyelerine göre, alfabetik olarak içine alan mecmû'a" diye tarifini verdiğimiz Dîvân'm nasıl tertip edildiği üzerinde durmayacağız.

Divan Edebiyatında Kurallar
Divan edebiyatının bazı kural ve kalıplan vardır. Bir divan şâiri bu kural ve kalıpların dışına çıkamaz. Bunların başında aşk-âşık-maşûk üçgeni gelmektedir. Bu üçe, bazen rakîb (düşman, âşikâ ortak olan) de ilâve edilebilir. Divan şiirinde eksen aşktır. Hem İlâhî hem de beşerî aşkı andıran platonik (amour platonique-Eflâtunî, kuru ve gayr-i şehevî aşk) aşk, hemen hemen birçok beytin temelini oluşturur. Divan şâiri bir âşık gibidir. Buna mukabil sevgili ise her zaman vefasız ve cefakârdır, âşıka cevr ü cefâ etmekten hoşlanır. Maşuk tek, âşık ise yüzlercedir. Bütün âşıklar birbirinin terkibidirler. Aşk, ilacı ve çâresi bulunmayan bir derttir. Esasen buna dert demek doğru değil, çünkü âşık bu dert ve ıztırabın bitmesini istemez. Aşkın ne olduğunu çok iyi bilen Fuzûlî (ö. 1556) aşk derdini şöyle tarif eder:

Divan edebiyatında sevgili (ma'şûk, ma'şûka), bazan ay parçası, bazan da güneşe benzetilir. Boyu ise Tûbâ ağacı, ya da servi, saçları, dağınıklığı nedeniyle sünbül, kokusu nedeniyle de misk gibidir. Yanakları, kırmızı oluşu nedeniyle gül veya lâleyi andırır. Baygın bakışlı olması nedeniyle gözler nergis, kaşları yay, kirpikleri ok gibidir. Gamzesi kılıç veya hançer gibi olup âşıkın bağrına saplanır. Dudaklar hokka veya mücevher kutusu olup dişleri ise bu kutu içindeki incilerdir. Dudak bir nokta kadar küçük, hatta hiç yok gibidir. Bu dudak âşıka âb-ı hayat bahşeder. Ondan bir defa içen ölümsüz olur fakat, bengisu da denilen âb-ı hayatı, Hızır (a.)'dan ve İlyas (a.)'dan başka da içen olmamıştır. Sevgili, dâima nazlanır, söz verir fakat va'dinde durmaz, örnekleri daha da çoğaltılabilecek bu kurallar, hemen her şâir tarafından bilinir, uygulanır. Ancak, bu kuralların dışına şâir de yok gibidir.

Divan edebiyatında kelime oldukça önemlidir. Hemen her kelime, tam anlamında ve yerli yerinde kullanılmalıdır. Yeri geldikçe kelimenin bir başka anlamı da beyte uygun düşebilir. Divan edebiyatının iç güzelliğini de kelime oyunları ve edebî sanatlar oluşturur. Anlamı beyitte yoğunlaştıran şâir, bütün güzelliği yerine parça güzelliğine önem verir. Diğer edebiyatlarda uzunca anlatılan konular, Divan edebiyatında bir beyitte anlatılmıştır.

Divan edebiyatı, genel yapısı itibariyle, şiir ağırlıklı bir edebiyat olmakla beraber, nesir alanında da varlığını hissettirmiştir. Bu edebiyatta nesir (düzyazı), süslü ve sâde bir şekilde kendini gösterir. Yüksek seviyedeki birkaç ilmî, felsefî, dînî ve edebî eser ile mektup ve yazışmalarda süslü nesir hâkim ise de, birkaç yazar dışında bu tür yazılara fazla önem verilmemiştir. Çoğu tercüme olan men sur eserlerin büyük çoğunluğu öğretici (didactique), bilgilendirici ve yol gösterici özelliklere sahiptir. Dîn, ahlâk, tasavvuf, eğitim ve terbiye, kültür, menkıbe, tıp, tabiat ve benzeri konularda yazılmış olan eserlerde kullanılan dil, şiirde kullanılan dilden daha sâde ve yalındır. Sâde bir üslûpla kaleme alman eserlerde cümleler tabîî ve oldukça kısadır. Noktalama işaretlerinin kullanılmadığı bu düzyazı eserlerin birkaçı, fazlaca süslü ve sanatkârâne ise de, genel olarak halkın okuyup anlayabileceği bir dil yapısına sahiptirler. Arapça ve Farsça ile de eserler veren sanatkar ve
ilim adamları, çoğu zaman orta nesir diyebileceğimiz bir dil ile öğretici ve tarihî eserler de yazmışlardır. Divan edebiyatında şiirde olduğu gibi, nesirde de hiçbir zaman kurallara kesin ve katî olarak bağlı kalınmamıştır. Şunu da unutmamalıdır ki bu edebiyatta nesir, hiçbir zaman şiir kadar edebî kabul edilmemiştir.

Divan Edebiyatında Kaynaklar
Divan edebiyatı, şekil itibariyle, mahdut bir yapıya sahip gibi ise de, muhteva yönünden fevkalâde zengin ve çok çeşitli kaynaklardan beslenmiştir. Bütün dînî ve felsefî eserler, Kur’an-ı Kerim, Hadisler. Kıssalar, mu'cizeler, tarih, esatir (fables), esâtîr-i evvelîn (mythologie), tabiat, kozmoğrofya, dil ve benzeri pek çok alanda bir şâirin sahip olduğu her türlü kültür ve birikim, bu edebiyatta vezne dökülür, kâfiyeye vurulur.

Kur’an ve Hadis
İslâm'ın çağları kucaklayan İlâhî emir ve yasakları muhtevî Kur'an ve Kâinatın Efendisi Hz. Peygamberin sahih ve doğruluğunda şüphe olmayan hadisleri, divan şâirlerinin çokça istifâde ettikleri birer hazîne ve ilham kaynağıdır. İnanç ve düşünce sistemlerini şiir ve eserlerine yansıtmaları onların en tabîî sanat anlayışlarıdır. Telmih yoluyla ya da meâlen veya olduğu gibi bir şâirin âyet ve hadislerden iktibas ve alıntı yapmakla, şâir şiirlerini öğretici bir çehreye de büründürmüş olur. Böylece âyetlerin, özellikle iman, ibadetler, beşerî-ahlâkî hükümleri içeren değişik şekillerde şiire konu olmuş olur.
Sünnet'i oluşturan hadisler ise, âyetler kadar olmasa da, divan şâirinin inanç sistemi kadar, ifâde ve üslûbunu da yönlendiren esaslar olarak şiirde yerini alır.

Dînî İlimler
Kur'an ve Hadis'in çizdiği çerçeveyi taşımayan fikir ve düşünce yapısı, bazı dînî ilimlerle de beslenir ve desteklenir. İslâm Hukûku'nun sınırlan içerisinde düşünülerek mütâlâa edilen Ehl-i Sünnet inanç ve akideleri yanında, bazı bâtınî mezhep görüş ve düşünceleri de bu edebiyatta fazlaca söz edilerek yer verilir. Özellikle Tevhîd, Münâcât ve Na't ve benzeri türlerde bu ilimlere dayalı fikir ve düşüncelere sıkça yer verilir.

Kur'an âyetlerinin yorumu olan Tefsir, Allah'ın birliğinden, zatî ve sübûtî sıfatlarından bahseden İlm-i Kelâm, İslâm Dîni'nin usûl ve hükümlerini inceleyen Fıkıh gibi dînî ilim ve bilgiler de şâirin kullandığı kaynaklar arasında önemli bir yer tutar. İslâm kozmogonisi (cosmogonie-Evren Bilimi, İlmü'l-kâinât), felsefî düşünce ve görüşler, mezheplerin görüş ve yorumları, yer yer de Tasavvufî düşünce ve görüşler ve benzeri daha bazı konular bu arada sayılabilir.

İslâm Tarihi ve Peygamber Kıssaları
Divan şâiri nazarında, bir milletin ferdi olmaktan daha çok, bir dîne ümmet olmak önemlidir. Bu da, haliyle, İslâm Tarihi'ni bilmeyi gerektirir. Divan şâirlerinin hemen hemen çoğu medrese eğitimi aldıklarından, dolayısıyla bu ilmi de almış olmaktadırlar. Bu neenle şâir, bu birikiminden de faydalanır. Bu yüzden, ilk insan ve ilk peygamber olan Ebü'l-beşer Hz. Âdem'den, son peygamber olan Kâinatın Efendisi Hz. Peygamber’e kadar hemen her peygamberin, Kur’an'a dayalı kıssalarını bilmek her müslümanm bilmesi gerektiği düşünülür.
İslâm Tarihi, öncelikle, ilk insan Hz. Âdem ile başlar, tarihin en hayırlı nesli olan Ashâb-ı kirâm'm dönemi Asr-ı Sa'âdet'le zirveye ulaşır ve kemâl bulur. Daha sonra Dört Halîfe devri (Hulfâ-i Râşidîn) ve sonraki İslâm devletleriyle şâirin dönemine ulaşılır. Şâire gerekli olan malzeme, bu tarihte yer alan önemli kişiler, olaylar ve değişimlerdir. Hem çeşitli tasavvufî fikir akımları, hem de önemli savaş ve hâdiseler, kahramanlarıyla birlikte beyitlere konu olurlar. En başta Hz. Peygamber olmak üzere, diğer peygamberler, Hulefâ-i râşidîn, ashâb-ı kiram ve ileri gelen İslâm büyükleri, aksiyon olarak ele alınır ve çağın toplumuna örnek olarak gösterilirler. Hem Siyer, megâzî gibi türlerde, hem İslâm veya Osmanlı tarih yazarlarında İslâm tarihini yakından ilgilendiren ikinci derecede olan olaylara (episodes) tesadüf edilir.



Mu'cizeler, Kerametler
Başta Hz. Peygamber olmak üzere, diğer peygamberlerin gösterdikleri mu'cizeler ve evliyâullahın kerametleri, İslâmî toplumlara yol gösteren, yön veren ahlâkî ve eğitici
gerçeklerdir. Şâirler, zaman zaman telmih yoluyla mu'cize ve kerametlere yer vermekle, şiire bir inanç ve hayal zenginliği katar. Hz. Peygamberin Şakku'l-kamer (Ayın iki eşit parçaya ayrılması), güneşi geri döndürmesi (ihtibâsu'ş-şems), parmağından su akıtması, taşların dile gelmesi ve benzeri pekçok mu'cizeleri yanında; Hz. İsa'nın ölüleri diriltmesi, Hz. Musa'nın asasının yılan oluşu, Hz. İbrahim'i ateşin yakmaması, bıçağın Hz. İsmail'i kesmemesi, Yûsuf (a.)'un köle iken sultan oluşu, Hz. Süleyman'ın kuş dilini (mantıku't-tayr) bilmesi ve benzeri pekçok mu'cizeler ve yine birçok benzetme ve ifâdeleri süsler. Aynı şekilde Hulefâ-i râşidîn ile evliyâullahtan pek çoğunun kerâ-metlerine de bu arada yer verilir ve anılır.

Tarihî ve Efsânevî Kişilerin Maceraları
Tarihte, her hangi bir yönüyle, meşhur olmuş, isim yapmış şahıslarla esâtîr (hitoires fabuleuses) denilen hayal-gerçek karışımı olaylar da Divan edebiyatının malzeme ve kaynakları arasında yer alır. Telmih yoluyla anılan bu şahıslar ve özellikleri, şâirlerin yaşadıkları çağda halk arasında canlı bir şekilde anlatılmakta ve okunmaktadır. Olağan-üstü bir hayal dünyasına sahip olan Divan şiiri de bu kaynaktan nasibini almıştır. Esasen pekçok ilmî ve dînî kaynaklarda da bu tip kahramanlardan söz edilmektedir.

Divan edebiyatında sıkça anılan tarihî şahsiyetlerden bir kaçını, şu şekilde, sıralamak mümkündür: Hızır (a.), evliyâullahtan İbrahim Edhem, Senâî, Hallâc-ı Mansûr, Behlül Dânâ, Cüneyd-i Bağdâdî, İbn Sînâ, Hulâgû, Hâmân, Kârûn, Nûşirevân, Hâtem-i Tâî, Eflâtun, Aristo, Batlamyus, Cemşîd, Dârâ, Feridun, Dahhâk, Efrâsi-yâb, Keykubâd, İskender (Makedonyalı İskender-i kebîr), Hüsrev, Hürmüz, Zal-oğlu Rüstem, Bazâd, Mani. Ünlü aşk kahramanlarını da burada anmak gerekir. Leylâ-Mecnûn, Hüsrev-Şîrîn, Vâmık-Azrâ, Yûsuf-Zelîhâ gibi.

Çağın İlimleri
Divan şâirlerinin hemen hepsi bilgili, kültürlü ve medresede eğitim görmüş insanlardı. Medreselerde, içinde yaşanan çağın hemen hemen pek çok ilim dalında eğitim-öğretim görülmekte, özellikle de Arapça-Farsça dilleri öğretiliyordu. O devir insanını, gerek pozitif (müsbet) ilimler, gerekse felsefî veya bâtıl kabul edilen ilimler, dünyanın neresinde
olurlarsa olsunlar, yakından ilgilendirmekte idi. Şâirler de, Doğu kültürüyle beslenmiş bu ilimlere yönelik faaliyetlerini veya halkın bildiği yaygın konuları şiirlerinde söz konusu etmişlerdir. Bu tür ilimlerin başında şunlar sayılabilir: Felsefe, hikmet, mantık, tıp, eczacılık, kimya, simya, heyet, astronomi, astroloji, sosyoloji, mûsikî, riyaziye, geometri, tecvîd, remil, zâyirçe, ilm-i nücûm, büyücülük, kıyafet ilmi, rûyâ tabiri gibi. Şâir, gerek ilgi alanı, gerekse birikiminin imkanları nisbetinde bu ilimlerle ilgili terim ve deyimleri, herkesin bilebileceği bazı gerçekleri, doğruluğu kanıtlanmış konulan ele alıp sanatla işler.

Türk Millî Kültürü ve Yerli Malzeme
Şâirler, gelenek ve töreyi gerektiği şekilde yaşayan, günlük olaylarla tecrübelerini zenginleştirmiş, öyle ki pek çoğu bilge kabul edilen kültürlü şahsiyetlerdir. Toplum düzenini, hükmet etme usûlünü, sosyal değişmeleri ve çevrelerinde olup-bitenleri değerlendirebilme yeteneğine sahiptirler. Yaşadıkları hayat ile edebiyatı yoğururken Ramazan bayramı, düğünü, merasimi, mektebi, medreseyi, eğlenceyi, bezm ve rezmi, bâde ve câmı, silah ve sporu, zamaneden şikâyeti tarih perspektifinden görür ve öylece şiirlerine nakşeder, işlerler. Başka bir deyişle şâirler de insandır ve insanî duygularını dolduran günlük hâdiseleri şiirlerde nakletmekten çekinmez, aksine zevk duyarlar.
Şunu unutmamalıdır ki her edebiyat, kendi çağının aynasıdır. Şâir ve sanatkâr, farkında olsun olmasın, içinde bulunduğu, yaşadığı hayatın ve çevrenin etkisinde kalacaktır.

Dil
Edebiyatın ana malzemesi Dil'dir. Diğer sanatkârlar gibi, Divan şâiri de dilin inceliklerinde faydalanarak sanat yapar, kendine münhasır bir tarz ve üslup edinir ve eserine cazibe ve çekicilik kazandırır. Yalnız, şâir için bir de dilin sağladığı diğer imkanlardan faydalanması söz konusudur. Darb-ı meseller, vecîzeler, tabirler, deyimler ve benzeri ile zenginleşen bir şiir, anlatımda engin ufuklar yakalayıp hayâlde sonsuza kanat açar.

Ayet ve hadislerde olduğu gibi, şâir tarafından atasözleri de yarım veya tam olarak iktibas yapılır, mana ve anlam, çağrışımlarıyla birlikte hatırlatılır. Çoğu zaman irsâl-i mesel (örnek getirme) edebî sanatı ile de gündeme gelir. Hem Arapça ve Farsça'da mevcut olan darb-ı meseller, hem de halkın dilinde dolaşan anlamlı söz ve deyimler, anlatıma canlılık kazandırdığı için de tercih edilir.

Değerlendirme Soruları
1. Divan edebiyatında kurallar nelerdir?
2. Divan Edebiyatında kaynaklar nelerdir?
3. Divan edebiyatı kaynaklarından Kur’an, Hadıs vedini ilimler hakkında bilgi veriniz?
4. Divan edebiyatı kaynaklarından mucize, keramet ve dil hakkında bilgiler veriniz?

13. Hafta
DİVAN EDEBİYATINDA GELİŞİM
XII. yüzyıldan XIX. yüzyıla gelinceye kadar geçen 6 yüzyıl içinde Divan edebiyatını, yaklaşık tarihler vermek suretiyle, şu şekilde devrelere ayırmak mümkündür.

Kuruluş Dönemi
Türkçe kelimelerin daha çok kullanıldığı ve İran edebiyatı tesirinin yavaş yavaş hissettirdiği dönemdir ki, Fâtih Sultan Mehmet dönemine kadar (1451) devam eder.

Geçiş Dönemi
Türk Dili'nin Osmanlıca özellikleri gösterdiği ve şâirlerin edebiyatta köklü değişiklikler yaptıkları dönemdir ki, Yavuz Sultan Selim zamanına kadar (1512) uzanır.

Klâsik Dönem
Divan edebiyatı'nın "Altun çağı" dönemidir ki yaklaşık bir asır devam etmiş ve I. Ahmet dönemine kadar (1603) uzanır.

Sebk-i Hindî Dönemi
Bir yandan klâsik şiir devam ederken, diğer yandan da şiirimizde Sebk-i Hindi (Hind üslûbu) adı verilen bir akım kendini gösterir. Hindistan'da Bâbürlü Türk-Hind hükümdârlarının saraylarında gelişerek ortaya çıkmış bir tür olan Sebk-i Hindide aşın süs ve sanata, fikri ve düşünceyi gizlemeye, ardarda dizilen zincirleme tamlamalara ve ince hayâllere önem verilmiştir. Şeyh Gâlib dışta bırakılırsa, bu dönem IÖ. Mehmet zamanına kadar (1748) devam eder.

Divan edebiyatı içinde yer alan ve bir adı da Sebk-i Isfahanı olan Sebk-i Hindî akımı, XVII. yüzyılda İran şâirlerinin etkisiyle edebiyatımıza girmiştir. İran edebiyatına da Hindistan.'dan.geçmiştir.
Sebk-i Hindî tarzının İran edebiyatındaki başlıca temsilcileri, Hindistan'da yaşayan Türk asıllı şâir, tarihçi ve mutasavvıf Emîr Hüsrev-i Dihlevî (ö.725/1325), Orfî-i Şîrâzî (ö.1591), Feyzî-i Hindî (ö.1595), Sâib-i Tebrîzî (ö.1671), Şevket-i Buharî (ö.1695), Bî-dil (ö.1720) gibi şâirlerdir.

Edebiyatımızdaki en önemli temsilcileri ise Nef'î (ö.1635), İsmeti (ö.1665), Nâilî-i Kadîm (ö. 1666), Nedîm-i Kadîm (ö. 1670), Neşâtî (ö.1674), Nâbî (ö.1712), ve Şeyh Gâlib (ö.1799)'dir.
13.2. DİVAN EDEBİYATINDA KRONOLOJİ
Divan edebiyatı döneminde yüzlerce şâir yetişmiştir. Bu dönem şâir ve yazarlarından başta gelenleri, kronolojik olarak, şu şekilde sıralamak mümkündür:

XIII. Yüzyıl
Orta-Asya'da Türk Dili'yle XI yüzyılda başlayan ve XII. yüzyılda Çağatay lehçesiyle edebî mahsûllerini veren Divan edebiyatının Anadolu'da ilk eserlerine, XIII.yüzyılda tesadüf ediyoruz. Bu gecikmenin en başta gelen sebebi, Anadolu Selçuklu Devleti'nin resmî dil olarak Farsça'yı kabul etmiş olmalarıdır. Türk Dili'nin resmî dil hâline gelişi ise, 1278 Konya'ya giren Cimrinin Karamanoğlu Mehmet Bey'i kendine vezir yapmış ve Karamanoğlu Mehmet Bey'in Türkçe'yi resmî dil ilan etmesiyle, devlet işlerinin görüldüğü resmî makamların ve sarayın dili, Farsça'dan Türkçe'ye çevrilmişti. Ancak, şunu hemen belirtelim ki, Karamanoğlu Mehmet Bey'in, her yerde Türkçe'nin dil olma kararı, bir müddet sonra Cimri hareketinin bozguna uğramasıyla, uzun sürmese de, Anadolu'da Türk Dili'nin en güzel ürünleri verilmeye başlanmıştı,

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin çağdaşı Yunus Emre, ana dili Türkçe ile, içli ve kendine has heyecâniyle şiirler söylüyordu. Mevlânâ tesiriyle Yunus Emre musammat tarzında aruz ve heceyle şiirler vücûda getirmiş, Risâîetü'n-nushiyye isimli mesnevi tarzındaki risalesini de 1308'de dilimize kazandırmıştı.
Yunus Emre, bir halk şâiri olmaktan çok bir divan, daha doğrusu bir mutasavvıf şâir olmakla birlikte, özellikle hece vezniyle yazdığı şiirlerle halka hitabettiği için halkın şâiri gibiydi. Yunus Emre, bir geçiş dönemi şâiri olması nedeniyle, aruz kalıbını kendi döneminde ustaca kullandığı hâlde, hece vezniyle de yazmış Allah, Azrail, cennet, cehennem, gassal, düşmen diye kullandığı kelimelerin yerine sırayla, aynı kelimelerin karşılığını Türkçe olarak Çalap ve Tanrı, Can alıcı, uçmak, tamu, yuyucu, yağı şeklinde
söylemiş, yeri geldikçe ilim karşılığı bili, demiş, fakat bütün bu duyguları inancından kaynaklanan bu güçlü şâir, şiirinin dokusunu oluşturan unsurları, dünyadan, çevresinden ve halktan almış, onda İran edebiyatının unsurları, hatta dînî unsurlar bu yerli maya ile yoğrulmuş gibiydi. Esasen, Yunus'un halka mal oluşu da buradan kaynaklanıyordu.

Aynı dönemde yaşamış olan Mevlânâ'nın büyük oğlu Sultan Veled de, babası gibi eserlerini Farsça olarak yazmış, Mevlevîliğin temelini atan Sultan Veled, aynı zamanda halka halkın diliyle hitabedilmesi gereğini duymuş, babasını Türkçe konuşan Anadolu halkına babası Mevlânâ'yı ve fikirlerini anlatabilmek İçin toplam 367 kadar türkçe şiir söylemişti. Anadolu'da doğup büyümüş olan Sultan Veled, eski Anadolu Türkçesi'ni kullanmakta da zorlanmamıştı. Ancak, onun eski Anadolu Türkçesi ile yazdığı şiirler, Yunus Emre'nin şiirleri gibi, halka mal olunamamış, belli bir zümreye inhisar etmiştir. Bilinmesi gereken bir şey daha var ki o da, hem dînî ve didaktik, hem de lâik diyebileceğimiz Sultan Veled'in bu şiirleri, Anadolu'da divan edebiyatının ilk mahsûlleri olduğu gerçeğidir.
XIII. ve XIV yüzyıllarda bir taraftan Yunus Emre'nin izinden giden, diğer yandan İran şairlerini örnek alan, özellikle Şehnâme yazarı Firdevs-i Tûsî gibi bir destan şâirinin veya Ferîdüddîn-i Attâr gibi bir sufi şairin ve Mevlânâ ile Sultan Veled'in yolunda giden şâirlere tesadüf ediyoruz.

Yunus Emre'nin yolunda gidenlerden Şeyhoğlu Satu, onun yolunda gittiğini söyleyen bir başka Yunus, İsmâil Ümmî, Hacı Bektâş-ı Velî'nin Makâlât'ını mensur olarak Türkçeye çeviren ve Yunus Emre’ye nazireler yazan Sa'îd Emre gibi şâirlerdir. Mevlânâ ve Sultan Veled'in yolunu izleyenler ise Âşık Paşa, Ahmed-i Gülşehrî ve Mes'ûd Gülşehrî'dir Bunlardan Âşık Paşa, mesnevi tarzında yazdığı Türkçe büyük bir tasavvufî eser olan Garîbnâme isimli eserini vermekle kalmamış, aynı zaman da Yunus tarzında ve musammat şeklinde şiirler de yazmıştır. Denilebilir ki Âşık Paşa, Garîbnâme isimli tasavvufî mesnevisi ile Mevlânanın yazdığı diğer şiirleri ile de Yunus'un yolunu tutmuştur. Öte yandan Ahmed-i Gülşehrî (ö. 1317) Felek-nâme ve Mantiku't-tayr isimli eserleriyle divan edebiyatına iki büyük eser kazandırmıştır.

Ahmed-i Gülşehrî, Mantiku't-tayr isimli eserinin konusunu Feridüddin Attar'dân almakla beraber onun eserinin tam tercümesi olmayıp, Mesneviden de bazı hikâyeleri alarak ortaya değişik ve orijinal bir Mantıku't-Tayr çıkarmıştır. Mes'ûd Gülşehrî ise, Farsçadan manzum olarak Türkçeye çevirdiği Süheyl ü Nevbahâr ve Ferheng-nâme-i Sa'dî ile şöhret kazanmıştır.

Bunlardan başka XIII. ve XIV. yüzyıllarda, Anadolu sahasında Divan edebiyatının kuruluşunda Ahmed Fakih (ö.618/1221), Şeyyad Hamza (XIII.-XIV/1), Hoca Dehhânî ve Dursun Fakıh (ö.1326) gibi şâirlerin de yer aldıklarını görüyoruz.

XIV. Yüzyıl
Dînî-tasavvufî, tarihî, ahlâkî ve hamasî eserlerin verildiği yüzyıl olan XIV. yüzyıl, oldukça farklılık arzeden bir yüzyıldır. Ahmedî (ö. 1413) başta olmak üzere bu yüzyılda Âşık Paşa (ö. 1332), Said Emre, Hoca Mesud, Yûsuf-ı Meddah, Sulı Fakıh, Şeyhoğlu Mustafa, Erzurumlu Mustafa Darîr (ö. 1393), Elvan Çelebi (ö. 1358'den sonra) gibi isimler sayılabilir. Azerî Türkçesi ile eserler vermiş olan Kadı Burhâneddin (ö. 1398) ile Seyyid Nesîmî (ö. 1404) Divan edebiyatının Osmanlı sahası dışındaki '"güçlü" temsilcileridir. Bunlar arasında en güçlü şâir kabul edilen Seyyid Nesîmî, hurûfîliğin kurucusu Fazlullah el-Hurûfî'ye intisab etmiş, şiirlerinde hurûfîliğin ana prensiplerini vermeye çalışmış, bu yüzden Halep'te derisi yüzülerek öldürüldüğünden, ikinci mansur olarak kabul edilmiş, Alevîlerce ise yedi büyük eren şâirden biri sayılmıştır. XV. yüzyılda Habîbî, XVI. yüzyılda da Fuzûlî, bu güçlü Azerî şâiri Nesîmî'nin tesiri altında kalmışlardır.

XV. Yüzyıl
Bu yüzyılda karşımıza çıkan ilk isim, hiç şüphesiz, Ahmed-i Dâî'dir. Bunun peşinden de, elbette, bu yüzyılın Şeyhü'ş-şu'arâsı olan Germiyanlı Şeyhî gelmektedir. Daha sonra yetişecek olan Ahmed Paşa (ö. 1496), yer yer Şeyhî'yi de geçecektir. Çağ içinde Necati (ö. 1509)'nin ayrı bir yeri vardır. Çünkü O, Türk şiirinde dil ve öz bakımından yeni bir merhaledir. Bu yüzyılda Avnî (Fâtih), Adlî (II. Bayezid), Cem Sultan gibi padişah şâirleri, Şehzade Korkut (Harimî)'u unutmamalıdır. Bunlardan ayrı Hümâmî, Cemâlî, Nişânî, Meliki, Mührî ve usta bir şâir olan Mesîhî de bu yüzyıl şairlerindendir. Mesnevi sahasında isim yapmış Hamdullah Hamdi, Behiştî ve Revânî de bu yüzyılın mesnevi şâirleri olarak sayılabilir. Tâcîzâde Cafer Çelebi ise, hem şiirde hem nesirde bu yüzyılın ustalarındandır. Bu çağa, nesir alanında damgasını vuran yazarlar ise Sinan Paşa, Mercimek Ahmed, Ahmed-i Bîcân, Firdevsî-i Tavîl (Uzun Fir-devsî) ve büyük tarihçi Âşıkpaşazâde gibi kişilerdir. Çağatay sahası ise Ali Şîr Nevâî’nin güçlü şiirleriyle kendini gösterir.

Gelişmekte olan XV. yüzyıl Divan edebiyatında, bunlardan başka, Hacı BayramVelî (ö. 1430) Eşrefoğlu Rûmî (ö. 1470) İbrahim Tennûrî (ö.1482) gibi hece veznini de kullanan ve, aruzla yazdıkları şiirlerde bile Yunus tesirinde kalan şâirler de yetişmiş, bir yandan Mevlid yazan Süleyman Çelebi (ö. 1422) ve Yazıcıoğlu Mehmed (ö. 1451) gibi tamamiyle dînî eserler yazan şâirler ile Akşemşeddin (ö. 1459), Kemal Ümmî (ö. 1475), Emir Sullan. (ö. 1429) ve Dede Ömer Rûşenî (ö. 1487) de bu yüzyıl içinde yetişen mutasavvıf şâirlerdendir.

Öte yandan halk edebiyatında da Kaygusuz Abdal, Yunus tarzında fakat, baştan sona orijinal ve çoğu hece vezniyle yazılmış şiirleriyle bugün
Alevî-Bektâşî edebiyatı denilen ve halk edebiyatın bütünüyle karakteristik bir kolunu oluşturan Halk edebiyatım kurmuştur.
XV. yüzyıl şâirleri arasında yetişen şâirler arasında, Germiyanlı Şeyhî ve Ahmed Paşa (ö. 1497) gibi tamamen İran şâirlerinin tesiri altında kalan şâirlere mukabil, Kemâl-ı Ümmî (ö. 1475), Necatî (ö. 1509) ve Ahî (ö. 1517) gibi yerli unsurları, atasözlerini, orijinal ve tabiattan alınma
mecazları kullanan şâirler de vardır ki, en çok hoşlanılanlar da bunlardır.

Değerlendirme Soruları
1. Divan edebiyatının dönemleri hakkında tarih zikrederek bilgiler veriniz?
2. Sebk-e Hindi dönemi ve temsilcilerini belirtiniz?
3. Divan Edebiyatı kronolojisinde XIII. Yüzyıl temsilcileri kimlerdir?
4. Divan Edebiyatı kronolojisinde XIV. Yüzyılda hangi isimler zikredilmektidir?
5. Divan Edebiyatı kronolojisinde XV. Yüzyıl temsilcileri kimlerdir?




14. Hafta
DİVAN EDEBİYATINDA KRONOLOJİ
14.1. XVI. Yüzyıl
Divan edebiyatı ve şiiri için XVI. yüzyıl bir ihtişam dönemi, bir "altın çağı" mesabesindedir. Bu yüzyıl, aynı zamanda Divan şâirlerinin istiklâllerine kavuştukları bir yüzyıldır. Bu yüzyılın başta gelen şâirleri, başta Azerî lehçesiyle şiir yazmakla beraber, yüzyıllar boyunca bütün Türk ülkesinde tanınan, sevilen ve okunan, şiirdeki kudret ve şöhretleriyle yaşadıkları çağı aşan Fuzûlî (ö. 1556) ve gazelde ileri giden ve İstanbul Türkçesini genel bir şiir dili hâline getirerek yüzyıllar boyunca unutulmayan Bakî (ö. 1600) olmak üzere, geniş hayal gücüne sahip olan Zatî (ö. 1546), aşk ve rindâne hayatın usta sözcüsü Hayalî (ö. 1557), sâde diliyle Nev'î (ö. 1599), insan ruhunu tahlilde gerçekden başarılı olan tenkitçi ve terkîb-i bendleriyle isim yapmış olan Rûhî-i Bağdadî (ö. 1605) bu yüzyılın usta şâirleridir.

Mesnevi alanında ise, yine Fuzûlî, hamse alanında bir orijinalite gösteren Taşlıcalı Yahya (ö. 1582), Câmî-i Rûm lakabıyla anılan Lâmi'î Çelebi (ö. 1532) ve Kara Fazlı (ö. 1564) başta gelmektedirler. Bu yüzyılın diğer önemli şâirleri olarak Emri (ö. 1575), Figânî (ö. 1532), Hayretî (ö. 1534) ve büyük bir aşkın mahsûlü olan ve Hz. Peygamberdin fizikî yapısı, tavrı
ve ahlâkı hakkında hadislerden derlediği esasları genişleterek mesnevi tarzında kaleme aldığı Hilye' siyle Hâkânî Mehmed Bey (ö.1606) sayılmalıdır. Bu yüzyıl, nesir alanında da önemli temsilcileri olan bir yüzyıldır. Tezkire alanında Sehî Bey (ö. 1548), Lâtîfî (ö. 1582), Âşık Çelebi (ö. 1572), Kınalızâde Hasan Çelebi (ö. 1603), Beyânî (ö. 1597) ve Ahdî (ö. 1593); tarih alanında Lütfi Paşa, Hoca Sa'deddîn (ö. 1599), Gelibolulu Mustafa Âlî (ö. 1600) ve Kemâlpaşazâde (ö. 1534); denizcilik alanında Şeydi Ali Reis (ö. 1562) ve Pîrî Reis (ö. 1554); münşeat alanında Feridun Bey (ö. 1583) Osmanlılarda nesrin birdenbire gelişmesinde yardımcı olmuşlardır.

Bu yüzyılda, Edirneli Nazmî (ö. 1555) ve Tatavlalı Mahremi (ö. 1535), Arapça ve Farsçanın dil ve edebiyatımıza en çok girdiği bir sırada, yepyeni bir iddia ortaya atmışlardır. Bu iki şâir, aruzla yazdıkları bazı şiirlerde Arapça ve Farsça kelime ve terkip kullanmayarak Türkî-i basit adını verdikleri yeni bir tarz oluşturmuş ve sâde Türkçe ile şiir yazmışlardır. Bu iki şâir, dil açısından oldukça önemli olan bu Türkî-i basit hareketini, bir yandan aruzla öztürkçe şiir yazmanın güçlüğü ve bu veznin Türkçeye uygulanabilmesinin mümkün olmayışı, diğer yandan, şairlik yönlerinin zayıf olması nedeniyle, bu Türkî-i basit hareketini bir fantazi (Heves, merak, hayal) olmaktan öte götürememişlerdir.

M. Fuat Köprülü'nün "Millî Edebiyatın İlk Mübeşşirleri" diye vasıflandırdığı ve haklarında makale yazdığı bu iki şâirden biri olan Tatavlalı şâir Mahremi, Türkî-i basit hareketinin öncüsü kabul edilmektedir. Âşık Çelebi, Mahreminin biyografisi hakkında bilgi verirken, onun Türkî-i basit tarzında şiir yazmasını hiç önemsemeden, şöyle diyor: "...ve bir Basit-nâmesi vardır ki elfâz ve teşbîhât ve temsîlâtı Türkî'dir; içlerinde lâfz-ı Arabî ve Acemî yoktur. Bu uslûbla bir iki gazel dahi dere eylemişti. Bu dahi andandır: "Gördüm seğirdir ol ala gözlü geyik gibi / Düştüm saçı tuzağına bön üveyik gibi". Görüldüğü gibi Âşık Çelebi, Mahreminin Basitnâme isimli bir eserinden ve manzum veya mensur mu olduğu bile anlaşılamayan bu eserin "elfâz ve teşbîhât ve temsîlâtı Türkî" olduğundan söz edilmekte ve hiçbir önem atfedilmemektedir. M. Fuat Köprülü, Mahremi ile ilgili Âşık Çelebi'nin söylediklerini naklettikten sonra, Tatavlalı Mahremî için, millî edebiyat tarihinde ona ayrı bir yer verilmeninin gerektiğini vurgulayarak şöyle demektedir: "Her nereden
mülhem olursa olsun, önce Türkî-i basit ile şiirler yazdığından, millî lisan ve edebiyat cereyanının âdeta ilk müjdecisi sayabileceğimiz bu şâir için, Millî Edebiyat tarihimizde çok mühim bir yer ayırmak mecburiyetindeyiz."

Durum böyle olmakla beraber, sonradan bazı şâirler, Türkî-i basit çeşidi de bulunsun diye Türkî-i basit tarzında da birkaç şiir yazmışlardır.
İbrahim Gülşenî (ö. 1534), Ahmed Sârbân (ö. 1546), Muhyiddin Üftâde (ö. 1580), Şah Hatâyî (ö. 1524), Vâhib Ümmî (ö. 1595), Pir Sultan Abdal (ö. 1590), Hâşimî Emir Osman (ö. 1595), Şemseddin Sivâsî (ö. 1597), Kul Himmet ve Muhiddin Abdal bu dönemin mutasavvıf şairlerindendir.

14.2. XVII. Yüzyıl
Avrupa’ya tamamen kapalı, İran edebiyatına ise kapılan ardına kadar açık olan ve İran edebiyatını örnek alan bir edebiyattan ne beklenirse XVII. yüzyıl divan şâirlerinden de o beklenebilir. Esasen bu edebiyat, İran klâsik edebiyatını örnek edinerek gelişmiş, teknik ve estetik açıdan aynı yolu takip etmişti. Böyle olmakla beraber, yavaş yavaş yerli olaylarla, atasözleriyle, şâirin içinde yaşadığı topluluğa âit his ve duygularıyla ayrı güzellik kazanmıştı.

XV. yüzyılda Necâtî ile birlikte tercümeden kurtulmuş olan Divan şiiri, daha sonra Ahî gibi kendi nev-i şâhsına münhasır şâirle gelişmiş, XVI. yüzyılda Bakî, dil birliğini sağlamış ve bu yüzyılda divan şiirinin en büyük şâirleri yetişmiştir.

XVII. yüzyılda İran'da Câmî (ö. 1492) ile klâsik devir kapanmış, fakat, bu defa Sebk-i Hindî adı verilen yeni bir tarzla, yeni klâsikler dönemi başlamıştı. Feyzî-i Hindî (ö. 1595) ve Örfî-i Şîrâzî (ö. 1590)'den itibaren başlayan bu dönem, özellikle Zuhuri (ö. 1615), Tâlib (ö. 1626), Sâib (ö. 1655) ve Kelîm (ö. 1651) gibi çok güçlü temsilciler yetiştirmişti. XVII.
yüzyılda da Osmanlı divan şâirlerine, İran şâirleri ve bu arada kendi içlerinden yetişen şâirler örnek oldular.

Divan şâirleri XVII. yüzyılda Hâfız-ı Şîrâzî, Sa'dî-i Şîrâzî, Enve-rî gibi klâsik dönemin üstad şâirlerini unutmayıp gerektikçe onları anmakta beraber, Nef'î'den itibaren Örfî'nin etkisi görülür. Nef'î, kendisini Örfî ve Muhteşem (ö. 1587)'den de üstün olduğunu söylerken, Hâfız-ı Şîrâzî'nin üstün olduğunu da teslim eder. Nef'î, bu düşüncelerini şu beyitlerle ifâde eder:

Neşâtî ve Nailî, özellikle İran şâiri Kelîm'ın yolunu tutmakla beraber, Şeyhu'l-İslâm Yahya, Riyâzî, Şeyhu'l-İslâm Bahâyî, Cevrî (ö.1654), Fehîm-i. Kadîm (ö.1648), Vecdî ö.1660), Nedîm-i Kadîm (ö.1670), Neşâtî, Nailî ve Fasîh (ö.1699) XVII. yüzyılın mazmun meydana getirmekte en ileri ve üslup akıcılığında en usta şairlerindendir. Bu çığır, XVIII. yüzyılda bir taraftan Nedim'in yetişmesine, öte yandan da Kelîm, Sâib ve Şevket-i Buhârî etkisiyle Şeyh Gâlib'in ortaya çıkmasına zemîn hazırlamıştır.

Bu yüzyılda Divan şiiri, XVI. yüzyılda sağlam temeller üzerine oturmuş olan divan şiiri üzerine gelişir. Bu yüzyılın temsilcileri olarak Kasîde ustası Nef'î (ö. 1635)'yi, hikemiyât şâiri Nâbî (ö. 1712)'yi, samimî edâh Şeyhu'l-İslâm Yahya (ö. 1644) ve Sebk-i Hindî akımının ilk temsilcileri olan Nailî (ö. 1666) ile Neşâtî (ö. 1674) bu yüzyılın usta şâirleridir. Bunlardan ayrı Bahâî (ö. 1654), Fehîm-i Kadîm (ö. 1648), Sabit (ö. 1712) ve Nâdiri (ö. 1626) de ilk akla gelen diğer şâirlerdir.
Nesir alanında sâde ve süslü eserler verilmiştir. Bu yüzyılın nesir ürünleri olarak bir tarafda Evliya Çelebi (ö. 1682)'nin Seyâhat-nâme'si, diğer yanda ise Veysî (ö. 1628)'nin Siyer-i Veysî’si vardır. Kâtip Çelebi (ö. 1657)'nin, başta Keşfü'z-zunûn olmak üzere, çeşitli alanlarda yazdığı ilmî eserlerle, Naîmâ (ö. 1716) ve Peçevî (ö. 1649) tarihleri; Koçi Bey'in
Risâle'si (telifi: 1631) bu yüzyılın önemli çalışmalarıdır. Nergisi (ö. 1635) ile Veysî'nin süslü nesirleri bu yüzyıla ayrı bir çeşni katmaktadır.
Tezkireci olarak da Sâdıkî, Yümnî (ö. 1662), Riyâzî (ö. 1644), Kafzâde Fâizî (ö. 1622), Rızâ (ö. 1671), Âsım (ö. 1675) ve Güftî (ö. 1677) anılması gereken isimlerdendir.

Hüseyin Lâmekânî (ö. 1624), Aziz Mahmud Hüdâyî (ö. 1628), Ankaravî İsmail Efendi (ö. 1631), Abdülmecid Sivâsî (ö. 1639), Abdülahad Nuri (ö. 1650), Akkirmanlı Nakşî (ö. 1651), Oğlan Şeyh İbrahim (ö. 1655), Elmalılı Ümmî Sinan (ö. 1657), Sarı Abdullah Efendi (ö. 1660), Fenâyî (ö. 1665), Sun'ullah Gaybî (ö. 1676), Niyazi Mısrî (ö. 1693) de bu asırda yaşayan önemli mutasavvıf şairlerdendir.
Fenâyî mücrime hiç çâre olmaz senden olmazsa
Me'âsîde ki zîrâ müntehâdır yâ Rasûlallah
Odabaşı Şeyhi Fenâyî (ö. 1703)

14.3. XVIII. Yüzyıl
Her yüzyılın, bir önceki yüzyıldan farklı tarafları olacağı şüphesizdir. Teknik ve estetik açıdan aynı temel ve esaslara dayanmakla beraber, birbirinden bazı fark ve Özellilerle ayrılan XVII. yüzyıl divan edebiyatı, XVIII. yüzyılda her alanda usta şâirlerini vermiştir. Bu yüzden XVII. yüzyıl bir hazırlanma ve geçiş devri, XVIII. yüzyıl ise verim devridir.
Bu yüzyılda Divan edebiyatı, İran edebiyatının tesirinden kurtularak kendi benliğine kavuşur, mahallileşir. İstanbul Türkçesi'nin başta gelen temsilcisi ve büyük şâiri Nedîm (ö. 1730), kendi döneminin orijinal şâiri olduğu gibi, Divan edebiyatı döneminin de nev'-i şahsına münhasır şâiri sayılır. Şeyh Gâlib (ö. 1799) ise Sebk-i Hindi akımının ve bu dönemin en güçlü temsilcisi ve şâiridir. Bu yüzyılda anılması gereken diğer şâirler ise Nazîm Yahya (ö. 1727), Sünbülzâde Seyyid Vehbî (ö. 1736), Nahîfî Süleyman (ö. 1738), Koca Râğıb Paşa (ö. 1763), Haşmet (ö. 1768), Fıtnat Hanım (ö. 1780), Esrar Dede (ö. 1796), Enderunlu Fâzıl (ö. 1810), Sürûrî (ö. 1814), gibi şâirlerdir.
Nesir alanında tarihçilerden Silahdârzâde ve Râşid (ö. 1735), tezkirecilerden Salim (ö. 1743), Safâyî (ö. 1725), Belîğ (ö. 1729), Râmiz (ö. 1785), ve Esrar Dede'dir. Değişik konularıyla Kâmî (ö. 1723), bu yüzyılda dikkat çeken diğer yazarlardandır.
Dönemin önemli mutasavvıf şairlerinden ikisi Bursalı İsmail Hakkı (ö. 1724) ve Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö. 1772)'dır. Nasûhî (ö. 1717), Neccarzâde Şeyh Rızâ, Cemâlî (ö. 1750) Salâhaddîn Uşşâkî (ö. 1782) ve Üsküdarlı Haşim (ö. 1782) de bu dönemde yaşayan diğer mutasavvıf şairlerden bazılarıdır.

14.4. XIX. Yüzyıl
XVIII. yüzyılda divan edebiyatı en büyük üstadlarını vermişti. Şeyh Gâlib, İran'ın neo-klâsik şiirini Türkçe'de örneği görülmemiş bir tarzda kullanmış ve başarıya da ulaşmıştır. Kaside, gazel, mesnevi nazım şekilleri bütünüyle işlenmişti. Nedîm ise, daha önce en ince hayalleri örmüş, en şuh şarkıları söylemişti.

Artık Türk divan edebiyatının ekseni İran değil, Batı dünyası veya Fransız edebiyatı idi. Türk edebiyatı, İran edebiyatından nasibini aldığı kadar, bu edebiyattan, Fransız edebiyatından da alacaktı.
Bu yüzyılın başında Arapçadan Fîrûzâbâdî (ö. 817/1414)'nin el-Kâmûsu'l-muhît'ini, Farsçadan Burhân-ı Kâtı' isimli lügatleri dilimize çeviren Mütercim Âsim (ö. 1819)'ı görüyoruz. Bu yüzyılda, gözden kaçırılmaması gereken bir şey vardı ki o da, mahallîleşme cereyanının hızla ilerlemiş ve gelişmiş olmasıydı. Fakat, bu yerlileşme ve ilerleyiş, Nedim'de olduğu gibi estetik incelikte olmasa da, eskiyi istediği kullanamayan Enderunlu Vâsıf (ö. 1824), örnek alıp taklit ettiği eskiyi giyim-kuşama, kadın konuşmalarına, mahallî tabirlere varıncaya kadar yerlileştirerek döneminin özelliklerini tesbit ediyordu. Keçecizâde İzzet Molla (ö. 1829) da, divanında, güçlü bir divan şiiri temsilcisi olmakla beraber, Mihnet-keşân isimli mesnevisinde İstanbul'lu ile taşralının görüş, düşünüş, anlayış, hatta anlatış özelliklerini belirtmiş, bize, henüz sosyal hayatımızda ele alınıp incelenmemiş fakat, incelenmeye hazır bir belge vermişti.

Bu yüzyılda, Şeyhu'l-İslâm Arif Hikmet (ö. 1859), divan şiirinde ustaca eserler veren şâirlerle birlikte, Âkif Paşa (ö. 1845) gibi bazı nesirlerinde sâde dil kullanan, hatta hece vezniyle bir de şiir yazan, sonradan yanlış bir hükümle Avrupai edebiyatın müjdecisi sayılan, veya Sa'dullah Paşa (ö. 1891) gibi divan şiiri tekniğine uyarak, içinde bulunduğu yüzyılın keşif ve kâtlarını dile getiren şâirler de vardır.
Bu yüzyıl, Batı tesirindeki Türk edebiyatı karşısında Divan edebiyatının gerilemeye yüz tuttuğu dönemdir. Artık, önceki yüzyıllar gibi usta şâir ve yazarlar yetişmemekte, son demlerini yaşamaktadır. Ancak, eskinin tekrarı gibi de olsa, Enderunlu Vâsıf (ö. 1824), Keçecizâde İzzet Molla (ö. 1829), Âkif Paşa (ö. 1845), Şeyhu'l-İslâm Arif Hikmet (ö. 1859),

Leskofçalı Gâlib (ö. 1864), Yenişehirli Avnî (ö. 1883), Osman Nevres (ö. 1876), Âdile Sultan (ö. 1899) ve Kâzım Paşa (ö. 1889) bu edebiyat ve bu yüzyılın son temsilcileridir. Ayrıca, Ahmed Sûzî (ö. 1830), Müştak Baba (ö. 1832) ve Turâbî (ö. 1868) dönemin önemli mutasavvıf şairlerindendir.
Daha sonra yetişecek ve Tanzimat dönemini temsil edecek olan Şinâsî (ö. 1871), Ziya Paşa (ö. 1880), Nâmık Kemâl (ö. 1888) gibi şâirler ise, Divan edebiyatını çok iyi bilen ve o kültürle yetişen kişiler olmakla beraber, yüzyıllarca devam eden Divan edebiyatının yıkılışına zemîn hazırlayan ve yardımcı olan kişilerdir. Bu dönemin nesir yazarları ise Şânîzâde Atâullah (ö. 1826) ile Mütercim Âsim (ö. 1819), tarihçi Es'ad Efendi (ö. 1848) anılması gereken isimlerdir. Bu dönemin tezkirecileri olarak da Fatîn (ö. 1867) ve Mehmed Emin Bey (ö. 1874) sayılmaya değer isimlerdir.

Değerlendirme Soruları
1. XVI. Yüzyıl divan edebiyatının özellikleri nelerdir?
2. XVII. Yüzyıl divan edebiyatı temsilcilerinden en önemlileri kimlerdir?
3. XVIII. Yüzyıl divan edebiyatı hakkında bilgi veriniz?
4. XIX. Yüzyıl divan edebiyatı hangi yönüyle ön plana çıkmaktadır? Belirtiniz?
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Sakarya İlitam Tasavvuf Tüm haftalar Medine-web SAKARYA İlitam 10 20 Ekim 2016 10:40
Türk İslam edebiyatı soru-cevap bölümü Medineweb Türk İslam Edebiyatı 24 19 Mart 2016 22:40
Türk İslam Edebiyatı 2013 Tek Ders Sınavı nurşen35 Türk İslam Edebiyatı 3 01 Mart 2016 22:30
Türk İslam Edebiyatı 6. Ünite Özeti nurşen35 Türk İslam Edebiyatı 1 13 Şubat 2016 12:29
Türk İslam Edebiyatı Sınav Soruları f_kryln Türk Dili ve Edebiyatı Tarihi 0 01 Kasım 2013 16:51

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.