|
Konu Kimliği: Konu Sahibi akgün,Açılış Tarihi: 10 Ağustos 2008 (15:12), Konuya Son Cevap : 10 Ağustos 2008 (15:12). Konuya 0 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
10 Ağustos 2008, 15:12 | Mesaj No:1 |
Medine müdafaası... Medine müdafaası... Müslüman Türk tarihini şeref levhası... MEDİNE MÜDAFAASI... Müslüman Türk milleti tarihinin en acı sayfalarının başında 1909 ile 1919 yılları arası gelmektedir. Bu on yıl, sadece imparatorluğun sonunu getirmekle kalmamış, halkı da tam manası ile perişan etmiştir. Bu yılda ne olduğuna bakalım? Bu on yıl içinde, İmparatorluk Anadolu toprakları dışında kalan bütün topraklarını kaybetti. Cephelerde şehit düşen asker sayısı birkaç milyona ulaştı. Açlık, hastalık ve dolaylı sebepleri de ilave edersek, telef olan insan sayısı çok daha fazla oldu. Sultan Abdülhamit Han'ın tahtan indirilmesinden sonra işbaşına gelen 'İttihat–ı Terakki' cemiyeti, imparatorluğa ve millete en büyük ihaneti yaptı. Osmanlı devletini cihan harbine sokarak, birçok cephede verilen savaşlardan, zaten zayıf ve güçsüz olan devlet ve millet iyice bitap düştü. Önce Balkanlar gitti, ardından doğu cephesi ve Sarıkamış dramı yaşandı... Ve Çanakkale… Filistin, Irak ve Suriye cephelerinde de ağır mağlubiyetler alındı.. Nihayet Hicaz bölgesi… Balkan harbinde kaybettik, Rumeli elimizden çıktı. Çanakkale'yi düşman geçemedi ama bedeli ağır oldu, devlet ve millet maddi manevi çok şey kaybetti. Doğu cephesinde, doğa şartlarına yenildik, mağlubiyet, büyük kayıplar… Filistin ve Sina yarımadasında, Irak'ta, Suriye'de mağlubiyetler ve maddi manevi kayıplar... Bütün bu savaşlar, devleti ve milleti perişan etti. Her bir cephede büyük kahramanlıklar, yiğitlikler, acılar, ızdıraplar, dramlar yaşandı. Fakat Hicaz, yani “Medine Müdafaası” bir başka oldu… Tarihe “Medine Müdafaası” olarak geçen hadise, Müslüman Türk tarihinin en can yakan sayfalarından biridir. Yakın tarihi üzerine araştırma yapıp, elde ettikleri bilgilerle Çanakkale'yi, Sarıkamış'ı, Filistin'i Irak'ı Balkanlar’ı, Kurtuluş Savaşını yazıp, çokça neşriyat yapmalarına rağmen, “Medine Müdafaası” ile ilgili ne hikmetse, bir araştırmaya, bir yoruma rastlayamıyoruz. Bunun sebebini anlamakta zorlanmıyor değiliz. Hâlbuki yaklaşık üç yıl süren “Medine Müdafaası”nda insanlık tarihine ders olacak mahiyette çok önemli olaylar meydana geldi. Bu çalışmamızda “Medine Müdafaası”nı baştan sona en ince ayrıntısına kadar inceleyeceğiz. “Medine Müdafaası”nın, başından sonuna kadar bizzat içinde bulunmuş olan müdafi Nâci Kâşif Kıcıman'dan dinleyeceğiz. Nâci Kâşif Bey, “Medine Müdafaası”nın eşsiz komutanı Fahrettin Paşa'nın istihbarat zabitidir. Nâci Kâşif Kıcıman, savaş sonrasında yazdığı "Hicaz bizden Nasıl Ayrıldı?" eserinde, o dönem yaşananları bir bir yazdı. Biz bu yazımızı Nâci Kâşif Kıcıman, "Hicaz bizden Nasıl Ayrıldı?" eserinden istifade ederek hazırladık. MEDİNE MÜDAFAASINA NASIL GELİNDİ? Devrin “süper gücü,” bir başka ifade ile “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olan İngiltere'nin, İslâm coğrafyası, özelliklede Ortadoğu üzerinde hesapları vardır. Ortadoğu'da hâkimiyeti ele geçirmek için önünde bir tek engel vardı, oda Sultan Abdülhamit’tir… Sultan Abdülhamit' tahtan indirildikten sonra, hadiseler tespih tanesi gibi ardı sıra dizili verdi. İmparatorluk savaşa sokularak zaten zayıf ve güçsüz olan devlet ve millet daha da perişan duruma düşürüldü. İngiltere'nin Ortadoğu'yu ele geçirme planının bir parçası, Arapları ayaklandırmaktı. Abdülhamit bu planı bildiği için; İngilizlerle işbirliği yapma eğiliminde olan Arap liderleri İstanbul'da zorunlu ikamette tutuyordu. İşbaşına gelen ‘İttihat–ı Terakki'nin yaptığı ilk icraat, Şerif Hüseyin'i Arabistan'a göndermek olur. Sonrası isyan ve ihanet... RAVZA-I MUTAHHARANIN YEŞİL KUBBESİ ALTINA KIZIL KEFENLE GÖMÜLMEDİKÇE... Takvimler 1916 yılını gösterdiğinde, kara bulutlar İmparatorluk semalarını çoktan kaplamıştı. Gün yok ki bir bölgeden isyan, bir cepheden de mağlubiyet haberleri gelmesin. İsyan ve acının yaşandığı yerlerden biri de Hicaz bölgesiydi. Hicaz bölgesinin Osmanlı için ayrı bir önemi vardı. Birçok yer elden çıkabilirdi fakat Hicaz'ın elden çıkması kabul edilecek, rıza gösterilecek gibi değildi. Hicaz bölgesinden gelen haberler iyi değildi. İngilizlerle ile işbirliği yapan Arap liderler, isyanı başlatmıştı. Müdahale edilmezse mübarek ve mukaddes beldeler İngilizlerin eline geçecekti. İslâm âleminin kalbi hükmünde olan mübarek beldelerin, kâfirlerin eline geçmesi kelimelerle izah edilecek bir durum değildi. Hicaz bölgesindeki anarşi ve isyanı bastırıp huzuru sağlamak için Suriye'de bulunan Onikinci Kolordu Kumandanı Fahrettin Paşa görevlendirildi. Bu mukaddes görevi alan Fahrettin Paşa çalışacağı ekibi ile birlikte Şam’dan yola çıktı. Ve 31 Mayıs 1916 tarihinde Medine'ye varıldı. İŞBİRLİKÇİ ARAPLARIN VAHŞİLİKLERİ İngilizlerle işbirliği yaparak Osmanlıyı arkadan vuran Arap isyancılarının başında Şerif Hüseyin ve aile efradı bulunuyordu. Şerif Hüseyin'in gözünü, para ve ikbal hırsı bürümüş, bunları elde etmek için İngilizlerin ayaklarını öpecek durumdaydı. Şerif Hüseyin ve adamları, Arapları Osmanlı aleyhine döndürmek için her türlü yalana, iftiraya başvuruyordu. Osmanlının Almanlarla birlikte savaşa girmesini Türkler kâfir oldu şeklinde etrafa yayarak taraftar topluyordu. Türklere karşı nefret tohumları ekiliyor, yapılan iftiraların sonucu da isyanlarda görünüyordu. İsyancı Araplar, Türk askerine insanlığa sığmayan muamelelerde bulunuyordu. Her gün cereyan eden alçaklıklardan örnek olması açısından sadece bir tanesini nakletmekle caniliğin boyutu daha iyi anlaşılacaktır. “Medine dışına keşfe çıkan Mahmud Çavuş isimli bir kahraman asilerin eline düştü. Asiler Mahmut çavuşun, burnunu, kulağını, tenasül uvzunu kesmiş, karnını yarmış, bağırsaklarını çıkarmışlar...” Resûlûllah’ı korumak için uzaklardan gelmiş, Anadolu evladının cesedini, şehrin yakınlarına bıraktılar… Fahrettin Paşa, Medine'ye geldiğinde gördü ki; Medine ve çevresi ki bir kaç yerleşim bölgesi dışında, kontrol işbirlikçi asilerin eline geçmiş. Arapyarım adasında yapacak fazla bir şey kalmamış... Yapılacak olan Medine ve çevresini işbirlikçi asilere teslim etmemekti. Fahrettin Paşa tedbirlerini bu yönde almaya başladı. Asilere gelince, Mekke'yi ele geçirmişlerdi. Hedeflerinde Medine ve çevresi vardı. Bütün güçleri ile Medine üzerine yürüdüler. Sürekli kahpece arkadan saldırdılar, coğrafi şartları da bilmenin avantajı ile pusu kuruyor, bunda da zaman zaman başarılı oluyorlardı. Medine'de hayat şartları git gide ağırlaşıyordu... Medine de bulunan Osmanlı ordusunun durumu şöyle idi; bir tarafta bütün cephelerde mağlup olan bir imparatorluk, diğer tarafta galip devletlerin baskısı, İngilizlerin işbirlikçi isyancılara verdiği destek, bütün bu olumsuzlukların yanında imkânsızlıklar içinde kıvranan Medine müdafileri… Beslenme eksikliğinden dolayı zayıf düşen bünyeler sürekli hastalıklarla boğuşuyordu. Uyuz hastalığı asker içinde hiç eksik olmamış, İspanya nezlesi denen salgın hastalık, askeri kırıp geçiriyordu. Açlık o boyutlara ulaşmıştı ki, asker dağlardan vadilerden topladığı otlarla karınlarını doyurmaya çalışıyor, toplanan otların içinde zehirli olanları oluyor, bunları yiyenler telef oluyordu. EMİR GELDİ “MEDİNE TERKEDİLECEK” Çok zor şartlar altında bulunan müdafilerin, kuzeyden gelen haberle moralleri iyice bozuldu. Osmanlının Ortadoğu'daki orduları kesin mağlubiyeti kabul etmiş, yeryer şehirler İngiliz ve Fransız kontrolüne geçmişti. Osmanlı devletinin yönetici ve komutanları gönderdikleri mesajlarda; Fahrettin Paşa'ya "Medine'den çıkması" talimatı veriyordu. Medine’den çık deniliyor ama, bu emri sahiplenen olmuyordu. Fahrettin Paşa'ya “kendi kararınla çekil” deniliyordu. Hatta üst düzey komutanların bu konuda yaptıkları bir toplantıda, Medine'nin tahliyesi tartışılmış, bir an önce askerin Medine'den çekilmesi kararı alınmıştı. Fakat bu kararı kimin verdiği hususunda anlaşma sağlanamadı. Bu toplantının önemli isimlerinden biri olan Mustafa Kemal şöyle demişti: "Medine'yi ben tahliye etmiyorum… Hicaz'ı şimdiye kadar hangi kumandan müdafaa etmiş ise tahliyesini de aynı kumandan yapsın." İstanbul ve Anadolu'da Medine'nin tahliyesinin tartışıldığı haberleri Medine'ye ulaşmıştı. Haberler Fahrettin Paşa'nın canını fena sıkmıştı. “Hicaz Kuvve–yi Seferiye Kumandanı” sıfatı ile bir beyanname yayınladı. Beyannamede tarihe altın harflerle geçen şu ifadeler vardı. "Ey Nas! Malûmunuz olsun ki, secî ve kahraman askerim bütün İslâm'ın teyid–i mânevisiyle Hilafet'in gözbebeği olan Medine'yi son fişeğine, son damla kanına, son neferine kadar muhafaza ve müdafaaya memurdur. Buna askerce, müslümanca azm–ü cezm etmiştir. Bu asker, Medine'nin enkazı altında ve nihayet "Ravza–yı Mutahhara"nın yeşil kubbesi altında kan ve ateşten mensuc kızıl bir kefenle gömülmedikçe Medine–i Münevvere Kalesi'nin burçlarından ve yeşil kubbesinden Osmanlının Albayrağı alınmayacaktır…" Fahrettin Paşa, bu beyanname ile bütün taraflara rest çekiyordu. Kimlere? Başta mağlûp Osmanlı devleti idarecilerine... Galip devletlere... İşbirlikçi Arap asilere... Bütün taraflara açık seçik mesajını verdi. DÖRT YÜZ YILLIK GELENEK SONA ERDİ Fahrettin Paşa, tedbirlerini şartlar ne olursa olsun Medine'yi terk etmemek üzerine alıyordu. Takvimler 25 Eylül 1917 tarihini gösterirken, Tebük civarındaki "Ramlet" istasyonuna asilerin yerleştirdiği bomba lokomotif geçerken patlatıldı. Vagonlar devrildi, trende bulunan asker, sivil, kadın çocuk herkesi kurşun yağmuruna tuttular. Çok zayiat verildi. Bu hadisede; Medine'nin Osmanlı ile irtibatı bir daha kurulmamak üzere kesildi. Aynı zamanda yüzlerce yıldır, devam eden "surre alaylarının" da sonu oldu. Bu olaydan sonra, demiryolunun değişik yerlerine yapılan bombalı saldırılar, demiryolunun da tamamen sonunu getirdi. Bu çok vahim bir durumdu. Demiryolu, Medine müdafilerinin, yiyecek, giyecek ve erzaklarının tedarikini sağlıyordu. Bu tahribattan sonra İstanbul ve Anadolu'dan yardım gelmeyecekti. Şerif Faysal öncülüğündeki asi gurubu, "Maan" bölgesinin güneyinde, üçer beşer kişiden ibaret olan demiryolu bekçilerini şehit edererk, "Maan" ile "Tebük" arasındaki istasyonları işgal ederek Medine'nin kuzey ile alakasını tamamen kesti. Bu hareketle Medine Müdafaası başladığı günden bu yana Müdafiilerini besleyen kan ve can damarı kopmuş oldu. AÇLIK VE HASTALIKLAR HAD SAFHADA Medine'de her geçen gün şartlar ağırlaşıyordu. İmkansızlıklar o kadar çoktur ki; tarihte bir benzerini görmek mümkün değildi. Yiyecek, içecek ve giyecek sıkıntısı had safhaya ulaştı. Diğer tarafta bulaşıcı hastalıklar askeri kırıp geçiriyordu. Durumu Nâci Kâşif beyden dinleyelim: "Esasen kıtalar yorgun ve zayıftı. Hayat kudretlerini ve hastalıklara karşı mukavemetlerini kısmen kaybetmişlerdi. Bu yüzden mezkur hastalık oldukça geniş ölçüde tahribat yaptı. Hatta bu zayiat Kumandan Paşa'nın bile manevi kuvvetini sarstı ve Paşa, hastanelere şöyle bir emir verdi: 'Ölülerin bu derece çokluğunun sebebini elinizi vicdanınıza koyarak izah ediniz.' Ölümlerde en kuvvetli amilin iaşe noksanlığından doğan zayıflık neticesi olarak hasıl olan muhtelif "ihtilatlar" dan ileri geldiğini söylemişlerdi. Kıtalar günden güne eziliyor, yoruluyordu. Açlıkla çıplaklık askere pek çok tesir ediyordu…" Asi Araplar tarihlerinde hiçbir zaman bu kadar destek ve yardım görmemişlerdi. İngiliz ve Fransızlar bütün imkânlarını asi Araplar için seferber etmişti. Büyük sultan Yavuz Selim Han ile başlayan "Hadim–ül Haremeyn–iş Şerifeyn" anlayışı ile yüzlerce yıldır korunan mübarek belde, şimdi yiğit Türk askerlerine mezar oluyordu. ALLAH ve Resûlullah aşkı ile yanan Anadolu evlâtları, Resulullah'ın yanıbaşında çok zor günler geçiriyordu. Medine Müdafileri, vücutlarını "Yeşil Kubbe"nin muhafazasına vakfetmiş, ordunun asırlardan beri yaptığı hizmeti idameye azmetmiş kahramanlardı. Bu kahramanlar basit ve adi, beşeri duygulardan arî idiler. Bu yiğitlerin büyük çoğunluğu Medine Müdafaası sırasında şehit düştü… Sağ kalıp memleketlerine dönelerin önemli kısmı da kurtuluş savaşında muhtelif cephelerde şehit düştü. Bu kahramanlardan biri "zabit Hulki Efendi"dir. Medine Müdafaası sonrasında iki yıllık esaret hayatından sonra, Sakarya meydan muharebesinde şehit düştü. Bir diğer kahraman "Yüzbaşı Nâci bey” dir… Bu yiğitte Kurtuluş savaşında Eskişehir yakınlarındaki bir muharebe şehit düştü. her gün on vatan evlâdı hastahaneden CENNET-ÜL BÂKÎ’YE GÖÇ EDİYORDU Fahrettin Paşa, ulaşabildiği her yere yardım çağrısında bulundu. Özellikle Şam ve İstanbul'a gönderdiği mesajlarda durumun vehametini ortaya koymasına rağmen, bu çağrıya cevap veren olmadı. Yardım talepleri sonuç vermeyince kesin olarak anlaşıldı ki; Medine Müdafiilerinin kendi başlarını çaresine bakmaktan başka çareleri kalmamıştır. Müdafilerin en büyük sorunu iaşe meselesi idi. Askerin yiyecek içecek sorunu her geçen gün daha da artıyordu. Birkaç defa gündeme gelen çekirge meselesi tekrar tartışılmaya başladı. Sonuçta karar çıktı; çekirge yenilebilirdi. Bir bildiri ile müdafilere çekirge yenilebileceği talimatı verildi. İlk çekirge yemeğini de Fahrettin Paşa bizzat yiyerek başlattı. Müdafiler o güne kadar duymadıkları, bilmedikleri yemeklerle karşı karşıya kalmışlardı. Bunlardan bazıları şunlardı, "mühliye" denilen ıspanağa benzer bir çöl otunun haşlaması, hurmalı pilav, zeytinyağlı pestil ezmesi… Yemekler hakkında Nâci Kâşif Bey şöyle diyor: "Aman yarabbi! Bu pestil ezmesini yerken neler çekerdik!.. Bu bir azaptı. Ama ne yapacaktık?.. Midemize bir taş bağlamak belki kabildi, fakat toprak yiyemezdik ya…" Arap işbirlikçilerinin gözleri ihtiraslarından başka hiçbir şey görmüyordu. O kadar ileri gitmişlerdi ki, Medine'de Osmanlı bayrağı görmektense, İngiliz yönetimini bizim için evladır diyorlardı. İsyancı liderlerden olan Şerif Ali'nin karargâhında her an bir İngiliz zabit, subay bulunuyordu. İşbirliği içinde gelip gidenlerin sayısı belli değildi. Samimi Müslüman Araplar bu işbirliğine tepki göstermesin diye, kılık değiştirip Arap kıyafetinde dolaşırlardı. Medine'nin güney ve batı kısmındaki isyancılarla beraber birkaç İngiliz askeri bulunurken, Kuzey de durum çok daha farklıydı. Kuzeyde Arap isyancılarla birlikte, İngiliz bölük ve taburları hareket ediyordu. İngilizleri arkalarına alan Araplar; ellerinde ki İngiliz topları ile Anadolu yavrularının üzerine ateş püskürtüyor, tanklar mermi yağdırıyor, tayyareler başlarının üstünde uçuyordu. Bu da yetmiyor kahpece arkadan saldırıyor, pusu kurarak vatan evlatlarını kahpece katlediyorlardı. Medine'nin çevresinde kurulu öncü karakollara ve tren yolu üzerinde buluna istasyonlara saldırıyorlar, buraları bekleyen müdafileri kalleşçe avlıyorlardı. Karakollara yapılan saldırılarda, ortaya konan vahşet haberleri Fahrettin Paşa'yı çileden çıkarıyordu. Bir Cuma namazı, Mescidi Nebevi’de Cuma namazını kıldıktan sonra, "Bir–i Maşi" deki karakolda bulunan Anadolu evlatları pusuya düşürülmüş ve tamamı vahşice katledilerek, uzuvları kesilmişti. Bu haber üzerine Fahrettin Paşa gözünden akan yaşlara engel olamamış: "ne olur, karakollarımıza ve istasyonlarımıza münferiden, alçakça saldırmasalar da mertçe karşı karşıya gelerek savaşsak" demekten kendini alamamıştı. Anadolu evlatları cansiperâne mücadele ediyordu ki; ortada insan takatinin üstünde bu durum vardı. Nâci Kâşif Bey bu durumu şöyle anlatıyor: "Bu pek mütevazı kahramanları görüp de insan olanların yüreklerinin sızlamaması kabil değildir. Zavallı vatan yavruları, hararetin şiddetinden yanmış demirleri tutmak için başlarındaki takkeleri, ayaklarındaki çorapları eldiven yerine kullanıyorlardı. Bu insan gücünün üstünde bir fedakârlıktı. Bu fedakârlık ancak "Türk Ordusu"nda bulunur. Tarihçiler, başka ordularda böyle bir tevekkül ve teslimiyete nadiren de olsa tesadüf edemezler." Kimdi bu Resulullah'a canını feda eden Anadolu evlatları? Maraşlı Ahmed oğlu Abdullah, Bilecikli Ali, Bolvadinli Hüsnü, Nasır oğlu Mansur Çavuş, Baleli Hüseyin onbaşı… Bu Anadolu yavruları; ya asilerin kurşunu, ya hastalık yada güneşin dehşet sıcağından kavrularak ölümle karşı karşıya geliyordu. Kafkas cephesinde soğuktan donarak şehit düşen vatan evlatları, burada sıcaktan şehit oluyordu. İAŞELER KISILDI AÇLIK BAŞLADI Medine Müdafilerinin durumu her geçen gün biraz daha zora giriyordu. Beklenen sonun yaklaştığı görülüyor ama kimse bunu dillendirmek istemiyordu. Yollar açılmıyor, muhasara her geçen gün biraz daha daralıyor, erzak tükeniyordu. Anadolu çocukları ölüyor, "Seferi Kuvvet" eriyor, her şey sıfıra yaklaşıyordu. Lakin vazifenin kudsiyeti, tarihi şerefi, müdafaa kuvvetleri her ne kadar zorda kalsa da devam edeceği kesindi. 1918'in Ağustosun’da "yüz gram un" veya bundan hasıl olan "yüz elli gram ekmek" verilmeye başlandı. Elli gram unun kesilmesi mühim bir mesele idi. Bundan evvel yapılan tenzilata ait emir Temmuz ayında verilmişti. O vakitte yine elli gram un kesilmişti. Demek ki bir aylık bir fasıla ile ekmeğimizden oldukça mühim bir miktar daha tasarrufa mecburen gidilmişti. Ekim ayına gelindiğinde verilen emir mucibince haftada üç gün "ekmek" yerine "yüz gram peksimet" verilecek ve diğer üç gün için verilecek ekmeğe de peksimet karıştırılacaktı. Sıhhati yerinde olanlar için bir dereceye kadar kabili tahammül olan bu vaziyet, hastalar için pek elimdi. Hastaneler, eczaneler ne kadar çalışırsa çalışsınlar ikame kanunu ile dahi münasip ilaçlar bulunamıyordu. Her hastaneden günde beşer, altışar Anadolu yavrusu "Cennet–ül Bâkî" mezarlığına göç ediyordu. O GÜNÜN MEDİNESİNDEN MANEVİYAT MANZARALARI 21 Ağustos 1918 Çarşamba günü bütün kıta ve müesseselerden seçilen üst düzey yetkililer, "Hücre–i Resulullah" da hizmet etmek üzere görevlendirildiler. Bu "Kafile–i Hadim"in başlarında Fahrettin Paşa, yardımcıları "Harem–i Şerif" huddam ve ağaları olduğu halde hususi bir merasimle "Hücre–i Saadet"i süpürüp temizliğini yaptılar. Perşembe günü "Hücre–i Mutahhara" nın mermerleri yıkandı. Cuma günü de kandilleri birer birer temizlendi. “Hücre–i Saadet"in temizlenmesinde Fahrettin Paşa bizzat çalıştı, süpürmeyi ve mermer temizliğini bizzat kendisi yaptı. Nâci Kâşif Bey'i dinleyelim: "Gerçekten 'ALLAH kitabi'ni, Resulullah'a bekçilik ederken, onun gece gündüz türbedarlığını yaparken okuyanlar ruh ve kalplerinde muazzam ve müstesna bir inşirah duyuyorlardı. 'Kur'an' okumağa başlamadan evvel kalbiniz düğüm düğüm kederler, feryad ve figanlarla dolu olsa bile, bir sahifeyi ikmal etmeden, habersizce, ansızın kalbinizin genişliğini, ruhunuzdaki sıkıntıların zail olduğunu duyarsınız. Medine'de imamın arkasında teravih namazı pek kudsî ve heyecanlı olur. Her rekâtta Hazret–i Peygamber'in nurani nasiyesini tahayyül etmemek kabil değildir. Çünkü o, okunan Kur'an ayetlerini pek yakından dinliyor ve üç yüz milyon Müslüman'ın peygamberi teravih namazına maneviyat ve ruhaniyetiyle iştirak ediyordu." Medine Müdafaası yıllarında, müdafiler çok duygusal ve maneviyat yüklü anlar yaşadılar. Üç yıla yakın bir zaman süren murafaa sırasında geçirilen bayramlar tam manası ile maneviyat yüklü günlerdi. Müdafaanın son Kurban bayramı idi, Kurbanlar kesilmiş, her ne kadar kurban kanı akmışsa da, kurban kanı gelip geçici bir kandı. Asıl akan, asırlardan beri bu kırmızı sel, "ALLAH'ın Kitabı" ve "Peygamberin Sünneti" uğrunda baş veren koç yiğitlerin, ana yavrularının, Anadolu kuzularının kanı idi… Kanı akan Anadolu kuzusu, Medine fedaileri, cennete gidiyorlar, arkalarında bıraktıkları aksaçlı nineleri, gözü yaşlı dulları, bağrı taşlı yoksullarını düşünmüyorlardı. Sanki Medine'nin, "Osmanlı Sancağı" altında geçirdiği son bayram olduğunu herkes bir hiss–i kalb–el–vuku ile anlamış ve bunun yeis ve elemiyle inlemekteydi. ACI HABER GELDİ Takvimler 31 Ekim 1918 tarihini gösterdiği gün, Osmanlı İmparatorluğunun en uğursuz günü gelip çatmıştı. 31 Ekim günü düşman kuvvetleri ile mütareke imzalanmıştı. Bu haber telsizle Medine'ye ulaşmış, haberi sadece Fahrettin Paşa biliyordu. Paşa bu acı habere tahammül edemediği için, mahremi olan iki zabiti makamına çağırmış, felaket haberinden doğan acıyı bu vatan evlatları ile paylaşmıştı. Gelen haber Paşa'nın içini kavurmuşsa, son peygamberin Merkad–i Mübareki etrafında ye'is ve ümitsizliğe düşmek ve her şeyden ümidini kesmek hiçbir mümine yakışmazdı. Mütarake tarihinde bir hafta sonra İstanbul'dan sadrazam imzalı emir geldi. Şöyle deniliyordu: "Medine Kumandanı Ferik Fahrettin Paşa'ya(…) "Devlet–i Osmaniye" yi "Düvel–i İtilafiye" ile mütareke akdine icbar etti. Mutarakenamenin bir maddesinde Hicaz, Âsir ve Yemen'de bulunan Osmanlı kıt'atı garnizonlarının en yakın "itilaf" kumandanına teslimi meşruttur…” Fahrettin Paşa’ya, düşmana teslim ol demek, “öl” demeye eş değerdi. | |
Konu Sahibi akgün 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü... | Tefsir Çalışmaları | akgün | 0 | 2150 | 21 Kasım 2010 00:12 |
Meşrulaştırılmaya çalışılan Haram: Alay etmek .... | Kur'ân-ı Kerim Genel | Vuslat Zamanı | 1 | 2351 | 14 Kasım 2010 21:18 |
Kainatın Efendisi | Hz.Muhammed(s.a.v) | akgün | 5 | 2297 | 14 Kasım 2010 21:13 |
Ali Şeriati'ye Reddiye | Alimler(Rh) | Vuslat Zamanı | 22 | 13719 | 14 Temmuz 2009 21:21 |
Yüreğim seninle mühürlensin... | Kıssalar-Hikayeler-Nasihatler | huzzam | 2 | 1883 | 02 Temmuz 2009 18:26 |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Medine web in nesisiniz? | zinnureyn | Forum Etkinlileri | 56 | 27 Aralık 2023 18:06 |
İntihar (Medine Hutbeleri) | iklimya | Tebliğ-İrşad-Vaaz-Hutbe-Nasihat | 0 | 10 Mart 2013 16:45 |
Medine`nin Fazileti | Huzurİslam | Hadis-i Şerif | 2 | 26 Kasım 2008 02:32 |
Medine Dönemi | Belgin | İslam/Dinler/Mezhepler | 0 | 13 Eylül 2008 12:06 |
Medine Gülü... | karlofca61 | Şiirler ve Şairler | 1 | 14 Ağustos 2008 15:09 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|