|
Konu Kimliği: Konu Sahibi f_kryln,Açılış Tarihi: 25 Ekim 2013 (16:04), Konuya Son Cevap : 25 Ekim 2013 (16:04). Konuya 0 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
25 Ekim 2013, 16:04 | Mesaj No:1 |
Hukuk 7.hafta Hukuk 7.hafta I. İSTISHÂB Tarifi : Sözlükte “beraberliği istemek, birlikte olmayı devam ettirmek” manasına gelen istıshâb, bir fıkıh usulü terimi olarak “bir zamanda sabit olan bir durumun aksini gösteren bir delil bulunmadıkça (geçmişte ya da gelecekte) geçerliliğinin devamına hükmetmek” demektir. Meşruiyeti/hücciyeti: Kur'an'da yeryüzünde bulunan her şeyin insanın emrine verildiğinin belirtilmesi; evlenme, yiyecek ve içecekler, ticaret, cezaî sorumluluk gibi değişik alanlarda sadece yasak ve yanlış olan uygulamalara işaretle yetinilmesi; vahyin gelmesinden önce işlenen haramların sorumluluk kapsamı dışında tutulması; hadislerde yer alan açıklamalarda da benzer bir yöntemin izlenmesi, meselâ ihramlının ne giyebileceğini soran sahâbîye Hz. Peygamber'in neleri giyemeyeceğini belirtmesi gibi örnekler, dinî alanda serbestliğin asıl, kısıtlama ve yasaklamanın ise istisna olduğu fikrini teyit eder. Bu delillerin etkisiyle, ilk dönemlerden itibaren özellikle de mütekellimîn usulcüleri arasında, aksine bir delil bulunmadığı sürece “Eşyada asıl olan mubahlıktır.” fikri ifade edilmeye başlamıştır. Mahiyeti: Fıkıh usulünde hem kaynaklar ve hem de metotlar için ortak başlık olarak kullanılan “deliller” kapsamında ele alınan istıshâb, fer‘î deliller içerisinde değerlendirilir ve kaynaklardan hüküm çıkarmada kendisinden istifade edilen bir metot olma özelliği taşır. Önemi: İstishâb, hükmü fıkhın asli kaynaklarında doğrudan ya da dolaylı olarak yer almayan konularınçözümsüz bırakılmaması açısından önemlidir. Beraat-i asliye istıshâbı: Yasaklayıcı birdelilin bulunmaması durumunda geniş bir helâl dairesi çizer Beraat-i zimmetistıshâbı: Suçu ispatlanıncaya kadar herkesin masum olarak kabul edilmesi şeklindeki evrenselpozitif bakış açısını yansıtır. Kaynak değeri ve deliller hiyerarşisi içerisindeki yeri : Yeni bir hüküm ortaya koymayan istıshâb, delillerin sonuncusudur ve delil bulunmayan yerdehüccet olur. Bütün mezhepler istıshâb deliline dayanarak istinbâtta bulmuşlardır. Hatta kıyası hüccetolarak kabul etmeyen Zâhiriyye ve îmâmiyye mezhepleri bile, istıshâb ile pek çok meselenin fıkhıhükmünü istinbât etmişlerdir. Mâlikîler;mesâlih-i mürsele sahasını çok geniş tuttukları için, istıshâb deliline çok az müracaat etmişlerdir. Hanefîler; bu delili Mâlikîlerden daha fazla kullanmışlardır. Hanefî ve Mâlikîler istıshâb'ı “defetme” konusunda elverişli, “isbât” hususunda ise elverişsiz sayarlar. Yani onlara göre istıshâb ile yeni haklar elde edilmez, fakat bu sayede eski hakların zayi olması önlenir. Bunun en güzel misalini mefkûd meselesi teşkil eder. Mefkûd, kaybolan ve hayatta olup olmadığı bilinmeyen kişidir. Böyle bir kişi, kendi malları bakımından sağ kimseler gibi muamele görür; mülkiyet hakkı devam ettiği gibi, karısı da bir delil bulununcaya veya hâkim tarafından ölümüne hükmedilinceye kadar evlilik bağını korur. Fakat mefkûd, kayıp olduğu süre içerisinde yeni haklar kazanamaz. Bu müddet zarfında ona miras ve vasiyyet yoluyla bir şey intikal etmez. Buna göre o kayıp iken mirasçı olacağı bir yakını ölürse, hissesi ihtiyaten alıkonur; eğer sağ olarak dönerse onu alır, yok eğer hâkim onun ölümüne hükmederse, miras bırakan “muris”in öldüğü vakitte, o da ölü kabul edilir. Ve bu esasa göre terike, ölenin öteki vârisleri arasında yeniden paylaştırılır. Kendi mallarındaki mülkiyet hakkı ise, hâkim tarafından onun ölümüne hükmedilinceye kadar devam eder ve bu mallar, ölümüne hükmedildiği anda vârislerine kalır. Şafiî ve Hanbelîler ise istıshâb'ı hem defetme ve hem de isbât hususunda yeterli bir delil sayarlar. Mefkûd meselesinde onlar, ölümüne hükmedilinceye kadar mefkûdu sağ olarak kabul ederler. Onlara göre kayıplık müddeti içerisinde mefkûd kendisine ait malların mülkiyet hakkına sahip olduğu gibi, kendisine miras, vasiyyet ve benzer yollarla da mal intikal edebilir. Şafiî ve Hanbelîlere göre önceden sabit olup sonradan devam edip etmediği hususunda şüpheye düşülen bir abdestin veya mülkiyetin ya da nikâhın devamına, istıshâb ile hükmedilir. Onlar "şayet istıshâb bir hüccet olmasaydı, bunların böyle devam etmesine hükmedilmezdi" derler. Türleri: Klasik literatürde zikredilen istıshâb türlerinin başlıcaları şunlardır: a) Berâet-i Asliyye İstishâbı Delil bulunmadığı sürece kişinin yükümlülük ve sorumluluğunun bulunmadığına hükmedilmesi demektir. Burada berâet "kişinin zimmetinin sorumluluktan arınmışlığı (berâetü'z-zimme)" anlamına gelir. Meselâ namaz, oruç, keffâret gibi ibadet nitelikli bir yükümlülükten ancak bu yönde bir şer'î delil bulunduğunda söz edilebilmesi, bir kimseden alacağı bulunduğunu ya da bir suçun işlendiğini ileri süren şahıstan bunu ispatlamasının istenmesi, yargılama hukukunda ispat yükümlülüğünün davacıya ait olması, hem bu tür istıshâbın fürûdan örnekleri hem de kaynakları olarak zikredilebilir. b) İbâha-yi Asliyye İstishâbı Aksine delil bulunmadıkça bir şeyden faydalanmanın veya bir davranışta bulunmanın mubah olduğuna hükmedilmesi demektir.Bazı alanlar kapsam dışı bırakılarak da olsa, yasaklığı ya da kayıtlanması yönünde dinî bildirim gelmediği müddetçe, eşyada mubah oluşun ve yararlanma izninin asıl olduğu istishab türüdür.Yeryüzünde bulunanların insan için yaratıldığını ve onun emrine verildiğini (el-Bakara 2/29; el- Câsiye 45/13) ve özel olarak yasaklananlar hariç yiyeceklerde haramlığın bulunmadığını (el-En'âm 6/145) bildiren âyetler eşyada mubahlığın asıl olduğu yönündeki ilkenin de kaynağı kabul edilmiştir. c) Şer'î Hüküm İstishâbı Bir sebebe istinaden sabit olmuş şer'î bir hükmün, aksini gösteren bir delil bulunmadığı sürece devam ettiğine hükmedilmesi anlamındadır. Bu ilke, bir hükmün devam etmesi için bir delille sabit olmasının yeterli sayılması ve ilâve bir delilin aranmaması, değişmesi için ise yeni ve değiştirici bir delilin gerekmesi demektir. Meselâ satın alma, miras gibi yollarla birisinin mülkiyetine geçtiği bilinen bir şey, yeni bir delil bulunmadıkça başkasının mülkiyetine geçmez, şahısların ölümüne dair delil bulununcaya kadar yaşadığına hükmedilir. Borçlandırıcı bir işlemin varlığı halinde zimmette borcun doğması, ödendiği yönünde delil bilinmediği sürece devam etmesi, bozulduğu bilinmediği sürece alınan abdestin devam etmesi kuraldır. Hz. Peygamber’in Ramazan orucu için “Hilâli gördüğünüzde oruç tutun ve (yine) Hilâli gördüğünüzde orucunuzu açın (bitirin)! Şayet hava kapalı olursa (hilâlin görülmesine engel olursa) Şaban ayının günlerinin sayısını otuza tamamlayın!” şeklindeki emri de bu istıshâb türü kapsamında değerlendirilebilir. d) İstishâb-ı Maklûb (Tahkîmü’l-hâl) Önceki istıshâb türlerinde, bir zamanda sabit bir hüküm veya durumun aksini gösterir bir delil bulunmadığı sürece ileriye doğru devam ettirilmesi söz konusu iken “tersyüz edilmiş istıshâb” anlamına gelen “istıshâb-ı maklûb”da, hâlihazırda sabit olan bir hükmün aksine delil bulunmadığı sürece geriye götürülmesi ve önceden de bu şekilde sabit olduğuna hükmedilmesi söz konusudur. Mesela bir tarım arazisini uzunca bir zaman ekip-biçen kişinin o arazinin gerçek sahibi olmadığını iddia eden ve arazinin kendisine ait olduğunu söyleyen kişinin bu iddiasını ispatlaması gerekir. Zilyed olarak araziyi elinde bulunduran ve ekip-biçen kişinin ise yemin etmesi yeterlidir. İlgili Mecelle Maddeleri • Şekk ile yakîn zâil olmaz. (Mecelle, Md. 4) Bu kaide, daha önce mevcut olduğu yakinen bilinen ya da kabul edilen bir hususunhükmünün sonradan ortaya çıkan bir şüphe ile ortadan kalkmayacağına işaret eder. Zira; • Bir şeyin bulunduğu hâl üzere kalması asıldır. (Mecelle, Md. 5) • Kadîm kıdemi üzere terk olunur. (Mecelle, Md. 6) Yukarıdaki kaidelerin bir sonucu olarak; • Berâet-i zimmet asıldır. (Mecelle, Md.8) İnsan için “suçlu” ya da “sorumlu” olma vasfı/sıfatı, yukarıdaki kaide gereği sonradanortaya çıkan bir durumu gösterir ve bir delile dayanmadığı takdirde böyle bir sıfatın mevcutolmadığına hükmedilir: • Sıfât-ı ârızada asl olan ademdir. (Mecelle, Md. 9) • Bir zamanda sâbit olan şeyin hilâfına delil olmadıkça bekâsıyla hükmolunur. (Mecelle, Md.10) • Tevehhüme itibar yoktur. (Mecelle, Md. 74) İstıshab türlerinin sonuncusu olan “tahkîmu’l-hâl”in bir yansıması olarak, davalarda delilgetirme mükellefiyeti, iddiacı konumunda olan, yani mevcut durumun aksini iddia eden kişininuhdesindedir. Mevcut durumun sıhhatini savunan kişinin yemini yeterli olacaktır: • Beyyine müdde‘î için ve yemin münkir üzerinedir. (Mecelle, Md. 76) • Beyyine hilâf-ı zâhiri isbât için ve yemin aslı ibkâ içindir. (Mecelle, Md. 77) II. ŞER‘U MEN KABLEN Tarifi:“Bizden öncekilere ait dini hükümler” anlamındaki “şer‘u men kablenâ”, Yüce Allah'ın Hz.Muhammed’den önceki toplumlar için koyduğu ve peygamberleri vasıtasıyla onlara bildirdiğihükümlerdir. Meşruiyeti/hücciyeti: Kur’ân-ı Kerim’de ve Hz. Peygamber’in hadislerinde,geçmiş ümmetlere ait pek çok atıf yer almaktadır. Bu atıfların çoğunluğu inanç sahasıyla ilgili olmakla birlikte, ibadet ve muamelât sahalarına dair de pek çok atıf mevcuttur.Diğer yandan, bu konuda bize ulaşan bilgilerin mahiyetlerinde de bir takım farklılıklar mevcuttur. Bunların bizler için bağlayıcı olup olmadıkları meselesi, dinler arasındaki amelî/tatbikî benzerlikleri ortaya çıkarma açısından önemlidir. Buradan hareketle “şer‘u men kablenâ”ya dair kaynaklarımızda yer alan bilgilerden faydalanmamız gereken yönler olduğu ve bunların bazı tasniflere tabi tutulması gerektiği sonucuna varabiliriz. Mahiyeti: Fıkıh usulünde hem kaynaklar ve hem de metotlar için ortak başlık olarak kullanılan “deliller”kapsamında ele alınan şer‘u men kablenâ, fer‘î deliller içerisinde değerlendirilir ve hem aslîdelillerden istifade esnasında ve hem de aslî delillerde yer almayan konularda kendisine müracaatedilen ikincil bir “kaynak”tır. Önemi: Bu delil sayesinde, geçmiş ümmetlerle ilgili olarak bize ulaşan bilgilerden istifade etmeninkriterleri tespit edilmiş; bu bilgileri tamamen göz ardı etmekle toptan benimsemek şeklindeki ifrat vetefrit arasında mutedil bir yol benimsenmiş olur. Ayrıca diğer ümmetlerin hükümleriyle olan benzerlikve farklılıkların görülmesi de, mukayese imkânı sağlayacağı için, İslami hükümlerin mahiyetinin dahaiyi anlaşılmasına katkı sağlar. Türleri: Önceki peygamberler vasıtasıyla bildirilen hükümler, Kur'ân-ı Kerîm'de ve Hz. Peygamber'inhadislerinde yer alıp almamaları açısından iki kısımda incelenir. Bunlardan, Kitap ve Sünnet’te hiçbirşekilde yer almayan hükümlerin Hz. Muhammed'in ümmeti için bağlayıcı olmadığı hususunda bütünfakihler fikir birliği içindedir. Kur'ân-ı Kerîm'de ve(ya) Hz. Peygamber'in sözlerinde zikri geçen hükümleri ise üç grupta ele almak mümkündür: a) Hz. Muhammed'in ümmeti açısından mensûh (neshedilmiş, yürürlükten kaldırılmış) olduğuna dair delil bulunan hükümler. Bu çeşit hükümlerin de Hz. Muhammed'in ümmeti için geçerli ve bağlayıcı olmadığı hususunda bilginler fikir birliği etmişlerdir. Meselâ Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulmuştur: “De ki: Bana vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pistir- ya da Allah'tan başkası adına kesilmiş hayvandan başka, yemek yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Başkasına zarar vermemek ve sınırı aşmamak üzere kim (bunlardan) yemek zorunda kalırsa bilsin ki, Rabbin bağışlayan ve esirgeyendir. Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşıdıkları ya da kemiğe karışan yağlar hariç olmak üzere, sığır ve koyunun iç yağlarını da haram kıldık. Zulümleri yüzünden onları böyle cezalandırdık. Biz elbette doğruyu söyleriz. (el-En‘âm 6/145–146)” Bu ayetlerden birincisinde Yüce Allah, Hz. Muhammed'in ümmetine haram kıldığı şeyleri sınırlayıcı bir tarzda açıklamış, ikincisinde ise Yahudilere has olmak üzere koyduğu yasakları haber vermiştir. b) Hz. Muhammed'in ümmeti hakkında da geçerli olduğuna dair delil bulunan hükümler. Bunlar, Hz. Muhammed'in ümmeti için de bağlayıcıdır. Çünkü bu ikrar, o hükümlerin İslâm Dini’nin çerçevesi içerisinde bırakıldığını göstermektedir. Bu tür hükümlere örnek olarak oruç ve kurban ibadetleri zikredilebilir: Mesela oruç, önceki dinlerde bir farîza olduğu gibi, Hz. Muhammed'in ümmetine de farz kılmıştır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: "Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı. Umulur ki takvâ ehli olursunuz.( el-Bakara 2/183)” Kurban da, Hz. İbrahim hakkında konulmuş bir hüküm idi. Bu hüküm, şu hadiste belirtildiği üzere Hz. Muhammed'in ümmeti hakkında da meşru kılınmıştır:"Kurban kesiniz. Esasen kurban, atanız İbrahim Aleyhisselâm’ın sünnetidir. c) Kur'ân-ı Kerim'de veya Hz. Peygamber'in ifadelerinde kabul veya red işareti olmaksızın zikri geçen ve hakkında Hz. Muhammed'in ümmeti açısından mensûh olduğuna dair bir delil de bulunmayan hükümler. “Şer‘u men kablenâ” konusunun detaylarıyla tartışıldığı bölüm burası olup, usûlcüler, bu nevi hükümler konusunda bilginlerin ihtilâfa düştüğünü belirtirler. Fakat doğrusu, bu hükümlerin Hz. Muhammed'in ümmeti hakkında da geçerli ve bağlayıcı olduğunu kabul etmektir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulur: “Orada (Tevrat 'ta) onlar hakkında şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş! Yaralar da kısastır. Kim bunu bağışlarsa (kısas hakkından vazgeçerse) o kendisi için keffâret olur. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir. (el-Mâide 5/45)” Bu âyet, Tevrat'ta İsrailoğulları için konulmuş olan hükmü haber vermektedir. Yine Kur'ân'da Yüce Allah’ın Salih Peygamber'e hitaben şöyle buyurduğu ifade edilir: “Onlara, suyun aralarında paylaşıldığını haber ver; içme sırası kiminse o gelip suyunu alsın. (el-Kamer 54/28)” Bu âyet, bir kuyudan su alınması hususunda Salih Peygamber ile kavmi arasında vuku bulan ihtilâfın halline dairdir. Buna göre su, gün esasına göre nöbetleşe kullanılacak; kavmi, deveye ayrılan günde ancak devenin sütünden faydalanabilecekti. Âyette bu tarz bir paylaşımın Hz. Muhammed'in ümmeti bakımından mensûh olduğuna dair bir delil bulunmamaktadır. Bu örneklerden hareketle önceki toplumlar için konulmuş olup da, Kur'ân ve Sünnette bu şekilde zikredilen hükümlerin Hz. Muhammed'in ümmeti hakkında da geçerli olduğunu kabul etmek gerekir. Kaynak değeri ve deliller hiyerarşisi içerisindeki yeri: İyi incelendiğinde görülür ki, "şer‘u men kablenâ" aslında müstakil bir kaynak olmayıp, nihaîtahlilde Kitap ve Sünnet'in kapsamına dâhildir. Zira şer‘u men kablenâ ile amel edilebilmesi için,Kur’ân ve Sünnet'in bir hükmü red ifadesi taşımaksızın zikretmiş olması ve hakkında Müslümanlarbakımından mensûh olduğuna dair bir delilin bulunmaması gerekir. O halde Yüce Allah'ın zikrettikleriKitab'ın, Hz. Peygamber'in zikrettikleri de Sünnet'in dışında düşünülemez. III. SAHÂBE KAVLİ Tarifi: Usulcülerin çoğunluğuna göre, Hz. Peygamber’e yetişmiş, ona iman etmiş ve örfen “arkadaş”olarak anılabilecek ölçüde uzun bir müddet onunla birlikte bulunmuş kimseye arkadaş anlamında“sahâbî” denir. Usûl eserleri “fetva’s-sahâbî”, “hükmü’s-sahâbî”, “kavlü’s-sahâbî(sahâbî sözü)” ve “mezhebü’s-sahâbî (sahâbî görüşü/mezhebi)” başlıkları altında, Sahâbe’den intikaleden fetvaları ve onların şer‘î konulardaki şahsi görüşlerini; bunların Kitap, Sünnet, icmâ ve kıyas gibişer‘î bir delil sayılıp sayılamayacağı açısından ele almışlardır. Meşruiyeti/Hücciyeti:Sahâbî kavlini bazı şartlarla bağlayıcı bir delil olarak kabul edenler olduğu gibi, aksi kanaatteolanlar da vardır. Birinci grupta yer alanlar, Sahâbe’nin Ayet ve hadislerle vurgulanan üstünkonumunu göz önünde bulundurarak, onların sözlerini ve yorumlarını göz ardı etmenin isabetliolmayacağını söylemişlerdir.İkinci grupta yer alanlar ise, Sahâbe’nin üstün konumunu kabul etmekle beraber, onların ma‘sûm (hatadan korunmuş) olmadıklarını, zaman zaman birbirlerinin görüşlerini hatalı çıkarıp farklı görüşler ileri sürebildiklerini ve Sahâbî kavlinin delil olduğuna dair doğrudan bir delil olmadığını ileri sürmüşlerdir. Ayrıca, bir kısım Tâbiûn müçtehitlerinin bazı meselelerde Sahâbî kavline aykırı içtihatta bulundukları halde, bu görüşleri duyan Sahâbe’nin bu duruma itiraz etmediği de ifade edilmiştir.Sahâbe’den Enes bin Malik'in, kendisine bir mesele sorulduğunda "Onu efendimiz (Tâbiûn’dan) Hasan-ı Basrî'ye sorun" dediği rivayet edilmektedir. Bu görüşü savunanlara göre bu örnekler, rey ve içtihada dayanan Sahâbî kavlinin bağlayıcı bir Şer'î kaynak sayılamayacağını göstermektedir. Mahiyeti: Sahâbî kavli, fer‘î deliller içerisinde değerlendirilir ve aslî delillerden istifadeesnasında ya da aslî delillerde yer almayan konularda hüküm tespit edilirken kendisine başvurulanikincil bir kaynak olma özelliği taşır. Genel olarak durum böyle olmakla beraber, mezheplerin Sahâbîsözü karşısındaki genel eğilimleri bir ölçüde onların usul eserlerinde konuyu ele alış ve tasniftarzlarına yansımıştır. Hanefiler;Sahâbî sözü semâ‘ (Hz. Peygamber’den işitmiş olma) ihtimaline binaen sünnet kapsamında değerlendirildiği için, Hanefî usul eserlerinde bu konu daha çok sünnet bahsinin devamında ve genellikle "Mütâbaâtü Ashâbi'n-Nebî (Hz. Peygamber’in Ashâbına tâbi olma)" başlığı altında incelenir. Mâlikîler Sahâbî sözünü “edille-i şer'iyye” kapsamına aldıklarından onların da Hanefîlere yakın olduğu söylenebilir. Şafiî usulcülerine ait olanlarda Sahâbî sözü "mevhûm (şüpheli) deliller", "merdûd (kabul edilmeyen) deliller", bazen de "ihtilaflı deliller" başlığı altında incelenir. Gazâlî ve onu izleyen dönem fakihler tarafından daha çok icmâ bahsinin sonunda ele alınır. Önemi: Vahyin inişinin ve tatbikatının canlı tanığı konumunda olan Sahâbe içinde bir grup, fıkhî bilgisi ve kaynaklarından hüküm çıkarma gücü ile tanınmıştır. Hz.Peygamber vefat edince, meseleler hakkında fetva verme ve aralarındaçıkan ihtilafları halletme işini bu Sahâbîler üstlenmiş oldular. Onların birçok meselede verdiklerifetvalar, çözümledikleri davalara ait hükümler ve değişik vesilelerle ortaya koydukları hukuki görüşler,ilk devirlerin bilginleri tarafından daha sonraki kuşaklara aktarılmıştır.Sahâbî kavli, kendilerinden sonra gelen bütün âlimler tarafındanayrıcalıklı bir konumda tutulmuş ve kendisine ayrı bir önem atfedilmiştir. Kaynak değeri ve deliller hiyerarşisi içerisindeki yeri: Âlimler arasında, Sahâbî sözüyle amel etme noktasında üç temel eğilim mevcuttur: 1. Sahâbî sözünün mutlak hüccet (delil) olduğunu kabul edenler, kıyasa uygun ve aykırı bulunması arasında fark gözetmeyerek her durumda onun hüccet olacağını ileri sürmüşlerdir. 2. Bazı âlimler, Sahâbî sözünün hüccet olmadığı kanaatindedir. 3. Bazıları da, Sahâbî sözünün sadece rey (görüş) ve içtihat yoluyla bilinemeyecek konularda hüccet olduğu kanaatindedir. Son görüş sahiplerine göre, Sahâbe’nin içtihat etmeye veya şahsi görüş bildirmeye müsait olmayan meseleler hakkındaki sözleri, Hz. Peygamber'e nispet edilen hadis hükmündedir ve delil olma bakımından hadis gibidir. Bu üçlü yaklaşım mevcut olmakla birlikte usulcüler, Sahâbî sözünün -bazen Resûl-i Ekrem’den duyulmuş olma ihtimali bulunsa da- daha çok şahsî görüşten ibaret bulunduğu kanaatindedirler. Sonraki nesiller açısından bu kategorideki Sahâbî sözlerini kendi içlerinde dört grupta ele almak mümkündür: 1. Sahabenin bir konuda ittifak etmesi. Bu, teknik olarak icmâya tekabül eder ve Sahâbenin icmâya dönüşmüş sözlerinin hüccet olduğunda tartışma yoktur. Ancak bu durumda hüccet, Sahâbî kavli değil icmâdır. 2. Sahabenin bir konuda ihtilâfa düşmüş olması. Bu durumda Sahâbîlerden birinin kavline uymanın vacip olduğu söylenemezse de, yaygın kabul gören görüşe göre, ihtilâf etmeleri halinde sahabe görüşlerinin dışına çıkılmaması vâciptir. Bu durum "ihtilâfta icmâ" diye nitelendirilmiştir. 3. Bir Sahâbî görüşünün diğer Sahâbîlerin muhalefetiyle karşılaşmaksızın onlar arasında yaygınlık kazanması. Bu durumda kabul edenlerin kavramlaştırmasına göre “sükûtî icmâ” söz konusu olup, bunun hüccet sayılıp sayılmaması hakkında başlıca dört görüş tespit edilebilir: a) Bu icmâ niteliğindedir, dolayısıyla hüccettir. b) Bu söz icmâ hükmünde olmamakla birlikte hüccettir. c) Bu söz icmâ hükmünde olamayacağı gibi hüccet de olamaz. d) Bu söz bir hâkimin hükmü ise icmâ sayılmaz fakat bir âlimin fetvası ise icmâ olur. 4. Bir Sahâbî kavlinin, Sahâbe arasında muhalefet ya da muvafakat gördüğüne dair bir iz taşımaksızın sonraki dönemlerde nakledilip yaygınlık kazanması.Sahâbî kavlinin hüccet olup-olmadığı bu dördüncü durumla ilgilidir. Mezheplerin Görüşleri: Hanefî imamları ile usulcülerin kıyas yoluyla bilinemeyecek meselelerde Sahâbî sözünün hüccetolduğu konusunda tam bir görüş birliği içinde olduğu, ancak kıyas yoluyla bilinebilecek konulardatutumlarının değişiklik gösterdiği bilinmektedir. Hanefîler, Sahâbînin kıyasa aykırı görüşlerine, onlarıHz. Peygamber’den duymuş olması (semâ) ihtimaline binaen, bir bakıma haber-i vâhid muamelesiyapmışlardır. İmam Mâlik'ten rivayet edilen görüşler arasında onun Sahâbî sözünü hüccet kabul ettiği görüşüdiğerlerine göre daha kuvvetlidir. Şafiî'nin başlangıçta sahâbî sözünü kıyasa öncelenmesi gereken, yani varlığı kıyasa başvurmaya gerek bırakmayan bir hüccet kabul ederken sonraları bir iki Sahâbî sözüne dayanılarak kıyası terk etmenin doğru olmayacağı fikrine meylettiği nakledilir Ahmed b. Hanbel'den Sahâbî sözünün hüccet oluşu konusunda iki farklı rivayet vardır. Uygulama alanı ve içtihatlar üzerindeki etkisi: Sahâbî sözünün hüccet olup olmadığı tartışmasının pratik sonuçları üç noktada toplanabilir: 1. Hücciyeti kabul edildiği takdirde sahâbî sözü varken kıyasa başvurulmaması gerekir. Sahâbî sözünü hüccet kabul etmeyenler ise kitap, sünnet ve icmâda bir hüküm bulunamadığı takdirde doğrudan kıyasa başvurma yoluna giderler. 2. Sahâbî sözünü hüccet kabul edenler, bunun bir gereği olarak sahâbî sözüyle nassların umumi ifadelerinin tahsis edilmesini mümkün görür. 3. Sahâbî sözünün iki kıyastan birini tercih sebebi olup olamayacağı meselesi ihtilaflıdır. Bazı âlimlere göre, eğer Sahâbînin görüşüne uygun olan kıyasta kendisine kıyas yapılan olay onun tarafından bizzat müşahede edilmişse, bu kıyas tercih edilebilir. Aksi takdirde Sahâbî ile başkası arasında hiçbir fark yoktur. Bir Sahâbînin mücmel bir hadise ilişkin beyanının ve bir haberin lafzını muhtemel anlamlardan birine hamletmesinin değeri gibi konularda da çoğu usulcülerin çeşitli kayıtlarla Sahâbî görüşüne itibar ettikleri görülmektedir | |
Konu Sahibi f_kryln 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
Harflerin mahrecleri | Kur'ân-ı Kerim Genel | f_kryln | 0 | 5074 | 10 Kasım 2013 00:57 |
Kuran eğitimi ve teknik bilgiler | Kur'ân-ı Kerim Genel | f_kryln | 0 | 3935 | 10 Kasım 2013 00:54 |
pratik arapça - HAFTANIN GÜNLERİ- | Genel Arapça | f_kryln | 0 | 2866 | 10 Kasım 2013 00:47 |
pratik arapça - POLİS KARAKOLUNDA- | Genel Arapça | f_kryln | 0 | 3051 | 10 Kasım 2013 00:46 |
pratik arapça - BANKADA- | Genel Arapça | f_kryln | 0 | 2869 | 10 Kasım 2013 00:45 |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
HUKUK 3.ve.4. HAFTA | f_kryln | İslam Hukuku 2 | 0 | 25 Ekim 2013 16:08 |
Hukuk 2. Hafta | f_kryln | İslam Hukuku 2 | 0 | 25 Ekim 2013 16:07 |
Hukuk 1. Hafta | f_kryln | İslam Hukuku 2 | 0 | 25 Ekim 2013 16:07 |
Hukuk 6. Hafta | f_kryln | İslam Hukuku 2 | 0 | 25 Ekim 2013 16:05 |
Hukuk 9.hafta | f_kryln | İslam Hukuku 2 | 0 | 25 Ekim 2013 16:02 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|