|
Konu Kimliği: Konu Sahibi nurşen35,Açılış Tarihi: 12 Nisan 2018 (20:11), Konuya Son Cevap : 12 Nisan 2018 (20:19). Konuya 7 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
12 Nisan 2018, 20:11 | Mesaj No:1 |
Durumu: Medine No : 38944 Üyelik T.:
09 Şubat 2014 | Atatürk İlkeleri ve Inkilap Tarihi II Tüm Özetler Atatürk İlkeleri ve Inkilap Tarihi II Tüm Özetler ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ-II Ünite 1: Yeniden Yapılanma Dönemi 1 Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Türkiye’nin Genel Görünümü Nüfus: 1927 verilerine göre, Türkiye’nin nüfusu 6.563.879’u erkek, 7.084.391 kadın olmak üzere toplamda 13.648.270 kişiydi ve bunun %24.2’si şehirde, %75.8 ise köyde yaşamaktaydı. Sağlık: 1928 verilerine göre Türkiye’de 1.078’i doktor, 130’u hemşire, 1.059’u memur ve 377’si ebe olmak üzere toplamda 2.644 sağlık çalışanı vardı ve özellikle doktor sayısı nüfusa orantılandığında her 12.661 kişiye bir tane düşmekteydi. Tüm bu veriler dönem itibariyle sağlık hizmetleri konusundaki yetersizliği açıkça ortaya koymaktadır. Eğitim: • İlköğretim: 1923-1924 verilerine göre, Türkiye’de 341.941 öğrenci, 10.238 de öğretmeni olan toplam 4.894 ilkokul vardı. Toplam nüfusa nispetle bu rakamlar dönem itibariyle okuryazar oranın ancak %6 ile %10 arasında olduğunu göstermektedir. • Ortaöğretim: 1923-1924 senesi itibariyle ülke genelinde 796 öğretmen ve 5.905 öğrenciyle faaliyet gösteren toplam 72 ortaokul vardı. • Lise: Aynı yıllarda 513 öğretmen ve 1.241 öğrencisiyle toplam 23 lise vardı. • Yüksek Öğretim: Osmanlı Devleti yıkıldığında Türkiye’de, 2.914 öğrencinin öğrenim gördüğü ve 307 öğretim elemanının çalıştığı yalnız 9 fakülte ve yüksekokul mevcuttu. • Mesleki ve Teknik Eğitim: 1923-1924 yılı eğitim-öğretim verilerine göre 583 öğretmen ve 6.547 öğrenciyle faaliyet gösteren toplam 64 teknik okul vardı. Okul, öğrenci ve öğretmene ilişkin tüm bu rakamlar, 1937-38 eğitim-öğretim yılına değin genel olarak artan bir çizgide seyretmiş ve 1939 yılına gelindiğinde 1924’de %6 ile %10 arasında olan okuryazar oranı %24.5’e yükselmiştir. Bununla birlikte 1923-1924 öğretim yılında 341.941 olan toplam öğrenci sayısının 62.954’le yalnız %18’ini oluşturan kızların eğitim-öğretime katılımı artırılarak bu oran, 1940-1941 yılı verilerine göre, %30.8’e yükseltilmiştir. Tarım Cumhuriyet Türkiye’si büyük çoğunluğu çiftçilerden oluşan bir toplum devralmıştır. 1927 verilerine göre ülke yüz ölçümünün %4.86’sını kapsayan 43.637.727 dönümlük bir alanda, nüfusun %67.7’si tarımla uğraşmakta ve ektikleri toprakların %89.5’inden tahıl, %3.9’undan baklagil, %6.6’sından ise sınai bitkiler elde etmekteydiler. Bu rakamlar, mübadil, muhacir, mülteci ve ihtiyaç sahipleri gibi meselelerdeki hareketliliğe bağlı olarak her geçen gün artmış ve 1950’lili yıllara gelindiğinde ülke, nüfusunun %81.5’i köylülerden oluşan bir görünüm kazanmıştır. Ulaşım Cumhuriyet hükümeti, 1923 yılı verilerine göre, Osmanlı Devleti’nden devraldığı hat uzunluğu 3.756 km, tren kilometresi ise 1.427.000 km olan demir yolu ağını 1938 yılına kadar yarattığı 7.148 km hat uzunluğu ve 15.598.000 km tren kilometresiyle %100 artırmıştır. 1923’te 2.500 km olan karayollarını ise 21.575 km uzunluğa eriştirmiştir. Ekonomik Durum Türkiye Cumhuriyeti, ithalatı 497.000, buna karşı ihracatı 368.000 ton ve kişi başına düşen geliri yalnız 75.7 TL olan güçsüz bir ekonomiyi miras almış fakat bunu dünya genelindeki büyük ve küçük ölçekli yerel krizler gibi olumsuzluklara rağmen ilk on beş yıl içerisinde %100’lük artışlarla belirli bir seviyeye getirmiştir. Zira idarenin temel prensipleri arasında elde edilen askeri ve siyasi başarıyı ekonomik ilerlemeyle taçlandırıp daim kılmak başı çekmekteydi. İdari Düzenlemeler Devlet Millet Birlikteliği İçin İlk Adımlar Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin içine düştüğü sıkıntıyı yine ancak ona başvurarak savuşturabileceğinin bilincinde olarak, henüz savaş yıllarında, halk-devlet birliğini sağlamak adına bir takım düzenlemeler yapmak için kolları sıvadı. Ekonomik Düzenlemeler Bu noktada, Afyon’dan itibaren yakılıp yıkılmış köylerdeki halkın yemeklik ve tohumluk benzeri temel ihtiyaçlarının giderilmesine yönelik sosyal yardım komisyonlarının kurulması gibi halkın ihtiyaç ve gereksinimlerini yine halkın karşılamasını sağlayan bir dizi sistem geliştirildi. İdari Düzenlemeler İdari noktada, devlet ilk olarak Milli Mücadele aleyhinde tavır almamış ve görev yerleri düşman işgaline uğrayıp da onunla işbirliği yapmamış memurlarının mağduriyetlerini gidermeye yönelik bir tavır takınarak elinden geldiği ölçüde yetişmiş insan kaynağını korumaya çalışmıştır. Aynı zamanda savaş döneminde haksızlığa uğrayan bürokratlarının da mağduriyetlerini gidermeye çalışmış, örneğin tehcir suçundan dolayı mahkemeleri sürenlerin serbest yargılanmalarını sağlamış ve İtilaf devletlerinin baskısıyla idam edilen Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’e iade-i itibar edilerek çocukları maaşa bağlanmıştır. Bununla birlikte Milli Mücadele saflarında yer alan hiçbir askerin barış zamanına geçişte maddi-manevi herhangi bir kayba uğramasını önlemeye yönelik tedbirler alınmış, diğer taraftan meclis pasaport ve tabu kaydı gibi evraklarda Osmanlıya ait ibareleri ülke ve milleti temsil eden ifadelerle değiştirerek söz söyleme yetkisinin kendisinde olduğunu ortaya koymuştur. Askeri Düzenlemeler Lozan Antlaşmasının hemen ardından ordunun barış durumuna geçirilmesi çalışmalarına başlanmış ve meclis 1 Kasım 1923’te seferberliği kaldırmıştır. Bu kararı, ordu karargâh bölgelerinin tayini, askeri idari mekanizmasının tertibi ve benzeri bir takım düzenlemeler takip etmiştir. Siyasi Düzenlemeler Saltanatın Kaldırılması Mudanya Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından mevcut durum saltanat ve hilafet makamlarının akıbetinin bir an önce netleştirilmesi zaruretini ortaya çıkarmıştı. Zira Osmanlı Devleti’nin son Sadrazamı Tevfik Paşa, TBMM’ye barış görüşmelerine birlikte gidilmesini teklif eden telgraflar gönderiyor ve meclisin İstanbul hükümeti aleyhtarlığının her geçen gün biraz daha alevlenmesine sebep oluyordu. Bu talebin, Türkiye’yi yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin temsil edebileceği ve hukuki ve meşru olmayan heyetlerin buna karışmaları halinde mesul olacakları şeklinde cevaplanması da durumu değiştirmedi ve Paşa, teklifinde ısrar ederek, konferansa her iki tarafında da çağrıldığını ve İstanbul hükümetinin gitmemesinin, İslam âleminin ilgilendiği tarihi kimliği yokluğa mahkûm etmek demek olacağını bildirdi. Bu ısrar, meclisteki saltanat aleyhtarlığını giderek artırarak Milli Mücadele’nin önde gelen şahsiyetlerinin gerekçelerini bir bir sıraladıkları sert tepkileri ve son tahlilde 1922’nin 1 Kasım günü, İstanbul’daki şahsi hâkimiyete dayalı hükümet şeklinin 16 Mart 1920 tarihi itibariyle kaldırılmasıyla karşılık buldu. Vahdettin’in İngiltere’ye sığınmasının, dolayısıyla hilafetten bilfiil feragat etmiş bulunmasının ardındansa meclis, 163 vekilinin 148’inin oyuyla Abdülmecid Efendi’yi halife seçti. Adım Adım Yeni Sisteme Geçiş Saltanat ile Hilafet makamlarının birbirinden ayrılarak saltanatın kaldırılıp yeni bir halifenin seçilmesinin ardından tabiatıyla Mustafa Kemal’in öngördüğü milli egemenliğe dayalı sisteme gidişte yeni bir engebe ortaya çıktı. Meclisin halifeye biat edilmesi gerektiğini savunan bazı vekilleri mevcut halde onu saltanat sıfatına sahip olmadan devletin sahibi ve başkanı sayıyorlardı. Hilafete ilişkin bu ve buna benzer düşüncelerini topladıkları “Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi” adlı kitapçıkta, bu noktada halkın da tereddütte düştüğünü, zira hilafetin hükümet demek olacağını iddia ediyorlardı. Bu yönde iddiaları barındıran bu kitapçığa, aynı şekilde, “Hilafet ve milli Hâkimiyet” adlı 30 kadar makaleden oluşan bir derleme kitapla karşılık verildi. İstanbul basınına da beyan ettiği gibi Mustafa Kemal, mevcut durumun şimdilik bir sorun teşkil etmediği ve meselenin kendine göre hal olduğu kanaatindeydi. Esasında bu, Paşa’nın uğrunda mücadele verdiği yeni rejim ve düzenlemeler için gerekli zeminin hazırlanışına yönelik bir manevra niteliğindeydi. Zira Mustafa Kemal, saltanatın kaldırılması sırasında yaşananlar ile hilafet meselesi yüzünden çıkan ihtilaflardan sonra hedeflediği köklü değişimleri bu kadroyla gerçekleştiremeyeceğini anlamış durumdaydı. Bu noktada o, yapacaklarını aşama aşama ve halk ile beraber yapma prensibiyle bir yandan onların ne istediklerini öğrenmeye bir yandan da onlara elde edilen başarının tek bir kişiye değil millete ait olduğunu, bu neticeye sahip çıkarak iradelerini hiç kimseye teslim etmemeleri gerektiğini anlatmaya çalıştı. Bununla birlikte kaldırılan saltanata herhangi bir şekilde geri dönüş olmamasının temini için meclisçe yeni ek bir kanunun çıkarılması yolunu tuttu. Seçmen ve milletvekili sayılarına ilişkin kanunun değiştirilmesi ve Müdafaa-yı Hukuk gurubunun Halk Fırkasına dönüştürüleceğinin beyanıyla da süreç hızlandırıldı. Yapılan seçimler sonucunda ikinci dönem meclisin neredeyse tamamı Müdafaa-i Hukuk listesinin adaylarından meydana geldi ki bu Türk milletinin Mustafa Kemal Paşa’ya olan güveninin en açık ve anlamlı göstergesiydi. Yeni meclis, İstanbul’un ordularca temsil alınması, Ankara’nın başkent ve 29 Ekim 1923’te idare şeklinin Cumhuriyet olduğunun ilanıyla ilk ve en önemli icraatlarını gerçekleştirdi. Tüm bu köklü değişimlerle beraber son tahlilde sıra hilafet makamına geldi. Halifeliğin Kaldırılması Saltanatın kaldırılmasıyla hukuki zeminini kaybeden, dolayısıyla “sözde” bir müessese olarak korunan hilafetin kaderi cumhuriyetin ilanından sonra artık tamamen halife ve taraftarlarının davranışlarına bağlıydı. Nitekim beklenen oluyor, meclisteki muhalifler Mustafa Kemal Paşa’nın “tarihi ve vicdani bir hatıra” olarak nitelediği bu makamın etrafında toplanıyor ve cumhuriyetin ilan edilmesi şekli ve süreciyle ilgili uygun bulmadıkları şeyleri dahi bu makam üzerinden eleştiriyorlardı. Milli Mücadele’nin önde gelen şahsiyetlerinden oluşan bu gurup, aynı zamanda, Halife Abdülmecid Efendi’nin de cumhuriyet idaresine karşı olumsuz bir tavır takınmasına neden olmaktalardı. Bu durum, özellikle de, Halifenin etrafına toplananlardan güç alarak yapılan inkılaplara karşı çıkması olasılığı Mustafa Kemal’i endişelendirmekteydi. Diğer taraftan başta İngiltere olmak üzere Müslüman sömürgeleri olan devletlerin gelişmeleri yakından takip ettikleri ve menfaatlerine doğrultusunda müdahale edilebilme imkânı araştırdıkları görülmekteydi. Bu mesele meclis içinde ve dışında tüm yönleriyle tartışıla dursun halifenin kaderini tavır, istek ve tutumlarıyla yine halifenin kendisi belirledi. Halife, Ankara basınında hakkında çıkan tenkit yazıları ile Ankara’dan gelen temsilci ve resmi heyetlerin kendisini ziyaret etmekten çekinmelerinden şikâyetçi oluyordu. Ancak daha da önemlisi halife, hilafet hazinesinin gücünün yetmediğini söylüyor ve mükellefiyetinin haricindeki masraflarını karşılamada hükümetin 15 Nisan 1923 tarihinde vaat ettiği bütçe artırımının yapılmasını istiyordu. Onun, resmi devlet teşkilatının önemli bir parçası olduğuna inandığını gösteren bu talebi, Mustafa Kemal Paşa için bardağı taşıran son damla oldu. Paşa, halifenin saltanatvari istek ve tutumlarından duyduğu endişeyi içerik itibariyle açık bir şikâyetname olan bir mektupla İsmet İnönü’ye bildirdi. Bu son hareketle kaçınılmaz sürece girilmiş olundu. Evvela 3 Mart 1924 tarihinde Şer’iye ve Evkaf ile Harbiye-i Umumiye Vekâletleri kaldırıldı. Bunu takiben de Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edildi. Sıra hilafetin ilgasına gelmişti. Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi ve 53 arkadaşı, “hilafetin mevcudiyetinin iç ve dış siyasette iki başlılık yarattığı, İstiklal ve milli hayatta ortak kabul etmeyen Türkiye’nin şeklen veya dolaylı yoldan bile olsa ikiliğe tahammülünün olmaması” gerekçeleriyle bu makamın ilgasını tartışmaya açtı. Birbirine zıt düşüncelerin ifade edildiği uzun bir tartışma faslının ardından nihayet hilafetin kaldırılmasına karar verildi.
__________________ O (cc)’NA SIĞINMAK AYRICALIKTIR |
Konu Sahibi nurşen35 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
Gündem Korona Aşısı | Gündem/ Manşetler | Esma_Nur | 6 | 1478 | 10 Aralık 2020 12:20 |
DHBT Muhteşem Özetler | DHBT-Hazırlık/Notlar/Özetler | nurşen35 | 4 | 2241 | 08 Aralık 2020 18:40 |
Kıssaları Hayatımıza Taşıyalım | Kıssalar-Hikayeler-Nasihatler | nurşen35 | 1 | 958 | 08 Aralık 2020 17:46 |
TENKİD | Serbest Kürsü | nurşen35 | 0 | 847 | 08 Aralık 2020 12:44 |
Vitir Namazını Niye Kılıyoruz Biliyor musunuz... | Namaz-Abdest-Teyemmüm | nurşen35 | 0 | 974 | 04 Aralık 2020 13:56 |
12 Nisan 2018, 20:12 | Mesaj No:2 |
Durumu: Medine No : 38944 Üyelik T.:
09 Şubat 2014 |
Ünite 2: Türkiye Cumhuriyeti’nde Temel Politikaların Ortaya Çıkışı (1923-1938 Dönemi) 1 Türkiye Cumhuriyeti’nin Şekillenmesi (1923-1938 Dönemi) Devletin ilk elli yılına yön ve şekil veren düzenlemeler, cumhuriyetin ilanını takiben, bu aralık yapılmıştır. Yeni Anayasa Rejimi: 1924 Anayasası 23 Nisan 1920’de fiilen kurulan Yeni Türk Devleti, Milli Mücadele’yi yürüttüğü esnada Osmanlı Kanun-ı Esasisinin maddelerini de yürürlükte sayan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu ilan etmişti. Değiştireceği sistemin kanunlarını da kendisininkine dâhil ederek açıkça bunun geçiş döneminin ihtiyacını karşılamaya yönelik, dolayısıyla geçici olduğuna işaret etmişti. Nitekim cumhuriyetin ilanı ve halifeliğin kaldırılmasından sonra kurulan yeni düzenin ihtiyaçlarına cevap verecek yeni bir anayasa ilan edildi. 20 Nisan 1924’te yürürlüğe giren bu anayasayla milli egemenlik, cumhuriyet, eşitlik ve insan hakları güvence altına alındı. 1923-1938 Dönemini Şekillendiren Sosyal ve Ekonomik Yaklaşımlar Atatürk, çeşitli konuşma ve demeçlerinde eski sistemin milletin ihtiyacını karşılayamayacak ölçüde bozulduğuna ve onu düzeltmek için uygulanan ıslah programlarının taklitten öteye geçemediğine sık sık vurgu yapmaktaydı. Dolayısıyla milletin maddi ve manevi kuvvetini artıracak köklü değişimlere başvurulması, bunların da evvela milletin ruhuna uygun olması gerektiğini dile getirmekteydi. Eğitim anlayışı: Milli Mücadele’nin ilk yıllarından beridir Atatürk önderliğinde hükümetin üzerinde en çok durduğu, hakkında en hassa olduğu ve en mühim vazife olarak üstlendiği konu eğitimdi. Öyle ki Kütahya hattında henüz savaş devam ediyorken maarif kongresi toplanmış, Osmanlı’dan devralınacak olan, her anlamda yetersiz eğitim düzeyinin iyileştirilmesine ilişkin görüşmelere başlanmıştı. Bu konu, yeni düzenin inşasıyla daha da önemli bir hal aldı, zira bunu benimseyip sürdürecek, koruyup kollayacak ve besleyecek yetişmiş insan gücünün yaratılması gerekmekteydi. Bu anlayışla ilköğretimin parasız, mecburi ve karma hale getirilmesi, eğitim kursları vasıtasıyla öğretmen ve okul sayısının artırılması, her kademede müfredatın zenginleştirilmesi, ticaret, sanat, din, sağlık, endüstri ve teknik alanlarda ara eleman yetiştirilmesine yönelik mesleki ve teknik liselerin geliştirilmesi ve çok sayıda öğrencinin yurt dışına gönderilmesi gibi birbirinin peşi sıra bir dizi düzenlemeye gidildi. Bunların yanında yeni idare yükseköğretime yönelik de bir dizi iyileştirici tedbire başvurdu. Zira ülkenin tek üniversitesi İstanbul Darülfünun’u, Milli Mücadele döneminde desteklediği meclis ve önde gelen liderleri karşında sosyal ve siyasal devrimler evresinde sessizliğe bürünmüş, ilmi ve idari yükümlülüklerini yerine getiremez olmuştu. Dolayısıyla 1932’de getirilen Prof. Albert Malche’ın hazırladığı rapor istikametin 1933 reformuyla kapatılarak yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu. 157 akademisyen kurumdan uzaklaşırken 42’si yabancı olmak üzere 180 kişilik yeni bir kadro ve bünyesinde birçok yeni araştırma merkezi oluşturuldu. Bu gelişmeyi müteakiben 1936’da Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kuruldu. Burası 1930’larda kurulmuş olan Ziraat ve Tabii İlimler Fakültesi’yle beraber Ankara Üniversitesinin temelini oluşturdu. Din anlayışı: Gelişmelerin kontrolden çıkmaması ve yapılan düzenlemelere karşı dinin suistimali yoluyla yaratılacak muhalefetin önünün alınması için hassasiyetle üzerinde durulan konulardan biri de dindi. Atatürk, klasik devlet yapısıyla beraber ona ait din, ordu, toplum ve idari konularındaki anlayışların da değişeceğini dile getirmekteydi ki onun bunlar hakkındaki görüşleri dört maddeyle özetlenebilir: 1. İslam dinini siyasetin bir parçası olmaktan kurtarmak gerekir. 2. Ordunun siyasetten ayrılması ilkesi cumhuriyet idaresinin devamlı dikkate aldığı ve alacağı bir esastır. 3. Toplum ihtiyaçlarının sürekli değişmesine paralel olarak kanunlar da değişmeli, yenilenmelidir. 4. Toplumun çimentosu olarak, fertleri birbirine bağlayan ortak değerin din ve mezhep yerine Türk milleti olması esasa bağlanmıştır. Saltanatın ardından cumhuriyet ilanı ve halifeliğin de kaldırılmasıyla büyük değişimin en önemli adımları atılmıştır. Dolayısıyla acilen eskiye dönülmesinin önünü alacak bir anlayış ve toplum yaratılmalıdır. Bunun dönemde; 1. Yeni adımların muhafazası için bir süreliğine muhalefete kontrollü bir şekilde izin verilebileceği görülmüştür. 2. Askeri zaferin, eğitim, iktisat ve kültür alanında yapılan yeniliklerle taçlandırılması hedeflenmiştir. 3. Bu önemli hedeflere en kısa sürede ulaşabilmek için meclis ve dinin kontrol edilip yönlendirilmesi lüzumlu görülmüştür. 4. Muhaliflerin din sömürüsüne karşı dini metinler ve ibadetin Türkçeleştirilerek insanların dinlerini anlamaları gerekliliğine işaret edilmiştir. 5. Hukuk anlayışının da inkılaplara göre değişmesi gerekliliği fark edilerek bu istikamette bir takım düzenlemelere gidilmiştir. İktisadi hayat anlayışı: Diğer alanlarda yapılan değişiklikler eninde sonunda düğümlendiği iktisadi hayatı da içine almıştır. Ekonomik bağımsızlık kazanılmadığı sürece savaş meydanında elde edilen kazanımın eksik kalacağı bilinciyle kollar sıvanmış, İzmir’de gerçekleştirilen Türkiye İktisat Kongresi’nde ülkenin takip edeceği ekonomik model tespit edilmeye çalışılmıştır. Burada ekonomik meselelerin yanında neredeyse son on yıldır varlığını hissettiren her türden probleme karşı çözüm önerileri sunulmuştur. Halka Gidiş veya Atatürk’ün Yurt Gezileri Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, bu dönemde ortaya konan devrim niteliğindeki iktisadi, sosyal, siyasi ve ekonomik değişimleri muhattabı olan halka bizzat anlatmak, benimsetmek ve özellikle de örnek olmak için ülkenin her yerine geziler düzenlemiştir. Bazı illere birkaç kez olmak üzere toplamı 170’i bulan seyahatlerinde Atatürk, temelde halka refah içinde yaşamanın yollarını ve büyük bir kazanım olan milli mücadelenin asıl sahiplerinin onlar olduğunu anlatmıştır. Bunun yanında bu gezilerin çok yönlü işlevleri olmuştur; • Yöneticiler ile halk kaynaşmış, böylece devlet halk bütünleşmesi sağlanmıştır. • Halkın sıkıntı ve beklentileri yerinde görülmüştür. • Halka, yöneticilerinin onlarla bir ve beraber olduğu gösterilmiştir. • Asıl muhatap dolayısıyla denetleyici ve egemenin halk olduğu gösterilmiştir. Siyasi İnkılaplara Karşı İlk Tepkiler Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın Kuruluşu Meclis’te gerek saltanat gerekse hilafetin kaldırılması sürecinde rahatsızlıklarını dile getiren bir kesim vardı. Söz konusu bu zümre meclisin ikinci dönem ikinci toplantı yılında pek çok konuda hükümeti zorlayacak düzeye gelmişti. Bu muhalefet 17 Kasım 1924 tarihinde Kazım Karabekir Paşa’nın başkanlığında Cumhuriyet Fırkası olarak resmileşti. Ali Fuat Cebesoy, Cafer Tayyar, Rauf Orbay, Adnan Adıvar ve Refet Bele gibi önemli simaların da kurucu üye olarak yer aldıkları partiye, Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan da 28 vekil katılmıştır. Her ne kadar partinin, amacının iktidar olmak değil, iktidarı denetlemek olduğunu söylemiş olsa da dini inanç ve düşüncelere hürmetkarlık belirtmesi ve mensuplarının din ve geleneksel cenahtan olmaları iktidarı endişelendirmiştir. Bu arada bir de Şeyh Sait İsyanının çıkması ve partinin Diyarbakır temsilcisinin isyanla ilişkisinin tespit edilmesi tedirginliği giderek artırmış, isyan bölgesindeki tüm şubeleri kapatılmıştır. 3 Haziran 1925’te ise Ankara İstiklal Mahkemesince Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılmıştır. Şeyh Sait İsyanı Şeyh Sait’in, Doğu Anadolu halkının hem dini hem de etnik hassasiyetini istismar ederek 13 Şubat 1925’te başlattığı isyan cumhuriyet idaresinin karşılaştığı ilk ciddi tehlikedir. Görünürde yeni idarenin İslam’dan uzaklaşıyor olması gibi dini kaygılar ve etnisiteye dayalı beklentilerden kaynaklanan isyan 3.ordu birliklerinin müdahale etmesini gerekecek boyutlara erişmiş, ancak sonunda başarıyla bastırılarak ele başları idam edilmiştir. İzmir Suikastı Gerek şahsi çekememezlik gerekse siyasi fikir ayrılıkları ittihatçı kökenli muhalifleri, siyasi yolla önünü kesemedikleri Atatürk’ü öldürme fikrine kadar götürmüş ve bunun için 14 Haziran 1926’da yapacağı İzmir seyahati esnasında tatbik edilecek bir suikast planı tasarlanmışlardı. Ancak gelişinin bir gün ertelenmesi üzerine bu teşebbüsten haberdar olunmuş ve buna ismi karışanların tamamı yargılanmıştır. Takrir-i Sukûn Kanunu ve Rejimi Şeyh Sait İsyanı sırasında, 4 Mart 1925’te çıkarılan bu kanun 1929 yılına kadar yürürlükte tutularak hükümetin, arzuladığı sosyal, siyasi ve ekonomik düzene yönelik yenilik ve değişimlerini muhalefet görmeksizin rahatça yapabilmesi olanağı sağlamıştır. Serbest Cumhuriyet Fırkası Olayı Mustafa Kemal’in yerleştirmeye çalıştığı esaslar arasında siyasi durumun öngörülen çok partili demokratik bir düzene kavuşturulması gerekliliği de vardı. Dolayısıyla mecliste yer alacak bir muhalefet partisinin halkın durumunu iyileştirmeye katkı sağlayabileceği düşüncesindeydi. Bu çerçevede, cumhuriyetin ilk başbakanlarından Ali Fethi Okyar’ın başkanlığında 12 Ağustos 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasını sağladı. Ancak demokrasi kültürü yönündeki beklentinin aksine Atatürk’ü arada bırakan veya hedefleyen kısır parti çekişmelerinin oluşup gelişimi akamete uğratması ve muhalefet partisinin amacını unutarak iktidara soyunması 17 Kasım 1930’da partinin feshine neden olmuştur. Menemen-Kubilay Olayı Bu, inkılapları anlamamış ve sindirememiş serseri takımından bir gurubun sözde şeriatın ihyası amacıyla Menemen’de tertipledikleri bir ayaklanma olarak, esasında cumhuriyeti hedef alan ve ona ilk şehidi Kubilay’ı verdiren elim bir vakadır. Her ne kadar kısa sürede bastırılıp suçluları infaz edilmişse de bu olay, belleklere cumhuriyet karşıtlığıyla içselleşmiş sembol bir hadise olarak kaydedilmiştir. Cumhuriyetin Halka Gidiş Müesseseleri:Halkevleri Cumhuriyetin ilanından beridir yaşanan çok yönlü değişimlerin doğurduğu reaksiyon yapılan inkılapların halk tarafından yeterince anlaşılmayıp benimsenmediği kanaati uyandırdı. Bu nedenle inkılapların halka mal edilmesi, derinleştirilmesi ve halkın yerinde eğitilmesi için herkesin rahatlıkla çalışmalarına katılabileceği halkevleri kurulmuştur. Birçok amaç ve hedefe istinaden açılan bu evler dokuz şube altında teşkilatlanmıştı ki bu şubeler amaç ve hedeflerini isimleriyle açıkça yansıtmaktaydılar; • Dile, Edebiyat, Tarih Şubesi • Güzel Sanatlar Şubesi • Temsil (Tiyatro) Şubesi • Spor Şubesi • Sosyal Yardım Şubesi • Halk Dersleri ve Kursları Şubesi • Kütüphane ve Neşriyat Şubesi • Müze ve Sergi Şubesi • Köycülük Şubesi Halkevleri, 14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra hükümetin el değiştirmesini müteakip kapatılmıştır. Türk İnkılabının Özgünlüğü Milli Mücadelenin başarıya ulaşmasının ardından inşa edilen yeni devlet ve sistemi herhangi başka bir devlet ve sistemin taklidi değil, tamamen kendi özgül değer ve ihtiyaçlarına göre oluşturulmuş bir yapıdır. Bu itibarla oluşmasını sağlayan inkılapların da özgünlüğü açıktır. Türk İnkılabına İdeoloji Gömleği Giydirme Çabası: Kadro Hareketi Ekonomide karma modelin takip edildiği sırada patlak veren dünya ekonomi buharını ve serbest fırka deneyimindeki başarısızlıkların konuşulduğu günlerde Şevket Süreyya Türk Ocağı’nda verdiği bir konferans esnasında “inkılabın “ideolojisi”ni tartışmaya açmış, daha sonra bunu ideologluğunu yaptığı Kadro Dergisi’ne taşımıştır. Burada türk inkılabının henüz ideolojinin oluşturulmadığı dile getirilerek takip edilmesi gereken yollar öneriliyordu. Bir başka deyişle bu hareket, bir gurup aydının, Türk inkılabını evrensel temellere oturtma çabası olarak tanımlanabilir. Dergi, hükümete yönelik eleştirilerinin artığı 1934’de kapatılmıştır. Cumhuriyetin İlk Yıllarında Ekonomi Politikaları Ulusal Ekonomiye Geçiş Dönemi (1923-1926) İzmir İktisat Kongresinde alınan kararlar gereğince ilk ulusal ticaret bankamız Türkiye İş Bankası, ardından sanayi alanında kredi vermek üzere Sanayi ve Maadin Bankası faaliyete geçirilmiştir. Ancak ulusal ekonomiye geçiş olarak isimlendirilebilecek bu dönemin koşulları pek fazla atılım yapılabilmesine imkan bırakmamış, dolayısıyla ekonomik seferberliğin ilanı yani yeni bir yolun tutulması mecburi hale gelmiştir. Devletçilik Dönemi (1930-1938) Dünya ve Türkiye’nin içerisinde bulunduğu iktisadi buhran halini değerlendiren Atatürk ve yakın arkadaşları ülke için en uygun önlem olduğuna karar verdikleri “Devletçilik” eksenli ekonomi planını 1930 yılı itibariyle uygulamaya koydular. Bu kapsamda 1931’de T.C. Merkez Bankası, 1933’te Sümerbank, Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, 1935’te Etibank ve aynı yıl Maden Teknik ve Arama Enstitüsü, 1938’de de Halk Bankası faaliyete geçirildi. Devletin kontrol ve varlığını ekonominin her alanında hissettirdiği bu dönemde yine her alanda planlı bir şekilde belirgin bir gelişim, ilerleme, kısacası top yekün bir kalkınma hedeflendi. Devlet öncülüğünde planlı sanayileşme kapsamında ilan edilen Birinci Sanayi Planı’yla 1934-38 yılları arasını için bir sektör tasarı ve düzeni hedeflendi. Bu henüz uygulamadayken İkinci Plan’ın görüşülmesi için 1936’da Sanayi Kongresi tertiplendi. Ancak dünyanın ikinci kere savaş hazırlıklarına başlaması bu olumlu havayı tersine çevirerek “İktisadi Savunma Planı”nın yürürlüğe girmesine neden oldu. Buna rağmen belirgin bir başarı elde edilmiş, birçok iktisadi kurum ve kuruluşun millileştirilmesi sağlanmış, ülke 17 sınai kuruluşu ve büyük bir demiryolu ağına kavuşturulmuş, paranın değerinde istikrar sağlanmıştır.
__________________ O (cc)’NA SIĞINMAK AYRICALIKTIR |
12 Nisan 2018, 20:12 | Mesaj No:3 |
Durumu: Medine No : 38944 Üyelik T.:
09 Şubat 2014 |
Ünite 3: Atatürk İlkeleri ve Atatürk Döneminde Dil-Tarih ve Kültür Alanındaki Çalışmalar 1 Atatürk İlkeleri 1931’de Cumhuriyet Halk Fırkasının tüzüğüne ve 1937’de de Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na giren Atatürk ilkeleri Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devletçilik ve İnkılapçılıktır. Cumhuriyetçilik Batı dillerinde “kamuya ait olan”, Arapça “cumhur” kelimesinden gelen Cumhuriyet, bir rejim biçimi olarak halk iradesi demek olan “demokrasi” ile aynı anlama gelmektedir. Ancak her Cumhuriyet demokratik değildir. Cumhuriyet olgusu Milli Mücadele yıllarında ortaya çıkmış ve 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması ile Cumhuriyet yönünde en önemli adım atılmıştır. Cumhuriyet, devlet şekli olarak egemenliğin millete ait olmasını, hükûmet şekli olarak seçim ilkesini esas almıştır. 29 Ekim 1923’te “Türkiye Devleti’nin hükûmet şekli cumhuriyettir” ifadesi anayasada yerini almıştır. Böylece Atatürk’ün “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” düşüncesinden hareketle saltanat yönetimi terk edilerek milletin yönetime katılacağı bir rejim kurulmuştur. Bu özellik 1924, 1961 ve 1982 anayasalarında “Türkiye Devleti bir cumhuriyettir” şeklinde değiştirilerek cumhuriyet kavramına bir devlet şekli anlamı verilmiştir. Halkçılık Siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda halka dayanmak anlamına gelen “halkçılık”, Millî Mücadele’yi yapan Türk milletinin zaferden sonra yönetime ortak edilmesi ve birlikte kalkınma çabasıdır. 13 Eylül 1920’de açıklanan halkçılık programında egemenliğin yalnızca millet tarafından kullanılabileceği ilkesi ortaya konmuştur. Bu ilkeye göre halk bir bütündür, halkın yönetimi eşitlik ve hukuka dayanır. Halkçılık anlayışı sadece sosyal düzenin korunması ve halkın refahının arttırılmasına dayanmaz. Aynı zamanda, sosyal gruplar arası işbölümü ve dayanışmayı da esas alır. Halkçılıkta amaç özgürlükçü demokrasinin yanında sosyal düzenin sağlanmasıdır. Milliyetçilik “Ulus” anlamına gelen “millet” kavramı, Avrupa’da dini çekişmeler sonucu ortaya çıkmış ve beraberinde “demokrasi” kavramını gündeme getirmiştir. Milliyet, kısaca bir millete mensup olmak veya bir millete bağlı olmak demektir. Milliyet kavramından doğan milliyetçilik ise, bir sosyal politika prensibi veya fikir akımı olarak millet gerçeğinden hareket eder ve millî bir amaç ile bir ülkü etrafında toplanmayı ifade eder. Milliyetçilik milletten millete değişiklik gösterir. 19. yüzyılda bünyesindeki gayrimüslimler arasında yayılmaya başlayan milliyetçilik akımına, Osmanlı Devleti “Osmanlıcılık” ve “İslamcılık” anlayışıyla karşılık vermeye çalıştıysa da asıl başarı Ziya Gökalp’in önerdiği “Türkçülük” anlayışıyla yakalanmıştır. Atatürk’ünde önemli ölçüde etkilendiği “Türkçülük” anlayışında; bir milletin oluşması için ırk, dil ve dinin yeterli olmadığı, kültür, tarih ve kader birliğinin de önemli olduğu vurgulanmıştır. Milliyetçilik, Türk İnkılabının temel prensibi olduğu kadar, bireyleri Türk milletine bağlayan manevî bir köprü, milleti huzur ve refaha yönelten en güçlü bağ olmuştur. Nitekim 1924 Anayasası’nın 88. maddesinde “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın, vatandaşlık itibarıyla, Türk denir” ifadesiyle yeni devletin milliyetçilik anlayışının kültür temelli olduğu ve vatan toprağı içinde yaşayan bütün bireyleri eşit kabul ettiği açıkça ifade edilmiştir. Atatürk’ün benimsediği milliyetçilik ilkesinde ırkçılığa yer yoktur; başka milletlerin hukukuna ve milliyetçiğine saygı vardır. Devletçilik Bir milletin bağımsızlığının sadece askeri ve siyasi olmadığı, ekonomik bağımsızlığın da mutlaka sağlanması gerektiği görüşünden yola çıkan “Devletçilik” ilkesi; ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda devletin üstlendiği görevleri ifade etmektedir. Türkiye’de devletçilik bir ekonomi politikası olarak benimsenmiş ve Türk ekonomisini geliştirmek, sosyal ve kültürel kalkınmayı sağlamak amacıyla uygulamaya konmuştur. Devletçilik ilkesinde devlet, gerekli olduğunda, özel sektörün yanında, kamu yararına sorumluluk alır. Laiklik Terim anlamı “akli düşüncenin, dini düşünceden ayrılması” olan laiklik; siyasi anlamda “din ve devlet işlerinin birbirine karıştırılmamasıdır. Vatandaş için din ve vicdan hürriyetinin sağlanması anlamına gelen laik anlayışta devlet; din ve mezhepleri farklı, hatta inanmayan vatandaşlarına hukuken eşit mesafede durur ve kamu düzeni kaldırılmıştır. Şeyhülislamlık makamı kaldırılarak, yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş; Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile de eğitim konusunda çeşitli sorunlara yol açan ikilik kaldırılarak laik öğrenim sistemine geçilmiştir. 30 Kasım 1925’te Tekke, Zaviye ve Türbeleri kapatan kanun ve 1926’da kabul edilen Türk Medeni Kanunu laiklik alanında atılan önemli adımlardır. 10 Nisan 1928’de yapılan bir düzenleme ile 1924 Anayasası’nda yer alan “Türk Devletinin dini, İslam’dır” cümlesi kaldırılarak; 5 Şubat 1937’de Anayasa’nın 1. maddesine “Türk Devletinin laik oluğu” yolunda bir cümle eklendi. İnkılapçılık Gelişmek, ilerlemek ve değişmek anlamına gelen inkılap; Türk milleti için, milletçe yürütülen bağımsızlık savaşını iç ve dış düşmanlara karşı kazandıktan sonra, milli egemenliğin karşısına çıkan engelleri kaldırıp siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel alanları kapsayan bir girişimdir. Atatürk, inkılabı; Türk milletini geri kalmaya iten kurumları yıkarak yerlerine milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini sağlayacak kurumları kurmak olarak açıklamıştır. Cumhuriyetin ilanı, saltanatın kaldırılması, harf devrimi, soyadı kanunu gibi birçok düzenleme Türk inkılabı olarak değerlendirilmektedir. İnkılapçılık, sosyal ve ekonomik hayatta, bilim ve fen alanında başarılı olmak için gelişmenin önemli bir yoludur. Atatürk İlkelerinin Uygulama Esasları Atatürk ilkeleri incelendiğinde, takip edilen uygulama esaslarının tam bağımsızlık, çağdaşlık, müspet ilme ve akla tabi olmak olduğu görülmektedir. Tam Bağımsızlık: Atatürk düşüncesinin temelinde yatan ve bütün uygulamalarda belirleyici olan asıl amaç siyasî, iktisadî, malî, adlî ve kültürel olarak her alanda tam bağımsız olmaktır. Bunlardan herhangi birinde meydana gelen eksiklik millet ve memleketin tam bağımsızlıktan mahrum olması anlamına gelmektedir. Çağdaşlık: Atatürk yeni sistemin temellerini “medenileşme”ye dayandırmıştır. Ancak o dönemde tam bağımsız bir İslam devletinin olmaması, yapılan değişikliklerin batı medeniyeti yönünde olmasına neden olmuştur. Ancak Atatürk’ün ifadeleri incelendiğinde, bu tercihin, Batı medeniyeti kültür ürünlerinden ziyade ilim ve fen gibi teknik konuları içerdiği görülmektedir. Müspet İlime ve Akla Tâbi Olmak Atatürk yeni Türk Devleti’nin temellerini atarken, prensip edindiği unsurlardan biri de ilim ve aklı belirleyici öge olarak kabul etmesidir. O’nun muasır medeniyet seviyesine ulaşma hedefi aynı zamanda insan aklının bir ürünü olan ilim ve teknolojide zirveyi yakalamaktır. Ancak asıl önemli olan ilmin ve aklın gerektirdiği ve getirdiği yenilik ve değişiklikleri kabul edip uygulamaktır. Atatürk Döneminde Dil – Tarih ve Kültür Alanındaki Çalışmalar 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması ile kurulan, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile tüm dünya devletleri tarafından tanınan yeni Türk Devleti’ne milli bir kimlik kazandırılması gerekiyordu. Bunun için çağdaşlaşma zorunluydu. Çağdaşlaşma ise ancak milli devletin dayanaklarını oluşturan dil, tarih, kültür ve güzel sanatlar alanında yapılacak değişikliklerle mümkün olacaktı. Dil Çalışmaları İslamiyet’in kabulünden sonra kullanılmaya başlanan Arap alfabesinin öğrenilmesi ve yazılması uzun vakit almıştır. Bu da okur-yazar oranının düşük olmasına yol açmıştır. 18. yüzyıl sonlarından başlanarak Türk dünyasında okuryazarlık düzeyini yükseltebilmek için tartışmalar başlamıştır. Bu tartışmalar ışığında Atatürk Erzurum Kongresi sırasında Mazhar Müfit Bey’e mücadelenin başarı ile sonuçlanmasından sonra Latin alfabesinin kabul edileceğini söyleyerek bu konudaki kararlılığını ortaya koymuştur. 1926’da Bakü’de toplanan Türkoloji Kongresi’nde Rusya Türkleri için Latin kökenli bir alfabenin kabul edilmesi, alfabe değişikliği düşünenleri cesaretlendirmiştir. Nitekim 1928 yılı başında Mahmut Esat Bey’in Türk Ocağı’nda verdiği bir konferansla bu konuda ilk adım atılmıştır. 23 Mayıs 1928’de içinde eğitimci, yazar, gazeteci ve milletvekillerinin bulunduğu alfabe komisyonu kurularak alfabe değiştirme çalışmalarına başlanmıştır. Komisyon Latin alfabesindeki kimi harfleri çıkarıp Türkçenin ses uyumuna uygun olan yeni harfler ekleyerek 29 harften oluşan yeni alfabeyi kabul etmiştir. Atatürk, Latin kökenli yeni Türk alfabesini Türk halkına öğretebilmek için kendisinin de içinde bulunduğu büyük bir kampanya başlatmıştır. Dolmabahçe Sarayı çalışmaların karargâhı olmuştur. Ağustos ayından Kasım ayına kadar bir geçiş dönemi yaşanmıştır. Yeni Türk alfabesi; 1 Ocak 1929’da devlet işlerinde, 1 Haziran 1929’da ticaret defterleri, mahkeme ilamları ve dilekçe veriminde, 1 Haziran 1930’dan sonra ise basılı evrak ve tutanaklarda kullanılmaya başlanmıştır. Yeni harfleri halka öğretebilmek için 11 Kasım 1928’de Bakanlar Kurulu’nca onaylanan “Millet Mektepleri Teşkilatı Talimatnamesi”, 24 Kasım 1928’de Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. 1 Ocak 1929’da açılmaya başlanan Millet Mektepleri, 1936 yılında kapanmıştır. Harf inkılabının ardından Türkçenin sadeleştirilmesi ve geliştirilmesine çalışılmış ve bu amaçla 12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulmuştur. Bu cemiyetin çalışmaları Atatürk İlkeleri ve Atatürk Döneminde Dil-Tarih ve Kültür Alanındaki Çalışmalar sonucu, Arapça ve Farsça sözcüklerden temizlenen Türkçenin zenginliği ortaya çıkarılmış, Türkçenin bilim ve sanat dili olması için çabalar yoğunlaştırılmıştır. Türk dilinin diğer dillere kaynaklık ettiğini savunan Güneş-Dil Teorisi ortaya atılmış ise de daha sonra bundan vazgeçilmiştir. Bu cemiyet 1936’dan sonra Türk Dili Kurumu adını almıştır. Tarih Çalışmaları Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan Tanzimat dönemine kadar ülkede egemen olan tarih anlayışı ümmet anlayışına dayandığı için İslam tarihi esas alınmıştır. 1908’de meşrutiyetin yeniden ilanından sonra Tarih-i Osmani Encümeni adı altında oluşturulan kurum, Türk tarihi bilincini ön plana çıkarmaya yönelik çalışmalarda bulunmuştur. Böylece ilk çağdaş tarihçiliğe adım atılmıştır. Ancak ülkenin sürüklendiği savaş ortamı bu çalışmaların son bulmasına neden olmuştur. Atatürk’ün kurduğu yeni devlet, milletin hakimiyetine dayandığı için devletin şekillenmesinde milli unsurların başında gelen “tarih” önemli yer tutmuştur. Atatürk milli mücadele döneminde yaptığı tüm konuşmalarda sık sık tarihten örnekler vererek, milletini tanımak ve tanıtmak için tarih çalışmalarına büyük önem vermiştir. 1923’te İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi’nin Atatürk’e Fahri Profesörlük unvanını tarih alanında vermiş olması bunun bir göstergesidir. Yeni Türkiye Devleti kuruluş sürecini tamamlarken, Fransızca yazılan bir ders kitabında Türklerin “sarı ırktan ikinci sınıf bir millet” olarak adlandırılması tarih çalışmalarının fitilini ateşlemiş, Türk Ocağı çatısı altında çalışmalar sürdürülmüştür. 10 Nisan 1931’de Türk Ocağı kapatılınca, bağımsız tarih araştırmaları yapmak amacıyla 15 Nisan 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti kurulmuştur. Bu cemiyet 1935’te Türk Tarih Kurumu adını almıştır. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti tarafından yapılan çalışmalar doğrultusunda hazırlanan “Türk Tarih Tezi” 2-11 Temmuz 1932’de toplanan ilk tarih kongresinde tartışılmış ve bu tartışmalar ülkedeki tarih çalışmalarına bir ivme kazandırmıştır. Yapılan tüm tarih çalışmaları, bağımsızlık savaşının kültürel alanda sürdürülmesi olarak görülmüştür. Kültür Çalışmaları Türkler Orta Asya’dan çeşitli coğrafyalara dağılırken kendi kültürlerini de birlikte taşımışlardır. Ancak zaman zaman karşılaştıkları yeni kültürlere asimile olmuşlardır. İslamiyet’i kabul edince İslam kültürüne bürünmüşler ve bunu Selçuklu kültürü ve Osmanlı kültürü izlemiştir. Cumhuriyet dönemimde ise büyük bir dönüşüm yaşanmıştır. Atatürk “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” diyerek kültür öğesine büyük önem vermiştir. Atatürk milli bağımsızlık ile milli kültürü eş olarak görmüştür. Milli kültürü araştırmak, incelemek ve gelecek nesillere aktarmak üzere Halkevleri açılmış, Dil Kurumu, Tarih Kurumu, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi gibi bilim ve kültür kurumları oluşturulmuştur. Güzel Sanatlardaki Gelişmeler Resim Laikliğin benimsenmesiyle sanatçıları sınırlayan bazı algılar ortadan kaldırılmış, ilk ve ortaöğretim programlarına resim dersi konmuş, resim öğretmeni yetiştirmek üzere Gazi Eğitim Enstitüsü açılmış (1926), 1883’te açılan Sanayi Nefise Mektebi; Güzel Sanatlar Akademisi’ne dönüştürülerek mimarlık ve heykelcilik bölümleri eklenmiştir. Sanatçılar teşvik edilmiş, sergiler açılmış, sergilerden eserler alınarak sanatçılara yardım edilmiştir. Devletin çeşitli kurumları sanatçılara resim ısmarlamış ancak içeriğine karışmamıştır. Sanatçılar Millî Mücadele’yi, yapılan devrimleri konu alan çeşitli resimler yapmışlar, 1933’te Ankara Halkevinde Onuncu Yıl İnkılap Sergisi açmışlardır. Aynı yıl kurulan D grubu, resim sanatına yenilik getirmek üzere sergiler yanında sanat tartışmalarını da başlatmışlardır. Sanatla ilgili konferanslar verilmiş gazetelerde dergilerde yazılar yazılmış, eleştiriler yapılmıştır. Heykel 1923’te Dünyada gelişmiş ve gelişmek isteyen milletlerin heykel yapmalarını ve heykeltıraş yetiştirmelerini isteyen Mustafa Kemal Atatürk; başta İstanbul ve Ankara olmak üzere ülkenin dört bir yanının heykellerle süslenmesine önem vermiştir. Müzecilik Kültür değişiminin başarıya ulaşması için kültürel değerlerin bilinmesi, tanınması ve korunması gerekmektedir. 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldığında oluşan ilk hükûmet eski eserlerin derlenmesi ve korunması için Eski Eserler Müdürlüğü’nün kurulmasını programına almıştır. Millî Mücadele’nin ardından Maarif Vekili İsmail Safa Bey 6 Kasım 1922’de bir genelge yayınlayarak arkeolojik ve etnoğrafik eserlerin korunması için müzeler açılmasının gerekliliğini bildirmiştir. Bu genelge üzerine çeşitli yerlerde müzeler açılmaya başlanmıştır. 1924 yılında Topkapı Sarayının bazı bölümleri müzeye dönüştürülmüş, 1925’te Millî Saraylar İdaresi kurulmuştur. 1925’te Ankara’da Etnografya Müzesi’nin temeli atılmıştır. 1927’de Konya Mevlana Müzesi açılmıştır. 1934 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla Ayasofya müze haline getirilmiş ve 1937’de Dolmabahçe Sarayı’ndaki Veliaht Dairesi, Resim ve Heykel Müzesi’ne dönüştürülmüştür. Müzik Cumhuriyet döneminde okullara müzik dersi konularak bu dersi öğretecek öğretmenleri yetiştirmek üzere 1924’te Musiki Muallim Mektebi açılmıştır. Darülelhan konservatuara dönüştürülmüştür. 1926 ve 1929 yılları arasında ülkenin çeşitli yerlerinden halk ezgileri derlenmiştir. 1934’te Ankara’da bir müzik kongresi Atatürk İlkeleri ve Atatürk Döneminde Dil-Tarih ve Kültür Alanındaki Çalışmalar toplanmış ve müzik eğitiminin daha verimli hâle nasıl getirileceği tartışılmıştır. Ankara’da bir konservatuarın açılması kararlaştırılmıştır. Musiki Muallim Mektebi, Millî Musiki ve Temsil Akademisine dönüştürülmüş daha sonra da bu ad Ankara Konservatuarı olarak değiştirilmiştir. Çok sesli müzik konusunda Batılı müzik adamlarının bilgi ve birikimlerinden istifade edilmiştir. Mızıka-i Hümayun Ankara’ya getirilerek önce Cumhurbaşkanlığı Musiki Heyeti 1933’te ise Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası olarak adlandırılmıştır. Opera, Bale, Tiyatro ve Sinema Cumhuriyetin ilanından sonra kurulan konservatuarda sadece müzik eğitimi verilmemiş; opera, bale ve tiyatro eğitimi de verilmiştir. İlk millî opera denemesi İran Şahı Rıza Şah Pehlevi’nin Türkiye’yi ziyareti üzerine, 1934’te Librettosu (metni) Münir Hayri Egeli tarafından yazılan, bestesi Adnan Saygun tarafından yapılan Özsoy Operası olmuştur.1914’te kurulan ancak gösterilere 1916’da başlayan Darülbedayi’nin başına 1927’de Muhsin Ertuğrul’un getirilmesi Türk tiyatro tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. Darülbedayi 1934’te Şehir Tiyatrosu adının alarak Türk kültürünün gelişmesine kaynaklık eden bir kurum haline gelmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında sinema, eğlencenin yanında bir eğitim aracı olarak görülmüştür. Bu nedenle de Cumhuriyet Halk Partisi’ne bağlı bir kurum olan halkevlerinde çeşitli filmler gösterilmesi için makineler, filmler alınmış, halk bir yandan eğlendirilirken diğer yandan da bilinçlendirilmeye, güzel sanatlardan aldığı zevk yükseltilmeye çalışılmıştır.
__________________ O (cc)’NA SIĞINMAK AYRICALIKTIR |
12 Nisan 2018, 20:14 | Mesaj No:4 |
Durumu: Medine No : 38944 Üyelik T.:
09 Şubat 2014 |
Ünite 4: Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası ve Uygulama Esasları Yeni Türk Devleti’nin Dış İlişkileri (1923-1938) Milli mücadele dönemi boyunca Misak-ı Milli gerçekleştirilmeye çalışılmış ve dış ilişkiler, tarihi dostluk veya hasımlıklar çerçevesinde değil, tamamen ulusal çıkarlar çerçevesinde şekillendirilmiştir. Bu süreçte diplomasi dili egemen olmuş ve Avrupa devletleri ve Rusya ile ayrı ayrı görüşülmüştür. Türkiye’nin modern anlamda bir devlet olarak ortaya çıkması Lozan Konferansıyla gerçekleşmiş ve bu konferanstan sonra 1923-1930 yılları arasında Türkiye, Lozan Konferansı’nda çeşitli nedenlerden dolayı sonuçlandırılamayan meselelerle meşgul olmuştur. Bu meseleleri ulusal çıkarlara uygun olarak çözmeye gayret etmiştir. Bu konular İngiltere ile Musul Sorunu, Fransa ile Kapitülasyonlar, Hatay ve diğer sorunlar, Yunanistan ile Ahali Mübadelesi olarak sıralanabilir. I. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası ilişkiler savaşı kazanan devletlerin yeni düzenin devamını istemesi, kaybeden devletlerin de yeni bir düzen istemesi şeklinde devam etmiştir. I. Dünya Savaşı’nı kaybeden tarafta yer almasına rağmen Türkiye revizyonist bir politika gütmemiştir. Şüphesiz bunda Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nı kazanmasının ve Sevr Antlaşması’nı geçersiz saymasının etkisi büyüktür. Atatürk’ün Dış Politikadaki Uygulama Esasları • Gerçekçilik: Atatürk’ün dış politikası gerçeklik ilkesine dayanır. Kendi ülkenin imkânlarını ve başka ülkelerin neler yapabileceklerini düşünerek teslimiyet ve yılgınlık olmayan bir uygulamayı gerektirir. • Tam Bağımsızlık: Yeni kurulan Türk devletinin en önemli amacı tam bağımsız olmaktı ve bu da siyasi, iktisadi, mali, askerî ve kültürel açıdan bağımsız olmayı gerektiriyordu. • Barışçılık: Atatürk “Yurtta sulh cihanda sulh” sözüyle dış politikada barışı bir ilke haline getirmiştir. • Akılcılık: Atatürk’ün dış politikası akla dayanmış ve uluslararası ilişkilerde değişen şartlar ve karşılıklı yarar ilişkileri esas alınmıştır. Güvenlik Politikası ve İttifaklar Sistemi Atatürk, cumhuriyetin kendini koruyabilmesi için ulusal ve uluslararası güvenlik önlemlerini almanın gerekliliğini görmüştür. Bu bakımdan, askerî harcamalar ve ordunun modernleştirilmesi, ülkenin ekonomik yapılanması ile eş zamanlı olarak yürütülmüştür. Savaş sonrası ekonomik, siyasi ve askeri durum Türkiye’yi denge siyaseti gütmeye ve güvenlik tedbirleri almaya itmiştir. Türkiye’nin Rusya’ya komşu oluşu ve bir Ortadoğu ülkesi oluşu gibi nedenler dış politikayı etkilemiştir. Lozan’dan Kalan Meseleler ve Batılı Devletlerle İlişkiler Türk heyeti Lozan’a giderken savaş arenasında galip gelmenin avantajlarına sahipti. Lakin uzun süren savaşlar sonucunda ekonomi kötü durumdaydı ve yetişmiş insan gücü azdı. Bu durumun farkında olan muhataplar şartları zorlamış ve Türk heyeti görüşmeleri kesip Ankara’ya dönerek meclisi bilgilendirmiştir. TBMM Misak-ı Milli’den taviz vermek istememiş ve bu nedenle direnmek istemişlerdir. Yalnız burada önemli olan savaşa devam etmek için gerekli olan güç ve imkânlar son savaşta bitirilmiştir. Türk-İngiliz İlişkileri ve Musul Meselesi Musul meselesi, Lozan’da çözülemeyen ve çözümü ikili görüşmelere bırakılan meselelerden en önemlisidir. Musul sahip olduğu petrol yataklarından dolayı çok önemlidir ve İngilizler daha I. Dünya Savaşı sırasında İtilaf devletlerinin diğer üyelerini Musul’un kendisine verilmesi konusunda ikna etmiştir. Mondros Mütarekesi imzalandığı gün Osmanlı toprağı olan Musul İngilizler tarafından Mondros Ateşkes Antlaşmasına aykırı olarak 15 Kasım 1918 günü işgal edilmiştir. Son Osmanlı Mebusan Meclisi de Ateşkes esnasında Osmanlı toprağı olduğu için Musul’u Misak-ı Milli sınırları içerisinde Türk toprağı olarak göstermiştir. Anadolu Hükümeti de her platformda bu bölgeyi Türkiye’den koparan Sevr Antlaşmasını tanımadığını belirtmiştir. İngilizlerin Musul üzerindeki ısrarı karşısında TBMM Lozan Antlaşması’nın imzalanmasını tehlikeye atmamak için bu meselenin çözümünü ileri bir tarihe atmıştır. Musul meselesinin çözümü Milletler Cemiyeti’ne bırakılmak zorunda kalınmıştır. Zengin petrol yataklarına sahip olması, Ortadoğu için stratejik bir öneme sahip olması ve İngiltere’nin Hindistan yolları üzerinde bulunması gibi sebeplerden dolayı Musul İngilizler için çok önemliydi. Milletler Cemiyeti’ndeki ağırlığını kullanan İngilizler Musul’u Türkiye’den koparmayı başarmıştır. Bu süreçte Doğu Anadolu’da çıkan Şeyh Sait İsyanı, Almanya ve İtalya’nın silahlanma çabaları, Türkiye’nin uzun sürebilecek bir savaşa girmek istemeyişi gibi sebepler Musul’un kaybedilmesine neden olmuştur. Türkiye, 5 Haziran 1926’da yaptığı antlaşma ile Musul’u, İngiltere’nin mandasındaki Irak’a bırakmıştır. Her ne kadar Musul Meselesi’nde Türkiye istediğini alamasa da bu dönemde Türkiye barışçıl politikalarına devam etmiş ve Sovyetler ile dostluk antlaşması imzalamış, İngilizlerle daha sonraki yıllarda iyi ilişkiler içinde bulunmuş ve 1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne üye olmuştur. 1936’da İtalya’nın Balkanlar ve Orta Doğu’da tehditlerini artırması üzerine, önce Fransa’yla anlaşma İngiltere, bir İtalyan saldırısı karşısında İspanya, Yugoslavya, Yunanistan ve Türkiye’ye garanti vermiştir. İspanya’nın bu garantiyi reddetmesine kar İngiltere ve Fransa arasında imzalanan karşılıklı yardım anlaşması imzalamıştır. Türk-Fransız ilişkileri ve Hatay’ın Anavatana Katılması Savaş sonrası ortaya çıkan durumu belirleyen ülke olan İngiltere ile gerek Orta Doğu, gerekse Avrupa politikasında anlaşmazlık yaşayan Fransa, başından beri Anadolu’daki hareket ve onun lideri olan Mustafa Kemal ile iyi ilişkiler kurmuş ve kurulan bu ilişkiler sonucu, 20 Ekim 1921’de Ankara antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma sadece Türkiye Suriye sınırını çizmekle kalmamış aynı zamanda Türk-Fransız ilişkilerini de düzenlemiştir. Türkiye ile Fransa arasındaki meseleler komisyon kurulamadığı için bir müddet askıda kalmış ancak 1926 yılında imzalanan ‘‘Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması’’ ile rayına oturtulmuştur. Bu antlaşmaya göre taraflar birbirine karşı barışçıl davranacak, taraflardan birisi savaşa girerse de tarafsız davranacaktır. Bu dönemde Türkiye ile Fransa arasındaki bazı meseleler ise Fransız misyoner okulları meselesi, Osmanlı Borçları, AdanaMersin demiryolunun satın alınması ve asıl önemlisi de Hatay Meselesi’dir. Hatay da Musul gibi Misak-ı Milli sınırları içerisindeydi. Ancak 20 Ekim 1921Ankara İtilafnamesi ile İskenderun Sancağı Türklerine özerklik verilmişti. İskenderun dâhil Suriye bölgesinde ise Fransız Mandater yönetimi hâkimdi. 1936 senesinde Fransa’nın siyasetinde değişiklikler meydana geldi ve Fransızlar Suriye politikasını değiştirdi. Alınan karar gereği 3 yıl sonra Suriye bağımsız olacaktı. İskenderun sancağının Suriye’ye bağlanacak olması İskenderun Türklerini ve Türkiye Cumhuriyeti’ni tedirgin etti. Türkiye 9 Ekim 1936 tarihinde Fransa’ya bir nota verdi ve Fransa’dan Suriye ve Lübnan’a tanınan bağımsızlığın ayrı bir bölge olan İskenderun’a da verilmesini istedi. Fransa bu isteği kabul etmedi ve mesele Milletler Cemiyeti’ne intikal etti. Konu 14-16 Aralık 1936 tarihleri arasında görüşüldü ve İsveç Temsilcisi Sandler rapor yazıcı olarak tayin edildi. Daha sonra Sancak’ın özel bir statüye sahip anayasası olan ama Suriye gümrük birliğine dâhil olan bir pozisyonda olmasına karar verildi. Hatay’ın dış işleri Suriye tarafından idare edilecekti. Hatay’da işler Anavatan’a katılana kadar sorunlu gitti. Seçimlerin yapılışı sırasında sorunlar çıktı ama nihayetinde seçimler yapıldı ve 40 sandalyeden 22’sini Türkler kazandı. Fransa dünyada savaş rüzgârlarının estiği bu süreçte Türkiye ile karşı karşıya gelip bir müttefikten olmak istemedi. 1938’de kurulan Hatay Devleti 1 yıl kadar bağımsız kaldıktan sonra 29 Haziran 1939’da oybirliği ile Anavatan’a katıldı. Türk-Yunan İlişkileri Yunanistan’ın 20. yüzyıl başlarındaki dış politikasının amacını, Anadolu’da Rum nüfusun yaşadığı bölgelerin Yunanistan’a ilhâkı, diğer bir deyişle Megali idea kapsamında Yunanlıların kaybettikleri toprakların elde edilmesi teşkil etmiştir. Yalnız Yunanlıların Anadolu’da bu amaç için giriştikleri savaş felaketle sonuçlanmış ve Tarihe ‘‘Küçük Asya Felaketi’’ olarak geçmiştir. Bu savaş sonucunda imzalanan barış antlaşmasında bazı meseleler ele alınmıştır. • Nüfus Mübadelesi: Meselelerden başta gelenidir ve Anadolu’da Yaşayan Ortodokslarla Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar yer değiştirmiştir. İstanbul’da yaşayan Ortodokslar ve Batı Trakya’da yaşayan Türkler mübadeleden istisna tutulmakla birlikte bu süreçte 1.200.000 Ortodoks ve 500.000 zorunlu olarak göç ettirilmiştir. • Etabli Meselesi: Mübadele sürecinde ortaya çıkan etabli meselesi tarafları bir hayli meşgul etmiştir. İkamet eden anlamına gelen etabli kelimesiyle mübadeleden muaf tutulacak kişilerin 30 Ekim 1918 tarihinden önce İstanbul’a yerleşip yerleşmedikleri ele alınmıştır. Mübadele edilenlerin mallarının müsadere edilmesi de sorun olmuştur. Uzayıp giden tartışmalar sonucunda doğum yeri ve geldiği tarih ne olursa olsun İstanbul Rumları Mübadeleden muaf tutulmuştur. Mübadillerin ayrıldıkları ülkelerde bıraktıkları malların mülkiyet hakkı bırakılan ülkeye ait olacaktır. • Patrikhane Meselesi: Bu süreçte Türk-Yunan ilişkilerini geren meselelerden birisi de Patrikhane Meselesi’dir. Patrik seçimine ve Patrikhanenin durumuna ilişkin meseleler ele alınmıştır. Türk-İtalyan İlişkileri Milli Mücadele yıllarında Anadolu’da işgalci konumda bulunan İtalyanların Anadolu’dan çekilmesi ile başlayan barışçıl ilişkiler Mussolini İtalya’sının yayılmacı politikaları yüzünden sekteye uğramış ve zamanla iki ülkenin karşıt bloklarda yer almasına sebep olmuştur. Türk-Sovyet İlişkileri 1917 Bolşevik devriminden sonra Rusya’nın savaştan çekilmesi ile düzelme yoluna giren ilişkiler Kurtuluş savaşı yıllarında e sonrasında Türkiye’ye büyük yararlar sağlamıştır. Yapılan dostluk antlaşmaları ile iki ülke arasında iyi ilişkiler kurulmuş ve bu süreçte Rusya’nın varlığı TBMM için Batıya karşı bir denge unsuru oluşturmuştur. 26 Nisan 1920’de Mustafa Kemal Paşa’nın V. Lenin’e gönderdiği mektubu Türk-Sovyet ilişkilerinin başlangıcı olarak göstermek makul bir tezdir; bu mektupta iki hükûmet arasında diplomatik ilişkilerin tesisi teklif ediliyor ve Anadolu’daki harekete Sovyetlerin destek vermesi, emperyalist devletlere karşı müşterek bir mücadelenin gerekliliğinin altı çiziliyordu. Böylelikle Türk hükûmetini ilk tanıyan devlet olarak Sovyetlerle ilişkiler tesis edilmiş, özellikle 1920 Temmuz’unda Moskova’da başlayan ve Ağustos’ta devam eden müzakereler Sovyet Rusya ile yakın ilişkiler kurulmasını beraberinde getirmiştir. Balkan Devletleriyle İlişkiler ve Balkan Antantı Balkanlar, Panslavizm ve Pan-Germenizm akımlarının kendilerine nüfuz sahası yaratma çabaları verdikleri tam bir çatışma alanıydı. Özellikle, Rusya’nın tarihî emeli olan Akdeniz’e inme planı, bölgede Romenlerin, Bulgarların, Sırpların ve Rumların kendi devletlerini kurma ve Osmanlı Devleti’nin Balkanlarla bağını kesme isteklerini gerçekleştirmelerine katkı sağlamıştır. Lozan Barış Antlaşması sonrasında genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Yunanistan dışında Balkan ülkeleri ile sorunu kalmamıştır. Bu çerçevede, Türkiye Cumhuriyeti’nin Balkan ülkeleri ile ilişkilerini geliştirme ve Balkan devletleri ile bir pakt kurma fikrini gündeme getirdiğini görüyoruz. Yine bu bağlamda Türkiye, Arnavutluk (19 Aralık 1923), Bulgaristan (18 Ekim 1925) ve Yugoslavya (28 Ekim 1925) ile Dostluk Antlaşmaları imzalanmıştır. Türkiye Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras “Balkanlar, Balkan halklarına aittir” sözünden hareketle, Balkan Paktı’nın kurulması yönündeki fikrin hayata geçirilmesi için çaba sarf etmiştir. Balkanlarda, özellikle Türk-Yunan anlaşmazlıklarının çözümlenmesinden sonra meydana gelen yakınlaşma, bölgede bir işbirliği havası doğurmuştur. Ancak, bunun siyasi alana intikal etmesi pek kolay olmamıştır. Arnavutluk ve Bulgaristan’ın mevcut statükoyu değiştirmekten yana olmaları, buna karşılık Türkiye, Yugoslavya ve Yunanistan’ın statüko taraftarı bulunmaları anlaşmayı geciktirmiştir. Bulgarlar Antlaşmaya yanaşmasalar da 1933 yılında Türkiye ili ayrı ayrı olarak, sırasıyla Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında dostluk ve saldırmazlık antlaşmaları yapılmıştır. Doğulu Devletlerle İlişkiler ve Sadabat Paktı Başlangıçta Afganistan ile 1 Mart 1921 tarihinde imzalanan Dostluk Antlaşması, daha sonra 1928 yılında Dostluk ve işbirliği Antlaşması’na dönüşmüştür. İran ile ilişkiler Millî Mücadele döneminde başlamış bunu, 22 Nisan 1926 tarihli Dostluk ve Güvenlik Antlaşması ve 5 Kasım 1932 tarihli Dostluk, Güvenlik, Tarafsızlık ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması’nın imzalanması takip etmiştir. 7 Nisan 1937 tarihinde de Türkiye Mısır ile bir dostluk antlaşması imzalamıştır. Bu antlaşmaları takiben 8 Temmuz 1937’de Tahran’da Sadabat Sarayı’nda Türkiyeİran-Irak ve Afganistan arasında Sadabat Paktı adını alan anlaşma imzalandı. 5 yıl süreyle imzalanan bu anlaşmayla taraflar; Milletler Cemiyeti ve Briand-Kellog Paktına bağlı kalmayı, birbirlerinin içişlerine karışmamayı, ortak sınırlara saygı göstermeyi, birbirlerine karşı herhangi bir saldırıya girişmemeyi taahhüt ediyorlardı. Türkiye’nin Milletler Cemiyetine Girişi Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan düzlemde revizyonist ve anti revizyonist taraflar vardı. Türkiye mevcut düzenin korunmasından yanaydı ve barış blokundaydı. Silahlanma karşıtıydı. Bu sebepler anti revizyonist devletlerin dikkatini çekmiş ve bu sebeplerle İspanya temsilcisinin girişimi ve Yunan temsilcinin desteği üzerine, üyelerin çoğunluğunun 6 Temmuz 1932’de Genel Kurula sunduğu önergenin oy birliğiyle kabulüyle gerçekleşmiştir. Süreç, 18 Temmuz 1932 tarihinde Genel Kurulun oy birliğiyle aldığı kararla tamamlanmıştır. Montrö Boğazlar Sözleşmesi Lozan Barış Konferansı’nda, Boğazlar sözleşmesi ile ilgili hükümler tartışılırken Türk heyetinin tüm itirazı ve gayretlerine rağmen, Türkiye’nin egemenlik haklarıyla çelişkili iki madde sözleşmeye dâhil edilmiştir. Bunlardan ilki, boğazlar trafiğini düzenleyecek ve buradan geçecek vasıtaların denetlemesi görevlerini üstlenecek Boğazlar Komisyonunun kurulmasıdır. Diğer madde ise Türkiye’nin güvenliği için oldukça önemli olan Boğazlar ve Marmara’nın askerden arındırılması ve silahsızlandırılmasıdır. Bu maddeler Türkiye’nin iç işlerine müdahale ve güvenliğini ihlal etme anlamına gelmektedir. Türkiye bu iki maddeyi kabul ederken, bunu “sulhu elde etmek için zaruretle katlandığı bir fedakârlık” olarak dile getirmiştir. Milletler Cemiyetine üye olan ve Antlaşmanın garantör devletlerinden olan Japonya’nın Mançurya’ya saldırması, saldırgan politikalar benimsemesi ve Cemiyetten ayrılması, Türkiye’yi endişelerini giderme ve bu amaçla Boğazlardaki silahsızlandırma kaydını kaldırma çabalarına sevk etmiştir. Kasım 1932’de İngiliz hükûmetince hazırlanan ve Aralık ayında Fransa, Almanya, İtalya, ABD ve İngiltere tarafından kabul edilen ve “herkes için eşit güvenlik sistemi çerçevesinde silahlanma eşitliğini tanıyan” Mac Donald planının kabul edilmesiyle Türkiye, Boğazların silahsızlandırılması ile ilgili hükümlerin iptal edilmesini ilk kez ve resmen talep etmiştir. Ancak Türkiye’nin talebi silahsızlanma konferansı ile doğrudan ilgili görülmediği için kabul edilmemiştir. Yalnız Türkiye’nin çabaları sonlanmamış ve 1933-1936 yılları arasında Türkiye durumun değiştirilmesi için çalışmaya devam etmiştir. Bu süreçte İtalyanların 12 adadaki tahkimatı İngilizlerin ikna edilmesini kolaylaştırmıştır. Türkiye ısrarla topraklarının güvenliğini korumak zorunda olduğunu belirtmiştir. Bu gelişmeler ışığında Türk Hükûmeti, İngiliz, Fransız, İtalya, Yunan, Bulgar, Japon, Romen, Sovyet ve Yugoslav Hükûmetlerini Montreux (Montrö)’de yeni bir görüşmeye davet etmiş ve 10 Nisan 1936’da “rebus sıc stantibus” (şartlar değişmiştir) prensibine dayanan bir nota vererek, genel tavrını açıklamıştır. Belli itirazlar yükselse de 20 Temmuz 1936 tarihinde Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalanmıştır. Aynı gün gece yarısı 30.000 kişilik Türk askeri gücü boğazlar bölgesine girmiştir. 29 madde, dört ek ve bir protokolden oluşan Montrö Sözleşmesi’nin maddelerinde, boğazların savaş ve barışta nasıl kullanılacağı, boğazdan geçen yük, yolcu, savaş ve ticaret gemilerinin durumları değerlendirilmiştir.
__________________ O (cc)’NA SIĞINMAK AYRICALIKTIR |
12 Nisan 2018, 20:14 | Mesaj No:5 |
Durumu: Medine No : 38944 Üyelik T.:
09 Şubat 2014 |
Ünite 5: 1938’den 2002’ye Ekonomik Gelişmeler II. Dünya Savaşı Yıllarında ve Sonrasında Ekonomik Durum (1939-1950) İkinci Dünya Savaşı yıllarında hükûmetin bir milyon genci silahaltına alması tarım, sanayi ve hizmetler sektöründe yetişmiş iş gücü eksikliğine sebep olmuş sonuçta üretim azalmış, verimlilik düşmüştür. Toplumun talebi artarken üretim yetersiz kalınca fiyatlardaki artış denetimden çıkmıştır. • Devletçiliğin Duraklama Yılları(1939-1945) • Devletçiliğin Gerileme Dönemi (1946-1950) Demokrat Parti Dönemi (1950-1960) Başbakan Adnan Menderes Hükûmetinin göreve başlamasından bir ay sonra, 25 Haziran 1950’de Kore Savaşı başlamıştır ve piyasalarda ham madde ve tarım ürünleri fiyatları hızla yükselmiştir. Bu beklenmedik koşullar Menderes Hükûmetinin tarım sektöründe üretimi artırmaya yönelik önlemleri hızla yürürlüğe koymasına olanak vermişti. Ardından hükûmet üç temel iktisadî hedefini de şöyle açıklamıştı: 1. Tarıma öncelik verilecek 2. Sanayileşme özel kesim öncülüğünde yürütülecek 3. Dış ekonomik ilişkilerde devlet müdahaleleri asgari düzeye indirilecek Ağustos 1958 İstikrar Kararları Menderes Hükûmeti zor durumda olan ekonomiyi kurtaramayacağını anlayınca üyesi bulundukları Avrupa iktisadi işbirliği Teşkilatı’ndan teknik ve mali yardım talep etmişti. Kuruluşun uzmanlarının hazırladıkları rapor Türkiye’ye bir ‘istikrar paketi’ olarak verilmişti. Planlı Kalkınma Dönemi Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Dönemi (1963-1967) Ekonomide istikrar içinde hızlı büyüme sağlanmış ve enflasyon oranı ortalama %5.3 civarında gerçekleşmiştir. Ancak ülke kalkınmasını hızlandıracak temel reformlar (vergi, KİT, toprak, sağlık ve eğitim gibi) ihmal edilmişti. İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Dönemi (1968-1972) İkinci Plan’da sanayi sektörü için öngörülen ortalama büyüme hızına ulaşılamadı. Oysa hükûmet bu dönemde sanayileşmeyi özel sektör eliyle sürdürmek için her türlü özendirici ve destekleyici önlemleri almıştı. Ancak dönemin siyasal çalkantılarla dolu olması, yerli ve yabancı özel sermayenin ‘bekle gör’ politikası izlemesine yol açmıştır. Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı Dönemi (1973-1977) Plan dönemi sonunda (1977) Türkiye’nin toplam dış borçları 11.439 milyon dolar düzeyine çıkmıştır. Bunun %58’i kısa, geri kalanı da orta ve uzun vadeli dış borçtur. Bu dönemde ülke vadesi gelen dış borçlarını ödeyemez hâle gelmişti. Dördüncü Plan Dönemi (1979-1983) Dördüncü Plan dönemi kapanırken ülke yeniden çoğulcu demokrasiye dönmüştü. Enflasyon aşağı çekilmiş, ihracat GSMH’nin %11’i düzeyine çıkmış fakat temel çarpıklıklar işsizlik, tekelleşme, hayali ihracat ve gelir dağılımında dengesizliklerin artması önlenememiştir. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Plan Dönemi (1985-1989) Beşinci Plan dönemi planlama tarihimizin en istikrarlı dönemidir. Çünkü ilk kez bir siyasi iktidar veya bir hükûmet hazırladığı planı beş yıl kesintisiz ve arızasız uygulama olanağı bulmuştur. Büyük Siyasi Ve Ekonomik Gelişmeler Eşliğinde Altıncı Plan Dönemi (1990-1994) Altıncı Planın üretim; genel denge, kamu finansmanı ve ödemeler dengesi konusunda belirleyici hedefleri Beşinci Plandan farklı değildi. Dışa açık büyümenin yıllık ortalama %7 düzeyinde gerçekleşeceği öngörülmüştü. Türkiye Altıncı Planın birinci yılını tamamlarken dünyada siyasal, ekonomik ve askerî dengeler altüst olmuştu. Doğu Bloku ülkeleri başta Sovyet Rusya olmak üzere teker teker sosyalizmi terk ettiklerini ve Batı tipi çoğulcu demokrasiye geçmeye karar verdiklerini ilan etmeye başlamıştı. Büyük Kriz ve Ekonomik Seferberlik Yılı (1994) 5 Nisan Kararları • Enflasyonu hızla düşürmek, Türk lirasına istikrar kazandırmak, ihracat artışını hızlandırmak, ekonomik ve sosyal kalkınmayı, sosyal dengeleri de gözeten sürdürülebilir bir temele oturtmak, • Bir taraftan ekonominin hızla istikrara kavuşturulması amaçlanırken, diğer taraftan istikrarı sürekli kılacak yapısal reformları gerçekleştirmek, • Kamu açıkları hızla aşağı çekilirken kamunun ekonomideki rolünün yeniden tanımlanması ve yeniden örgütlenmesini sağlamak; üretim yapan sübvansiyon dağıtan bir devlet yapısından piyasa mekanizmasının tüm kurum ve kurallarıyla işlemesini sağlayan ve sosyal dengeleri gözeten bir devlet yapısına geçmektir. 1995 Geçiş Programı Yaşanan büyük kriz sonrasında dengeler yeniden kurulmadan ileriye dönük hedef ve kararlar ortaya koymak mümkün olmayacağı düşünüldüğünden planın yürürlüğe girmesini bir yıl erteleyen yasal bir düzenleme yapıldıktan sonra 1995 Yılı Geçiş Programı hazırlanarak yürürlüğe konuldu. Yedinci Beş Yıllık Plan Dönemi (1996-2000) Plan geçiş yılı olarak kabul edilen 1995 yılının ilk yarısı içinde DYP-CHP Koalisyon Hükûmeti tarafından hazırlandı. Yedinci Planın ve Gümrük Birliği’nin Birinci Yılı (1996) Toplam dış borçların GSMH’ye oranı 1996’da %44’e inerken, iç borçların GSMH’ye oranı %21’e yükselmiştir. Toplam dış borçlar içinde kamu payı azalma eğilimi gösterirken özel bankaların ve şirketlerin payı 1996’da artma eğilimini sürdürmüştür. Toplam iç borçlar anapara ve faiz olarak 1996 yılında %158 oranında artarak 4,804 trilyona yükselmiştir. Yedinci Planın ikinci Yılı ve Refahyol Hükûmeti (1997) Mesut Yılmaz Hükümeti’ne TBMM dışından, iç ve dış piyasalardan da destek gelmiştir. İMKB Bileşik Endeksi rekor düzeyde yükselirken dış mali çevrelerden olumlu yorumlar gelmeye başlamıştır. Yedinci Planın Üçüncü Yılı ve Anasol hükûmeti (1998) • Türkiye ekonomisi yüksek enflasyona karşın Plan’ın öngördüğü azami %6.6 oranın üstünde büyümeye devam ediyordu. 1996 yılında %7.1 olan büyüme hızı, 1997’de %8’e çıkmıştı. 1997 yılında ‘kayıt dışı ekonominin bavul ve sınır ticaretinin beslediği iç ve dış talep, sanayi katma değerinin hızlı büyümesini sağlamıştı. • Mesut Yılmaz Hükümetinin yılın ikinci yarısında aldığı anti-enflasyonist önlemler yetersiz kalmış ve 1997 yılı sonunda enflasyon %91 düzeyine çıkmıştı. Önceki yıl %84,9 ile kapanmıştı. 1999 Yılı: Deprem ve Ekonomik Kriz (1999) ve 17 Ağustos Depremi: Toplumsal ve Ekonomik Yıkım Eylül 1999’da yürürlüğe giren 4447 Sayılı “Sosyal Güvenlik Yasası” iki önemli yenilik getirmiştir. Birincisi ile Sosyal Sigortalar Kurumuna bağlı olarak çalışanlarda emeklilik yaşı erkeklerde 60, kadınlarda 58’e çıkarılmış, ikincisi ile de “işsizlik Sigortası” kurumlaştırılmıştır. 17 Ağustos’ta Marmara Bölgesi’nde ve 12 Kasım’da BoluDüzce’de meydana gelen büyük depremlerin yol açtığı “ekonomik kayıpları” karşılamak yönünde 26 Kasım 1999 tarihinde (4481 sayılı) “Deprem Vergisi” çıkarılmıştır. Bu yasa ile bazı yeni yükümlülükler getirilirken, bazı vergi yasalarında da değişikliğe gidilmiştir. Amaç depremlerin ardından yapılması gereken olağanüstü harcamaları karşılamak için kamu gelirlerini artırmak idi. Enflasyonu Düşürme Programı T.C. Merkez Bankası Başkanı programın dört temel unsurunu şöyle açıklamıştı: • Sıkı maliye politikası, • Enflasyon hedefi ile uyumlu gelirler politikası, • Kur ve para politikası, • Siyasi iradenin desteği. 2000 Yılında Ekonomik Gelişmeler: Siyasal İstikrar Ekonomik İstikrarsızlık 2000 yılının sonu yaklaşırken, T.C. Merkez Bankasının uyguladığı “Para ve kur” politikası karşısında yeniden yapılanmaya gidemeyen bankalar sistemin dışına çıkarılmışlardır. Kasım 2000 Mali Krizi Kasım ayının son haftasında bankacılık sisteminden kaynaklanan ve tüm mali piyasalara güveni sarsan önemli bir kriz yaşandı. Sistem içinde kötü yönetilen banka sayısı arttıkça kriz yeni boyutlar kazandı. Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Dönemi (2001-2005) Sekizinci Planı Bülent Ecevit’in başında bulunduğu hükûmet hazırladı. Plan, enflasyonu AB kriterleri ile uyumlu düzeye düşürmeyi, ekonomide sürdürülebilir bir büyüme ortamı tesis etmeyi ve AB’ne tam üyelik hedefi doğrultusunda ekonominin rekabet ve uyum gücünü artırmayı öne çıkarmaktadır. Şubat 2001 Krizi Ecevit Hükûmeti Ocak ayından itibaren kamu harcamalarını kısmak için tüm kamu kesiminin personel alımını ve dış kredi kullanmalarını Hazinenin onayına bağladı. Kriz 20, 21, 22 Şubat günlerinde de derinleşerek sürdü ve ekonominin tüm dengelerini alt üst etti. İki büyük kamu bankası olan Ziraat ve Halk bankası tarihlerinde ilk kez takas işlemlerinde 3 milyar dolar açık verdiler. Ecevit Hükûmeti krizi aşmak için sıralanan olanaklardan üçüncüsünü seçti ve programı hazırlamak üzere Dünya Bankası Başkan yardımcısı Dr. Kemal Derviş’i acele Türkiye’ye davet etti. 2 Mart 2001’de ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı olarak göreve başlayan Derviş hemen “Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programını hazırlamaya girişti. Devlet Bakanı Derviş, piyasaların Haziran ayı sonunda normale dönmesini sağlayacak “acil önlemler” olarak nitelediği, krizden çıkış paketini 14 Mart 2001 günü açıkladı. Belirlenen üç aşamalı “kurtuluş planı” şöyle tanımlanmıştı: Bankacılık sektörüne ilişkin önlemler süratle yürürlüğe konarak mali piyasalarda belirsizlik azalacak ve kriz ortamından çıkılacak. Döviz kurunun ve faizin belirli bir istikrar kazanması sağlandıktan sonra ekonomik karar birimlerine orta vadeli bir perspektif kazandırılacak. Makroekonomik dengeler yeniden oluşturularak ekonomide yılın ikinci yarısından itibaren büyümeye geçiş ortamı sağlanacak. Güçlü Ekonomiye Geçiş Programının İkinci Yılında (2002) Gelişmeler 2002 yılı başında Güçlü Ekonomiye Geçiş Programında 2002-2004 dönemini kapsayacak şekilde yeni düzenlemeler yapıldı. Dalgalı döviz kuru uygulamalarına devam edilirken, ekonominin şoklara karşı dayanaklılığının artırılması ve krizlere karşı kırılganlığının azaltılması yönünde önlemler öne çıkarıldı.
__________________ O (cc)’NA SIĞINMAK AYRICALIKTIR |
12 Nisan 2018, 20:16 | Mesaj No:6 |
Durumu: Medine No : 38944 Üyelik T.:
09 Şubat 2014 |
Ünite 6: Türk Dış Politikasında (1938-2002) Dönemi İkinci Dünya Savaşı Arifesinde Türk Dış Politikası Türkiye Cumhuriyeti’ni dünya siyasi ortamına varlığını kabul ettiren Lozan Barış Antlaşması’ndan (24 Temmuz 1923) sonra Türkiye, I. Dünya Savaşı’nın galipleri İngiltere ve Fransa gibi ülkelerle sorun yaşamaya başlamıştır. Bu sorunların temelinde, Lozan Barış Antlaşması’nda çözümlenemeyen Musul, Osmanlı borçları ve Türkiye’de yaşayan Etabliler (Azınlık) sorunları gelmekteydi. Ayrıca, Türkiye’nin bir ulus – devlet olarak inşası sürecinde devlet ileri gelenleri daha çok ülke içi konularla meşgul olmuşlardı. Bunun yanında, Kurtuluş Savaşı’nda ülkeyi işgal eden işgalci güçlerle yaşananlar tazeliğini korumaktaydı. Türkiye’nin dış politikası, 1929’da Amerika’da başlayıp bütün dünyayı saran Büyük Buhranla birlikte değişmeye başlamıştır. 1930’ların başında Almanya’da Nazi’lerin (Nasyonel Sosyalist İşçi Partisi) iktidara gelmesi dünyadaki dengeleri değiştirdiği gibi yeni bir bloklaşma sürecini başlatmış ve bu süreçte Türkiye, I. Dünya Savaşı’nın galip devletleri İngiltere, Fransa’nın yanında yer alarak var olan statükoyu korumaya yönelmiştir. Aynı süreç içerisinde, revizyonist olarak adlandırılan Almanya, İtalya ve Japonya gibi devletler de dengelerin kendi lehlerini değiştirilmesi amacıyla diğer grupta yer almışlardır. Cumhuriyetin ilanından itibaren Türk Dış Politikasının iki temel ilke üzerine oturduğunu söyleyebiliriz. Bunlar: 1- Statükoculuk, 2- Batılılaşma. Türkiye, 1930’lardaki dış politikasını revizyonist gruba karşı birtakım bölgesel oluşumlara öncülük ederek sürdürmüştür. Aynı dönemde uluslararası örgütlere (Milletler Cemiyeti gibi) üye olarak dış politikada statükocu yapıyı güçlendirici faaliyetler içerisinde bulunmuştur. II. Dünya Savaşı’nda Dış Politika İkinci Dünya Savaşı sırasında Türk Dış Politikasında ön plana çıkan hususlar, savaş dışı kalmak ve ülke topraklarının işgal edilmesini önlemek gibi konulardı. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, İtalya’nın Arnavutluk’u işgal etmesi (Nisan 1939), Türkiye’yi savaş öncesinde ittifaklar yapmaya yöneltmiştir. Buradan yola çıkarak ülkeyi yönetenler, İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği ile ittifaklar kurma girişimlerinde bulunmuşlardır. Türkiye’nin bu ittifaklar içerisinde yer almak istemesinin temel nedeni Türkiye’nin kendisini Almanya ve İtalya’ya karşı koruma ihtiyacı hissetmesidir. Ancak, Türkiye’nin kurmayı hedeflediği ittifak, Sovyetler Birliği’nin Almanya ile 23 Ağustos 1939 tarihinde imzaladığı saldırmazlık paktı ile Türkiye için istenilmeyen bir biçimde sonuçlandı. Dönemin Dış İşleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu, Sovyetler Birliği ile temas halinde olmak ve son bir girişimde bulunmak üzere Moskova’ya gitmiştir. Ancak, Sovyetler Birliği’nde Montrö Boğazlar Sözleşmesinin değiştirilmesi talebiyle karşı karşıya kalmıştır. Yapılan bu politik manevra başarısızlığa uğradığı gibi, bundan sonra Türk hükümetlerinin Sovyetlerin Türkiye’nin egemenlik haklarını ihlal eden taleplerinden dolayı bu ülkeye kuşku ile bakılmıştır. Almanya’nın 1 Eylül 1939 tarihinde Polonya’yı işgal etmesi İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasına neden olmuştur. Türkiye, savaşın başlaması ile İngiltere ve Fransa ile 19 Eküm 1939 tarihinde “ Üçlü İttifak” olarak bilinen karşılıklı yardım antlaşmasını imzalamıştır. Karşılıklı yardım antlaşmasında Türkiye, bir Avrupa devletinin Akdeniz’de savaş başlatması halinde İngiltere ve Fransa’ya yardım edeceği taahhüdünde bulunmuş buna karşın Türkiye’yi Sovyetler Birliği ile karşı karşıya getirecek herhangi bir eyleme zorlanmayacağı Üçlü İttifak antlaşmasının 2 numaralı protokolüne eklenmiş ve belirtilmiştir. Yukarıda belirtilen, Türkiye’yi Sovyetler Birliği ile karşı karşıya getirecek herhangi bir eyleme zorlanmayacağı ifadesi, Türkiye tarafından savaş boyunca savaş dışı kalmak için kullanılmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın seyrini değiştiren önemli bir gelişme 22 Haziran 1941 tarihinde yaşandı. Bu tarihte Almanya, Sovyetler Birliği’ne saldırmış ve iki ülke arasındaki ittifak ortadan kalkmıştır. Bunun üzerine İngiltere ve Sovyetler Birliği arasında Almanya’ya karşı bir ittifak hâsıl olmuştur. Bu tarihten sonra İngiltere ve Amerika Türkiye’yi savaşa dâhil etmek istemişler, bunun içinde İngiltere Başbakanı Churchill Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile görüşmek üzere 30 – 31 Ocak 1943 tarihlerinde Yenice / Adana’ya gelmiştir. Yapılan görüşmelerde, Churchill’in ifade ettikleri şu şekilde açıklanabilir: Rusya’nın savaştaki yükünü hafifletmek ve Alman kuvvetlerinin farklı cephelerde savaşarak meşgul olması şeklinde açıklanabilir. Adana görüşmeleri, Türkiye tarafından en üst düzeyde temsil edilmiş ve görüşmelere İsmet İnönü, Şükrü Saraçoğlu, Fevzi Çakmak, Numan Menemencioğlu katılmıştır. İsmet İnönü, İngiltere Başbakanı Churchill tarafından dile getirilen Türkiye’nin savaşa dâhil olma isteğini, Türk Ordusunun böyle bir savaşı idame ettirecek silah ve teknolojiye sahip olmadığı gibi gerekçelerle geçiştirmeye çalışmıştır. Ancak Türk ordusuna gerekli teçhizat ve yardımın yapılacağı belirtilmesi üzerine, kendisi de asker kökenli olan ve Türk ordusunun içinde bulunduğu duruma vakıf olan İsmet İnönü tarafından Türkiye’nin savaşa katılmama durumu idare edilmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, Üçlü İttifak antlaşmasının hukuki ve siyasi hükümlerinden de anlaşılacağı üzere tarafsız değil, savaş dışı bir müttefik devlet olmuştur. Türkiye, bu savaş dışı kalma durumunu daha fazla sürdürememiş ve İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, Yalta Konferansı’nda alınan kararlar uyarınca Şubat 1945 tarihinde Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmiştir. Bu savaşa katılma durumu fiili askeri bir operasyondan çok, yakın gelecekte oluşturulacak Birleşmiş Milletler kurucu üyesi olabilmek adına yapılmış siyasi bir hamledir. Türk Dış Politikası için Zor Yıllar (1945-1947) Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı bitmeden, Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenliğini tanıyan ve uluslararası kamuoyuna kabul ettiren Montrö Boğazlar Sözleşmesini değiştirmek istemiştir. Sovyetler Birliği, Türkiye ile 1925 yılında imzalanan Türk – Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık antlaşmasını 1945 yılından sonra uzatılmayacağını Türkiye’ye belirtmiştir. Sovyetlerin böyle bir tutum sergilemesinde Montrö’nün değiştirilmesi ile Boğazların Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelere kapatılması düşüncesi etkili olmuştur. Sovyetler Birliği, aynı süreçte Müttefik Devletlere de bu konuyu Temmuz ve Ağustos 1945 yılında yapılan Postdam Konferansı ile gündeme getirdi. Montrö’nün değiştirilmesi hususu Amerika tarafından kabul edildi ve İngiltere ile beraber, Montrö antlaşmasının değişikliğini talep eden diplomatik notalar Türkiye’ye iletildi. Türkiye ise bu dönemde zaman kazanma yolunu tercih ederek, konunun gündemden düşmesini bekledi. Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenlik haklarının ihlali demek olan Montrö’nün değişiklik talebi, Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında 1945-1947 yılları arasında önemli bir soruna neden olmuştur. Ancak dünya siyasi konjonktürünün değişmesi ve Amerika ile Sovyetler Birliği’nin ideolojik anlamda çekişmesi Türkiye’yi bu süreçten sonra Batı’ya çok daha fazla yaklaştırmış ve Boğazlar sorunu uluslararası gündemden düşmüştür. Bloklaşma Ekseninde Dış Politika (1947-1964) Türk Dış Politikası, 1945 – 47 yılları arasında Sovyetler Birliği ile yukarıda ifade edilen ilişkiler çerçevesinde farklı bir seyir izledi. Ancak 1946 yılından itibaren dünya siyasi konjonktürünün değişmesine paralel olarak, Türkiye, Batı Bloku içerisinde yer almaya başladı. Türkiye’nin bu dönemde Batı bloku içerisinde yer alması sadece Sovyet tehdidiyle açıklanamaz, bunun yanında batıcılık politikası, yeni ortaya çıkan burjuvazinin liberal politikalar izlenmesi yönündeki tercihleri de Türkiye’nin bu dönemde Batı Bloku arasında kendine yer edinmesine sebep olmuştur. Türkiye’nin Batı Bloku içerisinde kendisine yer edinmesine yol açan önemli adımlardan biri ABD Başkanı Harry Truman tarafından 1947 yılında ilan edilen Truman Doktri’nin kabulüdür. Truman Doktrini kapsamında, Yunanistan ve Türkiye’ye uluslararası Komünizme karşı (dolayısıyla SSCB’ye karşı) askeri yardım desteği verilmesi öngörülmekteydi. Türkiye’nin Batı Blokuna eklemlenmesinde önemli rol oynayan bir diğer gelişme ise ABD Dışişleri Bakanı George Marshall tarafından ilan edilen Marshall Planı kapsamında ekonomik yardımın alınmasıyla gerçekleştirilmiştir. Türkiye, bu tarihten itibaren Amerika ve diğer Batılı ülkelerle sıkı ekonomik, siyasi ve askeri ilişkiler geliştirmiş ve Amerika’ya bağımlılık bu dönemde artmıştır. Türkiye, Batı Bloku içerisinde yer almasına paralel olarak 1949 yılında Avrupa Konseyi’ne üye olmuş, 1948’de kurulan İsrail Devleti’ni ilk tanıyan Müslüman ülke olmuştur. Bu dönemdeki Batıyla bütünleşme politikası, Türkiye’deki tüm siyasi aktörler ve muhalefet partisi konumundaki Demokrat Parti (DP) tarafından da benimsenmişti. Bu dönem Türk Dış Politikasındaki Batı Blokuna ve Amerika’ya mutlak uyum, Türkiye’nin Batı’dan daha fazla askeri, ekonomik ve siyasi destek almasını hedefliyordu, aynı süreçte Türkiye’nin dünyadaki jeopolitik önemi artarken, Amerika’ya olan askeri, ekonomik ve siyasi bağımlılık da aynı oranda artış göstermişti. Türkiye’nin NATO’ya Girişi 1949’da kurulan NATO’ya Türkiye’nin üye olması, Batı Blokuna eklemlenmesinin en önemli adımı olmuştur. Türkiye, NATO kurulduktan hemen sonra üye olmak istemiş, bu yönde girişimlerde bulunmuştur. Batı Bloku tarafından Türkiye’nin NATO’ya üye olması fikri ilk zamanlarda olumsuz karşılanmış ancak daha sonra değişen uluslararası siyasi konjonktürden dolayı Türkiye, Yunanistan ile birlikte 18 Şubat 1952 tarihinde NATO’ya üye olmuştur. NATO üyeliği Türkiye’yi askeri anlamda da Batı blokunun bir üyesi haline getirmiştir. NATO’ya üye olunmakla beraber bu doğrultuda Türk Ordusu Amerikan silahlarıyla donatılmış ve çok sayıda Amerikalı asker ve sivil personel Türkiye’ye gelmiştir. Türkiye’nin 1950’li yıllardaki Batı yanlısı tutumu ve Batılı bakış açısı, Ortadoğu’da gelişen olayları tam olarak kavrayamamasına ve bu doğrultuda politikalar üretilememesine neden olmuştur. Batı blokunun içerisinde yer alması ve Batı ve ABD yanlısı oluşumlara önderlik etmesi de Türkiye’nin özellikle Arap ülkelerinde “ABD’nin Ortadoğu’daki Temsilcisi” fikrini doğurmuştur. Stalin’in ölümüne ve Sovyet yönetiminin daha ılıman tutumuna rağmen SSCB ile olan ilişkiler de istenilen seviyeye ulaşamamıştır. Türkiye-AB ve Kıbrıs Türkiye-AB İlişkileri Batı dünyası kurumlarına üyelik Türkiye için her zaman öncelikli bir yer edinmiştir. Ancak, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun oluşması sürecinde Türkiye, topluluğa üyelik için adım atmamış ve bu oluşuma kayıtsız kalmıştır. Ancak 1950’lerin sonuna doğru Amerika’dan ekonomik yardım alınmasının zorlaşması ve Yunanistan’ın AET’ye başvurması, Türk hükümetini karşı atağa geçirerek Yunanistan’la birlikte 1959 yılında AET’ye müracaat etmesine vesile olmuştur. 1960 yılında AET Türkiye ile Yunanistan’ı görüşmelere davet etmiş ancak Türkiye’de 1960 Askeri Darbesi bu girişimin uygulanmasını geciktirmiştir. AET ile Türkiye arasında 1961 – 1963 yılları arasında görüşmeler devam etmiş ve Eylül 1963 tarihinde Ankara’da ortaklık anlaşması imzalanmıştır. 1964 yılında yürürlüğe giren Ankara Anlaşması, Türkiye ile AET/AB arasındaki temel belge olma özelliği taşımaktadır. Türkiye’nin AET/ AB üyeliği 1970’li yıllarda yaşanan küresel krizler ve Türkiye’de yaşanan siyasi ve ekonomik istikrarsızlıktan dolayı tarafların karşılıklı olarak bazı yükümlülükleri yerine getirmesine engel teşkil etmiştir. Ve Türkiye’nin AET üyeliği Yunanistan’ın 1981’de AET’ye üye olmasıyla birlikte daha sorunlu ve zor bir hale bürünmüştür. Kıbrıs Sorunu Kıbrıs sorunu, Türkiye’nin gündemine 1950’li yıllardan sonra girmeye başlamış bir olgudur. 1950’li yılların başında Yunanistan’la iyi olan ilişkiler çerçevesinde Türk hükümetinin Dışişleri Bakanı “Türkiye’nin Kıbrıs diye bir sorunu” olmadığını ifade etmiştir. Ancak Kıbrıs’taki Rumların Yunanistan’la birleşme (Enosis) hedefi doğrultusunda hareket etmeleri ve örgütlenmeleri Türkiye’yi Kıbrıs Sorununa dâhil etmiştir. Türkiye, 1954’ten itibaren Ada’nın İngiliz kontrolünde kalmasını bu mümkün değilse Türkiye katılmasını öne süren bir politika izlemiştir. Böylece Kıbrıs meselesi Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin ana gündem maddesi haline gelmiştir. 6- 7 Eylül 1955 tarihlerinde provoke edilen halk kitlelerinin İstanbul’da bulunan gayrimüslimlerin ev ve dükkânlarını yağmalamaları sonucunda zarar görenlerin önemli bir bölümünün Rum Ortodoks Türk vatandaşı olması ilişkileri daha da gerginleştirmiştir. 1955’ten 1959’a kadar olan dönemde, Kıbrıs meselesi hususunda taraflar arasında mutabakat sağlanamamış, ancak Amerika’nın devreye girmesiyle 1959’da iki NATO üyesi ülke bir araya gelerek mutabakat sağlanmıştır. Zürih ve Londra Antlaşmaları sonucunda Bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmuş ve kendine özgü bir yapısı olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nde tüm siyasi ve yönetsel kurumlar Türkler ile Rumların orantılı temsili çerçevesinde paylaştırılmıştır. Londra Antlaşmasına bağlı olarak Ada’nın anayasal düzeni Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında imzalanan garanti antlaşması ile garanti altına alınmıştır. Türkiye, garantör devlet olarak, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtını gerçekleştirirken garanti antlaşması, bu harekâtın temel hukuki kaynağını oluşturmuştur. Dış Politikada Çok Yönlülüğe Geçiş Çabaları (1964 – 1980) 1962’de ABD ile SSCB arasında yaşanan “Küba Füze Krizi” hem uluslararası sistem hem de Türk Dış Politikası üzerinde etkili olmuştur. SSCB’nin Küba’ya nükleer füze yerleştirme girişimi ABD tarafından sert bir tepkiyle karşılanmış ve iki ülke arasında yaşanan kriz gizli pazarlıklarla sonuçlandırılmıştır. Bu tarihten sonra ABD ile SSCB arasında “Yumuşama” adı verilen bir döneme girilmiştir. Bu Yumuşama döneminden Türk Dış Politikası da etkilenmiştir. Çünkü ABD ile SSCB arasında Küba Krizinin çözümlenmesi için yürütülen pazarlığın en önemli konularından biri de Türkiye idi. ABD tarafından 1950’lilerin sonunda Türkiye’ye yerleştirilen Jüpiter Füzelerinin Küba Krizinin çözüme ulaştırılması için sökülmesi kararı ABD tarafından kabul edilmiş ve bu durum Türkiye’ye iletilmemiştir. ABD’nin bu şekilde kendi çıkarları doğrultusunda Türkiye’yi devre dışı bırakan bir tutum takınması Türk devlet adamlarında hayal kırıklığı yaratmıştır. Amerika ile İlişkilerin Gerilmesi Türk hükümetinin ABD ve NATO’ya duyduğu mutlak güvenin sorgulanmasına yol açan gelişme 1964’te Kıbrıs sorunun yeniden alevlenmesinde ortaya çıktı. Rumlar, daha önceden Türklerin kazanılmış haklarının sınırlandırılması talebini dile getirmişler ve EOKA örgütü vasıtasıyla da Ada’daki Türklere yönelik şiddet ve katliamlara yönelmişlerdi. Türkiye, bu durumu kabul etmeyip Ada’ya askeri müdahale edilmesi kararını aldı. Ancak ABD Başkanı Lyndon Johnson, İsmet İnönü’ye “Johnson Mektubu” olarak tarihe geçen bir mektubu göndererek Türkiye’nin Ada’ya müdahalesi halinde bunun kabul edilemeyeceğini sert bir dille ifade edilmiştir. ABD Başkanının bu mektubu, Türk yöneticilerinde büyük bir tepki yaratmış ve bundan sonra dış politikanın yeniden kurgulanması gerekliliği ortaya çıkmış ve bu çerçevede “Çok Yönlü Dış Politika” izlenmeye başlanmış ve daha önceden uzak durulan ülkelerle yakınlaşma sürecine girilmiştir. Rusya ile Yakınlaşma Çok Yönlü Dış Politika anlayışının etkisini en hızlı gösterdiği alanlardan biri SSCB ile ilişkilerin seyrinde yaşanmıştır. 1960’lı yıllarda başlayan iyi ilişkiler, 1970’li yıllarda artarak devam etmiş ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtından sonra ABD’nin Türkiye’ye silah ambargosu uygulaması nedeniyle SSCB ile ilişkiler önemli bir düzeye gelmişti. Türkiye, bu politika doğrultusunda Doğu Bloku ve Doğu Bloku ülkeleri dışındaki sosyalist ülkelerle de ilişkilerini geliştirme yönünde hareket etmiştir. Bu Çok Yönlü Politika, ABD ile olan ilişkilerde birtakım gerilimlerin yaşanmasına sebep olmuş ve Türk – Amerikan ilişkileri bu dönemde önemli sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. 1960’lı yılların sonundan itibaren Haşhaş /Afyon sorunu ikili ilişkilere damgasını vurmuştur. Amerika, ülkede artan uyuşturucu trafiğinden dolayı, Türkiye’nin haşhaş üretimini durdurmasını talep etmiş ve bu talep büyük bir tepki görmekle beraber, 12 Mart 1971’deki askeri müdahalenin ardından ara hükümetin başbakanı Nihat Erim tarafından kabul edilmiş ve Türkiye’de 1972 yılı itibariyle haşhaş üretimi yasaklamıştır. Daha sonra kurulan CHP – MSP Koalisyonu 1 Temmuz 1974’te Haşhaş üretimi yasağını kaldırmış ve yasağın kaldırılması ABD’de tepkiyle karşılanmıştı. Bu tepkinin bir sonucu olarak Ocak 1975’ten itibaren ABD tarafından Türkiye’ye ambargo uygulanmıştır. 1975’ten kaldırıldığı 1978 yılına kadar ambargonun kaldırılması, bütün Türk hükümetlerinin temel hedefi olmuştur. Ambargonun 1978’de kaldırılmasından sonra Türk – Amerikan ilişkilerinde eski sıcaklık hemen oluşmadı. Ancak, 1979 yılında gerçekleştirilen İran İslam Devrimi ve Afganistan’ın SSCB tarafından işgali gibi gelişmeler, Türkiye’nin ABD’nin bölgedeki faaliyetleri açısından sahip olduğu stratejik önemi bir kez daha ortaya koymuştur. Kıbrıs’a Barış Harekâtı Kıbrıs meselesi 1950’li yıllardan itibaren Türk Dış Politikasında önemli bir yer edinmeye başlamıştı. Yukarıda ifade edildiği 1964 yılında yapılacak hareket ABD tarafından engellenmiş, daha sonra 1967’deki harekât planı da Rumların geri adım atması üzerine gerçekleşmemişti. Yunanistan’da hükümetteki Albaylar Cuntası tarafından desteklenen Nikos Sampson 15 Temmuz 1974’te askeri bir darbe gerçekleştirmişti Bunun üzerine Başbakan Bülent Ecevit liderliğinde 20 Temmuz 1974 tarihinde Barış Harekâtının ilk safhası başlamış oldu. Bu ilk safhada Türk Ordusu Girne’den Lefkoşa’ya kadar uzanan bir alanı kontrol altına aldı. I. Harekâtın ardından müzakereler sonuç vermeyince 14 Ağustos 1974’te ikinci safhaya geçilmiştir. İkinci askeri harekâtta Ada’nın üçte biri çok kısa sürede ele geçirilmişti. İkinci askeri harekât, dünya kamuoyunda Türkiye’yi işgalci bir güç olarak göstermiştir. 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kurulmasıyla Ada’da iki kesimlilik fiilen yaratılmış oldu. 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kurularak bağımsızlık ilan etti, ancak Türkiye dışında hiçbir ülke tarafından tanınmadı. Kıbrıs meselesi, günümüze kadar çözülemeyen bir sorun olarak Türkiye’nin dış politika gündeminin en önemli maddelerinden biri olarak kalmıştır. Ayrıca, Güney Kıbrıs Rum yönetiminin AB’ye üye olmasıyla Türkiye – AB ilişkileri bu üyelikten derin bir şekilde etkilenmiştir. 12 Eylül Darbesi’nden Sonra Dış Politika Türkiye’nin 1970’lerin ikinci yarısında girdiği büyük siyasal ve ekonomik kriz ülkenin Batı bağlantısını zayıflatmıştı. Ancak dünya siyasi konjonktüründe meydana gelen gelişmeler, ABD’yi Türkiye’ye daha çok yakınlaştırmıştır. 12 Eylül Askeri Darbesi’nin hemen sonrasında kurulan askeri yönetim, ABD tarafından desteklenmiştir. ABD ile ilişkilerin düzelmesinde 1983’te yapılan çok partili seçimlerle iktidara gelen Anavatan Partisi’nin (ANAP) önemli etkisi olmuştur. Bu dönemde her ne kadar Amerika’nın yakınlığı hissediliyorsa ve Batı Bloku ön planda olsa da Türk Dış Politikasında “Çok Yönlülük” önemli dış bir politika olarak benimsenmiş ve dış politikanın merkezine oturtulmuştur. Çok Yönlülük Politikası Turgut Özal döneminde de uygulanmış ve SSCB başta olmak üzere birçok ülke ile önemli projeler hayata geçirilmiştir. Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde, dış politikanın oluşturulmasında ekonomik ve ticari konular daha belirleyici bir hale gelmiştir. Türkiye’nin ikili ilişkilerde ekonomik meselelere daha önem vermesi “İhracata Dayalı Büyüme” ekonomik modelinde karşılığını bulmuştur. Dış politikada ekonomik boyutun ön plana çıkması ve yükselişi, kendisini Türkiye’nin Orta Doğu ile ilişkilerinde de göstermiştir. Türkiye, petrol krizi sonrası zenginleşen Arap sermayesini ülkeye çekebilmek ve Arap pazarlarına daha fazla ihracat yapabilmek ve daha avantajlı koşullarda petrol alabilmek gibi ekonomik hedefler tatbik etmiş ve bu hedefler Türkiye’nin Ortadoğu politikasını şekillendiren önemli etkenler olmuşlardı. Türkiye’nin bu dönemde ABD’nin “Yeşil Kuşak” projesi çerçevesinde muhafazakârlaştırılması da bu hedeflerin içe dönük yansımalarını oluşturmuştur. Bu dönemdeki AET/AB ilişkileri de istenilen seviyeye ulaşamamış, AB’nin 1999’daki Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye “Aday Ülke” statüsü vermesi 2000’li yıllarda devam edecek olan “AB Gündemi” ni yeniden ortaya çıkarmıştır. 1991 – 2002 Tek Kutuplu Dünyada Dış Politika Doğu Bloku ülkelerinin 1989’da “Berlin Duvarı”nın yıkılmasıyla simgeleştirilen siyasi ve ekonomik çöküşü ve 1991’de SSCB’nin dağılması sonrasında yepyeni bir uluslararası manzara ortaya çıkmıştır. Bu yeni manzarada, iki kutuplu dünya sisteminin sağladığı denge düzeni yerini karmaşa, belirsizliğe ve bölgesel sıcak çatışmalara bırakmıştır. “ Yeni Dünya Düzeni” nin Türkiye’ye yeni fırsat alanları sunmasına rağmen, uluslararası ortamın getirdiği belirsizlikler ve alışılmadık tehditler yeni sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1990’lı yılların önemli konularından birisini, 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi ve bunun Türk –Amerikan ilişkilerinde yeni bir bahar dönemine girilmesi teşkil etmesidir. 1990’ların ikinci yarısında ise, Clinton yönetiminin Türkiye’ye başta AB ile olan ilişkilerde ve Bakü- Tiflis – Ceyhan petrol boru hattının inşası olmak üzere çeşitli alanlarda verdiği destek, Türk – Amerikan ilişkilerinde farklı bir seyrin izlenmesine vesile olmuştur. Terör konusu özellikle 1990’lardan itibaren Türkiye’nin hem iç siyasetinde hem de uluslararası siyasetinde önemli bir rol oynamaya başlamıştır. ABD ile ilişkilerden AB ile olan ilişkilere kadar her alanda bu sorunun yansımalarına bulmak mümkündür. Terör konusu, Türkiye’nin komşuları ile olan ilişkilerinde de önemli bir sorun teşkil etmiştir. Önemli sorunların yaşandığı ülkelerin başında ise Suriye gelmektedir. Suriye ile olan ilişkiler 1998’de Türkiye tarafından uygulanan “Kontrollü Tırmandırma” politikasının başarıya ulaşmasıyla, 2000’li yıllardan itibaren hızla gelişmiş ve Türkiye’nin Ortadoğu’ya açılımının önündeki önemli engellerinden biri ortadan kalkmıştır. Türkiye, 1990’lı yıllarda SSCB’nin dağılması üzerine kurulan Türki Devletlerle yakın temas halinde olmuştur. Ancak Rusya’nın ilan ettiği “Yakın Çevre Doktrini” sebebiyle Rusya’nın bölgede yeniden etkinlik kurma girişimi Türkiye’nin Türk dünyasına planladığı şekilde açılımını sekteye uğratmıştır. Türkiye’nin 1990’larda Yunanistan’la ilişkileri, kimi zaman ılıman bir siyasi iklimde devam ederken kimi zamanda çeşitli nedenlerden dolayı gerginleşmiştir. Yunanistan’ın Türkiye’yi hedef alan terör olaylarına destek olması 1997 – 98 yıllarında ikili ilişkilerde derin çatlaklara yol açmıştır. Yine de AB’nin Türkiye’yi aday ülke ilan etmesine engel olmaması Yunanistan ile ilişkilerin 2000’li yıllarda yeni bir döneme girdiği / girebileceği şeklinde ifade edilebilir. Genel olarak 1990’lar, Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası “Yeni Dünya Düzeni”ni algılamaya çalıştığı ve bu düzen içinde kendini konumlandırma çabası içine girdiği bir dönem olmuştur.
__________________ O (cc)’NA SIĞINMAK AYRICALIKTIR |
12 Nisan 2018, 20:19 | Mesaj No:7 |
Durumu: Medine No : 38944 Üyelik T.:
09 Şubat 2014 |
Ünite 7: Atatürk’ten Sonra Türkiye II. Dünya Savaşı Döneminin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Uygulamaları Atatürk’ün 10 Kasım 1938’deki ölümünden bir gün sonra 11 Kasım 1938’de yapılan seçimlerde millet meclisinin ve parti grubunun desteğiyle İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olmuştur. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı dönemi dünyadaki siyasal konjonktürden dolayı kendine has birtakım özelliklere sahiptir. 26 Aralık 1938’de yapılan CHP Olağanüstü Kurultayında İsmet İnönü “mili şef ve değişmez genel başkan” sıfatını alırken Atatürk “Ebedi Şef” olarak kabul edilmiştir. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte Atatürk döneminde aktif siyaset yapamayan Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi simalar siyasette ön plana çıkarken, İsmet İnönü’ye muhalif olan isimler siyaset ve idare sahnesinin dışına itilmişlerdir. Türkiye’de tek parti ve parti – devlet anlayışının hüküm sürdüğü yıllarda, CHP’nin 29 Mayıs 1939’da yapılan Beşinci Olağan Kongresi’nde, hükümet çalışmalarını kontrol etmek için “müstakil grup” kurulması demokratikleşme çabalarının bir işareti olarak yorumlanabilir. İsmet İnönü ile birlikte yeni dönemde Türkiye farklı bir politik süreç izlemiştir. Bu dönemde, Türkiye, II. Dünya Savaşı’nın dışında kalmayı -her türlü baskıya rağmen- başarabilmiştir. Savaşın sonuna kadar başarılı bir şekilde sürdürülen tarafsızlık politikası, yeni kurulmakta olan dünya sisteminin içerisinde yer almak için 23 Ocak 1945 tarihinde Almanya ve Japonya’ya savaş ilan ederek yeni bir mecraya girmiştir. Almanya ve Japonya’ya savaş ilan edilmesi Türkiye’ye “Birleşmiş Milletler” kurucu üyesi olmak üzere San Francisco Konferansı’na katılma hakkı kazandırmıştır. II. Dünya Savaşı döneminin siyasi ve sosyal uygulamalarını ekonomik uygulamalardan soyutlamak mümkün görülmemektedir. Bu noktada, Köy Enstitülerinin kurulup yaygınlaştırılması, Milli Korunma Kanunu, Varlık Vergisi, Toprak Mahsulleri Vergisi ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu savaş ortamında idari, siyasi ve sosyal anlamda yeniden yapılandırma çalışmaları olarak görülmelidir. Bu dönemde fikir hayatı bakımından ise Rusya ve Almanya’nın savaştaki pozisyonlarına göre aşırı sağ ve sol kesimin dönem dönem takibata uğramaları hükümetin bu konulara yaklaşımını göstermesi açısından önemlidir. Çok Partili Hayata Geçiş Süreci Çok partili siyasi hayatı, yaşama geçirmek “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” (bila kayd ü şart hâkimiyet-i milliye) düsturu le yola çıkan, demokratik bir cumhuriyet idealini ortaya koyan Cumhuriyet Türkiye’si için dönüm noktalarından biridir. Çok partili hayata geçiş ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra mümkün olmuştur. Çok partili hayata geçiş aşamasında dış politikada demokratik yönetimlerin hâkim olması kadar, İsmet İnönü’nün şahsi katkıları da kayda değerdir. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, cumhuriyetin demokratik yapısını, “Cumhuriyetin bir halk idaresi olarak kuruluşu, yani demokratik karakteri esas tutulmuştur” diyerek açıklamıştır. İsmet İnönü, bu dönemde demokratik anlayışı ifade ederken, bu kavramı kendi anlayışıma göre yorumladığı ve ifade ettiği anlaşılmaktadır. Çünkü İnönü, daha sonra 7 Temmuz 1945’te “Nuri Demirağ” adında bir sanayicinin birinci meclisteki bazı muhalifleri yanına alarak kurduğu “Milli Kalkınma Partisi”ni yok saymıştır. İsmet İnönü, oluşacak bir partinin yine CHP’den çıkmasını istemiştir. Bu dönemde, savaş dönemi politikaları tenkit eden Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan, 7 Haziran 1945’te Anayasanın milli egemenlik ilkesine işlerlik kazandırılması ve parti hayatının demokrasiye uygun şekilde düzenlenmesi için “Dörtlü Takrir” vermişlerdir. Parti içinde tartışmaları başlatan bu uygulama net bir karara ulaşamamıştır. Fakat Dörtlü Takrir, sahipleri partiden atılmışlardır. CHP’den atılan bu dört milletvekili “7 Ocak 1946’da Demokrat Parti”yi (DP) kurmuşlardır. Çok Partili Hayata Geçişte Bir Dönüm Noktası: 12 Temmuz Beyannamesi Türkiye’de Çok Partili Sisteme geçişle birlikte, parti yöneticileri ve siyasetçilerinin söylemleri bu kesimin önemli bir kısmının zihniyet olarak çok partili sisteme hazır olmadıklarını ortaya koymuştur. Buna rağmen, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından “12 Temmuz 1947 Beyannamesi” ilan edilerek çok partili siyasi hayat “devlet meselesi” olarak kabul edilmiştir. Demokrat Parti’nin kuruluş aşamasında, halk desteğinde yoksun oluşu, Demokrat Parti’nin kuruluşu aşamasında yapılan görüşmelerden dolayı gerek halk arasında gerekse partililer arasında “danışıklı dövüş” söylentileri, ayrıca iktidar partisi yöneticilerinin Demokrat Parti’nin kuruluşunu tamamen kendi lütufları olarak görmeleri, bunun yanında Demokrat Partinin hükümet aleyhine giderek artan eleştirileri Cumhurbaşkanı İnönü’yü her ne kadar zor durumda bıraksa da Cumhurbaşkanı, geçmiş tecrübelerinden yararlanma yoluna gitmiş ve geçmişte yaşanan aynı hataların yapılarak sürecin kesintiye uğratılmasına izin vermemiştir. Cumhurbaşkanı İnönü, hem CHP hem de DP’ye karşı eşit mesafede yaklaşmaya çalışmış, bununla birlikte iki parti arasında karşılıklı emniyetin oluşmasını hedeflemiştir. İnönü, bunu aynı zamanda ülkenin emniyet meselesi olarak da görüyordu. İnönü, aynı zamanda tecrübelerinden yola çıkarak toplumu kutuplaştırmamayı düstur edinmiş ve hem iktidar hem de muhalefet partisinin liderlerini yanına çekmeye çalışmış böylece ortaya çıkabilecek sorunları çözmekte daha etkili olacağını düşünmüştür. Çok Partili siyasi hayat, iki parti yöneticileri arasındaki çekişmelere, muhalefet partisinin hürriyet misakı, husumet andı gibi uç söylemlerine rağmen iktidar partisini de oldukça ılımlaştırması açısından önemlidir. Bu dönemde, değişmez genel başkanlığın kaldırılması, sınıf ve bölge esasına göre parti kurulmasını engelleyen düzenlemelerin kaldırılması gibi siyasi; üniversitelere idari özerklik verilmesi, Basın Yasası’nın liberalleştirilmesi gibi sosyal düzenlemeler gerçekleştirilerek ortam yumuşatılmıştır. 27 yıllık tek parti döneminin aksine gizli oy, açık tasnif gibi kazanımlarla süslenen bu süreç, iktidar partisini laiklik ve İnkılapçılık konusundaki radikal söylemlerini yumuşatmaya, Osmanlı döneminin hatıralarını yok saymaktan vazgeçmeye, din eğitimi konusunda halkın ihtiyaçlarını karşılayacak adımları atamaya zorlamıştır. Bu ortamda 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimler, Cumhuriyet Türkiye’sinde iktidarı halkın oyu ile belirlemiş ve iktidar el değiştirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nde 1950 1960 (Demokrat Parti) Dönemi 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerle birlikte el değiştiren iktidar, bundan böyle yaklaşık on yıl boyunca ülkeyi yönetmiştir. Bu dönemde, Cumhurbaşkanı seçilen Celal Bayar, parti başkanlığını bırakarak şeklen de olsa sivil bir görünüm arz etmiştir. İktidara gelen Demokrat Parti, Eylül ve Ekim 1950’de sırasıyla yapılan Belediye ve İl Genel Meclis Üyeleri seçimlerinde önemli bir çoğunluk sağlayarak iktidarını güçlendirmişti. Demokrat Parti’nin ilk yıllarında tarımda makineleşme ve uygun iklim koşullarının desteğiyle ürün artışı sağlanmış ve kırsal kesimdeki kitlelerde göreceli bir zenginlik ve refah ortamı oluşturulmuştur. Ancak makineleşmenin ithale dayalı olması ve zaman içinde yedek parça sıkıntısı başta olmak üzere çiftçilere sağlanan desteğin devamlı olamaması gibi etkenlerle oluşan iyimserlik yerini tedirginliğe bırakmıştır. Demokrat Parti, ilk güven oylamasında 192 çekimserle karşılamıştı. Bu İttihat ve Terakki Partisi’nin II. Abdülhamit’e muhalefetinden itibaren kronikleşen iktidara karşı olmakla birleşen muhaliflerin işbaşına gelince hemen farklı gruplara ayrılmalarının sonucuydu. 1950 – 54 arası dönemdeki ekonomik rahatlama sandığa da yansımış ve Demokrat Parti, 1954 seçimlerinde oy oranını arttırarak (%57) meclisin tek hâkimi haline gelmiştir. Böyle yüksek bir seçim sonucu, beraberinde basın, üniversite ve muhalefeti dikkate almama eğilimini getirmiştir. 1954 seçimlerinden sonra, DP kamuoyunda kaygı uyandırıcı birtakım faaliyetlerde bulunmuştu. DP’nin özellikle basına yönelik tavrı parti içi muhalefeti güçlendirmiş ve bunun sonucunda 20 Aralık 1955’te “Hürriyet Partisi” kurulmuştur. Demokrat Parti döneminde meydana gelen bir diğer önemli gelişme ise “6-7 Eylül” olayları olarak tarihe geçen ve Yunanistan’la ilişkilerin gerginleşmesine neden olduğu gibi uluslararası alanda Türkiye için olumsuz bir imaj yaratan olaylar silsilesidir. Demokrat Parti, 1957 erken genel seçimlerinde oylarını kısmen düşürmüş olmasına rağmen yine de mecliste çoğunluğu sağlamıştı. DP, 1957 seçiminden sonra muhalefeti ve ona destek olan kaynakları engellemeye yönelik tedbirleri arttırmış yine bu dönemde basın ve muhalefet kadar onlara destek olan diğer kesimlere karşı tavır alınmıştır. Meclis çalışmalarının tamamen hükümetin kontrolü altına verecek düzenlemeler muhalefetin meclis çalışmalarını boykot emesine rağmen kabul edilmiştir. 1957 – 1960 yılları arası DP için, sonun başlangıcını temsil eden yıllar olmuştur. Bu yıllar arasında enflasyon %200’lük bir artış göstermiş ve bu ekonomik dengelerin bozulmasında önemli rol oynamıştır. Ayrıca yine bu dönemde DP, muhalefete karşı tavrını daha da sertleştirmiş ve ilişkiler birçok yönüyle problemli bir hale bürünmüştür. DP’nin içine düştüğü durumu göstermesi açısından “ Vatan Cephesi”nin kurulması da manidardır. Vatan Cephesi, 12 Ekim 1958’de Başbakan Adnan Menderes’in çağrısıyla kurulan ve toplumsal ve siyasi kamplaşmayı tetikleyen bir işlev gördüğü belirtilmektedir. DP, 1960 İhtilalinin hemen öncesinde “Tahkikat Komisyonu” kurmuştur. Bu komisyon, muhalefet ve basının faaliyetlerini denetlemek amacıyla kurulmuştur. Artan kontrol ve denetleme mekanizması toplumu etkilemiş bunun yanında sıkıyönetim uygulaması da toplumsal bir refleksin gelişmesine neden olmuştur. Bütün bu olaylar sonucunda “ 27 Mayıs 1960” tarihinde Askeri İhtilal gerçekleşmiş ve Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini ele almışlardır. 1960 Darbesi’nden Sonra Türkiye Demokrat Parti’nin, on yıl boyunca art arda yapılan üç seçimde milletten hükümet kurma yetkisini alması ve bunun sonucunda bu partinin yöneticilerinin sanık sandalyesine oturtulması Türkiye’de demokratikleşmenin içselleştirilmediğini göstermesi açısından kayda değerdir. 27 Mayıs Askeri Darbesi’nden sonra, “Milli Birlik Komitesi” kurulmuştur. Bu komite 38 kişilik bir kadrodan oluşuyordu. MBK’nın başına da Kara Kuvvetleri Komutanı “Cemal Gürsel” getirilmiş, Gürsel, askeri müdahalenin amacının “Türkiye’de demokrasinin yeniden ortaya çıkarılması” olarak açıklamıştır. MBK’nın başa geçmesiyle birlikte, kapatılan üniversiteler açılmış, basın yasağı kaldırılmış ve bir anayasa komisyonu oluşturulmuştur. Demokrat Parti yöneticileri ise halkı iç savaşa sürüklemek, anayasayı ihlal etmek gibi ağır suçlamalarla “vatana ihanet” ithamıyla mahkemeye verilmişlerdi. Bu dönemde toplumun farklı kesimlerinden oluşturulan “Kurucu Meclis” 12 Ocak 1961’de siyasi parti faaliyetlerine izin vermiştir. Adalet Partisi, Yeni Türkiye Partisi gibi Demokrat Parti mirasçısı olduğu iddia edilen partilerin yanı sıra Türkiye İşçi Partisi de bu süreçte kurulmuştur. 9 Temmuz 1961’de yapılan anayasa referandumuna seçmenler, %83 oranında katılmışlardır. Anayasa, %60,4 evet oyu ile kabul edilirken %39,6’lık hayır oyu ciddi bir hoşnutsuzluğa da işaret ediyordu. Yassı Ada, yargılamaları sonucunda mahkeme, 15 ölüm, 32 müebbet hapis ve çok sayıda 4 -15 yıl arası hapis cezasına hükmetmişti. Celal Bayar’ın ölüm cezası yaş durumundan dolayı hapse çevrilmiştir. DP’nin başbakanı, maliye bakanı ve dışişleri bakanı haklarında verilen idam kararları 16-17 Eylül 1961’de infaz edilmiştir. DP’nin kurucu kadrolarının demokrasi ile hiçbir şekilde bağdaşmayan bu trajik ölümleri, bugüne kadar eleştiri konusu olmuştur. Yapılan genel seçimlerin ardından, ilk koalisyon hükümeti CHP – AP (Adalet Partisi) tarafından 20 Kasım 1961’de kurulmuştur. Kasım 1964 itibariyle Adalet Partisi başkanlığına seçilen Süleyman Demirel, bütçe görüşmelerinde hükümetin istifasını sağlayarak hızlı başladığı siyasi kariyerinde bundan sonra belirleyici aktörlerden biri haline gelmiştir. 15 Eylül 1965 seçimlerinden sonraki dönemde parlamentoda çoğunluğu sağlayan AP hükümeti de ülkedeki gidişi değiştirememiştir. Bu dönemde özellikle Amerikan karşıtlığı ve öğrenci hareketleri önem kazanmış ve 1968’de olaylar hız kazanarak rejime yönelmeye ve güvenlik sorunu oluşturmaya kadar gitmiştir. Bu dönemde gittikçe artan güvenlik sorunları ve yaşanan kaos nedeniyle Türk Silahlı Kuvvetleri, “12 Mart 1971 tarihli Askeri Muhtıra”yı vermişlerdir. Bunun sonucunda başbakan Demirel, istifa etmiştir. 12 Mart’tan 12 Eylül’e Türk Siyasetinde Gelişmeler 12 Mart Askeri Muhtırası’ndan sonra, AP, CHP, Güven Partisi ve parlamento dışından alınan destekle 27 Mart’ta Nihat Erim başkanlığında bir “Teknokratlar Hükümeti” oluşturuldu. Bu Teknokratlar Hükümetinin, laik cumhuriyeti tehdit edecek faaliyetleri kontrol altına almak, bölücü terör faaliyetlerini engellemek ve Kıbrıs’a olası bir müdahale için zemin hazırlamak gibi amaçları vardı. Ancak Erim hükümetinin reform uygulamaları toplumda kendine yer edinmediği için Nihat Erim, 3 Aralık 1971’de istifa etti. Bu dönemin en önemli gelişmelerinde biri, Bülent Ecevit’in 14 Mart 1972’de CHP genel başkanlığına seçilmesi olmuştur. Yine bu dönemde muhtıra ile kapatılan Milli Nizam Partisi (MNP) yerine Milli Selamet Partisi (MSP) kurulmuş ve yeni parti de İslami söylemi ön plana çıkarmıştır. Cumhurbaşkanlığına ise “Fahri Korutürk” seçilmiştir. 1973 genel seçimlerinin sonucu Türkiye’yi koalisyonlara mecbur etmiştir. Uzun arayışların sonunda 25 Ocak 1974’te kurulabilen CHP – MSP arasındaki ilk koalisyon Kıbrıs Barış Harekâtını gerçekleştirmiştir. Türk dış politikasını bundan sonra deyim yerindeyse ipotek altına alacak olan bu harekât iki aşamadan oluşmuş ve adada yaşayan Türk toplumunun güvenliğini sağlamıştır. Kıbrıs Harekâtının kazanımlarını paylaşmada anlaşamayan hükümet ortağı iki parti (CHPMSP) koalisyonu bozarak yeni bir hükümet krizi yaratmışlardır. Hükümet krizi, Süleyman Demirel’in başkanlığında Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi, Cumhuriyetçi Güven Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisinin işbirliğinde “Milliyetçi Cephe Hükümeti” kurularak aşılmıştır. Bu dönemde toplumda hızla artan siyasi ve toplumsal kamplaşma iktidarı sağ, muhalefeti de bütün sol faaliyetlerin hamisi haline getirdi. Siyasetteki bu bölünmüşlüğün devletin her kademesinde yansımaları görülecektir. 12 Eylül müdahalesi öncesi öğretmen, memur, polis gibi meslek grupları başta olmak üzere hem toplum hem de işçi-memur kesimi tam bir bölünmüşlük manzarası gösterecektir. Bu bölünmüşlüğün bir yansıması da DİSK’in Taksim’deki 1 Mayıs 1977 mitinginde çıkan olaylarda 34 kişinin hayatını kaybetmesi ile su yüzüne çıkmıştır. 5 Haziran 1977 seçimlerinden birinci parti olarak çıkmasına rağmen CHP’nin, kurduğu azınlık hükümeti güvenoyu alamayınca Süleyman Demirel, MSP ve MHP desteğiyle “2. Milliyetçi Cephe” yi kurmuştur. Ancak bu hükümet de kısa süre içerisinde düşmüştür. Bu karmaşa içinde uzun süreli sayılabilecek hükümeti, AP’den istifa eden bağımsız milletvekilleriyle CHP kurdu. Ancak bu dönemdeki toplumsal şiddet öyle bir noktaya vardı ki, normal insanlar bile günlük hayatlarını idame ettirmekte sorun yaşamaya başlamışlar ve bu kaos ortamı belirsizlikte birlikte toplumda güvensizlik ve karamsarlık yaratmıştır. Bu süreç içerisinde, tarihe “Maraş Olayları” olarak geçen ve çok sayıda yurttaşın ölümüne sebep olan mezhepsel çatışmalar da çıkmıştır. Ancak zırhlı birliklerin müdahalesi ile durdurulabilen bu çatışmalardan sonra hükümet 25 Aralık 1978 günü 13 ilde sıkıyönetim ilan etmiştir. Bülent Ecevit, daha sonra IMF’den kredi başvurunda bulunmakla birlikte yeterli siyasi desteği de bu şekilde tüketmiştir. Bunun sonucunda istifa eden Ecevit’in yerine bütün sağ partilerin desteği ile “Demirel Azınlık” hükümeti kurulmuştur. Bu dönemde günde ortalama 20 vatandaşımızın hayatını kaybettiği göz önüne alınırsa olayın vahameti daha iyi anlaşılabilir. Yine bu dönemde eski başbakanlardan Nihat Erim ile DİSK Başkanı Kemal Türkler’in öldürülmeleri anarşi ve terörün ulaştığı boyutu gösteren uç olaylardır. Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra maruz kalınan Amerikan ambargosu, dış ilişkilerin kötüleşmesinden etkilenen kredi musluklarının kapanması, radikal kararlar almayı zaruret haline getirdi. “24 Ocak Kararları” ile iki aşamada yapılan %73’lük değer düşürme ile uluslararası mali piyasaların beklentisi karşılanarak dışarıdan kredi alınmaya çalışıldı. Ancak, anarşi olaylarının engellenemediği sıkıyönetim ortamında, lider seviyesindekilerin hiçbir şartta bir araya gelmeme inadının siyaset kanalını tıkaması üzerine Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanunu’na dayanarak “12 Eylül 1980’de” yönetime el koymuşlardır. 12 Eylül 1980 Darbesi ve Sonrasında Türkiye Kuvvet komutanları ile Genelkurmay başkanından oluşan Milli Güvenlik Konseyi (MGK), ülkede Atatürkçülük yerine irticai ve sapkın ideolojilerin hâkim olduğu suçlamalarını dile getirmiş, meclis ve hükümeti feshetmiş ve milletvekillerinin dokunulmazlık haklarını da kaldırmıştır. Ülke genelinde sıkıyönetim ilan edilerek, yurtdışına çıkışlar da yasaklanmıştır. MGK, iktidar ve muhalefetin aktif yöneticilerinin hepsini gözaltına alarak çok sayıda dava açmıştır. Ayrıca seçimlerde ülke genelinde oy barajı sistemi getirilerek küçük partilerin meclise girmelerinin önlenmeye çalışılması demokratik açıdan eleştirilen bir tavır olmakla birlikte bugüne kadar devam eden bir yöntem olarak demokrasi tarihimize geçmiştir. 12 Eylül Askeri Darbesi’nden sonra yeni anayasa ve MGK’nın başkanı Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığı %92 gibi yüksek bir oyla kabul edilmiştir. Bu nispette yüksek bir oranın olması darbe öncesi halkın durumdan ne kadar şikâyetçi olduğunu gösteren önemli kanıtlardan biridir. 12 Eylül Askeri Darbesi’nden yaklaşık iki buçuk yıl sonra -3 Mart 1983’te- kabul edilen Siyasi Partiler Kanunu ile siyasi faaliyetler serbest bırakılmakla birlikte önceki dönemde genel başkan, yönetim kurulu üyesi veya milletvekili olanlara siyasi yasak getirilmiştir. Bu süreçte geçmişe oranla toplumu apolitize (politikaya ilgisiz) etmek önemli bir görev olarak kabul edilmiştir. 1983’ten 1991’e kadar ANAP (Anavatan Partisi) ülkeyi yönetme yetkisini milletten almıştır. ANAP’ın hükümetleri döneminde, serbest ekonomik anlayışın ve ihracata yönelik bir ekonomi politikasının izlendiği söylenebilir. ABD’nin 1991’de Körfez Savaşı sırasında ve sonrasındaki uygulamalarından etkilenen Türkiye’de enflasyon artmış, grevler başlamış, orta direk olarak ifade edilen orta sınıf çökmüş ve tüm bunların neticesi olarak da halk bu ümitsiz durum karşısında dine daha çok sığınmaya başlamıştır. 1987 yılında siyasi yasaklıların referandumla siyasete dönmeleri takiben yapılan seçimler yeniden koalisyonlar devrini başlatmıştır. Eski liderlerin siyasi tabanlarını temsil eden yeni partilerde devam etmesinin istisnası 1985’te eşi Rahşan Ecevit tarafından kurulan Demokratik Sol Parti’nin (DSP) başına geçerek CHP’ye rakip olan Bülent Ecevit olmuştur. Ecevit, klasik Cumhuriyet Halk Partisi söylemlerinden farklı yaklaşımlarıyla 90’lı yılların siyasi hayatında etkin rol oynamaya devam etmiştir. 1991 seçiminde sonra Türkiye’nin iki önemli siyasi gücü, Doğru Yol Partisi ile (DYP) Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin (SHP) bir araya gelmesi ile başlayan süre, İki binli yılların başına kadar devam etmiştir. Türkiye’yi 1990’ların başında etkileyen bir diğer önemli faktör ise Sovyetler Birliği’nin dağılmasıdır. Türkiye bu dönemde yaşanan olumsuz koşullardan dolayı bölgesel bir güç olamamıştır. Özal döneminde Türkiye her ne kadar gelişme kaydettiyse de bu topyekûn bir kalkınmayı kendisiyle getirememiştir. Özal döneminde, Türkiye hem Türki Orta Asya devletleriyle hem de Balkanlar devletleriyle işbirliğine girişmiştir. Ancak, Turgut Özal’ın 17 Nisan 1993’te ansızın ölümü bu tür girişimleri de doğal olarak yarıda bırakmıştır. Turgut Özal’ın ölümüyle birlikte yerine Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı olmuştur. “ 4 Nisan (1994) Kararları” olarak tarihe geçen ekonomik önlemler, toplumun daha da fakirleşmesine neden olmuştur. 1995 seçimlerinde hiçbir partinin hükümet kuracak milletvekili sayısına ulaşamamasından dolayı Ecevit’in dışarıdan desteklediği DYP / ANAP koalisyon hükümeti kurulmuş, daha sonrada 28 Haziran 1996’da Refah Partisi (RP) ile DYP koalisyon hükümeti kurulmuştur. RP ile DYP koalisyonunun başbakanı olan Necmettin Erbakan döneminde aşırı uç dini söylemlerin basına yansıması üzerine,” 28 Şubat 1997’de” Milli Güvenlik Kurulu hükümeti uyarmıştır. Yakın tarihimize “post modern” darbe olarak geçen bu uyarı sonucunda laiklik karşıtı eylemlerin engellenmesi ve eğitimde sekiz yıllık kesintisiz sisteme geçilmesi kabul edilmiştir. Siyasi ortamın gerginliği dolayısıyla farklı kombinezonlarla kurulan ANAP/DSP/DTP koalisyonu sırasında terör örgütüne yardım eden Suriye ile savaşın eşiğine gelinmiştir. Bu koalisyon, politik hesaplaşmalar dolayısıyla bozulunca bu defa DYP ve ANAP desteğiyle DSP azınlık hükümeti kurulmuştur. İki sağ partinin desteğiyle sol bir partinin azınlık hükümeti kurması Türk Demokrasi hayatında önemli bir gelişme olarak nitelendirilebilir. 18 Nisan 1999 seçimlerinde DSP birinci parti olarak çıkmıştır. Cumhuriyet döneminin ilk partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilk defa meclis dışında kaldığı bu dönemde Ecevit’in başbakanlığında ANAP ve MHP koalisyonu kuruldu. 2000 yılındaki ekonomik kriz, bu koalisyon hükümetini zor durumda bırakmış ve Dünya Bankası’nda üst düzey görevde bulunan Kemal Derviş ekonomiden sorumlu devlet bakanlığına getirilerek onun hazırladığı ekonomik program hayata geçirilmiştir. Ancak koalisyon üyeleri arasında politik çıkarların öne çıkarılmasından kaynaklanan sorunlar ve başbakan ile cumhurbaşkanı arasında yaşanan tartışmalar vesilesiyle sonlanan DSP, ANAP, MHP koalisyonunda sonra “ 3 Kasım 2002” de yapılan seçimlerden sonra Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) dönemi başlamıştır. 14 Ağustos 2001’de kurulan AKP, 3 Kasım 2002 seçimlerinde en yüksek oyu alarak Abdullah Gül başkanlığında 58. Hükümeti kurmuştur. Okuduğu bir şiir dolayısıyla siyasi yasaklı olan partinin kurucu başkanı Recep Tayyip Erdoğan, siyasi yasağının kalkmasından sonra 15 Mart 2003’te 59. Hükümetin başbakanı olmuştur. AKP hükümetleri döneminde Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve sosyal alanlarda yeniden gelişme gösterdiği bir süreç başlamıştır. 21. yüzyılın ilk on yılında yapılan üç genel seçimde de gittikçe artan bir oy oranı ile işbaşına gelen hükümetlerin uygulamaları demokratikleşme, sivilleşme ve çağdaşlaşma yolunda istikrarla ilerleyen bir Türkiye manzarası göstermeye başlamıştır.
__________________ O (cc)’NA SIĞINMAK AYRICALIKTIR |
12 Nisan 2018, 20:19 | Mesaj No:8 |
Durumu: Medine No : 38944 Üyelik T.:
09 Şubat 2014 |
Ünite 8: 1938’den Günümüze Sosyal, Kültürel ve Sanatsal Değişme ve Gelişmeler II. Dünya Savaşı Yıllarındaki Sosyal ve Kültürel Gelişmeler Tek parti yönetiminin sosyal ve kültürel alanda gerçekleştirdiği politika ve yaklaşımların 1946 yılına kadar olan kısmı ve sonrasını iki ayrı ana kategori olarak değerlendirmek gerekir: 1. 1946 yılına kadar, halkı pek dikkate almayan, II. Dünya Savaşı’nın doğrudan ve dolaylı etkileriyle şekillenen uygulamalar sonucu devlet, cumhuriyeti, ilke ve inkılapları devam ettirmek amacıyla, halka ulaşmak, ona rejimi anlatmak için kurduğu “Halkevleri”nde her şeyi kontrol eden kuşkucu ve sakınmacı bir anlayışla hareket etmiştir. 1940 yılında yapılan düzenlemeyle inkılabın ruhuna uymayan dini içerikli yayınlar dâhil her şey yasaklanmıştır. Bu düzenlemeye uygun olarak 1942’de gazetelere müdahale edilmiştir. Aynı yıl ekmek karneye bağlanmış, yetersiz beslenmeyle ilgili olarak ortaya çıkan çiçek, tifüs gibi salgın hastalıklar dönemin karikatür dergilerine konu olmuştur (S: 247, Fotoğraf 8.2). Eğitim alanında en önemli gelişme Köy Enstitüleri’dir. İsmet İnönü himayesinde Milli Eğitim Bakanı (Maarif Vekili) Hasan Ali Yücel yönlendirmesiyle ve İlk Öğretim Müdürü İsmail Hakkı Tonguç yönetiminde, % 80’ni köylerde yaşayan nüfus yapısının gereği olarak düşünülen “köy enstitüleri”yle hem tarımın bilimsel yöntemlerle yapılmasını hem de köylünün eğitilmesini amaçlıyordu (S: 246, Fotoğraf 8.1). Köy enstitülerinin kurulmasının bir diğer amacı da köyden kente göçün engellenmek istenmesidir. Uygulanan tarım ve ticaretteki politikalarla enflasyon (1938-43 arasında tüketim malları beş kat artar) süreç içinde kırsal kesimin hükümetten ve CHP’den uzaklaşmasının nedeni olmuştur. Şehirler ise görece daha rahat yaşamıştır. 2. 1946 yılından sonra ise, halkın ilgi ve beğenisini dikkate alan uygulamalar. Savaşın sonunda oluşturulan yeni düzende, tek parti yönetiminin “halk için halka rağmen” halkçılığı yerine, “halk için halkla beraber” anlayışına dönüşmüştür. 1947 kongresinde laiklik ve inkılapçılık ilkelerinde gevşemeler oluşmuştur. Demokrat Parti’nin 1946 yılında kurulmasında altı ay sonra yapılan seçimlerde gösterdiği büyük başarı, devlet politikalarında halkın yaşayışına ilişkin uygulamaların gözden geçirilmesini zorunlu kılmıştır. 1947 kurultayından sonra padişah türbelerinin açılması, imam-hatip yetiştirmek için kursların açılması ve ilahiyat fakültelerini kurulması, diyanet mensuplarının maaşlarına zam yapılması gibi düzenlemeler gerçekleşmiştir. Tek parti hükümetlerinin son başbakanı Şemsettin Günaltay döneminde demokratikleşme ve dini konularda yeni uygulamalar görülür. İlkokul 4. ve 5. sınıflarına din dersi açılması bu dönemin uygulamaları arasındadır. 1945’te Milli Kalkınma Partisi ile başlayan çok partili hayat 1946’da Türkiye Sosyalist Partisi, Sosyal Adalet Partisi, Liberal Demokrat Parti, Çiftçi ve Köylü Partisi, İslam Koruma Partisi, Yurt Görev Partisi, İdealist Parti, Türk Muhafazakâr Partisi gibi çeşitli ideolojik yaklaşımların temsilcisi partilerle fikir ve siyaset alanı zenginleşmiştir. Demokrat Parti Döneminde Sosyal ve Kültürel Alanda Tartışmalar/Gelişmeler Demokrat Parti döneminde okullarda din dersinin zorunlu hale getirilmesine karşın, Arapçanın öğrenilmesi, yeni din dersleri konulması ve imam hatip okullarının açılması gibi istekler reddedilmiştir. Bu süreçte çok sayıda Atatürk heykeli saldırısı sonucunda “Atatürk’ü Koruma Kanunu” çıkartılmıştır. Diğer gelişmeler aşağıdaki gibi sıralanabilir; • Ezanın yeniden Arapça okunması • Dini dergi ve gazete yayınlarında artış ve bazılarının kapatılması • Diyanet İşleri Başkanlığının da katkılarıyla komünizm aleyhtarlığı • Halkevleri ve Köy Enstitüleri’nin solcu ve CHP’nin denetinde olduğu gerekçesiyle kapatılması • Genel af ve hafta sonu tatilinin yasallaşması, • Vaat edilmesine karşın sendikalı işçilere grev hakkının verilmemesi ve grev girişimlerinin çok sert biçimde bastırılması ve sendikaların kapatılması 1960-1980 Dönemi Sosyal ve Kültürel Tartışmalar/Gelişmeleri 1960 askeri müdahalesinden sonra, Milli Birlik Komitesi (MBK) ve Demokrat Parti dönemi muhalefetinin esas söylemi “dinin siyasete alet edilmemesi” olmuştur. Bunu için Yüksek İslam Enstitüsü’nde reformlar yaparak dini eğitimin yanında sosyoloji, iktisat, ekonomi ve medeni hukuk derslerinin eklenmesini sağlamıştır. Kuran’ın Türkçeleştirilmesi konusunda çalışmalar yapılmıştır. 9 Temmuz 1961’de kabul edilen yeni anayasa ile devlet demokratik, laik sosyal bir hukuk devleti olarak kabul edilmiştir. Kuvvetler ayrılığı ilkesiyle yasama görevi Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu’na verilir. Temel hak ve hürriyetler konusunda anayasada ayrıntılı ifadeler yer aşmıştır ve buna uygun olarak Anayasa Mahkemesi kurulmuştur. Kanunla düzenlenmek üzere işçilere sendikalaşma ve grev hakları verildi. Ücretli hafta sonu ve bayram tatili hakkının yanı sıra yine ücretli yıllık izin hakkının kanunla düzenlenmesi anayasada yer aldı. İkici İnönü hükümeti din eğitiminde yeniden yapılanmalara gidilir. Suat Sabri Ürgüplü Hükümeti ise İmam Hatip Okulu mezunlarının ilkokul öğretmeni olmalarının önünü açar. Laikliğin dini yok ettiğine ilişkin toplantılar yapılır. Bu gelişmelerle bağlantılı olarak 1966’da Alevi partisi olarak tanımlanan “Birlik Partisi” kurulur. Bu süreçte sol içerikli yayınlar ve çeviri yapanlar, hükümet tarafından hapse atılmıştır. Muhalefet, hükümetin mali ve iktisadi konularda olumsuz görünümünü değiştirmek için “komünizm belası” yaratığı suçlamaları yapmıştır. Dini konularda ayrıştırıcı politikalar Elbistan’da Şii vatandaşların düzenlediği Ehlibeyt Gecesi’nde SünniŞii çatışması yaşanır. Osmaniye’de de Kur’an yakıldığı söylentileri üzerine olaylar çıkmıştır. Tartışma ve çatışma ortamı içinde, bundan sonraki yaklaşımlar ve gelişmeler aşağıdaki açıklamalı başlıklar halinde verilebilir: 1. B. Ecevit sağ-sol çatışmalarında kullanılan din motifinin dinle bağlantılı olmadığını söyler. Ona göre, yabancıların ekonomik çıkarları doğrultusunda din kullanılmaktadır. 2. Cumhurbaşkanı C. Sunay, gericilerin ülkeye hâkimiyetinin milleti geriye götüreceği, diğer yandan aşırı solla birlikte ülke, karanlık dikta rejimine ve ülkenin bağımsızlığının tehlikeye gireceğini söyler. 3. Türkiye İşçi Partisi sendikalara ilişkin yankı bulan çalışmalar yapar. Zonguldak maden işçilerinin grevi bu ortamda yapılır ve Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu ve hükümet grevi kanunsuz ve komünist eylem olarak ilan eder. 4. Grev girişimlerine polis yerine askerler müdahale eder. 5. Öğrenciler devrimci, ülkücü ve akıncı olarak gruplara ayrılmıştır. 6. 1970’li yıllarda endüstri, teknik ve meslek liselerine önem verilse de, bilhassa 1978-80 yılları arası birkaç aylık eğitimlerle öğretmen yetiştirilmesi, eğitimin gündelik-dönemlik siyasete alet edilmiştir. 7. 24 Temmuz 1963’de yürürlüğe giren Toplu İş Sözleşmesi, Grev, Lokavt ve Sendikalar Kanunu 1970 muhtırasıyla askıya alınır. 8. 1974 koalisyonu genel af, vergi barışı, eğitimde fırsat eşitliği, gelir dağılımı eşitliği gibi konuları gündemine alır. Aynı yıl 20 Temmuzda Kıbrıs Çıkartması yapılır. Kıbrıs müdahalesinden sonra uluslararası tecrit ekonomik durumun daha da kötüye gitmesine neden olur. 9. Aralık 1961’den 30 Haziran 1967’ye kadar haftalık olarak çıkan Yön Dergisi dönemin siyasi fikir hayatını etkilemiştir. 10. Türkiye İşçi Partisi, hükümetlerin bölgecilik yaptıklarını ve doğunun gelişmemesini dikkate çekiyordu. Adalet Partisi ağırlıklı koalisyonlarda 141. ve 142. ceza kanunu maddelerinin komünizm, Kürtçülük ve ırkçılık kontrol altında tutan maddeler olduğunu savunuyordu. 1980-2000 Dönemi Sosyal ve Kültürel Tartışmalar/Gelişmeler 1980 müdahalesinden sonra asayişin belli oranda sağlanmış olması dahi memnuniyet yarattığı iddia edilir. Anavatan Partisi ve sonrasındaki koalisyon hükûmetleri toplumsal barışa vurgular yapsa da, sıkıntılar giderilmemiştir. Ordu yönetiminin âdeta on yılda bir darbe yapabileceği kanısı her çevrede hâkimdir. Darbeler modern, postmodern, e-muhtıra şekillerinde de olsa bir gelenek hâlini almıştır. Yüzyılın sonunda gerek ordu – siyaset gerekse kurumlar arası ilişkiler gelişen görsel ve yazılı iletişim kanalları sayesinde şeffaflaşmaya başlamıştır. Bu ortam içinde kültür alanındaki gelişmeler ana hatlarıyla şöyledir: Radyo: Türkiye’nin sosyal ve kültürel yaşamını etkileyen gelişmeler içerisinde en etkili olanı şüphesiz 1990’lı yıllarda hızla gelişen radyo ve televizyon olayıdır. İstanbul Radyosu 1927’de İstanbul Sirkeci’deki Büyük Postane’nin bodrum katında yayına başlarken, Ankara Radyosu da aynı yıl Ankara’da da Ulus’ta kurulan bir stüdyoda hizmet girmişti. Ankara Radyosu 29 Ekim 1938’de verici ve stüdyo imkânları ile İstanbul Radyosunu ikinci plana itmişti. İzmir’de Belediyenin kurduğu İzmir Radyosu da 1948’de yayın hayatına başlamıştır. Radyo’nun Türkiye’de nüfusun yarısına yakınına ulaşabilmesi 1960’lı yıllarda olmuştur ki günlük yayın süresi 12-13 saat civarındaydı. Matbuat Umum Müdürlüğü, Basın Yayın Genel Müdürlüğü gibi yapılar içinde çalışmalarını sürdüren Radyo, 1961 Anayasası ile tarafsız ve özerk statü kazanmıştı. 1 Mayıs 1964’te yürürlüğe giren TRT yasası ile büyük bir atılım yapmıştır. Öyle ki bu tarihte iki milyon olan alıcı sayısı %150 artarak 1980’de 4.5 milyona ulaşmıştır. 1982 Anayasası’ndan sonra yeni düzenlemeler ile yapısı geliştirilen ve bir üst kurul ile desteklenen TRT 1984’te canlı yayın yapmaya başlamış 1985’ten itibaren bilhassa müzik programlarının canlı yayınına ağırlık vermiştir. Bu yıllarda kanunen tek müessese olmasına karşın özel radyo ve televizyonların da birer birer yayın hayatına girdikleri görülmüştür. 1994 yılında radyo sayısının 500’ü geçtiği söylenir. Televizyon: Televizyon yazılı basından da daha etkili biçimde toplumu etkileyen araç olmuştur. 31 Ocak 1968’de deneme yayınına başlayan TRT Televizyonu, yayına haftada 3 gün, üçer saat olarak başladı ve 1 yıl sonra haftada 4 güne çıktı. 1970’de İzmir Televizyonu, ardından 1971’de İstanbul Televizyonu faaliyete geçti. 1973’de ise Türkiye Cumhuriyeti’nin 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün cenaze töreni naklen yayınlandı. 20 Temmuz 1974’te başlayan Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan tüm Türkiye ve Avrupa TRT yayınlarıyla haberdar oldu. Eurovision Şarkı ve Beste Yarışması’na Türkiye, ilk kez 1975’de TRT’nin organizasyonuyla girdi. Süreç içinde TRT bünyesinde çok sayıda kanal açılmış ve uydu aracılığı ile sadece Türkiye’de değil Orta Avrupa’dan OrtaAsya’ya kadar yayılan coğrafyada Türk kanalları izlenebilir duruma gelmiştir. Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde Türkiye dışından yapılan TV yayınları başlaması önemli bir dönüm noktası olmuştur. 1990 itibarıyla özel kanalların da devreye girmesiyle siyaset, ekonomi (reklam) kültür hayatında son derece etkili ve kârlı bir güç hâline gelen televizyonculuk, gazete ve holding sahiplerinin de büyük ilgi duyduğu bir alan oldu. 8 Temmuz 1993 düzenlemesiyle radyo ve televizyon yayınında devlet tekeli kaldırıldı. 13 Nisan 1994 tarihinde çıkarılan 3984 sayılı yasa ile bütün yayın alanını kontrol etmek üzere Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) oluşturularak sektörün çalışmalarına bir standart getirilmek amaçlandı. Mimarlık: Mimarlık alanında dışa açılma 70’li yıllarda başlamıştır. Ekonomik durgunluğun da bir ölçüde zorladığı bu dışa açılma, Türkiye inşaat sektörünün Libya, Irak vb. petrol ülkelerindeki yatırım taleplerinin değerlendirmeleri sonunda büyük başarı ortaya koydukları bir hizmet alanı olmuştur. Cumhuriyetin ellinci yılında 29 Ekim 1973’te açılışı yapılan Boğaziçi Köprüsü üç yıllık inşa sürecinden sonra iki kıtayı birbirine bağlarken köprünün proje aşamasında Türk firmalar katkı sağlamıştır. Turizm sektörü için yapılan binalar, yurtdışı restorasyon ve yeni binaların yapımında inşaat sektörünün başarıları kayda değer başarılardır. Müzecilik: Taşınmaz kültür varlıkları ile ilgili kanun 1906 tarihli Asar-ı Atika (eski eserler) nizamnamesi ile 1973 yılına kadar devam etmiştir. 1951’de Anıtlar Yüksek Kurulu ve Taşınmaz Eski Eserler Kurulu oluşturulmuştur. Bu kurul vasıtasıyla mimari ve tarihî anıtların koruma, bakım ve onarım işleri düzenlenmiştir. 1935 sonrası yapılan arkeolojik kazıların buluntuları il arkeoloji müzelerinde sergilenmektedir. Türklerin Anadolu’daki tarihî ve kültürel mirasın sahibi olduğunu göstermeyi amaçlayan tarih anlayışının bir neticesi olarak eserler bu müzelerde sergilenmektedir. Müzik: 1960-80 arası dönemde gittikçe hızlanan köyden kente ve özellikle büyük kentlere göçün ortaya çıkardığı ekonomik ve sosyal sorunlarla düşünce ve entelektüel düzey sorunlu hale gelmiştir. Müzik alanında umutsuzluğu ve çaresizliği konu edinen arabesk müzik bu dönemde yaygınlaşır. 70 yıllarda pop, folk, rap gibi müzik türlerinin geniş kitleler tarafından sevilir. Arabesk müzikte Orhan Gencebay çok önemli isim olmuştur. “Türk müziğinde serbest çalışmalar” olarak nitelediği şarkılarından bilhassa 70’li yıllarda (Batsın bu dünya, Bir teselli ver vb.) toplumun psikolojisini musikisi ile yansıttığı bir kabul edilir. Arabesk ve pop müziğin yoğun rağbet görmesi devlet eliyle Türk Musikisi Devlet Konservatuarı gibi kurumlarla sanat müziğinin geliştirilmesi amaçlanır. Resmî müzik topluluklarının ilki olan İstanbul’daki Devlet Klasik Türk Müziği Korosu Prof. Nevzad Atlığ ile Tarihçi ve Müzikolog Yılmaz Öztuna tarafından 1975 yılında kuruldu. Bu koro 2000’li yıllarda “Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği Korosu”na dönüştürülecektir. Resim: Tek partili dönemde sanatçıları ülke insanı ve yurt köşeleri hakkında çalışmalara özendiren resim heykel sergileri 1939’dan itibaren gelenekselleştirilmiştir. Resmî kuruluşlar koleksiyonlarını oluşturduğu bu sergilere Türk sanatçıların katılımı teşvik edilmiştir. 1939’dan sonra başlayan yurt sergileri sanatçıların ülke ile bütünleşmelerini sağlamada katkı vermiş, eserler parti ve halkevleri tarafından satın alınmıştır. Resim satın almak 1970’lere kadar tek başına devletin gerçekleştirdiği bir görev gibi algılanmıştır. Bu tarihten sonra bankalar ve büyük şirketlerin ve mali durumu belli bir düzeyin üstünde olan kesimde koleksiyoncu olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Uluslararası İstanbul Bienalleri Türk sanatçılarının eserlerinin koleksiyonlarda yer almasında önemli bir rol oynamıştır. Tiyatro: 1949’da kurulan Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğünün 1980’li yıllara kadar yerli yazarları teşvik etme ve millî edebiyatı zenginleştirme yetersiz kaldığı için eleştirilmiştir. Tiyatro alanında sahnelenen yerli eserlerin azlığı, Devlet Operasında Belediye Tiyatroları ve Devlet Konservatuarlarında da görülür. Tiyatroda ülkenin siyasi, sosyal ve toplumsal gelişimine göre şekillenmiş ancak ekonomik olarak kendi ayakları üzerinde duramamış ve ödenek yardımına ihtiyaç duymuştur. Melih Cevdet Anday, Cahit Atay, Orhan Asena, Refik Erduran, Recep Bilginer, Turgut Özakman, Aziz Nesin, Tarık Buğra gibi tarihî ve siyasi konuları, devlet-toplum ilişkileri ve toplumsal sorunları işleyen yazarların eserlerine sıklıkla yer verilmiştir. Tiyatro için en önemli gelişmelerden birisi de 1982 yılında özel tiyatrolara devlet desteğinin başlatılması olmuştur. Sinema: Yirminci yüzyılın son çeyreğinde Türk sineması siyasi ve toplumsal meseleler kadar seks ve komedi tarzında ürünler vermiştir. Geniş kitlelere ulaştığı 1960- 1970’lerdeki seyirci sayısını 2000’li yıllara kadar bir daha yakalayamadı. 1990’larda çekilen filmlerin bir kısmı mali yetersizlik ve salon yokluğundan gösterime girme şansını bulamamıştır. Salon sıkıntısının yanı sıra Amerika ve Avrupa ile neredeyse aynı anda vizyona giren filmlerin Türkiye gösterime girmesi salon sıkıntısını arttırmıştır. 2000’li yıllarda yerli sanatçıların ve firmaların filmleri de son derece önemli izleyici sayısı ile topluma ulaşma konusundaki sıkıntıların aşıldığını göstermektedir. Sağlık: Türkiye’de bölgeler arası nitelikli iş gücü dağılımının hiçbir zaman istenen seviyeye çıkmadığı eğitim, sağlık gibi temel sektörlerin sanayileşmiş bölgelerde yığıldığı bilinmektedir. Bu dönemde sağlık hizmetlerinde de Sosyal Sigortalar Kurumunun yetersiz kalması sebebiyle özel sektörle sorunun aşılması düşünülmüş ve özel sağlık sigortası uygulamaları teşvik edilmiştir. Bununla birlikte devletin bu sektöre sağladığı destek ile insan gücü açısından 1980-1995 arasında gelişmiştir. Toplam sağlık personeli sayısı %155 artarken ağırlık pratisyen hekim ve sağlık memurlarının sayısında olmuştur. Aynı dönemde sosyal güvenlik kapsamına dâhil edilen nüfus %130 oranında artmıştır. Bu süreçte bölgelerarası farklılık %50 azalır. Türkiye hemen her bölgesinde son derece modern görüntüleme cihazlarının bulunduğu sağlık merkezleri ile hemen her şehirde açılmış olan üniversitelerin hastaneleriyle vatandaşa sağlık hizmeti götürme standardını giderek yükseltmektedir. Tarım ve Sanayi: Cumhuriyetin başlarında nüfusun %75’inin tarım alanında çalıştığı ve ihracatın %85’inin tarımsal üründen oluştuğu durumdan, sanayi ve hizmet sektörlerinin devamlı büyümesiyle gayrisafi millî hâsıla içinde tarıma bağlı pay 1960’larda %38, 1990’larda %14 kadar gerilemiştir. Türkiye’de imalat sanayi ülke genelinde küçük ölçekli olmuştur. 25 kişiden az çalışanı olan iş yeri sayısı toplamın %95’ini oluştururken sağladığı katma değer toplamın %13’ünü geçememektedir. Büyük iş yerleri %87’lik bir katkı sağlamaktadır. Sanayi alanında önceliği kimya, makine, gıda ve dokuma, giyim, ayakkabı, deri üretimi sektörleri almaktadır. Dönemin öne çıkan özelliği devletin küçültülmesi ve başta imalat sanayi olmak üzere ekonomik hayattaki yerinin azaltılması olmuştur. Anılan 90’lı yıllar ihracatında sanayi mallarının yeri hızla artmasına karşın ürün kalemlerinde gereken çeşitliliğin sağlanamadığı eleştirileri yapılmaktadır. Teknolojik Araştırma Geliştirme: Yirminci ve yirmi birinci yüzyılda gelişmenin en önemli göstergesi bilim ve teknoloji alanındaki yeniliklerle rekabet gücünü geliştirmek olmuştur. Bilgi üretimi en yüksek istihdam ve katma değer artışı sağlayan sektördür. Ancak Osmanlı son döneminden itibaren devam eden ithal-ikameci anlayış dolayısıyla Türkiye ekonomisi bu sahaya kaynak ayırmak ve önem vermek gibi bir yaklaşıma ancak yüzyılın sonlarında ulaşabilecektir. OECD ülkeleri arasında sonuncu olan Türkiye’nin 1990 itibarıyla Ar-Ge harcamalarının gayrisafi millî hâsılaya oranının uluslararası sıralamada ölçeğin alt sınırına gelememiş olması dikkat çekicidir. Son on yılda bölgede araştırmageliştirme faaliyetlerine en çok bütçe ayıran devlet hâline gelen Türkiye’nin bu sahadaki öncü kurumu TÜBİTAK olmuştur. Dünyanın gelişmiş ülkelerinde Ar-Ge harcamalarında özel sektörün %70, kamunun %30 payı vardır. Özel ve kamu sektörü dengesinin Türkiye’de tam tersidir. İnternetin yaygınlaşması: 20. yüzyılın ikinci yarısı bilgisayarların insan hayatına girdiği ve her geçen gün etkin hâle geldiği bir döneme işaret etmektedir. Bilgisayarların gelişmesine paralel olarak internet ile haberleşme sistemleri dünyanın her yerinde olan bitenden insanların bilgi sahibi olmasına imkân sağlamaktadır. Bu yöntem kamuoyu oluşturmak ve kitleleri mobilize etmek için de kullanılabilmektedir. Türk Dil Kurumunun Genel Ağ olarak tanımladığı internete Türkiye 1993 yılında bağlanmıştır. Üniversiteler de TÜBİTAK’a bağlı bir teknoloji birimi olan Ulusal Akademik Ağ ve Bilgi Merkezi (ULAKBİM) üzerinden uluslararası bilgi kaynaklarına ulaşmaktadırlar. 1980’de yaklaşık 45 milyon olan ülke nüfusunun 75 milyona ulaştığı günümüzde dünya ortalamalarına göre hızla artan temel ihtiyaçların planlı bir şekilde karşılanamamasından doğan sosyal, ekonomik, kültürel ve politik sorunların en üst düzeye ulaştığı bir dönemi kapsamaktadır. Hemen her iktidar döneminde ağırlıklı olarak yeni kadrolar açılarak devlet memuru sayısını ihtiyacın birkaç misline çıkarılmasına karşın yeterli iş sahaları ve üretim sektörüne yeterli kaynak ve eleman aktaramamaktan kaynaklanan sıkıntılar kitleleri ümitsizliğe sevk edecek boyutlara erişmiştir. Üniversite sayısının her ile en az bir tane olacak şekilde çoğaltılması öğretim elemanı eksikliğinin giderilememesi yüksek eğitim kurumlarının ve YÖK’ün yeniden yapılandırılması ihtiyacını ortaya çıkardı. 2000’li yılların kaderini bu konuda yapılacak çalışmaların başarısı belirleyecektir. Türkiye son dönemde izlediği siyaset ile tarihî, kültürel ve dinî bağları bulunan coğrafyadaki ülkelerle yakınlaştı. Bu yakınlaşmanın ortaya çıkardığı ihtiyaçları karşılayacak donanıma sahip kadroların oluşturulmasında önceki yılların ihmali giderilmeye çalışılmaktadır.
__________________ O (cc)’NA SIĞINMAK AYRICALIKTIR |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Atatürk İlkeleri ve Inkilap Tarihi II 2018 Yeni Özetler/MEDİNEWEB | nurşen35 | İnkilap Tarihi 2 | 8 | 22 Şubat 2019 21:43 |
Atatürk İlkeleri ve Inkılap Tarihi II Ders Özetleri | nurşen35 | İnkilap Tarihi 2 | 3 | 21 Ekim 2017 23:47 |
Atatürk İlkeleri ve Inkılap Tarihi II - 2016 Güz Dönemi Ara Sınavı | nurşen35 | İnkilap Tarihi 2 | 1 | 18 Temmuz 2016 04:23 |
Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi II -2015-16 bahar d. ara sınavı | alperkara | İnkilap Tarihi 2 | 3 | 20 Mayıs 2016 19:07 |
Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi I Deneme Soru ve Cevaplar | nurşen35 | İnkilap Tarihi 1 | 2 | 15 Kasım 2015 03:24 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|