|
Konu Kimliği: Konu Sahibi MERVE DEMİR,Açılış Tarihi: 22 Ocak 2008 (00:51), Konuya Son Cevap : 04 Ekim 2018 (22:29). Konuya 23 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
22 Ocak 2008, 00:51 | Mesaj No:1 |
'O Diyarın Sakinleri 'O Diyarın Sakinleri [B]Amellerinin Her Çeşitinde Vahyin İmzası Vardı O DİYARIN SAKİNLERİ amellerin büyüklüğüne, küçüklüğüne bakmaz, kim için yapıldığına dikkat ederlerdi. Mü'min bir kardeşinin görülünü almak veya cihada çıkıp kılıç sallamak. Bu iki ameli yaparlarken ihlaslarına ve kim için yaptıklarına itina gösterirlerdi. Çünkü imanları böyle inanmayı istiyordu. Günlük yaşayışlarının raporunu kitaplardan tespit edersen böyle olduklarını ' görmekteyiz. O DİYARIN SAKİNLERİ batıl ehline karşı onurlu mü'minlere karşı merhametliydiler. Bir ara batıl ehlinden bir grup gelmiş, Peygamberin (sav) etrafında garip; güçsüz ve yoksul kimseleri görmüşlerdi. Yüce Resûle şu soruyu sordular: - "Ya Muhammed, senin hafsaları bunları nasıl kabul ediyor? Bunlar senin arkadaşların iken biz nasıl sana tabi olacağız? Bunları yanından kov" dediler. Yoksul ve düşkünlere elini ve bağrını uzatmış, açmış yüce Peygamber, bu mü'minlere bakarak: - "Şunu bilin ki, ben yaşadığım sürece aranızda yaşayacağım ve öldüğüm zaman aranızda öleceğim" buyurdu. O DİYARIN SAKİLERİ imkan buldukça birbirlerine uğrar, dertleşir, hal-hatır sorarlardı. Bir mü'min diğer bir mü'min kardeşinin halinden üç gün habersiz kalmazdı. Arar, sorar, bulur ve îmanının gereği halini araştırırdı. Hatta onlardan öyleleri vardı ki, yaya olarak Medine şehrinden tâ Şama kadar gelir ve müslüman kardeşini ziyaret eder, halini-durumunu sorar öğrenir, yapılması icap edeni yapar sonra da geri dönerlerdi. O DİYARIN SAKİNLERİ sohbet toplantıları yaparlar, birbirlerini ziyaret ederler ve ikramda bulunurlardı. Bu gibi ameller birbirleri ile olan irtibatlarını kuvvetlendirir, sevgi ve muhabbetin fedaileri olurlardı. Bu hususta onlardan bir ilim ehli şöyle demişti: "Ara sıra sohbet toplantıları yapıyor, birbirlerinizi Hakk rızası için ziyaret ediyorsanız, siz bunu yaptığınız müddetçe iyilik, bolluk ve mutluluk içinde yaşayacaksınız." O DİYARIN SAKİNLERİ, mü'min kardeşlerinin işlerini görmek, takip etmek hususunda sanki birbirleri ile yarışırlardı. İlim beldesinin kapısı niteliğinde bulunan Hz. Ali (r.a.) diyor ki: "İki nimet vardır; bilmem ki hangisi beni daha çok sevindirir. Biri, herhangi bir müslümanın beni derdine derman kabul edip de bana başvurmasıdır. Biri de o kimsenin derdini, Cenab-ı Allah'ın benim elimle halletmesidir. Allah'a yemin ederim ki, herhangi bir müslümanın bir derdini halletmek, benim için yeryüzü dolusu kadar altın ve gümüşe sahip olmaktan daha çok sevindiricidir." O DİYARIN SAKİNLERİ cemaatın başında bulunan büyüklerine saygı gösterir ve değer verirlerdi. "bir toplumun büyüğü yanınıza geldiği zaman ona değer verin" hadisi o diyarın sakinlerinin şiârı olmuştu. Allah'ın kullarına değer verene, Allah da değer verir. Kendilerine gelen ziyaretçilerin altlarına minder ikram ederler, eğer evlerinde minder yok ise sırtlarına giymiş oldukları hırka veya cübbeyi yere sererek misafirlerini oturturlardı. BU DİYARIN SAKİNLERİ ise, o diyarın sakinlerinin amel ve ahlakına aykırı işlerle ömür tüketirler âdeta. Bir defacık olsun, görmediği, tanımadığı mü'min kardeşi hakkında, aleyhine rahatlıkla konuşur, kabaran nefsini böylece teskin ederler. BU DİYARIN SAKİNI,ERİ mü'min kardeşlerine dünyalığı nispetinde değer ve kıymet verirler. Hatta selam veren kişide maddi fakirlik varsa, selamım ona göre alırlar. Onlarla beraber olup sohbet etmezler, birlikte sokak ve caddelerde dolaşmazlar, ölüm haberi kulaklarına gelse çevre tesiri ile giderler, İslâm'ın dışındaki görüş ve ideolojilerin; "insan ekonomik bir varlıktır" tezine sanki bu gibi insanlar da katılmışlardır. İnsanı maddesi ile ölçmek isteyenler kapitalist ve dünyevî çıkarları istikametinde yaşayan insanlardan sayılır. BU DİYARIN SAKİNLERİ ziyaretleri adet haline getirmiştir. Amelden maksat, bir vazifeyi ifa etmek ve Allah'ın rızasını kazanmaktır. Allah rızası gaye edinilmeyen amellerin hiç değeri olmaz. Ziyaretler Allah için yapılmalı ve bir iş, amel ortaya konulmalıdır. Sırtındaki cübbesini misafirine minder diye seren gerçek müslümanların peşinde yürüdüğünü söyleyenler, cepteki ve kasalarındaki fazlalıkları bekletmeden yerlerine teslim etmelidir: BU DİYARIN SAKİNLERİ toplumun ileri gelen şahısları aleyhine kampanya başlatmayı vazife addederler. Onların aleyhinde bulunmanın dini bir tebliğ olduğu görüşünü savunurlar. Taraftar tutmak için en kestirme yolun bu olduğunu zannederler. Allah'tan korkmadan rahat rahat aleyhte konuşurlar, dinleyenler de zevk duyar. Çünkü şeytan konuşanın ağzına, dinleyenin kulağına badem yağı sürmüştür. Konuştukça coşarlar, coştukça konuşurlar. BU DİYARIN SAKİNLERİ; şekle ve sûrete önem verirler. Eğer kendisi kravatlı, kıyafeti düzgün biri ise yanma gelen başında takke, boynunda yakasız gömlek bulunan kişiden uzak kalmanın yollarını araştırırlar. Halbuki bu iki kıyafet sahibi cuma namazında veya başka bir namazda yanyana aynı safta namaz kılmışlardır. Fakat çevrenin ve suretin, şeklin verdiği tesir, yoksul giyimli müslümanı, hor ve hakir tanıtmıştır. BU DİYARIN SAKİNLERİ batıl ehline karşı yağcı, dalkavuk, mütevazı, garip müslümanlara karşı ise kibirli, onurlu ve gururludur. Bunu görmek isterseniz adım başı hadiselere şahit olabilirsiniz. Bir gafil ve zengin müslümanın bankaya gidip, banka müdüründen teminat mektubu isteme şekline. baksanız, gözlerinize inanamazsınız. Halbuki bu adam camide Allah'ına karşı rükûya eğilip, secde ediyordu. Demek ki, kendisine göre namaz kılışı varmış adamın!. İşte orada iki grup gözüküyor. Her mü'min safını öğrenmek istiyorsa yaşayışı ile onların yaşayışım kıyaslasın. Hangi grubun yaşayışına kendi yaşayışı benziyorsa o da onlardandır. Bu sadece müslüman kardeşleri ile irtibatının birkaç bölümü. Burada şu hususu belirtelim ki, o diyarın sakinleri gibi olmak için çalışanlar, mücadele edenler, yorulanlar ve kısmen de olsa onlar gibi olanlarda vardır. İstisnalar kaideyi bozmayacağı için biz umumi olarak meseleleri ele alıyoruz. Yüce Allah bizleri o diyarın sakinlerinin peşinden ayırmasın. Amin. | |
Konu Sahibi MERVE DEMİR 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN ülke tv Canlı... | Videolar/Slaytlar | Medine-web | 1 | 2894 | 23 Ağustos 2013 00:41 |
İran Emperyalizmi | Makale ve Köşe Yazıları | Medine-web | 6 | 3638 | 26 Ocak 2013 22:53 |
gerekli gereksiz bir şiir.. | Makale ve Köşe Yazıları | MERVE DEMİR | 0 | 3281 | 06 Aralık 2012 10:48 |
olmamış kayınbiradere mektup :) | Komik Paylaşımlar | Allahın kulu_ | 10 | 7787 | 03 Kasım 2012 23:19 |
İslamın kurtuluşu bilinçlenme ile mümkündür | Makale ve Köşe Yazıları | Esadullah | 11 | 7255 | 02 Ekim 2012 21:16 |
22 Ocak 2008, 00:54 | Mesaj No:2 |
Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 | Cvp: 'O Diyarın Sakinleri Şehidlik Şerbetini İçerek Dostlarına [B]Kavuşmak İstiyorlardı O DİYARIN SAKİNLERİ'nin küçüğü, büyüğü, kadını erkeği şehadete göz dikmişlerdi. Dualarında, tavırlarında ve savaş hazırlıklarında bunu görmek mümkündü. Fiili duaları bile isbat için yeterliydi. Ölümü olmayan bir ölümle Allah'a kavuşmak basit bir konu olamazdı. Savaşlardan dönerken çoklarının yüzünde üzüntü vardı: "Rabbim bu seferimde de münasip görmemiş" diyerek içini çekerlerdi. Halbuki kendilerini çocukları, hanımları, eş-dostları beklediği halde, onlar şehadete kavuşamamanın verdiği üzüntü ile dönerlerdi. O DİYARIN SAKİNLERİ'nden biri vardı. Son anlarına gelmiş, ölümle arası iyice yaklaşmıştı. Ziyaretçileri de sıklaşmıştı. Ölüm döşeğindeki hasta teganni ediyordu (Bir nevi şarkıya benzer bir şey söylüyordu). Ziyaretçiler hayret ettiler ve: - "Ey , Berra, bu ne haldir? Seni şarkı söylüyor görüyoruz." Berra (r.a.): - "Şehitlik şerbetini içerek Rabbime kavuşamadığıma canım çok sıkıldı kederlendim. Şimdi kederimi dağıtmak için teganni ediyorum" dedi. Üzerine kapattığı şilteyi açtı ve vücuduna isabet etmiş ok ve mızrak yaralarını gösterdi. Sağlam bir tarafı kalmamıştı. O DİYARIN SAKİNLERİ'nden bir başkasının hali daha farklıydı. Savaşa gitmiş ve ağır bir yara almıştı. Peygamberimiz (sav) adamının birini ona göndermiş ve "Selamımı söyle hali nasıl, git öğren" demişti. Giden adam son nefesini vermek üzere olan Sad'ı bulmuş ve: - "Resûlullah'ın sana selam var. Kendini nasıl buluyorsun? diye soruyor" demişti. Hz. Sad: - "Sen de benden Resûlullah'a selam söyle ve deki, ben cennet kokusunu duyuyorum. Ensara da de ki: İçinizde gözkapaklarını kapatıp açan tek kişi kaldıkça Allah'ın Peygamberine bir şeyler olursa Allah katında mazur sayılamazsınız" dedi. Ve gözlerini bir başka aleme açmak için yumdu. O DİYARIN SAKİNLERİNDEN bıyığı yeni terlemiş bir genç vardı. Yemame savaşına iştirak etmiş ve ağır darbeler almıştı. Düşmanın sağ omuzuna indirdiği kılıçla, kolu köprücük kemiğinden ayrılmak üzereydi. Kendisine zararı oluyor diye aşağı eğilmiş ve parmaklarını ayağının altına almış ve çekerek kolunu koparmıştı. Kılıcım diğer eline almış, o da kopunca yere yuvarlanmıştı. Kendisini kucaklıyarak çadıra götüren Hz. Ömer'in oğlu Abdullah, onu yatırmış, yüzünü gözünü silmeye başlamıştı. Genç mücahid ise ölmek üzereydi. Fakat bir şeyler konuşmak istiyor lakin konuşamıyordu. Abdullah kulağını ağzına iyice dayadı ve "Söyle Ey Ebu Akil, ne demek istiyorsun?" Ebu Akil konuşuyordu: - "Zafer hangi tarafta? Müjde dedim. Zafer Peygamber tarafındadır. Baktım Ebu Akil güldü ve son nefesini verdi." Gençliğinin baharındaydı Ebu Akil, amma tek derdi vardı: İslâm İslâmın sevdalısıydı. Aşkı gönlüne düşmüştü. Yemame ovasında hangi sancağın dalgalandığını öğrenmek istiyordu. Müslümanların zafer haberini duyunca uçarak Rabbine kavuşmuştu. O DİYARIN SAKİNLERİNDEN bir baba ve bir. de oğul vardı. Cihad hazırlığı yapılırken baba-oğul ile ihtilafa düşmüştü. İçlerinden birinin evde kalması gerekiyordu. Baba mı, oğul mu? Neticeyi almak için aralarında kura çektiler. Neticeye göre baba evde kalacak, oğul savaşa gidecekti. Edebini koruyan oğul: - "Ey baba, eğer bu iş cennetten başka bir menfaat işi olsaydı, seni mutlaka kendime tercih ederdim, fakat bu gidişimle şehit düşeceğimi umarım, dedi. Böylece gitti. Oradan da Rabbine kavuştu. Kendisini bekleyen babası, oğlunun şehadet haberini alıyordu. Yorum yapmıyoruz. Sadece düşünmeye davet ediyoruz. Baba-oğul karşı karşıya kadeh tokuşturanlar. Baba oğul hizmet ve sohbete mani olmaya yönelik itişmeler ve kakışınalar. "benim oğul gülmeyi unuttu" diyen ve Allah yolunda yürüyen oğullarını fitne çıkarmakla suçlayan ebeveynler. O DİYARIN SAKİNLERİNDEN biri vardı. Fiziki olarak göze hordu. Birgün Peygamberimizin huzuruna çıkageldi ve: - "Ey Allah'ın Resûlü' Ben, rengi siyah, yüzü çirkin ve fakir bir kimseyim. Acaba şu düşmanla savaşıp şehit düşersem, cennete girebilir miyim?' dedi. Peygamberimiz "Evet şehit düşersen, cennete girersin" buyurdu Bu sahabi savaşa katıldı ve şehit düşünceye kadar çarpıştı ve şehit düştü. Onun ölü cesedini Peygamberimizin huzuruna getirdiler. Peygamberimizin: - "Yemin olsun ki, Allah senin yüzünü nurları dırdı, senin kokunu güzelleştirdi ve seni zengin kıldı. Yemin olsun ki, şimdi ben, onun hurilerden olan iki eşinin birisi: "kucağına ben oturacağım" diğeri: "hayır ben oturacağım" diye birbiriyle çekiştiklerini görüyorum buyurdu. O DİYARIN SAKİNLERİNDEN bir de çoban vardı. Adı Esved'di. Hayberde bir yahudinin koyun çobanlığını yapardı. Hayber savaşında koyunları otlatırken savaş yapıları yere gelmiş, olup bitenleri görmüş ve sorarak öğrenmişti. Daha sonra sürüsünü götürmüş sahabinin ağılına kapatmış ve koşa koşa gelerek Hz. Peygamberimizden bir kılıç istemişti. Kılıcım eline alan Esved bir anda gözden kayboldu. Savaş bitmiş ve şehitler tek tek toparlanıyordu. Peygamberimiz şehid düşen Esved'in yanına yaklaşırken parmaklarının ucuna basarak geliyordu ve soranlara: "Esved'in etrafına o kadar melek gelmiş ki basacak yer bulamıyorum" buyurmuştu. Bir namaz vaktine kavuşup namaz kılamadan Allah'a kavuşan Esved'in yanına Peygamberimiz gelince birden başını çevirmişti. "Niçin böyle yaptın?" diyenlere: - Esved şu anda cennette hurisi ile şakalaşıyor, utanmasınlar diye başımı çevirdim, diyordu. Ey Allah'ın razı olduğu ve insanlığa nizam kıldığı yüce İslâm, sen ne büyük bir dinsin ki bir saat evvel Yahudi olan birine, seni kabul ettikten sonra bir saat geçmeden en büyük mükafatı vermeye vesile oluyorsun. O DİYARIN SAKİNLERİNİN hayatı hep böyle geçti. Ağlayarak dünyaya geldiler ve gülerek dünyadan ayrılıp Hakka kavuştular,. Hayatları şerefliydi, 6lümleri de şerefli oldu. Vücutları kıymetliydi, cesetleri de kıymete büründü. Allah'a itaat ederek yaşadılar, kainat onlara itaat etti. Vererek yaşadılar, Rabbimiz âhireti de onlara verdi. Boyun eğmediler. Allah (cc) da onlara dünyayı boyun eğdirtti. Ömürlerinden bir an dahi cahiliyyenin hükmüne muhatap olmadı. Zilletle yaşamayı değil, izzetle ölmeyi öne aldılar. Sevdiler ve sevildiler. Birbirlerinin haklarını korudular, Allah da onları korudu. Birbirlerine merhamet ettiler, Allah da onlara merhamet etti. Birbirlerine yardım ettiler. Yüce Mevla da onlara yardım etti. Onlar şehit olmayı gaye edinmediler: Sadece Allah'ın hakimiyetini hakim kılmak istediler. Allah da onlara en güzel buluşma sebebini yarattı. "Karıncanın insanı ısırdığında ne kadar acı duyduysa, bir insan şehit olurken o acıyı duyar" (Nesei-Sünen: 6/36 ibn Mace: Sünen/2/937) Yukarıda okuduğumuz hadisi şerif, ölümsüzlüğü tadan şehitlerin kavuştukları ikramı izah etmeye yeter ve artar bile.:. Bu ikram ölmek anında yaşayan bir hali gösterir. Geriye kalan ikramları gözler görmedi ve kulaklar duymadı. Şehitlik müslümana yakışan bir hayattır. Mevzuyu bitirirken o diyarın sakinlerinden bir sahabinin sözü ile sizi baş başa bırakıyoruz: "Şehid, Allah yolunda ölmeyi isteyendir." |
14 Temmuz 2008, 17:40 | Mesaj No:3 |
Durumu: Medine No : 9 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Günlük Hayatlarıyla O Diyarın Sakinleri O DİYARIN SAKİNLERİ camileri cennet bahçeleri yerine kor, o bahçenin çiçeklerini demet yapar ve manen gönülleri doldururlardı. Hatta onlardan biri; "Rabbim beni cami ile cennet arasına girmede muhayyer bıraksa, ben camiyi tercih ederdim. Çünkü cennette zevk ve safa, camide ise ibadet vardır" demişti. Onların camideki manevi gıdaların, manevi yemeklerin başında şu tesbih vardı "Sübhanallahi velhamdülillahi ve la ilahe illallahü vallahü ekber Vela havle vela kuvvete illa billah." O DIYARIN SAKİNLERİ "Keşke", "eğer" gibi kelimeleri pek hoş karşılamazlar, bu ıstılahları kaza ve kadere ait hususlarda ağzına bile almazlardı. Yani: "Eğer şöyle gidilseydi, böyle olmazdı." "Eğer zamanında gelseydi başına bu iş gelmezdi." gibi Hatta "Falan kimse olmasaydı, falan adam beni öldürecekti" diyen bir kimseyi Allah'a şirk koşmuş biri olarak görürlerdi. O DİYARIN SAKİNLERİ meziyetlerini, kabiliyetlerini dünyada iken İslâm için, müslüman din kardeşleri için kulları ırlardı. Sağlıklarında birbirlerinin kadr-u kıymetini bilirlerdi. Günümüz dünyasında olduğu gibi, öldükten sonra tabirlerini takdir etmezler; daha sağlıklarında bu hali yaşarlardı. "Rüyamda bana bir bardak süt verildi içtim, içtim. Kristalleşmiş şeklinin parmaklarımın ucundan adeta aktığını gördüm. Arta kalanını Ömer'e verdim" "Ne ile yorumladınız ey Allah'ın Resûlü" diyenlere; - "İlim ile yordum (Allah Ömer'e bu kadar ilim vermiş) buyurdu: (Buhari) "Yine rüyamda insanlar bana bölük bölüm arz olundu. Üstlerinde gömlekler vardı. Bir kısmı göbeğine kadar, bir kısmı boğazına kadar kapanmıştı. Ömer'i gördüğümde hepsinden daha aşkın ve taşkındı. Ne ile yorumladınız, ya Resûlullah?" - "Din ile (imar ile)" buyurdu. (Buhari) Bütün bu sözler, değerlendirmeler bir cemaatin önünde, huzurunda yapılıyordu. Peygamberimizin vefatından sonra da, bu üstün meziyet sahipleri ümmetin başına baş oluyordu: Bize gelince; Bizim halimiz acaba yavrusunu yiyen kediye mi benziyor? Bu arada küçük bir hatıramı anlatmak istiyorum. 1987 senesinde Afganistan'dan Gulbettin Hikmetyar'ın hususi temsilcisi Türkiye'ye gelmişti. Küçük bir topluluk içinde kısa bir sohbet yaptı. Ve sonra şöyle dedi: - "Türkiye'ye gelip gitmelerimde dikkatimi bir şey çekiyor. Burada müslümanlar birbirlerinin kadrini bilmiyorlar. Çok ucuz değerlendiriliyor. Afganistan'da Hikmetyar bir mühendisti. Kıyama kalkınca müslümanlar etrafına toplandı, sözünü dinledi, emir ve talimatlara uydu. Ve bugün dünyanın tanıdığı bir lider oldu. Türkiye'de Hikmetyar'dan ilim bakımından nice kıymetli insanlarımız var, fakat kıymet bilinmediği gibi, hep harcanıyor. Cemaatler, birbirlerinin liderlerinin aleyhin de, hatta küfür dahi ediyorlar." Bu hatıramızın yorumunu sizlere bırakıyorum. Peygamberimiz (sav): "Sultanlara söğmeyiniz. Eğer mutlaka onlar hakkında bir şey söylemeniz gerekirse "Allahım, bize reva gördüklerini sen de onlara reva gör deyiniz" buyurur. Müslüman liderleri şöyle bırakalım, müslümanlar küfrün liderlerine dahi söğmezler, onların hayatlarını inkar ederler, sistemlerini reddederler. Fakat söğmezler. Bugün müslümanlar için "dinsel terör" iftirasını yapan zavallılara biz söğmeyiz. Peki ne yaparız, ne deriz? "Ya Rabb! Harflerimize, kıyafetlerimize, metre ve kilomuza, hukukumuza, siyasetimize, iktisadımıza, eğitimimize, tesettürümüze zulmen ve haksız olarak müdahele edenleri sana ısınarlıyoruz. Sen de onların düzenlerini., yaşayış ve hayatlarını başlarına geçir!" Biz Türkiyeli müslümanlar, elemanlarımızı, güzel insanlarımızı, alimlerimizi hep öldükten sonra hayırla yadederiz. - Devrimlerin yapıldığı; binlerce müslümanın darağacına çekildiği bir dönemde yiğit müslüman alim Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri yanlış ve noksan olarak tanıtılmıştır. Son yıllarda müslüman basın bu büyük alime vefat yıldönümlerinde hak ettiği değeri vermeye çalışmaktadır. - Bediüzzaman Hazretleri için aynı şeyi söyleyebiliriz. Allah gecinden versin, bir gün Sadrettin Yüksel Hocamız, Fethullah Gülen hocamız, Ekrem Doğanay hocamız, Ali Bulaç, A. Dilipak, Hüsnü Aktaş; Mahmut Efendi, A. Rıza Demircan, Mahmut Toptaş ve daha isimlerini saymakla bitiremiyeceğimiz tevhid erleri hayata gözlerini yumsalar, şuna ,eminim ki, günlerce haftalarca üzüntülerimiz devam edecek, müslüman. medya ilk sahifelerinde cömert davranacaktır. Madem ölümlerinde öyle yapıyoruz, hayatlarında niçin kıymetlerini bilmiyoruz? Niçin gıyablarında hayırla konuşmuyor, hataları varsa yanlarına gidip derdimizi dökmüyoruz? Bu hatadan dönmek mecburiyetindeyiz. Hem de karşılıklı konuşup; anlaşarak. Bu yazımızı Kur'anın Fetih suresinin son ayeti ile bitirmek istiyoruz: "Muhammed Allah'ın Resûludür. O'nunla beraber olanlar: - İnkarcılara karşı çok çetin. - Kendi aralarında çok merhametlidirler. - Sen onları rüku eder, secdeye kapanır halde görürsün. - Allah'tan bir lütuf ve hoşnutluk ister dururlar. - Görünüşlerine gelince yüzlerinde secde izleri vardır." BU ONLARIN TEVRATTAKİ HUSUSİYETLERİDİR. İNCİLDEKİ NİTELİKLERİ İSE ŞÖYLEDİR: - "Tıpkı bir ekin gibi. Filizini çıkarmış, o filizi kuvvetlendirmiş". Filiz kalınlaşmış, gövdesi üzerinde dikilmiştir. (Bu hal) ziraatcileri imrendirir. "Allah böyle yapar ki, onlarla inkar edenleri öfkelendirsin. Allah onlardan iman edip barışa yönelik işler yapanlara bir bağışlama ve büyük bir mükafat vaadetmiştir" (Fetih Suresi: 29) Müslüman, tıpkı bir ekin gibidir. Ziraatcısı, ekicisi Hz. Peygamber (sav)'dir. İman ve ahlakıyla kendi ayağı üzerinde duran bir güvene sahiptir. O ekin ki başağında 30-40-50 küsur adet buğday bulunur. Tarlasını eken ektiğini yetiştiren ve tarlasının başına geçerek bu manzarayı seyredip sevinen bir ekici, tarla ve içindeki binlerce ekin ve binlerce başaktaki buğday Ve bir nesil. Îman nesli. Bu nesli milli şef döneminde mahvetmeye başladılar. Tarlaları ve ekinleri yakıp yıkan düşman askerleri gibi bir nesli mahvettiler. Şimdi yeni bir îman-ahlak nesli yine geldi. Bu neslin ekicileri, ziraatçileri, mürebbileri üstazlarımız, alimlerimiz, liderlerimiz ve mürşidlerimizdir. Hak yolda sırat-ı müstakımde, Kur'anın ve Hadisin gölgesinde yaşama mücadelesi veren ekinciler ve ekinler. Verimli ekinlere bakıp kin ve buğzu kabaran tağutlar. ekinlerini korumaya çalışan ziraatcılar. |
14 Temmuz 2008, 17:45 | Mesaj No:4 |
Durumu: Medine No : 9 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | O Diyarın Sakinlerinden Olan Müslüman Hanımlar İnsan olarak erkek ile kadın adasında hiç bir fark yoktur.Erkek de insandır, kadın da. Fark sadece cinsiyet açısından yaratılmış ve fıtrattan gelen bir takım farklı hizmetlerde söz konusudur. Asr-ı saadetde imanın yaşanmasında olsun, yine İslâmın yeryüzündeki tüm insanlığa tebliğ edilmesinde olsun, erkek ve kadın arasında bir ayırım söz konusu olmamıştır. Hayatın tüm boşluklarım ilahi ölçülere göre doldurmada faal görev yapan müslüman erkeğin yanıbaşında, müslüman kadınını görmemek, en büyük yanılgı ve hata olur. O DİYARIN SAKİNLERİNDEN olan müslüman kadınların hangisinden başlayalım? Hz. Osman`m İslâm dinini kabul , etmesine büyük yardımı dokunan Hz. Sa'da binti Kureyz'den mi? İslâmın Mekke'de yayılmasında büyük emeği geçen ev ev, kapı kapı dolaşarak bir çok Mekkeli kadının müslüman olmasına sebep olan Ümmü Şerik isimli sahabi kadından mı? Annelerimiz olan Peygamberimizin hanımlarına yazı yazmayı öğreten Hz. Şifa'dan mı? Kocasıyla beraber Habeşistan'a hicret edip, sonra kocası dinden çıktığında, onun safını reddederek geri Mekke'ye dönen, bu iman anlayışının mükafaatı olarak Hz: Peygamberin nikahına giren Hz. Ümmü Habibe'den mi? İslâmın ilk kadın şehidi ünvanını alan , Ebu Cehlin mızrakları altında cennete giren Hz. Sümeyye'den mi? Müşriklerin yalnız bıraktığı dövdüğü, Mekke'den çıkardığı zamanda tüm olumsuzluklara karşı "ben varım ya Muhammed" diyerek hayatını ortaya koyan Hz. Hatice'den mi? İslâm ümmetine 2210 Hadis kazandıran, dinin öğrenilmesinde Hz. Peygamber tarafından kaynak gösterilen, büyük şair ve fıkıh otoritesi Hz. Aişeden mi? Evet hangisinden başlayalım? İsterseniz, isim vereyim yine. Sadece o diyarın sakinlerindendi, diyerek başlıyalım. İsim verecek olursak, her birini zikrederek ortaya koynıak gerek. Buna da gücümüz yetmiyeceğine göre, yine biz "O diyarın sakinlerindendi" diyerek başlıyor ve hayırlara vesile olmasını yüce Allah'tan niyaz ediyoruz. O DİYARIN SAKİNLERİNDENDİ, cariye idi. Bazı hakları kısıtlanmıştı. Bir gün sahibi tarafından azad edildi. Yani hürriyetine kavuştu. Bugün özgür olduğunu söyleyen dünya insanının hasret kaldığı hürriyete kavuşmuştu. Önce kocasını boşadı. Hürriyetine kavuşan müslüman kadının böyle bir salahiyeti vardı. Köle olan kocası ise hanımdan boşanmak istemiyordu. Doğruca şevkat ve savaş Peygamberine baş vurdu. Karısının kendisine dönmesi için rica etmesini istedi. Hz. Peygamber hürriyetine kavuşan bu İslâm hanımını çağırdı ve kocasına dönmesini istedi. Peygamberin (sav) her emrine boyun eğen kadın: - "Ey Allah'ın Resûlü; bu bir emir midir yoksa tavsiye mi?" diye sordu. - "Hayır, sadece aranızı bulmak ve aracılık yapmak istiyorum" buyurunca; - "Kusura bakına Ya Resûlallah; dönemiyeceğim" demişti. Bu hadiseye ne Peygamberimiz gücendi ve ne de o diyarın sakinleri olan müslüman erkekler. Islâmın bir kadına tanıdığı hakkı, hangi güç elinden alabilirdi ki? Çağdaş köleler, İslâm kadınına asırlardır salyalarını akıtan feministler, sekreterlerini para. karşılığında susturup, vücutlarını satın alan kapitalistler, kadın hakları diye diye kadının insan olma özelliğini dahi korumaktan aciz kalan kemalistler yukarıdaki hadisenin acaba semtine uğramaya güçleri yeter mi? O DİYARIN SAKİNLERİNDENDİ. Hz. Peygamberimizle sanki çekiştiği için hakkında müstakil bir sure inmiş "Çekişen kadın" manasında olan Mücadele suresi nazil olmuştu. Materyalist mantığın kabul edemiyeceği bir husus vardı Islâmda. Zihar; bir erkeğin, hanımına "Senin sırtın tıpkı annemin sırtı gibidir" v.s. gibi söz söylemesine verilen addır. O diyarın sakinlerinden müslüman bir erkek, tutmuş karısına böyle bir söz söylemişti. Bunun cezası ise ayrılmayı gerektiriyordu. Yaşları hayli ilerlemiş 7-8 çocuk sahibi olan anne ağlayarak Hz. Peygambere gelmişti. Durumu anlatınca, Peygamberimiz ayrılmalarını istedi Kadın ısrar etti: "Kurbanın olayım Ya ' Resülullah ben bu yaşımda nereye gideyim? Çocukları kime bırakayım?" dediysede Peygamberimiz aynı şeyi söyledi. Araya Hz. Aişe'yi koymak istedi olmadı. Yüce Resûlün huzurundan çıkmak üzereydi ki, içi yanan kadın kıbleye yöneldi ve şikayetini Hz. Allah'a sundu. İki gözü iki çeşme idi. Tam kapıdan çıkıyordu ki Cebrail ayetleri getirmişti. Peygamberimizin yüzü gülüyordu. Mücadele suresi nazil olmuştu. Yüce Rabbimiz kadının şikayetini haklı buluyor ve katından hükmünü açıklıyordu. "Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir." (Mücadele suresi: 1) Ayetin devamında işlenen bu suçun keffaretle telafı edileceği açıkları ıyor, birinci olarak köle azad edilmesi, güç yetmiyorsa, ardarda iki ay oruç tutulması veya 60 fakirin doyurulması isteniyordu. Kadın hakları savunucuları ne diyecek şimdi? Peygamberle tartışmaya giden onunla saatlerce ceddelleşen ve isteği yerine gelmeyince bağrım yaratıcısına açarak, hıçkırıklarla çözüm isteyen ve Hakk'ın sunduğu çare ile kan-koca hayatını devam ettirme hakkını elde eden bu kadını laikler nasıl yorumlayacaktır. O DİYARIN SAKİNLERİNDENDİ, Önceleri köle iken sonradan hürriyetine kavuşmuş hem şehid kansı ve hem de şehid annesi olma yüceliğini elde etmişti. Hz. Peygamberimizin "ikinci annem" diye vasıflandırdığı mübarek kadın. Gün gelecek bu mübarek kadının torunlarından birisi, Medineli bir gençle tartışacaktır. Medineli olan genç, tartıştığı gence ağır bir hakarette bulunacak ve Peygamberimizin "annem" dediği kadının torununa uygun olmayan bir isimle alay edecektir. Zamanın Medine kadısı (Şer'i mahkeme başkam), Hz. Peygamberin "annem" diye hitap ettiği bir kadının torununa yapılan bu hakareti cezasız bırakmayacak ve hakaret eden gence 70 kırbaç ceza verecektir. Kadın. İslâmın hakkını verdiği ve ayaklarının altına cennetini serdiği mübarek varlık. Selçuklu'da muallime, Osmanlı'da Sultan olup, Cumhuriyette hangi vasfı vereceğimize karar veremediğimiz kadın. İslâm'ın zuhurundan sonra tam 12 asırdır Avrupa tarafından ve Avrupaya kuyruk olanlar tarafından zulmedilen kadın. Asırlarca insan yerine koyulmayan Cennetin has gülü kadın. Avrupa'nın sanayi devriminden sonra işçi yapılan , çalışmaya zorlanan o annelik, zevcelik yönleri tahrib edilen kadın. Birinci cihan harbinden sonra ölen on milyon erkeğin Avrupa ve Amerika'daki kıskaç hayata havale ettiği, kocası öldüğü için karın tokluğuna kendisine her şeyin yaptırıldığı kadın. İşverenlerin, patronların, çalıştırdığı kadının sadece çalışan elinden memnun olmadığını, vücudundaki mahrem alanlarının da çalışması gerektiği şartıda ilave edecek olursak, cidden kadına kadın demek çok zordur. Avrupa'ya kuyruk olmayı çağdaşlık sananlar ve kadın haklarını savunanlara, başı örtülü müslüman kadınlara zulüm yapanlara küçük bir hatırlatma yapıyoruz: A.B.D.'de kendisini satarak para kazanan kadınların %26'sı yüksek okul mezunudur. Ahlaksızların başım çeken Freud, Markos, Durkheim gibi sapıklar: - Cinsi hayat başlı başına biyolojik bir faaliyettir. Ahlakla bu işin bir alakası yoktur, dediler. Daha sonra kadınlığını satarak para kazanma devri sanki altın çağını yaşamaya başladı. Nikahsız yaşamayı çağdaşlık kabul ederek Ankara sokaklarını aşındıran Feministler bunun son canlı örneğiydi. Adı bizden, konuşması bizden, kıyafeti, dili bize benzeyen; ancak kafası, fikri, ruhu Avrupa'dan olan aydınlar, feministler, ateistler, devrimciler bir asra yakındır koro halindeki söylediği iftirayı bugün yine devam ettiriyorlar: - İslâm kadını geri bırakmıştır. Ruh yapılarıyla hayvanlardan daha aşağı yaratık olan bu fikrin sahiplerini Rabbimiz Müddessir suresinin 50-51. ayetlerinde arslanlardan kaçan yaban eşeklerine benzetir. Kur'an'ın, nasihatını, emirlerini çağ dışı ilan edenlerin gerçek kimlikleri budur işte. Bu diyarın sakinlerinden olan Müslüman hanımların kılavuzu, rehberi yine O diyarın sakinlerinden olan müslüman hanımlardır. Bunu yaşâyışlarıyla ve hatta hayatlarıyla isbatlayacaklarına karşı tereddütümüz yoktur. |
14 Temmuz 2008, 17:50 | Mesaj No:5 |
Durumu: Medine No : 9 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Başları Boş Yaşamazlardı "Ey Îman edenler. Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan ulü'l emre de itaat edin." (Nisa: 59) O DİYARIN SAKİNLERİ hayatları boyunca İslâm'ı cemaat olarak yaşamışlardır. Kendi kendilerine bir buyruk olmazlar, salih amellerin ifasında Hakk düsturlarına ve Hakk ölçülerine itibar ederlerdi. Namaz kılmalarından cihatlarına varıncaya kadar hep cemaat halinde ve imamların riyasetinde yaşarlardı. O DİYARIN SAKİNLERİ bir yolculuğa çıksalar derhal içlerinden birini başkan seçerlerdi. Çünkü bu hususta Peygamberleri onları başıboş bırakmamış ve "üç kişi bir yolculuğa çıktıkları vakit, aralarından birini kendilerine başkan yapsınlar" sözü ile yapılacak işi tarif etmiştir. Yolculuklarında bile başları boş değil, dolu idi. O DİYARIN SAKİNLERİ başlarına geçecek başkanlarda öncelikle ilim ararlardı. Genç veya ihtiyar olmaları değil, ilme olan bağlılıkları ve ilimde aldıkları mesafe onlara o başkanlığı kazandırırdı. Hatta bir ordu teşkilinde Peygamberimiz başkan tayin etmiş değildi. Askerlere Kur'an okuttu. Kim ne kadar biliyorsa onu okudu. İçlerinde yaş itibarı ile en genç olan bir sahabe Kur'an okudu ve diğerlerinden fazla miktarda sure ezberlemiş olduğu, ortaya çıkınca. Peygamberimiz (s.a.v.): "Git birliğin başı sensin" buyurdu. O DİYARIN SAKİNLERİ başkanlık hususunda ihtiraslı değildi. Hiç biri "ben başkan olayım" diye öne çıkmazdı. Verilirse alırlardı. Hatta Hz. Ebubekir (r.a.) Bedir savaşma iştirak edenlere başkanlık vermez ve kendisine niçin böyle yapıyorsun diyenlere: "Ben onları dünya ile kirletmek istemiyorum" cevabını verdi. O DİYARIN SAKİNLERİ başkanlarını seçerken çok titiz davranırlar, ehil olmayanlara bu kapıyı açtırmazlardı. Çünkü bilirlerdi ki ehil olmayanlara ümmetin işlerini havale etmek, ümmete hakaret ve haklarına tecavüzdür. İçlerinden biri bu hususta şöyle demiştir. "Ben vazife verecek öyle bir adam arıyorum ki, amir olduğu zaman cemiyetin bir ferdi imiş gibi ve amir olmadığı zamanda da amir imiş gibi davranır." O DİYARIN SAKİNLERİ üzerinde bulunduğu hizmetin manevi mesuliyetini düşünür ve: "Halifeliği benden alan yok mu?" diyenler olurdu. Bunu duyan biri ise: "Görevini başkasına devrettiğin takdirde eğer o başkası âdil ve hakkâniyetle hareket etmezse sen yine vebalden kurtulamazsın" derdi. O DİYARIN SAKİNLERİ hizmetlerin ve mü'minlerin başına geçmedeki bu hassasiyeti şu hadisin gereği olarak düşünürlerdi: "Devlet hizmetinde olan kimse Allah'ın koruduğu kimseler hariç daima tehlikenin eşiğindedir. Kıyamet günü sorgusu en uzun süren ve azabı çetin olanlar, âmirlik yapanlar olacaktır. Etrafında ne kadar çok insan varsa, o şahsın mesuliyet-i o nispette fazladır." Hayatlarının her tarafı İslâmla şekillenmiş o diyarın sakinleri, başkanlık-emirlik hususuna âzâmî titizliği gösterirlerdi. Çünkü onlar âhiret gününe inanmışlardı. O günde zerre miktarı iyiliğin ve zerre miktar kötülüğün karşılığı bulunacak hakikatına teslim olmuşlardı. Bunun için, boynuzsuz koçun boynuzlu koçtan hakkını isteyeceği ilave edilse, o diyarın sakinlerini elbette ki hali bir haşyet, korku ihata edecekti. Ve öylede oldu. BU DİYARIN SAKİNLERİ'nin başlarının boş olduğu bir zaman geçmemiştir. Çünkü içlerinden birisi ölse ilk sözleri şu olur; Başımız sağolsun.. Şimdi soralım bu diyarın sakinlerine, başımızdan maksadınız nedir? Kimin ve kimlerin ömürlerinin uzun olması isteğinizin farkında mısınız? BU DİYARIN SAKİNLERİ başkanlığa karşı umursamazlığın içindedir. Çünkü beş vaktin beşinde imamların başkanlığında kılınan namazlar o boşluğu doldurmuştur sanki. Ayrıca kendilerini tatmin eden ve doğru ise meşru gösteren bir sözleri daha vardır bu diyarın sakinlerinin: "Başımız evvel Allah sonra hükümete bağlıdır..." İşte böyle inanır ve işte böyle konuşurlar. BU DİYARIN SAKİNLERİ' başkanlık hususunda çok hırslıdırlar. Öyle bir başkanlık ki o başkanlığın ifasında zemin ve şartlar çok önemlidir. Şayet cahilî bir hayat varsa ve o hayatın içinde bulunanlar, müslümanlardan birine başkanlık teklif ederek, kendi inisiyatifleri istikametinde başkanlık edeceğini ileri sürerler de bizim müslümanlar da bu başkanlığa soyunursa durum ne olacak? Mekke oligarşi zihniyetinin Peygamberimize yaptığı başkanlık teklifinin, Peygamberimiz tarafından şiddetle reddedilmesini nereye koyacağız? Fakat bir insanın gözünü başkanlık hırsı bürürse, İslâm'ın şeref levhalarını okusa bile görmez, görmek istemez olur. BU DİYARIN SAKİNLERİ çoğunluk esasına dayanan görüşler ile meseleye bakmakta inandıkları İslâm'ın meseleye bakış şekline iltifat etmemekteler. Bilmezler ki kendilerini tuvalette bile kendi hallerine terk etmeyen İslâmiyet başkanlık konusunda hiç mi hiç başıboş bırakmaz. Elbette ki bu esasını samimiyetle kendisine bağlanmış müslümanlardan ister ve bekler, heva ve arzularını kaynak kabul etmiş kimselere İslâm'ın vereceği bir şey yoktur, beklediği bir şey de yoktur. BU DİYARIN SAKİNLERİ çoğulculuk esasına dayanan hayata alıştıkları için, kayıtlı, ölçülü olarak yaşamayı istemezler. İstediği gazeteyi okumak, istediği programı takip etmek, istediği plajlarda güneş banyosu almak, istediği gibi alıp-satmak, evet bütün bunlar bu diyarın sakinleri için çok hem de çok normaldir. İç güdüleriyle hareket ederek bir defacık yaratılışlarına ters düşecek bir şey yapmayan hayvanlar kadar bile olmayan bazı hayvanlaşmış insanların (Esad Bin Ali-Necibullah ve, ve, ve...) hakimiyet ve kontrolleri altında yaşamaya alışmış insanlar, başlarını hep boş bırakırlar. Çoğulculuk esasını kabul edenlerin elbette böyle bir derdi olamaz. Çünkü onlardan biri ölürse, başlarının sağ olmasını dua ederek isteyen insanlar vardır. Onlâr hayatlarının sadece namaz, hac, zekat, kurban bölümlerinde Allah'a müdahale etme yetkisi verip, sosyal hayatta Allah'a yetki ve söz verdirme hasleti körelmiş kimselerdir. Rabbimiz cümlemizi böyle anlayıştan, böyle inançtan kurtarsın. Ve o diyarın sakinlerinin yoluna döndürsün. Amin. |
05 Ağustos 2008, 23:16 | Mesaj No:6 |
Durumu: Medine No : 9 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Cvp: 'O Diyarın Sakinleri
Niçin O Diyarın Sakinleri? O DİYARIN SAKİNLERİ Kur'an'ın nasıl yaşanacağını, hayatlarıyla ortaya koymuş has müslümanlardır. Onların dindeki yeri çok önemlidir. Ayrıca nice nice meselelerin çözümünde hep kaynak olmuşlardır onlar. O diyarın sakinlerinin peşine takılanların hiç birisi Allah'ın izniyle âhirette pişman olmaz. Allah ve Resûlüne karşı mahcup olmazlar. O DİYARIN SAKİNLERİ[/B] dinin tamamını yaşamışlardır. Hayat tarzları dinleri olmuştur. Tabirimiz hoş karşılanırsa onlar "Orijinal" müslümanlardır. Yeter ki bazılarına takılıp, bazıları ihmal edilmesin. Bu dinin sadece Ebû Zerr'i yoktur. Bu dinin aynı zamanda Abdurrahman İbn Avfıda vardır (Allah her ikisinden de razı olsun). Hz. Ebû Zerr (r.a.)'i öne koyduğumuz zaman, zihinlere öyle bir iktisadi kimlik çiziliyor ki, mal ve mülk sahipleri sanki kapitalistmiş gibi değerlendiriliyor. Bunun aksi olarak sadece Hz. Osman'ı ele aldığımızda, zihinlere öyle bir şey yerleştiriliyor ki zengin olmak sanki farzmış gibi bir mantık geliştiriliyor. Bunların her ikisi de İslâm ümmetinin istifadesine sunulmuş birer kimliktir. Sahabeyi bir bütün olarak ele alırsak, hayatımızın tamamı doldurulmuş olur. O DİYARIN SAKİNLERİ[/B]'ni birbirinden ayrı olarak değil, birbirlerinin içine girmiş zincir halkası olarak görmeye çalışalım. "İslâm bir bütündür parçalanamaz" dediğimiz gibi "Sahabe bir bütündür parçalanamaz" sözünün üzerinde de duralım. "Allah onlardan, onlarda Allah'tan razı olmuş" bir İslâm toplumu vardır ortada. Onlar da işte O diyarın sakinleridir. O DİYARIN SAKİNLERİ'ni devamlı olarak gündemde tutarsak, gözümüz, kulağımız başka yerlere kaymaz. Müslümanlığımızı kıyasladığımız kimseler, onlar olmalıdır. Ancak bugün çoklarımız etrafımızdaki bazı zevat-ı kirâma göre müslümanlığını ölçüp, tartmaya başlıyor. Bu da dinde yeni bir anlayış, yeni bir kapı açıyor. Mezhep imamlarımızdan Ahmed İbn Hanbel der ki "Biz öyle kimseleri biliyoruz ki şefaatlarını umarız. Ancak bazı söz ve tavırları yanlış olduğu için reddederiz" Doğrulara evet, yanlışlara hayır demek için Ashabın toplu olarak İslâm'a olan hizmetlerini bilmeliyiz. Bizim inandığımız dinimizin yaşayış seviyesini etrafımızdaki insanlara göre değerlendirecek olursak, büyük bir yanılgıya düşmüş oluruz. Bilhassa İslâm'ın devlet olmadığı, cahiliyyenin kol gezdiği, tağutun dediklerinin olduğu bir toplumda durum daha da nazikleşir. Çünkü herkes aynı hayatın içinde yaşıyor. Adeta dinin yaşanışı bir nevi izne bağlı olmuş bir ortamda, dinin tamamının yaşandığı bir ortam ve dini tamamen yaşayan ve hem de vahyin sıcaklığını hissederek yaşayan bir nesil... O da o diyarın sakinleridir. O DİYARIN SAKİNLERİ[/B]'ni ortaya korken etrafımızdaki alimleri, salih kulları devre dışı bırakalım demiyoruz. Eğer bugün kalbimizi ve gönlümüzü kaptırdığımız kimseyi her yönü ile tanıyor da, ana kaynakların ikincisi olan Hz. Muhammed (s.a.v.)'i gerçek yönü ile tanımıyorsak, bunun izahını nasıl yapabiliriz? Üstelik Nakşi tarikatının otoriter isimlerinden olan ve dini bir takım hurâfe ve bid'atlerden temizleyerek "Mektubat" isimli bir eseri ümmete hediye eden İmanı Rabbani der ki: "Ahirette müslümanlar tarikattan değil, şeriattan hesaba çekileceklerdir." Yine şu husus da önem arzeder ki bir şeyi yerli yerine koymak adalet, layık olmadığı yere koymak ise zulümdür. Bir veliyi, bir alimi, bir salih kulu layık olduğu yere koyarak değerlendirmek adalet, hak etmediği yerlere kaydırmak ise zulümdür. Müslümanın değeri, Kur'an'a ve Sünnete verdiği değer nispetindedir. Yine müslümanın şerefi Kur'an' la olan irtibatı nispetindedir. Kaf suresinin başında Rabbimiz şerefi çok büyük olan Kur'an'ına yemin etmektedir. Üzerine yemin edilen Kur'an'dan ne kadar istifade ediyorsak, işte şerefimiz o kadardır. Onlar, Kur'an'dan hayata geçiş yapan, yani yaşayan Kur'an'ı temsil eden şerefle dolu bir nesildir. Onlar, bizim gibi hayatlarını üç-beş ayet, dokuz on hadisle kapatarak Hakka kavuşmamışlardır. O DİYARIN SAKİNLERİ[/B] bugünün İslâm toplumlarına nereden bakarsak bakalım bazen rehber, bazen numune (örnek) bazen kaynak ve bazen de ibret levhasıdır. Onlar öyle fedakar insanlardır ki canları pahasına da olsa dinin nasıl yaşanacağını, kıyamete kadar gelecek müslümanlara göstermişlerdir. Kimisi recmedilmiş, kimisine kırbaç vurulmuş, kimisi sürgün edilmiş, kimisine had cezası vurulmuştur. Ancak bunların hepsi büyük bir şerefle Allah'a kavuşmuş ve hayırla yadedilmişlerdir. O DİYARIN SAKİNLERİ[/B]'nin bütünlük arzeden kimlikleri böyledir. Yani erkek ve kadın olarak değil, her iki cinsi insan olarak ele alıp, bu bütünlüğü bozmamak gerekir. O DİYARIN SAKİNLERİ[/B]'in bir başka yönü, Peygamberleri ile olan münasebetleridir. Günümüzde Cemaat ve İmam (Emir ve Cemaat) anlayışının rehberliğini o diyarın sakinlerine vermek lazımdır. Bir takım yanlış anlayışlara ve yanlış uygulamalara meydan vermemek için bu şarttır. Günümüzde öyle bir itaat ve bağlılık anlayışı ve uygulaması vardır ki bunu Kur'an ve Sünnet ölçülerine vurmak hayli zordur. Bir şeyin eğri veya doğruluğunda aslolan ayet ve hadistir. Ancak "Vardır bir hikmeti" anlayışı, bu gerçeğe gölge olmuştur. Durum öyle noktalara gelmiştir ki, batılın ihyasına yönelik teklifler hem kabul görmüş ve hem de hikmet aranmıştır. "Üstten geldi vardır bir hikmeti" anlayışı bunu ne de güzel izah eder. Akıl ve fikirlerini bir başkasının cebine koyanlar veya başkalarının fikirlerini ipotek altına almak isteyenler, lütfen o diyarın sakinlerinin, gerçek bir rehberle olan münasebetlerine baksınlar. Resûl ve Ashab ilişkisi ile bugün şeyh ve mürid ilişkisi, emir ve cemaat ilişkisi arasında farklılıklar söz konusu ise, bunun faturasını kime yükleyeceğiz? İslâm'a mı? Cemaate mi? Yoksa sürüler güdenlere mi? Yine İslam Rabbani'nin şu sözü konuya bir daha dikkat çekmede müessirdir: "Cahil müridin dinimize yaptığı tahribatı kafir yapmamıştır."Abdullah Büyük |
05 Ağustos 2008, 23:17 | Mesaj No:7 |
Durumu: Medine No : 9 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Cvp: 'O Diyarın Sakinleri
İmza Attıkları Bu Din, Belalı Bir Dindi "Ben de, kesip yok edilen bir ağaç olmayı kuvvetle arzu ettim" (Tirmizi: 2414) Dağların yüklenmekten çekindikleri ilahî emaneti insanoğlu üzerine almıştı. Takdir edilen bir ömür, ilahî ölçüler istikametinde tüketilecek, yaşanan hayat bütün yönleri ve bölümleriyle tek yaratıcı olan Hz. Allah'a sunulacaktı. Zerre miktarı şer ve hayırdan hesaba çekilecek olan müslüman insan, meseleyi enine boyuna düşünmüş, baskı altında olmaksızın ilahi yapı olan İslâm dinini yaşanacak hayat tarzı kabul etmişti. İnandığı İslâm'ın şartlan sanki mukavele niteliğindeydi. Yaratan ve yaratılan arasında gerçekleşen bir mukavele... İslâm'ın yaşanması ile vazife bitmiyordu müslüman insan için... Bir başka ciddi vazifesi de yaşatma mücadelesi vermekti. Yani Allah'ın emrettiği bir hayatı ölüm paha.sına yaşamak ve yaşatmak... Dünyaya gelişi yaratılış sebebi buydu. Yani tek kelimeyle 0'na kul olmak. İmza attığı dinin tamamının yaşanması için mücadele vermek... Yasak savar kabilinden yaşanacak bir din değildi İslâm... Ve bir kısmı yaşanınca, diğer kısımlarının sakıt olunacağı bir din de değildi İslâm... Ya hep, ya hiç... imzayı atan bu inançla atmıştı imzasını... Önceden düşünmeliydi. İmzaladığı İslâm'ın belalı-kazalı bir din olduğunu bilerek imzalamalıydı... Heyecana kapılarak maddi menfaatlere kafayı takarak, her hangi bir rica ve tehdit zemini altında tutulmaksızın karar verilmesi icap eden bir din olduğunu bilmeliydi. Mevzunun mücerretlikten kurtulması için, şimdi o diyarın sakinlerine bir göz atmamız gerekiyor. Dağların yüklenmekten kaçındığı bu ilahî emaneti yüklenenlerin taşıdığı ve taşıması gerekli olan mesuliyeti anlamamız için, o diyarın sakinlerinin yaşadığı hayata bir göz atmamız icap etmektedir. O DİYARIN SAKİNLERİ îmanları uğruna her şeyi göze almışlardı. Onlar için önemli olan kendi varlıklarının kalınası veya ölmesi değildi. Önemli olan inandıkları îmanın, İslâm'ın varlığı-yokluğu mücadelesiydi. İslâm adına kurtulmak ve kurtarmak onların inancının özüydü. Tevhidin tebliğinde bu hususa önem verirlerdi. O DİYARIN SAKİNLERİ[/B]'nden bir genç tevhit uğruna girdiği savaşta esir alınmıştı yemesi ve içmesi dayak, yatması ve uyuması dayak olan bu genç tüm baskı ve işkencelere rağmen imanından dönmemişti. Neticede hıristiyan mahkemesi idamına karar vermişti. Halk, müslüman birinin idam edileceğini duyunca yollara dökülmüş, heyecanla gencin gelmesini bekliyordu. Hapishaneden çıkan ve elleri-ayakları bağlı genç idam edileceği meydana götürülüyordu. Çok sevinçliydi. Yürümekte zorlansa bile vakarlı adımlarla ilerlemesi, herkesi hayrete düşürmüştü. Kiliseden hadiseyi seyreden bir papaz koşa koşa gelmiş ve gencin kulaklarına eğilerek: "Anlıyorum, dirençli bir îman anlayışın var. Ama seni idam edecekler. Eğer hıristiyanlık dinine girersen, hemen mahkeme heyetine gidip infazı durduracağım. Sana beş dakika müsaade. İyi düşün ve kararını ver" demişti. bana beş dakika müsaade verdiğin için sana ne kadar teşekkür etsem azdır. Çünkü bu beş dakika içinde, hak din olan İslâm'ı sana öğretir ve müslüman olmana sebep olursam, ölsem dahi gam yemem." O DİYARIN SAKİNLERİ[/B]'nden zayıf ve fakir olan tevhit erlerinden bazılarını yakalıyorlar, bir kısmının boynuna ip takarak şehrin azgın gençlerine teslim ediyorlardı. O genç ve çocuklar, bu mazlum insanları cadde cadde, sokak sokak gezdiriyorlardı. Sokaklarda dolaştırılan bu insanların anne ve babaları hâdiseyi seyrediyor, içlerinden bir kısım anneler yerlerde sürünen çocuklarına hakaret ediyor, bazen tekmeliyorlar ve bazen da küfrediyorlardı. Hak davada ısrarlı olarak taviz vermiyorlar, kendilerine bu işkenceyi yapanların hidayetleri için dua ediyorlardı. O DİYARIN SAKİNLERİ[/B]'nden bazılarını bu hâliyle gören büyük rehber, mertebesine erişilemez olan büyük insan, faziletli Nebî, onlara sadece cenneti vadediyordu. Dünyalıklarına yönelik bir vaadde bulunmaksızın Allah davasına davet eden yüce İnsan, işkence altında onlara âhiret mükafaatını vaadediyordu. Ancak devlet olunca, belli bir kuvvete erişince, İslâınî kıyafetine müdahale edilen müslüman bir hanım için savaş îlan edecekti. Bu haşmetli, mütevazi, olgun ve dolgun Nebî, çok zaman mescidden evine geldiğinde sabah kahvaltısı için bir şeyler ister, ancak kendisine verilen cevap: - "Bir şey bulup hazırlayamadık" denince, hiç kızmadan, darılmadan: "Ben de bu gün oruçluyum" buyururlardı. O DİYARIN SAKİNLERİ[/B]'nin rehberi, tüm Nebî ve Resûllerin çektiği sıkıntıyı, eziyeti fazlasıyla çekmişti. Tevhidi tebliğ ederken, azgın bir takım ayak takımı, o güzel insanın nurlu yüzüne tükürür, bir kısmı toprak atar, bazısı da küfrederdi. Kâbe'nin bir köşesine çekilerek Rabbine ibadet ederken, azgın bir kâfir gelmiş ve gömleğini O yüce Resûlün boynuna dolayarak sıkmıştı. Cennet ve cehennemin onun hürmetine yaratıldığı büyük insan, dayanamıyor ve diz üstü düşüyordu. Bu sefer de işkence sahipleri öldü zannederek Peygamberimizi bırakıyorlardı. Ayılan, kendisine gelen ve ayağa kalkacak gücü kendisinde bulan nurlu Nebi, tekrar müşriklerin yanına gidiyor, sıkılan boğazım gösteriyor ve kâinatı dolduracak sözü îlan ediyordu: "Allah'a yemin ederim ki, sizi hizaya getirecek bir din ile geldim..." O DİYARIN SAKİNLERİ[/B]'nden biri vardı. Ayağı topaldı. Yürürken aksak yürürdü. Tevhidin tebliğine vesile olan savaşlara katılmaya can atıyordu. Ne var ki evlatları babalarına müsaade etmiyordu. O da Peygamberimize gidiyor ve evlatlarını şikayet ediyor, savaş için izin istiyordu. Tek önder, büyük insan, meşru mazereti sebebiyle savaşa katılmamasını istiyordu. Cihad aşkı kalbine kıvılcım olarak düşen topal insan: "Ya Resûlallah, savaşır ve şehit düşersem cennete girerken bu topal bacağım düzeltilecek mi?" diye bir soru yöneltti. Kendisine "Evet" cevabı verilince savaş sevdalısı gidiyor ve şehit düşüyordu. Ufkun derinliklerine bakan yüce Resûl müjdeyi vermişti: - "Kardeşinizi yürür halde cennete girerken gördüm..." Her zaman söyledik, yine diyoruz ki o diyarın sakinleri, İslâmî bir rehberimizdir. Her biri semayı donatmış birer yıldız gibidir. 20. asırda yaşayıp, içini çekerek: "Keşke O diyarın sakinlerinin zamanında yaşasaydı" diyenlere sadece şu kadarcık bir sual yöneltiyoruz: "Sizleri Allah'ın yaşatmadığı bir zamanda yaşamak istemeye sevk eden sebep nedir? O devirde yaşamış olsaydınız, Resûlullah'a karşı tavrınızın ne olacağını biliyor muydunuz? Halbuki, Resûlullah'ı gördüğü ve O'nun zamanında yaşadığı halde nice nice insanlar, yüzükoyun cehenneme atılmıştır." BU DİYARIN SAKİNLERİ[/B] başlarını aynı hedefe çevirdiği, aynı fikir ve harekette ittifak ettiği müddetçe, o diyarın sakinleriyle aynı asırda yaşamış gibi değer bulurlar. Ebû Zerr (r.a.)'in rivâyet ettiği bir hadis şöyledir: Bir gün Peygamberimiz "Kardeşlerimi ne kadar görmek istiyorum" buyurdu. Ashab: "Biz senin kardeşlerin değil miyiz, Ya Resûlullah?" dediler. O da; "Siz benim arkadaşlarımsınız, ashabımsınız, kardeşlerim, benden sonra gelip beni görmedikleri halde îman edenlerdir..." Sonra kıbleye yöneldi ve "Allah'ım onların nuru ile gözümü aydınlat."... buyurdular. Bu diyarm sakinlerinden, o diyarm sakinlerine selâm olsun... Abdullah Büyük |
05 Ağustos 2008, 23:19 | Mesaj No:8 |
Durumu: Medine No : 9 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Cvp: 'O Diyarın Sakinleri
İslam'ı Bütünüyle Yaşıyorlardı O DİYARIN SAKİNLERİAllah için, Allah adına ve Allah diyerek yaşıyorlardı. Kâbe'yi dolduran yüzlerce putları ellerinin tersiyle iteklemişler, putlarıyla geçirdikleri zaman kaybından dolayı Allah (c.c.)'a tövbe ederek dönmüşler ve yeni hayatlarına başlarım koyarak yaşamaya başlamışlardır. O DİYARIN SAKİNLERİ[/B] severek ve sevilerek yaşıyorlardı. Onurluydular, sevimliydiler, cesaretliydiler... Bir taraftan Allah'ın (c.c.) rızasını almak için yaşarlarken, beri tarafta Allah'tan razı olduklarını yaşayışlarıyla gösteriyorlardı. O DİYARIN SAKİNLERİ İslâm'ı gecesiyle ve gündüzüyle yaşıyorlardı. Gece hayatı, onların hayatında göz yaşı, zikir ve istiğfarla dopdoluydu. Gecenin kendileri için istirahat zamanı olarak verildiğini biliyorlar ve uzun bir geceyi yatarak geçirmeyi düşünmüyorlardı. Çocuklarını severken, evlerine yiyecek alırlarken, hanımlarıyla şakalaşırlarken, savaşa giderken, ganimet toplarken... Bütün bunları bir ibadet inancı içerisinde yapıyor ve kul olmalarının feyzini tadıyorlardı. O DİYARIN SAKİNLERİyaşayışları sırat-ı müstakim üzerinde sürdürüyorlardı. Doğru ve temiz yol olan bu yoldan uzak kalmayı değil, bu yoldan insanı uzaklaştıran sebeplere çok dikkat ediyorlardı. Biliyorlardı ki, bir insan üç sebepten dolayı sırat-ı müstakimden çıkmış olur; 1- Allah'ın (kitabın) rehberliğine aldırmamak ve kendi arzularının kölesi olmak. 2- Aileyi, toplum, gelenek ve töreleri Allah'tan önde tutmak. 3- Allah ve Resûlünün bildirdiklerini önemsemeyerek sözde önemli kişilerin ardından gitmek... Eski dinlerinden çıkıp, yeni ve geçerli dinlerine girenler, girdikleri hayata bir daha dönüp bakmıyorlar, sadece ibret alıyorlardı. Cahili hayatın tüm yaşayışlarım geldikleri hayatın sınırları içine bırakarak gelmişlerdi. O DİYARIN SAKİNLERİ[/B]'nin hayatı, oraya buraya dağılmış, birbirleri ile aralarında irtibatı kalmamış, parçalara bölünmüş bir hayat değildi. Hem Allah'ın yolunda saf saf olmuşlardı, hem de namaz kılarken... Hem savaşlarda saf saf olmuşlardı, hem de ailevi yaşayışlarında... Hem Kâbe'de saf saf olmuşlardı hem de doğru sözde, adaletli muamelelerde, komşuluk haklarında, yolda, bahçede, mescitte saf saf olmuşlardı. Bir mahallenin müslüman yalan konuşup, diğer mahallenin müslüman gıybet yapmazdı. Allah'ın emirlerini, Allah'ın yolunda ve saflar halinde yaşıyorlardı. O DİYARIN SAKİNLERİ'nin, doğruluklarının ömrü uzundu. Helal ticaretinin ömrü uzundu... Kelime-i tevhid okurken, bir inancın belli bir zamana ait olduğu fikirleri olmadığı gibi, îmanın gerekli kıldığı amellerin de muvakkatlik gibi vasıfları yoktu... Birbirleri arasında doğru sözlü olup, evlerinde yalan konuşan, mescitte ihlasla namaz kılıp, yalnız kalınca da laubali olup namaz kılan halleri mevcut değildi. Senenin belli aylarında iyi müslüman, belli aylarında da bozuk müslüman gibi ayırımları yoktu. O DİYARIN SAKİNLERİ birbirlerinin yokluğuna dayanamazlardı. Bir boşluk hissederlerdi. İnsan beyninin, elle, kulakla, ayakla, mide ile bağlantısı olduğu gibi İslâm toplumu da, vücudun uzuvları gibi birbirine bağlı olmalıydı. İşte onlar bu bağlılıklarını yaşadıkları için, içlerinden birisi görülmese, hemen gözler arardı. Tâ ki o aranan insan bulununcaya kadar boşluk devam ederdi. Birbirlerinin yokluğuna tahammülü olmayan o insanlar, İslâm'ın bazı kısımlarını alıp, bazı kısımlarını atabilirler miydi? Namazı, orucu, haccı olan bir dinin, siyasetini, hukukunu, iktisadını gömemezlikten gelmek, müslüman bir insana yakışır mıydı? Ama bu diyarın sakinleri birbirlerimizin yokluğuna alışmışızdır. Bir gün değil, haftalarca, aylarca göremesek, bile rahatsız olmayız. Ta ki ölünceye kadar. İçimizden birisi ölürse, sağlığında sorulup, aranmayan nice nice insanımız, vefat ettikten sonra aranır ve son vazife diye kabir başına kadar gidilir. Peki ilk vazifeleri nereye koyacağız. Son vazifemiz, ölen kardeşimizi, kabre defnetmekti. Ya ilk sırada bekleyen vazifeleri kime yaptıracağız? Biz müslümanlar birbirlerimizin yokluğuna alıştığımız için, İslâm'ın temel hususlarına karşı alışkanlığımız normal hale gelmiştir. Üç günlüğüne camiler kapatılsa, minarelere müezzinler çıkartılmasa, sanki yer yerinden oynar. Niçin, farz olan namaza yasak konamaz diye,.. Öyle de, farz olan hukuk yapımıza, farz olan ekonomik yapımıza, farz olan âile siyasi yapımıza yaklaşık 70 senedir yasak konmuş da onlar için niye kılımız kıpırdamaz? Çünkü onların yokluğuna alışmışız veya alıştırılmışız... Türkiyeli müslümanın ömrünün tükeneceği üç temel saha ve alanı iyi seçmişler: Ev-Cami-İşyeri, 60-70 yıllık ömür umumiyetle bu üç yerde geçer. Bu üç yerin dışındaki alanlara ait olan vazifeler ve bu vazifelere lâzım olan malzeme ve ölçü pek dikkate alınmaz... Sırtını Kâbe'ye dönüp, önüne Roma'yı alanların horon tepmesi boşuna değil tabi... O DİYARIN SAKİNLERİ arasında söz ve yaşayış vardı. Adeta söz müslümanlar arası, yaşayış ise milletler arası gövde gösterisi niteliğinde idi. Yaşayış, sözden etkili olduğu için, ağırlık uygulamaya verildi. Dış millet ve kabilelerin topluca İslâm'a girmelerinin sebebi, o diyarın sakinlerinin topluca İslâm'ı yaşamaları sebebiyleydi... Topluca yaşanan İslâm, devlet varlığını gösterir. İslâm'ın devletinin ekonomisi, üretimi, tüketimi, ahlakı devletin yapısı, ihracatı, ticareti... Bütün bunlar, diğer milletlere füli mesajlar veriyordu... Bir ülke ki, müslümanın birisi zemzem içer, diğeri viski... Birisi içkiyi ağzına almaz, diğeri bayiliğini yapar. Birisi nikâh der, diğeri flört der... 70 senedir uygulanan ve yaşanan hayat acaba hangi Gayr-i müslimlerin İslâm'a gelmesine sebep olabilir? Üstelik, İslâm'a gelmesi şöyle dursun, İslâm'dan uzaklaşan bir nesil ortaya çıkar. Devletin Diyanet İşleri Başkanı konuşa dursun İslâm ve laikliği sentez yapmaya devam etsin... Bakalım fatura kime ödenecek? O DİYARIN SAKİNLERİ[/B] kendilerine sunulan İslâm'ı, olduğu gibi kabul ediyor ve olduğu gibi yaşamaya çalışıyorlardı. Kendi kafalarınca herhangi bir yoruma baş vurmadan acaba, neden, nasıl, niçin gibi suallere ihtiyaç hissetmeden din olarak inandıkları İslâm'a harfiyyen uyuyorlardı. Günümüzde çok acı bir hadise ile karşıkarşıyayız. Allah'ın gönderdiği İslâmiyet'e uymak gerekirken, çoğu insan kendi kafasınca yorumladığı bir İslâm'a inanmaya başlamıştı. Helak olan Yahudi ve Hıristiyanlar, kendi dinlerini, kendi fikir ve yaşayışlarına göre yorumladıkları için lanetlenmişlerdi. Bu diyarın sakinleri[/B] olarak diyoruz ki, yaşayışımızın bütün bölümlerine İslâm'ın damgası, İslâm'ın imzası atılmalıdır. Tehlike hissedilen bir yazıyı devlet memuru bile imzalamaz. Hayatımızın bütün yönleri, bölümleri İslâm'ın yaşayışı ile ihya edilmelidir. Hayatımızda cahiliyyenin izlerini silmek ve sökmek, müslümana yakışan bir tavırdır. Mevcut hayatı İslâmlaştırma yönünü tercih etmeliyiz. Müslümanın üzerine düşen görevi, müslümanlardan başkası yapamaz. Allah'ın emirleri kim için ise, o şahıs, o cemaat, o ümmet mükelleftir. İslâm'ın emirleri başkalarına havale edilerek yapılamaz. Namaz kılan müslümanların, namaz kılmayan zihniyetten medet ummaları çok acı bir bekleyiştir. Tesettürlü müslümanların, tesettüre düşman olan zihniyetten bir şey ummaları afedersiniz aptallıktır...[Abdullah Büyük |
05 Ağustos 2008, 23:20 | Mesaj No:9 |
Durumu: Medine No : 9 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Cvp: 'O Diyarın Sakinleri
Gördükleri Eziyetlere Karşı Sabır ve Tahammül Ederlerdi O DİYARIN SAKİNLERİ'nin ölçüleri Kitap ve Sünnet idi. Kitap ve Sünnet ile ölçüp tartmadıkça hiçbir iş yapmazlar ve hiç bir söz söylemezlerdi. Onlar her hangi bir iş hususunda insanların öyle yapmakta ve söylemekte olduklarını görmekle yetinmez, bu işin veya sözün Kitap ve Sünnetin kabul etmeyeceği bid'atlerden olması ihtimali üzerinde dururlardı. Onlar piştarlarının dizleri dibinde otururken onun fem-i saadetlerinden şunu duymuşlardı; "Sünnet bid'at telakki edilmedikçe kıyamet kopmayacaktır." Zamanla bid'atlere öyle ısınılacak ki, bir bid'at terk edildiği zaman, insanlar: "Sünnet terk edildi" diyecekler. İmamlarının bu tehdidi ile tirtir titrerler ve ne yapacaklar, ne söyleyeceklerse onu önce Allah'ın Kitabı ve Resûlünün Sünnetine ve bunları en iyi bilen ulemaya havale etmeden yapmaz ve söylemezlerdi. O DİYARIN SAKİNLERİ[/B], devlet kapılarını aşındıranlara yakınlık göstermezlerdi. Dini bir zaruret marufu emretmek veya münkerden nehyetmek için bir maslahat olmadığı halde devlet kapılarını aşındıranlara yakınlık göstermezlerdi. Onlar Efendilerinin çevresine oturmuş O'nun Lal-ü Güher gibi ağzından dökülen şu hakikati duymuşlar ve doymuşlardı: "Cehennem de "Hephep" denilen bir vadi vardır. Allah bu vadiyi zalimler ve zalim hükümdarların meclisine girip de onlara kavuk sallayan, dalkavukluk yapan âlimler için yaratmıştır" Onlar o kapılara giderken menfaat için değil, zalimin zulmüne yardımcı olmak için değil, ancak onları ikaz etmek, zulümlerine mani olmak için giderlerdi. O DİYARIN SAKİNLERİ[/B]'nden her biri, kendilerini insanların en günahkarı bilirlerdi. "Duası makbul" kullar meyanında görmezlerdi kendilerini. Bu yüzden yağmur duasına çıkmazlar, veba salgınının defi için duada öne geçmeden haya ederlerdi. Kendilerini sıkıştıranlara: "Korkarım ki, benim yüzümden başınıza taş yağar!" derler ve tirtir titrerlerdi. Bütün günahlarından tövbe etmedikçe kendilerini itham ederlerdi. "Allah'ım! bütün bunlar benim günahlarım yüzünden mi?" diye her bela karşısında kendilerini mesul tutarlardı. O DİYARIN SAKİNLERİ, zevcelerinden gördükleri eziyetlere karşı sabır ve tahammül gösterirlerdi. Onlar eşlerinden gördükleri her muhalefeti, her serkeşliği, kendilerinin Cenab-ı Hakk'a karşı olan kusurlarının bir neticesi olarak kabul ederlerdi. Onlardan biri, her ne zaman Allah'a karşı bir kusur işlerse zevcesinden kendisine karşı bir muhalefet ve itaatsizlikle karşılaşırdı. "Biz Allah'a karşı bir günah işledik ki bu başımıza geldi" derler ve kusurlarını gidermeye azmederlerdi. O DİYARIN SAKİNLERİ hizmet mevzu bahis olduğu zaman en önde, makam-mevki, ganimet-devşirme söz konusu olduğu zaman da en arkada durmayı düşünürlerdi. Hizmet anında etrafındakilere "Sen dur ben gideyim, şimdi sen dur hele ben harcayayım, şimdi sen dur hele benim ev kullanılsın, şimdi sen dur hele benim arabam" derlerdi. Onlardan birini insanlar başa getirmek istediği veya mühim bir makama getirmek istedikleri zaman, hemen bunu kabul etmezlerdi. "Ben bu işe ehil değilim, falan, falan bu işe daha layıktır, siz ona gidin" derlerdi. Çünkü onlar başlarındaki başlar başının ağzından "Biz onu isteyene vermeyiz, onu layık olana veririz" fermanını duymuşlardı. O DİYARIN SAKİNLERİ[/B], kalpleri yufka, gözleri yaşlı idi. Cenab-ı Hakk'ın haklarına riayette kusur ettikleri zaman, esirgenmeleri için çok yalvarıp ağlarlardı. Gözlerinde, yüzlerinde, gözyaşlarından dolayı iki had vardı. Evlerine girdiklerinde, sofralarına oturduklarında, insanların arasında hep ağlarlardı. "Cehennem benim içindir" diye çoğu zaman bayılırlardı. Onlar için iyilerin alameti; rengin sarılığı, gözlerin yaşlılığı, dudakların solgunluğuydu. onlar için günahın büyüğü küçüğü yoktu. Günahın kimin huzurunda ve kime karşı işlendiği önemliydi. Onlar en küçük günahı bile başına düşmekte olan bir kaya parçası gibi görür ve ona bulaşmaktansa ateşe girmeyi yeğ tutarlardı. O DİYARIN SAKİNLERİ[/B], ev yapmak hususunda itina göstermezlerdi. Zaruret ve ihtiyacı giderecek kadarı ile iktifa ederlerdi. Nakış, süs ve ihtişamdan şiddetle kaçınırlardı. Meskenlerine girdiğin zaman başlan tavanlarına değerdi. Çünkü onlar uzun .emeller peşinde değildi. Ebedi kalacaklarmış gibi davranmıyorlardı. Su ve çamurla uğraşacak fazla zamanları yoktu. En kıymetli zamanlarım bu muzahrafatla heba etmek onlar için cinnet mevzuu idi. Çünkü onlar Nebîlerinden şunu duymuşlardı: "Tûl'i emel sahibi olmayın! Vallahi ben yürürken kabzolunacağımı sanıyorum. Gözümü açıp yumuncaya veya ağzıma aldığım bir lokmayı yutuncaya kadar yaşayacağımı zannetmiş değilim!" O DİYARIN SAKİNLERİölümü hiç unutmazlar, gördükleri her ölüm vakasından ibret alırlardı. Bir cenaze gördükleri zaman "Sen yürü Allah'a! yakında arkadan biz de geliyoruz" derlerdi. Onlar ölümü düşündükleri zaman, son nefeste kötü bir sonuçla gitme tehlikesinden dolayı çok büyük hüzün çekerlerdi. Bu yüzdendir ki onlar kimseye zulmetmezler, ibadetlere koşarlar, dünyaya gönüllerini kaptırmazlardı. O DİYARIN SAKİNLER, başkalarının ayıplarıyla değil kendi ayıplarıyla uğraşırlardı. Onlar kesinlikle biliyorlardı ki, başkalarının ayıpları ile uğraşanlar kendi ayıplarına zaman bulamaz ve Allah'ın rahmetinden uzak olurlar. Onlar Nebîlerinin şu hadisine muttali olmuşlardı; "Ne mutlu o kimseye ki kendi ayıpları ile uğraşmak onu başkalarının ayıpları ile uğraşmaktan alıkoymuştur."Abdullah Büyük |
05 Ağustos 2008, 23:22 | Mesaj No:10 |
Durumu: Medine No : 9 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Cvp: 'O Diyarın Sakinleri
Beyatsız Yaşamazlardı - "Beni yükletiniz. Çünkü ben ne müstezaafınden ne de yolu bilmeyenlerdenim. Vallahi bu gece Mekke'de yatmam" diyordu. Oğulları, bir sedyeye koydular ve Medine'ye doğru yola çıktılar. Medine'ye yaklaştığında iyice ağırlaştı. İhtiyar şahabı anladı ki, ölüm ile burun buruna geldi. Sağ elini sol elinin üzerine koydu ve: "Allah'ım, şu senin, şu da Resûlünün, Resûlün sana ne ile beyat ettiyse ben de öyle beyat ediyorum..." dedi ve ruhunu teslim etti. Medine'ye Resûlullah'a kavuşamadan vefat eden sahabenin ölüm haberi Medine'ye ulaşınca, Cündüb İbn Demre (r.a.)'in Hicret sevabından mahrum kaldığı sahabeler arasında konuşulmaya başlandı. Fakat Hz. Allah, o ihtiyar kulunun durumunu şöyle açıklıyordu: "Kim Allah'a ve Resûlüne itaatle Hicret ederek evinden çıkarda sonra kendisine ölüm yetişirse onun ecri (Mükafatı) gerçekten Allah'a düşmüştür. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir." (Nisa/100) Hicreti tamamlayamadan yolda ölen sahabenin beyatı böylece Hakk katında kabul ediliyordu. İşte onlar böyle idi. O DİYARIN SAKİNLERİ[/B], beyatsız bir anını dahi geçirmezlerdi. Çünkü inanmışlardı ki, Beyatsız yaşamak, gömleğin baştan çıkarıldığı gibi îmanın tehlikeye düşmesi demekti. Onlarm tamamı, müslümanlık üzerine Beyatlaşmışlardı. Mesela kısa olarak O DİYARIN SAKİNLERİ'nin beyatlaşmış olduğu bazı maddeleri zikredelim: 1- Allah'a şirk (ortak) koşmamak, Hırsızlık etmemek, 3- Zina etmemek, 4- Çocukları öldürmemek, 5- Kimseye iftira etmemek, 6- Emirlere isyan etmemek, 7- Beş vakit namazı vaktinde kılmak, 8- Farz olan zekatı vermek, 9- Ramazan ayında bir ay oruç tutmak, 10- Allah rızası için cihad etmek, 11- Zenginse hacca gitmek, 12- Müslümanlara nasihat etmek, 13- Kocalarının mallarını habersiz başkalarına yedirmemek, 14- Toplanıp, ölen bir kimse için ağıt yakmamak, 15- Cahiliyye süsleri ile sokağa çıkmamak, 16- Gizli çocuk öldürmemek... vs. O DİYARIN SAKİNLERİ'ni görüyoruz ki, kimisi iyi amellere, kimisi cihad'a kimisi hicrete, kimisi Allah yolunda ölmeye Beyat ediyor. Çünkü İslâm'ın emirlerinin yaşanmasında Beyatın tırnak-et olması söz konusudur. O DİYARIN SAKINLERİ[/B]'nin beyatlaşmış olduğu mevzuların başında Allah'a şirk koşmamak gelirdi. İdare ve hükümde, yaratma ve hakimiyette Allah'tan başkalarına yönelmemek, onlara söz hakkı ve yetki tanımamak... Beyatın temelini bunlar teşkil ederdi. Bu ciddi ve îman bakımından hayatiyet arzeden meselelerde Allah'a değil de, kullara müracaat müslüman da iman namına bir şey bırakmazdı. Ya o, ya bu! Kurt koyun karışımı bir hayat olamazdı. Hem Ebu Cehil, hem Hz. Muhammed (s.a.v.) hem Dar'un-Nedve, hem Daru'1 Erkam... ikisini birlikte yürütmek mü'minin işi değildi. O DİYARIN SAKİNLERİ[/B] beyatla İslâmi hayata adım atarlardı. Daima ağırbaşlı ve vakarlı idiler, çünkü beyatları vardı. Daima müslümanlar hakkında iyi düşünürlerdi, çünkü beyatları vardı. Cihadsız ne günleri, ne aylan geçerdi, çünkü beyatları vardı. Takvadan ayrılmazlardı, bir hata yaparlarsa, ardından hemen bir iyilik yaparlardı. Çünkü beyatları vardı, dinin hiçbir emrinde gevşeklik göstermezler, Allah'a itaatsizliği akıllarından geçirmezlerdi, çünkü beyatları vardı. Aç kalırlar, susuz kalırlar, karınlarına taş üstüne taş bağlarlardı. Bütün bu zorluklara rağmen İslâm'ın önünde verdikleri mücadeleden gevşeklik göstermezlerdi. Çünkü beyat etmişlerdi. O DİYARIN SAKİNLERİ[/B]'nin kadınları da aynı idi. Yani beyat etmişlerdi. Çocuklarım öldürmezler, iftira ve dedikodu yapmazlar, kocalarına hiyanet etmezler, kocalarının haberi olmadan evlerinden bir şey tasadduk etmezlerdi. Çünkü beyat etmişlerdi. O DİYARIN SAKİNLERİ'nin kadınları beyatlaşmak için ellerini uzattıkların da "ben kadınların ellerine dokunmam" cevabını alırlar, böylece beyatlaşmaları tahakkuk ederdi. Zamanımızın da bazı din simsarlarının yaptığı, kadınlarla tokalaşma hadisesi İslâm'ın cevaz verdiği bir amel değildir. Böylece şu hakikati kavramış oluyoruz: Müslümanlık, Allah'ı ve Resûlü'nü tasdikten ibaret olmakla beraber, bu tasdik keyfiyeti sonradan bir anlaşma ile teyit edilmiş oluyor. Müslümanın başıboş bırakılması kendine göre yaşaması mümkün değildir. Müslümanlık cemaat dinidir. Elbette bu cemaatın bir de imamı olacaktır. Cemaatin, imamın başkanlığında vereceği mücadele Hakk düsturlarının hayata hakim olmasını temin etmektir. Fertlerin böyle bir cemaatın halkalarından bir halka olmamaları beyatsız yaşamayı intac eder. Damla, deryanın içerisine karışırsa değer bulur. Bir deryaya karşı deryadan ayrılan damlanın fonksiyonu olamaz. Islahatlanmız ile canlanan bir hayat vardır. Beyat ıslahatımız da onlardan biri veya başıdır. Halkı müslim olan ülkelerdeki tüm kıyamların altında yatan gerçek, kullara kul olmaktan kurtulup, Allah'a kul olmaktır. Beyatla kula kul olma devri bitmekte, işler Allah adına yapılmaktadır. Böylece insanlar insanlara hükmetme yetkisini beyatla kaybetmektedirler. Onun için hayata canlılık veren kelimelerimiz, müslümanlardan gizli tutulmuş, öğrenmeleri istenmemiştir. Beyatlı günler dünya müslümanlarını ihata etmeye hamiledir... Abdullah Büyük |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Hastane ve huzurevi sakinleri bilmem ki ne bekliyor…/Mustafa Cilasun | Mustafa CİLASUN | Makale ve Köşe Yazıları | 0 | 07 Ağustos 2013 00:33 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|