Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.İLAHİYAT-ÖNLİSANS -AÇIK ÖĞRETİM FAKÜLTESİ.::. > 2.SINIF*Bahar Dönemİ* > İnkilap Tarihi 2

Konu Kimliği: Konu Sahibi nurşen35,Açılış Tarihi:  12 Nisan 2018 (20:11), Konuya Son Cevap : 12 Nisan 2018 (20:19). Konuya 7 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 12 Nisan 2018, 20:11   Mesaj No:1
Medineweb Emekdarı
nurşen35 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:nurşen35 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 38944
Üyelik T.: 09 Şubat 2014
Arkadaşları:60
Cinsiyet:Bayan
Mesaj: 9.475
Konular: 1144
Beğenildi:4423
Beğendi:3685
Takdirleri:11319
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Atatürk İlkeleri ve Inkilap Tarihi II Tüm Özetler

Atatürk İlkeleri ve Inkilap Tarihi II Tüm Özetler

ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ-II
Ünite 1: Yeniden Yapılanma Dönemi 1
Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Türkiye’nin Genel
Görünümü
Nüfus:
1927 verilerine göre, Türkiye’nin nüfusu
6.563.879’u erkek, 7.084.391 kadın olmak üzere toplamda
13.648.270 kişiydi ve bunun %24.2’si şehirde, %75.8 ise
köyde yaşamaktaydı.
Sağlık: 1928 verilerine göre Türkiye’de 1.078’i doktor,
130’u hemşire, 1.059’u memur ve 377’si ebe olmak üzere
toplamda 2.644 sağlık çalışanı vardı ve özellikle doktor
sayısı nüfusa orantılandığında her 12.661 kişiye bir tane
düşmekteydi. Tüm bu veriler dönem itibariyle sağlık
hizmetleri konusundaki yetersizliği açıkça ortaya
koymaktadır.

Eğitim:
• İlköğretim: 1923-1924 verilerine göre,
Türkiye’de 341.941 öğrenci, 10.238 de öğretmeni
olan toplam 4.894 ilkokul vardı. Toplam nüfusa
nispetle bu rakamlar dönem itibariyle okuryazar
oranın ancak %6 ile %10 arasında olduğunu
göstermektedir.
• Ortaöğretim: 1923-1924 senesi itibariyle ülke
genelinde 796 öğretmen ve 5.905 öğrenciyle
faaliyet gösteren toplam 72 ortaokul vardı.
• Lise: Aynı yıllarda 513 öğretmen ve 1.241
öğrencisiyle toplam 23 lise vardı.
• Yüksek Öğretim: Osmanlı Devleti yıkıldığında
Türkiye’de, 2.914 öğrencinin öğrenim gördüğü
ve 307 öğretim elemanının çalıştığı yalnız 9
fakülte ve yüksekokul mevcuttu.
• Mesleki ve Teknik Eğitim: 1923-1924 yılı
eğitim-öğretim verilerine göre 583 öğretmen ve
6.547 öğrenciyle faaliyet gösteren toplam 64
teknik okul vardı.
Okul, öğrenci ve öğretmene ilişkin tüm bu rakamlar,
1937-38 eğitim-öğretim yılına değin genel olarak artan bir
çizgide seyretmiş ve 1939 yılına gelindiğinde 1924’de %6
ile %10 arasında olan okuryazar oranı %24.5’e
yükselmiştir. Bununla birlikte 1923-1924 öğretim yılında
341.941 olan toplam öğrenci sayısının 62.954’le yalnız
%18’ini oluşturan kızların eğitim-öğretime katılımı
artırılarak bu oran, 1940-1941 yılı verilerine göre,
%30.8’e yükseltilmiştir.

Tarım
Cumhuriyet Türkiye’si büyük çoğunluğu çiftçilerden
oluşan bir toplum devralmıştır. 1927 verilerine göre ülke
yüz ölçümünün %4.86’sını kapsayan 43.637.727
dönümlük bir alanda, nüfusun %67.7’si tarımla
uğraşmakta ve ektikleri toprakların %89.5’inden tahıl,
%3.9’undan baklagil, %6.6’sından ise sınai bitkiler elde
etmekteydiler. Bu rakamlar, mübadil, muhacir, mülteci ve
ihtiyaç sahipleri gibi meselelerdeki hareketliliğe bağlı
olarak her geçen gün artmış ve 1950’lili yıllara
gelindiğinde ülke, nüfusunun %81.5’i köylülerden oluşan
bir görünüm kazanmıştır.

Ulaşım
Cumhuriyet hükümeti, 1923 yılı verilerine göre, Osmanlı
Devleti’nden devraldığı hat uzunluğu 3.756 km, tren
kilometresi ise 1.427.000 km olan demir yolu ağını 1938
yılına kadar yarattığı 7.148 km hat uzunluğu ve
15.598.000 km tren kilometresiyle %100 artırmıştır.
1923’te 2.500 km olan karayollarını ise 21.575 km
uzunluğa eriştirmiştir.

Ekonomik Durum
Türkiye Cumhuriyeti, ithalatı 497.000, buna karşı ihracatı
368.000 ton ve kişi başına düşen geliri yalnız 75.7 TL olan
güçsüz bir ekonomiyi miras almış fakat bunu dünya
genelindeki büyük ve küçük ölçekli yerel krizler gibi
olumsuzluklara rağmen ilk on beş yıl içerisinde %100’lük
artışlarla belirli bir seviyeye getirmiştir. Zira idarenin
temel prensipleri arasında elde edilen askeri ve siyasi
başarıyı ekonomik ilerlemeyle taçlandırıp daim kılmak
başı çekmekteydi.

İdari Düzenlemeler
Devlet Millet Birlikteliği İçin İlk Adımlar
Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin içine düştüğü
sıkıntıyı yine ancak ona başvurarak savuşturabileceğinin
bilincinde olarak, henüz savaş yıllarında, halk-devlet
birliğini sağlamak adına bir takım düzenlemeler yapmak
için kolları sıvadı.

Ekonomik Düzenlemeler
Bu noktada, Afyon’dan itibaren yakılıp yıkılmış
köylerdeki halkın yemeklik ve tohumluk benzeri temel
ihtiyaçlarının giderilmesine yönelik sosyal yardım
komisyonlarının kurulması gibi halkın ihtiyaç ve
gereksinimlerini yine halkın karşılamasını sağlayan bir
dizi sistem geliştirildi.
İdari Düzenlemeler
İdari noktada, devlet ilk olarak Milli Mücadele aleyhinde
tavır almamış ve görev yerleri düşman işgaline uğrayıp da
onunla işbirliği yapmamış memurlarının mağduriyetlerini
gidermeye yönelik bir tavır takınarak elinden geldiği
ölçüde yetişmiş insan kaynağını korumaya çalışmıştır.
Aynı zamanda savaş döneminde haksızlığa uğrayan
bürokratlarının da mağduriyetlerini gidermeye çalışmış,
örneğin tehcir suçundan dolayı mahkemeleri sürenlerin
serbest yargılanmalarını sağlamış ve İtilaf devletlerinin
baskısıyla idam edilen Boğazlıyan Kaymakamı Kemal
Bey’e iade-i itibar edilerek çocukları maaşa bağlanmıştır.
Bununla birlikte Milli Mücadele saflarında yer alan hiçbir
askerin barış zamanına geçişte maddi-manevi herhangi bir
kayba uğramasını önlemeye yönelik tedbirler alınmış,
diğer taraftan meclis pasaport ve tabu kaydı gibi
evraklarda Osmanlıya ait ibareleri ülke ve milleti temsil
eden ifadelerle değiştirerek söz söyleme yetkisinin
kendisinde olduğunu ortaya koymuştur.

Askeri Düzenlemeler
Lozan Antlaşmasının hemen ardından ordunun barış
durumuna geçirilmesi çalışmalarına başlanmış ve meclis 1
Kasım 1923’te seferberliği kaldırmıştır. Bu kararı, ordu
karargâh bölgelerinin tayini, askeri idari mekanizmasının
tertibi ve benzeri bir takım düzenlemeler takip etmiştir.
Siyasi Düzenlemeler

Saltanatın Kaldırılması
Mudanya Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından
mevcut durum saltanat ve hilafet makamlarının akıbetinin
bir an önce netleştirilmesi zaruretini ortaya çıkarmıştı.
Zira Osmanlı Devleti’nin son Sadrazamı Tevfik Paşa,
TBMM’ye barış görüşmelerine birlikte gidilmesini teklif
eden telgraflar gönderiyor ve meclisin İstanbul hükümeti
aleyhtarlığının her geçen gün biraz daha alevlenmesine
sebep oluyordu. Bu talebin, Türkiye’yi yalnız ve ancak
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin temsil edebileceği ve
hukuki ve meşru olmayan heyetlerin buna karışmaları
halinde mesul olacakları şeklinde cevaplanması da
durumu değiştirmedi ve Paşa, teklifinde ısrar ederek,
konferansa her iki tarafında da çağrıldığını ve İstanbul
hükümetinin gitmemesinin, İslam âleminin ilgilendiği
tarihi kimliği yokluğa mahkûm etmek demek olacağını
bildirdi. Bu ısrar, meclisteki saltanat aleyhtarlığını giderek
artırarak Milli Mücadele’nin önde gelen şahsiyetlerinin
gerekçelerini bir bir sıraladıkları sert tepkileri ve son
tahlilde 1922’nin 1 Kasım günü, İstanbul’daki şahsi
hâkimiyete dayalı hükümet şeklinin 16 Mart 1920 tarihi
itibariyle kaldırılmasıyla karşılık buldu. Vahdettin’in
İngiltere’ye sığınmasının, dolayısıyla hilafetten bilfiil
feragat etmiş bulunmasının ardındansa meclis, 163
vekilinin 148’inin oyuyla Abdülmecid Efendi’yi halife
seçti.

Adım Adım Yeni Sisteme Geçiş
Saltanat ile Hilafet makamlarının birbirinden ayrılarak
saltanatın kaldırılıp yeni bir halifenin seçilmesinin
ardından tabiatıyla Mustafa Kemal’in öngördüğü milli
egemenliğe dayalı sisteme gidişte yeni bir engebe ortaya
çıktı. Meclisin halifeye biat edilmesi gerektiğini savunan
bazı vekilleri mevcut halde onu saltanat sıfatına sahip
olmadan devletin sahibi ve başkanı sayıyorlardı. Hilafete
ilişkin bu ve buna benzer düşüncelerini topladıkları
“Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi” adlı
kitapçıkta, bu noktada halkın da tereddütte düştüğünü, zira
hilafetin hükümet demek olacağını iddia ediyorlardı. Bu
yönde iddiaları barındıran bu kitapçığa, aynı şekilde,
“Hilafet ve milli Hâkimiyet” adlı 30 kadar makaleden
oluşan bir derleme kitapla karşılık verildi. İstanbul
basınına da beyan ettiği gibi Mustafa Kemal, mevcut
durumun şimdilik bir sorun teşkil etmediği ve meselenin
kendine göre hal olduğu kanaatindeydi. Esasında bu,
Paşa’nın uğrunda mücadele verdiği yeni rejim ve
düzenlemeler için gerekli zeminin hazırlanışına yönelik
bir manevra niteliğindeydi. Zira Mustafa Kemal, saltanatın
kaldırılması sırasında yaşananlar ile hilafet meselesi
yüzünden çıkan ihtilaflardan sonra hedeflediği köklü
değişimleri bu kadroyla gerçekleştiremeyeceğini anlamış
durumdaydı. Bu noktada o, yapacaklarını aşama aşama ve
halk ile beraber yapma prensibiyle bir yandan onların ne
istediklerini öğrenmeye bir yandan da onlara elde edilen
başarının tek bir kişiye değil millete ait olduğunu, bu
neticeye sahip çıkarak iradelerini hiç kimseye teslim
etmemeleri gerektiğini anlatmaya çalıştı. Bununla birlikte
kaldırılan saltanata herhangi bir şekilde geri dönüş
olmamasının temini için meclisçe yeni ek bir kanunun
çıkarılması yolunu tuttu. Seçmen ve milletvekili sayılarına
ilişkin kanunun değiştirilmesi ve Müdafaa-yı Hukuk
gurubunun Halk Fırkasına dönüştürüleceğinin beyanıyla
da süreç hızlandırıldı. Yapılan seçimler sonucunda ikinci
dönem meclisin neredeyse tamamı Müdafaa-i Hukuk
listesinin adaylarından meydana geldi ki bu Türk
milletinin Mustafa Kemal Paşa’ya olan güveninin en açık
ve anlamlı göstergesiydi. Yeni meclis, İstanbul’un
ordularca temsil alınması, Ankara’nın başkent ve 29 Ekim
1923’te idare şeklinin Cumhuriyet olduğunun ilanıyla ilk
ve en önemli icraatlarını gerçekleştirdi. Tüm bu köklü
değişimlerle beraber son tahlilde sıra hilafet makamına
geldi.

Halifeliğin Kaldırılması
Saltanatın kaldırılmasıyla hukuki zeminini kaybeden,
dolayısıyla “sözde” bir müessese olarak korunan hilafetin
kaderi cumhuriyetin ilanından sonra artık tamamen halife
ve taraftarlarının davranışlarına bağlıydı. Nitekim
beklenen oluyor, meclisteki muhalifler Mustafa Kemal
Paşa’nın “tarihi ve vicdani bir hatıra” olarak nitelediği bu
makamın etrafında toplanıyor ve cumhuriyetin ilan
edilmesi şekli ve süreciyle ilgili uygun bulmadıkları
şeyleri dahi bu makam üzerinden eleştiriyorlardı. Milli
Mücadele’nin önde gelen şahsiyetlerinden oluşan bu
gurup, aynı zamanda, Halife Abdülmecid Efendi’nin de
cumhuriyet idaresine karşı olumsuz bir tavır takınmasına
neden olmaktalardı. Bu durum, özellikle de, Halifenin
etrafına toplananlardan güç alarak yapılan inkılaplara karşı
çıkması olasılığı Mustafa Kemal’i endişelendirmekteydi.
Diğer taraftan başta İngiltere olmak üzere Müslüman
sömürgeleri olan devletlerin gelişmeleri yakından takip
ettikleri ve menfaatlerine doğrultusunda müdahale
edilebilme imkânı araştırdıkları görülmekteydi. Bu mesele
meclis içinde ve dışında tüm yönleriyle tartışıla dursun
halifenin kaderini tavır, istek ve tutumlarıyla yine
halifenin kendisi belirledi. Halife, Ankara basınında
hakkında çıkan tenkit yazıları ile Ankara’dan gelen
temsilci ve resmi heyetlerin kendisini ziyaret etmekten
çekinmelerinden şikâyetçi oluyordu. Ancak daha da
önemlisi halife, hilafet hazinesinin gücünün yetmediğini
söylüyor ve mükellefiyetinin haricindeki masraflarını
karşılamada hükümetin 15 Nisan 1923 tarihinde vaat ettiği
bütçe artırımının yapılmasını istiyordu. Onun, resmi devlet
teşkilatının önemli bir parçası olduğuna inandığını
gösteren bu talebi, Mustafa Kemal Paşa için bardağı
taşıran son damla oldu. Paşa, halifenin saltanatvari istek
ve tutumlarından duyduğu endişeyi içerik itibariyle açık
bir şikâyetname olan bir mektupla İsmet İnönü’ye bildirdi.
Bu son hareketle kaçınılmaz sürece girilmiş olundu.
Evvela 3 Mart 1924 tarihinde Şer’iye ve Evkaf ile
Harbiye-i Umumiye Vekâletleri kaldırıldı. Bunu takiben
de Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edildi. Sıra hilafetin
ilgasına gelmişti. Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi ve 53
arkadaşı, “hilafetin mevcudiyetinin iç ve dış siyasette iki
başlılık yarattığı, İstiklal ve milli hayatta ortak kabul
etmeyen Türkiye’nin şeklen veya dolaylı yoldan bile olsa
ikiliğe tahammülünün olmaması” gerekçeleriyle bu
makamın ilgasını tartışmaya açtı. Birbirine zıt
düşüncelerin ifade edildiği uzun bir tartışma faslının
ardından nihayet hilafetin kaldırılmasına karar verildi.
__________________
O (cc)’NA SIĞINMAK AYRICALIKTIR
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi nurşen35 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Gündem Korona Aşısı Gündem/ Manşetler Esma_Nur 6 1497 10 Aralık 2020 12:20
DHBT Muhteşem Özetler DHBT-Hazırlık/Notlar/Özetler nurşen35 4 2273 08 Aralık 2020 18:40
Kıssaları Hayatımıza Taşıyalım Kıssalar-Hikayeler-Nasihatler nurşen35 1 982 08 Aralık 2020 17:46
TENKİD Serbest Kürsü nurşen35 0 867 08 Aralık 2020 12:44
Vitir Namazını Niye Kılıyoruz Biliyor musunuz... Namaz-Abdest-Teyemmüm nurşen35 0 1000 04 Aralık 2020 13:56

Alt 12 Nisan 2018, 20:12   Mesaj No:2
Medineweb Emekdarı
nurşen35 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:nurşen35 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 38944
Üyelik T.: 09 Şubat 2014
Arkadaşları:60
Cinsiyet:Bayan
Mesaj: 9.475
Konular: 1144
Beğenildi:4423
Beğendi:3685
Takdirleri:11319
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart

Ünite 2:
Türkiye Cumhuriyeti’nde Temel Politikaların Ortaya Çıkışı (1923-1938 Dönemi)
1
Türkiye Cumhuriyeti’nin Şekillenmesi (1923-1938
Dönemi)

Devletin ilk elli yılına yön ve şekil veren düzenlemeler,
cumhuriyetin ilanını takiben, bu aralık yapılmıştır.
Yeni Anayasa Rejimi: 1924 Anayasası
23 Nisan 1920’de fiilen kurulan Yeni Türk Devleti, Milli
Mücadele’yi yürüttüğü esnada Osmanlı Kanun-ı
Esasisinin maddelerini de yürürlükte sayan Teşkilat-ı
Esasiye Kanunu’nu ilan etmişti. Değiştireceği sistemin
kanunlarını da kendisininkine dâhil ederek açıkça bunun
geçiş döneminin ihtiyacını karşılamaya yönelik,
dolayısıyla geçici olduğuna işaret etmişti. Nitekim
cumhuriyetin ilanı ve halifeliğin kaldırılmasından sonra
kurulan yeni düzenin ihtiyaçlarına cevap verecek yeni bir
anayasa ilan edildi. 20 Nisan 1924’te yürürlüğe giren bu
anayasayla milli egemenlik, cumhuriyet, eşitlik ve insan
hakları güvence altına alındı.

1923-1938 Dönemini Şekillendiren Sosyal ve
Ekonomik Yaklaşımlar
Atatürk, çeşitli konuşma ve demeçlerinde eski sistemin
milletin ihtiyacını karşılayamayacak ölçüde bozulduğuna
ve onu düzeltmek için uygulanan ıslah programlarının
taklitten öteye geçemediğine sık sık vurgu yapmaktaydı.
Dolayısıyla milletin maddi ve manevi kuvvetini artıracak
köklü değişimlere başvurulması, bunların da evvela
milletin ruhuna uygun olması gerektiğini dile
getirmekteydi.

Eğitim anlayışı:
Milli Mücadele’nin ilk yıllarından beridir
Atatürk önderliğinde hükümetin üzerinde en çok durduğu,
hakkında en hassa olduğu ve en mühim vazife olarak
üstlendiği konu eğitimdi. Öyle ki Kütahya hattında henüz
savaş devam ediyorken maarif kongresi toplanmış,
Osmanlı’dan devralınacak olan, her anlamda yetersiz
eğitim düzeyinin iyileştirilmesine ilişkin görüşmelere
başlanmıştı. Bu konu, yeni düzenin inşasıyla daha da
önemli bir hal aldı, zira bunu benimseyip sürdürecek,
koruyup kollayacak ve besleyecek yetişmiş insan gücünün
yaratılması gerekmekteydi.
Bu anlayışla ilköğretimin parasız, mecburi ve karma hale
getirilmesi, eğitim kursları vasıtasıyla öğretmen ve okul
sayısının artırılması, her kademede müfredatın
zenginleştirilmesi, ticaret, sanat, din, sağlık, endüstri ve
teknik alanlarda ara eleman yetiştirilmesine yönelik
mesleki ve teknik liselerin geliştirilmesi ve çok sayıda
öğrencinin yurt dışına gönderilmesi gibi birbirinin peşi
sıra bir dizi düzenlemeye gidildi.
Bunların yanında yeni idare yükseköğretime yönelik de bir
dizi iyileştirici tedbire başvurdu. Zira ülkenin tek
üniversitesi İstanbul Darülfünun’u, Milli Mücadele
döneminde desteklediği meclis ve önde gelen liderleri
karşında sosyal ve siyasal devrimler evresinde sessizliğe
bürünmüş, ilmi ve idari yükümlülüklerini yerine getiremez
olmuştu. Dolayısıyla 1932’de getirilen Prof. Albert
Malche’ın hazırladığı rapor istikametin 1933 reformuyla
kapatılarak yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu. 157
akademisyen kurumdan uzaklaşırken 42’si yabancı olmak
üzere 180 kişilik yeni bir kadro ve bünyesinde birçok yeni
araştırma merkezi oluşturuldu. Bu gelişmeyi müteakiben
1936’da Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kuruldu.
Burası 1930’larda kurulmuş olan Ziraat ve Tabii İlimler
Fakültesi’yle beraber Ankara Üniversitesinin temelini
oluşturdu.

Din anlayışı:
Gelişmelerin kontrolden çıkmaması ve
yapılan düzenlemelere karşı dinin suistimali yoluyla
yaratılacak muhalefetin önünün alınması için hassasiyetle
üzerinde durulan konulardan biri de dindi. Atatürk, klasik
devlet yapısıyla beraber ona ait din, ordu, toplum ve idari
konularındaki anlayışların da değişeceğini dile
getirmekteydi ki onun bunlar hakkındaki görüşleri dört
maddeyle özetlenebilir:
1. İslam dinini siyasetin bir parçası olmaktan
kurtarmak gerekir.
2. Ordunun siyasetten ayrılması ilkesi cumhuriyet
idaresinin devamlı dikkate aldığı ve alacağı bir
esastır.
3. Toplum ihtiyaçlarının sürekli değişmesine
paralel olarak kanunlar da değişmeli,
yenilenmelidir.
4. Toplumun çimentosu olarak, fertleri birbirine
bağlayan ortak değerin din ve mezhep yerine
Türk milleti olması esasa bağlanmıştır.
Saltanatın ardından cumhuriyet ilanı ve halifeliğin de
kaldırılmasıyla büyük değişimin en önemli adımları
atılmıştır. Dolayısıyla acilen eskiye dönülmesinin önünü
alacak bir anlayış ve toplum yaratılmalıdır. Bunun
dönemde;
1. Yeni adımların muhafazası için bir süreliğine
muhalefete kontrollü bir şekilde izin
verilebileceği görülmüştür.
2. Askeri zaferin, eğitim, iktisat ve kültür alanında
yapılan yeniliklerle taçlandırılması
hedeflenmiştir.
3. Bu önemli hedeflere en kısa sürede ulaşabilmek
için meclis ve dinin kontrol edilip
yönlendirilmesi lüzumlu görülmüştür.
4. Muhaliflerin din sömürüsüne karşı dini metinler
ve ibadetin Türkçeleştirilerek insanların dinlerini
anlamaları gerekliliğine işaret edilmiştir.
5. Hukuk anlayışının da inkılaplara göre değişmesi
gerekliliği fark edilerek bu istikamette bir takım
düzenlemelere gidilmiştir.
İktisadi hayat anlayışı: Diğer alanlarda yapılan
değişiklikler eninde sonunda düğümlendiği iktisadi hayatı
da içine almıştır. Ekonomik bağımsızlık kazanılmadığı
sürece savaş meydanında elde edilen kazanımın eksik
kalacağı bilinciyle kollar sıvanmış, İzmir’de
gerçekleştirilen Türkiye İktisat Kongresi’nde ülkenin takip
edeceği ekonomik model tespit edilmeye çalışılmıştır.
Burada ekonomik meselelerin yanında neredeyse son on
yıldır varlığını hissettiren her türden probleme karşı
çözüm önerileri sunulmuştur.
Halka Gidiş veya Atatürk’ün Yurt Gezileri
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, bu dönemde
ortaya konan devrim niteliğindeki iktisadi, sosyal, siyasi
ve ekonomik değişimleri muhattabı olan halka bizzat
anlatmak, benimsetmek ve özellikle de örnek olmak için
ülkenin her yerine geziler düzenlemiştir. Bazı illere birkaç
kez olmak üzere toplamı 170’i bulan seyahatlerinde
Atatürk, temelde halka refah içinde yaşamanın yollarını ve
büyük bir kazanım olan milli mücadelenin asıl sahiplerinin
onlar olduğunu anlatmıştır. Bunun yanında bu gezilerin
çok yönlü işlevleri olmuştur;
• Yöneticiler ile halk kaynaşmış, böylece devlet
halk bütünleşmesi sağlanmıştır.
• Halkın sıkıntı ve beklentileri yerinde
görülmüştür.
• Halka, yöneticilerinin onlarla bir ve beraber
olduğu gösterilmiştir.
• Asıl muhatap dolayısıyla denetleyici ve
egemenin halk olduğu gösterilmiştir.
Siyasi İnkılaplara Karşı İlk Tepkiler
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın Kuruluşu
Meclis’te gerek saltanat gerekse hilafetin kaldırılması
sürecinde rahatsızlıklarını dile getiren bir kesim vardı. Söz
konusu bu zümre meclisin ikinci dönem ikinci toplantı
yılında pek çok konuda hükümeti zorlayacak düzeye
gelmişti. Bu muhalefet 17 Kasım 1924 tarihinde Kazım
Karabekir Paşa’nın başkanlığında Cumhuriyet Fırkası
olarak resmileşti. Ali Fuat Cebesoy, Cafer Tayyar, Rauf
Orbay, Adnan Adıvar ve Refet Bele gibi önemli simaların
da kurucu üye olarak yer aldıkları partiye, Cumhuriyet
Halk Fırkası’ndan da 28 vekil katılmıştır. Her ne kadar
partinin, amacının iktidar olmak değil, iktidarı denetlemek
olduğunu söylemiş olsa da dini inanç ve düşüncelere
hürmetkarlık belirtmesi ve mensuplarının din ve
geleneksel cenahtan olmaları iktidarı endişelendirmiştir.
Bu arada bir de Şeyh Sait İsyanının çıkması ve partinin
Diyarbakır temsilcisinin isyanla ilişkisinin tespit edilmesi
tedirginliği giderek artırmış, isyan bölgesindeki tüm
şubeleri kapatılmıştır. 3 Haziran 1925’te ise Ankara
İstiklal Mahkemesince Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
kapatılmıştır.

Şeyh Sait İsyanı

Şeyh Sait’in, Doğu Anadolu halkının hem dini hem de
etnik hassasiyetini istismar ederek 13 Şubat 1925’te
başlattığı isyan cumhuriyet idaresinin karşılaştığı ilk ciddi
tehlikedir. Görünürde yeni idarenin İslam’dan uzaklaşıyor
olması gibi dini kaygılar ve etnisiteye dayalı
beklentilerden kaynaklanan isyan 3.ordu birliklerinin
müdahale etmesini gerekecek boyutlara erişmiş, ancak
sonunda başarıyla bastırılarak ele başları idam edilmiştir.

İzmir Suikastı

Gerek şahsi çekememezlik gerekse siyasi fikir ayrılıkları
ittihatçı kökenli muhalifleri, siyasi yolla önünü
kesemedikleri Atatürk’ü öldürme fikrine kadar götürmüş
ve bunun için 14 Haziran 1926’da yapacağı İzmir seyahati
esnasında tatbik edilecek bir suikast planı tasarlanmışlardı.
Ancak gelişinin bir gün ertelenmesi üzerine bu
teşebbüsten haberdar olunmuş ve buna ismi karışanların
tamamı yargılanmıştır.

Takrir-i Sukûn Kanunu ve Rejimi
Şeyh Sait İsyanı sırasında, 4 Mart 1925’te çıkarılan bu
kanun 1929 yılına kadar yürürlükte tutularak hükümetin,
arzuladığı sosyal, siyasi ve ekonomik düzene yönelik
yenilik ve değişimlerini muhalefet görmeksizin rahatça
yapabilmesi olanağı sağlamıştır.

Serbest Cumhuriyet Fırkası Olayı

Mustafa Kemal’in yerleştirmeye çalıştığı esaslar arasında
siyasi durumun öngörülen çok partili demokratik bir
düzene kavuşturulması gerekliliği de vardı. Dolayısıyla
mecliste yer alacak bir muhalefet partisinin halkın
durumunu iyileştirmeye katkı sağlayabileceği
düşüncesindeydi. Bu çerçevede, cumhuriyetin ilk
başbakanlarından Ali Fethi Okyar’ın başkanlığında 12
Ağustos 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın
kurulmasını sağladı. Ancak demokrasi kültürü yönündeki
beklentinin aksine Atatürk’ü arada bırakan veya
hedefleyen kısır parti çekişmelerinin oluşup gelişimi
akamete uğratması ve muhalefet partisinin amacını
unutarak iktidara soyunması 17 Kasım 1930’da partinin
feshine neden olmuştur.

Menemen-Kubilay Olayı

Bu, inkılapları anlamamış ve sindirememiş serseri
takımından bir gurubun sözde şeriatın ihyası amacıyla
Menemen’de tertipledikleri bir ayaklanma olarak, esasında
cumhuriyeti hedef alan ve ona ilk şehidi Kubilay’ı
verdiren elim bir vakadır. Her ne kadar kısa sürede
bastırılıp suçluları infaz edilmişse de bu olay, belleklere
cumhuriyet karşıtlığıyla içselleşmiş sembol bir hadise
olarak kaydedilmiştir.

Cumhuriyetin Halka Gidiş Müesseseleri:Halkevleri
Cumhuriyetin ilanından beridir yaşanan çok yönlü
değişimlerin doğurduğu reaksiyon yapılan inkılapların
halk tarafından yeterince anlaşılmayıp benimsenmediği
kanaati uyandırdı. Bu nedenle inkılapların halka mal
edilmesi, derinleştirilmesi ve halkın yerinde eğitilmesi için
herkesin rahatlıkla çalışmalarına katılabileceği halkevleri
kurulmuştur. Birçok amaç ve hedefe istinaden açılan bu
evler dokuz şube altında teşkilatlanmıştı ki bu şubeler
amaç ve hedeflerini isimleriyle açıkça yansıtmaktaydılar;
• Dile, Edebiyat, Tarih Şubesi
• Güzel Sanatlar Şubesi
• Temsil (Tiyatro) Şubesi
• Spor Şubesi
• Sosyal Yardım Şubesi
• Halk Dersleri ve Kursları Şubesi
• Kütüphane ve Neşriyat Şubesi
• Müze ve Sergi Şubesi
• Köycülük Şubesi
Halkevleri, 14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra hükümetin
el değiştirmesini müteakip kapatılmıştır.
Türk İnkılabının Özgünlüğü
Milli Mücadelenin başarıya ulaşmasının ardından inşa
edilen yeni devlet ve sistemi herhangi başka bir devlet ve
sistemin taklidi değil, tamamen kendi özgül değer ve
ihtiyaçlarına göre oluşturulmuş bir yapıdır. Bu itibarla
oluşmasını sağlayan inkılapların da özgünlüğü açıktır.

Türk İnkılabına İdeoloji Gömleği Giydirme Çabası:
Kadro Hareketi
Ekonomide karma modelin takip edildiği sırada patlak
veren dünya ekonomi buharını ve serbest fırka
deneyimindeki başarısızlıkların konuşulduğu günlerde
Şevket Süreyya Türk Ocağı’nda verdiği bir konferans
esnasında “inkılabın “ideolojisi”ni tartışmaya açmış, daha
sonra bunu ideologluğunu yaptığı Kadro Dergisi’ne
taşımıştır. Burada türk inkılabının henüz ideolojinin
oluşturulmadığı dile getirilerek takip edilmesi gereken
yollar öneriliyordu. Bir başka deyişle bu hareket, bir gurup
aydının, Türk inkılabını evrensel temellere oturtma çabası
olarak tanımlanabilir. Dergi, hükümete yönelik
eleştirilerinin artığı 1934’de kapatılmıştır.

Cumhuriyetin İlk Yıllarında Ekonomi Politikaları
Ulusal Ekonomiye Geçiş Dönemi (1923-1926)

İzmir İktisat Kongresinde alınan kararlar gereğince ilk
ulusal ticaret bankamız Türkiye İş Bankası, ardından
sanayi alanında kredi vermek üzere Sanayi ve Maadin
Bankası faaliyete geçirilmiştir. Ancak ulusal ekonomiye
geçiş olarak isimlendirilebilecek bu dönemin koşulları pek
fazla atılım yapılabilmesine imkan bırakmamış,
dolayısıyla ekonomik seferberliğin ilanı yani yeni bir
yolun tutulması mecburi hale gelmiştir.

Devletçilik Dönemi (1930-1938)

Dünya ve Türkiye’nin içerisinde bulunduğu iktisadi
buhran halini değerlendiren Atatürk ve yakın arkadaşları
ülke için en uygun önlem olduğuna karar verdikleri
“Devletçilik” eksenli ekonomi planını 1930 yılı itibariyle
uygulamaya koydular. Bu kapsamda 1931’de T.C. Merkez
Bankası, 1933’te Sümerbank, Birinci Beş Yıllık Kalkınma
Planı, 1935’te Etibank ve aynı yıl Maden Teknik ve
Arama Enstitüsü, 1938’de de Halk Bankası faaliyete
geçirildi. Devletin kontrol ve varlığını ekonominin her
alanında hissettirdiği bu dönemde yine her alanda planlı
bir şekilde belirgin bir gelişim, ilerleme, kısacası top
yekün bir kalkınma hedeflendi. Devlet öncülüğünde planlı
sanayileşme kapsamında ilan edilen Birinci Sanayi
Planı’yla 1934-38 yılları arasını için bir sektör tasarı ve
düzeni hedeflendi. Bu henüz uygulamadayken İkinci
Plan’ın görüşülmesi için 1936’da Sanayi Kongresi
tertiplendi. Ancak dünyanın ikinci kere savaş
hazırlıklarına başlaması bu olumlu havayı tersine
çevirerek “İktisadi Savunma Planı”nın yürürlüğe
girmesine neden oldu. Buna rağmen belirgin bir başarı
elde edilmiş, birçok iktisadi kurum ve kuruluşun
millileştirilmesi sağlanmış, ülke 17 sınai kuruluşu ve
büyük bir demiryolu ağına kavuşturulmuş, paranın
değerinde istikrar sağlanmıştır.
__________________
O (cc)’NA SIĞINMAK AYRICALIKTIR
Alıntı ile Cevapla
Alt 12 Nisan 2018, 20:12   Mesaj No:3
Medineweb Emekdarı
nurşen35 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:nurşen35 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 38944
Üyelik T.: 09 Şubat 2014
Arkadaşları:60
Cinsiyet:Bayan
Mesaj: 9.475
Konular: 1144
Beğenildi:4423
Beğendi:3685
Takdirleri:11319
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart

Ünite 3:
Atatürk İlkeleri ve Atatürk Döneminde Dil-Tarih ve Kültür Alanındaki Çalışmalar 1
Atatürk İlkeleri

1931’de Cumhuriyet Halk Fırkasının tüzüğüne ve 1937’de
de Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na giren Atatürk
ilkeleri Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik,
Devletçilik ve İnkılapçılıktır.

Cumhuriyetçilik
Batı dillerinde “kamuya ait olan”, Arapça “cumhur”
kelimesinden gelen Cumhuriyet, bir rejim biçimi olarak
halk iradesi demek olan “demokrasi” ile aynı anlama
gelmektedir. Ancak her Cumhuriyet demokratik değildir.
Cumhuriyet olgusu Milli Mücadele yıllarında ortaya
çıkmış ve 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması ile
Cumhuriyet yönünde en önemli adım atılmıştır.
Cumhuriyet, devlet şekli olarak egemenliğin millete ait
olmasını, hükûmet şekli olarak seçim ilkesini esas almıştır.
29 Ekim 1923’te “Türkiye Devleti’nin hükûmet şekli
cumhuriyettir” ifadesi anayasada yerini almıştır. Böylece
Atatürk’ün “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”
düşüncesinden hareketle saltanat yönetimi terk edilerek
milletin yönetime katılacağı bir rejim kurulmuştur. Bu
özellik 1924, 1961 ve 1982 anayasalarında “Türkiye
Devleti bir cumhuriyettir” şeklinde değiştirilerek
cumhuriyet kavramına bir devlet şekli anlamı verilmiştir.

Halkçılık
Siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda halka
dayanmak anlamına gelen “halkçılık”, Millî Mücadele’yi
yapan Türk milletinin zaferden sonra yönetime ortak
edilmesi ve birlikte kalkınma çabasıdır. 13 Eylül 1920’de
açıklanan halkçılık programında egemenliğin yalnızca
millet tarafından kullanılabileceği ilkesi ortaya konmuştur.
Bu ilkeye göre halk bir bütündür, halkın yönetimi eşitlik
ve hukuka dayanır.
Halkçılık anlayışı sadece sosyal düzenin korunması ve
halkın refahının arttırılmasına dayanmaz. Aynı zamanda,
sosyal gruplar arası işbölümü ve dayanışmayı da esas alır.
Halkçılıkta amaç özgürlükçü demokrasinin yanında sosyal
düzenin sağlanmasıdır.

Milliyetçilik
“Ulus” anlamına gelen “millet” kavramı, Avrupa’da dini
çekişmeler sonucu ortaya çıkmış ve beraberinde
“demokrasi” kavramını gündeme getirmiştir. Milliyet,
kısaca bir millete mensup olmak veya bir millete bağlı
olmak demektir. Milliyet kavramından doğan milliyetçilik
ise, bir sosyal politika prensibi veya fikir akımı olarak
millet gerçeğinden hareket eder ve millî bir amaç ile bir
ülkü etrafında toplanmayı ifade eder. Milliyetçilik
milletten millete değişiklik gösterir.
19. yüzyılda bünyesindeki gayrimüslimler arasında
yayılmaya başlayan milliyetçilik akımına, Osmanlı
Devleti “Osmanlıcılık” ve “İslamcılık” anlayışıyla
karşılık vermeye çalıştıysa da asıl başarı Ziya Gökalp’in
önerdiği “Türkçülük” anlayışıyla yakalanmıştır.
Atatürk’ünde önemli ölçüde etkilendiği “Türkçülük”
anlayışında; bir milletin oluşması için ırk, dil ve dinin
yeterli olmadığı, kültür, tarih ve kader birliğinin de önemli
olduğu vurgulanmıştır. Milliyetçilik, Türk İnkılabının
temel prensibi olduğu kadar, bireyleri Türk milletine
bağlayan manevî bir köprü, milleti huzur ve refaha
yönelten en güçlü bağ olmuştur. Nitekim 1924
Anayasası’nın 88. maddesinde “Türkiye ahalisine din ve
ırk farkı olmaksızın, vatandaşlık itibarıyla, Türk denir”
ifadesiyle yeni devletin milliyetçilik anlayışının kültür
temelli olduğu ve vatan toprağı içinde yaşayan bütün
bireyleri eşit kabul ettiği açıkça ifade edilmiştir.
Atatürk’ün benimsediği milliyetçilik ilkesinde ırkçılığa
yer yoktur; başka milletlerin hukukuna ve milliyetçiğine
saygı vardır.

Devletçilik

Bir milletin bağımsızlığının sadece askeri ve siyasi
olmadığı, ekonomik bağımsızlığın da mutlaka sağlanması
gerektiği görüşünden yola çıkan “Devletçilik” ilkesi;
ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda devletin üstlendiği
görevleri ifade etmektedir. Türkiye’de devletçilik bir
ekonomi politikası olarak benimsenmiş ve Türk
ekonomisini geliştirmek, sosyal ve kültürel kalkınmayı
sağlamak amacıyla uygulamaya konmuştur. Devletçilik
ilkesinde devlet, gerekli olduğunda, özel sektörün yanında,
kamu yararına sorumluluk alır.

Laiklik
Terim anlamı “akli düşüncenin, dini düşünceden
ayrılması” olan laiklik; siyasi anlamda “din ve devlet
işlerinin birbirine karıştırılmamasıdır. Vatandaş için din ve
vicdan hürriyetinin sağlanması anlamına gelen laik
anlayışta devlet; din ve mezhepleri farklı, hatta inanmayan
vatandaşlarına hukuken eşit mesafede durur ve kamu
düzeni
kaldırılmıştır. Şeyhülislamlık makamı kaldırılarak, yerine
Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş; Tevhid-i Tedrisat
Kanunu ile de eğitim konusunda çeşitli sorunlara yol açan
ikilik kaldırılarak laik öğrenim sistemine geçilmiştir. 30
Kasım 1925’te Tekke, Zaviye ve Türbeleri kapatan kanun
ve 1926’da kabul edilen Türk Medeni Kanunu laiklik
alanında atılan önemli adımlardır.
10 Nisan 1928’de yapılan bir düzenleme ile 1924
Anayasası’nda yer alan “Türk Devletinin dini, İslam’dır”
cümlesi kaldırılarak; 5 Şubat 1937’de Anayasa’nın 1.
maddesine “Türk Devletinin laik oluğu” yolunda bir
cümle eklendi.

İnkılapçılık
Gelişmek, ilerlemek ve değişmek anlamına gelen inkılap;
Türk milleti için, milletçe yürütülen bağımsızlık savaşını
iç ve dış düşmanlara karşı kazandıktan sonra, milli
egemenliğin karşısına çıkan engelleri kaldırıp siyasi,
sosyal, ekonomik ve kültürel alanları kapsayan bir
girişimdir. Atatürk, inkılabı; Türk milletini geri kalmaya
iten kurumları yıkarak yerlerine milletin en yüksek medeni
icaplara göre ilerlemesini sağlayacak kurumları kurmak
olarak açıklamıştır. Cumhuriyetin ilanı, saltanatın
kaldırılması, harf devrimi, soyadı kanunu gibi birçok
düzenleme Türk inkılabı olarak değerlendirilmektedir.
İnkılapçılık, sosyal ve ekonomik hayatta, bilim ve fen
alanında başarılı olmak için gelişmenin önemli bir
yoludur.

Atatürk İlkelerinin Uygulama Esasları
Atatürk ilkeleri incelendiğinde, takip edilen uygulama
esaslarının tam bağımsızlık, çağdaşlık, müspet ilme ve
akla tabi olmak olduğu görülmektedir.
Tam Bağımsızlık: Atatürk düşüncesinin temelinde yatan
ve bütün uygulamalarda belirleyici olan asıl amaç siyasî,
iktisadî, malî, adlî ve kültürel olarak her alanda tam
bağımsız olmaktır. Bunlardan herhangi birinde meydana
gelen eksiklik millet ve memleketin tam bağımsızlıktan
mahrum olması anlamına gelmektedir.
Çağdaşlık: Atatürk yeni sistemin temellerini
“medenileşme”ye dayandırmıştır. Ancak o dönemde tam
bağımsız bir İslam devletinin olmaması, yapılan
değişikliklerin batı medeniyeti yönünde olmasına neden
olmuştur. Ancak Atatürk’ün ifadeleri incelendiğinde, bu
tercihin, Batı medeniyeti kültür ürünlerinden ziyade ilim
ve fen gibi teknik konuları içerdiği görülmektedir.
Müspet İlime ve Akla Tâbi Olmak
Atatürk yeni Türk Devleti’nin temellerini atarken, prensip
edindiği unsurlardan biri de ilim ve aklı belirleyici öge
olarak kabul etmesidir. O’nun muasır medeniyet
seviyesine ulaşma hedefi aynı zamanda insan aklının bir
ürünü olan ilim ve teknolojide zirveyi yakalamaktır.
Ancak asıl önemli olan ilmin ve aklın gerektirdiği ve
getirdiği yenilik ve değişiklikleri kabul edip uygulamaktır.

Atatürk Döneminde Dil – Tarih ve Kültür
Alanındaki Çalışmalar
23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması ile kurulan, 24
Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile tüm
dünya devletleri tarafından tanınan yeni Türk Devleti’ne
milli bir kimlik kazandırılması gerekiyordu. Bunun için
çağdaşlaşma zorunluydu. Çağdaşlaşma ise ancak milli
devletin dayanaklarını oluşturan dil, tarih, kültür ve güzel
sanatlar alanında yapılacak değişikliklerle mümkün
olacaktı.

Dil Çalışmaları
İslamiyet’in kabulünden sonra kullanılmaya başlanan
Arap alfabesinin öğrenilmesi ve yazılması uzun vakit
almıştır. Bu da okur-yazar oranının düşük olmasına yol
açmıştır. 18. yüzyıl sonlarından başlanarak Türk
dünyasında okuryazarlık düzeyini yükseltebilmek için
tartışmalar başlamıştır. Bu tartışmalar ışığında Atatürk
Erzurum Kongresi sırasında Mazhar Müfit Bey’e
mücadelenin başarı ile sonuçlanmasından sonra Latin
alfabesinin kabul edileceğini söyleyerek bu konudaki
kararlılığını ortaya koymuştur.
1926’da Bakü’de toplanan Türkoloji Kongresi’nde
Rusya Türkleri için Latin kökenli bir alfabenin kabul
edilmesi, alfabe değişikliği düşünenleri
cesaretlendirmiştir. Nitekim 1928 yılı başında Mahmut
Esat Bey’in Türk Ocağı’nda verdiği bir konferansla bu
konuda ilk adım atılmıştır. 23 Mayıs 1928’de içinde
eğitimci, yazar, gazeteci ve milletvekillerinin
bulunduğu alfabe komisyonu kurularak alfabe
değiştirme çalışmalarına başlanmıştır. Komisyon Latin
alfabesindeki kimi harfleri çıkarıp Türkçenin ses
uyumuna uygun olan yeni harfler ekleyerek 29 harften
oluşan yeni alfabeyi kabul etmiştir.
Atatürk, Latin kökenli yeni Türk alfabesini Türk
halkına öğretebilmek için kendisinin de içinde
bulunduğu büyük bir kampanya başlatmıştır.
Dolmabahçe Sarayı çalışmaların karargâhı olmuştur.
Ağustos ayından Kasım ayına kadar bir geçiş dönemi
yaşanmıştır. Yeni Türk alfabesi; 1 Ocak 1929’da devlet
işlerinde, 1 Haziran 1929’da ticaret defterleri, mahkeme
ilamları ve dilekçe veriminde, 1 Haziran 1930’dan
sonra ise basılı evrak ve tutanaklarda kullanılmaya
başlanmıştır.
Yeni harfleri halka öğretebilmek için 11 Kasım
1928’de Bakanlar Kurulu’nca onaylanan “Millet
Mektepleri Teşkilatı Talimatnamesi”, 24 Kasım
1928’de Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. 1 Ocak
1929’da açılmaya başlanan Millet Mektepleri, 1936
yılında kapanmıştır. Harf inkılabının ardından
Türkçenin sadeleştirilmesi ve geliştirilmesine çalışılmış
ve bu amaçla 12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik
Cemiyeti kurulmuştur. Bu cemiyetin çalışmaları

Atatürk İlkeleri ve Atatürk Döneminde Dil-Tarih ve Kültür Alanındaki Çalışmalar
sonucu, Arapça ve Farsça sözcüklerden temizlenen
Türkçenin zenginliği ortaya çıkarılmış, Türkçenin bilim
ve sanat dili olması için çabalar yoğunlaştırılmıştır.
Türk dilinin diğer dillere kaynaklık ettiğini savunan
Güneş-Dil Teorisi ortaya atılmış ise de daha sonra
bundan vazgeçilmiştir. Bu cemiyet 1936’dan sonra
Türk Dili Kurumu adını almıştır.

Tarih Çalışmaları
Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan Tanzimat
dönemine kadar ülkede egemen olan tarih anlayışı ümmet
anlayışına dayandığı için İslam tarihi esas alınmıştır.
1908’de meşrutiyetin yeniden ilanından sonra Tarih-i
Osmani Encümeni adı altında oluşturulan kurum, Türk
tarihi bilincini ön plana çıkarmaya yönelik çalışmalarda
bulunmuştur. Böylece ilk çağdaş tarihçiliğe adım
atılmıştır. Ancak ülkenin sürüklendiği savaş ortamı bu
çalışmaların son bulmasına neden olmuştur. Atatürk’ün
kurduğu yeni devlet, milletin hakimiyetine dayandığı için
devletin şekillenmesinde milli unsurların başında gelen
“tarih” önemli yer tutmuştur. Atatürk milli mücadele
döneminde yaptığı tüm konuşmalarda sık sık tarihten
örnekler vererek, milletini tanımak ve tanıtmak için tarih
çalışmalarına büyük önem vermiştir. 1923’te İstanbul
Darülfünunu Edebiyat Fakültesi’nin Atatürk’e Fahri
Profesörlük unvanını tarih alanında vermiş olması bunun
bir göstergesidir.
Yeni Türkiye Devleti kuruluş sürecini tamamlarken,
Fransızca yazılan bir ders kitabında Türklerin “sarı ırktan
ikinci sınıf bir millet” olarak adlandırılması tarih
çalışmalarının fitilini ateşlemiş, Türk Ocağı çatısı altında
çalışmalar sürdürülmüştür. 10 Nisan 1931’de Türk Ocağı
kapatılınca, bağımsız tarih araştırmaları yapmak amacıyla
15 Nisan 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti
kurulmuştur. Bu cemiyet 1935’te Türk Tarih Kurumu
adını almıştır. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti tarafından
yapılan çalışmalar doğrultusunda hazırlanan “Türk Tarih
Tezi” 2-11 Temmuz 1932’de toplanan ilk tarih
kongresinde tartışılmış ve bu tartışmalar ülkedeki tarih
çalışmalarına bir ivme kazandırmıştır. Yapılan tüm tarih
çalışmaları, bağımsızlık savaşının kültürel alanda
sürdürülmesi olarak görülmüştür.

Kültür Çalışmaları
Türkler Orta Asya’dan çeşitli coğrafyalara dağılırken
kendi kültürlerini de birlikte taşımışlardır. Ancak zaman
zaman karşılaştıkları yeni kültürlere asimile olmuşlardır.
İslamiyet’i kabul edince İslam kültürüne bürünmüşler ve
bunu Selçuklu kültürü ve Osmanlı kültürü izlemiştir.
Cumhuriyet dönemimde ise büyük bir dönüşüm
yaşanmıştır. Atatürk “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli
kültürdür” diyerek kültür öğesine büyük önem vermiştir.
Atatürk milli bağımsızlık ile milli kültürü eş olarak
görmüştür. Milli kültürü araştırmak, incelemek ve gelecek
nesillere aktarmak üzere Halkevleri açılmış, Dil Kurumu,
Tarih Kurumu, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi gibi bilim
ve kültür kurumları oluşturulmuştur.

Güzel Sanatlardaki Gelişmeler
Resim
Laikliğin benimsenmesiyle sanatçıları sınırlayan bazı
algılar ortadan kaldırılmış, ilk ve ortaöğretim
programlarına resim dersi konmuş, resim öğretmeni
yetiştirmek üzere Gazi Eğitim Enstitüsü açılmış (1926),
1883’te açılan Sanayi Nefise Mektebi; Güzel Sanatlar
Akademisi’ne dönüştürülerek mimarlık ve heykelcilik
bölümleri eklenmiştir. Sanatçılar teşvik edilmiş, sergiler
açılmış, sergilerden eserler alınarak sanatçılara yardım
edilmiştir. Devletin çeşitli kurumları sanatçılara resim
ısmarlamış ancak içeriğine karışmamıştır. Sanatçılar Millî
Mücadele’yi, yapılan devrimleri konu alan çeşitli resimler
yapmışlar, 1933’te Ankara Halkevinde Onuncu Yıl İnkılap
Sergisi açmışlardır. Aynı yıl kurulan D grubu, resim
sanatına yenilik getirmek üzere sergiler yanında sanat
tartışmalarını da başlatmışlardır. Sanatla ilgili konferanslar
verilmiş gazetelerde dergilerde yazılar yazılmış, eleştiriler
yapılmıştır.

Heykel
1923’te Dünyada gelişmiş ve gelişmek isteyen milletlerin
heykel yapmalarını ve heykeltıraş yetiştirmelerini isteyen
Mustafa Kemal Atatürk; başta İstanbul ve Ankara olmak
üzere ülkenin dört bir yanının heykellerle süslenmesine
önem vermiştir.

Müzecilik
Kültür değişiminin başarıya ulaşması için kültürel
değerlerin bilinmesi, tanınması ve korunması
gerekmektedir. 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet
Meclisi açıldığında oluşan ilk hükûmet eski eserlerin
derlenmesi ve korunması için Eski Eserler Müdürlüğü’nün
kurulmasını programına almıştır. Millî Mücadele’nin
ardından Maarif Vekili İsmail Safa Bey 6 Kasım 1922’de
bir genelge yayınlayarak arkeolojik ve etnoğrafik eserlerin
korunması için müzeler açılmasının gerekliliğini
bildirmiştir. Bu genelge üzerine çeşitli yerlerde müzeler
açılmaya başlanmıştır. 1924 yılında Topkapı Sarayının
bazı bölümleri müzeye dönüştürülmüş, 1925’te Millî
Saraylar İdaresi kurulmuştur. 1925’te Ankara’da
Etnografya Müzesi’nin temeli atılmıştır. 1927’de Konya
Mevlana Müzesi açılmıştır. 1934 yılında Bakanlar Kurulu
kararıyla Ayasofya müze haline getirilmiş ve 1937’de
Dolmabahçe Sarayı’ndaki Veliaht Dairesi, Resim ve
Heykel Müzesi’ne dönüştürülmüştür.

Müzik
Cumhuriyet döneminde okullara müzik dersi konularak bu
dersi öğretecek öğretmenleri yetiştirmek üzere 1924’te
Musiki Muallim Mektebi açılmıştır. Darülelhan
konservatuara dönüştürülmüştür. 1926 ve 1929 yılları
arasında ülkenin çeşitli yerlerinden halk ezgileri
derlenmiştir. 1934’te Ankara’da bir müzik kongresi

Atatürk İlkeleri ve Atatürk Döneminde Dil-Tarih ve Kültür Alanındaki Çalışmalar
toplanmış ve müzik eğitiminin daha verimli hâle nasıl
getirileceği tartışılmıştır. Ankara’da bir konservatuarın
açılması kararlaştırılmıştır. Musiki Muallim Mektebi,
Millî Musiki ve Temsil Akademisine dönüştürülmüş daha
sonra da bu ad Ankara Konservatuarı olarak
değiştirilmiştir. Çok sesli müzik konusunda Batılı müzik
adamlarının bilgi ve birikimlerinden istifade edilmiştir.
Mızıka-i Hümayun Ankara’ya getirilerek önce
Cumhurbaşkanlığı Musiki Heyeti 1933’te ise
Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası olarak
adlandırılmıştır.
Opera, Bale, Tiyatro ve Sinema
Cumhuriyetin ilanından sonra kurulan konservatuarda
sadece müzik eğitimi verilmemiş; opera, bale ve tiyatro
eğitimi de verilmiştir. İlk millî opera denemesi İran Şahı
Rıza Şah Pehlevi’nin Türkiye’yi ziyareti üzerine, 1934’te
Librettosu (metni) Münir Hayri Egeli tarafından yazılan,
bestesi Adnan Saygun tarafından yapılan Özsoy Operası
olmuştur.1914’te kurulan ancak gösterilere 1916’da
başlayan Darülbedayi’nin başına 1927’de Muhsin
Ertuğrul’un getirilmesi Türk tiyatro tarihinde bir dönüm
noktası olmuştur. Darülbedayi 1934’te Şehir Tiyatrosu
adının alarak Türk kültürünün gelişmesine kaynaklık eden
bir kurum haline gelmiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında sinema, eğlencenin yanında
bir eğitim aracı olarak görülmüştür. Bu nedenle de
Cumhuriyet Halk Partisi’ne bağlı bir kurum olan
halkevlerinde çeşitli filmler gösterilmesi için makineler,
filmler alınmış, halk bir yandan eğlendirilirken diğer
yandan da bilinçlendirilmeye, güzel sanatlardan aldığı
zevk yükseltilmeye çalışılmıştır.
__________________
O (cc)’NA SIĞINMAK AYRICALIKTIR
Alıntı ile Cevapla
Alt 12 Nisan 2018, 20:14   Mesaj No:4
Medineweb Emekdarı
nurşen35 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:nurşen35 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 38944
Üyelik T.: 09 Şubat 2014
Arkadaşları:60
Cinsiyet:Bayan
Mesaj: 9.475
Konular: 1144
Beğenildi:4423
Beğendi:3685
Takdirleri:11319
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart

Ünite 4:
Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası ve Uygulama Esasları
Yeni Türk Devleti’nin Dış İlişkileri (1923-1938)
Milli mücadele dönemi boyunca Misak-ı Milli
gerçekleştirilmeye çalışılmış ve dış ilişkiler, tarihi dostluk
veya hasımlıklar çerçevesinde değil, tamamen ulusal
çıkarlar çerçevesinde şekillendirilmiştir. Bu süreçte
diplomasi dili egemen olmuş ve Avrupa devletleri ve
Rusya ile ayrı ayrı görüşülmüştür. Türkiye’nin modern
anlamda bir devlet olarak ortaya çıkması Lozan
Konferansıyla gerçekleşmiş ve bu konferanstan sonra
1923-1930 yılları arasında Türkiye, Lozan Konferansı’nda
çeşitli nedenlerden dolayı sonuçlandırılamayan
meselelerle meşgul olmuştur. Bu meseleleri ulusal
çıkarlara uygun olarak çözmeye gayret etmiştir. Bu
konular İngiltere ile Musul Sorunu, Fransa ile
Kapitülasyonlar, Hatay ve diğer sorunlar, Yunanistan ile
Ahali Mübadelesi olarak sıralanabilir. I. Dünya Savaşı
sonrasında uluslararası ilişkiler savaşı kazanan devletlerin
yeni düzenin devamını istemesi, kaybeden devletlerin de
yeni bir düzen istemesi şeklinde devam etmiştir. I. Dünya
Savaşı’nı kaybeden tarafta yer almasına rağmen Türkiye
revizyonist bir politika gütmemiştir. Şüphesiz bunda
Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nı kazanmasının ve Sevr
Antlaşması’nı geçersiz saymasının etkisi büyüktür.

Atatürk’ün Dış Politikadaki Uygulama Esasları
• Gerçekçilik: Atatürk’ün dış politikası gerçeklik
ilkesine dayanır. Kendi ülkenin imkânlarını ve
başka ülkelerin neler yapabileceklerini düşünerek
teslimiyet ve yılgınlık olmayan bir uygulamayı
gerektirir.
• Tam Bağımsızlık: Yeni kurulan Türk devletinin
en önemli amacı tam bağımsız olmaktı ve bu da
siyasi, iktisadi, mali, askerî ve kültürel açıdan
bağımsız olmayı gerektiriyordu.
• Barışçılık: Atatürk “Yurtta sulh cihanda sulh”
sözüyle dış politikada barışı bir ilke haline
getirmiştir.
• Akılcılık: Atatürk’ün dış politikası akla
dayanmış ve uluslararası ilişkilerde değişen
şartlar ve karşılıklı yarar ilişkileri esas alınmıştır.

Güvenlik Politikası ve İttifaklar Sistemi
Atatürk, cumhuriyetin kendini koruyabilmesi için ulusal
ve uluslararası güvenlik önlemlerini almanın gerekliliğini
görmüştür. Bu bakımdan, askerî harcamalar ve ordunun
modernleştirilmesi, ülkenin ekonomik yapılanması ile eş
zamanlı olarak yürütülmüştür. Savaş sonrası ekonomik,
siyasi ve askeri durum Türkiye’yi denge siyaseti gütmeye
ve güvenlik tedbirleri almaya itmiştir. Türkiye’nin
Rusya’ya komşu oluşu ve bir Ortadoğu ülkesi oluşu gibi
nedenler dış politikayı etkilemiştir.

Lozan’dan Kalan Meseleler ve Batılı Devletlerle
İlişkiler
Türk heyeti Lozan’a giderken savaş arenasında galip
gelmenin avantajlarına sahipti. Lakin uzun süren savaşlar
sonucunda ekonomi kötü durumdaydı ve yetişmiş insan
gücü azdı. Bu durumun farkında olan muhataplar şartları
zorlamış ve Türk heyeti görüşmeleri kesip Ankara’ya
dönerek meclisi bilgilendirmiştir. TBMM Misak-ı
Milli’den taviz vermek istememiş ve bu nedenle direnmek
istemişlerdir. Yalnız burada önemli olan savaşa devam
etmek için gerekli olan güç ve imkânlar son savaşta
bitirilmiştir.

Türk-İngiliz İlişkileri ve Musul Meselesi
Musul meselesi, Lozan’da çözülemeyen ve çözümü ikili
görüşmelere bırakılan meselelerden en önemlisidir. Musul
sahip olduğu petrol yataklarından dolayı çok önemlidir ve
İngilizler daha I. Dünya Savaşı sırasında İtilaf
devletlerinin diğer üyelerini Musul’un kendisine verilmesi
konusunda ikna etmiştir. Mondros Mütarekesi imzalandığı
gün Osmanlı toprağı olan Musul İngilizler tarafından
Mondros Ateşkes Antlaşmasına aykırı olarak 15 Kasım
1918 günü işgal edilmiştir. Son Osmanlı Mebusan Meclisi
de Ateşkes esnasında Osmanlı toprağı olduğu için
Musul’u Misak-ı Milli sınırları içerisinde Türk toprağı
olarak göstermiştir. Anadolu Hükümeti de her platformda
bu bölgeyi Türkiye’den koparan Sevr Antlaşmasını
tanımadığını belirtmiştir. İngilizlerin Musul üzerindeki
ısrarı karşısında TBMM Lozan Antlaşması’nın
imzalanmasını tehlikeye atmamak için bu meselenin
çözümünü ileri bir tarihe atmıştır. Musul meselesinin
çözümü Milletler Cemiyeti’ne bırakılmak zorunda
kalınmıştır. Zengin petrol yataklarına sahip olması,
Ortadoğu için stratejik bir öneme sahip olması ve
İngiltere’nin Hindistan yolları üzerinde bulunması gibi
sebeplerden dolayı Musul İngilizler için çok önemliydi.
Milletler Cemiyeti’ndeki ağırlığını kullanan İngilizler
Musul’u Türkiye’den koparmayı başarmıştır. Bu süreçte
Doğu Anadolu’da çıkan Şeyh Sait İsyanı, Almanya ve
İtalya’nın silahlanma çabaları, Türkiye’nin uzun
sürebilecek bir savaşa girmek istemeyişi gibi sebepler
Musul’un kaybedilmesine neden olmuştur. Türkiye, 5
Haziran 1926’da yaptığı antlaşma ile Musul’u,
İngiltere’nin mandasındaki Irak’a bırakmıştır. Her ne
kadar Musul Meselesi’nde Türkiye istediğini alamasa da
bu dönemde Türkiye barışçıl politikalarına devam etmiş
ve Sovyetler ile dostluk antlaşması imzalamış, İngilizlerle
daha sonraki yıllarda iyi ilişkiler içinde bulunmuş ve 1932
yılında Milletler Cemiyeti’ne üye olmuştur.
1936’da İtalya’nın Balkanlar ve Orta Doğu’da tehditlerini
artırması üzerine, önce Fransa’yla anlaşma İngiltere, bir
İtalyan saldırısı karşısında İspanya, Yugoslavya,
Yunanistan ve Türkiye’ye garanti vermiştir. İspanya’nın
bu garantiyi reddetmesine kar
İngiltere ve Fransa arasında imzalanan karşılıklı yardım
anlaşması imzalamıştır.

Türk-Fransız ilişkileri ve Hatay’ın Anavatana
Katılması
Savaş sonrası ortaya çıkan durumu belirleyen ülke olan
İngiltere ile gerek Orta Doğu, gerekse Avrupa
politikasında anlaşmazlık yaşayan Fransa, başından beri
Anadolu’daki hareket ve onun lideri olan Mustafa Kemal
ile iyi ilişkiler kurmuş ve kurulan bu ilişkiler sonucu, 20
Ekim 1921’de Ankara antlaşması imzalanmıştır. Bu
antlaşma sadece Türkiye Suriye sınırını çizmekle
kalmamış aynı zamanda Türk-Fransız ilişkilerini de
düzenlemiştir. Türkiye ile Fransa arasındaki meseleler
komisyon kurulamadığı için bir müddet askıda kalmış
ancak 1926 yılında imzalanan ‘‘Dostluk ve İyi Komşuluk
Antlaşması’’ ile rayına oturtulmuştur. Bu antlaşmaya göre
taraflar birbirine karşı barışçıl davranacak, taraflardan
birisi savaşa girerse de tarafsız davranacaktır. Bu dönemde
Türkiye ile Fransa arasındaki bazı meseleler ise Fransız
misyoner okulları meselesi, Osmanlı Borçları, AdanaMersin
demiryolunun satın alınması ve asıl önemlisi de
Hatay Meselesi’dir.
Hatay da Musul gibi Misak-ı Milli sınırları içerisindeydi.
Ancak 20 Ekim 1921Ankara İtilafnamesi ile İskenderun
Sancağı Türklerine özerklik verilmişti. İskenderun dâhil
Suriye bölgesinde ise Fransız Mandater yönetimi hâkimdi.
1936 senesinde Fransa’nın siyasetinde değişiklikler
meydana geldi ve Fransızlar Suriye politikasını değiştirdi.
Alınan karar gereği 3 yıl sonra Suriye bağımsız olacaktı.
İskenderun sancağının Suriye’ye bağlanacak olması
İskenderun Türklerini ve Türkiye Cumhuriyeti’ni tedirgin
etti. Türkiye 9 Ekim 1936 tarihinde Fransa’ya bir nota
verdi ve Fransa’dan Suriye ve Lübnan’a tanınan
bağımsızlığın ayrı bir bölge olan İskenderun’a da
verilmesini istedi. Fransa bu isteği kabul etmedi ve mesele
Milletler Cemiyeti’ne intikal etti. Konu 14-16 Aralık
1936 tarihleri arasında görüşüldü ve İsveç Temsilcisi
Sandler rapor yazıcı olarak tayin edildi. Daha sonra
Sancak’ın özel bir statüye sahip anayasası olan ama Suriye
gümrük birliğine dâhil olan bir pozisyonda olmasına karar
verildi. Hatay’ın dış işleri Suriye tarafından idare
edilecekti. Hatay’da işler Anavatan’a katılana kadar
sorunlu gitti. Seçimlerin yapılışı sırasında sorunlar çıktı
ama nihayetinde seçimler yapıldı ve 40 sandalyeden
22’sini Türkler kazandı. Fransa dünyada savaş
rüzgârlarının estiği bu süreçte Türkiye ile karşı karşıya
gelip bir müttefikten olmak istemedi. 1938’de kurulan
Hatay Devleti 1 yıl kadar bağımsız kaldıktan sonra 29
Haziran 1939’da oybirliği ile Anavatan’a katıldı.

Türk-Yunan İlişkileri
Yunanistan’ın 20. yüzyıl başlarındaki dış politikasının
amacını, Anadolu’da Rum nüfusun yaşadığı bölgelerin
Yunanistan’a ilhâkı, diğer bir deyişle Megali idea
kapsamında Yunanlıların kaybettikleri toprakların elde
edilmesi teşkil etmiştir. Yalnız Yunanlıların Anadolu’da
bu amaç için giriştikleri savaş felaketle sonuçlanmış ve
Tarihe ‘‘Küçük Asya Felaketi’’ olarak geçmiştir. Bu savaş
sonucunda imzalanan barış antlaşmasında bazı meseleler
ele alınmıştır.
• Nüfus Mübadelesi: Meselelerden başta gelenidir
ve Anadolu’da Yaşayan Ortodokslarla
Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar yer
değiştirmiştir. İstanbul’da yaşayan Ortodokslar
ve Batı Trakya’da yaşayan Türkler mübadeleden
istisna tutulmakla birlikte bu süreçte 1.200.000
Ortodoks ve 500.000 zorunlu olarak göç
ettirilmiştir.
• Etabli Meselesi: Mübadele sürecinde ortaya
çıkan etabli meselesi tarafları bir hayli meşgul
etmiştir. İkamet eden anlamına gelen etabli
kelimesiyle mübadeleden muaf tutulacak kişilerin
30 Ekim 1918 tarihinden önce İstanbul’a yerleşip
yerleşmedikleri ele alınmıştır. Mübadele
edilenlerin mallarının müsadere edilmesi de
sorun olmuştur. Uzayıp giden tartışmalar
sonucunda doğum yeri ve geldiği tarih ne olursa
olsun İstanbul Rumları Mübadeleden muaf
tutulmuştur. Mübadillerin ayrıldıkları ülkelerde
bıraktıkları malların mülkiyet hakkı bırakılan
ülkeye ait olacaktır.
• Patrikhane Meselesi: Bu süreçte Türk-Yunan
ilişkilerini geren meselelerden birisi de
Patrikhane Meselesi’dir. Patrik seçimine ve
Patrikhanenin durumuna ilişkin meseleler ele
alınmıştır.

Türk-İtalyan İlişkileri
Milli Mücadele yıllarında Anadolu’da işgalci konumda
bulunan İtalyanların Anadolu’dan çekilmesi ile başlayan
barışçıl ilişkiler Mussolini İtalya’sının yayılmacı
politikaları yüzünden sekteye uğramış ve zamanla iki
ülkenin karşıt bloklarda yer almasına sebep olmuştur.

Türk-Sovyet İlişkileri
1917 Bolşevik devriminden sonra Rusya’nın savaştan
çekilmesi ile düzelme yoluna giren ilişkiler Kurtuluş
savaşı yıllarında e sonrasında Türkiye’ye büyük yararlar
sağlamıştır. Yapılan dostluk antlaşmaları ile iki ülke
arasında iyi ilişkiler kurulmuş ve bu süreçte Rusya’nın
varlığı TBMM için Batıya karşı bir denge unsuru
oluşturmuştur. 26 Nisan 1920’de Mustafa Kemal Paşa’nın
V. Lenin’e gönderdiği mektubu Türk-Sovyet ilişkilerinin
başlangıcı olarak göstermek makul bir tezdir; bu mektupta
iki hükûmet arasında diplomatik ilişkilerin tesisi teklif
ediliyor ve Anadolu’daki harekete Sovyetlerin destek
vermesi, emperyalist devletlere karşı müşterek bir
mücadelenin gerekliliğinin altı çiziliyordu. Böylelikle
Türk hükûmetini ilk tanıyan devlet olarak Sovyetlerle
ilişkiler tesis edilmiş, özellikle 1920 Temmuz’unda
Moskova’da başlayan ve Ağustos’ta devam eden
müzakereler Sovyet Rusya ile yakın ilişkiler kurulmasını
beraberinde getirmiştir.
Balkan Devletleriyle İlişkiler ve Balkan Antantı
Balkanlar, Panslavizm ve Pan-Germenizm akımlarının
kendilerine nüfuz sahası yaratma çabaları verdikleri tam
bir çatışma alanıydı. Özellikle, Rusya’nın tarihî emeli olan
Akdeniz’e inme planı, bölgede Romenlerin, Bulgarların,
Sırpların ve Rumların kendi devletlerini kurma ve
Osmanlı Devleti’nin Balkanlarla bağını kesme isteklerini
gerçekleştirmelerine katkı sağlamıştır. Lozan Barış
Antlaşması sonrasında genç Türkiye Cumhuriyeti’nin
Yunanistan dışında Balkan ülkeleri ile sorunu kalmamıştır.
Bu çerçevede, Türkiye Cumhuriyeti’nin Balkan ülkeleri
ile ilişkilerini geliştirme ve Balkan devletleri ile bir pakt
kurma fikrini gündeme getirdiğini görüyoruz. Yine bu
bağlamda Türkiye, Arnavutluk (19 Aralık 1923),
Bulgaristan (18 Ekim 1925) ve Yugoslavya (28 Ekim
1925) ile Dostluk Antlaşmaları imzalanmıştır. Türkiye
Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras “Balkanlar, Balkan
halklarına aittir” sözünden hareketle, Balkan Paktı’nın
kurulması yönündeki fikrin hayata geçirilmesi için çaba
sarf etmiştir. Balkanlarda, özellikle Türk-Yunan
anlaşmazlıklarının çözümlenmesinden sonra meydana
gelen yakınlaşma, bölgede bir işbirliği havası
doğurmuştur. Ancak, bunun siyasi alana intikal etmesi pek
kolay olmamıştır. Arnavutluk ve Bulgaristan’ın mevcut
statükoyu değiştirmekten yana olmaları, buna karşılık
Türkiye, Yugoslavya ve Yunanistan’ın statüko taraftarı
bulunmaları anlaşmayı geciktirmiştir. Bulgarlar
Antlaşmaya yanaşmasalar da 1933 yılında Türkiye ili ayrı
ayrı olarak, sırasıyla Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya
arasında dostluk ve saldırmazlık antlaşmaları yapılmıştır.

Doğulu Devletlerle İlişkiler ve Sadabat Paktı
Başlangıçta Afganistan ile 1 Mart 1921 tarihinde
imzalanan Dostluk Antlaşması, daha sonra 1928 yılında
Dostluk ve işbirliği Antlaşması’na dönüşmüştür. İran ile
ilişkiler Millî Mücadele döneminde başlamış bunu, 22
Nisan 1926 tarihli Dostluk ve Güvenlik Antlaşması ve 5
Kasım 1932 tarihli Dostluk, Güvenlik, Tarafsızlık ve
Ekonomik İşbirliği Antlaşması’nın imzalanması takip
etmiştir. 7 Nisan 1937 tarihinde de Türkiye Mısır ile bir
dostluk antlaşması imzalamıştır. Bu antlaşmaları takiben 8
Temmuz 1937’de Tahran’da Sadabat Sarayı’nda Türkiyeİran-Irak
ve Afganistan arasında Sadabat Paktı adını alan
anlaşma imzalandı. 5 yıl süreyle imzalanan bu anlaşmayla
taraflar; Milletler Cemiyeti ve Briand-Kellog Paktına bağlı
kalmayı, birbirlerinin içişlerine karışmamayı, ortak
sınırlara saygı göstermeyi, birbirlerine karşı herhangi bir
saldırıya girişmemeyi taahhüt ediyorlardı.
Türkiye’nin Milletler Cemiyetine Girişi
Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan düzlemde
revizyonist ve anti revizyonist taraflar vardı. Türkiye
mevcut düzenin korunmasından yanaydı ve barış
blokundaydı. Silahlanma karşıtıydı. Bu sebepler anti
revizyonist devletlerin dikkatini çekmiş ve bu sebeplerle
İspanya temsilcisinin girişimi ve Yunan temsilcinin
desteği üzerine, üyelerin çoğunluğunun 6 Temmuz
1932’de Genel Kurula sunduğu önergenin oy birliğiyle
kabulüyle gerçekleşmiştir. Süreç, 18 Temmuz 1932
tarihinde Genel Kurulun oy birliğiyle aldığı kararla
tamamlanmıştır.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi
Lozan Barış Konferansı’nda, Boğazlar sözleşmesi ile ilgili
hükümler tartışılırken Türk heyetinin tüm itirazı ve
gayretlerine rağmen, Türkiye’nin egemenlik haklarıyla
çelişkili iki madde sözleşmeye dâhil edilmiştir. Bunlardan
ilki, boğazlar trafiğini düzenleyecek ve buradan geçecek
vasıtaların denetlemesi görevlerini üstlenecek Boğazlar
Komisyonunun kurulmasıdır. Diğer madde ise
Türkiye’nin güvenliği için oldukça önemli olan Boğazlar
ve Marmara’nın askerden arındırılması ve
silahsızlandırılmasıdır. Bu maddeler Türkiye’nin iç
işlerine müdahale ve güvenliğini ihlal etme anlamına
gelmektedir. Türkiye bu iki maddeyi kabul ederken, bunu
“sulhu elde etmek için zaruretle katlandığı bir fedakârlık”
olarak dile getirmiştir. Milletler Cemiyetine üye olan ve
Antlaşmanın garantör devletlerinden olan Japonya’nın
Mançurya’ya saldırması, saldırgan politikalar
benimsemesi ve Cemiyetten ayrılması, Türkiye’yi
endişelerini giderme ve bu amaçla Boğazlardaki
silahsızlandırma kaydını kaldırma çabalarına sevk
etmiştir. Kasım 1932’de İngiliz hükûmetince hazırlanan ve
Aralık ayında Fransa, Almanya, İtalya, ABD ve İngiltere
tarafından kabul edilen ve “herkes için eşit güvenlik
sistemi çerçevesinde silahlanma eşitliğini tanıyan” Mac
Donald planının kabul edilmesiyle Türkiye, Boğazların
silahsızlandırılması ile ilgili hükümlerin iptal edilmesini
ilk kez ve resmen talep etmiştir. Ancak Türkiye’nin talebi
silahsızlanma konferansı ile doğrudan ilgili görülmediği
için kabul edilmemiştir. Yalnız Türkiye’nin çabaları
sonlanmamış ve 1933-1936 yılları arasında Türkiye
durumun değiştirilmesi için çalışmaya devam etmiştir. Bu
süreçte İtalyanların 12 adadaki tahkimatı İngilizlerin ikna
edilmesini kolaylaştırmıştır. Türkiye ısrarla topraklarının
güvenliğini korumak zorunda olduğunu belirtmiştir. Bu
gelişmeler ışığında Türk Hükûmeti, İngiliz, Fransız,
İtalya, Yunan, Bulgar, Japon, Romen, Sovyet ve Yugoslav
Hükûmetlerini Montreux (Montrö)’de yeni bir görüşmeye
davet etmiş ve 10 Nisan 1936’da “rebus sıc stantibus”
(şartlar değişmiştir) prensibine dayanan bir nota vererek,
genel tavrını açıklamıştır. Belli itirazlar yükselse de 20
Temmuz 1936 tarihinde Montrö Boğazlar Sözleşmesi
imzalanmıştır. Aynı gün gece yarısı 30.000 kişilik Türk
askeri gücü boğazlar bölgesine girmiştir. 29 madde, dört
ek ve bir protokolden oluşan Montrö Sözleşmesi’nin
maddelerinde, boğazların savaş ve barışta nasıl
kullanılacağı, boğazdan geçen yük, yolcu, savaş ve ticaret
gemilerinin durumları değerlendirilmiştir.
__________________
O (cc)’NA SIĞINMAK AYRICALIKTIR
Alıntı ile Cevapla
Alt 12 Nisan 2018, 20:14   Mesaj No:5
Medineweb Emekdarı
nurşen35 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:nurşen35 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 38944
Üyelik T.: 09 Şubat 2014
Arkadaşları:60
Cinsiyet:Bayan
Mesaj: 9.475
Konular: 1144
Beğenildi:4423
Beğendi:3685
Takdirleri:11319
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart

Ünite 5:
1938’den 2002’ye Ekonomik Gelişmeler
II. Dünya Savaşı Yıllarında ve Sonrasında
Ekonomik Durum (1939-1950)
İkinci Dünya Savaşı yıllarında hükûmetin bir milyon genci
silahaltına alması tarım, sanayi ve hizmetler sektöründe
yetişmiş iş gücü eksikliğine sebep olmuş sonuçta üretim
azalmış, verimlilik düşmüştür. Toplumun talebi artarken
üretim yetersiz kalınca fiyatlardaki artış denetimden
çıkmıştır.
• Devletçiliğin Duraklama Yılları(1939-1945)
• Devletçiliğin Gerileme Dönemi (1946-1950)
Demokrat Parti Dönemi (1950-1960)
Başbakan Adnan Menderes Hükûmetinin göreve
başlamasından bir ay sonra, 25 Haziran 1950’de Kore
Savaşı başlamıştır ve piyasalarda ham madde ve tarım
ürünleri fiyatları hızla yükselmiştir. Bu beklenmedik
koşullar Menderes Hükûmetinin tarım sektöründe üretimi
artırmaya yönelik önlemleri hızla yürürlüğe koymasına
olanak vermişti. Ardından hükûmet üç temel iktisadî
hedefini de şöyle açıklamıştı:
1. Tarıma öncelik verilecek
2. Sanayileşme özel kesim öncülüğünde
yürütülecek
3. Dış ekonomik ilişkilerde devlet müdahaleleri
asgari düzeye indirilecek

Ağustos 1958 İstikrar Kararları
Menderes Hükûmeti zor durumda olan ekonomiyi
kurtaramayacağını anlayınca üyesi bulundukları Avrupa
iktisadi işbirliği Teşkilatı’ndan teknik ve mali yardım talep
etmişti. Kuruluşun uzmanlarının hazırladıkları rapor
Türkiye’ye bir ‘istikrar paketi’ olarak verilmişti.

Planlı Kalkınma Dönemi
Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Dönemi (1963-1967)
Ekonomide istikrar içinde hızlı büyüme sağlanmış ve
enflasyon oranı ortalama %5.3 civarında gerçekleşmiştir.
Ancak ülke kalkınmasını hızlandıracak temel reformlar
(vergi, KİT, toprak, sağlık ve eğitim gibi) ihmal edilmişti.

İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Dönemi (1968-1972)
İkinci Plan’da sanayi sektörü için öngörülen ortalama
büyüme hızına ulaşılamadı. Oysa hükûmet bu dönemde
sanayileşmeyi özel sektör eliyle sürdürmek için her türlü
özendirici ve destekleyici önlemleri almıştı. Ancak
dönemin siyasal çalkantılarla dolu olması, yerli ve yabancı
özel sermayenin ‘bekle gör’ politikası izlemesine yol
açmıştır.

Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı Dönemi (1973-1977)
Plan dönemi sonunda (1977) Türkiye’nin toplam dış
borçları 11.439 milyon dolar düzeyine çıkmıştır. Bunun
%58’i kısa, geri kalanı da orta ve uzun vadeli dış borçtur.
Bu dönemde ülke vadesi gelen dış borçlarını ödeyemez
hâle gelmişti.

Dördüncü Plan Dönemi (1979-1983)
Dördüncü Plan dönemi kapanırken ülke yeniden çoğulcu
demokrasiye dönmüştü. Enflasyon aşağı çekilmiş, ihracat
GSMH’nin %11’i düzeyine çıkmış fakat temel çarpıklıklar
işsizlik, tekelleşme, hayali ihracat ve gelir dağılımında
dengesizliklerin artması önlenememiştir.

[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Plan Dönemi (1985-1989)
Beşinci Plan dönemi planlama tarihimizin en istikrarlı
dönemidir. Çünkü ilk kez bir siyasi iktidar veya bir
hükûmet hazırladığı planı beş yıl kesintisiz ve arızasız
uygulama olanağı bulmuştur.
Büyük Siyasi Ve Ekonomik Gelişmeler Eşliğinde

Altıncı Plan Dönemi (1990-1994)
Altıncı Planın üretim; genel denge, kamu finansmanı ve
ödemeler dengesi konusunda belirleyici hedefleri Beşinci
Plandan farklı değildi. Dışa açık büyümenin yıllık
ortalama %7 düzeyinde gerçekleşeceği öngörülmüştü.
Türkiye Altıncı Planın birinci yılını tamamlarken dünyada
siyasal, ekonomik ve askerî dengeler altüst olmuştu. Doğu
Bloku ülkeleri başta Sovyet Rusya olmak üzere teker teker
sosyalizmi terk ettiklerini ve Batı tipi çoğulcu
demokrasiye geçmeye karar verdiklerini ilan etmeye
başlamıştı.

Büyük Kriz ve Ekonomik Seferberlik Yılı (1994)
5 Nisan Kararları
• Enflasyonu hızla düşürmek, Türk lirasına istikrar
kazandırmak, ihracat artışını hızlandırmak,
ekonomik ve sosyal kalkınmayı, sosyal dengeleri
de gözeten sürdürülebilir bir temele oturtmak,
• Bir taraftan ekonominin hızla istikrara
kavuşturulması amaçlanırken, diğer taraftan
istikrarı sürekli kılacak yapısal reformları
gerçekleştirmek,
• Kamu açıkları hızla aşağı çekilirken kamunun
ekonomideki rolünün yeniden tanımlanması ve
yeniden örgütlenmesini sağlamak; üretim yapan
sübvansiyon dağıtan bir devlet yapısından piyasa
mekanizmasının tüm kurum ve kurallarıyla
işlemesini sağlayan ve sosyal dengeleri gözeten
bir devlet yapısına geçmektir.

1995 Geçiş Programı
Yaşanan büyük kriz sonrasında dengeler yeniden
kurulmadan ileriye dönük hedef ve kararlar ortaya koymak
mümkün olmayacağı düşünüldüğünden planın yürürlüğe
girmesini bir yıl erteleyen yasal bir düzenleme yapıldıktan
sonra 1995 Yılı Geçiş Programı hazırlanarak yürürlüğe
konuldu.

Yedinci Beş Yıllık Plan Dönemi (1996-2000)
Plan geçiş yılı olarak kabul edilen 1995 yılının ilk yarısı
içinde DYP-CHP Koalisyon Hükûmeti tarafından
hazırlandı.

Yedinci Planın ve Gümrük Birliği’nin Birinci Yılı
(1996)
Toplam dış borçların GSMH’ye oranı 1996’da %44’e
inerken, iç borçların GSMH’ye oranı %21’e yükselmiştir.
Toplam dış borçlar içinde kamu payı azalma eğilimi
gösterirken özel bankaların ve şirketlerin payı 1996’da
artma eğilimini sürdürmüştür. Toplam iç borçlar anapara
ve faiz olarak 1996 yılında %158 oranında artarak 4,804
trilyona yükselmiştir.

Yedinci Planın ikinci Yılı ve Refahyol Hükûmeti (1997)
Mesut Yılmaz Hükümeti’ne TBMM dışından, iç ve dış
piyasalardan da destek gelmiştir. İMKB Bileşik Endeksi
rekor düzeyde yükselirken dış mali çevrelerden olumlu
yorumlar gelmeye başlamıştır.

Yedinci Planın Üçüncü Yılı ve Anasol hükûmeti (1998)
• Türkiye ekonomisi yüksek enflasyona karşın
Plan’ın öngördüğü azami %6.6 oranın üstünde
büyümeye devam ediyordu. 1996 yılında %7.1
olan büyüme hızı, 1997’de %8’e çıkmıştı. 1997
yılında ‘kayıt dışı ekonominin bavul ve sınır
ticaretinin beslediği iç ve dış talep, sanayi katma
değerinin hızlı büyümesini sağlamıştı.
• Mesut Yılmaz Hükümetinin yılın ikinci yarısında
aldığı anti-enflasyonist önlemler yetersiz kalmış
ve 1997 yılı sonunda enflasyon %91 düzeyine
çıkmıştı. Önceki yıl %84,9 ile kapanmıştı.
1999 Yılı: Deprem ve Ekonomik Kriz (1999) ve 17
Ağustos Depremi: Toplumsal ve Ekonomik Yıkım
Eylül 1999’da yürürlüğe giren 4447 Sayılı “Sosyal
Güvenlik Yasası” iki önemli yenilik getirmiştir. Birincisi
ile Sosyal Sigortalar Kurumuna bağlı olarak çalışanlarda
emeklilik yaşı erkeklerde 60, kadınlarda 58’e çıkarılmış,
ikincisi ile de “işsizlik Sigortası” kurumlaştırılmıştır. 17
Ağustos’ta Marmara Bölgesi’nde ve 12 Kasım’da BoluDüzce’de
meydana gelen büyük depremlerin yol açtığı
“ekonomik kayıpları” karşılamak yönünde 26 Kasım 1999
tarihinde (4481 sayılı) “Deprem Vergisi” çıkarılmıştır. Bu
yasa ile bazı yeni yükümlülükler getirilirken, bazı vergi
yasalarında da değişikliğe gidilmiştir. Amaç depremlerin
ardından yapılması gereken olağanüstü harcamaları
karşılamak için kamu gelirlerini artırmak idi.

Enflasyonu Düşürme Programı
T.C. Merkez Bankası Başkanı programın dört temel
unsurunu şöyle açıklamıştı:
• Sıkı maliye politikası,
• Enflasyon hedefi ile uyumlu gelirler politikası,
• Kur ve para politikası,
• Siyasi iradenin desteği.
2000 Yılında Ekonomik Gelişmeler: Siyasal
İstikrar Ekonomik İstikrarsızlık
2000 yılının sonu yaklaşırken, T.C. Merkez Bankasının
uyguladığı “Para ve kur” politikası karşısında yeniden
yapılanmaya gidemeyen bankalar sistemin dışına
çıkarılmışlardır.

Kasım 2000 Mali Krizi
Kasım ayının son haftasında bankacılık sisteminden
kaynaklanan ve tüm mali piyasalara güveni sarsan önemli
bir kriz yaşandı. Sistem içinde kötü yönetilen banka sayısı
arttıkça kriz yeni boyutlar kazandı.

Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Dönemi (2001-2005)
Sekizinci Planı Bülent Ecevit’in başında bulunduğu
hükûmet hazırladı. Plan, enflasyonu AB kriterleri ile
uyumlu düzeye düşürmeyi, ekonomide sürdürülebilir bir
büyüme ortamı tesis etmeyi ve AB’ne tam üyelik hedefi
doğrultusunda ekonominin rekabet ve uyum gücünü
artırmayı öne çıkarmaktadır.

Şubat 2001 Krizi
Ecevit Hükûmeti Ocak ayından itibaren kamu
harcamalarını kısmak için tüm kamu kesiminin personel
alımını ve dış kredi kullanmalarını Hazinenin onayına
bağladı. Kriz 20, 21, 22 Şubat günlerinde de derinleşerek
sürdü ve ekonominin tüm dengelerini alt üst etti. İki büyük
kamu bankası olan Ziraat ve Halk bankası tarihlerinde ilk
kez takas işlemlerinde 3 milyar dolar açık verdiler.
Ecevit Hükûmeti krizi aşmak için sıralanan olanaklardan
üçüncüsünü seçti ve programı hazırlamak üzere Dünya
Bankası Başkan yardımcısı Dr. Kemal Derviş’i acele
Türkiye’ye davet etti. 2 Mart 2001’de ekonomiden
sorumlu Devlet Bakanı olarak göreve başlayan Derviş
hemen “Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programını
hazırlamaya girişti. Devlet Bakanı Derviş, piyasaların
Haziran ayı sonunda normale dönmesini sağlayacak “acil
önlemler” olarak nitelediği, krizden çıkış paketini 14 Mart
2001 günü açıkladı. Belirlenen üç aşamalı “kurtuluş planı”
şöyle tanımlanmıştı: Bankacılık sektörüne ilişkin önlemler
süratle yürürlüğe konarak mali piyasalarda belirsizlik
azalacak ve kriz ortamından çıkılacak. Döviz kurunun ve
faizin belirli bir istikrar kazanması sağlandıktan sonra
ekonomik karar birimlerine orta vadeli bir perspektif
kazandırılacak. Makroekonomik dengeler yeniden
oluşturularak ekonomide yılın ikinci yarısından itibaren
büyümeye geçiş ortamı sağlanacak.

Güçlü Ekonomiye Geçiş Programının İkinci Yılında
(2002) Gelişmeler
2002 yılı başında Güçlü Ekonomiye Geçiş Programında
2002-2004 dönemini kapsayacak şekilde yeni
düzenlemeler yapıldı. Dalgalı döviz kuru uygulamalarına
devam edilirken, ekonominin şoklara karşı
dayanaklılığının artırılması ve krizlere karşı kırılganlığının
azaltılması yönünde önlemler öne çıkarıldı.
__________________
O (cc)’NA SIĞINMAK AYRICALIKTIR
Alıntı ile Cevapla
Alt 12 Nisan 2018, 20:16   Mesaj No:6
Medineweb Emekdarı
nurşen35 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:nurşen35 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 38944
Üyelik T.: 09 Şubat 2014
Arkadaşları:60
Cinsiyet:Bayan
Mesaj: 9.475
Konular: 1144
Beğenildi:4423
Beğendi:3685
Takdirleri:11319
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart

Ünite 6:
Türk Dış Politikasında (1938-2002) Dönemi
İkinci Dünya Savaşı Arifesinde Türk Dış
Politikası
Türkiye Cumhuriyeti’ni dünya siyasi ortamına varlığını
kabul ettiren Lozan Barış Antlaşması’ndan (24 Temmuz
1923) sonra Türkiye, I. Dünya Savaşı’nın galipleri
İngiltere ve Fransa gibi ülkelerle sorun yaşamaya
başlamıştır. Bu sorunların temelinde, Lozan Barış
Antlaşması’nda çözümlenemeyen Musul, Osmanlı borçları
ve Türkiye’de yaşayan Etabliler (Azınlık) sorunları
gelmekteydi. Ayrıca, Türkiye’nin bir ulus – devlet olarak
inşası sürecinde devlet ileri gelenleri daha çok ülke içi
konularla meşgul olmuşlardı. Bunun yanında, Kurtuluş
Savaşı’nda ülkeyi işgal eden işgalci güçlerle yaşananlar
tazeliğini korumaktaydı.
Türkiye’nin dış politikası, 1929’da Amerika’da başlayıp
bütün dünyayı saran Büyük Buhranla birlikte değişmeye
başlamıştır. 1930’ların başında Almanya’da Nazi’lerin
(Nasyonel Sosyalist İşçi Partisi) iktidara gelmesi
dünyadaki dengeleri değiştirdiği gibi yeni bir bloklaşma
sürecini başlatmış ve bu süreçte Türkiye, I. Dünya
Savaşı’nın galip devletleri İngiltere, Fransa’nın yanında
yer alarak var olan statükoyu korumaya yönelmiştir. Aynı
süreç içerisinde, revizyonist olarak adlandırılan Almanya,
İtalya ve Japonya gibi devletler de dengelerin kendi
lehlerini değiştirilmesi amacıyla diğer grupta yer
almışlardır.
Cumhuriyetin ilanından itibaren Türk Dış Politikasının iki
temel ilke üzerine oturduğunu söyleyebiliriz. Bunlar: 1-
Statükoculuk, 2- Batılılaşma. Türkiye, 1930’lardaki dış
politikasını revizyonist gruba karşı birtakım bölgesel
oluşumlara öncülük ederek sürdürmüştür. Aynı dönemde
uluslararası örgütlere (Milletler Cemiyeti gibi) üye olarak
dış politikada statükocu yapıyı güçlendirici faaliyetler
içerisinde bulunmuştur.

II. Dünya Savaşı’nda Dış Politika
İkinci Dünya Savaşı sırasında Türk Dış Politikasında ön
plana çıkan hususlar, savaş dışı kalmak ve ülke
topraklarının işgal edilmesini önlemek gibi konulardı.
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, İtalya’nın
Arnavutluk’u işgal etmesi (Nisan 1939), Türkiye’yi savaş
öncesinde ittifaklar yapmaya yöneltmiştir. Buradan yola
çıkarak ülkeyi yönetenler, İngiltere, Fransa ve Sovyetler
Birliği ile ittifaklar kurma girişimlerinde bulunmuşlardır.
Türkiye’nin bu ittifaklar içerisinde yer almak istemesinin
temel nedeni Türkiye’nin kendisini Almanya ve İtalya’ya
karşı koruma ihtiyacı hissetmesidir. Ancak, Türkiye’nin
kurmayı hedeflediği ittifak, Sovyetler Birliği’nin Almanya
ile 23 Ağustos 1939 tarihinde imzaladığı saldırmazlık
paktı ile Türkiye için istenilmeyen bir biçimde sonuçlandı.
Dönemin Dış İşleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu, Sovyetler
Birliği ile temas halinde olmak ve son bir girişimde
bulunmak üzere Moskova’ya gitmiştir. Ancak, Sovyetler
Birliği’nde Montrö Boğazlar Sözleşmesinin değiştirilmesi
talebiyle karşı karşıya kalmıştır. Yapılan bu politik
manevra başarısızlığa uğradığı gibi, bundan sonra Türk
hükümetlerinin Sovyetlerin Türkiye’nin egemenlik
haklarını ihlal eden taleplerinden dolayı bu ülkeye kuşku
ile bakılmıştır. Almanya’nın 1 Eylül 1939 tarihinde
Polonya’yı işgal etmesi İkinci Dünya Savaşı’nın
başlamasına neden olmuştur. Türkiye, savaşın başlaması
ile İngiltere ve Fransa ile 19 Eküm 1939 tarihinde “ Üçlü
İttifak” olarak bilinen karşılıklı yardım antlaşmasını
imzalamıştır. Karşılıklı yardım antlaşmasında Türkiye, bir
Avrupa devletinin Akdeniz’de savaş başlatması halinde
İngiltere ve Fransa’ya yardım edeceği taahhüdünde
bulunmuş buna karşın Türkiye’yi Sovyetler Birliği ile
karşı karşıya getirecek herhangi bir eyleme
zorlanmayacağı Üçlü İttifak antlaşmasının 2 numaralı
protokolüne eklenmiş ve belirtilmiştir. Yukarıda belirtilen,
Türkiye’yi Sovyetler Birliği ile karşı karşıya getirecek
herhangi bir eyleme zorlanmayacağı ifadesi, Türkiye
tarafından savaş boyunca savaş dışı kalmak için
kullanılmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’nın seyrini değiştiren önemli bir
gelişme 22 Haziran 1941 tarihinde yaşandı. Bu tarihte
Almanya, Sovyetler Birliği’ne saldırmış ve iki ülke
arasındaki ittifak ortadan kalkmıştır. Bunun üzerine
İngiltere ve Sovyetler Birliği arasında Almanya’ya karşı
bir ittifak hâsıl olmuştur. Bu tarihten sonra İngiltere ve
Amerika Türkiye’yi savaşa dâhil etmek istemişler, bunun
içinde İngiltere Başbakanı Churchill Cumhurbaşkanı İsmet
İnönü ile görüşmek üzere 30 – 31 Ocak 1943 tarihlerinde
Yenice / Adana’ya gelmiştir. Yapılan görüşmelerde,
Churchill’in ifade ettikleri şu şekilde açıklanabilir:
Rusya’nın savaştaki yükünü hafifletmek ve Alman
kuvvetlerinin farklı cephelerde savaşarak meşgul olması
şeklinde açıklanabilir. Adana görüşmeleri, Türkiye
tarafından en üst düzeyde temsil edilmiş ve görüşmelere
İsmet İnönü, Şükrü Saraçoğlu, Fevzi Çakmak, Numan
Menemencioğlu katılmıştır. İsmet İnönü, İngiltere
Başbakanı Churchill tarafından dile getirilen Türkiye’nin
savaşa dâhil olma isteğini, Türk Ordusunun böyle bir
savaşı idame ettirecek silah ve teknolojiye sahip olmadığı
gibi gerekçelerle geçiştirmeye çalışmıştır. Ancak Türk
ordusuna gerekli teçhizat ve yardımın yapılacağı
belirtilmesi üzerine, kendisi de asker kökenli olan ve Türk
ordusunun içinde bulunduğu duruma vakıf olan İsmet
İnönü tarafından Türkiye’nin savaşa katılmama durumu
idare edilmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, Üçlü
İttifak antlaşmasının hukuki ve siyasi hükümlerinden de
anlaşılacağı üzere tarafsız değil, savaş dışı bir müttefik
devlet olmuştur. Türkiye, bu savaş dışı kalma durumunu
daha fazla sürdürememiş ve İkinci Dünya Savaşı’nın
sonlarına doğru, Yalta Konferansı’nda alınan kararlar
uyarınca Şubat 1945 tarihinde Almanya ve Japonya’ya
savaş ilan etmiştir. Bu savaşa katılma durumu fiili askeri
bir operasyondan çok, yakın gelecekte oluşturulacak
Birleşmiş Milletler kurucu üyesi olabilmek adına yapılmış
siyasi bir hamledir.

Türk Dış Politikası için Zor Yıllar (1945-1947)
Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı bitmeden,
Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenliğini tanıyan ve
uluslararası kamuoyuna kabul ettiren Montrö Boğazlar
Sözleşmesini değiştirmek istemiştir. Sovyetler Birliği,
Türkiye ile 1925 yılında imzalanan Türk – Sovyet Dostluk
ve Tarafsızlık antlaşmasını 1945 yılından sonra
uzatılmayacağını Türkiye’ye belirtmiştir. Sovyetlerin
böyle bir tutum sergilemesinde Montrö’nün değiştirilmesi
ile Boğazların Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelere
kapatılması düşüncesi etkili olmuştur. Sovyetler Birliği,
aynı süreçte Müttefik Devletlere de bu konuyu Temmuz
ve Ağustos 1945 yılında yapılan Postdam Konferansı ile
gündeme getirdi. Montrö’nün değiştirilmesi hususu
Amerika tarafından kabul edildi ve İngiltere ile beraber,
Montrö antlaşmasının değişikliğini talep eden diplomatik
notalar Türkiye’ye iletildi. Türkiye ise bu dönemde zaman
kazanma yolunu tercih ederek, konunun gündemden
düşmesini bekledi. Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki
egemenlik haklarının ihlali demek olan Montrö’nün
değişiklik talebi, Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında
1945-1947 yılları arasında önemli bir soruna neden
olmuştur. Ancak dünya siyasi konjonktürünün değişmesi
ve Amerika ile Sovyetler Birliği’nin ideolojik anlamda
çekişmesi Türkiye’yi bu süreçten sonra Batı’ya çok daha
fazla yaklaştırmış ve Boğazlar sorunu uluslararası
gündemden düşmüştür.

Bloklaşma Ekseninde Dış Politika (1947-1964)
Türk Dış Politikası, 1945 – 47 yılları arasında Sovyetler
Birliği ile yukarıda ifade edilen ilişkiler çerçevesinde
farklı bir seyir izledi. Ancak 1946 yılından itibaren dünya
siyasi konjonktürünün değişmesine paralel olarak,
Türkiye, Batı Bloku içerisinde yer almaya başladı.
Türkiye’nin bu dönemde Batı bloku içerisinde yer alması
sadece Sovyet tehdidiyle açıklanamaz, bunun yanında
batıcılık politikası, yeni ortaya çıkan burjuvazinin liberal
politikalar izlenmesi yönündeki tercihleri de Türkiye’nin
bu dönemde Batı Bloku arasında kendine yer edinmesine
sebep olmuştur.
Türkiye’nin Batı Bloku içerisinde kendisine yer
edinmesine yol açan önemli adımlardan biri ABD Başkanı
Harry Truman tarafından 1947 yılında ilan edilen Truman
Doktri’nin kabulüdür. Truman Doktrini kapsamında,
Yunanistan ve Türkiye’ye uluslararası Komünizme karşı
(dolayısıyla SSCB’ye karşı) askeri yardım desteği
verilmesi öngörülmekteydi. Türkiye’nin Batı Blokuna
eklemlenmesinde önemli rol oynayan bir diğer gelişme ise
ABD Dışişleri Bakanı George Marshall tarafından ilan
edilen Marshall Planı kapsamında ekonomik yardımın
alınmasıyla gerçekleştirilmiştir. Türkiye, bu tarihten
itibaren Amerika ve diğer Batılı ülkelerle sıkı ekonomik,
siyasi ve askeri ilişkiler geliştirmiş ve Amerika’ya
bağımlılık bu dönemde artmıştır. Türkiye, Batı Bloku
içerisinde yer almasına paralel olarak 1949 yılında Avrupa
Konseyi’ne üye olmuş, 1948’de kurulan İsrail Devleti’ni
ilk tanıyan Müslüman ülke olmuştur. Bu dönemdeki
Batıyla bütünleşme politikası, Türkiye’deki tüm siyasi
aktörler ve muhalefet partisi konumundaki Demokrat Parti
(DP) tarafından da benimsenmişti.
Bu dönem Türk Dış Politikasındaki Batı Blokuna ve
Amerika’ya mutlak uyum, Türkiye’nin Batı’dan daha
fazla askeri, ekonomik ve siyasi destek almasını
hedefliyordu, aynı süreçte Türkiye’nin dünyadaki
jeopolitik önemi artarken, Amerika’ya olan askeri,
ekonomik ve siyasi bağımlılık da aynı oranda artış
göstermişti.

Türkiye’nin NATO’ya Girişi
1949’da kurulan NATO’ya Türkiye’nin üye olması, Batı
Blokuna eklemlenmesinin en önemli adımı olmuştur.
Türkiye, NATO kurulduktan hemen sonra üye olmak
istemiş, bu yönde girişimlerde bulunmuştur. Batı Bloku
tarafından Türkiye’nin NATO’ya üye olması fikri ilk
zamanlarda olumsuz karşılanmış ancak daha sonra değişen
uluslararası siyasi konjonktürden dolayı Türkiye,
Yunanistan ile birlikte 18 Şubat 1952 tarihinde NATO’ya
üye olmuştur. NATO üyeliği Türkiye’yi askeri anlamda da
Batı blokunun bir üyesi haline getirmiştir. NATO’ya üye
olunmakla beraber bu doğrultuda Türk Ordusu Amerikan
silahlarıyla donatılmış ve çok sayıda Amerikalı asker ve
sivil personel Türkiye’ye gelmiştir. Türkiye’nin 1950’li
yıllardaki Batı yanlısı tutumu ve Batılı bakış açısı,
Ortadoğu’da gelişen olayları tam olarak kavrayamamasına
ve bu doğrultuda politikalar üretilememesine neden
olmuştur. Batı blokunun içerisinde yer alması ve Batı ve
ABD yanlısı oluşumlara önderlik etmesi de Türkiye’nin
özellikle Arap ülkelerinde “ABD’nin Ortadoğu’daki
Temsilcisi” fikrini doğurmuştur. Stalin’in ölümüne ve
Sovyet yönetiminin daha ılıman tutumuna rağmen SSCB
ile olan ilişkiler de istenilen seviyeye ulaşamamıştır.

Türkiye-AB ve Kıbrıs
Türkiye-AB İlişkileri
Batı dünyası kurumlarına üyelik Türkiye için her zaman
öncelikli bir yer edinmiştir. Ancak, Avrupa Ekonomik
Topluluğu’nun oluşması sürecinde Türkiye, topluluğa
üyelik için adım atmamış ve bu oluşuma kayıtsız
kalmıştır. Ancak 1950’lerin sonuna doğru Amerika’dan
ekonomik yardım alınmasının zorlaşması ve
Yunanistan’ın AET’ye başvurması, Türk hükümetini karşı
atağa geçirerek Yunanistan’la birlikte 1959 yılında
AET’ye müracaat etmesine vesile olmuştur. 1960 yılında
AET Türkiye ile Yunanistan’ı görüşmelere davet etmiş
ancak Türkiye’de 1960 Askeri Darbesi bu girişimin
uygulanmasını geciktirmiştir. AET ile Türkiye arasında
1961 – 1963 yılları arasında görüşmeler devam etmiş ve
Eylül 1963 tarihinde Ankara’da ortaklık anlaşması
imzalanmıştır. 1964 yılında yürürlüğe giren Ankara
Anlaşması, Türkiye ile AET/AB arasındaki temel belge
olma özelliği taşımaktadır. Türkiye’nin AET/ AB üyeliği
1970’li yıllarda yaşanan küresel krizler ve Türkiye’de
yaşanan siyasi ve ekonomik istikrarsızlıktan dolayı
tarafların karşılıklı olarak bazı yükümlülükleri yerine
getirmesine engel teşkil etmiştir. Ve Türkiye’nin AET
üyeliği Yunanistan’ın 1981’de AET’ye üye olmasıyla
birlikte daha sorunlu ve zor bir hale bürünmüştür.

Kıbrıs Sorunu
Kıbrıs sorunu, Türkiye’nin gündemine 1950’li yıllardan
sonra girmeye başlamış bir olgudur. 1950’li yılların
başında Yunanistan’la iyi olan ilişkiler çerçevesinde Türk
hükümetinin Dışişleri Bakanı “Türkiye’nin Kıbrıs diye bir
sorunu” olmadığını ifade etmiştir. Ancak Kıbrıs’taki
Rumların Yunanistan’la birleşme (Enosis) hedefi
doğrultusunda hareket etmeleri ve örgütlenmeleri
Türkiye’yi Kıbrıs Sorununa dâhil etmiştir. Türkiye,
1954’ten itibaren Ada’nın İngiliz kontrolünde kalmasını
bu mümkün değilse Türkiye katılmasını öne süren bir
politika izlemiştir. Böylece Kıbrıs meselesi Türkiye ile
Yunanistan arasındaki ilişkilerin ana gündem maddesi
haline gelmiştir. 6- 7 Eylül 1955 tarihlerinde provoke
edilen halk kitlelerinin İstanbul’da bulunan
gayrimüslimlerin ev ve dükkânlarını yağmalamaları
sonucunda zarar görenlerin önemli bir bölümünün Rum
Ortodoks Türk vatandaşı olması ilişkileri daha da
gerginleştirmiştir.
1955’ten 1959’a kadar olan dönemde, Kıbrıs meselesi
hususunda taraflar arasında mutabakat sağlanamamış,
ancak Amerika’nın devreye girmesiyle 1959’da iki NATO
üyesi ülke bir araya gelerek mutabakat sağlanmıştır. Zürih
ve Londra Antlaşmaları sonucunda Bağımsız bir Kıbrıs
Cumhuriyeti kurulmuş ve kendine özgü bir yapısı olan
Kıbrıs Cumhuriyeti’nde tüm siyasi ve yönetsel kurumlar
Türkler ile Rumların orantılı temsili çerçevesinde
paylaştırılmıştır. Londra Antlaşmasına bağlı olarak
Ada’nın anayasal düzeni Türkiye, İngiltere ve Yunanistan
arasında imzalanan garanti antlaşması ile garanti altına
alınmıştır. Türkiye, garantör devlet olarak, 1974 Kıbrıs
Barış Harekâtını gerçekleştirirken garanti antlaşması, bu
harekâtın temel hukuki kaynağını oluşturmuştur.

Dış Politikada Çok Yönlülüğe Geçiş Çabaları
(1964 – 1980)
1962’de ABD ile SSCB arasında yaşanan “Küba Füze
Krizi” hem uluslararası sistem hem de Türk Dış Politikası
üzerinde etkili olmuştur. SSCB’nin Küba’ya nükleer füze
yerleştirme girişimi ABD tarafından sert bir tepkiyle
karşılanmış ve iki ülke arasında yaşanan kriz gizli
pazarlıklarla sonuçlandırılmıştır. Bu tarihten sonra ABD
ile SSCB arasında “Yumuşama” adı verilen bir döneme
girilmiştir. Bu Yumuşama döneminden Türk Dış Politikası
da etkilenmiştir. Çünkü ABD ile SSCB arasında Küba
Krizinin çözümlenmesi için yürütülen pazarlığın en
önemli konularından biri de Türkiye idi. ABD tarafından
1950’lilerin sonunda Türkiye’ye yerleştirilen Jüpiter
Füzelerinin Küba Krizinin çözüme ulaştırılması için
sökülmesi kararı ABD tarafından kabul edilmiş ve bu
durum Türkiye’ye iletilmemiştir. ABD’nin bu şekilde
kendi çıkarları doğrultusunda Türkiye’yi devre dışı
bırakan bir tutum takınması Türk devlet adamlarında hayal
kırıklığı yaratmıştır.

Amerika ile İlişkilerin Gerilmesi
Türk hükümetinin ABD ve NATO’ya duyduğu mutlak
güvenin sorgulanmasına yol açan gelişme 1964’te Kıbrıs
sorunun yeniden alevlenmesinde ortaya çıktı. Rumlar,
daha önceden Türklerin kazanılmış haklarının
sınırlandırılması talebini dile getirmişler ve EOKA örgütü
vasıtasıyla da Ada’daki Türklere yönelik şiddet ve
katliamlara yönelmişlerdi. Türkiye, bu durumu kabul
etmeyip Ada’ya askeri müdahale edilmesi kararını aldı.
Ancak ABD Başkanı Lyndon Johnson, İsmet İnönü’ye
“Johnson Mektubu” olarak tarihe geçen bir mektubu
göndererek Türkiye’nin Ada’ya müdahalesi halinde bunun
kabul edilemeyeceğini sert bir dille ifade edilmiştir. ABD
Başkanının bu mektubu, Türk yöneticilerinde büyük bir
tepki yaratmış ve bundan sonra dış politikanın yeniden
kurgulanması gerekliliği ortaya çıkmış ve bu çerçevede
“Çok Yönlü Dış Politika” izlenmeye başlanmış ve daha
önceden uzak durulan ülkelerle yakınlaşma sürecine
girilmiştir.

Rusya ile Yakınlaşma
Çok Yönlü Dış Politika anlayışının etkisini en hızlı
gösterdiği alanlardan biri SSCB ile ilişkilerin seyrinde
yaşanmıştır. 1960’lı yıllarda başlayan iyi ilişkiler, 1970’li
yıllarda artarak devam etmiş ve 1974 Kıbrıs Barış
Harekâtından sonra ABD’nin Türkiye’ye silah ambargosu
uygulaması nedeniyle SSCB ile ilişkiler önemli bir düzeye
gelmişti. Türkiye, bu politika doğrultusunda Doğu Bloku
ve Doğu Bloku ülkeleri dışındaki sosyalist ülkelerle de
ilişkilerini geliştirme yönünde hareket etmiştir. Bu Çok
Yönlü Politika, ABD ile olan ilişkilerde birtakım
gerilimlerin yaşanmasına sebep olmuş ve Türk –
Amerikan ilişkileri bu dönemde önemli sorunlarla karşı
karşıya kalmıştır. 1960’lı yılların sonundan itibaren
Haşhaş /Afyon sorunu ikili ilişkilere damgasını vurmuştur.
Amerika, ülkede artan uyuşturucu trafiğinden dolayı,
Türkiye’nin haşhaş üretimini durdurmasını talep etmiş ve
bu talep büyük bir tepki görmekle beraber, 12 Mart
1971’deki askeri müdahalenin ardından ara hükümetin
başbakanı Nihat Erim tarafından kabul edilmiş ve
Türkiye’de 1972 yılı itibariyle haşhaş üretimi
yasaklamıştır. Daha sonra kurulan CHP – MSP
Koalisyonu 1 Temmuz 1974’te Haşhaş üretimi yasağını
kaldırmış ve yasağın kaldırılması ABD’de tepkiyle
karşılanmıştı. Bu tepkinin bir sonucu olarak Ocak
1975’ten itibaren ABD tarafından Türkiye’ye ambargo
uygulanmıştır. 1975’ten kaldırıldığı 1978 yılına kadar
ambargonun kaldırılması, bütün Türk hükümetlerinin
temel hedefi olmuştur. Ambargonun 1978’de
kaldırılmasından sonra Türk – Amerikan ilişkilerinde eski
sıcaklık hemen oluşmadı. Ancak, 1979 yılında
gerçekleştirilen İran İslam Devrimi ve Afganistan’ın
SSCB tarafından işgali gibi gelişmeler, Türkiye’nin
ABD’nin bölgedeki faaliyetleri açısından sahip olduğu
stratejik önemi bir kez daha ortaya koymuştur.

Kıbrıs’a Barış Harekâtı
Kıbrıs meselesi 1950’li yıllardan itibaren Türk Dış
Politikasında önemli bir yer edinmeye başlamıştı.
Yukarıda ifade edildiği 1964 yılında yapılacak hareket
ABD tarafından engellenmiş, daha sonra 1967’deki
harekât planı da Rumların geri adım atması üzerine
gerçekleşmemişti. Yunanistan’da hükümetteki Albaylar
Cuntası tarafından desteklenen Nikos Sampson 15
Temmuz 1974’te askeri bir darbe gerçekleştirmişti Bunun
üzerine Başbakan Bülent Ecevit liderliğinde 20 Temmuz
1974 tarihinde Barış Harekâtının ilk safhası başlamış oldu.
Bu ilk safhada Türk Ordusu Girne’den Lefkoşa’ya kadar
uzanan bir alanı kontrol altına aldı. I. Harekâtın ardından
müzakereler sonuç vermeyince 14 Ağustos 1974’te ikinci
safhaya geçilmiştir. İkinci askeri harekâtta Ada’nın üçte
biri çok kısa sürede ele geçirilmişti. İkinci askeri harekât,
dünya kamuoyunda Türkiye’yi işgalci bir güç olarak
göstermiştir. 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin
kurulmasıyla Ada’da iki kesimlilik fiilen yaratılmış oldu.
1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kurularak
bağımsızlık ilan etti, ancak Türkiye dışında hiçbir ülke
tarafından tanınmadı. Kıbrıs meselesi, günümüze kadar
çözülemeyen bir sorun olarak Türkiye’nin dış politika
gündeminin en önemli maddelerinden biri olarak
kalmıştır. Ayrıca, Güney Kıbrıs Rum yönetiminin AB’ye
üye olmasıyla Türkiye – AB ilişkileri bu üyelikten derin
bir şekilde etkilenmiştir.

12 Eylül Darbesi’nden Sonra Dış Politika
Türkiye’nin 1970’lerin ikinci yarısında girdiği büyük
siyasal ve ekonomik kriz ülkenin Batı bağlantısını
zayıflatmıştı. Ancak dünya siyasi konjonktüründe
meydana gelen gelişmeler, ABD’yi Türkiye’ye daha çok
yakınlaştırmıştır. 12 Eylül Askeri Darbesi’nin hemen
sonrasında kurulan askeri yönetim, ABD tarafından
desteklenmiştir. ABD ile ilişkilerin düzelmesinde 1983’te
yapılan çok partili seçimlerle iktidara gelen Anavatan
Partisi’nin (ANAP) önemli etkisi olmuştur. Bu dönemde
her ne kadar Amerika’nın yakınlığı hissediliyorsa ve Batı
Bloku ön planda olsa da Türk Dış Politikasında “Çok
Yönlülük” önemli dış bir politika olarak benimsenmiş ve
dış politikanın merkezine oturtulmuştur. Çok Yönlülük
Politikası Turgut Özal döneminde de uygulanmış ve SSCB
başta olmak üzere birçok ülke ile önemli projeler hayata
geçirilmiştir. Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde, dış
politikanın oluşturulmasında ekonomik ve ticari konular
daha belirleyici bir hale gelmiştir. Türkiye’nin ikili
ilişkilerde ekonomik meselelere daha önem vermesi
“İhracata Dayalı Büyüme” ekonomik modelinde
karşılığını bulmuştur. Dış politikada ekonomik boyutun ön
plana çıkması ve yükselişi, kendisini Türkiye’nin Orta
Doğu ile ilişkilerinde de göstermiştir. Türkiye, petrol krizi
sonrası zenginleşen Arap sermayesini ülkeye çekebilmek
ve Arap pazarlarına daha fazla ihracat yapabilmek ve daha
avantajlı koşullarda petrol alabilmek gibi ekonomik
hedefler tatbik etmiş ve bu hedefler Türkiye’nin Ortadoğu
politikasını şekillendiren önemli etkenler olmuşlardı.
Türkiye’nin bu dönemde ABD’nin “Yeşil Kuşak” projesi
çerçevesinde muhafazakârlaştırılması da bu hedeflerin içe
dönük yansımalarını oluşturmuştur. Bu dönemdeki
AET/AB ilişkileri de istenilen seviyeye ulaşamamış,
AB’nin 1999’daki Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye “Aday
Ülke” statüsü vermesi 2000’li yıllarda devam edecek olan
“AB Gündemi” ni yeniden ortaya çıkarmıştır.

1991 – 2002 Tek Kutuplu Dünyada Dış Politika
Doğu Bloku ülkelerinin 1989’da “Berlin Duvarı”nın
yıkılmasıyla simgeleştirilen siyasi ve ekonomik çöküşü ve
1991’de SSCB’nin dağılması sonrasında yepyeni bir
uluslararası manzara ortaya çıkmıştır. Bu yeni manzarada,
iki kutuplu dünya sisteminin sağladığı denge düzeni yerini
karmaşa, belirsizliğe ve bölgesel sıcak çatışmalara
bırakmıştır. “ Yeni Dünya Düzeni” nin Türkiye’ye yeni
fırsat alanları sunmasına rağmen, uluslararası ortamın
getirdiği belirsizlikler ve alışılmadık tehditler yeni
sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1990’lı
yılların önemli konularından birisini, 1990’da Irak’ın
Kuveyt’i işgal etmesi ve bunun Türk –Amerikan
ilişkilerinde yeni bir bahar dönemine girilmesi teşkil
etmesidir. 1990’ların ikinci yarısında ise, Clinton
yönetiminin Türkiye’ye başta AB ile olan ilişkilerde ve
Bakü- Tiflis – Ceyhan petrol boru hattının inşası olmak
üzere çeşitli alanlarda verdiği destek, Türk – Amerikan
ilişkilerinde farklı bir seyrin izlenmesine vesile olmuştur.
Terör konusu özellikle 1990’lardan itibaren Türkiye’nin
hem iç siyasetinde hem de uluslararası siyasetinde önemli
bir rol oynamaya başlamıştır. ABD ile ilişkilerden AB ile
olan ilişkilere kadar her alanda bu sorunun yansımalarına
bulmak mümkündür. Terör konusu, Türkiye’nin komşuları
ile olan ilişkilerinde de önemli bir sorun teşkil etmiştir.
Önemli sorunların yaşandığı ülkelerin başında ise Suriye
gelmektedir. Suriye ile olan ilişkiler 1998’de Türkiye
tarafından uygulanan “Kontrollü Tırmandırma”
politikasının başarıya ulaşmasıyla, 2000’li yıllardan
itibaren hızla gelişmiş ve Türkiye’nin Ortadoğu’ya
açılımının önündeki önemli engellerinden biri ortadan
kalkmıştır. Türkiye, 1990’lı yıllarda SSCB’nin dağılması
üzerine kurulan Türki Devletlerle yakın temas halinde
olmuştur. Ancak Rusya’nın ilan ettiği “Yakın Çevre
Doktrini” sebebiyle Rusya’nın bölgede yeniden etkinlik
kurma girişimi Türkiye’nin Türk dünyasına planladığı
şekilde açılımını sekteye uğratmıştır. Türkiye’nin
1990’larda Yunanistan’la ilişkileri, kimi zaman ılıman bir
siyasi iklimde devam ederken kimi zamanda çeşitli
nedenlerden dolayı gerginleşmiştir. Yunanistan’ın
Türkiye’yi hedef alan terör olaylarına destek olması 1997
– 98 yıllarında ikili ilişkilerde derin çatlaklara yol
açmıştır. Yine de AB’nin Türkiye’yi aday ülke ilan
etmesine engel olmaması Yunanistan ile ilişkilerin 2000’li
yıllarda yeni bir döneme girdiği / girebileceği şeklinde
ifade edilebilir.
Genel olarak 1990’lar, Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası
“Yeni Dünya Düzeni”ni algılamaya çalıştığı ve bu düzen
içinde kendini konumlandırma çabası içine girdiği bir
dönem olmuştur.
__________________
O (cc)’NA SIĞINMAK AYRICALIKTIR
Alıntı ile Cevapla
Alt 12 Nisan 2018, 20:19   Mesaj No:7
Medineweb Emekdarı
nurşen35 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:nurşen35 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 38944
Üyelik T.: 09 Şubat 2014
Arkadaşları:60
Cinsiyet:Bayan
Mesaj: 9.475
Konular: 1144
Beğenildi:4423
Beğendi:3685
Takdirleri:11319
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart

Ünite 7:
Atatürk’ten Sonra Türkiye
II. Dünya Savaşı Döneminin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Uygulamaları
Atatürk’ün 10 Kasım 1938’deki ölümünden bir gün sonra
11 Kasım 1938’de yapılan seçimlerde millet meclisinin ve
parti grubunun desteğiyle İsmet İnönü Cumhurbaşkanı
olmuştur. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı dönemi
dünyadaki siyasal konjonktürden dolayı kendine has
birtakım özelliklere sahiptir. 26 Aralık 1938’de yapılan
CHP Olağanüstü Kurultayında İsmet İnönü “mili şef ve
değişmez genel başkan” sıfatını alırken Atatürk “Ebedi
Şef” olarak kabul edilmiştir. İsmet İnönü’nün
Cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte Atatürk döneminde
aktif siyaset yapamayan Kazım Karabekir, Rauf Orbay
gibi simalar siyasette ön plana çıkarken, İsmet İnönü’ye
muhalif olan isimler siyaset ve idare sahnesinin dışına
itilmişlerdir. Türkiye’de tek parti ve parti – devlet
anlayışının hüküm sürdüğü yıllarda, CHP’nin 29 Mayıs
1939’da yapılan Beşinci Olağan Kongresi’nde, hükümet
çalışmalarını kontrol etmek için “müstakil grup”
kurulması demokratikleşme çabalarının bir işareti olarak
yorumlanabilir. İsmet İnönü ile birlikte yeni dönemde
Türkiye farklı bir politik süreç izlemiştir. Bu dönemde,
Türkiye, II. Dünya Savaşı’nın dışında kalmayı -her türlü
baskıya rağmen- başarabilmiştir. Savaşın sonuna kadar
başarılı bir şekilde sürdürülen tarafsızlık politikası, yeni
kurulmakta olan dünya sisteminin içerisinde yer almak
için 23 Ocak 1945 tarihinde Almanya ve Japonya’ya savaş
ilan ederek yeni bir mecraya girmiştir. Almanya ve
Japonya’ya savaş ilan edilmesi Türkiye’ye “Birleşmiş
Milletler” kurucu üyesi olmak üzere San Francisco
Konferansı’na katılma hakkı kazandırmıştır.
II. Dünya Savaşı döneminin siyasi ve sosyal
uygulamalarını ekonomik uygulamalardan soyutlamak
mümkün görülmemektedir. Bu noktada, Köy
Enstitülerinin kurulup yaygınlaştırılması, Milli Korunma
Kanunu, Varlık Vergisi, Toprak Mahsulleri Vergisi ve
Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu savaş ortamında idari,
siyasi ve sosyal anlamda yeniden yapılandırma çalışmaları
olarak görülmelidir. Bu dönemde fikir hayatı bakımından
ise Rusya ve Almanya’nın savaştaki pozisyonlarına göre
aşırı sağ ve sol kesimin dönem dönem takibata uğramaları
hükümetin bu konulara yaklaşımını göstermesi açısından
önemlidir.

Çok Partili Hayata Geçiş Süreci
Çok partili siyasi hayatı, yaşama geçirmek “egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir” (bila kayd ü şart hâkimiyet-i
milliye) düsturu le yola çıkan, demokratik bir cumhuriyet
idealini ortaya koyan Cumhuriyet Türkiye’si için dönüm
noktalarından biridir. Çok partili hayata geçiş ancak II.
Dünya Savaşı’ndan sonra mümkün olmuştur. Çok partili
hayata geçiş aşamasında dış politikada demokratik
yönetimlerin hâkim olması kadar, İsmet İnönü’nün şahsi
katkıları da kayda değerdir. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü,
cumhuriyetin demokratik yapısını, “Cumhuriyetin bir halk
idaresi olarak kuruluşu, yani demokratik karakteri esas
tutulmuştur” diyerek açıklamıştır. İsmet İnönü, bu
dönemde demokratik anlayışı ifade ederken, bu kavramı
kendi anlayışıma göre yorumladığı ve ifade ettiği
anlaşılmaktadır. Çünkü İnönü, daha sonra 7 Temmuz
1945’te “Nuri Demirağ” adında bir sanayicinin birinci
meclisteki bazı muhalifleri yanına alarak kurduğu “Milli
Kalkınma Partisi”ni yok saymıştır. İsmet İnönü, oluşacak
bir partinin yine CHP’den çıkmasını istemiştir. Bu
dönemde, savaş dönemi politikaları tenkit eden Celal
Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan,
7 Haziran 1945’te Anayasanın milli egemenlik ilkesine
işlerlik kazandırılması ve parti hayatının demokrasiye
uygun şekilde düzenlenmesi için “Dörtlü Takrir”
vermişlerdir. Parti içinde tartışmaları başlatan bu
uygulama net bir karara ulaşamamıştır. Fakat Dörtlü
Takrir, sahipleri partiden atılmışlardır. CHP’den atılan bu
dört milletvekili “7 Ocak 1946’da Demokrat Parti”yi (DP)
kurmuşlardır.

Çok Partili Hayata Geçişte Bir Dönüm Noktası: 12
Temmuz Beyannamesi
Türkiye’de Çok Partili Sisteme geçişle birlikte, parti
yöneticileri ve siyasetçilerinin söylemleri bu kesimin
önemli bir kısmının zihniyet olarak çok partili sisteme
hazır olmadıklarını ortaya koymuştur. Buna rağmen,
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından “12 Temmuz 1947
Beyannamesi” ilan edilerek çok partili siyasi hayat “devlet
meselesi” olarak kabul edilmiştir. Demokrat Parti’nin
kuruluş aşamasında, halk desteğinde yoksun oluşu,
Demokrat Parti’nin kuruluşu aşamasında yapılan
görüşmelerden dolayı gerek halk arasında gerekse
partililer arasında “danışıklı dövüş” söylentileri, ayrıca
iktidar partisi yöneticilerinin Demokrat Parti’nin
kuruluşunu tamamen kendi lütufları olarak görmeleri,
bunun yanında Demokrat Partinin hükümet aleyhine
giderek artan eleştirileri Cumhurbaşkanı İnönü’yü her ne
kadar zor durumda bıraksa da Cumhurbaşkanı, geçmiş
tecrübelerinden yararlanma yoluna gitmiş ve geçmişte
yaşanan aynı hataların yapılarak sürecin kesintiye
uğratılmasına izin vermemiştir. Cumhurbaşkanı İnönü,
hem CHP hem de DP’ye karşı eşit mesafede yaklaşmaya
çalışmış, bununla birlikte iki parti arasında karşılıklı
emniyetin oluşmasını hedeflemiştir. İnönü, bunu aynı
zamanda ülkenin emniyet meselesi olarak da görüyordu.
İnönü, aynı zamanda tecrübelerinden yola çıkarak toplumu
kutuplaştırmamayı düstur edinmiş ve hem iktidar hem de
muhalefet partisinin liderlerini yanına çekmeye çalışmış
böylece ortaya çıkabilecek sorunları çözmekte daha etkili
olacağını düşünmüştür. Çok Partili siyasi hayat, iki parti
yöneticileri arasındaki çekişmelere, muhalefet partisinin
hürriyet misakı, husumet andı gibi uç söylemlerine
rağmen iktidar partisini de oldukça ılımlaştırması
açısından önemlidir. Bu dönemde, değişmez genel
başkanlığın kaldırılması, sınıf ve bölge esasına göre parti
kurulmasını engelleyen düzenlemelerin kaldırılması gibi
siyasi; üniversitelere idari özerklik verilmesi, Basın
Yasası’nın liberalleştirilmesi gibi sosyal düzenlemeler
gerçekleştirilerek ortam yumuşatılmıştır. 27 yıllık tek parti
döneminin aksine gizli oy, açık tasnif gibi kazanımlarla
süslenen bu süreç, iktidar partisini laiklik ve İnkılapçılık
konusundaki radikal söylemlerini yumuşatmaya, Osmanlı
döneminin hatıralarını yok saymaktan vazgeçmeye, din
eğitimi konusunda halkın ihtiyaçlarını karşılayacak
adımları atamaya zorlamıştır. Bu ortamda 14 Mayıs
1950’de yapılan seçimler, Cumhuriyet Türkiye’sinde
iktidarı halkın oyu ile belirlemiş ve iktidar el
değiştirmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nde 1950 1960 (Demokrat
Parti) Dönemi
14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerle birlikte el değiştiren
iktidar, bundan böyle yaklaşık on yıl boyunca ülkeyi
yönetmiştir. Bu dönemde, Cumhurbaşkanı seçilen Celal
Bayar, parti başkanlığını bırakarak şeklen de olsa sivil bir
görünüm arz etmiştir. İktidara gelen Demokrat Parti, Eylül
ve Ekim 1950’de sırasıyla yapılan Belediye ve İl Genel
Meclis Üyeleri seçimlerinde önemli bir çoğunluk
sağlayarak iktidarını güçlendirmişti. Demokrat Parti’nin
ilk yıllarında tarımda makineleşme ve uygun iklim
koşullarının desteğiyle ürün artışı sağlanmış ve kırsal
kesimdeki kitlelerde göreceli bir zenginlik ve refah ortamı
oluşturulmuştur. Ancak makineleşmenin ithale dayalı
olması ve zaman içinde yedek parça sıkıntısı başta olmak
üzere çiftçilere sağlanan desteğin devamlı olamaması gibi
etkenlerle oluşan iyimserlik yerini tedirginliğe bırakmıştır.
Demokrat Parti, ilk güven oylamasında 192 çekimserle
karşılamıştı. Bu İttihat ve Terakki Partisi’nin II.
Abdülhamit’e muhalefetinden itibaren kronikleşen iktidara
karşı olmakla birleşen muhaliflerin işbaşına gelince hemen
farklı gruplara ayrılmalarının sonucuydu.
1950 – 54 arası dönemdeki ekonomik rahatlama sandığa
da yansımış ve Demokrat Parti, 1954 seçimlerinde oy
oranını arttırarak (%57) meclisin tek hâkimi haline
gelmiştir. Böyle yüksek bir seçim sonucu, beraberinde
basın, üniversite ve muhalefeti dikkate almama eğilimini
getirmiştir. 1954 seçimlerinden sonra, DP kamuoyunda
kaygı uyandırıcı birtakım faaliyetlerde bulunmuştu.
DP’nin özellikle basına yönelik tavrı parti içi muhalefeti
güçlendirmiş ve bunun sonucunda 20 Aralık 1955’te
“Hürriyet Partisi” kurulmuştur. Demokrat Parti
döneminde meydana gelen bir diğer önemli gelişme ise
“6-7 Eylül” olayları olarak tarihe geçen ve Yunanistan’la
ilişkilerin gerginleşmesine neden olduğu gibi uluslararası
alanda Türkiye için olumsuz bir imaj yaratan olaylar
silsilesidir. Demokrat Parti, 1957 erken genel seçimlerinde
oylarını kısmen düşürmüş olmasına rağmen yine de
mecliste çoğunluğu sağlamıştı. DP, 1957 seçiminden
sonra muhalefeti ve ona destek olan kaynakları
engellemeye yönelik tedbirleri arttırmış yine bu dönemde
basın ve muhalefet kadar onlara destek olan diğer
kesimlere karşı tavır alınmıştır. Meclis çalışmalarının
tamamen hükümetin kontrolü altına verecek düzenlemeler
muhalefetin meclis çalışmalarını boykot emesine rağmen
kabul edilmiştir. 1957 – 1960 yılları arası DP için, sonun
başlangıcını temsil eden yıllar olmuştur. Bu yıllar arasında
enflasyon %200’lük bir artış göstermiş ve bu ekonomik
dengelerin bozulmasında önemli rol oynamıştır. Ayrıca
yine bu dönemde DP, muhalefete karşı tavrını daha da
sertleştirmiş ve ilişkiler birçok yönüyle problemli bir hale
bürünmüştür. DP’nin içine düştüğü durumu göstermesi
açısından “ Vatan Cephesi”nin kurulması da manidardır.
Vatan Cephesi, 12 Ekim 1958’de Başbakan Adnan
Menderes’in çağrısıyla kurulan ve toplumsal ve siyasi
kamplaşmayı tetikleyen bir işlev gördüğü belirtilmektedir.
DP, 1960 İhtilalinin hemen öncesinde “Tahkikat
Komisyonu” kurmuştur. Bu komisyon, muhalefet ve
basının faaliyetlerini denetlemek amacıyla kurulmuştur.
Artan kontrol ve denetleme mekanizması toplumu
etkilemiş bunun yanında sıkıyönetim uygulaması da
toplumsal bir refleksin gelişmesine neden olmuştur. Bütün
bu olaylar sonucunda “ 27 Mayıs 1960” tarihinde Askeri
İhtilal gerçekleşmiş ve Türk Silahlı Kuvvetleri
memleketin idaresini ele almışlardır.

1960 Darbesi’nden Sonra Türkiye
Demokrat Parti’nin, on yıl boyunca art arda yapılan üç
seçimde milletten hükümet kurma yetkisini alması ve
bunun sonucunda bu partinin yöneticilerinin sanık
sandalyesine oturtulması Türkiye’de demokratikleşmenin
içselleştirilmediğini göstermesi açısından kayda değerdir.
27 Mayıs Askeri Darbesi’nden sonra, “Milli Birlik
Komitesi” kurulmuştur. Bu komite 38 kişilik bir kadrodan
oluşuyordu. MBK’nın başına da Kara Kuvvetleri
Komutanı “Cemal Gürsel” getirilmiş, Gürsel, askeri
müdahalenin amacının “Türkiye’de demokrasinin yeniden
ortaya çıkarılması” olarak açıklamıştır. MBK’nın başa
geçmesiyle birlikte, kapatılan üniversiteler açılmış, basın
yasağı kaldırılmış ve bir anayasa komisyonu
oluşturulmuştur. Demokrat Parti yöneticileri ise halkı iç
savaşa sürüklemek, anayasayı ihlal etmek gibi ağır
suçlamalarla “vatana ihanet” ithamıyla mahkemeye
verilmişlerdi. Bu dönemde toplumun farklı kesimlerinden
oluşturulan “Kurucu Meclis” 12 Ocak 1961’de siyasi parti
faaliyetlerine izin vermiştir. Adalet Partisi, Yeni Türkiye
Partisi gibi Demokrat Parti mirasçısı olduğu iddia edilen
partilerin yanı sıra Türkiye İşçi Partisi de bu süreçte
kurulmuştur. 9 Temmuz 1961’de yapılan anayasa
referandumuna seçmenler, %83 oranında katılmışlardır.
Anayasa, %60,4 evet oyu ile kabul edilirken %39,6’lık
hayır oyu ciddi bir hoşnutsuzluğa da işaret ediyordu. Yassı
Ada, yargılamaları sonucunda mahkeme, 15 ölüm, 32
müebbet hapis ve çok sayıda 4 -15 yıl arası hapis cezasına
hükmetmişti. Celal Bayar’ın ölüm cezası yaş durumundan
dolayı hapse çevrilmiştir. DP’nin başbakanı, maliye
bakanı ve dışişleri bakanı haklarında verilen idam kararları
16-17 Eylül 1961’de infaz edilmiştir. DP’nin kurucu
kadrolarının demokrasi ile hiçbir şekilde bağdaşmayan bu
trajik ölümleri, bugüne kadar eleştiri konusu olmuştur.
Yapılan genel seçimlerin ardından, ilk koalisyon hükümeti
CHP – AP (Adalet Partisi) tarafından 20 Kasım 1961’de
kurulmuştur. Kasım 1964 itibariyle Adalet Partisi
başkanlığına seçilen Süleyman Demirel, bütçe
görüşmelerinde hükümetin istifasını sağlayarak hızlı
başladığı siyasi kariyerinde bundan sonra belirleyici
aktörlerden biri haline gelmiştir. 15 Eylül 1965
seçimlerinden sonraki dönemde parlamentoda çoğunluğu
sağlayan AP hükümeti de ülkedeki gidişi
değiştirememiştir. Bu dönemde özellikle Amerikan
karşıtlığı ve öğrenci hareketleri önem kazanmış ve
1968’de olaylar hız kazanarak rejime yönelmeye ve
güvenlik sorunu oluşturmaya kadar gitmiştir. Bu dönemde
gittikçe artan güvenlik sorunları ve yaşanan kaos
nedeniyle Türk Silahlı Kuvvetleri, “12 Mart 1971 tarihli
Askeri Muhtıra”yı vermişlerdir. Bunun sonucunda
başbakan Demirel, istifa etmiştir.

12 Mart’tan 12 Eylül’e Türk Siyasetinde
Gelişmeler
12 Mart Askeri Muhtırası’ndan sonra, AP, CHP, Güven
Partisi ve parlamento dışından alınan destekle 27 Mart’ta
Nihat Erim başkanlığında bir “Teknokratlar Hükümeti”
oluşturuldu. Bu Teknokratlar Hükümetinin, laik
cumhuriyeti tehdit edecek faaliyetleri kontrol altına almak,
bölücü terör faaliyetlerini engellemek ve Kıbrıs’a olası bir
müdahale için zemin hazırlamak gibi amaçları vardı.
Ancak Erim hükümetinin reform uygulamaları toplumda
kendine yer edinmediği için Nihat Erim, 3 Aralık 1971’de
istifa etti. Bu dönemin en önemli gelişmelerinde biri,
Bülent Ecevit’in 14 Mart 1972’de CHP genel başkanlığına
seçilmesi olmuştur. Yine bu dönemde muhtıra ile
kapatılan Milli Nizam Partisi (MNP) yerine Milli Selamet
Partisi (MSP) kurulmuş ve yeni parti de İslami söylemi ön
plana çıkarmıştır. Cumhurbaşkanlığına ise “Fahri
Korutürk” seçilmiştir. 1973 genel seçimlerinin sonucu
Türkiye’yi koalisyonlara mecbur etmiştir. Uzun
arayışların sonunda 25 Ocak 1974’te kurulabilen CHP –
MSP arasındaki ilk koalisyon Kıbrıs Barış Harekâtını
gerçekleştirmiştir. Türk dış politikasını bundan sonra
deyim yerindeyse ipotek altına alacak olan bu harekât iki
aşamadan oluşmuş ve adada yaşayan Türk toplumunun
güvenliğini sağlamıştır. Kıbrıs Harekâtının kazanımlarını
paylaşmada anlaşamayan hükümet ortağı iki parti (CHPMSP)
koalisyonu bozarak yeni bir hükümet krizi
yaratmışlardır. Hükümet krizi, Süleyman Demirel’in
başkanlığında Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi,
Cumhuriyetçi Güven Partisi ve Milliyetçi Hareket
Partisinin işbirliğinde “Milliyetçi Cephe Hükümeti”
kurularak aşılmıştır. Bu dönemde toplumda hızla artan
siyasi ve toplumsal kamplaşma iktidarı sağ, muhalefeti de
bütün sol faaliyetlerin hamisi haline getirdi. Siyasetteki bu
bölünmüşlüğün devletin her kademesinde yansımaları
görülecektir. 12 Eylül müdahalesi öncesi öğretmen,
memur, polis gibi meslek grupları başta olmak üzere hem
toplum hem de işçi-memur kesimi tam bir bölünmüşlük
manzarası gösterecektir. Bu bölünmüşlüğün bir yansıması
da DİSK’in Taksim’deki 1 Mayıs 1977 mitinginde çıkan
olaylarda 34 kişinin hayatını kaybetmesi ile su yüzüne
çıkmıştır. 5 Haziran 1977 seçimlerinden birinci parti
olarak çıkmasına rağmen CHP’nin, kurduğu azınlık
hükümeti güvenoyu alamayınca Süleyman Demirel, MSP
ve MHP desteğiyle “2. Milliyetçi Cephe” yi kurmuştur.
Ancak bu hükümet de kısa süre içerisinde düşmüştür. Bu
karmaşa içinde uzun süreli sayılabilecek hükümeti,
AP’den istifa eden bağımsız milletvekilleriyle CHP kurdu.
Ancak bu dönemdeki toplumsal şiddet öyle bir noktaya
vardı ki, normal insanlar bile günlük hayatlarını idame
ettirmekte sorun yaşamaya başlamışlar ve bu kaos ortamı
belirsizlikte birlikte toplumda güvensizlik ve karamsarlık
yaratmıştır. Bu süreç içerisinde, tarihe “Maraş Olayları”
olarak geçen ve çok sayıda yurttaşın ölümüne sebep olan
mezhepsel çatışmalar da çıkmıştır. Ancak zırhlı birliklerin
müdahalesi ile durdurulabilen bu çatışmalardan sonra
hükümet 25 Aralık 1978 günü 13 ilde sıkıyönetim ilan
etmiştir.
Bülent Ecevit, daha sonra IMF’den kredi başvurunda
bulunmakla birlikte yeterli siyasi desteği de bu şekilde
tüketmiştir. Bunun sonucunda istifa eden Ecevit’in yerine
bütün sağ partilerin desteği ile “Demirel Azınlık”
hükümeti kurulmuştur. Bu dönemde günde ortalama 20
vatandaşımızın hayatını kaybettiği göz önüne alınırsa
olayın vahameti daha iyi anlaşılabilir. Yine bu dönemde
eski başbakanlardan Nihat Erim ile DİSK Başkanı Kemal
Türkler’in öldürülmeleri anarşi ve terörün ulaştığı boyutu
gösteren uç olaylardır. Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra
maruz kalınan Amerikan ambargosu, dış ilişkilerin
kötüleşmesinden etkilenen kredi musluklarının kapanması,
radikal kararlar almayı zaruret haline getirdi. “24 Ocak
Kararları” ile iki aşamada yapılan %73’lük değer düşürme
ile uluslararası mali piyasaların beklentisi karşılanarak
dışarıdan kredi alınmaya çalışıldı. Ancak, anarşi
olaylarının engellenemediği sıkıyönetim ortamında, lider
seviyesindekilerin hiçbir şartta bir araya gelmeme inadının
siyaset kanalını tıkaması üzerine Türk Silahlı Kuvvetleri,
İç Hizmet Kanunu’na dayanarak “12 Eylül 1980’de”
yönetime el koymuşlardır.

12 Eylül 1980 Darbesi ve Sonrasında Türkiye
Kuvvet komutanları ile Genelkurmay başkanından oluşan
Milli Güvenlik Konseyi (MGK), ülkede Atatürkçülük
yerine irticai ve sapkın ideolojilerin hâkim olduğu
suçlamalarını dile getirmiş, meclis ve hükümeti feshetmiş
ve milletvekillerinin dokunulmazlık haklarını da
kaldırmıştır. Ülke genelinde sıkıyönetim ilan edilerek,
yurtdışına çıkışlar da yasaklanmıştır. MGK, iktidar ve
muhalefetin aktif yöneticilerinin hepsini gözaltına alarak
çok sayıda dava açmıştır. Ayrıca seçimlerde ülke
genelinde oy barajı sistemi getirilerek küçük partilerin
meclise girmelerinin önlenmeye çalışılması demokratik
açıdan eleştirilen bir tavır olmakla birlikte bugüne kadar
devam eden bir yöntem olarak demokrasi tarihimize
geçmiştir. 12 Eylül Askeri Darbesi’nden sonra yeni
anayasa ve MGK’nın başkanı Kenan Evren’in
cumhurbaşkanlığı %92 gibi yüksek bir oyla kabul
edilmiştir. Bu nispette yüksek bir oranın olması darbe
öncesi halkın durumdan ne kadar şikâyetçi olduğunu
gösteren önemli kanıtlardan biridir.
12 Eylül Askeri Darbesi’nden yaklaşık iki buçuk yıl sonra
-3 Mart 1983’te- kabul edilen Siyasi Partiler Kanunu ile
siyasi faaliyetler serbest bırakılmakla birlikte önceki
dönemde genel başkan, yönetim kurulu üyesi veya
milletvekili olanlara siyasi yasak getirilmiştir. Bu süreçte
geçmişe oranla toplumu apolitize (politikaya ilgisiz)
etmek önemli bir görev olarak kabul edilmiştir. 1983’ten
1991’e kadar ANAP (Anavatan Partisi) ülkeyi yönetme
yetkisini milletten almıştır. ANAP’ın hükümetleri
döneminde, serbest ekonomik anlayışın ve ihracata
yönelik bir ekonomi politikasının izlendiği söylenebilir.
ABD’nin 1991’de Körfez Savaşı sırasında ve sonrasındaki
uygulamalarından etkilenen Türkiye’de enflasyon artmış,
grevler başlamış, orta direk olarak ifade edilen orta sınıf
çökmüş ve tüm bunların neticesi olarak da halk bu ümitsiz
durum karşısında dine daha çok sığınmaya başlamıştır.
1987 yılında siyasi yasaklıların referandumla siyasete
dönmeleri takiben yapılan seçimler yeniden koalisyonlar
devrini başlatmıştır. Eski liderlerin siyasi tabanlarını
temsil eden yeni partilerde devam etmesinin istisnası
1985’te eşi Rahşan Ecevit tarafından kurulan Demokratik
Sol Parti’nin (DSP) başına geçerek CHP’ye rakip olan
Bülent Ecevit olmuştur. Ecevit, klasik Cumhuriyet Halk
Partisi söylemlerinden farklı yaklaşımlarıyla 90’lı yılların
siyasi hayatında etkin rol oynamaya devam etmiştir. 1991
seçiminde sonra Türkiye’nin iki önemli siyasi gücü,
Doğru Yol Partisi ile (DYP) Sosyal Demokrat Halkçı
Parti’nin (SHP) bir araya gelmesi ile başlayan süre, İki
binli yılların başına kadar devam etmiştir. Türkiye’yi
1990’ların başında etkileyen bir diğer önemli faktör ise
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıdır. Türkiye bu dönemde
yaşanan olumsuz koşullardan dolayı bölgesel bir güç
olamamıştır. Özal döneminde Türkiye her ne kadar
gelişme kaydettiyse de bu topyekûn bir kalkınmayı
kendisiyle getirememiştir. Özal döneminde, Türkiye hem
Türki Orta Asya devletleriyle hem de Balkanlar
devletleriyle işbirliğine girişmiştir. Ancak, Turgut Özal’ın
17 Nisan 1993’te ansızın ölümü bu tür girişimleri de doğal
olarak yarıda bırakmıştır. Turgut Özal’ın ölümüyle birlikte
yerine Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı olmuştur. “ 4
Nisan (1994) Kararları” olarak tarihe geçen ekonomik
önlemler, toplumun daha da fakirleşmesine neden
olmuştur. 1995 seçimlerinde hiçbir partinin hükümet
kuracak milletvekili sayısına ulaşamamasından dolayı
Ecevit’in dışarıdan desteklediği DYP / ANAP koalisyon
hükümeti kurulmuş, daha sonrada 28 Haziran 1996’da
Refah Partisi (RP) ile DYP koalisyon hükümeti
kurulmuştur. RP ile DYP koalisyonunun başbakanı olan
Necmettin Erbakan döneminde aşırı uç dini söylemlerin
basına yansıması üzerine,” 28 Şubat 1997’de” Milli
Güvenlik Kurulu hükümeti uyarmıştır. Yakın tarihimize
“post modern” darbe olarak geçen bu uyarı sonucunda
laiklik karşıtı eylemlerin engellenmesi ve eğitimde sekiz
yıllık kesintisiz sisteme geçilmesi kabul edilmiştir. Siyasi
ortamın gerginliği dolayısıyla farklı kombinezonlarla
kurulan ANAP/DSP/DTP koalisyonu sırasında terör
örgütüne yardım eden Suriye ile savaşın eşiğine
gelinmiştir. Bu koalisyon, politik hesaplaşmalar
dolayısıyla bozulunca bu defa DYP ve ANAP desteğiyle
DSP azınlık hükümeti kurulmuştur. İki sağ partinin
desteğiyle sol bir partinin azınlık hükümeti kurması Türk
Demokrasi hayatında önemli bir gelişme olarak
nitelendirilebilir. 18 Nisan 1999 seçimlerinde DSP birinci
parti olarak çıkmıştır. Cumhuriyet döneminin ilk partisi
olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilk defa meclis dışında
kaldığı bu dönemde Ecevit’in başbakanlığında ANAP ve
MHP koalisyonu kuruldu. 2000 yılındaki ekonomik kriz,
bu koalisyon hükümetini zor durumda bırakmış ve Dünya
Bankası’nda üst düzey görevde bulunan Kemal Derviş
ekonomiden sorumlu devlet bakanlığına getirilerek onun
hazırladığı ekonomik program hayata geçirilmiştir. Ancak
koalisyon üyeleri arasında politik çıkarların öne
çıkarılmasından kaynaklanan sorunlar ve başbakan ile
cumhurbaşkanı arasında yaşanan tartışmalar vesilesiyle
sonlanan DSP, ANAP, MHP koalisyonunda sonra “ 3
Kasım 2002” de yapılan seçimlerden sonra Adalet ve
Kalkınma Partisi (AKP) dönemi başlamıştır. 14 Ağustos
2001’de kurulan AKP, 3 Kasım 2002 seçimlerinde en
yüksek oyu alarak Abdullah Gül başkanlığında 58.
Hükümeti kurmuştur. Okuduğu bir şiir dolayısıyla siyasi
yasaklı olan partinin kurucu başkanı Recep Tayyip
Erdoğan, siyasi yasağının kalkmasından sonra 15 Mart
2003’te 59. Hükümetin başbakanı olmuştur. AKP
hükümetleri döneminde Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve
sosyal alanlarda yeniden gelişme gösterdiği bir süreç
başlamıştır. 21. yüzyılın ilk on yılında yapılan üç genel
seçimde de gittikçe artan bir oy oranı ile işbaşına gelen
hükümetlerin uygulamaları demokratikleşme, sivilleşme
ve çağdaşlaşma yolunda istikrarla ilerleyen bir Türkiye
manzarası göstermeye başlamıştır.
__________________
O (cc)’NA SIĞINMAK AYRICALIKTIR
Alıntı ile Cevapla
Alt 12 Nisan 2018, 20:19   Mesaj No:8
Medineweb Emekdarı
nurşen35 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:nurşen35 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 38944
Üyelik T.: 09 Şubat 2014
Arkadaşları:60
Cinsiyet:Bayan
Mesaj: 9.475
Konular: 1144
Beğenildi:4423
Beğendi:3685
Takdirleri:11319
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart

Ünite 8:
1938’den Günümüze Sosyal, Kültürel ve Sanatsal Değişme ve Gelişmeler
II. Dünya Savaşı Yıllarındaki Sosyal ve Kültürel
Gelişmeler
Tek parti yönetiminin sosyal ve kültürel alanda
gerçekleştirdiği politika ve yaklaşımların 1946 yılına
kadar olan kısmı ve sonrasını iki ayrı ana kategori olarak
değerlendirmek gerekir:
1. 1946 yılına kadar, halkı pek dikkate almayan, II.
Dünya Savaşı’nın doğrudan ve dolaylı etkileriyle
şekillenen uygulamalar sonucu devlet,
cumhuriyeti, ilke ve inkılapları devam ettirmek
amacıyla, halka ulaşmak, ona rejimi anlatmak
için kurduğu “Halkevleri”nde her şeyi kontrol
eden kuşkucu ve sakınmacı bir anlayışla hareket
etmiştir. 1940 yılında yapılan düzenlemeyle
inkılabın ruhuna uymayan dini içerikli yayınlar
dâhil her şey yasaklanmıştır. Bu düzenlemeye
uygun olarak 1942’de gazetelere müdahale
edilmiştir. Aynı yıl ekmek karneye bağlanmış,
yetersiz beslenmeyle ilgili olarak ortaya çıkan
çiçek, tifüs gibi salgın hastalıklar dönemin
karikatür dergilerine konu olmuştur (S: 247,
Fotoğraf 8.2). Eğitim alanında en önemli gelişme
Köy Enstitüleri’dir. İsmet İnönü himayesinde
Milli Eğitim Bakanı (Maarif Vekili) Hasan Ali
Yücel yönlendirmesiyle ve İlk Öğretim Müdürü
İsmail Hakkı Tonguç yönetiminde, % 80’ni
köylerde yaşayan nüfus yapısının gereği olarak
düşünülen “köy enstitüleri”yle hem tarımın
bilimsel yöntemlerle yapılmasını hem de
köylünün eğitilmesini amaçlıyordu (S: 246,
Fotoğraf 8.1). Köy enstitülerinin kurulmasının bir
diğer amacı da köyden kente göçün engellenmek
istenmesidir. Uygulanan tarım ve ticaretteki
politikalarla enflasyon (1938-43 arasında tüketim
malları beş kat artar) süreç içinde kırsal kesimin
hükümetten ve CHP’den uzaklaşmasının nedeni
olmuştur. Şehirler ise görece daha rahat
yaşamıştır.
2. 1946 yılından sonra ise, halkın ilgi ve beğenisini
dikkate alan uygulamalar. Savaşın sonunda
oluşturulan yeni düzende, tek parti yönetiminin
“halk için halka rağmen” halkçılığı yerine, “halk
için halkla beraber” anlayışına dönüşmüştür.
1947 kongresinde laiklik ve inkılapçılık
ilkelerinde gevşemeler oluşmuştur. Demokrat
Parti’nin 1946 yılında kurulmasında altı ay sonra
yapılan seçimlerde gösterdiği büyük başarı,
devlet politikalarında halkın yaşayışına ilişkin
uygulamaların gözden geçirilmesini zorunlu
kılmıştır. 1947 kurultayından sonra padişah
türbelerinin açılması, imam-hatip yetiştirmek için
kursların açılması ve ilahiyat fakültelerini
kurulması, diyanet mensuplarının maaşlarına zam
yapılması gibi düzenlemeler gerçekleşmiştir. Tek
parti hükümetlerinin son başbakanı Şemsettin
Günaltay döneminde demokratikleşme ve dini
konularda yeni uygulamalar görülür. İlkokul 4.
ve 5. sınıflarına din dersi açılması bu dönemin
uygulamaları arasındadır.
1945’te Milli Kalkınma Partisi ile başlayan çok partili
hayat 1946’da Türkiye Sosyalist Partisi, Sosyal Adalet
Partisi, Liberal Demokrat Parti, Çiftçi ve Köylü Partisi,
İslam Koruma Partisi, Yurt Görev Partisi, İdealist Parti,
Türk Muhafazakâr Partisi gibi çeşitli ideolojik
yaklaşımların temsilcisi partilerle fikir ve siyaset alanı
zenginleşmiştir.

Demokrat Parti Döneminde Sosyal ve Kültürel
Alanda Tartışmalar/Gelişmeler
Demokrat Parti döneminde okullarda din dersinin zorunlu
hale getirilmesine karşın, Arapçanın öğrenilmesi, yeni din
dersleri konulması ve imam hatip okullarının açılması gibi
istekler reddedilmiştir. Bu süreçte çok sayıda Atatürk
heykeli saldırısı sonucunda “Atatürk’ü Koruma Kanunu”
çıkartılmıştır. Diğer gelişmeler aşağıdaki gibi sıralanabilir;
• Ezanın yeniden Arapça okunması
• Dini dergi ve gazete yayınlarında artış ve
bazılarının kapatılması
• Diyanet İşleri Başkanlığının da katkılarıyla
komünizm aleyhtarlığı
• Halkevleri ve Köy Enstitüleri’nin solcu ve
CHP’nin denetinde olduğu gerekçesiyle
kapatılması
• Genel af ve hafta sonu tatilinin yasallaşması,
• Vaat edilmesine karşın sendikalı işçilere grev
hakkının verilmemesi ve grev girişimlerinin çok
sert biçimde bastırılması ve sendikaların
kapatılması

1960-1980 Dönemi Sosyal ve Kültürel
Tartışmalar/Gelişmeleri
1960 askeri müdahalesinden sonra, Milli Birlik Komitesi
(MBK) ve Demokrat Parti dönemi muhalefetinin esas
söylemi “dinin siyasete alet edilmemesi” olmuştur. Bunu
için Yüksek İslam Enstitüsü’nde reformlar yaparak dini
eğitimin yanında sosyoloji, iktisat, ekonomi ve medeni
hukuk derslerinin eklenmesini sağlamıştır. Kuran’ın
Türkçeleştirilmesi konusunda çalışmalar yapılmıştır.
9 Temmuz 1961’de kabul edilen yeni anayasa ile devlet
demokratik, laik sosyal bir hukuk devleti olarak kabul
edilmiştir. Kuvvetler ayrılığı ilkesiyle yasama görevi
Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu’na
verilir. Temel hak ve hürriyetler konusunda anayasada
ayrıntılı ifadeler yer aşmıştır ve buna uygun olarak
Anayasa Mahkemesi kurulmuştur. Kanunla düzenlenmek
üzere işçilere sendikalaşma ve grev hakları verildi. Ücretli
hafta sonu ve bayram tatili hakkının yanı sıra yine ücretli
yıllık izin hakkının kanunla düzenlenmesi anayasada yer
aldı.
İkici İnönü hükümeti din eğitiminde yeniden
yapılanmalara gidilir. Suat Sabri Ürgüplü Hükümeti ise İmam Hatip Okulu mezunlarının ilkokul öğretmeni
olmalarının önünü açar. Laikliğin dini yok ettiğine ilişkin
toplantılar yapılır. Bu gelişmelerle bağlantılı olarak
1966’da Alevi partisi olarak tanımlanan “Birlik Partisi”
kurulur. Bu süreçte sol içerikli yayınlar ve çeviri yapanlar,
hükümet tarafından hapse atılmıştır. Muhalefet, hükümetin
mali ve iktisadi konularda olumsuz görünümünü
değiştirmek için “komünizm belası” yaratığı suçlamaları
yapmıştır. Dini konularda ayrıştırıcı politikalar Elbistan’da
Şii vatandaşların düzenlediği Ehlibeyt Gecesi’nde SünniŞii
çatışması yaşanır. Osmaniye’de de Kur’an yakıldığı
söylentileri üzerine olaylar çıkmıştır. Tartışma ve çatışma
ortamı içinde, bundan sonraki yaklaşımlar ve gelişmeler
aşağıdaki açıklamalı başlıklar halinde verilebilir:
1. B. Ecevit sağ-sol çatışmalarında kullanılan din
motifinin dinle bağlantılı olmadığını söyler. Ona
göre, yabancıların ekonomik çıkarları
doğrultusunda din kullanılmaktadır.
2. Cumhurbaşkanı C. Sunay, gericilerin ülkeye
hâkimiyetinin milleti geriye götüreceği, diğer
yandan aşırı solla birlikte ülke, karanlık dikta
rejimine ve ülkenin bağımsızlığının tehlikeye
gireceğini söyler.
3. Türkiye İşçi Partisi sendikalara ilişkin yankı
bulan çalışmalar yapar. Zonguldak maden
işçilerinin grevi bu ortamda yapılır ve Türkiye
İşçi Sendikaları Konfederasyonu ve hükümet
grevi kanunsuz ve komünist eylem olarak ilan
eder.
4. Grev girişimlerine polis yerine askerler müdahale
eder.
5. Öğrenciler devrimci, ülkücü ve akıncı olarak
gruplara ayrılmıştır.
6. 1970’li yıllarda endüstri, teknik ve meslek
liselerine önem verilse de, bilhassa 1978-80
yılları arası birkaç aylık eğitimlerle öğretmen
yetiştirilmesi, eğitimin gündelik-dönemlik
siyasete alet edilmiştir.
7. 24 Temmuz 1963’de yürürlüğe giren Toplu İş
Sözleşmesi, Grev, Lokavt ve Sendikalar Kanunu
1970 muhtırasıyla askıya alınır.
8. 1974 koalisyonu genel af, vergi barışı, eğitimde
fırsat eşitliği, gelir dağılımı eşitliği gibi konuları
gündemine alır. Aynı yıl 20 Temmuzda Kıbrıs
Çıkartması yapılır. Kıbrıs müdahalesinden sonra
uluslararası tecrit ekonomik durumun daha da
kötüye gitmesine neden olur.
9. Aralık 1961’den 30 Haziran 1967’ye kadar
haftalık olarak çıkan Yön Dergisi dönemin siyasi
fikir hayatını etkilemiştir.
10. Türkiye İşçi Partisi, hükümetlerin bölgecilik
yaptıklarını ve doğunun gelişmemesini dikkate
çekiyordu. Adalet Partisi ağırlıklı koalisyonlarda
141. ve 142. ceza kanunu maddelerinin
komünizm, Kürtçülük ve ırkçılık kontrol altında
tutan maddeler olduğunu savunuyordu.

1980-2000 Dönemi Sosyal ve Kültürel
Tartışmalar/Gelişmeler
1980 müdahalesinden sonra asayişin belli oranda
sağlanmış olması dahi memnuniyet yarattığı iddia edilir.
Anavatan Partisi ve sonrasındaki koalisyon hükûmetleri
toplumsal barışa vurgular yapsa da, sıkıntılar
giderilmemiştir. Ordu yönetiminin âdeta on yılda bir darbe
yapabileceği kanısı her çevrede hâkimdir. Darbeler
modern, postmodern, e-muhtıra şekillerinde de olsa bir
gelenek hâlini almıştır. Yüzyılın sonunda gerek ordu –
siyaset gerekse kurumlar arası ilişkiler gelişen görsel ve
yazılı iletişim kanalları sayesinde şeffaflaşmaya
başlamıştır. Bu ortam içinde kültür alanındaki gelişmeler
ana hatlarıyla şöyledir:
Radyo: Türkiye’nin sosyal ve kültürel yaşamını etkileyen
gelişmeler içerisinde en etkili olanı şüphesiz 1990’lı
yıllarda hızla gelişen radyo ve televizyon olayıdır. İstanbul
Radyosu 1927’de İstanbul Sirkeci’deki Büyük Postane’nin
bodrum katında yayına başlarken, Ankara Radyosu da
aynı yıl Ankara’da da Ulus’ta kurulan bir stüdyoda hizmet
girmişti. Ankara Radyosu 29 Ekim 1938’de verici ve
stüdyo imkânları ile İstanbul Radyosunu ikinci plana
itmişti. İzmir’de Belediyenin kurduğu İzmir Radyosu da
1948’de yayın hayatına başlamıştır. Radyo’nun
Türkiye’de nüfusun yarısına yakınına ulaşabilmesi 1960’lı
yıllarda olmuştur ki günlük yayın süresi 12-13 saat
civarındaydı.
Matbuat Umum Müdürlüğü, Basın Yayın Genel
Müdürlüğü gibi yapılar içinde çalışmalarını sürdüren
Radyo, 1961 Anayasası ile tarafsız ve özerk statü
kazanmıştı. 1 Mayıs 1964’te yürürlüğe giren TRT yasası
ile büyük bir atılım yapmıştır. Öyle ki bu tarihte iki
milyon olan alıcı sayısı %150 artarak 1980’de 4.5 milyona
ulaşmıştır. 1982 Anayasası’ndan sonra yeni düzenlemeler
ile yapısı geliştirilen ve bir üst kurul ile desteklenen TRT
1984’te canlı yayın yapmaya başlamış 1985’ten itibaren
bilhassa müzik programlarının canlı yayınına ağırlık
vermiştir. Bu yıllarda kanunen tek müessese olmasına
karşın özel radyo ve televizyonların da birer birer yayın
hayatına girdikleri görülmüştür. 1994 yılında radyo
sayısının 500’ü geçtiği söylenir.
Televizyon: Televizyon yazılı basından da daha etkili
biçimde toplumu etkileyen araç olmuştur. 31 Ocak
1968’de deneme yayınına başlayan TRT Televizyonu,
yayına haftada 3 gün, üçer saat olarak başladı ve 1 yıl
sonra haftada 4 güne çıktı. 1970’de İzmir Televizyonu,
ardından 1971’de İstanbul Televizyonu faaliyete geçti.
1973’de ise Türkiye Cumhuriyeti’nin 2. Cumhurbaşkanı
İsmet İnönü’nün cenaze töreni naklen yayınlandı. 20
Temmuz 1974’te başlayan Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan tüm
Türkiye ve Avrupa TRT yayınlarıyla haberdar oldu.
Eurovision Şarkı ve Beste Yarışması’na Türkiye, ilk kez
1975’de TRT’nin organizasyonuyla girdi. Süreç içinde
TRT bünyesinde çok sayıda kanal açılmış ve uydu
aracılığı ile sadece Türkiye’de değil Orta Avrupa’dan OrtaAsya’ya kadar yayılan coğrafyada Türk kanalları
izlenebilir duruma gelmiştir.
Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde Türkiye
dışından yapılan TV yayınları başlaması önemli bir dönüm
noktası olmuştur. 1990 itibarıyla özel kanalların da
devreye girmesiyle siyaset, ekonomi (reklam) kültür
hayatında son derece etkili ve kârlı bir güç hâline gelen
televizyonculuk, gazete ve holding sahiplerinin de büyük
ilgi duyduğu bir alan oldu. 8 Temmuz 1993
düzenlemesiyle radyo ve televizyon yayınında devlet
tekeli kaldırıldı. 13 Nisan 1994 tarihinde çıkarılan 3984
sayılı yasa ile bütün yayın alanını kontrol etmek üzere
Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) oluşturularak
sektörün çalışmalarına bir standart getirilmek amaçlandı.
Mimarlık: Mimarlık alanında dışa açılma 70’li yıllarda
başlamıştır. Ekonomik durgunluğun da bir ölçüde
zorladığı bu dışa açılma, Türkiye inşaat sektörünün Libya,
Irak vb. petrol ülkelerindeki yatırım taleplerinin
değerlendirmeleri sonunda büyük başarı ortaya koydukları
bir hizmet alanı olmuştur. Cumhuriyetin ellinci yılında 29
Ekim 1973’te açılışı yapılan Boğaziçi Köprüsü üç yıllık
inşa sürecinden sonra iki kıtayı birbirine bağlarken
köprünün proje aşamasında Türk firmalar katkı
sağlamıştır. Turizm sektörü için yapılan binalar, yurtdışı
restorasyon ve yeni binaların yapımında inşaat sektörünün
başarıları kayda değer başarılardır.
Müzecilik: Taşınmaz kültür varlıkları ile ilgili kanun 1906
tarihli Asar-ı Atika (eski eserler) nizamnamesi ile 1973
yılına kadar devam etmiştir. 1951’de Anıtlar Yüksek
Kurulu ve Taşınmaz Eski Eserler Kurulu oluşturulmuştur.
Bu kurul vasıtasıyla mimari ve tarihî anıtların koruma,
bakım ve onarım işleri düzenlenmiştir. 1935 sonrası
yapılan arkeolojik kazıların buluntuları il arkeoloji
müzelerinde sergilenmektedir. Türklerin Anadolu’daki
tarihî ve kültürel mirasın sahibi olduğunu göstermeyi
amaçlayan tarih anlayışının bir neticesi olarak eserler bu
müzelerde sergilenmektedir.
Müzik: 1960-80 arası dönemde gittikçe hızlanan köyden
kente ve özellikle büyük kentlere göçün ortaya çıkardığı
ekonomik ve sosyal sorunlarla düşünce ve entelektüel
düzey sorunlu hale gelmiştir. Müzik alanında umutsuzluğu
ve çaresizliği konu edinen arabesk müzik bu dönemde
yaygınlaşır. 70 yıllarda pop, folk, rap gibi müzik türlerinin
geniş kitleler tarafından sevilir. Arabesk müzikte Orhan
Gencebay çok önemli isim olmuştur. “Türk müziğinde
serbest çalışmalar” olarak nitelediği şarkılarından bilhassa
70’li yıllarda (Batsın bu dünya, Bir teselli ver vb.)
toplumun psikolojisini musikisi ile yansıttığı bir kabul
edilir.
Arabesk ve pop müziğin yoğun rağbet görmesi devlet
eliyle Türk Musikisi Devlet Konservatuarı gibi kurumlarla
sanat müziğinin geliştirilmesi amaçlanır. Resmî müzik
topluluklarının ilki olan İstanbul’daki Devlet Klasik Türk
Müziği Korosu Prof. Nevzad Atlığ ile Tarihçi ve
Müzikolog Yılmaz Öztuna tarafından 1975 yılında
kuruldu. Bu koro 2000’li yıllarda “Cumhurbaşkanlığı
Klasik Türk Müziği Korosu”na dönüştürülecektir.
Resim: Tek partili dönemde sanatçıları ülke insanı ve yurt
köşeleri hakkında çalışmalara özendiren resim heykel
sergileri 1939’dan itibaren gelenekselleştirilmiştir. Resmî
kuruluşlar koleksiyonlarını oluşturduğu bu sergilere Türk
sanatçıların katılımı teşvik edilmiştir. 1939’dan sonra
başlayan yurt sergileri sanatçıların ülke ile
bütünleşmelerini sağlamada katkı vermiş, eserler parti ve
halkevleri tarafından satın alınmıştır. Resim satın almak
1970’lere kadar tek başına devletin gerçekleştirdiği bir
görev gibi algılanmıştır. Bu tarihten sonra bankalar ve
büyük şirketlerin ve mali durumu belli bir düzeyin üstünde
olan kesimde koleksiyoncu olarak ortaya çıkmaya
başlamıştır. Uluslararası İstanbul Bienalleri Türk
sanatçılarının eserlerinin koleksiyonlarda yer almasında
önemli bir rol oynamıştır.
Tiyatro: 1949’da kurulan Devlet Tiyatroları Genel
Müdürlüğünün 1980’li yıllara kadar yerli yazarları teşvik
etme ve millî edebiyatı zenginleştirme yetersiz kaldığı için
eleştirilmiştir. Tiyatro alanında sahnelenen yerli eserlerin
azlığı, Devlet Operasında Belediye Tiyatroları ve Devlet
Konservatuarlarında da görülür. Tiyatroda ülkenin siyasi,
sosyal ve toplumsal gelişimine göre şekillenmiş ancak
ekonomik olarak kendi ayakları üzerinde duramamış ve
ödenek yardımına ihtiyaç duymuştur. Melih Cevdet
Anday, Cahit Atay, Orhan Asena, Refik Erduran, Recep
Bilginer, Turgut Özakman, Aziz Nesin, Tarık Buğra gibi
tarihî ve siyasi konuları, devlet-toplum ilişkileri ve
toplumsal sorunları işleyen yazarların eserlerine sıklıkla
yer verilmiştir. Tiyatro için en önemli gelişmelerden birisi
de 1982 yılında özel tiyatrolara devlet desteğinin
başlatılması olmuştur.
Sinema: Yirminci yüzyılın son çeyreğinde Türk sineması
siyasi ve toplumsal meseleler kadar seks ve komedi
tarzında ürünler vermiştir. Geniş kitlelere ulaştığı 1960-
1970’lerdeki seyirci sayısını 2000’li yıllara kadar bir daha
yakalayamadı. 1990’larda çekilen filmlerin bir kısmı mali
yetersizlik ve salon yokluğundan gösterime girme şansını
bulamamıştır. Salon sıkıntısının yanı sıra Amerika ve
Avrupa ile neredeyse aynı anda vizyona giren filmlerin
Türkiye gösterime girmesi salon sıkıntısını arttırmıştır.
2000’li yıllarda yerli sanatçıların ve firmaların filmleri de
son derece önemli izleyici sayısı ile topluma ulaşma
konusundaki sıkıntıların aşıldığını göstermektedir.
Sağlık: Türkiye’de bölgeler arası nitelikli iş gücü
dağılımının hiçbir zaman istenen seviyeye çıkmadığı
eğitim, sağlık gibi temel sektörlerin sanayileşmiş
bölgelerde yığıldığı bilinmektedir. Bu dönemde sağlık
hizmetlerinde de Sosyal Sigortalar Kurumunun yetersiz
kalması sebebiyle özel sektörle sorunun aşılması
düşünülmüş ve özel sağlık sigortası uygulamaları teşvik
edilmiştir. Bununla birlikte devletin bu sektöre sağladığı
destek ile insan gücü açısından 1980-1995 arasında
gelişmiştir. Toplam sağlık personeli sayısı %155 artarken
ağırlık pratisyen hekim ve sağlık memurlarının sayısında olmuştur. Aynı dönemde sosyal güvenlik kapsamına dâhil
edilen nüfus %130 oranında artmıştır. Bu süreçte
bölgelerarası farklılık %50 azalır. Türkiye hemen her
bölgesinde son derece modern görüntüleme cihazlarının
bulunduğu sağlık merkezleri ile hemen her şehirde açılmış
olan üniversitelerin hastaneleriyle vatandaşa sağlık
hizmeti götürme standardını giderek yükseltmektedir.
Tarım ve Sanayi: Cumhuriyetin başlarında nüfusun
%75’inin tarım alanında çalıştığı ve ihracatın %85’inin
tarımsal üründen oluştuğu durumdan, sanayi ve hizmet
sektörlerinin devamlı büyümesiyle gayrisafi millî hâsıla
içinde tarıma bağlı pay 1960’larda %38, 1990’larda %14
kadar gerilemiştir. Türkiye’de imalat sanayi ülke
genelinde küçük ölçekli olmuştur. 25 kişiden az çalışanı
olan iş yeri sayısı toplamın %95’ini oluştururken sağladığı
katma değer toplamın %13’ünü geçememektedir. Büyük iş
yerleri %87’lik bir katkı sağlamaktadır. Sanayi alanında
önceliği kimya, makine, gıda ve dokuma, giyim, ayakkabı,
deri üretimi sektörleri almaktadır. Dönemin öne çıkan
özelliği devletin küçültülmesi ve başta imalat sanayi
olmak üzere ekonomik hayattaki yerinin azaltılması
olmuştur. Anılan 90’lı yıllar ihracatında sanayi mallarının
yeri hızla artmasına karşın ürün kalemlerinde gereken
çeşitliliğin sağlanamadığı eleştirileri yapılmaktadır.
Teknolojik Araştırma Geliştirme: Yirminci ve yirmi
birinci yüzyılda gelişmenin en önemli göstergesi bilim ve
teknoloji alanındaki yeniliklerle rekabet gücünü
geliştirmek olmuştur. Bilgi üretimi en yüksek istihdam ve
katma değer artışı sağlayan sektördür. Ancak Osmanlı son
döneminden itibaren devam eden ithal-ikameci anlayış
dolayısıyla Türkiye ekonomisi bu sahaya kaynak ayırmak
ve önem vermek gibi bir yaklaşıma ancak yüzyılın
sonlarında ulaşabilecektir. OECD ülkeleri arasında
sonuncu olan Türkiye’nin 1990 itibarıyla Ar-Ge
harcamalarının gayrisafi millî hâsılaya oranının
uluslararası sıralamada ölçeğin alt sınırına gelememiş
olması dikkat çekicidir. Son on yılda bölgede araştırmageliştirme
faaliyetlerine en çok bütçe ayıran devlet hâline
gelen Türkiye’nin bu sahadaki öncü kurumu TÜBİTAK
olmuştur.
Dünyanın gelişmiş ülkelerinde Ar-Ge harcamalarında özel
sektörün %70, kamunun %30 payı vardır. Özel ve kamu
sektörü dengesinin Türkiye’de tam tersidir.
İnternetin yaygınlaşması: 20. yüzyılın ikinci yarısı
bilgisayarların insan hayatına girdiği ve her geçen gün
etkin hâle geldiği bir döneme işaret etmektedir.
Bilgisayarların gelişmesine paralel olarak internet ile
haberleşme sistemleri dünyanın her yerinde olan bitenden
insanların bilgi sahibi olmasına imkân sağlamaktadır. Bu
yöntem kamuoyu oluşturmak ve kitleleri mobilize etmek
için de kullanılabilmektedir. Türk Dil Kurumunun Genel
Ağ olarak tanımladığı internete Türkiye 1993 yılında
bağlanmıştır. Üniversiteler de TÜBİTAK’a bağlı bir
teknoloji birimi olan Ulusal Akademik Ağ ve Bilgi
Merkezi (ULAKBİM) üzerinden uluslararası bilgi
kaynaklarına ulaşmaktadırlar.
1980’de yaklaşık 45 milyon olan ülke nüfusunun 75
milyona ulaştığı günümüzde dünya ortalamalarına göre
hızla artan temel ihtiyaçların planlı bir şekilde
karşılanamamasından doğan sosyal, ekonomik, kültürel ve
politik sorunların en üst düzeye ulaştığı bir dönemi
kapsamaktadır. Hemen her iktidar döneminde ağırlıklı
olarak yeni kadrolar açılarak devlet memuru sayısını
ihtiyacın birkaç misline çıkarılmasına karşın yeterli iş
sahaları ve üretim sektörüne yeterli kaynak ve eleman
aktaramamaktan kaynaklanan sıkıntılar kitleleri
ümitsizliğe sevk edecek boyutlara erişmiştir.
Üniversite sayısının her ile en az bir tane olacak şekilde
çoğaltılması öğretim elemanı eksikliğinin giderilememesi
yüksek eğitim kurumlarının ve YÖK’ün yeniden
yapılandırılması ihtiyacını ortaya çıkardı. 2000’li yılların
kaderini bu konuda yapılacak çalışmaların başarısı
belirleyecektir. Türkiye son dönemde izlediği siyaset ile
tarihî, kültürel ve dinî bağları bulunan coğrafyadaki
ülkelerle yakınlaştı. Bu yakınlaşmanın ortaya çıkardığı
ihtiyaçları karşılayacak donanıma sahip kadroların
oluşturulmasında önceki yılların ihmali giderilmeye
çalışılmaktadır.
__________________
O (cc)’NA SIĞINMAK AYRICALIKTIR
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Atatürk İlkeleri ve Inkilap Tarihi II 2018 Yeni Özetler/MEDİNEWEB nurşen35 İnkilap Tarihi 2 8 22 Şubat 2019 21:43
Atatürk İlkeleri ve Inkılap Tarihi II Ders Özetleri nurşen35 İnkilap Tarihi 2 3 21 Ekim 2017 23:47
Atatürk İlkeleri ve Inkılap Tarihi II - 2016 Güz Dönemi Ara Sınavı nurşen35 İnkilap Tarihi 2 1 18 Temmuz 2016 04:23
Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi II -2015-16 bahar d. ara sınavı alperkara İnkilap Tarihi 2 3 20 Mayıs 2016 19:07
Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi I Deneme Soru ve Cevaplar nurşen35 İnkilap Tarihi 1 2 15 Kasım 2015 03:24

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.