Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.İLİTAM İLAHİYAT LİSANS TAMAMLAMA.::. > İlitam 4.Sınıf Dersleri > İlitam 4.sınıf Genel Paylaşımlar

Konu Kimliği: Konu Sahibi enderhafızım,Açılış Tarihi:  23 Aralık 2013 (16:19), Konuya Son Cevap : 28 Ocak 2017 (16:24). Konuya 16 Mesaj yazıldı

Beğeni Aldı2Kez Beğenildi
Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 23 Aralık 2013, 16:19   Mesaj No:1
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:39
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:174
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
evtx KUR”AN Tercüme Teknikleri Ders Notları (14 Hafta FuLL)

KUR”AN Tercüme Teknikleri Ders Notları (14 Hafta FuLL)

Hazırlayan: Işıklı



KUR”AN TERCÜME TEKNİKLERİ

1.HAFTA


1.TERCÜMENİN LÜGAT MANASI:
Sözlükte; “bir kelâmı, bir dilden başka bir dile çevirmek”, “bir sözü diğer bir dilde tefsir ve beyân etmek”, “bir lafzı, kendisinin yerini tutacak bir lafızla değiştirmek” gibi mânâlara gelirse de, bu kelimenin başlıca manaları şunlardır:
1. Sözün ulaşmadığı kimseye onu ulaştırmak, kendisine ulaşılmayan kişiye bir sözü tebliğ etmek, ulaştırmak demektir.
2. Bir sözü, söylendiği dilde tefsir edip açıklamaya tercüme denir. Meselâ İbn Abbâs hakkında “O, Kur’ân’ın tercümanıdır.” denilmesi bu mânâdadır.
3. Bir sözü, kendi dilinden başka bir dile tefsir edip açıklamaya da tercüme denir. “Mütercim” bir sözü başka bir dilde ifade eden kişidir.
4. Sözün bir dilden diğer bir dile nakletmeye tercüme, bu sözü nakledene de tercüman denir.
­-Sözlüklerde ifade edilen bu dört mananın ortak noktası hepsinde bilinmeyen veya kapalı kalan bir sözün “açıklanma, beyân” anlamı vardır.

2. TERCÜMENİN ISTILAHİ MANASI:
Istılahî bir tabir olarak, “bir sözün mânâsını diğer bir dilde, dengi bir ifade ile aynen olduğu gibi dile getirmektir.” Tercüme, bir kelamı başka bir dilde bütün mana ve maksatlarını yerine getirerek denk lafızlarla ifade etmektir, şeklinde de tarif edilebilir.
Tercümenin, Elmalılı’nın dediği gibi; aslının anlamına tamamen uygun olması için açıklıkta, delâlet ettiği mânâda, özetlemede, etraflıca açıklamada, umûmî mânâda, özel mânâda, kayıtsız ve şartsız olmada, kayıt ve şarta bağlamada kuvvette, isabet etmede, güzel anlatmada, beyân üslubunda; kısacası ilimde ve sanatta, asıldaki anlatım tarzına uygun olması gerekir.

3. TERCÜMAN VE MÜTERCİM:
Tercüme kelimesinden türeyen ve Arapçada yaygın olarak kullanılan tercüman kelimesi Türkçeye de bu yaygın şekliyle geçmiştir. Buna göre tercüman, “dil tefsircisi”olup bir dilde söylenen bir sözü başka bir dile sözlü olarak çeviren, açıklayan ve yorumlayan kişidir.
Mütercim, ترجمfiilinden türemiş ism-i fâil olup, bir metni tercüme edendir. Bu kelime, “tercüman” kelimesiyle anlam bakımından örtüşmekle birlikte aralarında şöyle bir fark vardır: Tercüman, bir dilde söylenen bir sözü, başka bir dile sözlü olarak çeviren, mütercimise, yazılı bir metni bir dilden başka bir dile yazıyla aktarandır. Kısaca, tercüman çeviri işini sözlü; mütercim ise, bunu yazılı olarak yapan kişidir.

Genel olarak tercümenin yapılabilmesi için bazı şartlar gerekmektedir. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:
1. Mütercimin her iki dilin kurallarını bilmesi,
2. Dilin kendine has hususiyet ve üsluplarını kavraması,
3. Tercüme asılla bütünleşebilmeli, müstakil ve aslın yerine geçebilmeli,
4. Yapılan tercümede her iki dilde gerek zamirler gerekse bağlaçlar arasında uyum bulunmalıdır.

4. TERCÜMENİN ÇEŞİTLERİ:
1. Harfî (Lâfzî) Tercüme
Nazmında ve tertibinde aslına benzetilmesi gözetilen veya diğer bir deyimle mürâdifi mürâdifinin yerine koymayı esas alan tercümedir. Bu şekildeki tercüme, tercüme edilecek metindeki her kelimenin birer birer ele alınıp, onların yerine geçebilecek diğer dildeki lafızların her yönden gözden geçirilerek yerine konulması şeklinde yapılan bir tercümedir. Bu tür bir tercüme, herhangi iki dilin söz dizimi ve fonetiği aynı olmayacağı için, mümkün değildir.
Bu şekil tercümede, asıl metindeki hiçbir kelime atılmaz ve ona ilaveler de yapılmaz. Asıl metnin anlamını aksettirmesi bakımından bu tercüme tarzı, edebî eserlerde özellikle Kur’ân-ı Kerim’de kullanımı son derece güç, hatta bazen imkânsız görülen bir yöntemdir.
2. Manevi (Tefsirî) Tercüme
Asıl dildeki kelimelerin tertibine ve nazmına bağlı kalmaksızın herhangi bir sözün anlamını bazı şerh ve izahlarla başka bir dile nakletmektir. Bu tercüme tarzında önemli olan,tercüme edilecek metindeki gaye ve maksatların güzel bir şekilde ifade edilebilmesidir.
Yani harfî tercümenin esas niteliği sayılan “Nazmında ve tertibinde asla benzeme” özelliği bu tercüme tarzında söz konusu değildir.
Mütercim, diğer dilde anladığı manayı hedef dile kendi ifadeleriyle aktarmaktadır. Dolayısıyla tercüme bu anlamda, tefsir olarak anlaşılmaktadır. Bundan dolayı tefsirî tercüme, harfî tercüme gibi zor bir tercüme olarak görülmemektedir. İşte bu özelliği sebebiyledir ki, günümüz tercümelerinde daha çok tefsirî tercümeye itimat edilmekte ve bu tercüme tarzı daha üstün tutulmaktadır.

5. MEALİN SÖZLÜK MANASI:
Te’vil kelimesi gibi“evl” kökünden türeyen Meâl kelimesi sözlükte “dönmek, bir şeyden dönmek, noksan olmak, bir şeyi eksiltmek, son, sonuç, çıkarım” gibi anlamlara gelmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’in lâfzî olarak tam bir tercümesi yapılamayacağına göre, O’nu sadece aslına yakın bir şekilde ifâde etmeye çalışılmış ve buna Kur’ân’ın tercümesi denmekten kaçınılmış, tercüme yerine meâl lafzı kullanılmıştır.

6. MEALİN ISTILAHİ MANASI:
Meâl kelimesinin ıstılah manası, sözlük anlamlarından “bir şeyi eksiltmek, noksan olmak” anlamıyla irtibatlandırılarak, “bir sözün mânâsının her yönü ile aynen değil de, biraz noksanı ile ifade edilmesi” şeklinde tanımlanmıştır. İşte Kur’ân-ı Kerim tercümesi için kullanılan meâl kelimesi, O’nu, aynen tercümeye imkân olmadığına, daha doğrusu yapılan işte bir eksikliğin mevcut olduğunu belirtmek içindir.
Aslında meâl kavramının terimleşmesi, özellikle, 1925 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde uzun tartışmalardan sonra Kur’ân’ın Türkçe tefsirinin Elmalılı’ya tevdi edilmesinden sonra olmuştur. Nitekim onun, te’lif ettiği ve yaygın ismi Hak Dini Kur’ân Dili olan bu eserinin diğer ismi Yeni Meâlli Türkçe Tefsir’dir.
Kendisinin, “Kur’ân’ı tercüme etmeyip mefhum tarzında bir Meal yazdığını” söylemesi, hatta daha önce yapılmış tercümelere ‘Kur’ân Tercümesi’ yerine ‘Türkçe Kur’ân’ denmesini şiddetle eleştirmiştir.
Özellikle Kur’ân için yapılan tercümenin eksik ve yetersiz olduğunu itiraf ve ifade etmek için “meâl” kelimesinin kullanılması gereklidir. Zira, tercüme aslın yerini tutar, “meâl” ise aslın yerini tutmaz; o sözün biraz eksiğiyle başka bir dile aktarılmasıdır. Mehmet Akif de bundan dolayı yaptığına “tercüme” değil de “meâl” denmesini şart koşmuştur.
Elmalılı’nın tefsirine “Meâl” ismini vermesinden sonra, artık Kur’ân tercümelerine meâl isminin verilmesi başlı başına bir teamül halini almıştır.

7. TERCÜME VE MEAL AMELİYESİ:
Çeviri ile özgün metin arasındaki dilsel ilişki bakımından, tercümenin nasıl bir ameliye olduğu konusunda üç farklı anlayıştan söz etmek
mümkündür:
1. Okuyucuyu metinin lisanının anlam kazandığı canlı konuşma ortamına götürme; okuyanı ya da dinleyeni, söyleyenin birinci muhataplarının kavrama ve atıf dünyasına taşımak çabasıdır ki,sebebi nüzulünü de aktarmakla bu mümkündür.
2. Metni okuyucunun dil dünyasına getirmek; yani “şayet metin ya da söz okuyucunun kendi dilinde söylenseydi, bu metin nasıl ifade edilebilirdi?” sorusunu daima göz önünde tutarak yapılan çeviri.
3. Metnin dil dünyası ile okuyucunun dil dünyası arasında aracılık yapma faaliyeti. Burada, okuyucu ile metnin dili, yeni bir dünyada buluşturulur.
-Bir metni başka bir dili aktarmakta tercümenin bu üç işlevi de kullanılırsa, ortaya üç farklı metinden oluşan bir çeviri çıkar.

Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi enderhafızım 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
En Pratik Sağlık Bilgileri Pratik / Faydalı Bilgiler enderhafızım 0 175 14 Ekim 2023 13:10
Kur'an Güzel Konuşun Diyor, Konuşuyor... Serbest Kürsü su damlası 3 2570 24 Kasım 2016 14:16
Geeflow - Diriliş (15 Temmuz Darbe Rap Şarkısı) İlahiler/Ezgiler enderhafızım 0 2101 23 Kasım 2016 12:06
Otuz Kuş & Dursun Ali Erzincanlı (Şehit Ömer... İlahiler/Ezgiler Esma_Nur 1 2832 23 Kasım 2016 11:44
15 Temmuz Demokrasi Marşı (İndir) İlahiler/Ezgiler enderhafızım 0 2415 23 Kasım 2016 11:10

Alt 23 Aralık 2013, 16:19   Mesaj No:2
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:39
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:174
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: KUR”AN Tercüme Teknikleri Ders Notları (14 Hafta FuLL)

2. HAFTA

KUR’AN’IN EDEBİ İ’CAZI BAĞLAMINDA TERCÜMENİN İMKÂNI
1. İ’CAZ:
Yüce Allah, peygamber olarak seçtiği kullarına, diğer insanların inanmalarını sağlamak için mu’cizeler vermiştir.
O halde mu’cizelerin en büyük özelliği, peygamberi bu davasında haklı çıkarmak, onu te’yit etmektir.
Hz. Peygamber de peygamberliğini te’yit etmek ve insanların kendisine inanmalarını sağlamak gayesiyle serdettiği en büyük mu’cize, şüphesiz ki Kur’ân-ı Kerim’dir.
Bu mu’cize, her zaman ve zeminde geçerli olması, her yönüyle aciz bıraktığının her an müşahede edilmesi hasebiyle, diğer peygamberlere verilen mu’cizelerin en büyüğü ve en önemlisidir.
Diğer peygamberlerin mucizeleri hissidir. Yani gözle görülüp algılanan, sadece bulundukları döneme hitap eden özellikler içerir. Peygamberimiz (S.A.V.)’in ise son peygamber olması, getirdiği kitabın da en son kitap olması sebebiyle, Kur’ân mu’cizesi, kıyamete kadar devam edecek ebedi bir mu’cizedir.
İ’caz, Bir kimsenin aczini ortaya çıkarmak, birini aciz kılmak veya aciz bulmak demektir. Kur’ân–ı Kerim’de, bu anlamda acz kökünün fiil ve isim şekli kullanılmıştır.
Meselâ:“Ne göklerde, ne de yerde Allah’ı âciz bırakacak hiçbir şey yoktur.” veya “siz Allah’ı âciz kılacak değilsiniz” âyetlerinde böyledir.
Fakat bu kökün İslâm’da çok önemli iki dinî terim teşkil edecek olan i’caz masdarı ile onun ism–i faili olan mûcize kelimeleri Kur’ân’da geçmez. İ’cazın, “Hz. Muhammed’in (s.a.v.) nübüvvet iddiasını doğrulamak üzere, onun meydan okuması ile birlikte olarak, Kur’ân’ın benzerini getirmekten beşeriyeti âciz bırakma” şeklindeki ıstılah mânâsının ortaya çıktığı zamanı belirlemek zordur. 10. asırdan itibaren yapılan müteaddid tarifler, kayda değer farklılık arz etmez. İ’caz kelimesi 9. asrın ikinci yarısından itibaren yayılmaya başlamış ve bu asrın sonlarında “belâgatçe erişilmesi imkânsız” mânâsını ifade eder olmuştur.
Kur’ân’ın meydan okumasında muarızlarından istediği nazire, Kur’ân’a aynen benzer bir kelâm değildir. Zaten bir edip tarafından söylenen söze tamamen benzer söz söylemenin imkânsızlığı ortadadır. İstenen bu olsaydı her çıkan diyebilirdi ki; “İşte ben de bir söz söylüyorum.
Benzerini söyleyin bakalım!” Kur’ân’ın muarızından istediği şudur: “Tarzı ve usûlü ne olursa olsun, mizacı ne olursa olsun, sahibinin güzel bulup söyleyeceği bir kelâm.” Öyle ki, beyan üstünlüğünün kriterleri ile ölçüldüğünde Kur’ân’la at başı yürüyen veya ona yaklaşan bir kelâm olsun. Yani Kur’ân’ın beklediği yaklaşma, edebiyat yarışmalarında aranan yaklaşmadır.

2. KUR’AN’IN MEYDAN OKUMASI (TEHADDİSİ):
Hz. Peygamber (a.s.)’ın nübüvvetinin başta gelen delili, Allah tarafından kendisine verilen Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ânın Allah’ın sözü olması, i’caz vasfına sahip olmasıyla tezahür etmiştir. İ’cazı da, itiraz eden kâfirlere tehaddi etmesi,yani benzerini yapmaları konusunda onlara meydan okuması ile ortaya çıkmıştır.



Kur’ân’ın tehaddisi şu dört safhada olmuştur:

Birinci Safha
Kur’ân ilk meydan okuduğunda, “Kur’âna benzer bir söz istedi” ayetinde de Kur’ân’ın tümüne benzer bir nazire istemiştir.
” De ki: “Yemin ederim! Eğer insanlar ve cinler, bu Kur’ân’ın benzerini yapmak için bir araya toplansalar, hatta birbirlerine destek olup güçlerini birleştirseler bile, yine de onun gibi bir Kitap meydana getiremezler.”
Bu âyet i’caz konusunda meydan okumanın en kapsamlı ifade edildiği âyettir.
Kısaca şunları ihtiva eder:
1. Üslubu, delilleri, konuları, öğretileri, muhtevasının zenginliği, gaybe dair verdiği haberler gibi yönlerden mûcizedir. Değil bir insan, bütün insanlar ve cinler bir araya toplansalar da Kur’ân’ın benzerini yapamazlar.
2. Hz. Muhammed daha önce içinizde kırk yıl yaşadı, bu misyonunun en ufak bir emaresi bile onda görülmedi.
3.Vahiy hali dışında söylediği sözlerle vahiy olduğunu bildirdiklerini kıyaslayın. Arapçaya vakıf olan herkes, hadislerle Kur’ân’ın ayrı ayrı zatların sözleri olduğunu kabul eder.
İkinci Safha
Uydurma hikâyelerden de olsa on sûrenin benzerini getirmelerini istedi.
“Yoksa “Kur’ân’ı kendisi uydurmuş” mu diyorlar. De ki: “İddianızda tutarlı iseniz,haydi belagatte onunkine benzer on sûre getirin, isterse kendi uydurmanız olsun ve Allah’ tan başka çağırabileceğiniz herkesi de yardımınıza çağırın! Eğer bu dâvetinizi kabul etmezlerse, bilin ki o ancak Allah’ın ilmiyle indirilmiştir ve O’ndan başka ilah yoktur. Nasıl, artık hakka teslim olup Müslüman oluyorsunuz değil mi?”
Üçüncü Safha
Hiç değilse bir sûrenin mislini getirmelerini istedi.
“Yoksa “Onu kendisi uydurmuş” mu diyorlar? De ki: “Öyleyse, iddianızda tutarlı iseniz haydi onunkine benzer bir sûre ortaya koyun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz kim varsa hepsini de yardımınıza çağırın.”
Dördüncü Safha
Daha sonra da bir sûresinin, her hangi bir yönden benzeri olabilecek bir naziresini yapmaya çağırmış ve her defasında diledikleri herkesten yardım alabileceklerini söylemiştir.
“Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’ânın Allah’ın sözü olduğu hakkında şüpheniz varsa, haydi onun sûrelerinden birine benzer bir sûre meydana getirin ve Allah’tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın, iddianızda haklı iseniz! Bunu yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- çırası insanlarla taşlar olan ve kâfirler için hazırlanmış o ateşten sakının”
Ne nüzul asrında, ne de ondan sonra bir cevap çıkmadığından Kur’ân’ın i’cazı sabit olmuştur.

3. MEYDAN OKUMANIN ÖZELLİKLERİ:
İ’caz, Kur’ân’ın bizatihi beyanında bulunup, gerek Arap dilinde olan edebî nevilerden ve gerekse diğer dillerdeki ifade tarzlarından farklı olmasındadır.
Kur’ân’ın meydan okuduğu ilk muhataplar beşer kelâmı ile beşer kelâmına ait olmayanı ayırt edecek kapasitede idiler. Arap ediplerinden en kolaylarına gelen şey istendi. Onlar bundan âciz kaldıklarından, kendileri için en zor, en tehlikeli yolu seçtiler, yani dünyada beceriksizlik, akılsızlık, savaş,mağlûbiyet, âhirette ise ebedî azap tarafını tercih etmeye mecbur kaldılar.Kur’ân, müşrik Arap ediplerini, gururlarına dokunup kızdırarak meydana çağırmış,gitgide kolaya doğru, muhtelif safha ve şekillerde bu teklifini tekrarlamıştı: Kur’ân öylesine kızdırıyordu ki, bu tahrik en gayretsiz bir şahsın bile öfkesini alevlendirmeye yeterdi.
Kur’ân’ın meydan okuması dört kısım malumata sahip olan kimselere olmuştur:
1.Belagat ve fesahat sahipleri.
2.Şiir ve hitabet erbabı.
3.Kâhinler ve gaibten haber verenler
4.Geçmiş hadiseleri ve kâinat olaylarını bilenler.

4. KUR’AN’IN TERCÜMESİNİN İMKÂNI:
Kur’ân’ın dilinde yeni olan taraf, hangi sahada söz söylüyorsa söylesin daima en üstün malzemeyi ve kast olan manaya en iyi giden ifadeyi seçmesi; her harfi, her kelimeyi yerli yerine koymasıdır. Öyle ki, mana, lafzında en şeffaf, en berrak aynasını, en mükemmel suretini; lafız ise manada en emin vatanını, en sağlam yerini bulmaktadır. Hülasa Kur’ân üslup ve beyan sanatının en ideal şeklini insanın önünde sergiliyor.
Kur’ân, Arap edebiyatının en parlak olduğu dönemde nazil olmuştur. İşte Kur’ân fesahati, belagati, beyan, bedi’ ve letafetiyle Arap toplumunu şaşkına çevirmiş, en ünlü şairleri ve hatipleri adeta lâl etmiştir. En azılı müşrikler bile, Kur’ân’ın bu fesahat ve belagati karşısında hayranlıklarını gizleyememiş; bunlardan bir kısmı bu harikulade eserin cazibesine kapılarak iman etmiştir.
Daha ziyade Kur’ân’ın lafızlarına yönelik olan fesahat ve belagati tercümelerde tamamen yok olmaktadır. Özellikle harfi tercümeyle Kur’ân’daki kelimelerin yerine ikame edilecek başka dildeki kelimelerin, onların yerini tutması, taşıdığı manayı ihtiva etmesi, Kur’ân’daki gibi harikulade bir güzellikte dizilmesi beşer takatinin fevkindedir.

5. BESMELENİN MEALİ:
Elmalılı şöyle diyor: “Besmelenin dilimize göre mümkün farz edilebilecek tercemesi şu şekillerden biri olması gerekir:
1- Çok merhamet edici bir Rahmân olan Allah’ın ismi ile (lâm mânâsına olan tamlama)
2- Rahmân, Rahim olan Allah’ın ismi ile (lâm mânâsına olan tamlama)
3- Rahmân-ı Rahîm olan Allah ismi ile (yahut adı ile açıklama tamlaması )
4- Rahmân Rahim olan Allah adına.
Fakat ilk bakışta bu dört şeklin her birindeki “olan” sıfat bağlacı, yanlış bir anlamaya yol açıyor. Çünkü “olmak” fiili dilimizde hem var olma, hem de durumun değişmesi mânâlarında ortak olarak kullanıldığından dolayı;önceden değil imiş de sonradan Rahmân-ı Rahim olmuş, sonradan meydana gelmiş gibi bir mânâyı ifade edebilir. Olan yerine bulunan kelimesini de bağlaç olarak kullanmak iyi olmuyor. Bundan dolayı bu bağlacın düşürülmesi ile;

5- “Rahmân, Rahim, Allah’ın ismi ile veya
6- Rahmân, Rahim Allah ismi ile” demek daha doğru olacaktır. Bunda da Allah zat isminin en önemli olan öne alınmasına riayet edilmemiş ve neticede araya giren fiil ile rahmetin arası açılmış olur. Bundan dolayı Allah ismini sıfatları ile beraber bir isim gibi anlatarak;
7- Allah-i rahmân-i rahim ismi ile, veya;
8- Allah-i rahmân-i rahîm’in ismi ile denilirse doğrudan Allah ismi başlangıç yapılmış olacak ve bununla beraber rahmet bağlantısı yine temin edilemeyecektir.
“Doğrusu besmelenin tercemesinde gösterdiğimiz şu imkânsızlık Kur’ân ayetlerinin hemen hemen hepsinde de geçerlidir. Onun için tercemelerin tam bir terceme olması mümkün değildir.”

6. TERCÜMENİNKUR’AN YERİNE OKUNMASI VE TERCÜME İLE NAMAZ KILMANIN HÜKMÜ:
1930’lu yıllarda Türkiye’de modernizm; Mısır’da reformizm ve tecdid adına, Kur’ân’a karşı sinsi ve açık suikastlar tertiplenmişti. Türkiye’de ezan-ı Muhammedi den sonra Kur’ân da Türkçeleştirilip, ibadet ve tilavette tercümesi kullanılmak, Arapça aslı yasak edilme; Mısır’da ise Kur’ân’ın modern ve çağdaş Arapçaya çevirisi yapılmak isteniyordu.
Özellikle Türkçe ibadet mevzuu tartışmalı konular arasında yer almaktaydı.
İslam âlimleri Kur’ân tercümelerinin Kur’ân yerinde tilavetinin yasaklanmasında hemen hemen ittifak halindedirler.

Mezheplerin Bu Konudaki Görüşleri Özetle Şöyledir:
Şafiilerin Görüşü
Arap dilinin dışında bir lisanla Kur’ân’ın kıraati caiz değildir. Okuyan Arapçaya kadir olsun olmasın hüküm aynıdır. Namazda ya da dışında hüküm yine aynıdır. Kıraat caiz olmaz. Eğer namazda bir kimse Kur’ân’ın tercümesini okusa namazı sahih olmaz; kıraati güzel eda etsin ya da etmesin. Bu kavli, içlerinde İmam-ı Malik, İmam-ı Ahmed ve Ebû Davud’un bulunduğu cumhur-u ulema kabul etmiş ve savunmuştur.
Malikîlerin Görüşü
Arapçanın dışında bir dille Kur’ân’ın kıraati caiz değildir. Hatta namazda, tekbirin başka bir lisanla veya Arapça bir müradifi ile kıraati dahi caiz değildir. Eğer kişi Fatihayı Arapça okumaktan aciz kalırsa güzel eda eden birine uyması ona vacip olur. İktidaya imkân bulur da bir başkasına uymazsa namazı batıldır. Eğer imam bulamazsa ondan Fatiha sakıt olur. Allah’ı Arapça zikir ve tesbih eder.
Her mükellef için Fatihayı öğrenmek hususunda bütün kuvvetini ve sa’yini ortaya koyması gerekir, tâkî ölüm gelip çata, o bu halinde mazurdur.
Hanbelîlerin Görüşü
Arapçanın dışında bir dilde kıraat kâfi değildir. Kıraat yerine geçemez ve Arapça bir lafızla değiştirilirse de durum aynıdır. Bu hususta Arapça kıraati güzel eda etsin etmesin müsavidir. Eğer kıraati Arapça olarak güzel eda edemezse öğrenmesi gerekir. Eğer Arapça kıraat etmezse namazı sahih olmaz.

Hanefî Fukahasının Görüşü
Hanefî ulemasından nakledilenlerde bu meselede ihtilaf vardır. Hanefî imamları Kur’ân’ın başka bir dilde kıraatinin namazın dışında caiz olmadığında icma’ etmişlerdir. Bu faaliyeti yapan da şiddetle menedilir. Hanefî fıkıh kitaplardan Ebû Hanife’den “Namaz kılan bir kişi Arapça edaya güç yettirse dahi başka bir dille kıraat ederse bu durumda okuduğuyla iktifa eder, namazı caizdir.” dediği ve bu kavlinden daha sonra döndüğü rivayet edilir. Bu ilk kavlini terki; ashabından Nuh b. Ebî Meryem, Ebû Yusuf, Ali b. Ca’d ve 4. Asırda Hanefî ulemasının büyüklerinden Ebû Bekr er-Râzî tarafından açıklanmıştır.
7. SONUÇ:
Aslında azıcık İslam hukukuna göz atan birisi Kur’ân’ın Arapça lafızlarının ahkâm-ı ilahîyi insanlara tebliğde oynadığı rolün büyüklüğünü görecek bu tür bir iddianın ne kadar mesnetsiz olduğuna şahit olacaktır.
Hem yapılabilecek bir tercüme harfî olmayacağına göre tefsiri olacağından Kur’ân’ın yerine geçmesini ileri sürmek çok yersiz bir kanaatten öte bir şey değildir.
Devletler arasın hukukta bile tercüme delil olamaz. Çünkü yapılan antlaşmalar bir dilde yazılır ve bu metnin tercümelerinden yapılacak istidlaller geçerli değildir. Hal böyle iken Allah kelamı beşer sözünden daha aşağı mı da hâşâ tercümelerinden hüküm çıkarılsın.
Bütün bu açıklamalardan sonra anlaşılacağı üzere harfî tercüme mümkün değildir. Tefsirî tercüme ise hatalardan uzak kalamaz. Bir fikir verme mahiyetindedir. Kur’ân ise mana ve maksatlarının tercümelerde gerçekleşmemesi sebebiyle katiyen tercüme edilemez. Olsa olsa meâl dediğimiz tefsirî tercümesi mümkündür.
Kur’ân, nassların açık ve seçik ifadeleriyle Arapçadır. Gerek manasıyla gerek lafzıyla Allah kelamıdır. Meâllere kesinlikle Kur’ân denilemez. Kur’ân’a mukabil ve eşit görülemez.
Ebu Hanife ve İmameyne göre namazda aciz olanın Farisî kıraati halinde namazı sahihtir. Bu ise imkân ölçüsünde ne kadar olursa o kadarla da emri yerine getirme gayesiyle caiz görülmüştür. Fakat pratikte uygulandığı görülmemiştir.
Ulemanın çoğunluğu ise insanların takatlerinin üstünde teklif olamayacağından namazı kaçırmaması için tesbihle kıraat yapar, demişlerdir. Vakit geniş olduğu takdirde farz olan kıraat miktarı Kur’ân öğrenmesi gerekir. İhmali halinde mesuldür.
Bu durum: Bir kişi Müslüman oluyor ve o anda namaz vakti daraldığı için öğrenmeye imkân ve fırsat olmadığında Hanefîlere göre aciz olup başka bir dilde kıraati muvakkat olarak caizdir. Diğer mezhep imamları ise hadis-i şerifle ifade edilen “tesbih” ile kıraati yapar, demektedirler.
Durum böyle olunca Kur’ân’ın tercümesinin mümkün olduğunu ve onun yerine geçebileceğini, hatta muharref Tevrat ve İncil kıraat olarak okunduğunda kıraat yerine geçeceğini ve böylece namazın sahih olacağını iddia etmek hiçbir ilmî dayanağa sahip değildir.






Alıntı ile Cevapla
Alt 23 Aralık 2013, 16:20   Mesaj No:3
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:39
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:174
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: KUR”AN Tercüme Teknikleri Ders Notları (14 Hafta FuLL)

3. HAFTA

KUR’AN TERCÜMESİ VE TARİHİ GELİŞİMİ

1- PEYGAMBERİMİZ DEVRİNDE TERCÜME:
a) Mekke Dönemi: On üç yıllık Mekke döneminde Hz. Peygamber’e Arapça bilmeyen yabancıların geldiğine ve onunla konuşup mesajına muhatap olduklarına dair elde herhangi bir kaynak yoktur. Bununla beraber gerek Cin sûresinde gerekse Ahkaf sûresinde Hz. Peygamber’in Kur’ân okurken bir grup cin tarafından dinlendiği belirtilmektedir. b) Medine Dönemi: Medine döneminde başta Hz. Peygamber’in çevre ülkelerdeki yabancı krallara gönderdiği diplomatik mektupları olmak üzere vaki olan bazı gelişmeler, kısmen de olsa tercümeyi zaruri kılmıştır.
Bunun yanı sıra, özellikle Ehl-i Kitaba gönderilen mektuplarda şu ayetler zikredilmiştir:
1. “…Kurtuluş hastır, bu doğru yolu tutanlara”
2. “Allah’tır gerçek İlah, O’ ndan başka yoktur ilah. O melik’ tir, kuddûs’tür, selam’dır, Mü’min’dir, müheymin’dir”
3. “De ki: “Ey Ehl-i kitap! Bizimle sizin aramızda birleşeceğimiz, müşterek ve âdil şu sözde karar kılalım: “Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na hiçbir şeyi şerik koşmayalım, kimimiz kimimizi Allah’ın yanında rab edinmesin.” Eğer bu dâveti reddederlerse: “Bizim, Allah’ın emirlerine itaat eden müminler olduğumuza şahit olun” deyin.”
4. “Ey Ehl-i kitap! Dininizde haddi aşmayın, taşkınlık yapmayın ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri iddia etmeyin! Meryemin oğlu Mesih İsa sadece Allah’ın resulü, Meryeme ulaştırdığı kelimesidir.”
5. “Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde, Allah’a da, âhiret gününe de iman etmeyen, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan, hak dinini din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle, cizye verinceye kadar savaşın.”
İşte Hz. Peygamber’in elçilerinin bu ayetleri tercüme etmeleri, Kur’ân tercümesinin başlangıç hareketlerinden biri olarak değerlendirilebilir. Zikri geçen bu ayetler de ilk tercüme edilen ayetler olarak kaydedilebilir. Ayrıca, Efendimiz (s.a.v.) döneminde onun ashabından biri olan İranlı Selman-ı Farisî’ye İranlı bazı Müslümanlar, dilleri Arapçaya alışıncaya kadar namazlarında okumak üzere, kendilerine Fatiha suresinin Farsça tercümesini yazmasını Selman’dan (r.a.) bir mektup aracılığı ile isterler. Selman (r.a.) da Fatiha’yı Farsçaya tercüme eder.
2- KUR’AN’IN İLK TERCÜMESİ:
Kur’ân’ın ilk kez Farsçaya tercüme edildiği ittifakla sabit olmuştur. Samanoğulları emiri Mansur b. Nuh X. Asrın ikinci yarısında bir komisyon kurdurup Taberî’nin tefsirinin bir hülasası ile beraber Kur’ân’ın Farsçaya tercüme edilmesine vesile olmuştur. Bu tercümenin en önemli özelliği, zamanımıza ulaşan Kur’ân’ın tümünü içeren en eski tercüme olmasıdır. Bu tercüme Türkçeye yapılan ilk tercümenin kaynağı olması ve ilk Türkçe tercüme için model teşkil etmesi açısından da önemlidir.
3- KUR’AN’IN EN ESKİ TÜRKÇE TERCÜMELERİ:
Kur’ân Farsçadan sonra Türkçeye çevrilmiştir. Bugün, mevcut en eski Türkçe Kur’ân tercümelerinin,
İlk tercüme edilen asıl nüsha olmayıp, ondan istinsah edilmiş nüshalar olmalarından,
İstinsah edildikleri asıl nüshanın mütercimi ve tercümenin tarihi hakkında bilgi vermediklerinden,
Çoğunun anonim olmalarından dolayı, ilk Türkçe tercümesinin tarihi ve müterciminin kimliği hakkında net bir bilgiye sahip olmak, mümkün değildir.
İlk Türkçe Kur’ân tercümelerinin, miladî X-XI. Asırlara tekabül ettiği söylenmektedir. Edip Ahmet b. Yükneki’nin
Atabetu’l-Hakayık” adlı eserinde sekiz kadar ayetin tercüme edildiği görülmektedir.
Elimize kadar ulaşan en eski Türkçe Kur’ân tercümeleri Selçuklular devletinin dağılışından sonra kurulan Anadolu beylikleri devrine (XIV. yüzyıla) aittir.
4- TÜRKÇE KUR’AN TERCÜMESİ:
XIX. Yüzyılda Türkçe Kur’ân Tercümeleri:
Bu yüzyılda, tamamlanmış haliyle neşredilen Kur’ân’ın matbu Türkçe çevirileri şunlardır:
Muhammed et-Tefsirî,Terceme-i Tefsîr-i Tibyan
İsmail Ferruh,Tefsîr-i Mevâkib/Terceme-i Tefsîr-i Mevâhib
Nâsih el-Bağdadî, Zübedu’l-Âsari’l-Mevâhib ve’l-Envâr
Haydarâbâdî, Kitabu’t-Tefsîri’l-Cemâli alâ’t-Tenzîli’l-Celâlî
Bu dönemin genel özelliklerine baktığımızda şu hususları tespit ederiz:
Bu dönemde Kur’ân’ın tamamını ihtiva eden tercümelerin sayısı azdır.
XIX. Yüzyılda neşredilen eserlerin hemen hemen tamamı Tanzimatın ilanından (1839) sonradır.
Diğerleri birer kez neşredilmesine rağmen, Tibyanve Mevakibadlı eserler defalarca neşredilmiştir.
Bu çevirilerde kaynak dil, Arapçadan ziyade Farsçadır.
—Bu eserlerin Türkçeleri, oldukça ağır ve ağdalıdır.
Kur’ân’ın tamamını ihtiva eden tercümelerin hepsi de bir tefsir içerisinde yer almaktadır.
Bu gün ‘meâl’ adı verilen form henüz ortaya çıkmamıştır.
XX. Yüzyılda Türkçe Kur’ân Tercümeleri:
19001908:
XX. yüzyılın ilk yıllarında İstanbul’da okunan bir bakıma rakipsiz olan eserler, yine Tibyân ve Mevâkib’dir.
Bu dönemde falcılığı ile meşhur Süleyman Tevfik el-HüseyniKenzu’l-Havassadıyla bir eser yazar. 1907’de, Tafsîlu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ânadıyla bir eser hazırladığını ancak dönemin Şeyhülislâm’ı Cemaleddin Efendi’nin, eserin basımına izin vermediğini nakleder.
Kazan ve Azerbaycan şiveleriyle neşredilen Türkçe çevirilerden bazıları şunlardır:
1. AnonimKelâm-ı Şerif Tefsiri: Tefsîr-i Fevâid, Kazan.
2. İbn Esedullah el-Hâmidîel-İtkân fî Tercemeti’l-Kur’ân, Kazan,
3. Mir Muhammed Kerim Mirza Faru’l-AlevîKitâbu Keşfi’l-Hakâik, Bakü.
4. Muhammed Hasan SakvîKitâbu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, Tiflis,
5. AnonimTahsîlu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, Kazan.
1908–1923:
Bu dönemde müstakil sûre tefsirleri yanında, Bereketzâde İsmail Hakkı, Envâru’l-Kur’ân ve Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi, Safvetu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân isimli birer Kur’ân tercümesi ve tefsiri yazıp neşretmeye başlamışlardır. Ayrıca Hadimli Vehbi Efendi, Hulasâtu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ânadlı on beş ciltlik eserini bu yıllarda ikmal etmiştir.
Yine I. Dünya savaşı başlarında (1914), İstanbul’da, Tüccarzâde İbrahim Hilmi tarafından ‘salt türkçe metin’ olarak bir Kur’ân tercümesi yayınlanmaya başlanır: Kur’ân-ı Kerim Tercüme ve Tefsiri.Bu tercüme 1926 yılında İstanbul’da Türkçe Kur’ân-ı Kerim Tercümesiismiyle yayınlanmıştır.
19231928:
1924 yılı Nisan ayında, iki yeni tercüme yayınlanmaya başlanır: Bu tercümelerden ilki Süleyman Tevfik el-Hüseynî ’nin “Zübdetu’l-Beyân”, diğeri ise Tüccarzâde İbrahim Hilmi tarafından yayınlanan Nûru’l-Beyân’dır.
1924’te Ermeni asıllı bir yayıncı olan Mihran Efendi’nin neşrettiği daha sonra Türkçe Kur’ânnamıyla şöhret bulacak olan eser Kasimiriski’nin Fransızca Kur’ân çevirisi olan Le Koran’ın kötü bir kopyasıdır. 1930’lu yılların başında camilerde Kur’ân’ın Türkçe okunması, namazların Türkçe kılınması teşebbüslerinde bu tercüme kullanıldı. Ömer Rıza Doğrul: “Bu eser, Kur’ân tercümesi olmaktan ziyade Kur’ân’ tercümesinin tercümesidir, demektedir.
İbrahim Hilmi, İzmirli İsmail Hakkı’ya yaptırdığı tercümeyi Meânî-i Kur’ân ismiyle 1927’de neşretti.
21 Şubat 1925’te Kur’ân’ın Türkçe tercüme ve tefsirine ve bazı âsâr-ı islâmiyyenin nakl ve tercümesine karar verilmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır’ın hazırladığı Hak Dini Kur’ân Dili/Yeni Meâlli Türkçe Tefsir adlı eser ile Ahmet Naim ve üçüncü ciltten sonrasını Kâmil Miras’ın hazırladığı Tecrîd-i Sarih Tercemesi bu kararın mahsullerindendir.
1928–1950:
Bu dönem, Anayasa’dan “Devletin Din-i İslâm’dır” maddesinin çıkarıldığı, Latin alfabesine geçildiği, ezanların Türkçe okunduğu, -Fransızcadan yapılmış çevirilerle- namazların Türkçe kılındığı, dini neşriyatın yasaklandığı bir dönemdir.
Harf inkılâbından dört yıl sonra 1932 yılında İbrahim Hilmi daha önce kendi yayınevinin basmış olduğu İzmirli İsmail Hakkı’nın “Meâni-i Kur’ân” adlı Osmanlıca tercümesini, mütercimin mukaddimesini çıkararak ve bazı dipnotlarda değiştirmeler yaparak Türkçe Kur’ân-ı Kerim Tercümesi adıyla bu sefer Latin harfleriyle basar.
Aynı yıl Süleyman Tevfîk Özzorluoğlu, tercümesinin adını değiştirerek Kur’ân-ı Kerimadıyla piyasaya sürmüştür.
1934 yılında Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğuadlı eserini Mevlana Muhammed Ali’nin İngilizce çevirisinden hareketle hazırlamış ve gerektikçe ayetlere açıklama notları ekleyerek eserine bir tefsir niteliği kazandırmıştır.
1935 yılında ise Diyanet İşleri Reisliği’nin Elmalılı Hamdi Yazır’a hazırlatmış olduğu Hak Dini Kur’ân Dili/Yeni Meâlli Türkçe Tefsiradlı eserin ilk cildi neşredilir.
1925’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne verilen önergeyle Kur’ân’ın tercümesi Mehmet Akif Ersoy’a, tefsiri de Elmalılı Hamdi Yazır’a havale edilmiştir. Elmalılı 1926’da eseri yazmaya başlar fakat Akif’in tercümeden vazgeçmesi nedeniyle tercüme işini de Elmalılı kendisi üstlenir. Eser, Elmalılı tarafından Osmanlıca olarak yazılmış dizgide Latin harflerine çevrilmiştir. 1960–1962 yıllarında ikinci baskısı yapılan eserin daha sonraki yıllarda farklı yayınevleri tarafından baskıları yapılmıştır.
Elmalılı Hamdi Yazır’ın bu kıymetli eseri “Türkçe Kur’ân Tercümeleri” tarihi içerisinde bir dönüm noktasıdır. Birkaç teşebbüs istisna edilecek olursa, Elmalılının Yeni Meâlli Türkçe Tefsirinden sonra “Türkçe Kur’ân” sözü pek rağbet bulmayacak ve artık Kur’ân tercümelerine
Meâl isminin verilmesi bir teâmül halini alacaktır. Bu sözcük, zamanla form olarak da kavram olarak da karşılığını bulmuş ve “tefsir” ile “tercüme” arasında bir manayı ifade etmek üzere sürekli kullanılmaya başlamıştır.
1950–1960:
Hasan Basri Çantay’ın Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerimadlı üç ciltlik eseri, bu dönemde yayınlanmış en ciddi tercümedir. 1955’de, biri Abdülbaki Gölpınarlı’nınKur’ân-ı Kerim ve Meâli, diğeri ise, Hacı Murat Sertoğlu’nun İslam’ın Mukaddes Kitabı Kur’ân-ı Kerim, Türkçe Tercüme ve Tefsiri isimli tercüme yayınlanır.
1957’ye gelindiğinde, haklarında büyük münakaşaların yapılacağı iki Kur’ân tercümesi yayınlandı:
— İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Kur’ân.
— Osman Nebioğlu,Türkçe Kur’ân-ı Kerim.
Bu çevirilerden ilki gazete ve dergilerde büyük yankı buldu. Hilmi Ziya Ülken, Hasan Ali Yücel ve M. Şekip Tunç bu tercümeyi tanıtan ve öven yazılar kaleme aldılar. Peyami Safa’nın bu durumu değerlendirdiği yazısı enteresandır: “Arapça Kur’ân’ımızı Arapça bilmeyen Baltacıoğlumuz Türkçeye çevirdi ve Arapçayı bilmeyen dostlarımız bu tercümeyi beğendiler.”
Baltacıoğlu’nun, kendi çevirisini “Kur’ân” adıyla piyasaya sürmesi ve çeviride Öz-Türkçe bir dil kullanması, “Türkçe Kur’ân” tartışmalarını yeniden alevlendi.
Hasan Basri Çantay, Sebilürreşad’da yayınlanan makalelerle Nebioğlu’nun ve Baltacıoğlu’nun tercümesini eleştirdi.
1960 yılına kadar iki Kur’ân tercümesi daha yayınlanır: 1957’de Şemseddin Yeşil’in Füyuzât/Kur’ân-ı Mübin’in Meâlen Tefsiri adlı eseri, 1959’da ise, adı yine Kur’ânolan anonim bir çeviri yayınlanır.
1960 ve sonrası:
27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra yeni kurulan hükümet Kur’ân’ı Latin harfleriyle bastırma işine el attı. Fakat bu teşebbüs gerçekleştirilemedi.
1961 yılında Hüseyin Atay ile Yaşar Kutluay, Kur’ân-ı Kerim ve Türkçe Anlamı(meal) adlı eser Ankara’da Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları’ndan çıktı. Hasan Basri Çantay’ın tenkitlerine maruz kalan yazarlar, “Biz bu meâli yazmayı kabullenmeseydik, bu iş Baltacıoğlu’na verilecekti” diyerek kendilerini savunmuşlardır.
1962 yılı içerisinde Ankara’da Besim Atalay’ın Kur’ân-ı Kerimve İstanbul’da Sadi Irmak’ın Kutsal Kur’ân-Türkçe Meâli adlı çeviriler yayınlanmıştır.
Bu dönemde yayınlanan meâllerden bazıları şunlardır:
1. Ömer Nasuhi Bilmen Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meal-i Âlisi ve Tefsiri.
2. Fikri Yavuz Kur’an-ı Kerim ve Meal-i Âlisi.
3. Atıf Tüzüner Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali.
4. Süleyman Ateş Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali.
5. Ziya Kazıcı-Necip Taylan Kur’an-ı Kerim Meali.
6. Hakkı Şengüler-Emin Saraç-Bekir Karlığa Fi Zılali’l Kur’an (Kur’an’ın gölgesinde) Seyyid Kutub’un eserinin Türkçe’ye çevirisi.
7. Süleyman Fahir Tibyan Tefsiri çevirisinin dilinin yenilenmesi.
8. Ali Rıza SağmanLâfzen ve Mealen Kur’an-ı Kerimin Çevirisi.
9. Ali BulaçKur’an- Kerim’in Meal Tercümesi
10. Talat Koçyiğit-İsmail CerrahoğluKur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri.
11. Ebu’l Ala Mevdudi Tefhimu’l Kur’an.
12. Halil Altuntaş-Muzaffer Şahin Kur'an-ı Kerim Meâli, DİB Yay.
13. Hayrettin Karaman-Ali Özek-İbrahim Kâfi Dönmez- Mustafa Çağrıcı-Sadrettin Gümüş-Ali Turgut Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, TDV. Yay.
14. Yaşar Nuri Öztürk Kur’ân-ı Kerim ve Türkçe Meâli.
15. Muhammed Esed Kur’ân Mesajı: Meâl-Tefsir.
16. Suat Yıldırım Kur’ân-ı Hakîm ve Açıklamalı Meâli.
17. Muhammed Hamidullah Aziz Kur’ân.
Alıntı ile Cevapla
Alt 23 Aralık 2013, 16:21   Mesaj No:4
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:39
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:174
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: KUR”AN Tercüme Teknikleri Ders Notları (14 Hafta FuLL)

4. HAFTA

1- MÜTEŞABİH AYETLERİN TERCÜMESİ:
Bir mütercimin müteşâbihleri tam olarak anlaması ve tercüme etmesi, adeta imkânsız olmaktadır. Zira bu ayetlerden bazılarının esrarı, birazda Arapça harf ve kelimelerde saklıdır. Bu kelimelerin tam karşılığı diğer dillerde bulunamadığından, tercüme güçleşmekte ya da eksik olmaktadır. Tefsirde uzun açıklamalarla izah edilebilen hususları, meâl ve tercüme gibi çerçevesi son derece sınırlı bir alanda tam olarak ifade etmek çok zordur.
2- MÜTEŞABİHİN LÜGAT VE ISTILAH MANASI:
Müteşâbih kelimesi lügatte, benzetmek, benzer yapmak ve şüphelendirmek gibi manalara gelen, ش بَه fiilinin تفاعل vezninde ism-i fâilidir. Aynı kökten gelen “el-Müteşâbih” her iki gerçeğin de birbirine çok benzemesinden ötürü ayırt edilemeyen; mahiyeti açık ve net olmayan; bilinmeyen anlamında kullanılmıştır.
Elmalılı Hamdi Yazır, “teşâbüh”, “teşbîh” ve “müşâbehet” kelimeleri arasında anlam bakımından bir farklılık olduğuna işaret ederek şunları söylemektedir: Teşbîh ve müşâbehet birbirine benzeyen iki şeyden birinin fer’ (asıl olmayan) ve nâkıs (noksan), diğerinin ise asıl ve mana yönünden mükemmel olduğunu gösterir. Hâlbuki “ teşâbüh” iki taraf arasındaki benzemenin eşit seviyede olduğunu ifade eder.
3- KUR’AN’DA MÜTEŞABİH:
Kur’ân müteşâbih ayetlerden iki yerde bahseder.
Bunlardan biri; “Allah sözlerin en güzelini indirmiştir. Allah’ın vahiy yolu ile gönderdiği bu söz, her tarafı birbirini tutan, gerçekleri, farklı üsluplarla tekrar tekrar beyan eden bir kitaptır.” (Zümer 23)
Buradaki müteşâbihten maksat, âyetlerin belağat, fesahat ve i’caz yönleriyle birbirlerine benzedikleri ve birbirlerini tasdik ettikleri anlamındadır ki bu manada Kitab’ın tamamı müteşâbihtir. Ayrıca müteşâbih, burada “onun cüzleri, lafızlarının fesahatinde ve manalarının üstünlüğünde birbirine benzer” demektir.
Diğeri ise; “Bu muazzam kitabı sana indiren O’dur. Onun âyetlerinin bir kısmı muhkem olup bunlar Kitabın esasıdır. Âyetlerin bir kısmı ise müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar sırf fitne çıkarmak, insanları saptırmak ve kendi arzularına göre yorumlamak için müteşâbih kısmına tutunup onlarla uğraşır dururlar. Hâlbuki onların hakikatini, gerçek yorumunu Allah’tan başkası bilemez.
(Al-i İmrân, 7) Bu ayette ise Kur’ân’ın bir kısmı muhkem bir kısmı ise müteşâbihtir.
4- MÜTEŞABİHLERİN KISIMLARI:
Müteşâbihler, Mutlak Müteşâbihler ve İzafî Müteşâbihler olmak üzere iki kısma ayrılır. İzafî Müteşâbihler, Lâfzî Müteşâbihler ve Manevî Müteşâbihler olmak üzere ikiye ayrılır. Lâfzî Müteşâbihler ise Garip Lafızlar ve Müşterek Lafızlar olmak üzere ikiye ayrılır.
Mutlak Müteşâbihler; Allah’ın Sıfatları, Ahiret Ahvali, Ruh, Sur, Dabbetu’l-Arz, Arş, Kürsî, Kalem, Levh-i Mahfuz, Sidre-i Münteha, Beyt-i Ma’mur gibi konulardaki müteşâbihlerdir.
İzafî Müteşâbihler ise genel itibariyle başka bir delil
yardımıyla anlaşılabilen ifadelerdir. Bu çeşit müteşâbihler, lafzın garip veya müşterek olmasından kaynaklanabileceği gibi, zamanla anlaşılan ilmî hakikatler ve deliller vasıtasıyla vuzuha kavuşan manevi müteşâbih kısmından da olabilir.
5- MÜTEŞABİH AYETLERİN TERCÜMESİ:
Birinci Misal:
Furkân Suresi 59. ayetindeki “Allah’ın Arşa İstivası” meallerimizde şu şekilde geçmektedir:
G. Onan:Sonra arşa istiva edendir.
Diyanet:Sonra da Arş’a kurulan Rahmân’dır.
M. Esed:Ve kudret ve hükümranlık tahtına kurulan O'dur.
Ö.N. Bilmen:Sonra, Arş üzerine hükümran oldu.
S. Yıldırım:Sonra da arşı üzerine hükümran olan O’dur.
A.F. Yavuz:Sonra Arş’ın üzerinde hükümran oldu.
H.B. Çantay:Sonra (emri) arş üzerinde hükümrân olandır.
C. Yıldırım:Sonra da Arş üzerine saltanat ve kudretini kurmuştur.
Y.N. Öztürk:Sonra arş üzerinde egemenlik kuran O'dur.
A. Gölpınarlı:Sonra arşa hâkim ve mutasarrıf olmuştur.
Meâllerde görüldüğü gibi “arş üzerinde hükümran olma” manası tercih edilmiştir.
Allah’ın istivası gibi hususlarda mütekaddimun münakaşaya girmemiş; hatta bu kabil müteşâbihatla alakalı sorulara dahi cevap vermekten kaçınmışlardır. İmam Malik istivâ ile alakalı soru soran birine, bir miktar düşündükten sonra “İstivânın ne olduğu belli, keyfiyetini idrak etmek mümkün değil, onu olduğu gibi kabul vacip, bu tür soru ise bid’attir.” diyerek cevap vermiştir.
Elmalılı Hamdi Yazır, son dönem Ehl-i Sünnet Kelâmcılarının istivâ hakkındaki te’vîllerini dört maddede sıralamaktadır:
1) Allah Teâlâ’nın mahlûkât üzerinde tam ve sonsuz bir hâkimiyet kurup, işleri düzenlemesinden kinayedir.
2) “İsti’la” manasınadır. Yani yüce Allah’ın yarattıktan sonra bütün varlıkları, yaratılışın başlangıcından sonuna kadar kudret ve hâkimiyeti altında tutmasıdır.
3) “İstila” anlamındadır. Bu anlamda da istivâ sıfatı, Allah’ın kendilerini mutlak hâkim gibi farz eden beşeri saltanatlar üstündeki yüce hâkimiyetine işaret eder.
4) Allah Teâlâ’ya nispetle her şeyin eşit olması manasınadır.
Bu manaya göre Allah, arş üzerine öyle bir istivâda bulunmuştur ki, gök ve gökteki varlıklar O’na daha yakın; yer ve yerdekiler daha uzak bir mevki ve mesafede değil, hepsi müsavî orandadır.
Sonuç olarak Allah hakkındaki bu tür ifadeler müteahhirun âlimler gibi Kitap ve Sünnet’in ruhuna uygun bir şekilde tevil edilerek tercüme edilmeli, halkın bu tür ayetleri yanlış anlamasına meydan verilmemelidir.
İkinci Misal:
Fetih Suresi 10. ayetinde geçen “ید ” kelimesi Arapçada el manasının yanında aynı zamanda “güç, kuvvet, kudret” gibi manalara gelmektedir. Türkçede ise bu kelime
“ insanın avuç ve parmaklarından ibaret olan tutma, kavrama ve iş görme uzvu anlamında” kullanılmaktadır.
Bu ayeti aşağıda meâllerini vereceğimiz yazarlar şu şekilde tercüme etmişlerdir:
Diyanet: Sana bîat edenler ancak Allah’a bîat etmiş olurlar. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir.
Ö.N. Bilmen:Şüphe yok, sana bîat edenler, muhakkak ki, Allah'a bîat ederler. Allah'ın yed'i onların ellerinin üstündedir.
H.B. Çantay: Gerçek, sana bîat edenler ancak Allaha bîat etmiş olurlar. Allahın eli onların elleri üstündedir.
M. Esed:Sana bağlılıklarını bildirenler, Allah'a bağlılıklarını göstermiş olurlar. Allah'ın eli onların elleri üzerindedir.
C. Yıldırım: (Ey Peygamber!) Şüphesiz ki sana bîat (bey'at) edenler, ancak Allah'a bîat ediyorlardır. Allah'ın eli (kudret ve rahmeti) onların ellerinin üstündedir.
A.F. Yavuz: (Ey Rasûlüm, Hudeybiye gününde Rıdvan biatı ile) gerçekten sana biat edenler, (ölünceye kadar emrine bağlılık ve teslimiyyet sözü verenler), ancak Allah’a biat etmiş olurlar. Allah’ın kuvvet ve yardımı, o biat edenlerin vefa ve sadakatlerinin üstündedir.
Meâllerini verdiğimiz yazarların çoğunluğu “ید ” kelimesini “Allah’ın eli” şeklinde tercüme etmişlerdir. Türk okuyucu için bu kavramın “güç, kuvvet, kudret” gibi manaları nazar-ı itibara alınarak tercüme edilmesi daha uygundur. Zira, “Allah’ın eli” diye çevrildiğinde, meseleye vakıf olmayan kimseler için, hoş olmayan manalar akla gelebilir.
Üçüncü Misal:
Fecr Suresi 22. ayette de Allah’ın ve meleklerin gelmesi meselesi müteşâbih olarak karşımıza çıkmaktadır. Önceki âlimler bu ve benzeri âyetlerde geçen Allah’ın gelmesinden maksadın, O’nun emirlerinin, yasaklarının ve azabının gelmesidir diye yorumlamışlardır. Yazır ise Allah’ın cisim suretinde gelip-gitme gibi fiillerden münezzeh olduğunu söyleyerek; burada kast edilenin Allah’ın ilahi emir ve iradesinin tecelli etmesi olduğunu söylemektedir.
Ayetin tercümesi ile ilgili meâllere:
Elmalılı: Ve Rabbinin emri gelip Melek «saffen saffâ» dizildiği vakit.
Ö.N. Bilmen: Ve Rabbin (emri) gelip melekler de saf saf dizilince.
S. Yıldırım: Rabbinin emri gelip melekler de saf saf geldikleri zaman.
A.F. Yavuz: Rabbinin emri gelip melekler saf saf dizilir.
H.B. Çantay: Rabbin (in emri) geldiği, melekler de saf saf (indiği zaman).
C. Yıldırım: Rabbin (emri) gelip melekler saf saf dizildiği zaman.
M. Esed: ve Rabbin(in haşmeti) ortaya çıktığında ve melekler (gerçek hüviyetleriyle) saf saf olduklarında.
Y.N. Öztürk: Rabbin gelip melekler saf saf dizildiğinde.
S. Ateş: Melekler sıra sıra dizili durumda Rabbin geldiği zaman.
Ş. Piriş: Rabbin ve saf saf melekler geldiğinde.
Meâllerde genellikle bizim de tercih ettiğimiz Rabbin emrinin gelmesi şeklinde mana verilmiştir. M. Esed,“Rabbin (in haşmeti) ortaya çıktığında” şeklinde bir mana vermiştir ki bu da yukarıda belirtilen hususlara uygundur. Son üç meâlde ise Rabbin geldiğinde şeklinde bir meâl verilmiştir. Bu, Allah hakkında bir mekân ve zaman manasını akla getirdiği için bu ayetin tercümesi için pek uygun değildir.
Dördüncü Misal:
Al-i İmrân Suresi 54. ayetinde inkârcıların hile yaptıklarından Allah’ın da onların hilelerine karşılık verdiğinden bahsedilmektedir. Mekr, bir kimseyi hile ile maksadından döndürmek demektir. Dolayısıyla bu fiilde plan hazırlama ve tedbir alma manası da vardır.
Mekr fiilini hakiki manasıyla Allah Teâlâ’ya isnad etmek caiz değildir. Çünkü mekr, insanların nazarında çirkin görülen bir fiildir. Bu sebepledir ki, te’vîlciler söz konusu fiili, Allah hakkında ceza manasında yorumlamışlardır. Yani Allah’ın mekr yapması, bu fiili işleyenleri cezalandırması demektir. Elmalılı’ya göre Allah’a isnad edilen mekrden maksat, Yaratıcının tuzak kuranları bu fiillerinden men etmeyip, yaptıklarına karşılık ceza vermesidir.
Meâllerde bu ayetin tercümesi şu şekilde verilmiştir:
Elmalılı:Bununla beraber mekrettiler Allah da mekirlerine mekretti, öyle ya, Allah hayrülmakirîndir.
S. Yıldırım: Öbürleri ise hileler yaptılar. Allah da onların hilelerini boşa çıkardı. Allah, hileleri boşa çıkarmakta pek güçlüdür.
M. Esed: İnanmayanlar İsa'ya tuzak kurdular; ama Allah onların tuzaklarını boşa çıkardı: çünkü Allah, tuzak kuranların tümünün üstündedir.
Ö.N. Bilmen: Ve hilekârlık yaptılar, Allah Teâlâ da hilelerine mukabelede bulundu ve Allah Teâlâ hile yapanların en hayırlısıdır.
A. Bulaç: Onlar (inanmayanlar) bir düzen kurdular. Allah da (buna karşılık) bir düzen kurdu. Allah, düzen kurucuların en hayırlısıdır.
Y.N. Öztürk: Onlar tuzak kurdular, Allah da tuzak kurdu. Ve Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.
Diyanet: Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.
Ş. Piriş: Onlar hile yaptılar, Allah da onlara hile yaptı. Allah, düzen kurucuların en hayırlısıdır.
Son üç meâl Allah hakkında tuzak ve hile kurmayı hakiki manasında kullanmayı akla getirdiği için uygun değildir. En doğru meâl hilelerini boşa çıkardı olarak yapılan meâllerdir.
Kıssalar ve Ahiretle İlgili Müteşâbihler:
Bu konuda en sıkıntılı meâl Muhammed Esed ve ondan etkilenen meâllerdir.
Bakara 73. ayetinde sureye ismini veren kıssayla ilgili Esed, “Kestiğiniz sığırın bir parçasıyla o maktûlün cesedine vurun” şeklinde değil, “Bu (prensibi) bu gibi (çözümlenmemiş cinayet olaylarının bazılarında da uygulayın” şeklinde karşılamıştır.
Ayrıca, İsrail oğullarının Hz. Musa’nın refakatinde Kızıldenizi geçme hadisesini med-cezir olayıyla açıklamıştır.
Bu misallere baktığımızda görüldüğü gibi Esed, bu tür mucizelerin anlatıldığı yerleri tamamen sembolik ifadeler olarak algılamaktadır. Bu durum hiçbir makul gerekçeyle izah edilemez.
M. Esed, ayrıca uhrevî ayetlerin tercümesi ile ilgili de keyfi yorumlara dayalı çeviriler yapmıştır. Cennet, cehennem, mükâfat ve azabı tasvir eden ayetlerdeki bazı kavramlara ilişkin batınî bir yorum mantığı geliştirmiştir. Esed’in ahiret âlemiyle ilgili tasvirlerin yer aldığı ayetlerde geçen kelime ve deyimlere ilişkin en dikkat çekici batınî te’villerden biri, hamîm kelimesiyle ilgilidir. Bu kelime, sözlükte “sıcaklık” anlamına gelmektedir.
Esed, kelimenin ilk geçtiği yer olan En’am, 70. ayetindeki hamim kelimesini “onlar için (ahirette) yakıcı bir ümitsizlik iksiri vardır” şeklinde tercüme etmiş ve şöyle bir açıklama getirmiştir: “Hamîm kelimesine yüklenebilecek çeşitli anlamlar arasında, aşırı sıcaklık ve şiddetli soğuk kavramları yer alır. Kur’ân’ın ahirete ilişkin kavramları arasında yer alan bu deyim, her zaman günahkârların öteki dünyada görecekleri azaba işaret eder; ve ölümden sonraki hayatla ilgili bütün Kur’ânî atıflar mecazî olmak zorunda bulunduklarından hamîm terimi ‘yakıcı ümitsizlik’ olarak çevrilebilir.”
Esed’in bu manada tercüme ve açıklamaları neredeyse ahiret âlemi ile ilgili bütün ayetlerde görülebilir.

Alıntı ile Cevapla
Alt 23 Aralık 2013, 16:21   Mesaj No:5
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:39
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:174
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: KUR”AN Tercüme Teknikleri Ders Notları (14 Hafta FuLL)

5. HAFTA

1. BAĞLAÇ VE EDATLAR:
Edat, “Yalnız başına bir anlam taşımayan; ancak, sonuna geldiği kelimeyle cümledeki başka kelimeler arasında anlam ilişkisi kuran, gramer görevli bağımsız kelime” olarak tarif edilir. Gibi, göre, kadar, için, karşı vb. edatlara misaldir.
Bağlaç ise, “Söz içinde birden çok kelimeyi kelime grubunu veya cümleyi birbirine bağlayarak aralarında çeşitli yönlerden ilgiler kuran görevli kelimeler” olarak tarif edilir.
Ayrıca, “Eş görevli kelimeleri veya önermeleri birbirine bağlayan kelime türü, rabıt, rabıt edatı” diye de tarif edilebilir. Bazı bağlaçlar, bağladıkları öğelerden önce veya sonra tekrarlanarak da kullanılırlar: ile, ve, de, hem… hem, ne… ne; ya, yahut, ya da, veya, ama, fakat, lakin, yalnız vb.
Bağlaçları, Arap dilcileri “Hurûfu’r-Rabt” (bağlama harfleri) diye isimlendirilir.
Arapçada edatların hepsi camid (donmuş) kelimelerdir. Cümlede isim, fiil, sıfat, zarf gibi kelimelerin yerini alamaz. Ancak dâhil oldukları kelimelerle bir anlam ifade ederler.
Edatları cümledeki konumları itibariyle iki gruba ayrılır: 1. Cümle başlarında kullanılan edatlar: Cümlede değişiklik yapan edatlar bu türdendir. Misal olarak olumsuzluk (nefy), kuvvetlendirme (te’kit), soru (istifham), dilek (temenni), şart, taaccub (hayret, şaşırma) ve yemin anlamlarını içeren edatlar verilebilir.
2. Yan cümlede ve kelimeler arasında kullanılan edatlar: Atıf ve istisna edatları bu grubun misalleri olarak verilebilir.
Edatların üç türlü kullanılışı vardır:
1. Bir kelimeye eklenerek mana kazandırması.
2. Bir kelime ve cümleyi başka kelime ve cümleye bağlama.
3. Kuvvetlendirme anlamı kazandırması.
Birinci tür kullanılış üç kısma ayrılmaktadır:
a) İsme eklenmesi. Belirtme edatı “ال ” gibi.
b)Tam cümleye ilave edilmesi.Soru-olumsuzluk edatları gibi
c) Fiile eklenmesi: “س”, “سوف ”, “قد ” gibi.
İkinci tür kullanılış dört kısma ayrılmaktadır:
a. İsimle ismi birbirine bağlaması. “عمروو زيد” gibi.
b. Fiille ismi bağlaması. “زيد إلي نظرت” gibi.
c. Fiille fiili bağlaması: “قعد و قام” (Kalktı ve oturdu) gibi.
d. Cümleyi başka bir cümleye bağlaması.“ تُعْطِنِي أشْكُرْ كَ نْإ” (Bana verirsen teşekkür ederim) cümlesinde إ نْ edatı şart cümlesiyle cevap cümlesini birbirine bağlamıştır.
Üçüncü tür kullanılış da edatın cümlede kuvvetlendirme için kullanılmasıdır.
Birinci Misal:
الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ” (Fatiha,2) ayetindeki “الْحَمْدُ” başındaki “ال ”takısı Arapçada Harf-i Ta’rif olarak isimlendirilir. Bu bir belirtme edatıdır ve başına geldiği kelimeyi belirli hale getirir. “ال ” takısının ayrıca istiğrak (her şeyi kapsama) ve istihkak (hak etme, layık olma) manaları da bulunmaktadır. Bu edat daima ismin başına gelir. Bu edat yerine göre dört manadan birini ifade eder.
Bu manalara arap nahvinde cins, istiğrak, ahd-ı harici ve ahd-ı zihnî derler.
الْحَمْدُbirinci manaya göre, hamd mefhumunu, hariçte bulunmayıp zihinde yer alan mücerret mahiyeti; ikincimanaya göre, “bütün hamdleri”; üçüncü manaya göre, “mütekellim ve muhatapça bilinen belli bir hamdi”; dördüncü manaya göre ise, herhangi bir hamdi ifade eder.
Tercüme edilirken, bu edatın yerine, aynı manaları ifade eden Türkçe bir edat koymak neredeyse imkânsızdır. Çünkü Türkçede böyle bir edat yoktur.
Diyanet: Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün(ahiret gününün) mâliki Allah’a mahsustur.
Elmalılı:Hamd, o rabbi âlemîn.
Ö.N. Bilmen: Hamd, âlemlerin Rabbi, Rahmân ve Rahîm olup, ceza gününün mâliki olan Allah Teâlâ'ya mahsustur.
Diyanet Vakfı:Hamd (övme ve övülme), âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
A. Gölpınarlı:Hamd, âlemlerin rabbi Allah'a
S. Ateş:Âlemlerin Rabbi (sâhibi, yetiştiricisi) Allah'a hamdolsun.
H.B. Çantay: Hamd olsun Âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahim, Dîn günü'nün (tek) sahibi ve mutasarrıfı Allaha.
S. Yıldırım:Bütün hamdler, övgüler âlemlerin Rabbi Allah’adır.
A.F. Yavuz:(Ezelden ebede kadar) bütün olmuş ve olacak hamd ve sena (övgü) tam ve kemaliyle âlemlerin (yegâne) yaratıcısı, besleyip kemale erdiricisi olan Allah’adır.
M. Esed:Her türlü övgü yalnızca Allah'a özgüdür, bütün âlemlerin Rabbi.
Yapılan meâllere bakıldığında ilk altı meâlinالْحَمْدُnün başındaki ال takısının, istihkak (hak etme, layık olma) manasını, “mahsustur, Allah’a” şeklinde verirken, bu edatın istiğrak (her şeyi kapsama) manasını ihmal ettikleri görülmektedir.
S. Ateş ve H.B. Çantay ise isim cümlesi olan bu ayeti “Allah'a hamdolsun, Hamd olsun Âlemlerin Rabbi… Allah’a” şeklinde fiil cümlesi olarak tercüme etmişlerdir.
S. Yıldırım, A.F. Yavuz ve M. Esed bu edatın hem istiğrak hem de istihkak manasını meâllerine yansıtmışlardır.
A.F. Yavuz (Ezelden ebede kadar) bütün olmuş ve olacak hamd ve sena (övgü) tam ve kemaliyle âlemlerin (yegâne) yaratıcısı, besleyip kemale erdiricisi olan Allah’adır.” diyerek “ال ” takısının ayete kazandırdığı manaları güzel bir şekilde ifade etmiştir.
İkinci Misal:
وَاصْنَعْ الْفُلْكَ بِأَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا وَلَا تُخَاطِبْنِي فِي الَّذِينَ ظَلَمُوا إِنَّهُمْ مُغْرَقُونَ (Hud, 37) ayetinde tufan esnasında zalimlerin akıbetinin ne olacağı konusunda mütereddit olan ve aynı zamanda bunu öğrenmek isteyen Hz. Nuh’a olayın bildiriliş tarzına baktığımızda, haberin “نْإ” te’kid edatıyla getirildiğini görürüz. Bilindiği gibi, Arapçada muhatabı tatmin ve ikna için, muktezay-ı hale göre edatlar kullanılmaktadır. Dolayısıyla Arap edebiyatının şaheseri olan Kur’ân-ı Kerim de böyle yapmıştır. Eğer muhatab, olay hakkında herhangi bir bilgiye sahip değilse, ayet te’kitsiz olarak gelmiştir. Muhatab, olayın vukuu ve muhtevası hakkında mütereddit, fakat öğrenmeye de istekli ise, o zaman olay ona bir edatla pekiştirilmiş olarak bildirilir.
Eğer muhatap, olayı inkâr eden, inanmayan biri ise, haber durumuna göre iki veya daha fazla edatla te’kit edilmiş olarak bildirilmiştir.
(Hud,37) ayetinin “إِنَّهُمْ مُغْرَقُونَ” şeklindeki son kısmının tercümesine baktığımızda şu şekildeki mealleri görürüz:
Ş. Piriş:Onlar boğulacaklardır.
Diyanet: Çünkü onlar suda boğulacaklardır.
Elmalılı:Çünkü onlar gark edilecekler.
S. Yıldırım: Çünkü onlar suda boğulacaklardır.
A.F. Yavuz:Çünkü onlar, suda boğulacaklardır.
H.B. Çantay:Çünkü onlar suda boğulacaklardır.
Y.N. Öztürk:Onlar, mutlaka boğulacaklardır.
S. Ateş: Onlar mutlaka boğulacaklardır!
Diyanet Vakfı:Onlar mutlaka boğulacaklardır!
C. Yıldırım:Çünkü onlar mutlaka boğulacaklardır.
Ö.N. Bilmen:Şüphe yok ki, onlar boğulmuşlardır.
A. Gölpınarlı: Şüphe yok ki sularda boğulacak onlar.
F. Kuran:Çünkü onlar kesinlikle boğulacaklardır.
Görüldüğü gibi ilk meâl hariç diğer meâller az ya da çok farklı kelimelerle te’kid edatını karşılamaya çalışmışlardır.
Bu çeşit edatlar Türkçede garip olmayacak şekilde farklı kelime ve ifadelerle karşılanmaya çalışılmalıdır.
Üçüncü Misal:
Bağlaç ve edatları doğru tercüme ederek, âyetler arasında zımnen bulunan irtibatları belirtmeye çalışarak, Kur’ân üslubuna yabancı olanların vehmettikleri irtibatsızlık iddiasına mahal verilmemelidir. Kur’ân üslubunun vecizliği sebebiyle, Arapçadaki üslup özeliklerine vakıf olan dikkatli muhatapların anladığı bu münasebetler, Tükçe’de ve başka bazı dillerdeki sathî tercümelerde bulunmamaktadır. Bunu yaparken tefsir kitaplarına mutlaka müracaat edilmelidir.
Mesela (Neml,5-7) ayetlerine bakacak olursak:
Elmalılı:Bunlar o kimselerdir ki kendilerine azâbın kötüsü vardır ve bunlardır ki Âhirette en çok hüsrana düşenlerdir Ve emin ol ki sen bu Kur'ana ilmine nihayet olmayan bir hakîmin ledünnünden irdiriliyorsun. Hani bir vakit Musâ, ehline demişti; ben cidden bir ateş hissettim, ondan size bir haber getireceğim yahut bir yalın şule alıp geleceğim, gerek ki bir ocak yakar ısınırsınız.
M. Esed:Azabın en kötüsüne uğrayacak olanlar işte böyleleridir; ahirette en büyük kayba uğrayacak olanlar
da böyleleri! Fakat (sana gelince, ey inanan kişi,) sen bu Kuran'ı her şeyin aslını bilen (ve dolayısıyla) her konuda doğru hüküm ve hikmetle edip eyleyen (Allah) katından almaktasın. Hani, (Çölde yolunu kaybeden) Musa ailesine: “(Uzakta) bir ateş görüyorum; size oradan (tutacağımız yol hakkında) belki bir haber getiririm, yahut ısınmanız için biraz közlenmiş odun getiririm” demişti.
S. Yıldırım:Onlara çetin bir azap vardır, âhirette ise en çok ziyana uğrayacak olanlar da onlardır. Fakat sana gelince, ey Resulüm! Hiç şüphe yok ki Kur’ân sana; her işi hikmet dolu olan, her şeyi mükemmel olarak bilen Allah tarafından verilmektedir. Nitekim Resullerden olan Mûsâ da çölde geceleyin yol alırken ailesine: “Durun!” demişti, “uzakta bir ateş gördüm, oraya gideyim belki oradan yol hakkında bir bilgi alır, yahut hiç değilse bir ateş koru getirir de ısınmanızı sağlarım.”
Meâllerde görüldüğü gibi bu irtibatı tam olarak M. Esed ve S. Yıldırım göstermiştir. Diğer meâller ise bu irtibatı tam olarak verememiştir.
2. VAKF VE İBTİDA:
Vakf lügatte, hapsetmek, alıkoymak; durmak ve durdurmak demektir. Istılahta bir ilim olarak ise şöyle tarif edilmiştir: Manayı tamamlamak için kurrânın tespit ettiği yerlerde durmak; mananın bozulmayacağı belirli yerlerden başlamak suretiyle kıraatte eda keyfiyetinin bilinmesini sağlayan yüce bir ilimdir.
Kısa bir ifadeyle, “nefesle beraber sesi kesmek” şeklinde de tarif edilir. Vakf kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de dört yerde alıkoymak, menetmek,hapsetmek ve hareketin kesilmesine delalet eden manalara gelmektedir. Âlimler vakf yerlerinin tayininde farklı görüşlere sahiptirler. Doğru olan ise kelamın tamam olmasıdır. Çünkü aslolan odur.
İbtida ise vakfın zıddıdır. Bir şeye ilk defa başlamaya denir. İbtidadan maksat, ya vakf yaptıktan sonra kıraate devam etmek için tekrar başlamak veya ilk kıraate başlayıştır. Arapçada sükûn ile ibtida mümkün olmadığı için ibtida, ancak hareke ile yapılır.
3. VAKF VE İBTİDANIN ÖNEMİ:
Vakf ve ibtida doğrudan doğruya Kur’ân’ın manası ile
ilgili bir husustur. Vakf ve ibtidaya riayet, bizzat Peygamber (s.a.v.)’in fiili sünnetiyle sabittir. Ümmü Seleme (r.a.) Resulullah (s.a.v.)’in kıraatini şöyle anlatır: “Nebi (s.a.v.) Kur’ân okuduğu zaman, kıraatini ayet ayet keserdi.” demiş ve Fatiha suresinin ilk üç ayetini, aralarında vakf yapmak suretiyle okuduğunu rivayet etmiştir.
Bir gün Resulullah (s.a.v.)’in huzurunda bir zat halka hitaben: “Allah’a ve Peygamberine itaat eden doğru yolu bulmuştur. İkisine isyan eden…” dedi ve durdu. Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.v.) Ona: “Sen iyi bir hatip değilsin, sen şöyle söylemeliydin: ‘Allah ve Resulüne isyan eden sapmıştır.” Yani vakf yapılması gereken münasip olan yerin burası olduğunu açıklamıştır.
Vakf ve ibtida mahallindeki ihtilaf, İslam mezhepleri arasındaki ihtilafları doğuran en belli başlı sebeplerden biridir. Mesala, Mu’tezile ili Ehl-i sünnet arasında önemli
bir ihtilaf konusu olan irade ve ihtiyar meselesi, aslında
وَرَبُّكَ يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ وَيَخْتَارُ مَا كَانَ لَهُمْ الْخِيَرَةُ سُبْحَانَ اللَّهِ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ (Kasas,68) ayetindeki vakf mahallinin değişmesi sebebiyle meydana gelmektedir. Çünkü Mu’tezile “مَا يَشَاءُ” üzerinde dururوَيَخْتَارُdiye ibtida yaparlar. Böylece yaratmak Allah’a ihtiyar ise kullara raci olmuş olur. Hâlbuki Ehl-i sünnet, “مَا يَشَاءُ وَيَخْتَارُ” diye vakf yapar ki, o zaman yaratmak da ihtiyar da Allah’a ait olur. İhtiyarın da ancak Allah’a ait olduğunu bildiren başka ayetler de vardır.
Birinci Misal:
Huruf-u Mukataa ile başlayan Rum suresinin 2 ila 5. Ayetleri bu konuda önemli bir misal olarak zikredilebilir. Zira bu dört ayetin hiçbirinde cümle bitmemekte, her bir ayetteki cümle diğer ayette devam etmektedir:
غُلِبَتْ الرُّومُ (2) فِي أَدْنَى الْأَرْضِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ (3) فِي بِضْعِ سِنِينَ لِلَّهِ الْأَمْرُ مِنْ قَبْلُ وَمِنْ بَعْدُ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ (4) بِنَصْرِ اللَّهِ يَنصُرُ مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ (5)Ayetlere baktığımızda ikinci ayette Rumların mağlup oldukları zikredilmiş fakat cümlenin mef’ulu yani mağlubiyetin nerede olduğu üçüncü ayette zikredilmiştir. Üçüncü ayetin devamında ise Rumların bu mağlubiyetlerinin ardından tekrar galip gelecekleri söylenmiş fakat bunun ne kadar zaman sonra olacağı ise dördüncü ayette beyan edilmiştir. Dördüncü ayette mü’minlerin sevineceği belirtilmiş fakat bunun mef’ulu de “Allah’ın verdiği zafer sayesinde” şeklinde beşinci ayette belirtilmiştir.

Dolayısıyla bu dört ayet birbiriyle irtibat halindedir.
Bu sebeple beraber bir ayet gurubu şeklinde tercüme edilmelidir.
Diyanet:(2-5) Rumlar, yakın bir yerde yenilgiye uğratıldılar. Onlar yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Önce de, sonra da emir Allah’ındır.
O gün Allah’ın (Rumlara) zafer vermesiyle mü’minler sevinecektir. Allah, dilediğine yardım eder. O, mutlak güç sahibidir, çok merhametlidir.
C. Yıldırım:(2-3-4-5) Rûm (Romalı)lar yakın bir yerde yenilgiye uğradılar. (Ama) onlar bu yenilgiden sonra birkaç yıl (üç ilâ dokuz veya üç ilâ yedi) içinde üstünlük sağlayacaklardır. Bundan önce de, sonra da buyruk Allah'ındır ve işte o gün mü'minler Allah'ın yardımına sevinecekler. Allah dilediğine yardım eder. O çok üstündür, çok güçlüdür, çok merhamet sahibidir.
Diyanet Vakfı:(2-5) Rumlar, (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın bir yerde yenilgiye uğradılar. Hâlbuki onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Eninde sonunda emir Allah'ındır. O gün müminler de Allah'ın yardımıyla sevineceklerdir. Allah, dilediğine yardım eder. O, mutlak güç sahibidir, çok esirgeyicidir.
S. Yıldırım:(2-3) Rumlar yakın bir yerde mağlup oldular. Ama bu yenilgilerinden sonra galip gelecekler. (4-5) Birkaç yıl içinde. Çünkü işleri karara bağlama yetkisi, başında da sonunda da Allah’a aittir. O gün, müminler de, Allah’ın verdiği zafer sayesinde sevinecekler. Allah dilediğini muzaffer kılar. Zira O, azîzdir, rahîmdir (mutlak galiptir, sınırsız merhamet ve ihsan sahibidir).
Elmalılı: 2. Rum mağlup oldu. 3. Arzın yakınında, maamafih onlar bu mağlûbiyyetlerinin arkasından bir kaç sene içinde muhakkak galebe edecekler 4. Önünde de sonunda da emir Allahın ve o gün mü'minler Allahın nusretiyle ferahlanacaklar 5. o kimi dilerse muzaffer kılar ve azîz odur, rahîm o.
Meâllerimizde görüldüğü gibi Diyanet, C. Yıldırım, Diyanet Vakfı ve kısmen S. Yıldırım cümleleri bölmeden tercüme ederek isabet etmişlerdir. Diğer mealler ise ayet ayet tercüme etmeye çalıştıklarından cümleler bölünmüş cümlenin bir kısmı diğer ayette kalmış, kesik kesik bölük pörçük meâller ortaya çıkmıştır.
İkinci Misal:
أَلْهَاكُمْ التَّكَاثُرُ (1) حَتَّى زُرْتُمْ الْمَقَابِرَ (2)” (Tekasür,1-2) 1.ayette başlayan cümle bitmemiş 2.ayette devam etmiştir.
Diyanet:(1-2) Çoklukla övünmek sizi, kabirlere varıncaya (ölünceye) kadar oyaladı.
Diyanet Vakfı:(1-2) Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz.
Ö.N. Bilmen:(1-2) Sizi o çokluk kuruntusu oyaladı. Tâ ki, kabirleri ziyaret ediverdiniz.
Elmalılı: 1. Oyaladı o çokluk kuruntusu sizleri 2. Ta.. ziyaret edişinize kadar kabirleri
S. Yıldırım: 1. Dünyalıklarla böbürlenmek, oyaladı sizleri. 2. Tâ boylayıncaya kadar kabirleri!
C. Yıldırım: 1. Çokluk kuruntusu sizi o kadar oyaladı ki, 2. Kabirleri bile ziyaret ettiniz (oradaki ölülerinizi bile saymaya çalıştınız).

Diyanet, Diyanet Vakfı ve Ö. N. Bilmen meâlleri iki ayeti tam cümle olarak bir arada tercüme etmişlerdir. Diğer meâller ise cümleyi bölerek ayrı ayrı tercüme etmişlerdir.
Üçüncü Misal:
Fetih suresi 8. ayette إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا“Muhakkak ki: Biz, seni bir şahit, bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik” buyrulmaktadır. Takip eden 9. ayette ise bunun sebebi zikredilerek لِتُؤْمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَتُعَزِّرُوهُ وَتُوَقِّرُوهُ وَتُسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلًا “Allah’a ve Resulüne iman edesiniz, ona destek olup saygı gösteresiniz ve Allah’ı da sabah akşam tesbih ve tenzih edesiniz.” buyrulmaktadır. Fakat burada
وَتُوَقِّرُوهُkelimesinde vakf-ı mutlak alameti olan “ط” vakf alameti vardır.
Elmalılı: Ki Allaha ve Resulüne iman edesiniz de bunu takviye ve tevkir edip ona sabah akşam tesbih edesiniz.
Diyanet: Ey insanlar! Allah’a ve Peygamberine inanasınız, ona yardım edesiniz, ona saygı gösteresiniz ve sabah akşam Allah’ı tespih edesiniz diye (Peygamber’i gönderdik.)
S. Yıldırım: Allah’a ve Resulüne iman edesiniz, ona destek olup saygı gösteresiniz ve Allah’ı da sabah akşam tesbih ve tenzih edesiniz.
A.F. Yavuz: Ki, (siz insanlar) Allah’a ve Peygamberine iman edesiniz, O’na yardım edesiniz ve O’nu büyük tanıyasınız; Allah’ı da sabah ve akşam tesbih edesiniz.
H.B. Çantay: ki (hepiniz ey insanlar) Allaha ve peygamberine iman edesiniz, ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyasınız, sabah ve akşam O'nu (Allahı) tesbîh (ve tenzîh)' edesiniz.
A. Uğur: Ta ki (ey müminler!) Allah'a ve Resûlüne iman edesiniz, Resûlüne yardım edesiniz, O'na saygı gösteresiniz ve sabah akşam Allah'ı tesbih edesiniz.
M. Esed: ki siz (ey insanlar,) Allah'a ve Elçisi'ne inanasınız, O'nun izzetini takdir edesiniz, O'na saygı gösteresiniz ve sabahtan akşama O'nun şanını yüceltesiniz.
Y.N. Öztürk: Allah'a ve resulüne inanasınız, O'nu destekleyesiniz, O'nu yüce bilesiniz ve sabah akşam O'nu tespih edesiniz diye.
S. Ateş:Ki Allah'a ve Resulüne inanasınız, O'nu(n dinini) destekleyesiniz. Ona saygı gösteresiniz ve sabah akşam O'nu tesbih ed(ip şânını yücelt)esiniz...
Eğer biz وَتُوَقِّرُوهُkelimesinde cümleyi bölmezsek tesbih
ve tenzihin de Allah Rasulüne ait olduğu gibi bir mananın anlaşılmasına sebebiyet verebiliriz.
Meâllerimizden bir kısmı bu hususa dikkat etmiştir. Elmalılı, meseleyi muğlak bırakmıştır. Diyanet, S. Yıldırım, A. F. Yavuz ve Hasan Basri Çantay son cümlede mef’ul (nesne) olan Allah kelimesini zamirle değil de isimle karşıladıklarından başarılı bir tercüme gerçekleştirmişlerdir.
A. Uğur, yardımın Rasule, saygı ve tesbihin ise Allah’a olduğu görüşünü yansıtmıştır. M. Esed, Y. N. Öztürk ve Süleyman Ateş ise “o” zamirini büyük harfle verip (’) işaretini kullanarak mef’ulun Allah olduğunu belirtmeye çalışmışlardır. Ş. Piriş ve A. Gölpınarlı ise vakfı dikkate almadan ve zamirlerin mercilerini belirtemeden tercüme etmişlerdir.

Alıntı ile Cevapla
Alt 23 Aralık 2013, 16:22   Mesaj No:6
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:39
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:174
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: KUR”AN Tercüme Teknikleri Ders Notları (14 Hafta FuLL)

6. HAFTA

KUR’AN’DAKİ DEYİMLERİN (MECAZLARIN)
ÇEVİRİSİ:
Deyimler anlatımı edebileştiren sözün anlamını daha anlaşılır kılan bir beyan türüdür. Özellikle soyut meselelerin somutlaştırılarak ifadesinde kendini gösterir. Dilde ittisa’ veya anlam genişlemesini ve zenginliğini netice veren aktarımlar bazen insanî vasıfların ve uzuvların tabiattaki nesnelere ve vakalara kullanımı, bazen de tam tersi ve benzeri şekillerde cereyan eder. Sözgelimi bir dünya görüşünü ve zihniyeti anlatmak özellikle de aşağılamak
için “bu kafa değişmedikçe…” gibi tabirler kullanırız.
Yine Türkçe’de temel anlamı “bir nesneyi çevresini sararak basınç altına almak” olan “sıkmak” ifadesi, mecazî olarak bir kimseye bıkkınlık ve sıkıntı vermek anlamında, çok konuşan için “çenesi düşük”, tabiri, akşamın oluşunu anlatmak için “sular karardı” cümlesi kullanılabilir.
Kur’an i’cazının bir tezahürü olarak Kur’an’da mecaz (deyimsel ifadeler), bütün edebi zenginliği ile vardır.
Mecâzın Tanımı: Mecaz, sözlükte geçip gitmek, bir şeyi aşmak anlamındaki “câze” fiil kökünden ism-i mekân veya mimli masdar kipi olup gelip geçilen yer veya gelip geçmek anlamına gelir. Nitekim bir yerden başka bir yere intikal etme temel anlamı mecaz kelimesinin teknik anlamına da yansımıştır. Zira mecazda kelimeler bir anlamdan başka bir anlama taşınırlar.
Mecazın istılahi anlamına gelince mecaz, bir kelimenin dilde vaz’ edilen aslî (hakikî) anlamında kullanılmasına engel teşkil eden bir karine ve iki farklı anlam arasındaki
bir ilgi (alaka)’den dolayı başka bir anlamda kullanılmasıdır.
Mecaz kavramının tanımına dikkatle bakıldığında üç noktanın altının çizildiği tanımın üç esas üzerine inşâ edildiği görülmektedir.
1. Kelimenin hakiki anlamında kullanılmasını engelleyen bir “karine”nin olmasıdır.
2. “alaka” terimidir. Alaka, kelimenin hakiki anlamından mecaz anlamına geçmesine sağlayan münasebettir.
3. Söz konusu alaka veya münasebet bazen benzerlik (müşabehet) olur ki buna istiare adı verilir. Şayet mevcut alaka (ilgi) benzerliğin dışında sebebiyet, âliyyet, cüziyyet, külliyet v.b. bir şey olduğunda ise, bu tür mecaza mecaz-ı mürsel denir.
Zikredilen mecaz tarifi aynı zamanda lüğavi mecazın da tanımı olmaktadır. Nitekim lüğavî mecaz, istiare ve mecaz-ı mürsel olarak iki kısımda mütalaa edilir. Aklî mecaz ise, bir fiili gerçek failinden başkasına isnat etmektir.
Birinci Örnek ve Tahlili: (Tevbe Suresi, 61)
وَمِنْهُمْ الَّذِينَ يُؤْذُونَ النَّبِيَّ وَيَقُولُونَ هُوَ أُذُنٌ قُلْ أُذُنُ خَيْرٍ لَكُمْ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَيُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِينَ وَرَحْمَةٌ لِلَّذِينَ آمَنُوا مِنْكُمْ وَالَّذِينَ يُؤْذُونَ رَسُولَ اللَّهِ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌTevbe Suresi 61. âyetinde iki defa geçen, “üzün” yani “kulak” kelimesinin çevirilerine baktığımızda mütercimlerin “üzün” kelimesinin deyim olup olmadığına bir türlü karar veremedikleri anlaşılmaktadır.
Hâlbuki Araplar her söylenene kanan, her işittiğine inanan saf kimseye “üzün” yani “kulak” demektedirler; tıpkı gözcüye/casusa, “ayn” yani “göz” tabirini kullandıkları gibi.

“Yine içlerinden öyleleri var ki Peygamber’i incitiyorlar ve ‘O her söyleneni dinler bir kulak’ diyorlar. De ki: ‘Sizin için bir hayır kulağıdır, Allah’a inanır, müminlere inanır ve iman edenleriniz için bir rahmettir’. Allah’ın Resûlünü incitenler için ise elim bir azap vardır.”(Elmalılı,M. H. Yazır)
“Onlardan bazıları peygamberi incitmek için ‘O herkese kulak veren safın biridir’ derler. De ki: ‘Evet öyledir, ama hep hakkınızdaki iyi sözlere kulak veren biridir. Allah’a inanır, müminlere güvenir. İman edenleriniz için bir rahmettir O.” (Suat Yıldırım)
Suat Yıldırım’ın çevirisi, “üzün” kelimesiyle anlatılmak istenen saflığı, alaycı üslûbu veya istihfâfı aktarması açısından isabetlidir. Şu kadar var ki söz konusu deyimsel ifadeyi Türkçe’de daha iyi karşılayan anlatım ve en güzel çeviri “ağzına bakmak”deyimidir.
İkinci Örnek ve Tahlili: (Bakara Suresi, 93)
Ayetteki فِي قُلُوبِهِمْ الْعِجْلَ بِكُفْرِهِمْ ifadesi cümle halinde
deyimsel (mecazî) bir anlatımdır. Hakiki veya luğavî anlamı “inkârları yüzünden kalplerine buzağı içirildi” şeklindedir. İnsan kalbi, buzağı, içirmek ve küfür kelimeleri sözlük anlamları esas alınarak bir araya getirildiğinde âyetin
doğru anlaşılması mümkün olmaz. Doğrusu yapılması gereken, ifadenin mecazî bir anlatım olduğunu kabul ederek Arapların bu cümleden ne kastettiklerini araştırmaktır.
Araplar kumaşların boyanmasını “işrab” kelimesiyle ifade ederler. Türkçe’de “çeliğe su vermek” ifadesinde olduğu gibi… Burada Yahudilerin Hz. Musa’ya isyan etmelerinin arkasında yatan sebep ve ruh hali yani şirke karşı tutkuları ve buzağı sevgisi, dolaylı bir anlatımla tıpkı boyanın kumaşa içirilmesi gibi, bir temsilî istiareyle dile getirilmiştir. Doğru çeviri Türkçedeki “iliklerine işlemek” deyiminden istifade ederek “buzağıya tapma sevgisi iliklerine işlemişti” şeklinde olabilir.
Elmalılı Hamdi Yazır: “Bir vakit size verdiğimiz kitabı kuvvetle tutun ve dinleyin diye Turu tepenize kaldırıp misakınızı aldık, dinledik isyan ettik dediler ve küfürleriyle danayı kalplerinde iliklerine işlettiler, eğer, de: sizler mü’minlerseniz imanınız size ne çirkin şeyler emrediyor?”
Celal Yıldırım: “Küfürleri sebebiyle buzağıya (tapma) sevgisi (içlerine) sindirilmişti. De ki: Eğer mü'minler iseniz, imanınız size ne kötü şey emrediyor!”
Hasan Basri Çantay: “Çünkü küfürleri yüzünden özlerine buzağı içirilmiş (iyice işlemiş) di. De ki: «Eğer mü'min (kimse) ler iseniz inancınız size ne kötü şey emrediyor.»
Yaşar Nuri Öztürk: “…İnkârları yüzünden gönüllerine buzağı içirildi. De ki: "Eğer inanan kişilerseniz, ne kötü şeydir size imanınızın emretmekte olduğu..."
Diyanet Vakfı: “…İnkârları sebebiyle kalplerine buzağı sevgisi dolduruldu. De ki: Eğer inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şeyler emrediyor!”
Suat yıldırım: “…Çünkü kâfirlikleri sebebiyle buzağıya tapma sevgisi iliklerine işlemişti. De ki: "Eğer mümin iseniz, imanınız size ne kötü şey emrediyor!"
S. Ateş: “…İnkârlarıyla kalplerine buzağı sevgisi içirildi. De ki: "Eğer inanan kimseler iseniz, imanınız size ne kötü şey emrediyor."



Üçüncü Örnek ve Tahlili: (A’raf Suresi, 149)
وَلَمَّا سُقِطَ فِي أَيْدِيهِمْ وَرَأَوْا أَنَّهُمْ قَدْ ضَلُّوا قَالُوا لَئِنْ لَمْ يَرْحَمْنَا رَبُّنَا وَيَغْفِرْ لَنَا لَنَكُونَنَّ مِنْ الْخَاسِرِينَBu âyette deyimsel ifade
وَلَمَّا سُقِطَ فِي أَيْدِيهِمْ ifadesidir. Mecaz olduğu düşünülmeden kelime kelime tercüme edildiğinde “ellerine düşürüldüğünde veya bırakıldığında…” şeklinde çok kapalı bir anlam ortaya çıkmaktadır. Zemahşerî gibi birçok müfessir bu ifadenin aşırı pişmanlık ve nedamet halini resmeden bir deyim olduğunda müttefiktirler.
Muhammed Esed: “(sonradan) yoldan çıktıklarını
fark ederek pişmanlık içinde ellerini dizlerine vurup da, "Doğrusu, Rabbimiz acıyıp da bağışlamazda, biz gerçekten ziyana uğramış kimselerden olacağız!" deseler bile”
Ali Bulaç: “Ne zaman ki (yaptıklarından dolayı pişmanlık duyup, başları) elleri arasına düşürüldü ve kendilerinin gerçekten şaşırıp saptıklarını görünce: "Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa kesin olarak hüsrana uğrayanlardan olacağız" dediler.”
Ş. Piriş: “Ellerindeki düşürüldüğü ve sapmış olduklarını gördükleri zaman: -Eğer Rabbimiz, bize acımazsa ve bizi bağışlamazsa mahvolanlardan oluruz, dediler.”
Y.Nuri Öztürk: “Başları avuçları arasına düşürülüp de sapmış olduklarını fark ettiklerinde şöyle yakardılar: "Rabbimiz bize merhamet etmez, bizi affetmezse mutlaka hüsrana düşenlerden olacağız."
Suat yıldırım: “Ne vakit ki yaptıklarının saçmalığını anlayıp son derece pişman oldular ve saptıklarını gördüler, "Yemin olsun ki, dediler, eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi affetmezse, muhakkak her şeyimizi kaybedenlerden oluruz.”
Dördüncü Örnek ve Tahlili: (Ahzab Suresi, 10)
إِذْ جَاءُوكُمْ مِنْ فَوْقِكُمْ وَمِنْ أَسْفَلَ مِنْكُمْ وَإِذْ زَاغَتْ الْأَبْصَارُ وَبَلَغَتْ الْقُلُوبُ الْحَنَاجِرَ وَتَظُنُّونَ بِاللَّهِ الظُّنُونَ Bu misaldeki birinci deyimsel ifade “ve iz zâğati’l-ebsaru” literal anlamıyla “gözler kaymıştı” cümlesidir. İkinci mecazî anlatım ise devamındaki “ve beleğati’l-kulûbu’l-hanâcira” ifadesidir ki cümlenin literal (lafzî) anlamı “kalpler gırtlaklara ulaştı veya kavuştu” şeklindedir.
Elmalılı: “O vakit ki hem üstünüzden gelmişlerdi, hem aşağı tarafınızdan ve o vakit ki gözler kaymış, yürekler gırtlaklara dayanmıştı ve Allaha türlü türlü zanlarda bulunuyordunuz”
H.B. Çantay: “O vakit onlar hem üstünüzden, hem altınızdan size gelmişlerdi. O zaman gözler yılmış, yürekler gırtlaklara dayanmıştı ve siz Allaha karşı (türlü) zanlarda bulunuyordunuz.”
Suat Yıldırım: “O vakit onlar hem üstünüzden, hem
alt tarafınızdan gelmişlerdi. Gözleriniz şaşkınlıktan ötürü kaymış, yüreğiniz ağzınıza gelmişti. Siz de Allah hakkında türlü türlü zanlar beslemeye başlamıştınız.”
A. Gölpınarlı: “Hani size hem üst tarafınızdan hücum etmişlerdi, hem alt tarafınızdaki yerlerden ve hani gözler yılmıştı ve korkudan yürekler, ağızlara gelmişti ve Allah hakkında çeşitli zanlara kapılmıştınız”
Ömer Dumlu-Hüseyin Elmalı: “O vakit onlar size yukarıdan ve aşağıdan saldırmışlar, gözler dehşetten yerlerinden oynamış, yürekler ağızlara gelmişti.”
Beşinci Örnek ve Tahlili: (Tekâsür Suresi: 1-2)
أَلْهَاكُمْ التَّكَاثُرُ (1) حَتَّى زُرْتُمْ الْمَقَابِرَ (2)Ayetteki mecazî ifade Zemahşerî’nin de belirttiği üzere “zürtümü’l-mekâbir” yani literal anlamıyla “kabirleri ziyaret ettiniz” cümlesidir. Bu ifade ölmeyi ifade eden bir deyimdir.
“Sizi o çokluk kuruntusu oyaladı. Tâ ki, kabirleri ziyaret ediverdiniz” (Ö. Nasuhi Bilmen)
“Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz.” (Ali Özek ve Heyet)
“Nihâyet kabirleri ziyaret ettiniz (kabre girinceye kadar mal artırmağa çalıştınız” (S. Ateş)
“Kabirlere varıncaya kadar ziyaret ettiniz; (ölülerinizi sayıp onların yokluğu ile öğündünüz.) (A. Fikri Yavuz)
...kabirlere girinceye dek... (Salih Akdemir)
“Tâ boylayıncaya kadar kabirleri!” (Suat Yıldırım)
Son iki mealde kabri ziyaret etmek” ölmek olarak çevrilmiştir ki bizce isabetli bir tercümedir.
Altıncı Örnek ve Tahlili: (Maide Suresi 28)
لَئِنْ بَسَطتَ إِلَيَّ يَدَكَ لِتَقْتُلَنِي مَا أَنَا بِبَاسِطٍ يَدِي إِلَيْكَ لِأَقْتُلَكَ إِنِّي أَخَافُ اللَّهَ رَبَّ الْعَالَمِينَBu âyet-i kerimede ki mecazî ifade elini uzatmak tabiridir. El uzatmak deyimi genelde yardım etmek ve barışmak manasına gelen bir deyimdir. Türkçe’de el uzatmak tabiri yerine “el kaldırmak” deyimi kullanılır.
“Kasem ederim ki sen beni öldürmek için bana el uzatsan da ben seni öldürmek için sana el uzatacak değilim, ben rabbül âlemîn olan Allahtan korkarım” (Elmalılı)
“Andolsun ki beni öldürmen için elini bana uzatırsan ben seni öldürmem için elimi sana uzatıcı değilim. Çünkü ben kâinatın Rabbi olan Allah’tan korkarım” (H. Basri Çantay)
“Andolsun, eğer sen beni öldürmek için bana elini uzatırsan, ben seni öldürmek için sana elimi uzatmam. Çünkü ben âlemlerin Rabbinden korkarım!” (S. Ateş)
“Eğer beni öldürmek için elini bana uzatacak olursan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben, alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım." (Ali Bulaç)
“Yemin ederim ki, sen beni öldürmek için el kaldırırsan, ben seni öldürmek için sana el kaldırmam. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.” (Suat Yıldırım)
Yedinci Örnek ve Tahlili: (İsrâ Suresi 13)
وَكُلَّ إِنسَانٍ أَلْزَمْنَاهُ طَائِرَهُ فِي عُنُقِهِ وَنُخْرِجُ لَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ كِتَابًا يَلْقَاهُ مَنشُورًاKur’an’daki deyimsel ifadelerin çevirisine güzel bir örnek de İsra suresindeki bu âyettir özellikle âyetteki “Ve kulle insanin elzemnâhu tairahu fi unukih” ifadesi özellikle de kuş anlamındaki “tâir” kelimesi mecazi anlamdadır.
Lâfzen veya literal olarak “her insanın kuşunu da boynuna taktık” manasına gelmektedir. Görüldüğü
üzere anlam kapalıdır. İnsanın kuşu tabirinden bir şey anlaşılmamaktadır. Tefsirlere bakıldığında “tâir” kelimesi burada mecazî olarak insanın iyi veya kötü kaderi yapıp ettikleri, ameli anlamına gelmektedir.
Zemahşerî, tair kelimesini; kişinin ayrılmaz parçası olan ve onlardan dolayı hesap vermek zorunda kalacağı; islediği amelleri/eylemleri seklinde yorumlamıştır.
“Her insanın da kuşunu boynunda kendine takmışızdır ve onun için Kıyamet günü bir kitap çıkarırız ki neşrolunarak onu şöyle karşılar” (Elmalılı)
“Her insanın uğursuzluk kuşunu onun boynuna takmışızdır. Kıyamet günü kendisine, önünde açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkaracağız” Y. Nuri Öztürk
“Her insanın tâir(kuş)ini boynuna bağladık, kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız”(S. Ateş)
“Her insanın sorumluluğunu omzuna yükledik” Kur’an Yolu
“Öte yandan, Biz her insanın kaderini (kendi) boynuna dolamışızdır; Kıyamet Günü onun önüne, her şeyi açık açık kaydedilmiş bulacağı bir sicil çıkaracağız” (M. Esed)
“Her insanın vebalini, kendi nefsine bağladık, (her insan yaptıklarına göre muamele görür). Nitekim kıyamet günü önüne açılan bir defter çıkaracağız.” (Suat yıldırım)
Sekizinci Örnek ve Tahlili: (İsrâ Suresi 29)
وَلَا تَجْعَلْ يَدَكَ مَغْلُولَةً إِلَى عُنُقِكَ وَلَا تَبْسُطْهَا كُلَّ الْبَسْطِ فَتَقْعُدَ مَلُومًا مَحْسُورًا Yukarıdaki âyet-i kerime lafzen literal olarak kelimelerin sözlük anlamlarından hareketle tercüme edildiğinde “Ve elini boynuna bağlanmış kılma ve onu büsbütün de açma. Sonra fazlaca levme uğramış, hasret içinde kalmış bir halde oturup durursun.” Şeklinde bir mealle karşılaşırız. Türkçe de “eli sıkı olmak” deyimiyle karşılanabilir. Ellerini tamamen açıp salıvermekten maksat ise, israftır.
“Elini boynuna bağlı kılma (cimri olma) ve büsbütün de onu açıp israf etme ki, sonra kınanmış olursun ve eli boş açıkta kalırsın.” (A. Fikri Yavuz)
“Elini boynuna bağlı olarak asma Onu büsbütün de açıp saçma. Sonra kınanmış, pişman bir halde oturup kalırsın.” (H. Basri Çantay)
“Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın.” (Ali Bulaç)
“Elini bağlayıp boynuna asma. Ama onu büsbütün de salıverme. Sonra kınanır, hasret içinde bir köşede büzülür kalırsın.” (Y. Nuri Öztürk)
“Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma ki herkes tarafından ayıplanan, kaybettiklerine hasret çeken bir
hale düşmeyesin” (Suat Yıldırım)
Dokuzuncu Örnek ve Tahlili: (Kehf Suresi 22)
Yukarıdaki âyette geçenرَجْمًا بِالْغَيْبِifadesi bir deyimdir. Manası ise tahmin ve zanna dayanarak delilsiz konuşmak demektir. Türkçe’de “gözü kapalı konuşmak” ve karanlığa kurşun sıkmak” deyimleri yukarda anlatılan tahminle, delilsiz, zanna dayanarak konuşmayı karşılayan deyimlerdir.
“(Sayıları) üçtür, dördüncüleri köpekleridir» diyecekler, «Beştir, altıncıları köpekleridir» diyecekler. (İkisi de) gaybı taşlamaktır…” (H. Basri Çantay)
(Ve çağlar sonra), bilemeyecekleri bir konuda gereksiz tahminlerde bulunarak, "onlar üç kişiydiler; dördüncüleri köpekleriydi", yahut "beş kişiydiler, altıncıları köpekleriydi", hatta "yedi kişiydiler, sekizincileri köpekleriydi" diyen kimseler çıkacak.” (M. Esed)
“Görülmeyene taş atar gibi: "Onlar üçtür, dördüncüleri köpekleridir" diyecekler; "Beştir, altıncıları köpekleridir" diyecekler…” (S. Ateş)
“İnsanların kimi: "Onlar, üç kişi idi, dördüncüleri de köpekleri idi." diyecekler. Bazıları da: "Beş kişi idiler, altıncıları da köpekleri idi." diyecekler. Bunlar, gayb hakkında tahmin yürütmekten ibarettir.” (Suat Yıldırım)
Alıntı ile Cevapla
Alt 23 Aralık 2013, 16:23   Mesaj No:7
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:39
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:174
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: KUR”AN Tercüme Teknikleri Ders Notları (14 Hafta FuLL)

7. HAFTA

HAZİFLİ İFADELER VE MEÂLLERDE PARANTEZ

İÇİ AÇIKLAMALAR
Ne usandıracak kadar uzun, ne de manayı bozacak
kadar kısa” şeklinde formüle edilen îcaz yani vecîz ve özlü anlatımın en önemli iki çeşidi vardır: Bunlar kasr ve hazftir. Îcaz-ı kasr, hazf yapmaksızın az kelimeyle çok mana ifade etmektir. “ve leküm fi’l-kısası hayatün” (Bakara, 179) âyetinde olduğu gibi… Îcaz-ı hazf ise, lafzî yahut manevî bir karîne (sebep ipucu) bulunmasıyla ibareden bir harfin veya kelimenin veya cümlenin eksiltilmesi, düşürülmesiyle elde edilen, ifadenin anlamını bozmayıp edebî ve estetik kılan veciz (kısa ve özlü) anlatımdır. Nitekim hazf kelimesi sözlükte bir şeyi kenarından kesip atmak, eksiltmek anlamlarına gelir.
Özetle söylersek meallerdeki parantez içi ifadelerin önemli bir kısmı özlü ve kısa anlatım yani hazf üslubundan kaynaklanmaktadır.
Arapları belağat, fesahat ve îcazıyla susturan, bir benzerini getirmekten aciz bırakan Kur’an’ın da en önemli hususiyetlerinin başında onun özlü edebî estetik anlatımı gelmektedir. İşte yukarda zikrettiğimiz Kurân’ın hususiyet ve kabiliyetleri nedeniyle, tefsir ilmi doğmuş ve her asırda, Kur’an’ı anlamayı gaye edinen yüzlerce eser telif edilmiştir.
Bu hakikatin meallere yansıması ise, parantez içi açıklamalar, tefsirli ve şerhli meallerin yazımı şeklinde olmuştur. İbn Cinnî, Hasâisadlı eserinde ibarede hazfedilen unsurun bazen cümle, bazen kelime, bazen
de harf ve hareke olabileceğini belirtir.
Hazf çeşitleri örnekleriyle ve gerekçeleriyle hem Ulumu’l-Kurân, hem Belağat hem de Nahiv gibi dilbilim eserlerinde incelenmiştir. Zerkeşî’ninel-Burhanve Ahmed el Hâşimî’ nin Cevâhiru’l-Belâğaisimli eseri burada hatırlanabilir.

1. HARFİN HAZFEDİLMESİ VE MEALLERDEKİ KONUMU:
Birinci Örnek ve Tahlili: Bakara Suresi (184)
أَيَّامًا مَعْدُودَاتٍ فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ أَيَّامٍ أُخَرَ وَعَلَى الَّذِينَ يُطِيقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْكِينٍ فَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا فَهُوَ خَيْرٌ لَهُ خَيْرٌ لَكُمْ إِنْ كُنتُمْ تَعْلَمُونَ وَأَنْ تَصُومُوا Yukarda zikredilen âyette “ve alellezine yutikunehu fidyetun taamu miskin” ibaresinde “yutikunehu” kelimesinden önce nefy edatı “lâ” takdir edilerek mana verilir. Zira burada söz konusu harf hazfedilmiş âyetin ibaresinden düşürülmüştür.
Elmalılı: “Sayılı günler, içinizden hasta olan veya seferde bulunan ise diğer günlerden sayısınca, ona dayanıp kalacak üzerine de fidye: bir miskin doyumu, her kim de hayrına fidyeyi artırırsa hakkında daha hayırlıdır, bununla beraber oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır eğer bilirseniz”
Celal Yıldırım: “Sizden kim hasta ya da yolculuk halinde bulunursa, (tutamadığı) günler sayısınca diğer günlerde tutar. (Fazla yaşlılıktan veya iyileşmesi umulmayan bir hastalıktan dolayı) oruç tutmaya güç getiremeyenlere bir yoksulu (sabah-akşam) doyuracak fidye gerekir. Kim de gönülden (fidyeyi artırıp) hayır yaparsa, bu onun için daha iyidir. Bununla beraber oruç tutmanız, eğer bilirseniz, sizin için hayırlıdır”
H. Basri Çantay: “(O) sayılı günler (dir). Artık sizden kim (o günlerde) hasta, yahut sefer üzerinde olur (ve orucunu yemiş bulunursa) tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (tutar. İhtiyarlığından, yahut Şifâ bulması ümit edilmeyen bir hastalıktan dolayı oruç tutmaya) gücü yetmeyenler üzerine de bir yoksul doyumu fidye (lâzımdır). Bununla beraber kim gönül isteğiyle bir hayır yaparsa işte bu, onun için daha hayırlıdır. Oruç tutmanız sizin hakkınızda (yemenizden ve fidye vermenizden) hayırlıdır, bilirseniz”
M. Esed: “Sayılı günlerde (oruç). Ancak sizden kim, hasta veya seyahatte olursa diğer zamanlarda (aynı gün sayısı kadar oruç tutmalıdır); ve (bu gibi hallerde) gücü yetenlere bir muhtacı doyurarak fidye vermek, bir yükümlülüktür. Her kim, yapmaya yükümlü olduğundan daha fazla iyilik yaparsa kendisine iyilik yapmış olur; zira oruç tutmak kendinize iyilik yapmaktır -keşke bunu bilseydiniz”
Suat Yıldırım: “Oruç sayılı günlerdedir. Sizden her kim
o günlerde hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar. Oruç tutamayanlara fidye gerekir. Fidye bir fakiri doyuracak miktardır. Her kim de, kendi hayrına olarak fidye miktarını artırırsa bu, kendisi hakkında elbette daha hayırlıdır. Bununla beraber, eğer işin gerçeğini bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.”
S. Ateş: “Sayılı günler olarak. Sizden kim hasta veya seferde olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (tutar). Oruca (güç) dayananların fidye vermesi, bir yoksulu doyurması lâzımdır. Bununla beraber gönül isteğiyle kim bir iyilik yapar(oruç tutar)sa o, kendisi için iyidir. Bilirseniz oruç tutmanız, sizin için daha hayırlıdır”
İkinci Örnek ve Tahlili: Nahl Suresi (15)
وَأَلْقَى فِي الْأَرْضِ رَوَاسِيَ أَنْ تَمِيدَ بِكُمْ وَأَنْهَارًا وَسُبُلًا لَّعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
Yukarıda zikredilen ayetteki أَنْ تَمِيدَ بِكُمْibaresinin başında bir “la” nefy edatı hazfedilmiştir.Ayete mana verirken bu edatı orada takdir ederek “en lâ temîde bikum” esas alınarak anlaşılmalı veya tercüme edilmelidir.
“Hem Arzda ağır baskılar bıraktı ki sizi çalkar diye, hem de nehirler ve yollar, gerek ki doğru gidesiniz” (Elmalılı)
“Ve O, sizi sallayıp çalkalar diye, yeryüzüne sabit ve muhkem dağlar, (bundan başka da) ırmaklar, yollar koydu. Tâki maksatlarınıza ulaşasınız” (H. Basri Çantay)
Sizi sarsmasın diye arza yerinden oynatılmaz dağlar; ve yolunuzu bulasınız diye nehirler,yollar yerleştirdi”(M. Esed)
“Sizi sarsıntıya uğratır diye yerde sarsılmaz dağlar bıraktı, ırmaklar ve yollar da (kıldı). Umulur ki doğru yolu bulursunuz.” (Ali Bulaç)
Sizi sarsar diye arza ağır baskılar attı, ırmaklar ve yollar yaptı ki doğru yolu bulasınız.” (S. Ateş)
“Hem dünya hareketiyle sizi sarsmasın diye, yeryüzüne sabit dağlar koydu. Amaçlarınıza ermeniz için ırmaklar, geçitler yerleştirdi” (Suat Yıldırım)

2. KELİMENİN HAZFEDİLMESİ VE MEALLERDEKİ KONUMU:
Üçüncü Örnek ve Tahlili: Bakara Suresi (177) لَيْسَ
الْبِرَّ أَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِZikredile âyetin “…ve lakinnel birra men amene billahi…” cümlesinde hazifli (eksiltili) bir kullanım vardır.
Zira hazif takdir edilmeden cümleyi: "Ancak birr/ iyilik/takvâ, Allah'a inanan… kimselerdir" şeklinde çevirmek gerekecektir ki bu bizi sağlıklı bir mânâya götürmez. Onun için âyet-i kerîmede haber konumunda olan muzâf unsurun hazfedildiği/cümleden düşürüldüğü dikkate alınarak ibâreyi: “ ve lakinnel bira birru men” şeklinde takdir etmek ve anlamlandırmak gerekmektedir.
Elmalılı: Erginlik değil: yüzlerinizi kâh gün doğu tarafına
çevirmeniz kâh batı, ve lâkin eren o kimsedir ki Allaha, Ahiret gününe, Melâikeye, Kitaba ve bütün Peygamberlere iman edip karabeti olanlara, öksüzlere, bîçarelere yolda kalmışa, dilenenlere ve esirler uğrunda seve seve mal vermekte, hem namazı kılmakta hem zekâtı vermekte, bir de antlaştıkları vakit ahitlerini yerine getirenler, hele sıkıntı ve hastalık hallerinde ve harbin şiddeti zamanında sabr-ü sebat edenler işte bunlardır o sadıklar ve işte bunlardır o korunan müttekiler”
Ömer Nasuhi Bilmen: “Birr (takvâ) yüzlerinizi maşrık ve mağrip tarafına çevirmeniz değildir. Fakat birr, o kimsenin birridir ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere imân etmiş olur. Ve malını seve seve karabet sahiplerine, yetimlere, yoksullara, yolculara, dilenenlere verir. Ve esirleri azad etmek hususuna sarfeder. Ve namazını kılar, zekâtını verir. Bir de muâhede yaptıkları zaman ahidlerini yerine getirirler ve ihtiyaç, hastalık ve şiddetli savaş hallerinde de sabırlı bulunurlar. İşte sâdık olanlar onlardır. Muttakî olanlar da onlardan ibarettir.”
S. Ateş: “Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, o(kimsenin iyiliği)dir ki, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere inandı…”
Suat Yıldırım: İyilik (ve hayır), yüzlerinizi doğuya
ya da batıya doğru çevirme değildir. Asıl iyilik; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden, sevdiği malını Allah’ı hoşnut etmek için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalan gariplere, isteyenlere ve boyunduruk altında bulunup hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere veren,namazı hakkıyla ifa edip zekâtı veren, sözleştiği zaman sözlerinde duran, hele hele sıkıntı ve hastalık hallerinde, savaşın şiddetleri esnasında sabreden kimselerin davranışlarıdır…”
Dördüncü Örnek ve Tahlili: A’raf Suresi (142)
وَوَاعَدْنَا مُوسَى ثَلَاثِينَ لَيْلَةً وَأَتْمَمْنَاهَا بِعَشْرٍ فَتَمَّ مِيقَاتُ رَبِّهِ أَرْبَعِينَ لَيْلَةً وَقَالَ مُوسَى لِأَخِيهِ هَارُونَ اخْلُفْنِي فِي قَوْمِي وَأَصْلِحْ وَلَا تَتَّبِعْ سَبِيلَ الْمُفْسِدِينَYukarıdaki âyetteki وَوَاعَدْنَا مُوسَى ثَلَاثِينَ لَيْلَةً وَأَتْمَمْنَاهَا بِعَشْرٍ فَتَمَّ مِيقَاتُ رَبِّهِ أَرْبَعِينَ لَيْلَةً ibaresinde sözleşilen otuz
gece üzerine on ilave yapıldığı zikredilmektedir. Âyetin sonundaki erbeîne leyleten” ifadesinden de anlaşılacağı üzere burada muzafun ileyh olan isim yani “leyalin” kelimesi hazfedilmiştir. İbareyi hazfedilen kısmı zikrederek “ve etmemnâhâ bi aşri leyâlin” şeklinde anlamalıyız.
Elmalılı: “Bir de Musâya otuz geceye va'd verdik ve anı bir on ile tamamladık, bu sûretle rabbinin mîkatı tam kırk gece oldu ve Musâ kardeşi Haruna şöyle dedi: kavmim içinde bana halef ol, ıslâha çalış da müfsidler yoluna gitme”
H. Basri Çantay: Musa ile otuz gece (bize münacatta bulunması için) sözleştik ve ona bir on (gece) daha kattık.”
Celal Yıldırım: “Musa ile otuz geceye sözleştik ve onu on gün ile tamamladık…”
Ali Bulaç: “Musa ile otuz gece için sözleştik ve ona bir
on daha ekledik…”
S. Ateş: “Mûsâ ile otuz gece (bana ibâdet etmesi için) sözleştik ve buna on gece daha kattık. Böylece Rabbinin tayin ettiği vakit, kırk geceye tamamlandı.”

3. CÜMLENİN HAZFEDİLMESİ VE MEALLERDEKİ KUNUMU:
Beşinci Örnek ve Tahlili: Bakara Suresi (213)
كَانَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللَّهُ النَّبِيِّينَ مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ وَأَنزَلَ مَعَهُمْالْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ فِيمَا اخْتَلَفُوا فِيهِ وَمَا اخْتَلَفَ فِيهِ إِلَّا الَّذِينَ أُوتُوهُ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمْ الْبَيِّنَاتُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ فَهَدَى اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا لِمَا اخْتَلَفُوا فِيهِ مِنْ الْحَقِّ بِإِذْنِهِ وَاللَّهُ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍYukarıdaki âyet-i kerimede كَانَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللَّهُ النَّبِيِّينَ مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَiki kelime arasında “fahtelefû” (İhtilafa düştüler veya Aralarında ihtilâflar başlayınca) cümlesi mahzuftur. Bu hazfedilen cümle, takdir edilmeden âyet çevrildiğinde veya anlaşıldığında âyetin anlamında bir kapalılık meydana gelmektedir. Y. Nuri Öztürk ve S. Ateş’in meali bu açıdan kapalı ve eksiktir. Elmalılı, H. Basri Çantay ve S. Yıldırım’ın meallerinde söz konusu husus tercümeye yansıtıldığı için isabetlidir.
Elmalılı: “İnsanlar tek bir ümmet idi. Ayrılmaları üzerine Allah rahmetinin müjdecileri ve azabının habercileri olmak üzere Peygamberler gönderdi ve beraberlerinde hak ile kitap indirdi ki nas arasında ihtilâf ettikleri noktada hakem olsun, bunda da sırf o kitap verilenler kendilerine bunca beyyineler geldikten sonra tuttular aralarındaki ihtiras yüzünden ihtilâfa düştüler, bunun üzerine Allah onların ihtilâf ettikleri hakka izni ilâhîsiyle bu iman edenleri doğrudan doğru muvaffak buyurdu, öyle ya Allah
dilediğini doğru yola çıkarır”
H. Basri Çantay: “İnsanlar bir tek ümmetti (kimi îmân etmek, kimi küfre sapmak suretiyle ihtilâfa düştüler). Binâen'aleyh Allah (rahmetinin) müjdeciler (i, azabının) haberciler (i) olmak üzere (onlara) peygamberler gönderdi ve beraberlerinde — insanların ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında aralarında hüküm vermek için — hak (ve gerçek) kitaplar da indirdi. Hâlbuki kendilerine apaçık deliller geldikten sonra birbirine karşı olan ihtiras ve hasetten ötürü ihtilâfa düşenler; o (Kitab) verilenlerden başkası değildir. İşte Allah (böylece) îman edenleri, kendi iradesiyle; hakkında ihtilâfa düştükleri hakka (gerçeğe) ulaştırdı. Allah kimi dilerse onu doğru yola iletir.”
Yaşar N. Öztürk: “İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, peygamberleri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gönderdi.
Onlarla beraber, anlaşmazlığa düştükleri konularda, insanlar arasında hükmetsinler diye gerçeği taşıyan Kitap'ı hak olarak indirdi. O Kitap'ta anlaşmazlığa düşenler, o Kitap'ın bizzat muhataplarından başkası değildi.
Bunlar, kendilerine açık kanıtlar geldikten sonra sırf aralarındaki kıskançlık ve azgınlık yüzünden, çekişmeye girdiler. Sonra Allah kendi izniyle, inananları, üzerinde tartışmaya girdikleri gerçeğe tekrar ulaştırdı, Allah,
dilediği kişiyi/dileyeni doğru yola iletir.”
S. Ateş: “İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allâh, peygamberleri, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; onlarla beraber, anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetmek üzere, içinde gerçekleri taşıyan Kitabı indirdi. Kendilerine Kitap verilmiş olanlar, kendilerine açık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlıktan ötürü o(Kitap hakkı)nda anlaşmazlığa düştü(ler). Bunun üzerine Allâh, kendi izniyle inananları, onların üzerinde ayrılığa düştükleri gerçeğe iletti. Allâh, dilediğini doğru yola iletir.”
Altıncı Örnek ve Tahlili: Yusuf Suresi (45-46)
وَقَالَ الَّذِي نَجَا مِنْهُمَا وَاِدَّكَرَ بَعْدَ أُمَّةٍ أَنَا أُنَبِّئُكُمْ بِتَأْوِيلِهِ فَأَرْسِلُونِييُوسُفُ أَيُّهَا الصِّدِّيقُ أَفْتِنَا فِي سَبْعِ بَقَرَاتٍ سِمَانٍ يَأْكُلُهُنَّ سَبْعٌ عِجَافٌ وَسَبْعِ سُنْبُلَاتٍ خُضْرٍ وَأُخَرَ يَابِسَاتٍ لَعَلِّي أَرْجِعُ إِلَى النَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَعْلَمُونَ
Kur’andaki cümle haziflerine bir örnek de Yusuf suresindeki 45. Âyetin bitişindeki “…fe ersilûni” ifadesiyle devamındaki 46. Âyetin başlangıcı “yusufu eyyühe’s-sıddîk…” cümleleri arasında hazfedilen cümlelerdir.
Elmalılı: “O ikisinden kurtulmuş olan da nice zamandan sonra hatırladı da dedi ki: ben size onun te'vilini haber veririm, hemen beni gönderin. Yusüf! Ey sıddık! Bize şunu hallet: «yedi semiz inek bunları yedi arık yiyor ve yedi yeşil başakla diğer yedi de kuru» ümit ederim ki o nâsa cevab ile dönerim, gerektir ki kadrini bilirler “
Ali Bulaç: “O iki kişiden kurtulmuş olanı, nice zaman sonra hatırladı ve: "Ben bunun yorumunu size haber veririm, hemen beni (zindana) gönderin" dedi, (Zindana gidip "Yusuf, ey doğru (sözlü insan).. Yedi besili ineği yedi zayıf (ineğin) yediği ve yedi yeşil başakla diğerleri kuru olan (rüya) konusunda bize fetva ver. Umarım ki insanlara da (senin söylediklerinle) dönerim, belki onlar (bunun anlamını) öğrenmiş olurlar”
Suat Yıldırım: “O iki arkadaştan kurtulanı, aradan
geçen bunca zamandan sonra, işte ancak o sırada, Yusuf’u hatırlayıp dedi ki "Rüyanın tabirini size ben bildireceğim. Hele siz beni hapishaneye bir gönderiverin! Hapishaneye gidip: "Yusuf! Sözü doğru ve isabetli olan aziz dostum! Şu müşkil rüya hakkında bize bir çözüm bildir lütfen: "Yedi semiz ineği yiyen yedi zayıf inek ile yedi yeşil başak ile yedi kuru başağın anlamı ne olabilir? Ümit ederim ki isabetli yorumunu öğrenip ilgili insanlara aktarırım, böylece onlar da doğruyu öğrenir ve senin kıymetini bilirler."
M. Esed: İşte ancak o zaman, aradan geçen bunca vakitten sonra, hapisten kurtulan o iki kişiden biri (Yusuf'u) hatırladı ve: "Bu (rüyanın) işaret ettiği gerçek anlamı ben öğrenip ulaştırabilirim size" dedi, "ama bunun için gitmeme izin verin. (Ve böylece Yusuf'u hapishanede görmeye gitti ve O’na "Ey Yusuf, ey özü sözü doğru adam!" dedi, "(Rüyada görülen) yedi çelimsiz ineğin yediği yedi semiz inek ve yedi yeşil başakla (yedi) kurumuş başak ne anlama gelir, bunu bana yorumla ki (senin açıklamanla saraydaki) insanların yanına döneyim ve onlar da (böylece senin nasıl biri olduğunu) öğrensinler!"
Görüldüğü üzere Ali Bulaç ve M Esed parantez içinde (Zindana gidip, (Ve böylece Yusuf'u hapishanede görmeye gitti ve o'na ifadeleriyle aktardıkları mesele âyette hazfedilmiştir. Bu hazfedilen cümle parantez içi ifadelerle tercümeye yansıtılmıştır. Elmalılı’nın meali ise bu açıdan eksiktir. En isabetli meal ise S. Yıldırım’ın tercümesinde olduğu üzere zikredilmeyen ama anlam olarak var olan bu cümleleri açıkça çeviride vermektir.
Alıntı ile Cevapla
Alt 23 Aralık 2013, 16:23   Mesaj No:8
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:39
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:174
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: KUR”AN Tercüme Teknikleri Ders Notları (14 Hafta FuLL)

8. HAFTA

KELİMELERİN LUĞAVÎ ANLAMLARININ
DOĞRU TESPİTİ:
1. Luğavî Anlam Nedir?
Luğavî anlam ile Kuran’da kullanılan veya geçen kelimelerin, ilahî kelâmın tenzîline sebkat eden ve kendisiyle ilahî mesajın muhataplarına iletildiği Arap dilindeki anlamları veya kullanımları kastedilmektedir.
Daha pratik bir tanımla, luğavî (etimolojik) anlamla, Kur’an kelimelerinin, klasik sözlükler çerçevesinde bile olsa, gerek lafız, gerekse anlam olarak, mevcut türevlerine ve kullanımlarına yansımış olan temel (kök) anlamı veya dilsel uylaşım dile getirilmektedir.
Hz. Ömer’le ilgili şu olay da bu hususu teyit etmektedir. Bir defasında Ömer (r.a) minberdeyken Nahl suresi 47. âyetindeki “tahavvüf” kelimesinin anlamını meclistekilere sormuş ve Hüzeyl kabilesine mensup bir kişi (ihtiyar) kalkarak, bu kelimenin kendi lehçelerinde “tenakkus”
yani azar azar eksiltmek manasına geldiğini söylemiş ve akabinde de şiirden örnek getirerek istidlal etmiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer “Ey insanlar şiir divanlarınıza sahip çıkın, zira onda Kitabınızın tefsiri vardır” demiştir. Bu misalde tehavvüf kelimesinin luğavî (etimolojik) analizinden ziyade dildeki benzer bir kullanımıyla açıklanması meselenin mahiyeti açısından önemlidir.
Luğavî anlam, sözcüklerin kullanımlarından, türevlerinden hareketle, ses ve mana bakımından kabul edilebilecek müşterek aslını tespit etmek, yani bir kelime içerisinde saklı olan kavram çekirdeğini ve değerini gerçek ve doğru anlamı ortaya koymak olarak tanımlanır.
M. Hamdi Yazır Kurân’ın Arap diliyle olan irtibatını
şu şekilde ifade etmektedir: Biz insanların sözlerinde kelimeler, manaların muvakkat bir giysisidir. Manalar ile kelimeler arasındaki ilişki bir vücudun elbisesi ile ilişkisi gibidir. Ama Kur’anın lafızları elbise değil vücudun canlı olan derisi durumundadır. Nitekim bu husus Usûl-i Fıkıh âlimlerince: “Arapça, Kur’an’ın mahiyetinin bir parçasıdır.” şeklinde ifade edilmiştir.
Fahruddin er-Râzî “kelimelerinin taşıdıkları anlamları tespitte en mükemmel yöntemin iştikak (etimoloji) olduğunu söylemektedir. Kâdî Abdülcebbâr ise, “Bir lafzın konulduğu anlamı bilmeden bu lafzı manasını doğru bir şekilde belirtecek tarzda kullanmak mümkün değildir.” demek suretiyle luğavî (etimolojik) anlamın önemini dile getirmektedir. Râgıb el-İsfehânî’nin “Müfredatın mukaddimesindeki “Kur’an’ın kelimeleri, fasih Arapça’nın temel sözvarlığı ve özüdür.” ifadesi konumuz açısından önemlidir.Konuyla ilgili bir başka mesele da Kur’an’da yabancı kelime bulunup bulunmadığıdır. Zira luğavî (etimolojik) analizlerde sadece bir sözcüğün âit olduğu dilde hangi köke dayandığıyla ilgilenilmez, aynı zamanda yerli mi yabancı mı olduğu başlangıçta hangi kavramı yansıttığı ve ne gibi gelişmeler gösterdiğiyle de ilgilenilir.
Bu mesele İslam âlimleri tarafından erken dönemlerde tartışılmaya başlanmıştır. Suyutî, el-İtkanisimli eserinde, aralarında Şâfiî, Taberî, Ebu Ubeyde, Kadî Ebu Bekir ve İbn Fâris’inde bulunduğu ekser ulemânın Kur’an’ın apaçık Arapça ile indirildiğini ifade eden âyetlere istinaden Kur’an’da yabancı bir dilden kelime olmadığı görüşünü savunduklarını söyler. “
Diğer bir kısım âlimin de Kur’an’da yabancı
kökenli kelimelerin olmasının Arapça nuzûlu olgusuyla çelişmeyeceğini asıl olanın kullanım olduğunu belirttiklerini kaydetmektedir. Yine konuyu inceleyen Şatıbî, meseleye dair şu kapsamlı ve dirayetli izahı getirir:Kuran Arap diliyle inmiştir; dolayısıyla onu anlama çabaları da yine ancak Arap dili vasıtasıyla olacaktır. Araplar söz konusu kelimeleri kullanıyorlar, manalarını anlıyorlarsa o takdirde böyle bir şeyi problem edinmenin anlamı yoktur. Çünkü yabancı kökenli de olsa bir kelimeyi Araplar kullanmışlar ve kendilerine mal etmişlerse artık o kelime kendi dillerinden olmuştur. Dikkat edilecek olursa Araplar hiçbir yabancı kelimeyi orijinal dilindeki telaffuzu üzere bırakmazlar.
Bu durumda telaffuzu değişen kelime artık Arapça’ya mal olmuştur. Yine Arapça kalıp (yapı) dili olduğundan dile dâhil olan yabancı kelimeler, eğer kalıba uyuyorsa olduğu gibi, uymuyorsa bazı değişikliklerle uydurularak alınmıştır.”
Kur’an’daki, yabancı veya ödünç kelimelerin varlığı meselesi oryantalistlerin de temel uğraşlarındandır. Bazı Kur’an kelimelerinin kökenini İbranice ve Aramice’ye indirgemek suretiyle Kur’an’ın kendilerince kaynaklarını, referans çerçevesini, metnin oluşum sürecini yani Hz Peygamberin teolojik serüvenini tasvir ve tayin etmeyi amaçlamaktadırlar. Ünlü Fransız Dil bilimcisi Albert Dauzat, “alınma, ödünç sözcükler çözümlenirse bir dilin tarihi de aydınlatılmış olur” demektedir.
Luğavî (etimolojik) analizin önemini artıran bir diğer nokta, Kur’an’ı linguistik bir metin olarak algılayanlar için luğavî (etimolojik) anlama yönelik analizler, âyetlerin
sosyal bağlamı olan nuzûl ortamına ulaşma ve onu elde etme yöntemidir. Zira nuzûl sebeplerinden hareketle
nassın anlamı anlaşılabildiği gibi, metin içi referanslardan hareketle de ilahî kelamın nuzûl ortamı açığa çıkarılabilir.
2. Luğavî (etimolojik) Anlam Açısından
Meâllerin Durumu:
Hasan Basri Çantay, meâlinin önsözünde, ideal bir mealde bulunması gereken şartları sıraladığı listenin 9. maddesinde “metinde âyetlerin meallerini yazarken her klişeye gelişi güzel uymayarak, aklını ve fikrini Arap dilinin, arap lugatinin ve edebiyyatının derinlikleri içine salsın ve o derinliklerde hakikat cevherlerini mümkün mertebe yakalayıp alsın.” ifadesiyle etimolojiye işaret emektedir.
İncelenen meallerin girişinde istifade edilen kaynaklar verilmekle beraber ne Arapça, ne de Türkçe’nin söz varlığına ve deyimlerine ait sözlük ismi geçmemekte, bunun yerine daha önce yazılan tefsir ve mealler zikredilmektedir. Kur’an kelimelerinin dilsel anlamlarını tespitte sadece birkaç Arapça tefsir, Türkçe karşılıkları için ise, Türkçe yazılan mealler esas alındığında, her iki dilin imkânları kısmen göz ardı edilmiş demektir. Çünkü hem müfessirler, hem de daha önce meal hazırlayanlar kelimenin sözlük anlamlarından bir yahut bir kaçını tercih etmekte, seçici ve eleyici olmaktadırlar. Bu demektir ki, Kur’an gibi zengin bir anlam dünyasını aktarırken çok
sınırlı bir dil kullanılmaktadır.
Sözgelimi M. Hamdi Yazır’ın meali, hazırlanacak Türkçe çeviriye esas alındığı takdirde zengin kelime hazinesiyle Türkçe’den istifade edilmek yerine Hamdi Yazır’ın kullandığı Türkçe ile iktifa edilmiştir.


Yine Kurtubî tefsirinin luğavî (etimolojik) tahlillerinden hareketle konu analiz edildiğinde de en az seksen bin kökten oluşan zengin Arap dilinin imkânları ihmal edilmek suretiyle çeviri Kurtubî ile sınırlandırılmıştır.
Söz konusu meallerin tanıtım ve mukaddimelerinde zikredilmemiş olması, tamamı hakkında bir genelleme yapma imkânını bize vermediği gibi, luğavî (etimolojik) analiz yapılmadığı anlamına da gelmez. Bu mülahaza saklı kalmakla beraber, realiteye bakıldığında meallerdeki sözcük ve gramer benzerlikleri, hattâ hataların bile tekrar edilmesi yukarıda dile getirilen kaygıları haklı çıkarır.
Birinci Örnek ve Tahlili (Müddessir Suresi 29):لَوَّاحَةٌ لِلْبَشَرِ Bu konudaki misalimiz Müddessir suresi
29. âyette geçen “levvâhatün li’l-beşer” tabirinin tercümesidir. Şöyle ki:“Cehennem (sakar) nedir, sen bilir misin (27)? Ne alıkoyar, ne bırakır (28). Beşere delicesine susamıştır (29). (Ali Bulaç)Ali Bulaç Meâlinin dipnotunda ilgili kısmın “deriyi kavurdukça kavurur” veya “beşer için bir göstergedir.” şeklinde de çevrilebileceğini belirtir.
“Bilir misin nedir sekar (27)? Ortada hiçbir şey bırakmaz, hiçbir şeyi görmezlik etmez (28). “İnsan için tablolar/ levhalar/ekranlar sunandır o. (29)” (Yaşar N. Öztürk)
“Cehennem ateşinin ne olduğunu hiç düşündün mü (27)?
O ne yaşatır ne de (ölüme) terk eder (28). Ölümlü insana (nihâî hakikati) gösterir (29).” (Muhammed Esed)
“(Geride bir şey) komaz, bırakmaz (herşeyi yakıp yok eder). Durmadan derileri kavurur.(Süleyman Ateş)
Siyaktan anlaşılacağı üzere, âyette cehennem, anlatılmaktadır. Kurtubî, Cehennem’in, sekar olarak isimlendirilişiyle, sekar ın etimolojisi arasında ilgi kurar.
Zira “sekara” fiili bir şeyin sıcaklığıyla yakıp kavurması, kişiye eziyet vermesi ve bunaltması anlamlarına gelir. Bundan dolayı Arapların sekarathu’ş-şemsu dedikleri kaydedilmektedir. Yine hayvanların dağlandığı, ateşte kızdırılmış ‘demir’e es-sâkûr, olgunlaşan hurmadan akan şerbete, pekmeze de sekr denilmektedir. Özetle belirtirsek s.k.r köküyle aşırı sıcaklık ve onun neticeleri anlatılır.
İkinci olarak “lâha” fiil kökü ise, (a) susamak, güneşin aşırı sıcaklığından veya susuzluktan kişinin yüzünün değişmesi, yanıp kavrulması, esmerleşmesi, yine (b) bir şeyin görünmesi, parlaması, sözgelimi şimşeğin çakması, manalarına gelirken, (c) “levh” formu ise, düz ve geniş tahta manasına gelmektedir. Zemahşerî, aşırı ısı ve sıcaklığın insan bedeninde yaptığı değişiklik esas alınarak âyete mana verildiğinde “Durmadan derileri kavurucudur” anlamı çıkarılabileceğini belirtir. Yine aynı yerde Hasan el-Basrî’nin âyete, “görünmek” anlamını esas alarak, insanlara (dehşet ve azametiyle) görünecektir” manasını verir.
Aynı zamanda Râzî ve Kurtubî de Hasan el- Basrî’nin, “levvâhatün” kelimesine “görünmek” anlamını verdiğini nakledip Cehennem’in insanlara yürüyüşle beş yüz yıllık mesafeden görüneceğini ifade eden bir bilgiyi aktarırlar.
Muhammed Esed Kur’an Mesajı’ının tefsir kısmında müfessirlerin ekserisinin aksine lâha fiilinin “göründü, görünür oldu” anlamını esas aldığını belirtmekte ve bu nedenle “levvâh” isim-fiilinin başta gelen anlamı “bir şeyi görünür kılan” olduğunu ifade etmekte, âyete “ölümlü insana (nihâî hakikati) gösterir” anlamını vermektedir.
Doğrusu sadece “levvâhaten ve levvâhatün” şeklinde okunan bu ifadeyi diğer iki mütercimin gerek “gösterge”, gerekse “tablolar/levhalar/ekranlar” şeklindeki çevirileri de pek isabetli değil çevirinin sınırlarını zorlayan modern bir yorum niteliğindedir. Zira âyetin siyakı ihmal edilmekte kelimenin anlamını belirleyen terkibi ve kullanımı esas alınmayarak, sözlükte sıralanan anlamlardan bir terkip yapılarak âyete meal verilmektedir.
İkinci örnek ve Tahlili (Enbiya Suresi 87):
وَذَا النُّونِ إِذْ ذَهَبَ مُغَاضِبًا فَظَنَّ أَنْ لَنْ نَقْدِرَ عَلَيْهِ فَنَادَى فِي الظُّلُمَاتِ أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنتُ مِنْ الظَّالِمِينَ
Luğavî (etimolojik) anlam açısından meallerin durumu bağlamında ikinci olarak kaydedilecek misal Enbiya suresi 87. âyetinde yer alan “fe zanne en len nakdira âleyhi” ifadesindeki “k.d.r” fiil köküne bazı meallerde verilen anlamdır:
“Zunnûn’a yardım etmiştik. Hani kavmine kızıp gitmişti. Zannetmişti ki, biz kendisine güç yetiremeyeceğiz. Bu sebeple karanlıklar içinde şöyle seslenmişti.” (T. Koçyiğit)
“Ve Zunnûn. Hani kızarak gitmişti de ona asla güç yetiremeyeceğimizi sanmıştı. Sonra karanlıkların bağrında şöyle yakardı.” (Yaşar N. Öztürk) Zunnûn’u (balık karnına girmiş olan Yunus ibn Matta’yı) da an; zira (o kavmine) kızarak gitmişti, bizim kendisine güç yetiremeyeceğimizi (kavminin arasından çıkmakla kendisini kurtaracağını) sanmıştı. Nihayet karanlıklar içinde…” (Süleyman Ateş)
“Zunnûn’u da... Hani öfkelenerek gitmişti de biz kendisini aslâ sıkıştırmayız zannetmişti; derken zulmetler içinde…” (Elmalılı). Diğer çevirilerden önce telif edilmesine ve genelde örnek alınmasına rağmen burada kendisine hiç bakılmadığı anlaşılan Elmalılı’nın meali isabetli çeviri örneğidir. “K.d.r.” fiili “bir şeye gücü yetmek, takdir
etmek, miktarını tayin etmek, ta’zim etmek, tazyik
etmek ve sıkıntıya sokmak” manalarına gelmektedir.
ÜçüncüÖrnek ve Tahlili (Tevbe Suresi 91):
لَيْسَ عَلَى الضُّعَفَاءِ وَلَا عَلَى الْمَرْضَى وَلَا عَلَى الَّذِينَ لَا يَجِدُونَ مَا يُنفِقُونَ حَرَجٌ إِذَا نَصَحُوا لِلَّهِ وَرَسُولِهِ مَا عَلَى الْمُحْسِنِينَ مِنْ سَبِيلٍ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ“Allah ve Resulü için nasihat ettikleri
takdirde ne zuafaya, ne hastalara,ne de sarf edeceklerini bulamayanlara harec yoktur, muhsinleri müahazeye yol olmadığı gibi Allah da gafur, rahîmdir” (Elmalılı) Elmalılı’ nın mealiyle birlikte zikrettiğimiz Tevbe suresi 91. ayette luğavî anlamına dikkat çekmek istediğimiz kelime
iza nesahû lillahi ve rasulih” ibaresindeki “nesahû” fiilidir.
Türkçeye nasihat şeklinde geçmiş olan kelimenin kök anlamında samimi ve sadakatli olmak ve nasihat etmek manaları vardır. Bu iki anlamdan özellikle öğüt vermek hayırhahlık yapmak daha çok bilinmiş, sadakat, samimiyet ve ihlâs anlamı ise ihmal edilmiştir. Hâlbuki Kur’an’da “nush” kökünün geçtiği âyetlere bakıldığında görülecektir ki pek çok ayette, sadakat dürüstlük ve samimiyet anlamında kullanılmaktadır.
“Allaha ve Resulüne hayırhah olmak şartıyla ne zaiflere, ne hastalara, ne de (fakirliklerinden dolayı seferde) harcayacaklarını bulamayanlara (geri kalmakta) bir günah (ve mes'ûliyyet) yoktur.


(Onlar geri kalmakla beraber memlekette iyilik ediyorlar), iyilik edenlere karşı (da muâhazeye) bir yol yoktur. Allah çok yarlıgayıcıdır, çok esirgeyicidir.” (H. Basri Çantay)
“Güçsüzlere, hastalara, infak edecek bir şey bulamayanlara, Allah ve resulü için öğüt verdikleri
takdirde bir günah yoktur. Güzel davrananlar aleyhine
bir yol yok. Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.” (Y.Nuri Öztürk)
“Allah ve Resûlü için (insanlara) öğüt verdikleri
takdirde, zayıflara, hastalara ve (savaşta) harcayacak
bir şey bulamayanlara günah yoktur. Zira iyilik edenlerin aleyhine bir yol (sorumluluk) yoktur. Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.” (Ali Özek başk. Heyet)
“Allah ve Resulüne sadık kalmak, onlar hakkında
iyi düşünceler taşımak şartıyla zayıflara, hastalara ve savaşta harcama imkânı bulamadığından dolayı savaşa katılamayanlara sorumluluk yoktur. Zira onlar, geri kalmakla beraber, memleketlerinde iyilik ediyorlar. İyilik edenlere diyecek bir şey yoktur. Gerçekten Allah gafurdur, rahîmdir (affı ve merhameti boldur)”. (Suat Yıldırım)
DördüncüÖrnek ve Tahlili (Câsiye Suresi 24):
وَقَالُوا مَا هِيَ إِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا نَمُوتُ وَنَحْيَا وَمَا يُهْلِكُنَا إِلَّا الدَّهْرُ وَمَا لَهُمْ بِذَلِكَ مِنْ عِلْمٍ إِنْ هُمْ إِلَّا يَظُنُّونَCasiye suresi 24. Âyettin cümlesinde müşriklerin dünya hayatından başka bir
hayata yani öldükten sonra dirilmeye inanmadıkları dile getirilmektedir. İkinci cümlede ise ölürüz anlamındaki “nemûtü” kelimesi geçmektedir. Akabinde ise meal hazırlayanlar ahirete inandıkları için müşrikleri kendileri gibi düşünmüşler ve “nahyâ” fiilini “diriliriz” diye tercüme etmişlerdir. Bu hatalı bir çeviridir. Ahirete inanmayan müşrikler neden diriliriz desinler ki? Doğrusu bir önceki cümledeki ifadeyle uyumlu olarak müşriklerin “ölürüz yaşarız bizi zamandan başkası helak etmez.” dedikleri çeviride olmalıydı.
“Ve dediler ki: «Bu, bizim dünya hayatımızdan başka değildir, ölürüz ve diriliriz ve bizi dehrden başkası helâk etmez.» Hâlbuki onlar için buna dâir bir bilgi yoktur. Onlar başka değil, ancak zanneder dururlar.” (Ö. Nasuhi Bilmen)
“Dediler ki: "(Bütün olup biten,) Bu dünya hayatımızdan başkası değildir, ölürüz ve diriliriz; bizi 'kesintisi olmayan zaman' (dehrin akışın)dan başkası yıkıma (helake) uğratmıyor." Oysa onların bununla ilgili hiçbir bilgileri yoktur; yalnızca zannediyorlar” (Ali Bulaç)
“Dediler ki: "Ne varsa dünyâ hayâtımızdır, başka bir
şey yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi zamandan başkası helâk etmiyor." Fakat onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zannediyorlar” (S. Ateş) Hem dediler ki o hayat sırf bizim Dünya hayatımızdan ibarettir ölürüz ve yaşarız ve bizi ancak dehir helâk eder, hâlbuki buna dâir
bir ilimleri yoktur, onlar sâde zannederler “ (Elmalılı)
Ömer Nasuhi Bilmen, Ali Bulaç ve Y. Nuri Öztürk’ün mealleri hatalıdır. Süleyman Ateş ve Suat Yıldırım’ın mealleri doğru ve isabetlidir.
Meal vermek için bir kelimenin sözlük anlamını tespit ederken sıkça karşılaşılan ve hatalara sebep olan bir husus, sözcüğün iki veya daha fazla anlamının bulunması ve her birinin Kuran’da kullanılmasıdır. Bu durumda yapılması gereken kelimeye, cümle veya sözün bütünlüğü esas alınarak mana verilmesidir.
Nitekim Şatıbî, âyetin anlamı, terkibten, cümlenin bütünlüğünden kısaca kullanımın imkânlarıyla ifşâ edilmediği takdirde lafızların sözlük anlamlarına ve etimolojisine gidilebileceğini belirtir ve aksi durumu
bir tekellüf olarak görür.
Meâl hazırlayanlar, kelime analizlerinde ekseriyetle tefsir kitaplarını esas almakta, dolayısıyla da onların sahip olduğu Arapça’yı kullanmaktadırlar. Yine çevirilerde Türkçe olarak, “Meal Türkçesi” hâkim olduğundan çeviri dili noktasında da sorunlar olmaktadır.
Elmalılı tarafından eksik aktarım anlamı verilip
aslının yerini tutamayacağına gerekçe olarak kullanılan “meâl” terimi, zamanla hata yapmanın meşruiyetine ve normalliğine zemin hazırlayan bir terime dönüşmüştür.
3. Luğavî (etimolojik) Anlamın Sınırları ve Öneriler:
Kur’an’ı anlamak, bir dili (lisanı), bunun da ötesinde
dilin imkanları kullanılarak ifade edilmiş bir sözü (kelamı) anlamaktır. Diğer bir ifadeyle anlamı lafızla sınırlamayıp lafzı kullananın söyleminde aramaktır. O halde dil kadar, dilin kullanımına, sözün inşası ve üretilmesine, kısaca söz sahibinin kasdına ihtiyaç vardır.
Yüce Allah yirmi üç senelik zaman zarfında, Arapların din, kültür, gelenek ve yaşam tarzlarında bazı şeyleri ibkâ, bazılarını islah, bazılarını ilğa ederken yeni bir toplum ve bireyin inşasına yönelik hükümler ve ilkeler vaz’ etmiştir. Bu durum İbn Fâris’in dediği gibi, başta, lisanda/dilde gerçekleşmiş ve kelimelere yeni anlamlar yüklenmek suretiyle İslami sözcükler diğer bir deyişle dinî isimler oluşmuştur. Böylece Kur’ân, kendine ait özel bir sözlük ve anlam dünyası inşâ etmiştir ki, Kur’ân’ın kendine özgü bu dilin ilk akla gelen en güçlü göstergeleri salât, zekât, savm, hacc, islam vahiy, şeriat, iman, küfür, nifak gibi terimlerdir.
İşte böyle bir yapı içinde luğavî (etimolojik) anlam nerede durmaktadır? Bu soru gelenek içinde özellikle
usûl âlimlerimizce, lafız-mana ilişkisi (delalet meselesi) hakkındaki teorik üç temel sorundan birisi olarak, -din dilinin kendi kavramları (şer’î isimler) başlığıyla incelenmiş ve tartışılmıştır. Bu sürecin usûl geleneğindeki konumunu da gözetilerek Âmidî’nin el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâmisimli eseri ekseninde değerlendirip arz edilecektir.
Bu çerçevede usul âlimleri, Kur’an kelimelerini kullanım açısından öncelikle hakikat mecâz olarak, ikinci olarak hakikatı, luğavî/dilsel ve şer’î/dinî şeklinde, üçüncü olarak da luğavî hakikatı, vaz’î ve örfî şeklinde sınıflandırmışlardır.
Luğavî Anlam: Bir kelimenin ilk olarak konulduğu, vaz’ (tahsis) edildiği veya kullanım ya da örf yoluyla kazandığı anlamdır ki, gerek isminden gerekse tanımından da anlaşılacağı üzere, luğavî (etimolojik) anlamla kastettiğimiz anlam düzeyidir. Meselâ, “küfr” kelimesinin “örtmek ve nankörlük etmek” anlamları gibi. Bunlar küfür kelimesinin Kur’an’ın katkısından önceki luğavî anlamlarıdır.
Burada bir hususun belirtilmesinde fayda vardır: Arapça’da, dil, lehçe ve dilin her birimi (kelime/lafız) anlamında kullanılan “el-luğa” terimi, genellikle dilimize “sözlük” olarak çevrilmekte veya anlaşılmaktadır. Hâlbuki Arapçada mu’cem kelimesi sözlük anlamını taşımaktadır.
Kur’an’da bir kelime, sözün tabiatının gereği olarak bir âyette luğavî, diğer âyette ise dinî anlamını taşıyabilir. Bunun siyak içinde tespit edilmesi, luğavî anlamına gidilmesi gerekir.
Alıntı ile Cevapla
Alt 23 Aralık 2013, 16:24   Mesaj No:9
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:39
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:174
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: KUR”AN Tercüme Teknikleri Ders Notları (14 Hafta FuLL)

9. HAFTA

KELİMELERİN DİNİ/ŞER’Î ANLAMLARININ
DOĞRU TESBİTİ VE MEALLERE YANSIMASI
Dinî/Şer’î Anlam Nedir? Bir lafzın, Şâri’in maksadı ve kullanımı çerçevesinde kazandığı dinî anlamlardır. Salât, zekat, hac, gibi kelimelerin ma’lum ibadet şekilleri için kullanımı ve iman, islam, ihlas gibi dinî isimler bu kabildendir. Kelimelere yeni anlamlar yüklenmesi, yeni kullanımlar elde etmeleri, dildeki kelimelerin sınırlı, ama manaların/sözün sınırsızlığının bir neticesidir. Şer’î isimlerin Arapların ortak kullandığı (vaz’î) yani etimolojik anlamla irtibatı konusunda âlimler üç ayrı görüşe sahiptirler:
1) Mu’tezile, Hâricîler ve bir kısım fukahâya göre şer’î anlam kazanan bir kelime/isim, vaz’î/luğavî anlamın dışına çıkmış yeni dini manalar kazanmıştır. 2) Ebû Bekir Bakıllânî dilsel anlamların önemine vurgu yapmış şer’î isimlerin luğavî anlamlarından soyutlanmadığını mevcut delalet tarzının mecazî olduğunu aksi durumun “Kur’anın Arapça tenzili” olgusuyla çelişeceğini dile getirmiştir. 3) Fahrudddin er-Râzî ve Gazalî ise, şunları dile getirir: Bu tür kelimelerin dinî anlamlar kazandığı inkar edilemez,İslam’ın bu lafızların anlamları üzerindeki tasarrufu açıktır. Ancak bütün bu isimlerin dilden soyutlandığını söylemek de doğru değildir.
Her üç görüşün de birleştiği nokta dinîn bu lafızlara
yeni anlamlar yüklediğidir. Bu sebeple şer’î isimlerin çevirilerinde dilden ziyade din, etimolojiden ziyade
Şari’in kullanımı belirleyicidir.
Geleneksel Terminoloji: Bu ifadeyle, Kur’an’da geçen bir kısım kelimelerin tedvin asrıyla birlikte kazandıkları ıstılahî anlamlar veya ilmî terminoloji kastedilmektedir. Sözgelimi Fıkıh kelimesinin “Dinin amelî hükümlerini, tafsili delillerinden çıkarılarak bilinmesidir” anlamını kazanması gibi. Ne luğavî ne de dinî/şer’î isimler kategorisine dâhil olmayan bu kavramlarla Kur’an kavramlarının birbirine karıştırılmaması ve âyetlerin çevirilerinde bu tür etkilenme ve iltibaslardan uzak durulması gerekir. Ancak her dört çeşit anlam türünün (luğavî, şer’î, mecazî, ve geleneksel) birbirinin yerine kullanıldığı ve karıştırıldığı meallerin bir gerçeğidir.
Nitekim farklı üslûplara sahip olmakla beraber İslamî ilimlerde eleştiri geleneğinin temsilcilerinden Gazalî ve
İbn Teymiye geleneksel ıstılahların zaman zaman Kur’anî anlamların önüne geçmesinden şikâyet etmekte ve söz konusu durumu eleştirmektedirler. Gazalî hicrî birinci asırdan sonra fıkıh, ilim, tevhid, tezkir, hikmet gibi kavramların anlamlarının tahrif edilerek değiştirildiğini, bunun neticesinde mezmûm bazı ilimler ile şer’î ilimlerin iltibas edilmeye başlandığından şikâyet etmekte terimlerin gerçek kullanımlarıyla daha sonraki anlam kötüleşmesini açıklamaktadır. İbn Teymiye ise, te’vil teriminin selef âlimlerince luğâvî anlamı çerçevesinde anlaşılırken, daha sonraki müteahhirîn uleması tarafından “lafzı, zahiri delaletinin dışında muhtemel anlamlardan birisine hamletmek” olarak tanımlandığını belirtir.
Gazalî ve İbn Teymiye’nin bahsettiği kelimelerin çevirilerini incelediğimizde aynı hususların aradaki
zaman farkına rağmen devam ettiği görülmektedir.
Nitekim geleneğin Kurân mealleri üzerindeki etkisi, sayıları az olmakla beraber Kur’an çevirileriyle ilgili eleştirel-ilmî makalelerde dile getirilmiştir.
DİNİ/ŞER’İ ANLAMLARIN DOĞRU TESBİTİ
VE MEALLERDEKİ KONUMU:
Birinci Örnek ve Tahlili: “Mücrim Kavramı”
Meallerde ekseriyetle “mücrimîn” kelimesi “suçlular” ifadesiyle Türkçe’ye tercüme edilir ki, bilindiği üzere “c.r.m” fiil kökünden türetilmiştir. Bu kök, Kur’an’da dört yerde fiil, bir yerde masdar, olmak üzere diğerlerinde de ‘mücrim’ ve ‘mücrimîn’ formunda olmak üzere birçok yerde geçer. Bu fiilin dildeki temel anlamı (kata‘a) “kesmek” “koparmak”tır. Hurmayı veya ağacın meyvesini koparmak “c.r.m” fiiliyle anlatılır. “Kesb” kazanma, irtikâp etme anlamına da gelir.
Ancak kötü ve çirkin kazanımları ve amelleri işlemek için kullanılır. Güzel ve takdir edilecek ameller ve kesbler için kullanılmaz. Bununla ilişkili olarak günah irtikâp etmek ve çirkin amelleri işlemek anlamına gelir.
Duhân Suresi 22. Ayet: فَدَعَا رَبَّهُ أَنَّ هَؤُلَاءِ قَوْمٌ مُجْرِمُونَ
“Bunun üzerine Musa: Bunlar suç işleyen bir
toplumdur, diye Rabbine arzetti.” (Ali Özek ve Heyet)
“Sonra Musa “Bunlar şuç işleyen bir toplumdur
diye rabbine dua etti ”. (Süleyman Ateş)
“Onlar kabul etmeyince Rabbine: Yâ rabbi, onlar
şuçlu bir guruh! (Onları sana havale ettim, Sen
onların hakkından gel)”. (Suat Yıldırım)
“Nihayet Rabbine Bunlar günahkârlar güruhudur
diye dua etti. (Hasan Basri Çantay)
Kur’an-ı Kerim’de mücrim kelimesinin geçtiği âyetlere
ve siyaka bakıldığında bir kısım âyetlerin âhiret, hesap ve cezalandırma içerikli olduğunu, özellikle cezalandırma kavramının geçtiği yerlerde kafir yerine mücrim kelimesinin kullanıldığını, bu sebeple yargılama ifade eden âyetlerde sözgelimi “inkarcı suçlular” şeklinde, diğer yerlerde ise “günahkar kafirler” şeklinde Türkçe’ye aktarılmasının
daha isabetli olacağını düşünülmektedir. Zira kâfirlerin “mücrimîn” olarak isimlendirilmeleri, “din yahut vahiyle bağını ve alakasını kesmiş olmalarıyla irtibatlıdır.
Ömer Rıza Doğrul, Hasan Basri Çantay ve bazı meal yazarları “günahkârlar guruhu/topluluğu” olarak dilimize tercüme etmişlerdir ki diğerlerine nispeten daha uygundur.
S. Yıldırım Hz. Musa’nın duasının hikâye edildiği kısmı bir parantez cümlesiyle söyleniş maksadına daha uygundur.
İkinci Örnek ve Tahlili: “İhlâs Kavramı”
Herhangi bir şeye, mahiyetinden olmayan bazı şeyler karışıp bulaştıktan sonra o şeyin bunlardan kurtulup saflaşması ve arınması, h-l-s fiiliyle ifade edilir. İhlâs ise,
"bir şeyi, kendisine karışmış ve bulaşmış olan şeylerden arındırmak, ayrıştırmak, kurtarmak ve sadece kendisi yapmaktır." Nitekim beyaz renkli nesnelere "hâlis" denilmektedir. H-l-s kökü, bir yönüyle, eşyayı yabancı unsurlardan ayırma, ayrıştırma olunca, bir yönüyle de aslına ve özüne ulaştırma anlamını ifade eder.
Bu sebeple h-l-s kökü, "min" edatıyla kullanıldığında kurtulmak, ayrılmak manasına gelirken "ilâ" edatıyla kullanıldığında ise ulaşmak ve varmak anlamı taşımaktadır.
İhlâs'ın Kur'ân'daki Dinî Anlamı:
İhlâsın dinî anlamı ise, ibadette, sadece bir olan Allah'a kulluğun kastedilmesin Yüce Allah'a şirksiz ve tevhid üzere kulluk edilmesidir. Kısa ve öz bir şekilde arzedilen bu anlam Kur'ân'da, muhlis, muhlâs, muhlisîn, muhlâsîn, ed-dinu'l-hâlis, muhlisan lehu'd-dîn, halasû dînehum ve muhlisine lehu'd-dîn, formlarıyla anlatılmaktadır.

Kur'ân-ı Kerim'de iki âyette, açık olarak, Hz. Musa ve
Hz. Yusuf ihlâs ile tavsif edilmektedir: Meryem Suresi
51. âyette geçen muhlâs kelimesi muhlis olarak da okunmuştur. Taberî, "h-l-s" maddesi, ism-i fail kalıbıyla muhlis şeklinde okunduğunda kelimenin anlamını, "Hz. Musa ibadeti ve kulluğu sırf Allah'a ayıran, tahsis eden ve Allah'ı ulûhiyetinde birleyen, O'na şirk koşmayan muvahhid biriydi." şeklinde vermiştir. Yine ism-i meful vezninde, "muhlâs" şeklinde okunduğunda ise, kelimeyi, "Allah Musa'yı risalet görevi için seçti, onu peygamberlikle diğer insanlardan ayırdı." diye anlamlandırmıştır.
Bu açıklamalar çerçevesinde Meryem suresi 51.
Âyetin isabetli ve doğru çevirisi şu şekilde olmalıdır:
"Kitapta Musa'yı da an, gerçekten O Allah tarafından peygamber seçilmiş ve insanlara gönderilmiş bir nebi idi."
Âyette geçen muhlas kelimesini muhlis kıratına ve okuyuşuna göre mana verdiğimizde ise âyetin meali şu şekilde olmalıdır: "Kitapta Musa'yı da an, gerçekten O sadece Allah’a kulluk eden muvahhid bir resul ve nebi idi.
“Kitapta Mûsâ'yı da an, çünkü o, içi temiz (bir insan)dı
ve elçi bir peygamberdi.” (S.Ateş)
“Kitapta Musa'yı da an. Şüphesiz ki o, (Tevhîd Dininde) samimi ve katıksız idi ve o bir resul bir nebî idi”(C. Yıldırım)
“Ve bu kitapta Musa'yı da an. Doğrusu, o da seçilmiş biriydi. (Allah'ın) haberci elçilerindendi.” (M. Esed)
“Kitapta Mûsâ’yı da an. Gerçekten O Allah tarafından ihlâsa erdirilen bir kul idi, resul ve nebî idi” (Suat Yıldırım)
Yukarıdaki meallere baktığımızda S. Ateş’in mealinin ihlâs kavramının dini anlamını yansıtmadığı açıktır. Daha çok sufilerin bakış açısının etkisinde ve luğavî anlamı esas alınarak yapılmış bir çeviridir. Bizce doğru değildir.
Celal yıldırım’ın çevirisi ise, “muhlis” kıraatına göre yapılmış doğru bir çeviridir. M. Esed’in çevirisi ise mevcut mushafın harekesi yani Asım kıratı esas alınarak yapılmıştır ve en isabetli çeviridir. Suat Yıldırım ise ihlâs terimini çevirmeyerek dini terimlerin çevrilmeden aynen aktarılmasını tercih etmiştir. Doğrusu dini terminolojiyi çevirmeden nakletmek ortak bir din dilinin korunması adına önemlidir.
Taberî, Hz. Yusuf’u niteleyen şu âyetteki "muhlâsîn
/ muhlisîn kelimesinin anlamı için de aynı açıklamayı yapmaktadır: Nitekim ilk dönem müfessirlerinden
Zeccac da muhlis kelimesini muvahhid olarak, "muhlâs"ı ise, muhtar yani peygamber olarak seçilmiş şeklinde açıklamaktadır. Bu minval üzere âyete meal verirsek
çeviri şu şekilde olmalıdır: "Doğrusu hanım ona sahip olmayı iyice aklına koymuş ve buna yeltenmişti de. Eğer Rabb'inin burhanını görmeseydi o da kadına meyledecekti. İşte böylece biz, fenalığı ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için burhanımızı gösterdik. Çünkü o bizim şeçilmiş/muvahhid kullarımızdandı." (Yusuf Suresi, 24. ayet )
“…hakikat o bizim ihlâsa mazhar edilmiş has kullarımızdandır”(Elmalılı)“.çünkü o bizim gösterişten uzak ciddiyet ve samimiyete ermiş kullarımızdandı.” (C. Yıldırım)
“.çünkü o,ihlâsa erdirilmiş (temiz)kullarımızdandır.”(S.Ateş)
“Çünkü o bizim seçkin kullarımızdandır” Ö. Dumlu,H. Elmalı
Yukarıdaki meallere baktığımızda ihlâs kavramının dini terminolojideki içeriğini Ömer Dumlu ve H. Elmalı’nın meali istisna edersek tam yansıtmadıklarını düşünmekteyiz.
İblis'in secde etmemesi üzerine kovulmasının anlatıldığı âyetlerde geçen "Allah'ın muhlis kulları" tabiri de ihlâs kavramının anlam alanının tespiti adına mühimdir:
"İblis, Yâ Rabbi, dedi. Beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki ben de dünyada onlara günahları süsleyeceği ve ancak senin muhlas/muhlis kulların müstesna, onların hepsini azdıracağım... Allah buyurdu: Şüphesiz benim o muhlis kullarımın üzerinde senin hiçbir nüfuzun yoktur, ancak senin peşine takılmış şaşkın azgınlar başka!" (Hicr, 39–42)
İblis'in azdırmaktan istisna ettiği kendilerinden ümit kestiği muhlis kullardan maksat Taberî'ye göre ibadeti sadece Allah'a tahsis eden mü'minlerdir. Nitekim aynı kıssanın anlatıldığı bir başka âyette aynı husus şöyle açıklanmaktadır: "Aslında, iman edip Rablerine güvenen
ve dayananlar üzerinde onun (şeytanın) bir nüfuzu yoktur. Onun nüfuzu, ancak onu dost edinenler ve onu Allah'a ortak koşanlar üzerindedir." Anlaşıldığı gibi muhlâs kullar, iman edip Allah'a dayanan ve şirkten uzak, onu vekîl olarak tanıyanlardır. İblisin azdırdıkları ise, müşriklerdir.
Kur'ân-ı Kerim'de ihlâs teriminin anlam çerçevesiyle
ilgili olarak "muhlisine lehu'd-dîn'" ifadesi de önemlidir ki Kur'ân'da on bir defa geçmektedir. Dini ve kulluğu sadece Allah'a tahsis ederek şirkin her türlüsünden arınmış bir imana sahip olmak anlamına gelmektedir:
"(Resulüm!) Şüphesiz ki Kitab'ı sana hak olarak indirdik. O hâlde sen de dini ve ibadeti Allah'a has kılarak kulluk et. Dikkat et, halis din ve kulluk yalnız Allah'adır. O'nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi
doğru yola iletmez."(Zümer Suresi, 2–3)
إِنَّا أَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ فَاعْبُدْ اللَّهَ مُخْلِصًا لَهُ الدِّينَ (2) أَلَا لِلَّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءَ مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ زُلْفَى إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فِي مَا هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ (3)Şüphesiz biz sana bu Kitab'ı hakk ile indirdik. O halde dini (ve dindarlığı) Allah'a hâlis kılıp samimiyetle ibâdete devam et. “Haberiniz olsun ki, hâlis din (katıksız dindarlık) Allah'ındır; Allah'ı bırakıp (putları) yakın dost ve sahip edinenler, «bunlara ancak bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye tapıyoruz» (derler).”C.Yıldırım
“(Habîbim) şübhesiz ki biz o kitabı sana hak olarak indirdik. O halde Allaha, dînde Ona ihlâs edici olarak,
ibâdet et. Gözünü aç, halis dîn Allahındır. Onu bırakıp da kendilerine bir takım dostlar edinenler (derler ki “Biz, bunlara ancak bizi Allaha daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz” H. Basri Çantay
Hemen hemen “Dini Allah’a halis kılmak” şeklinde yapılan çevirilerde öncelikle din kelimesi çevirilmeden olduğu gibi bırakılmıştır. Hâlbuki din kavramı, imandan amele bütün bir dindarlığı ve kulluğu ifade etmektedir. Dinin ihlâsı ve halis olması ise insanın sadece Yüce Allah’a iman ve kulluk etmesidir. Bu açıdan din kelimesini tercüme etmeden ve ihlâs ve halis kelimelerini aynen Türkçeye aktarmak âyetin anlamını okuyucuya taşımaktan uzaktır ve daima eksiktir. Celal Yıldırım bu eksikliği fark ederek parantez içi açıklamayla problemi aşmaya çalışmıştır.

H. Basri Çantay’ın meali tam bir çeviri değil
Arapça kelimeleri Türkçe gramerle dile getirmektir.
İhlâs kavramının Kur'ân'daki anlam alanını doğru tespit edebilmek için karşıtlarının tespit ve tefsiri de gereklidir. Temel karşıtları açıklandığında ıhlasın anlam dokusu daha da belirginleşecektir. Bu bağlamda ihlâs kelimesinin geçtiği siyaklar incelendiğinde, görülür ki İhlâsın temel karşıtı şirktir. İmam Gazzâlî de İhlâsın karşıtı olarak şirki zikreder ve muhlis olmayanı şirkin derecelerinden birini irtikâpla veya bir tür şirke bulaşmakla niteler.
Üçüncü Örnek ve Tahlili: “Dalalet Kavramı”
İbn Faris’in belirttiği üzere dalâlet kelimesinin lugattaki temel anlamı bir şeyin zâyi olmasıdır. Yani kıymetinin bilinmemesi ve heder olmasıdır. Bu birinci anlama bir ikincisini ilave edenler vardır ki netice itibarıyla zayi olmak manasına istinad eder. Buna göre dalaletin birinci manası, telef ve zayi olmak suretiyle kaybolmaktır. İkincisi ise, doğru yoldan bilerek veya hatayla, az veya çok sapmaktır. Doğru yolu kaybetmektir. Birincisinin karşıtı vicdan yani bulmaktır. Diğerinin karşıtı ise, hidayettir. Dalalet ve hidayet kelimelerindeki karşıtlık, Cahiliye arapları tarafından bilinmekteydi.
Dalalet ekseriyetle dinî manâda kullanılmakla beraber, seküler kullanımı da vardır. Müşriklerin öldükten sonra dirilişe karşı gösterdikleri tepkinin anlatıldığı şu âyette geçen “dalalnâ” fiili somut (maddî) anlamda telef ve zayi olmayı ifade etmektedir: “Biz toprağın içinde çürüyüp kaybolduktan sonra, yeniden mi yaratılacağız? derler.”
Bazı âyetlerde, soyut ama dinî anlamından farklı olarak geçmektedir. Müdayene konusunun işlendiği şu âyette iki kadının şahit tutulmasıyla ilgili olarak geçen “tedılle” fiili unutmak ve şaşırmak anlamındadır:
“İki erkek bulunmazsa o zaman doğruluklarından emin olduğunuz bir erkekle iki kadının şahitliğini alın. Tâ ki birinin unutması ve şaşırması halinde diğeri ona hatırlatsın”.
Hz. Musa, kıptiyi öldürüşünüBen yanlışlıkla, sonunda ne olacağını bilmeksizin, saşkın bir vaziyette o işi yaptım.” diye izah etmişti. “Ben o işi yaptığımda “dâllîn” dendim” ifadesiyle şunlar kastedilebilir: (a) Bu iş, yanlışlıkla, öldürmek kastı olmaksızın, tokat vurmanın ölümü netice vereceğini bilmeksizin oldu. Bilerek ve kasıtlı bir şey değildir, bir yanlıştır. (b) Ben bu işi yaptığımda peygamber değildim. Peygamberlikten mahrum iken bu iş oldu.
Şuara suresi 20. Ayeti: قَالَ فَعَلْتُهَا إِذًا وَأَنَا مِنْ الضَّالِّينَ
(Mûsâ): "Onu yaptığım zaman sapıklardan idim"
dedi. (S. Ateş) “Ben, onu yaptığım zaman dalalet
içinde olanlardan biriydim, dedi” (Şaban Piriş)
“Musa: Ben, dedi, o işi o anda sonunun ne olacağını bilmeyerek yaptım” (Diyanet Vakfı) “Mûsa dedi ki: “ Ben bunu, o vakit cahillerden olduğum halde yaptım.(F. Yavuz)
S. Ateş ve Ş. Piriş’in meallerinin hatalı olduğunu görmekteyiz. Hiçbir mealde “ben o zaman peygamber değildim. Dinden diyanetten habersizdim” anlamı yoktur. Hâlbuki meallerde bu mana da gözetilebilirdi. Diyanet vakfının çevirisi (a) maddesinde zikredilen tefsirle uyuşmaktadır.
Resûlullah’a hitaben Yüce Allah;Rabbin, seni dinin hükümlerinden habersiz bulup seçerek dosdoğru yola koymadı mı?(Duhâ, 7) buyurmuştur. Bu âyette geçen “dâllen” kelimesinin anlamıyla ilgili de şunlar söylenebilir.
(a) Seni, kıymetini bilmeyen bir kavim içinde zayi olmaya hazır bulmadık mı, demektir. (b) Araplar, çölde, etrafında hiç ağaç bulunmayan yalnız bir ağaç gördüklerinde, buna “dâlle” ismini verirler ve yollarını bulmada bir işaret olarak kullanırlardı. İşte Hz. Peygamber mü’min kimliğiyle, müşrik bir toplumun içinde, tıpkı o ağaç gibi yalnızdı. Allah, insanları, O’nun vasıtasıyla doğru yola iletti. Yitip gitme
ve zayi olma manası hadis-i şeriflerde de geçmektedir: Meşhur “Hikmetli söz mü’minin yitiğidir.” hadisinde
geçen “dalletün” kelimesi buna misaldir. (c) Nübüvvet
ve risaletten habersiz, böyle bir şeyi hiç düşünmez ve
bu konuda bir şey bilmezken seni bulmadık mı, anlamı kastedilmiştir.
Duhâ suresi 7. Âyet: فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْيُسْرَى
“ve seni yol bilmez iken yola koymadı mı?” (Elmalılı)
Seni, (şeriat hükümlerini) bilmezken, (nübüvvet nimeti ile şer’î) yola koymadı mı? (F. Yavuz) “Seni (çocukluğunda) gaip olmuş bulup da yolunu doğrultmadı mı?”(H.B. Çantay)
“Seni dinin hükümlerinden habersiz bulup seçerek dosdoğru yola koymadı mı?” (S.Yıldırım) “Seni dalalette bulup, doğru yolu göstermedi mi?“ (Ş. Piriş)
Zikredilen mealler içinde özellikle Ş. Piriş’in çevirisi hatalıdır. Elmalılı’nın meali çok kapalıdır. F. Yavuz ve
S. Yıldırım’ın mealleri doğru ve isabetlidir.
H. Basri Çantay’ın meali ise, Peygamber Efendimizin çocukken kaybolması ve daha sonra bulunması ile ilgili rivayet esas alınmak suretiyle hazırlanmıştır. Surede Peygamber Efendimizin yetimliğinden fakirliğinden ve nübüvvet öncesi hallerinden bahsedildiği için H. Basri Çantay “dallen” kelimesini çocukken kaybolma hadisesi olarak yorumlamış ve Ona göre tercüme etmiştir.
Dalalet kelimesinin kavramsal çerçevesine dâhil olan bir anlamı da kâfirlerin işlerinin, çabalarının batıl olması, boşa çıkması ve hüsranla netice vermesidir.
Dalalet terimi bağlamında burada üzerinde durulması gereken çevirilerden birisi de Furkan suresi 44. Âyette
geçen “edallü” kelimesinin Türkçe’ye nasıl tercüme
edildiği hususudur. Âyette Yüce Allah, hevasını tanrı
edinen kişilerin, hayvanlardan daha şaşkın ve aşağı seviyede olduklarını beyan etmektedir:
Furkan suresi 44. Âyet:
أَمْ تَحْسَبُ أَنَّ أَكْثَرَهُمْ يَسْمَعُونَ أَوْ يَعْقِلُونَ إِنْ هُمْ إِلَّا كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ سَبِيلًا“Yoksa sen onlardan çoğunun söz dinlediğini, yahut aklını çalıştırdığını mı sanıyorsun? Doğrusu onlar hayvanlar gibidir, hattâ onlar yolca daha da saşkındırlar.”
“Yoksa onların ekserisini işitirler veya akıl ederler mi zannediyorsun? Onlar sırf hayvan gibi hattâ gidişçe daha sapkındırlar(Elmalılı) Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar
yolca daha da sapıktırlar.” (Diyanet Vakfı)
“Yoksa sen onların çoğunun işittiklerini, düşündüklerini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hattâ onlar, yolca (hayvanlardan) daha sapıktır.” (S.Ateş)
“Yoksa sen onlardan çoğunun söz dinlediğini yahut aklını çalıştırdığını mı sanıyorsun? Doğrusu onlar yolu şaşırmada davarlar gibi, hatta daha da şaşkındırlar.” (S. Yıldırım)


Âyeti tercüme ederken özellikle hayvanlardan daha sapık ve sapkın ifadesi, hayvanları sapık varlıklar olarak göstermekte, hakkı ve hakikati dinlemeyen kâfir ve zalimleri de onlardan daha sapık olarak tasvir etmektedir. Sapık ve sapkın çevirilerinin doğru olmadığını düşünüyoruz. Zira Hayvanların dini anlamda bir sapıklığı söz konusu olamaz. Zira hayvandaki iç güdü onun lehinedir. Bizdeki heva ve nefis insanın ebedi hayatını mahvedebilir.
İnsanlar hayvanlardan kendilerini ayıran akıl ve idraklerini kullanmayarak onların seviyesine inmektedir.
Esas üzerinde durulacak olan -insanın zatına nispetle yüzü gibi- dalalet kelimesinin yüzü mesabesindeki manasına gelelim: Bu bağlamda dalalet, İslam’dan veya doğru yoldan sapmaktır. Bu sapma sürecinde insan, küfre, şirke, Allah’a iftiraya etmeye düşer. Bundan ötürü Kur'an-ı Kerîm, küfrü, şirki, nifakı, zulmü ve Allah ve Resûlüne isyanı dalalet olarak nitelemiştir.
Bütün bunların dalalet oluşunun apaçık olduğuna da vurgu yapmıştır: Bakara suresi 108. ayette dalalet kelimesi dini anlamında kullanılmaktadır. Zira “dalle” fiiline dini anlamını kazandıran semantik yapı bu ayette vardır.
Kuran kavramlarını bir pazılın parçaları gibi düşünürsek dalalet kavramını meydana getiren önemli parçalardan birisi “sebil” diğeri “küfür” ve “iman” kavramlarıdır. Bu nedenle aşağıda zikrettiğimiz Bakara 108. Âyette geçen dalalet kelimesi tamamen şer’î veya dinî manadadır.
Bakara, 108. Ayet:
“yoksa siz Peygamberinizi bundan evvel Musa’ya sorulduğu gibi sorguya çekmek mi istiyorsunuz? Hâlbuki her kim imanı küfre değişirse artık düz yolun ortasında sapıtmıştır.” (Elmalılı) Yoksa siz de Elçinizden, daha önce Mûsâ'dan istendiği gibi bir takım isteklerde bulunmak mı istiyorsunuz? Kim imanı küfürle değiştirirse, şüphesiz (o), dümdüz yolu sapıtmıştır” (S. Ateş) Yoksa siz daha önce Mûsâ’dan istendiği gibi Resulünüzden de olur olmaz şeyler istemek, onu sorguya çekmek mi istiyorsunuz. Kim imana bedel inkârı alırsa, doğru yoldan sapmış olur. (S. Yıldırım)
Bakara suresi 175. Ayet:
Onlar işte hidayeti verip dalâleti, mağfireti bırakıp azabı satın alan kimseler, bunlar ateşe ne sabırlı şeyler! (Elmalılı)
İşte onlar hidâyeti bırakıp dalaleti, mağfireti verip azabı satın almışlardır. Bunlar ateşe karşı ne kadar da dayanıklı imişler! (Suat Yıldırım)
Ayette dalalet kelimesi hidayetin zıddı ve ilahi azabın sebebi olarak anlatılmaktadır. Evet, hidayet mağfireti, dalalet ise azabı netice vermektedir. Bu durum hidayetin imanla, dalaletin ise küfürle ne kadar irtibatlı olduğunu gösterir. Dalalet vahiyden uzaklaşma ve sapma olmakla beraber, insanın fıtratındaki itidalden, hidayetten ve mükerrem oluştan da düşüştür. Seyyid Şerîf Cürcânî’nin belirttiği gibi, insanın, kendisini hak ve doğru yola ulaştıran şeyleri kaybetmesi ve zayi etmesidir.
Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere dalalet kelimesi
bu ayette dini anlamında geçmektedir. Y. Nuri Öztürk mealinde dalalet kelimesini “şaşkınlık” olarak luğavi anlamıyla tercüme etmiştir ve kanaatimizce yanlıştır. Azabı satın almakla eşdeğer tutulan bir günahı şaşkınlık kelimesi yansıtmaktan uzaktır.

Alıntı ile Cevapla
Alt 23 Aralık 2013, 16:25   Mesaj No:10
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:39
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:174
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: KUR”AN Tercüme Teknikleri Ders Notları (14 Hafta FuLL)

10. HAFTA

ÇOKANLAMLILIK VE KURÂN MEALLERİNE YANSIMASI:
Çokanlamlılık, tıpkı mecaz gibi dilsel bir olgudur.
Celaleddin es-Suyutî’nin “lafızlar sınırlıdır ama manalar sınırsız”cümlesiyle ifade ettiği dilsel hakikatın bir sonucudur
Dilbilim’in bir alt alanı olan Anlambilim (semantik)’in konusudur. Lisan veya dilin sahip olduğu kelime hazinesi bellidir. Ama insan zihninde ve sözde var olan manalar sınırsızdır. Bu olgu dildeki kelimelerin zamanla yeni anlamlar kazanmasına yol açmıştır. Kısaca çokanlamlılık,
bir kelimenin temel anlamıyla bir şekilde irtibatlı birden fazla ve farklı manayı ve kavramı yansıtır hale gelmesidir.
Arap Dili’nde ve İslamî İlimler geleneği içinde bu konu “el-Vucûh ve’n-Nezâir” ve “Lafz-ı Müşterek” kavramlarıyla karşılanmakta ve incelenmektedir.
Vucûh kavramı, kelimenin farklı ayetlerde farklı manalara gelmesi veya bizzat bu farklı mananın her birine denir. Ümmet kelimesinin birden çok anlama gelmesi gibi. Lafz-ı müşterek de denir. Nezair ise, cehennem nar sakar gibi aynı kavramı ifade eden lafızlara denir.
Kur’an kelimelerinin farklı anlamlarda kullanımını
tespit etme tarzındaki tefsir çalışmaları Tabiin tefsirinin karakteristik özelliklerindendir. Nitekim erken dönem tefsir faaliyetlerinin en önemli isimlerinden Mukatil b. Süleyman ’ın günümüze kadar ulaşmış “el-Vucuh ve’n-Nezâir” isimli eseri vardır ve Türkçe’ye de tercüme edilmiştir.
Kur’an’daki kelimelerin birçok manaya gelmesi, çok anlamlı oluşu, bir zenginlik olmakla beraber istismara açık bir yönü de vardır. Zira çokanlamlılık bir anlam kargaşasına da yol açabilir. Burada önemli olan bir kelimenin Kur’an’da geçtiği yerlerde kullanıldığı farklı anlamı kim tespit edecek veya hangi kıstasa göre anlam tayin ve tespit edilecektir.
Birinci kıstas âyetin gerek metin içi gerekse metin dışı siyak ve sibakı yani bağlamıdır. Nitekim Şatıbî, âyetin anlamı, terkibten, cümlenin bütünlüğünden çıkarmak lazımdır der. Bu mümkün olmadığı takdirde yani kullanımın imkânlarıyla mana ifşâ edilmediği takdirde lafızların sözlük anlamlarına ve etimolojisine gidilebileceğini belirtir ve aksi durumu bir tekellüf olarak görür. Delil olarak da şu rivayeti nakleder: Hz. Ömer bir defasında, Abese Suresi 31. âyetini okur ve âyetteki “ebben” nedir diye kendine sorar, sonra vazgeçer ve “bize tekellüf yasaklanmıştır” der. Zira âyetin siyakından, cümlenin bütünlüğünden kelimenin bir tür
bitki yani çayır veya ot anlamına geldiği anlaşılmaktadır.
İkincisi ise, Kur’an’ın yirmi üç yıllık süreçte hayata taşınmasının bir yansıması olan Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in Sünnet’i ve Siretidir. Çünkü Peygamberimiz’in Sünnet’i ve Sîret’i, teşrî tarihinin ve Kur’an’ın kendi din dilini ve terminolojisini inşâ sürecinin en önemli parçası
ve adeta bir yansıması ve tezahürüdür.
Nitekim Hz. Ali (r.a.), İbn Abbas (r.a.)’ı Haricîler’le görüşmeye gönderirken ona “Haricilerle tartışırken Kur’an’dan delil getirmemesini tavsiye edince İbn Abbas da kendisinin Kur’an’ı onlardan daha iyi bildiğini zira âyetlerin nuzûluna şahit olduklarını söyler. Hz. Ali ise şöyle der: “Doğru söylüyorsun. Ancak Kur’an ifadeleri çokanlamlı (zû vucûh)dır. Sen onlara karşı âyetin bir anlamını esas alarak delil getirirsin, onlar ise başka bir vechini (anlamını) esas alarak itiraz ederler. Sen en iyisi sünnetten delil getir.”

Birinci Örnek ve Tahlili (Âl-i İmran Suresi–101):
İnkâr, tekzip ve şirk anlamlarını kapsayan dini terimlerden küfür ifadesi, bu âyet-i kerimede luğavî anlamını yani nankörlük anlamını taşımaktadır. Âyetin gerek metin içi, gerekse metin dışı siyakı yani sebeb-i nuzûlü bunu gerektirmektedir. Ancak siyak göz ardı edildiğinden küfür kelimesine “inkâr” yani dinî/şer’î
anlamı verilmiştir.
“Allahın âyetleri size okunurken ve O’nun elçisi içinizdeyken nasıl oluyor da inkâr ediyorsunuz.”(A. Bulaç)
“Size Allah’ın âyetleri okunurken, üstelik Allah Rasûlü de aranızdayken nasıl inkâra saparsınız.(Ali Özek ve Heyet)
“Allah'ın mesajları size iletildiği halde ve Elçisi aranızda yaşarken hakikati nasıl inkâr edebilirsiniz? Ama Allah'a sımsıkı tutunan, dosdoğru yola ulaştırılmıştır” (M. Esed)
Hâlbuki siz Allaha nasıl küfreder (Onu inkâr eder) siniz ki karşınızda Allanın âyetleri okunup durmaktadır. Onun peygamberi de içinizde, Kim Allaha sımsıkı tutunursa muhakkak ki doğru bir yola ile itilmiştir o.”(H. Basri Çantay)
“Size Allâh'ın âyetleri okunmakta ve O'nun Elçisi de aranızda iken nasıl inkâr edersiniz? Kim Allah'a sarılırsa muhakkak ki o, doğru yola iletilmiştir” (S. Ateş)
“Sizler ise küfre nasıl dönersiniz ki önünüzde Allahın âyetleri okunuyor, içinizde Resulü bulunuyor? Hâlbuki
her kim Allaha sıkı tutunursa o, muhakkak bir doğru yola çıkarılmıştır” (Elmalılı)
Meallerin ekseriyeti ayetteki ‘tekfürûne’ ifadesini, küfre dönmek, küfre sapmak, inkâr etmek, inkâra sapmak şeklinde çevirmişlerdir. Kur’an’ın sözlü metin veya hitap özelliğinin ihmali ve yazılı metin formatında çeviri yapılmasının doğurduğu sakıncalar açısından bu
misal çok ilginçtir. Âyetin metin içi siyakına bakıldığında bir önceki ve bir sonraki âyette aynı topluma “iman edenler” diye hitap edilmektedir. Eğer bir küfre/inkâra dönüş, daha doğrusu irtidad olsaydı sonraki âyette “İman edenler” tarzındaki hitabın anlamı kalmazdı. Zemahşerî ve Ebu Hayyan gibi birçok müfessir Kur’an’ın hitap özelliğinin farkındalığı içinde âyetteki soru edatı “keyfe” ile
kastedilen anlamın soru değil, “inkâr ve taaccüb”
olduğunu tefsirlerinde zikretmişlerdir.
İkinci Örnek ve Tahlili: (Fatiha Suresi–6):
Çokanlamlılık veya “Vucûh ve Nezâir” konusunu inceledikten sonra Celaleddin es-Suyûtî el-İtkân isimli eserinde örnek olarak Kur’an’da birkaç âyette geçen “hüda” terimini zikreder ve on yedi ayrı anlamı veya kullanımı olduğundan bahseder. Bu kullanımların
kelimenin temel anlamıyla bir şekilde irtibatı vardır.
Elmalılı Hamdi Yazır’ın hidayet kavramı ile ilgili açıklamaları bu hususta hem mühim hem de vecizdir:
Hüdâ kelimesi, “h-d-y” fiil kökünden türetilmiş bir isimdir. Temel yani sözlük anlamı, yol göstermek, birine yolu tarif etmek anlamına gelir. Kısaca Arapça’da irşad kelimesiyle ifade edilebilir. Hidayet masdarından emir kipidir.
اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ Fatihâ suresindeki kullanıma gelince önceki âyetlerle birlikte düşünüldüğünde sadece Allah’a ibadet eden ve sadece Ondan yardım dileyen bir topluluk mü’mindir ve bu husus göz önünde tutularak tercümesi daha isabetlidir.
“Hidayet eyle bizi doğru yola” (Elmalılı)
“Bizi doğru yola ilet” (Ali Bulaç)
“Bize doğru yolu göster” (Ali Özek ve Heyet)
“Bizi doğru yola, Sana doğru varan yola ilet.”(S. Yıldırım)
“Bizi dosdoğru yola hidayet et” (Ali Ünal)
Görüldüğü üzere “iletmek” “göstermek” gibi kelimeler hidayet kavramının luğat anlamı esas alınmak suretiyle yapılmış çevirilerdir. Ancak kelimenin sahip olduğu anlam zenginliğini de yansıtmamaktadırlar. Ya yukarıdaki izahlar çerçevesinde Elmalılı mealinde olduğu gibi “hidayet et” denilmeli yahut da “bize dosdoğru yolda sebat ver”bizi sırat-ı müstekîmden ayırma” şeklinde daha isabetlidir.
Üçüncü Örnek ve Tahlili (Bakara Suresi–120):
Bu âyetteki قُلْ إِنَّ هُدَى اللَّهِ هُوَ الْهُدَىcümlesindeki
hüdâ kelimesi din ve İslam dini anlamındadır. Meallere bakıldığında bazıları bu hususu göz ardı ederek hüdâ kelimesini sözlük anlamında yol, kılavuzluk, rehberlik, hidayet yolu, ifadeleriyle çevirmiş, bir kısmı parantez içinde hüdâ kelimesinin din ve İslam dini anlamına geldiğini belirtmiş, bir kısmı da her ikisini birlikte vermiştir. İsabetli çeviriAllah’ın dini İslam, yegâne hak dindirşeklindedir.
“Sen milletlerine tabi olmadıkça ne Yehud, ne Nasara senden asla hoşnut da olmazlar her halde yol, Allah yolu de, şanım hakkı için sana vahyile gelen bu kadar ilimden sonra bilfarz onların hevalarına tâbi olacak olsan Allah’dan sana ne bir veli bulunur ne bir nasır” (Emalılı)
“Sen dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler ve ne de Hıristiyanlar asla senden razı olmazlar. De ki: Allah’ın yolu asıl doğru yoldur.Sana gelen ilimden sonra, eğer onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, bilmiş ol ki, Allah’tan sana ne bir dost, ne bir yardımcı vardır.”(Diyanet)
“Sen onların öz milletlerine uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da senden asla hoşnut olmazlar. De ki: "Allah'ın kılavuzluğu erdirici kılavuzluğun ta kendisidir."İlimden sana ulaşan nasipten sonra bunların boş ve iğreti arzularına uyarsan, Allah katından ne bir Velî'n olur ne de bir yardımcın.” (Yaşar Nuri Öztürk)
“Sen onların, kendi dinlerine uymadıkça ne Yahudiler,
ne de Hıristiyanlar senden râzı olmazlar. "Asıl doğru yol, Allâh'ın yoludur" de. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyarsan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olmaz” (S. Ateş)
“Ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar, sen onların dinlerine tâbi olmadıkça asla senden razı olmazlar. Sen, de ki: "Allah’ın hidâyet yolu olan İslâm, doğru yolun ta kendisidir."Sana gelen bunca ilimden sonra onların heva ve heveslerine uyacak olursan, Allah’a karşı hiçbir koruyucu ve yardımcı bulamazsın”. (Suat Yıldırım)
Bu âyetin çevirisinde dikkat çeken önemli bir hata da âyetteki “milletehüm” kelimesini Türkçe’ye, millet, öz millet ve inanç sistemi tabirleriyle çevirmeleridir. Kavim
ve ulus kelimelerinin eş anlamlısı olarak Türkçe’de de kullanılan millet kelimesinin orijinal Arapça anlamı “dindemektir. Doğru çeviri “dinlerine” şeklinde olmalıdır.
DördüncüÖrnek ve Tahlili (Neml Suresi–41):
Hüda veya Hidayet kelimesinin geçtiği âyetlerden
birisi de Neml suresindeki 41. âyettir. Bu âyetteki manası marifet, bilmek ve tanımaktır. Maalesef her geçtiği yerde temel sözlük anlamı esas alınarak tercüme yapıldığından burada da doğru meal verenler olduğu gibi yanlış mealler de verilmiştir.
“(Süleyman) dedi ki: “Onun tahtını bilinmez şekle getirin. Bakalım (tanımaya) muvaffak olacak mı, yoksa muvaffak olamayacaklardan mı bulunacak?” (H: Basri Çantay)
“(Ve) sözlerine şöyle devam etti: "(Şimdi) onun tahtını tanınmaz hale sokun; bakalım, kendi başına doğru yolu bulacak mı, yoksa doğru yolu bulamayan kimselerden mi olacak." (M. Esed) “Dedi ki: "Onun tahtını değişikliğe uğratın, bir bakalım doğru olanı bulabilecek mi, yoksa bulmayanlardan mı olacak?” (Ali Bulaç)
“(Ve) dedi ki: "Onun tahtını tanınmaz hale getirin, bakalım tanıyabilecek mi, yoksa tanımayacak mı?” (S. Ateş)
“Dedi ki: "Şimdi Kraliçenin tahtının şeklini değiştirin! Bakalım onu tanıyacak mı, tanımayacak mı?"(Suat Yıldırım)
Meallerdeki “muvaffak olmak”, “doğru olanı bulmak”, “doğru yolu bulmak” tercümelerinin hatalı olduğu apaçık görülmektedir. Doğru çeviri “tanıyacak mı, tanıyabilecek mi” şeklindeki çevirilerdir.
Beşinci Örnek ve Tahlili (Duhan Suresi37):
Bu âyeti kerimede geçen “hayrün” ifadesi de Kur’an’da çok anlamlı kelimelerden bir tanesidir. “En hayırlı ve daha hayırlı” şeklinde tercüme edilebilir. Ancak her geçtiği yerde “daha hayırlı, daha iyi, iyi ve iyilik” şeklinde tercüme etmek doğru değildir. Bunun bir örneğini Duhan suresindeki 41. âyette görebiliriz: “Ya onlar mı hayırlı? Yoksa Tübbain kavmi ve onlardan evvelkiler mi? Hep onları helâk ettik, çünkü mücrim idiler” (Elmalılı). “Onlar mı hayırlı, yoksa Tübba' kavmi ve onlardan öncekiler mi? Biz onları yıkıma uğrattık. Çünkü onlar, suçlu günahkârdı.” (Ali Bulaç)
(Ey Rasûlüm, kuvvet ve şiddet bakımından) senin
kavmin mi hayırlı, yoksa (etbaı çok) Tübba’ın kavmi ve onlardan evvelkiler mi? Hep onları helâk ettik çünkü günahkâr idiler.” (Ali Fikri Yavuz). Onlar mı daha güçlü kuvvetli, yoksa Tübba’ halkı ve onlardan önceki toplumlar mı? Belli ki onlar daha güçlü idiler. Ama ağır suçlar işlediklerinden imha ettik onları!” (Suat Yıldırım)
Meallere bakıldığında sonuncusu hariç “hayrun” kelimesini “hayırlı, daha hayırlı” şeklinde tercüme etmişlerdir. Âyetin meallerinde birbirinden hayırlı kavimlerden bahsedilmektedir. Tübba’ kavmi, önceki kavimler ve Mekke toplumu… O halde akla şu soru gelmektedir madem hayırlı idiler niçin hepsi helak edildi.
Meallere bakıldığında Allah birbirinden hayırlı kavimleri helak ettiğinden bahsetmektedir. Bu tutarsızlık bir edebî mucize olan Kur’an’ın değil, meal yazarlarının hatasıdır.
Fikri Yavuz parantez içi açıklamalarıyla meallerdeki hatayı aşmaya çalışmış ama yine hayırlı kelimesini yanlış tercüme etmiştir. Suat Yıldırım ise âyeti doğru tercüme etmiştir.
AltıncıÖrnek ve Tahlili (Enfal Suresi–23):
وَلَوْ عَلِمَ اللَّهُ فِيهِمْ خَيْرًا لَأَسْمَعَهُمْ وَلَوْ أَسْمَعَهُمْ لَتَوَلَّوا وَهُمْ مُعْرِضُونَ
Âyet-i kerimedeki وَلَوْ عَلِمَ اللَّهُ فِيهِمْ خَيْرًا لَأَسْمَعَهُمْcümlesinde geçen hayır kelimesiyle ne kastedildiği araştırıldığında âyeti kerimeye isabetli meal verilmesi mümkündür. İnsanın cüz’î iradesiyle Yüce Allah’ın küllî iradesi arasındaki ilişkiyi anlatan veciz âyetlerden birisi bu âyettir. Müşrikler ve Münafıklar kendi serbest iradeleriyle Allah ve Rasûlüne muhalefet yolunu seçmişler, iman etmek yerine şirki tercih etmişlerdi. İlahi mesajı duydukları halde hiç duymamış gibi davranmışlar anlamaya yanaşmamışlardı.

“Allah, onlarda bir hayır (hakka yöneliş) olduğunu bilseydi, elbette onlara işittirirdi. Onlara işittirseydi dahi mutlaka yine yüz çevirerek dönüp giderlerdi.” (Diyanet)
“Allah onlarda bir hayır görse idi elbette kulaklarına sokardı ve bu hallerinde kulaklarına soksa idi yine aldırmazlar döner giderlerdi” (Elmalılı)
“Eğer Allah onlarda bir hayır görseydi elbette onlara duyurur (hayrı kulaklarına sokar) dı. (Bu hallerinde) kulaklarına soksaydı bile yine onlar muhakkak ki (haktan) yüz çevirici olarak arkalarına dönerlerdi.”(Hasan B. Çantay)
“Allâh onlarda bir iyilik olduğunu bilseydi, elbette
onlara işittirirdi, onlara işittirseydi de yine aldırmayarak dönerlerdi.” (S. Ateş)
“Şayet Allah onlarda iman etmeye yönelik bir irade olduğunu bilseydi, onlara hakikatı işittirirdi. Ve mevcut haliyle onlara ilahi mesajı işittirse bile onlar yine yüz çevirir ve döner giderlerdi.” (Yunus Ekin)
Zikredilen meallere baktığımızda bir kısmının hayır kelimesini aynen Türkçeye aktardığını görüyoruz. Farklı olarak S. Ateş iyilik olarak çevirmiştir. Âyetin siyak ve sibakı ve de muhtevası düşünüldüğünde “hayır” kelimesini parantez içinde “hakka yöneliş” olarak açıklayan meal isabetli bir çeviridir. Ancak en uygun çevirinin son olarak verdiğimiz şekilde olmasını tercih etmekteyiz. Ayrıca Arapça metne kelime kelime, birebir sadakatten yani literal/lâfzî tercümeden dolayı âyetin ilk muhatapları tarafından çok iyi anlaşılan ve bilinen hususlar ihmal edilmiştir.” …İşittirirdi. İşittirseydi bile..” şeklindeki ifadeler hep kapalıdır. Neyin işittirileceği meçhuldür. Hâlbuki âyetin ilk muhatapları için bu mesele en çok bilinen şeydir.
Yedinci Örnek ve Tahlili (Zuhruf Suresi–22):
بَلْ قَالُوا إِنَّا وَجَدْنَا آبَاءَنَا عَلَى أُمَّةٍ وَإِنَّا عَلَى آثَارِهِمْ مُهْتَدُونَ
Kur’an-ı Kerim’de birkaç manaya gelen lafz-ı müştereklerden birisi de “ümmet” terimidir. Birçok ayette insanlardan bir grup, topluluk veya cemaat anlamına gelir.
ümmet” kelimesinin “din” anlamında kullanıldığı Zuhruf Suresi 22. âyettir: “Hayır, şöyle dediler: bizler, atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk, biz de onların izlerince giderek murada ireriz” (Elmalılı)
“Hayır. Dediler ki: «Şüphe yok, biz babalarımızı büyük bir tarikat üzere bulduk. Muhakkak ki, biz de onların izleri üzerinde (yürüyüp) doğru yolu bulmuşlarız.”(Ö. N. Bilmen)
“Hayır, (ne bilgileri var, ne de Kitâpları). Sadece:
"Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de
onların izlerinde gidiyoruz" dediler.” (S. Ateş)
“Bil'akis (şöyle) dediler: «Gerçek biz atalarımızı bir ümmet (bir dîn) üzerinde bulduk. Biz de hakîkaten onların izleri üstünden doğruya erdirilmişleriz”. (Hasan Basri Çantay)
“Ümmet” kelimesi Türkçeleşmiş Arapça kökenli kelimelerdendir. Türkçe’de topluluk, cemaat manalarına kullanılır. Arapça’daki diğer anlamları terk edilmiştir. Türkiye’de kimse ümmet kelimesini din manasında kullanmaz. Müslüman topluluklar için kullanılır.
O halde yukarda örnek olarak verilen meallerde âyetteki “ümmetin” kelimesini, ümmet şeklinde tercüme etmeden veya Türkçe anlamını düşünerek yapılan tercümeler hatalıdır. Yine “büyük tarikat ve töre” şelindeki tercümeler de hatalıdır. Doğru çeviri “din” şeklinde olmalıdır. Nitekim Hasan Basri Çantay parantez içinde (bir din) doğru manayı
vermek suretiyle hatadan kurtulmaya çalışmıştır.
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 2 Kişi okuyor. (0 Üye ve 2 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta) enderhafızım İlitam 3.Sınıf Dersleri 19 17Haziran 2014 14:28
Dini Danışma Ve Rehberlik Ders Notları (14 Hafta FuLL) enderhafızım İlitam 4.sınıf Genel Paylaşımlar 13 23 Aralık 2013 16:12
Din Felsefesi Ders Notları (14 Hafta) enderhafızım Din Felsefesi 13 23 Aralık 2013 15:36
Kuran tercüme teknikleri f_kryln Ana Konularıyla Kur’an 0 01 Kasım 2013 16:48
MANTIK(2.Hafta Ders Notları) f_kryln Mantık 0 25 Ekim 2013 15:38

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.