Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.İLİTAM İLAHİYAT LİSANS TAMAMLAMA.::. > İlitam 3.Sınıf Dersleri > İslam Hukuku-I

Konu Kimliği: Konu Sahibi Medine-web,Açılış Tarihi:  22 Aralık 2013 (19:35), Konuya Son Cevap : 22 Aralık 2013 (19:35). Konuya 0 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 22 Aralık 2013, 19:35   Mesaj No:1
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:8
Cinsiyet:Erkek
Yaş:50
Mesaj: 3.071
Konular: 340
Beğenildi:1382
Beğendi:464
Takdirleri:10171
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart islam hukuku ünite 1

islam hukuku ünite 1

ÜNİTE 1
İSLÂM ANAYASA VE İDARE HUKUKU

I. GENEL OLARAK
Allah Teâlâ, Yüce Kitab’ı ve Rasûlü’nün Sünneti vasıtasıyla İslâm dinine mensup olmanın
gereği olarak müslümanlardan bir takım şeyleri yapmalarını doğrudan veya dolaylı olarak
istemektedir. Bu isteklere Fıkıh Usûlü dilinde Şer’î Hükümler adı verilmektedir. Şer’î
hükümler toplamı da Şerîat denilen yapıyı meydana getirmektedir. İslâm’ın müslümanlardan
istedikleri ya da bir diğer ifadeyle ilahî emirlerin bir kısmı doğrudan fertlere yönelik olup,
bunların yerine getirilmesinde kişisel gayret ve imkânın dışında başka bir şeye gerek yoktur.
Bir takım emirlerin yerine getirilmesi ise devlet denen ciddi organizasyonların varlığına
bağlıdır.
İslam hukukuna göre devletin ve dolayısıyla onu yönetenlerin görevi hem ilâhî emirleri yerine
getirmek hem de müslümanların, dinlerini Yaratıcının isteğine uygun şekilde
yaşayabilecekleri bir ortamı sağlamaktır. Kur’ân-ı Kerîm İslâm devletinden şirki yok
etmesini, İslâm’ın yaşama ve yayılmasına yol ve imkân açmasını, namaz ve zekât vazifesinin
yerine getirilmesinin teminini, İslâm’ın ve müslümanların iyi telakki ettikleri şeyleri
(ma‘rûfu) emir ve icra, kötü telakki ettikleri (münkeri) de yasak etmesini, halkın işlerini
Allah’ın gönderdiği hükümlerin belirlediği sınırlara riayet ederek yürütmesini vb.
istemektedir.
Dinin kurum olarak devletten beklediklerinin yanı sıra insanların da tabiatları gereği sosyal
bir varlık oluşları toplu halde yaşamalarını zorunlu kılmakta, sonuç olarak çok önemli bir
organizasyon gerektiren devletin tesisi mecburi hale gelmektedir.
Hiçbiri diğerinin aynı olmayan insanların barış içinde bir arada yaşamaları için hepsinin
uyması gereken belli kuralların varlığı zorunludur. Bu kuralların devlet tarafından ortaya
konan ve devletin yaptırım gücüyle desteklenenlerine hukuk kuralları, bu kuralların egemen
olduğu devlete de hukuk devleti denir. Hukuk devletinin varlığı her şeyden önce kendi
yapısını tarif ve tanzim eden ana kuralların varlığını zorunlu kılmaktadır ki, buna eski dile
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yeni dilde Anayasa adı verilmektedir.
Bu genel bilgileri en kaba hatlarıyla bu şekilde ifade ettikten sonra İslâm hukuku zaviyesinden
konuya bakacak olursak, devletin temel yapısını, diğer kanunların uymaları gereken ana
esasları ve fertlerin temel hak ve hürriyetlerini belirleyen esas teşkilat kanunu veya anayasalar
İslâm hukuk geleneğinde mevcut değildir. Esasen ilk İslâm devletinin kurulmasından 1861
tarihli Tunus anayasası ve 1868–1876 yılları arasında hazırlanıp yürürlüğe giren Mecelle-i
Ahkâm-ı Adliyye’ye kadar genel anlamda devletin öncülüğünde hazırlanmış resmî kanun
metinleri bulunmamaktadır. Bu vakıa hukukun diğer alanlarında olduğu gibi anayasa hukuku
alanında da geçerlidir. Bu sebeple aile, miras, borçlar, ticaret, ceza hukuku gibi anayasa
hukuku esasları da İslâm hukukçuları tarafından kaleme alınan ve resmî özelliği bulunmayan
fıkıh kitaplarında derlenmiştir. Bununla birlikte İslâm hukukunda Kitab ve Sünnet’le

vazedilen esaslar hangi sahayı düzenlemiş olursa olsun bir anlamda anayasa esasları özelliğini
taşımaktadır. Dolayısıyla İslâm hukukunda bir kanunlar hiyerarşisinden söz etmek mümkün
değildir.
Kur’an-ı Kerîm devlete bir takım sorumluluklar yüklerken müslümanlardan da devlete itaat
etmelerini istemektedir. Bu itibarla devlete itaat dini bir görev olarak ortaya konmuştur (Nisâ
4/59; Âl-i İmrân 3/32).
Mevcut devlet yönetim şekillerinin hiçbiri İslâm’ın öngördüğü devlet modeline
uymamaktadır. Monarşilerde hâkimiyet tek şahısta, oligarşilerde belli bir grupta ya da heyette
kendini göstermektedir. İslâm’da halkın iradesinin üstünde İlâhî irade bulunduğundan, halkın
kendi iradesi ile kendisini yönettiği cumhuriyetler de İslâmî devlet modeline uymamaktadır.
İslâm devletinin en yüksek otoritesi sayılabilecek olan başkan, halife, imam, sultan vb.,
hâkimiyeti Allah’tan doğrudan değil halk vasıtasıyla almış sayıldığından, İslâmî devlete
batıdaki anlamıyla teokratik bir devlet nazarıyla da bakılmaz. Teokrasilerde devletin başında
Allah adına mutlak doğru olan yorumlar (dogmalar) ortaya koyan ve onun temsilcisi
konumunda bulunan bir din adamı veya hükümdar vardır. Batılı örneklerde görüldüğü gibi bu
din adamının (papa) veya teokrat hükümdarın insanların günahlarını affetme, onları takdis
etme veya tam tersine dinden tard etme yetkileri bulunmaktadır. Bu tür yönetimlerde din
adamlarının günahların çıkarılması, dinî âyin ve ibadetlerin ifası gibi dinî hayatın idamesinde
önemli rolleri vardır. Hâlbuki İslâm dininde durum tamamen farklıdır. İslâm devletinde halife
Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi değildir. Bilakis ehlü’l-hal ve’l-akd denilen seçmenler
tarafından belirli esaslar dâhilinde seçilen bir kimsedir. Nitekim Hz. Ebû Bekir kendisine
Allah’ın halifesi denilmesinden hoşlanmamış, bunun yerine Rasülullah’ın halifesi denmesini
istemiştir. Aynı şekilde Hz. Ömer halife olarak değil emirü’l-müminîn olarak anılmıştır ve
iktidarları şer’î hukuka riayetle mukayyettir. Aksi bir durum söz konusu olduğunda kendisine
temsil yetkisi veren Müslümanlar onu görevden alabilmektedir. Osmanlı padişahlarının
hal’inde mutlaka fetvaya başvurulmasının sebebi de budur. Binaenaleyh devletin başında
bulunan şahsiyetin sınırlı bir iktidarı olup, halk üzerindeki tasarruf yetkisi de onların
maslahatları ile mukayyettir. Kesinlikle bir keyfilik söz konusu değildir.
İslam devletinin temel özelliklerinden birisi de şura esasına dayalı oluşudur. Devleti
yönetenlerin ilgili kimselerle istişarede bulunması onlara verilen bir hak değil bir
sorumluluktur.
Kur’an-ı Kerîm’de bir sureye ad olan şura -ki “istişare” ve “meşveret” de aynı anlama
gelmektedir- naslarda açıkça emredilmekte, ortak sorumluluk gerektiren konularda tek taraflı
iradeye dayalı uygulamanın uygun görülmediği vurgulanmaktadır. Hatta âyetin: “Onların
işleri aralarında şûra iledir” (Şûrâ 42/38) biçiminde bildirmeli (ihbarî) önerme yapısında sevk
edilmesi, ilk müslüman toplum bakımından bir övgü anlamı taşıdığı gibi müslümanların diğer
temel nitelikleri (iman etme, namaz kılma, infakta bulunma ve zulmü engelleme) arasında
şuranın zikredilmesi bu prensibe verilen önemin ayrı bir göstergesidir.
Özellikle Hz. Peygamber ve dört halife dönemi bu bakımdan dikkate değer örneklerle
doludur. Resul-i Ekrem ilk müslüman toplumun var olma mücadelesinde belirleyici önemdeki

her kararı ashabı ile istişare ederek almıştır. Bunlar arasında Bedir, Uhud ve Hendek
savaşlarının çeşitli aşamaları, Bey‘atürrıdvân ve Hudeybiye Antlaşması örnek verilebilir.
Hatta Ebû Hureyre Hz. Peygamber kadar istişareye önem veren bir kimse görmediğini ifade
etmiştir (Tirmizî, Cihad, 35). Bu durum Hz. Peygamberin istişareye ihtiyacı olmasından
ziyade ümmetini ve onları yönetecek olanları buna alıştırmak hikmetine bağlanmıştır.
Hulefâ-yı Râşidîn halife seçimi, vali tayini ve savaşa karar verilmesi gibi kuralları bilinen,
fakat kişiye ya da olaya göre karara bağlanması gereken işlerle, Kitab ve Sünnet’te hükmü
bulunmayan toplumsal sorunların çözümünde Hz. Peygamberi takip ederek şûra yöntemine
başvurmuşlardır. Hz. Ömer’in, ashabın ileri gelenlerine Medîne’nin uzağındaki yerlere
yerleşme izni vermemesinin en önemli gerekçelerinden biri devlet yönetiminde şûra
yöntemini işlevsel kılmak istemesi olsa gerektir. Hz. Ömer’in vefatından sonra sahabenin
başka merkezlere dağılmasıyla ortaya çıkan politik kargaşa onun bu öngörüsünün isabetini
kanıtlamaktadır.
Aynı zamanda devlet başkanını denetleyen ve onu keyfilikten uzak tutan bir mekanizma
görevi yapan şuranın, teorik önemine ve ilk dönemlerdeki başarılı tatbikatına rağmen
Emevîler döneminde yeterince işletilip kurumsallaştırıldığı söylenemez. Zira şuranın hangi
esaslar dâhilinde, kimlerle yapılacağı ve ortaya çıkacak kararların halifeyi ne derecede
bağlayacağı belirsizliğini korumuş görünmektedir. Sonraki dönemlerde de istişare
mekanizması işletilmiş ise de bu hep belli şahsiyet ya da makamlarla sınırlı kalmıştır.
Bununla birlikte bazı İslâm âlimlerinin biyografisi incelendiğinde yaşadıkları dönemde, ait
oldukları devletin şurasında üye olduklarının da belirtildiği görülmektedir.
Bu bahsi kapatmadan önce Medine Site Devleti anayasasından da kısaca söz etmek
gerekmektedir. Kırk yedi maddelik bu anayasa bugünkü anlamda belli içeriklere sahip bir
“esas teşkilat yasası” değildir. Daha çok o günün Medine’si ile ilgili olup kısa bir süre sonra
da Yahudîlerin ihanetine binaen yürürlükten kaldırılmıştır. Bununla birlikte kamu hukuku ile
ilgili konularda düzenleyici kurallar içermekte, devletin iktidarını teşkil ve tesis etmekte ve
umumî hatlarıyla icra ve kaza fonksiyonlarıyla ilgili meseleleri ele almakta, muhtelif
zümreleri tâbi olacakları hukukî manzumede özgür bırakmak suretiyle teşrîî alanlarda da
düzenleyici davranmaktadır. Ayrıca gerek iktidarın sahip olduğu haklar ve sorumluluklar ve
gerekse halkın hak ve sorumlulukları detaylı olmasa da bu anayasada yer almaktadır.
Bazı İslâm hukukçularına göre söz konusu bu anayasa sadece ilk İslâm Devleti’nin anayasası
olmakla kalmamakta, aynı zamanda bütün dünyada ilk yazılı anayasayı teşkil etmektedir.
Aristo, Konfiçyüs, Kavtiliya’nın çalışmaları hükümdarlar tarafından kanun haline getirilmiş
değildir. Bunlar sadece prensler ve siyasi ilimler talebesi için ders materyalleridir. Aristo’nun
yazmış olduğu “Atina Anayasası” dahi bu site devletin daha ziyade tarihi bir tasviridir.

II. DEVLETİN TEMEL UNSURLARI
Bir devletin varlığından söz edebilmek için bulunması zorunlu olan bazı unsurlar vardır ki
bunlar İslâm devleti için de geçerlidir. Şimdi bunları ele alalım.

A. Hâkimiyet.
Hâkimiyet bir devletin sahip olduğu ülkede bulunan fert ve grupların üstünde, onlardan çok
daha güçlü, hepsini kumanda eden ve onlara emirler veren üstün kuvvet demektir.
Hâkimiyetin bir şahısta veya şahıslardan oluşan bir heyette olması düşünülebilir. Gözle
görülse de görülmese de mutlak surette varlığını ve gücünü hep hissettirir. Aksi halde o
devlette düzen bozulur, anarşi hâkim olur.
Monarşilerde (Mutlakiyetçi idare) hâkimiyet bir kimsede, kralda, monarkta ya da bir tiranda
olabilir. Bu tür yönetimlerde ülke devletin tepesinde bulunan kimsenin şahsi mülkü olarak
kabul edilir. Oligarşilerde (Meşrûtî idare) kralla birlikte imtiyazlı bir grubun, bir meclisin
hâkimiyeti söz konusudur. Demokrasilerde (Cumhuriyetçi idare) hâkimiyetin vatandaşlarda
olduğu, ülkenin gerçek sahibinin vatandaşlar olduğu kabul edilir. Yönetenler teoride halkın
temsilcileridir ve onlar adına karar alırlar.
İslâm hukuku zaviyesinden bakıldığında, hâkimiyet telakkisi sırf siyasi olmayıp insan
hayatının bütününü kaplar. Birçok âyette bu durum açıkça vurgulanmıştır. Yerler, gökler ve
bunların içinde bulunan her şey Allah’ındır. Hayat da, ölüm de mülk de ülke de ve hukukî
anlamıyla hâkimiyet de Allah’a aittir. Yaratılanların bunu kabul etmesi ya da etmemesi bu
gerçeği değiştirmeyeceği gibi aksi düşüncelerin de hiçbir önemi yoktur. Bir başka ifadeyle
Allah’ın hâkimiyetinde kulların iradelerinin hiçbir etkisi yoktur. Ve bu hâkimiyet hiçbir güç
tarafından onun elinden alınamaz. Hiçbir şekilde kayıt ve şarta bağlanamaz. Bütün insanlar
hem fikir olup Allah’ın iradesine muhalif bir karar alsalar yine de ilahî irade karşısında bir
ehemmiyeti yoktur.
B. Ülke.
İslâm hukukçuları müslümanların ülkesini tarif ve tespit ederken dünyayı iki kısma
ayırmışlar, devletin siyasî, iktisadî, idarî ve hukukî düzeninin İslâm esaslarına dayandığı,
yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin İslâmî otoritenin elinde bulunduğu ülkelere Dârü’l-
İslâm, İslâm düzeninin hâkim olmadığı ve bu yetkilerin müslüman otoritenin elinde
bulunmadığı ülkelere de Dârü’l-Harb adını vermişlerdir.
Dârü’l-İslâm ifadesinin ilk ortaya çıkışı hicretten sonradır. Müslümanlar hicretle birlikte
Medîne’de siyasî anlamda bir toplum meydana getirip gayrimüslimlerle münasebetleri
milletlerarası bir mahiyet kazanınca, İslâm yönetiminin faaliyet ve hukuk düzeninin uygulama
alanı olarak Dârü’l-İslâm teşekkül etmiştir.
Dârü’l-Harb ifadesi ise her ne kadar ilk bakışta “kendisiyle Darü’l-İslâm arasında savaş
halinin mevcut olduğu ülke” manasını ifade ediyorsa da İslâm hukuku kaynaklarında “Dârü’l-
İslâm dışındaki ülkeler” anlamında ve bugünkü “yabancı ülke” tabirinin karşılığı olarak
kullanılmaktadır. İslâm hukukçularının ülkeleri bu şekilde ikiye ayırmaları ve yabancı ülkeleri
Dârü’l-harb şeklinde adlandırmaları konusunda bazı Batılı müelliflerin ileri sürdüğü,
müslümanların gayrimüslimlere karşı sürekli savaş hali içinde bulundukları ve dolayısıyla
Dârü’l-İslâm’ın diğer ülkelerle münasebetinin savaş esasına dayandığı, söz konusu ayırım ve
adlandırmanın da bundan kaynaklandığı şeklindeki iddia gerçeği yansıtmamaktadır. Zira hem

meşrûiyet şartları oluşmadan savaşmamak asıldır hem de müslümanların öne sürdüğü şartları
kabul etmeleri halinde yapılacak antlaşmanın mahiyeti ve İslâm hukuk mezheplerinin
yaklaşımlarına göre bazı ülkelere dâru’s-sulh ya da dâru’l-ahd adı verilmektedir.
Dârü’l-harb halkının müslüman olması veya ülkenin Müslümanlar tarafından fethinden sonra
orada İslâm hükümlerinin uygulanmasıyla Dârü’l-İslâm haline gelir. Bu konuda İslâm
hukukçuları görüş birliği içindedir. Ancak bir ülke sadece fethedilmekle değil, o ülkenin yurt
edinilmesine karar verilmesi, başka bir ifadeyle yönetici tayin edilerek İslâm ahkâmının
uygulamaya konulmasıyla Dârü’l-İslâm’a dönüşür.
Dârü’l-İslâm’ın hangi durumlarda dârü’l-harbe dönüşeceği konusunda ise İslâm hukukçuları
arasında görüş ayrılığı mevcuttur. Fıkıh kitaplarında Dârü’l-İslâm’ın Dârü’l-harbe dönüşmesi
şu üç durumda söz konusu edilmiştir.
1. Gayrimüslim bir devletin İslâm ülkesini istîla etmesi.
2. Dârü’l-İslâm’da bir şehir veya bölge halkının irtidat ederek o yeri işgal etmesi.
3. Zimmet akdiyle İslâm devletinin himaye ve hâkimiyetine geçerek İslâm tebaası olan
gayrimüslimlerin (zimmîler) bu anlaşmayı bozup bulundukları yerde hâkimiyetlerini ilan
etmeleri.
Bu üç durumda hangi şartların gerçekleşmesiyle istîla edilen yerlerin darü’l-harbe dönüşmüş
olacağı hususundaki görüşler de şöyledir.
a. Mâlikî ve Hanbelî fakihleriyle Hanefîlerden İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre
Dârü’l-İslâm, içinde küfür ahkâmının uygulanmasıyla dârü’l-harbe dönüşür. Bu görüş kıyasa
dayanmaktadır. Yani dârü’l-harb, İslâm hükümlerinin tatbiki ile Dârü’l-İslâm’a dönüştüğüne
göre, Dârü’l-İslâm da küfür hükümlerinin uygulanmasıyla dârü’l-harbe dönüşür.
b. İmam Ebû Hanîfe’ye göre Dârü’l-İslâm’ın Dârü’l-Harbe dönüşmesi için şu üç şartın
gerçekleşmesi gerekir:
1) İstîlâ edilen yerde küfür ahkâmının (İslâm dışı hukuk düzeninin) uygulanması.
2) Ülkede ilk emanları üzere bulunan hiçbir müslüman veya zimmînin kalmaması.
3) Ülkenin Dârü’l-harbe bitişik olması.
İlk şarta göre istîlâya uğrayan Dârü’l-İslâm’da küfür hükümleriyle birlikte İslâm hükümleri de
uygulanıyorsa bu şart gerçekleşmemiş demektir. İlk emandan maksat ise düşman istîlâsından
önce Dârü’l-İslâm’da müslüman ve zimmîlerin İslâm hukuku gereğince sahip oldukları can ve
mal güvenliğidir. Bu güvenlik hiç kesintiye uğramadan devam ediyorsa o yer dârü’l-harbe
dönüşmez. Fakat can ve mal güvenliği bir defa bile tamamen ortadan kalksa, diğer şartların
varlığı halinde ülke Dârü’l-harbe dönüşeceğinden, sonradan bu hakların tekrar tanınmasının
bir değeri yoktur. Bu durum, herhangi bir Dârü’l-harbe emanla giren müslümana tanınan can
ve mal güvenliğine benzer. Üçüncü şarta göre ülke, diğer İslam ülkeleriyle çevrili olup
Dârü’l-harble sınırı bulunmazsa yine Dârü’l-harbe dönüşmez.

İmam Ebû Hanîfe’ye göre bir hüküm bir illetle sabit olunca o illetten bir şey kaldığı sürece
aynı hüküm devam eder. Dârü’l-harb, orada İslâm hükümlerinin tatbikiyle Dârü’l-İslâm
olmuştur. Bu sebeple istîlaya uğrayan Dârü’l-İslâm’da İslâm hükümlerinden bazıları
mevcutsa illetten bir cüz mevcut olacağından Dârü’l-İslâm hükmü de devam eder.
İmam Ebû Hanîfe tarafından öne sürülen bu üç şart gerçekleşmemişse gayrimüslimlerin fiili
hâkimiyetiyle İslâm hâkimiyetinin hükmen devamı söz konusu olacağından deliller çatışma
halinde (kıyasların teâruzu) olacaktır. Bu durumda ya ihtiyaten İslâm tarafı tercih edilecek
veya kıyasların birbirini hükümden düşürmesi sebebiyle İstishâb kaidesi gereğince o yerin
Dârü’l-İslâm olduğu kabul edilecektir.
İmam Ebû Hanîfe’nin görüşünü şöyle açıklamak mümkündür: İslâm hâkimiyeti altında
bulunan bir yer İslâm dışı güçlerin eline geçtiğinde ülke hükmünün değişmesi için fiili
hâkimiyet yeterli değildir. Hâkimiyetin el değiştirmesiyle birlikte müslümanların daha önce
sahip oldukları can ve mal güvenliğinin kesintisiz devam etmesi, müslümanların ibadetlerini
yerine getirmede, dinî eğitim ve öğretim faaliyetlerini sürdürmede serbest olmaları, bunların o
yerde mevcut yönetimin görmezlikten gelemeyeceği bir güce sahip bulunduklarını ve
dolayısıyla fiilî de olsa gayri İslâmî hâkimiyetin tam gerçekleşmiş sayılmayacağını
göstermektedir. Bu da İslâm hâkimiyeti altında bulunan söz konusu yerin küfür hâkimiyetine
geçmiş sayılmasına engeldir. Bu durumda ülkenin Dârü’l-İslâm kalmaya devam ettiğini
belirtmek, ülkedeki küfür hâkimiyetinin hukuken geçerli olmadığı anlamına gelmektedir.
Ülkenin Dârü’l-harbe dönüştüğünü kabul etmek ise mevcut hâkimiyetin hukuken geçerli
olduğunu onaylamaktır. Ancak ülkenin ister Dârü’l-İslâm kalmaya devam ettiği, ister Dârü’l-
harbe dönüşmüş bulunduğu kabul edilsin, mevcut gayri İslâmî yönetimin oradaki
müslümanlar ve diğer İslâm devletleri tarafından siyasi bakımdan tanınması söz konusu
değildir.
c. Şâfiîlere göre Dârü’l-İslâm daha sonra istîlâya uğramış olsa, hatta istîlânın üzerinden uzun
yıllar da geçse Dârü’l-harbe dönüşmez. Dârü’l-İslâm’ın Dârü’l-harbe kesinlikle
dönüşmeyeceği şeklindeki bu görüş, mülkiyetin hukuken gayrimüslimlere geçmeyeceği
anlamındadır. Çünkü diğer üç mezhebin aksine Şâfiîlere göre gayrimüslimler istîlâ ile
müslümanların mal ve mülklerine hukuken sahip olamazlar. Ancak gerek bir İslâm ülkesini
istîlâ etmesi gerekse Şâfiîler’e göre savaşın sebebinin küfür olması göz önüne alındığında, bu
devletle savaş halinde bulunulacağı ve ülkenin siyasî ilişkiler açısından Dârü’l-harb sayılacağı
da açıktır. Nitekim halkının irtidat ederek istîlâ ettiği ülke, İmam Şâfiî’ye göre küfür
hükümlerinin uygulanmasıyla Dârü’l-harbe dönüşür. Zira malların ve arazîlerin mülkiyeti
esasen irtidad edenlere ait olup, bir el değiştirme söz konusu değildir.
Ülke kavramındaki ikili ayrımın gayesi ülke vatandaşlarına uygulanacak hukuku tespit
etmektir. İslâm hukukunun uygulanması açısından bütün İslâm ülkeleri tek ülke sayılmış,
İslâm ülkeleri dışında kalan ülkelerin vatandaşları da kendilerine uygulanacak hukuk
açısından yine tek ülke vatandaşı gibi telakki edilmiştir. Bu prensip yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi bir kısım harp ülkeleri ile özel antlaşmalar yapmaya mani değildir. Daha geniş
bilgi sekizinci ünitede yer alacaktır.


C. Halk
Bir ülkenin varlığından söz edebilmek için bulunması zorunlu olan üçüncü unsur ülke
halkının mevcudiyetidir. Buna göre İslâm ülkesinde yaşayan insanlar hukuken üç ayrı grup
olarak değerlendirilir.
1. Müslümanlar. İnsanın kendi ırkı ve milleti için daha fazla sevgi ve saygı duyması tabii
olmakla birlikte Kur’ân-ı Kerîm ırkî veya coğrafî esasa dayanan “millet” yerine din birliğine
dayanan “ümmet” telakkisini tercih etmiştir. Ümmet, deri rengi, kan birliği, dil veya yaşanılan
yer birliği yerine “fikir ve ideoloji birliği” üzerine kurulmuştur. Diğer bir ifade ile
müslümanlar arasında birliği meydana getiren, fertlerin doğum vakaları değil, kendi
tercihleridir. İnsanların menşe itibarıyla eşit olduklarını, faziletin takvada olduğunu (Hucurât
49/13), akraba, aile, kabile ve menfaat bağlarının; Allah, Rasûlü ve uğurlarında cihad
sevgisinden üstün olamayacağını (Tevbe 9/24), Salih amel işlemeyen, başka ideoloji
benimseyenlerin aileden sayılamayacağını (Hûd 11/45–46), ancak müminlerin kardeş
olduklarını (Hucurât 49/10) ifade eden âyetler yukarıda zikredilen ümmet anlayışının
dayanaklarıdır. Bu anlayıştan hareketle Kur’ân-ı Kerîm dünyanın hangi bölgesinde olursa
olsun Müslümanları tek bir ümmet saymış, vatan, renk ve dil farklarını buna mani olarak
görmemiştir. “Şüphesiz bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir; ben de sizin Rabbinizim;
öyleyse bana ibadet edin” (Enbiya 21/92).
Sonuç olarak İslâm ülkesinde ikamet etmeleri şartıyla vatandaşı oldukları İslâm devleti farklı
bile olsa bütün Müslümanlar hukukî açıdan aynı uygulamaya tabidirler.
2. Zimmîler. Dini başka olduğu halde İslâm ülkesinde ikamet eden ve bazı istisnaların dışında
İslâm hukukunun uygulama alanına dâhil olan kimselere denir. Hanefîlere göre zimmîler de
şu gruplara ayrılır: Ehlikitap olanlar yani mukaddes bir kitaba inananlar ki bunlar Yahudi ve
Hıristiyanlardır. Zerdüşt’ü peygamber kabul eden Mecûsîler de zimmî kabul edilir. Dinden
dönenler (mürtedler) ve müşrikler ise İslâm devletinde hayat hakkı tanınmayan sınıfı teşkil
etmektedir.
3. Müste’menler. İslâm ülkesi vatandaşı olmayan ancak izin/vize ile İslâm ülkesinde geçici bir
süre bulunabilen gayrimüslimlerdir. İzinsiz, kaçak olarak ülkeye giriş yapmış olan
gayrimüslim yabancılara ise harbî denir.

III. DEVLETİN TEMEL ORGANLARI
Günümüz anlayışında devleti oluşturan erkler yasama, yürütme ve yargı olmak üzere üçe
ayrılmaktadır. İslâm hukukuna göre bu açıdan devletin organlarını incelediğimizde
günümüzdeki yerleşik anlayışa pek benzememekle birlikte kendine özgü bir yapının varlığını
görmek mümkündür. Biz bu yapıyı yine bilindik ayırımdan hareketle ortaya koymaya
çalışalım.


A. Yasama Organı
İslâm hukukunda gerçek anlamda kanun koyucu (Şârî‘) Cenab-ı Allah’tır. Allah’ın izin
verdiği ölçüde ilahî iradeyi insanlara aktaran Hz. Peygamber de İslâm hukukuna göre kanun
koyucudur. Buna göre Allah’ın kelamı olan Kur’ân-ı Kerîm (Kitab) ve Hz. Peygamberin söz,
fiil ve takrirlerinden oluşan Sünnet İslâm Hukukunda yasamanın iki temel kaynağıdır. Ancak
bu iki kaynak sonsuz sayıdaki hukukî meselelerin hükümlerini ayrı ayrı tespit etmemiş, bazı
konularda sadece genel esaslar vazederek ayrıntılarını değişen şartlara göre, meşrûiyetini
kabul ettiği hukukî kaynaklar muvacehesinde hukukçulara ve zamanın yasama organına terk
etmiştir. Şu halde İslâm hukukundaki hükümler kaynakları itibarıyla iki kısma ayrılmaktadır:
1. Doğrudan naslarla sabit olan hükümler. Bunlar hiçbir şahıs ya da kurumun tasdikine gerek
olmaksızın geçerli olur ve bütün Müslümanlar için bağlayıcıdır. Bütün Müslümanları
bağlayan bir diğer hukuk kaynağı da icmâ‘dır. Bu üç kaynağın ortaya koyduğu hükümler
kesin olup ictihada kapalıdır. Bunlara rağmen ortaya konacak bir hüküm İslâmî-şer’î değildir.
2. İctihadla sabit olan hükümler. Bunlar talî kaynaklarla sabit olan hükümlerdir. Aslî
kaynakların (Kitab, Sünnet ve İcmâ‘) elverdiği ölçüde İslâm hukukçularının kıyas (ictihad),
istihsan, maslahat, örf, sahabî kavli, istıshâb, şer‘u men kablena, sedd-i zerâi‘ gibi hüküm
çıkarma kaynak ve metotları ile elde etmiş olduğu hükümler bu gruba girmektedir. Bu gruba
giren hükümler herkes için bağlayıcılık arz etmemektedir.
Aynı zamanda birer müctehid olan dört halifenin kendi dönemlerindeki ictihadları resmî
otoriteden sadır olan hükümler olarak kabul edilse de daha sonraki dönemlerde hukukî
hükümleri ortaya koyan müctehidler devletten bağımsız, kişisel gayretleri sonucunda bu tür
ictihad faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Yani mevcut İslâm hukuku külliyatı bugünkü anlamda
resmi bir yasama erkinin ürünü değildir.
Görüldüğü gibi İslâm hukukunda yasama yetkisi Allah ve Rasûlüne aittir. İcmâ’ın
bağlayıcılık arz etmesindeki etken ise senedinde tevatürün hâsıl olmasıdır. Bu itibarla Kur’an
ve Sünnet gibi kaynağı itibariyle mütevatir olması İcmâ’ı bu konuma getirmiştir.
Kur’an-ı Kerîm’de kendisine itaatin emredildiği ulu’lemr’in (Nisâ 4/59) yasama yetkisine
gelince, öncelikle bu noktada bizzat Kur’ân-ı Kerîm tarafından kullanılan kelimenin altını
çizmek gerekmektedir. En yüksek siyasî otorite ya da mülkî âmiri ifade etmek için doğrudan
halife, sultan, emir, melik, imam vb. kelimelerin kullanılmamış olması oldukça manidardır.
Zira bu durum İslâm’ın şekil itibarıyla tek tip bir yönetim modelini benimsemediğini,
Müslümanları temsil eden kimsenin mutlaka bir halife, kral, sultan, imam olması
gerekmediğini ortaya koymaktadır.
Ulu’l-emr denilen yüksek otorite, şer’î hükümler dediğimiz birinci gruptaki hükümleri,
uygulama amacıyla bir kanun şeklinde tanzim edebilir. Mevcut ictihadî görüşlerden birini
kamu yararını esas alarak tercih edebilir. Hakkında ictihadî de olsa hiçbir hüküm bulunmayan
meseleleri, uzman hukukçuları bir araya getirerek çözüme kavuşturabilir. Nihayet kendisine
bırakılan dar alandaki yasama yetkisine dayanarak bazı hukukî düzenlemelerde bulunabilir.
İşte ulu’lemr denilen yüksek otoritenin bu faaliyetleri sonucu ortaya çıkan, bir kısmı birinci

anlamda şer’î, bir kısmı ictihadî hükümler ve bir kısmı da bazı tanzimî tasarruflardan oluşan
hukukî kaidelerin tamamına örfî hukuk, kanunname veya siyaset-i şer‘iyye adı verilmiştir.
Binaenaleyh örfî hukuk şer’î hukukun dışında, ona alternatif ya da ona rağmen ortaya çıkan
farklı bir yapı anlamına gelmemektedir. Ulu’l-emrin yapmış olduğu düzenlemeler, şer’î
esaslar dairesinde yapılmak şartıyla bağlayıcı ve meşrûdur. Nitekim yerinde de görüleceği
üzerine, Ceza hukukundaki ta’zîr cezalarının düzenlenmesi, malî hukukla ilgili düzenlemeler
bu kabildendir.
B. Yürütme Organı
Devleti oluşturan temel unsurlardan biri de yürütmek organıdır. İslâm devleti denildiğinde
genellikle yürütme başında bulunan otoriteye Halife adı verilmektedir. Şimdi Halife ve
Hilafetin mahiyeti üzerinde kısaca duralım.
1. Halife Kavramı ve Mahiyeti
İslâm hukukuna göre devlet ve onun en yüksek otoriteyi temsil eden yürütme organı, Allah’ın
kendilerine tanıdığı yetkiler çerçevesinde, şer’î hükümleri icraya memurdur. Yukarıda da
belirttiğimiz gibi Kur’ân-ı Kerîm yürütme organını ulu’l-emr olarak ifade etmektedir. İslâm
hukukuna göre yürütme organının özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
Birincisi, ulu’l-emrin tasarruf serbestîsi yoktur. Kendine ayrılan dar yasama alanı da dâhil
bütün tasarruflarında Kur’ân ve Sünnet tarafından ortaya konan esaslara ve şer’î hükümlere
bağlı kalmakla mükelleftir.
İkincisi, devleti temsil eden ve icranın başı olan makam (sultan, halife, başkan vb.) bütün
tasarruflarında şura (ilgili ve yetkili şahıslara danışma) esasına riayet etmelidir. Bu danışma
organının belli bir şekli olmayıp işletilmesi önem arz etmektedir.
Üçüncüsü, İslâm hukukunda devletin başında bulunan temsilcinin halife vasfını taşımasıdır.
Herkesçe bilinen manasıyla Halifelik makamı Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet menşeli, onların
tesisini emrettiği özel bir makam değildir. İslâm devletlerinin başına geçen en yüksek
otoritelerin kimi zaman bu şekilde anılmış olması ya da bu ismi kullanması sebebiyle genel
bir kabul meydana gelmiş ve Halifeliğin İslâm devletinin olmazsa olmazı gibi bir kanaat hâsıl
olmuştur. Oysa tarihte İslâm devleti olarak bilinen birçok devletin başı halife yerine sultan,
han, hakan, şah, emir gibi unvanlar kullanmışlardır. Klasik fıkıh kaynaklarında ulu’l-emr’i
ifade eden kelime çoğunlukla “imam” kelimesidir. Ancak buna, namazda cemaate yapılan
imamlıktan ayırmak için “imamet-i kübra” adı verilmiştir.
Uhrevî yönü ile birlikte dünyevî yönü olan ve ana kaynağında hukukî hükümler bulunan
İslâm dininin, bütün yönleriyle yaşanabilmesi, kullardan istenen bütün buyrukların yerine
getirilebilmesi imkânını sunan ortamın sağlanmasıyla mümkün olabilmektedir. Bunun
sağlanabilmesi de devlet denen organize gücü gerektirmekte, bu gücün sistemli bir şekilde
çalışabilmesi de onu yönetecek bir makamı zorunlu kılmaktadır. Bu zorunluluğun sadece
İslâm’a özgü olmadığı da bilinen bir durumdur. İslâm tarihi boyunca bu makama en bilindik
adıyla hilafet makamı, makam sahibine de halife denmiştir.

İslâm tarihinde hilafet makamı, Hz. Peygamberin vefatının ardından Hz. Ebû Bekir’e biat
edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Resûl-i Ekrem, kendisinden sonra kimin halife olacağına dair
herhangi bir kanaat belirtmediği için devlet başkanının tespiti hususu müslümanlara
bırakılmıştır. Resûlüllah’ın vefatıyla sarsılan sahabîler İslâm toplumunun birliğinin
bozulmaması için bir lidere ihtiyaç bulunduğunun bilincindeydiler. Henüz Hz. Peygamberin
naaşı toprağa verilmeden ensardan bazı kimseler Benî Saîde sofasında toplanarak Hazrec
kabilesi reisi Sa’d b. Ubâde’ye biat etmek üzere harekete geçtiler. Ancak toplantıyı haber alan
Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Ebû Ubeyde b. Cerrah’ın da katılmasıyla olayın seyri değişti ve
yapılan tartışmalardan sonra Hz. Ebû Bekir’e biat edildi. Bu tartışmalarda ensar İslâm’a olan
hizmetlerini, muhacirler de Kureyş’in Araplar arasındaki nüfuz ve otoritesini gerekçe
göstererek içlerinden birinin halife seçilmesini istediler. Bu toplantıda aktif rol almayan
Hâşimîler ise Resûl-i Ekrem’e nesep açısından yakınlığın esas alınması gerektiğini zaman
zaman dile getirdiler. Belli sayıdaki sahabî tarafından Hz. Ebû Bekir’e yapılan bu biata “el-
bey‘atü’l-hâssa” denilmektedir. Daha sonra Mescid-i Nebevî’ye giden Hz. Ebû Bekir’e
burada bütün Medîneliler gelerek biat ettiler ve buna da “el-bey‘atü’l-âmme” adı verildi. Sa‘d
b. Ubâde Hz. Ebû Bekir’e ömrü boyunca biat etmemiş, fakat aleyhinde de herhangi bir
faaliyette bulunmamıştır.
Benî Saîde sofasında toplantı sürerken Hz. Peygamberin cenazesinin yıkanmasıyla meşgul
olduğu için görüşmelere katılamayan ve Hz. Fâtıma’nın vefatına kadar da bu işle
ilgilenmeyen Hz. Ali başta olmak üzere Abbas, Zübeyir b. Avvâm, Utbe b. Ebû Leheb, Ebû
Zer el-Gıfârî, Ammâr b. Yâsir, Ubeyy b. Ka‘b ve Selman-ı Fârisî gibi sahabîler Hz. Ebû
Bekir’e daha sonra biat etmişlerdir. İslâm tarihindeki bu ilk biat ileriki dönemlerde, halifenin
kamuoyu nezdinde meşrûiyet kazanabilmesi için müslümanların veya onların ileri
gelenlerinin desteğini almasının şart olduğu fikrinin kaynağı ve gerekçesini teşkil etmiştir.
2. Halife’de Aranan Şartlar
Kur’an-ı Kerîm’in ulu’l-emr dediği, zaman içinde Halife veya Hilafet makamı ifadeleriyle
şöhret bulan bu makama, gelmesi muhtemel olan kimselerde aranan nitelikleri ilgili klasik
kaynaklar konu edinmiştir. Buna göre halifede aranan şartları şu şekilde sıralamak
mümkündür:
a. Müslüman Olmak. Müslümanların devletinin başına geçecek olan kimsenin müslüman
olması zorunluluğu doğrudan Kur’an-ı Kerîm kaynaklıdır (Bkz. Nisâ 4/59, 141).
b. Erkek Olmak. Konuyla ilgili nasların direktifleri doğrultusunda, Haricîlerin dışındaki bütün
İslâm hukukçuları halifenin erkek olması gerektiğinde hemfikirdirler. Ayrıca İslâm
hukukçuları halifenin namaz kıldırmak gibi dini bir takım görevlerinin olduğu, kadının ise
erkeklere imam olamayacağı gerekçesine dayanmaktadırlar. Nitekim tarih boyunca bütün
Müslüman devletlerin başkanları hep erkeklerden olmuştur. Ancak Muhammed Hamidullah
gibi bazı çağdaş müellifler kadının devlet başkanı ya da halife olmasını yasaklayan açık bir
nassın bulunmadığını öne sürmektedirler.
c. Âdil Olmak. Bundan kasıt halifenin üstün ahlaklı ve dürüst olması, İslâm dinine göre fısk
(Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı hareket) sayılabilecek fiillerden kaçınması demektir.

Zâlim ve günahkâr bir insanın, İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre halife olması caiz
değildir. Ancak bazı Hanefî hukukçular “nizâm-ı âlem” düsturuna dayanarak, fâsık oluşu
aleni olan bir şahsın da zarurî hallerde halife olabileceğini kabul etmişlerdir.
d. Liyakat. Halife olacak kimsenin mümkün olduğunca toplumun en faziletlisi olması, ülkenin
sorunlarını ve kamu hizmetlerini görme ve yürütmede maddî ve manevî yeterliliğe sahip
olması ve şer’î hükümlerin icrasında halk üzerinde nüfuz ve kudrete malik bulunması
gerekmektedir. Liyakat şartı kapsamında Hanefî hukukçular şer’î hükümleri ve hilafetin
gereklerini bilmeyi de zikretmektedirler. Diğer İslâm hukukçuları ise halifenin müctehid
düzeyinde ilmi donanıma sahip olmasını gerekli görmektedirler. Ancak tarih boyunca
uygulamada Hanefîlerin görüşlerinin tercih edildiği görülmektedir.
e. Sağlıklı Olmak. Halifelik görevini üstlenecek kimsenin sağlıklı olması gerekmektedir. Akıl
hastalığı ve duyu organlarındaki kusurlar, iki elin veya iki ayağın kesik olması gibi özürler
halifelik görevini üstlenmeye engel olarak görülmüştür. Bir gözün çıkması ve burnun
kesilmesi gibi kusurlar ise halife olmaya engel görülmemektedir.
f. Hukukî Tasarrufa Engel Bulunmaması. Tasarruf ehliyeti noksanlıkları da hilafete engel
teşkil eder. Bunları halifenin hacr edilmesi ve esir olması şeklinde özetleyebiliriz.
g. Halifenin Kureyş Kabilesinden Olması. Halifenin Kureyş’ten olması şartı genel kabul
görmemiş olmakla birlikte çoğu İslâm hukukçusu bu şartı da hilafet için aranan şartlar
arasında zikretmişlerdir. Fiilen de hem dört halife hem de Emevî ve Abbasî halifeleri
Kureyş’tendir. Bu şartı aramayan İslâm hukukçuları hilafet gibi kamuya ait bir meselede
nesebin tesirinin olmayacağını, bu şartın eşitlik ilkesine aykırı olduğunu öne sürmektedirler.
Mesela Haricîler ve Mu‘tezile’den bazısı bunlardandır. Keza Ebû Bekir el-Bâkillânî ve İbn
Teymiyye de bu görüştedir. Çoğunluk ise “İmamlar Kureyş’tendir” hadisine istinaden bu şartı
benimsemektedirler. Hanefî hukukçulardan Sadrü’ş-Şerîa‘ ile İbn Haldun söz konusu şartın
zamanın değişmesiyle mülga olduğunu, Kureyş’in o dönem için sahip olduğu konjonktürel
imtiyazın artık söz konusu olmadığını ifade etmektedirler.
3. Halife’yi Tayin Usulleri
Hilafet şartlarını haiz herkes kendiliğinden müslümanların halifesi olamaz. Zira hilafet,
müslüman halk ile halife olacak şahıs arasında yapılan bir tür vekâlet sözleşmesi (akit) ile
sabit olur. Ancak bu sözleşmenin tezahür şekilleri farklı farklı olabilmektedir.
a. Biat Usûlü (Ehlü’l-Hall ve’l-Akd’in Seçimi)
Halifeyi tayin usullerinden birincisi biattir. Biat, halife namzedinin tayini hakkında
müslümanların temsilcileri demek olan ehlü’l-hall ve’l-akdin, söz konusu şahsın halifeliğine
muvafakat etmelerini ilan ve halkı temsil ve millet adına tasarrufta bulunma yetkisini
kendisine vermeleridir. İslâm hukukçuları genelde, her durumda halktan veya ehlü’l-hal ve’l-
akd’den biat alınması gereği üzerinde durarak halifenin yetkisini veraset ve saltanat usûlünden
değil, ümmetten aldığı fikrini vurgulamaya çalışmaktadırlar.

Ehlü’l-hall ve’l-akd kavramının Şia ile Ehlisünnet arasında imamet, halifenin iş başına
getiriliş usûlü ve meşrûiyeti konularının tartışılmasıyla birlikte literatüre girdiği söylenebilir.
İsnâaşeriyye Şia’sı nassa dayalı bir imamet görüşü ileri sürmüştür. Buna göre Hz. Peygamber
kendisinden sonra devlet başkanı olarak Hz. Ali’yi açıkça belirlemiş, ondan sonraki
dönemlerde de her devlet başkanı bir önceki tarafından tayin edilmiştir. Ehlisünnet ise
halifenin ümmetin hâkimiyetini temsil ettiğini ve ümmetin seçimiyle işbaşına gelmesi
gerektiğini kabul etmiş, bu arada ilk dört halifenin meşrûiyetini de koruyan bir esneklikle
devlet başkanını ehlü’l-hal ve’l-akd denilen grubun belirlemesi gerektiğini ağırlıklı olarak
işlemeye başlamıştır. Bu kavramın V. (XI.) yüzyıldan itibaren hem kelâm hem de “el-
Ahkâmu’s-Sultâniyye” türünde fıkıh kitaplarında görülmeye başlaması bu sebepledir.
Halifeyi seçme yetkisine sahip olan ehl-i hall ve’l-akd, şuur, olgunluk, adalet, itibar, ilim ve
ahlâk bakımından yüksek derecedeki bir grup insandır. Gerek günümüzde gerekse geçmişte
bazı İslâm hukukçuları Ehlü’l-hal ve’l-akd grubuna girmek için ictihad derecesinde bir ilmin
gerektiğini savunmaktadır. Bunların belli bir sayısı yoktur. Kimi zamanlarda âlimler,
hâkimler, üst düzey idareciler ve halk arasında itibarlı olan kimseler bu gruptan sayılmıştır.
Burada dikkati çeken husus devletin en üstündeki kimseyi seçme konusunda herkesin seçim
hakkının bulunmamasıdır. Bu kadar ciddi bir işte her ferdin kişisel görüşü bir tutulmamıştır.
Nitekim İslâm tarihinin en önemli halifelerinden biri olan Hz. Ömer’i, Hz. Ebû Bekir gibi
Ümmet-i Muhammed’in en büyük şahsiyetinin tek başına seçmiş olması oldukça manidardır.
Bazı İslâm hukukçularına göre hükümet merkezindeki ehl-i hall ve’l-akdin biatı halife seçimi
için yeterlidir. Bazılarına göre İslâm ülkesinin her bir vilayetinin temsilcilerinin oluşturduğu
bir meclis halifeyi seçmelidir. Öte yandan bütün İslâm coğrafyasında bulunan ehil kişilerin
seçime iştirak etmesi gerektiğini öne süren İslâm hukukçuları da vardır. Uygulamada
genellikle birinci görüşün benimsendiği görülmektedir.
b. İstihlaf-Ahd Usûlü
Mevcut halifenin, kendisinde hilafet şartları bulunan bir şahsı, kendisinden sonra işbaşına
gelmek üzere veliaht (veliyyü’l-ahd) tayin etmesi suretiyle halife tespiti usulüdür. İsmen
yapılan bu tespit ve tayine istihlâf denir. Nitekim Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer’i kendisinden
sonra isim zikrederek halife tayin etmiştir. Müslüman halkın vekili olan halife, bu yetkisine
dayanarak, hilafet şartlarını haiz şahsı halife tayin eder, sonra ehl-i hall ve’l-akdin tasdikine
arz eder. Onlar da uygun görmeleri halinde tayin edilen şahsa biat ederler.
Meşrû halifenin, kendisinden sonra yerine halife olmak üzere veliaht tayin etmesinin bazı
şartları vardır. Her şeyden önce veliaht tayin edilen şahısta halifede olması gereken nitelikler
ve şartlar mevcut olmalıdır. Veliaht olacak şahıs verilen ahdi kabul etmelidir. En önemlisi de,
veliaht olan şahıs, halifenin usûl ve fürûundan birisi olmamalıdır. Bu son şart, İslâm
hukukçuları arasında uzun tartışmalara sebep olmuştur. Bir kısım İslâm hukukçusu, hilafetin
miras yoluyla intikaline, bir başka ifadeyle saltanata dönüşmesine şiddetle karşı çıkmalarına
rağmen, halifenin gerekli şartları haiz olduğu takdirde, kendi çocuğunu veya babasını veliaht
tayin edebileceğini kabul eden İslâm hukukçuları da vardır.

Burada şunu hemen ifade etmek gerekir ki, sonraki zamanlarda da uygulanan veliahtlık ile
Raşit Halifeler dönemindeki benzerlik tamamen şeklidir. Zira Raşit Halifelerden hiçbiri
hilafet makamına talip olmamış, başkaları tarafından önerilmiş ya da uygun görülmüştür.
Hatta Hz. Ömer yaralanıp öleceğinin anlaşılması üzerine yerine bir kimseyi bırakması
kendisinden istendiğinde, öldükten sonra da hilafet sorumluluğunu taşımak istemediğini
beyan etmesi, ısrarlar üzerine “Eğer yerime bir kimseyi bırakırsam benden daha hayırlı bir
kimsenin (Hz. Ebû Bekir’i kastediyor) tatbikatına uymuş olurum, şayet yerime kimseyi
bırakmazsam yine benden hayırlı bir kimsenin (Hz. Peygamber’i kastediyor) sünnetine uymuş
olurum.” diyerek bu konudaki isteksizliğini ortaya koymuştur.
c. Şûra Usûlü
Halife, kendisinden sonra gelecek olan halifenin seçimini imtiyazlı bir komisyona havale
eder. Buna şura usûlü denir. Nitekim Hz. Ömer, kendisinden sonra halife seçimini altı kişilik
komisyona yani Hz. Osman, Ali, Abdurrahman b. Avf, Zübeyir b. Avvam, Talha b.
Ubeydullah ve Sa’d b. Ebû Vakkas’dan meydana gelen meşveret meclisine havale etmiş,
onlar da içlerinden birini seçmek üzere Abdurrahman b. Avf’ı hakem tayin etmişlerdir. O da
yaptığı kamuoyu yoklamasının ardından Hz. Osman’ı halife seçmiştir. Bu usul zamanla
uygulanmaz hale gelmiş, istihlaf ve bunun sonradan ortaya çıkan formu veliahtlık esas alınır
olmuştur.
d. İstîla Usûlü (Hilafetin Zorla Ele Geçirilmesi)
Halifenin tespitinde temel esas, müslüman halkın kendi rızasıyla halifeye biat etmesi olmasına
rağmen, bazen halifenin vefatı üzerine, gerekli şartları taşıyan birisinin çıkıp cebir ve kuvvet
yoluyla hilafet makamını ele geçirmesi de zaruret ve kamu emniyeti açısından caiz
görülmüştür. Bu cevaz fiilî durumu kabullenme veya kuvvet karşısında suskun kalmayı teşvik
olarak değil ümmeti fitne ve kargaşaya sürüklemekten çekinme, ümmetin birlik ve dirliğini
koruma fikrine ağırlık verme olarak değerlendirilebilir. Bu tür bir yolla halife olmaya istîla
yolu denir ve bu şekildeki biata kahriye adı verilir. Bu durum zaruret gereği kabul edilen
hükmî bir hilafettir.
İlk dört halife tamamen meşrû olan yollarla hilafet makamına gelmişlerdir. Bu şahsiyetler
halifede olması gereken bütün vasıflara sahip kimselerdir. Hz. Peygambere tam anlamıyla
halef oldukları için bunlara Hulefa-i Râşidîn adı verilmiştir.
4. Halifenin Görevleri
İslâm hukukuna göre yürütme organının başı olan halifenin görevlerini şu şekilde sıralamak
mümkündür.
a. İslâm dinini ilk devirde tespit edilen esaslara uygun olarak muhafaza etmek, dine yönelen
şüpheleri bertaraf etmek, bunun için hakları korumak ve cezaları uygulamak. Ehlisünnete
muhalif fraksiyonlarla mücadele etmek ve gerektiğinde onları tecziye etmek.
b. Çekişmeli taraflar arasında şer’î hükümleri uygulamak, adaleti tevzi etmek yani yargı
organını çalıştırmak ve insan haklarını korumak.

c. Emniyet, huzur ve asayişi sağlamak.
d. Cezaları infaz etmek.
e. Ülkenin sınırlarını korumak ve dış tehlikelere karşı gereken tedbirleri almak.
f. İslâmiyet’i yaymak ve bunun için gerekli her türlü aracı kullanmak.
g. Devletin gelirlerini meşrû yollar ve ölçüler içinde kimseye haksızlık etmeden tahsil etmek.
h. Devlet hazinesinden (beytülmal’den) yapılan harcamaları, başta devlet memurlarının
maaşları olmak üzere, adalet ölçülerini içinde yapmak.
i. Müslüman halkın idaresini, yapacağı tetkik ve araştırmalarla bizzat kontrol etmek; zevk ve
eğlenceye dalarak idareyi yeteneksiz kişilere terk etmemek.
Yukarıda zikredilen görevler dikkate alındığında İslâm devletinin başı olarak kabul edilen
halifenin yürütme ve yargı organlarının işletilmesini üstlendiği görülmektedir. Daha önce de
ifade edildiği gibi, çok sınırlı da olsa bazı hususlarda yasama yetkisinin de kendisine
bırakıldığını belirtmek gerekir. Yani bugünkü anlamda bir kuvvetler ayrılığından söz etmek
İslâmî bir devlet yapısında pek söz konusu olmamaktadır. Bununla birlikte tarihi süreç içinde
İslâm devleti olarak bilinenlerin her birinin kendisine özgü idari bir yapılanmasının olduğu da
muhakkaktır.
Halife hukuken sorumsuz değildir. Halifenin manevi ve uhrevî sorumluluğu yanında maddî ve
dünyevî sorumluluğu da vardır. Halife diğer fertler gibi fiil ve hareketlerinden hem hukuken
hem de cezaen sorumludur. Yerinde de görüleceği üzere sadece bazı mezheplere göre had
cezası gerektiren suçları irtikâp etmesi durumunda sahip olduğu velayet-i âmme sebebiyle
halifeye had cezası uygulanmamaktadır.
5. Halifenin Yetkileri
Halifenin yetkilerini şu şekilde özetlemek mümkündür.
a. Vatandaşın kendisine itaat etmesi ve Allah’ın emirlerine uygun hareket ettiği sürece
onlardan itaatine devam etmelerini istemesi.
b. Umumî refaha ve sosyal mevkiine uygun bir şekilde geçimini ve diğer ihtiyaçlarını devlet
bütçesinden karşılaması. Bu uygulama Hz. Ebû Bekir ile başlamıştır.
c. İsyancılara ve devletin huzurunu bozmak isteyenlere karşı, halkın halifeye maddi ve
manevî varlıklarıyla yardımcı olmalarını istemesi. Osmanlı Devletindeki avârız vergilerinin
meşrûiyet kaynağı budur.
d. Vatandaşların, halifeye doğru yolu bulması ve hak-adalet esaslarından ayrılmaması için
nasihat ve tavsiyelerde bulunması. Yani İslâm, yanlış yolda olan idarecinin ikaz edilmesini
vatandaş için bir sorumluluk devletin başı için de bir hak olarak tanımıştır. Müslüman devlet
adamlarına hitaben yazılan risaleler, layihalar, nasihatler ve arîzalar bu durumun tezahür
şekillerini ortaya koyar.

e. Devletteki en yüksek otorite olan halife, sahip olduğu yetkinin (velâyet-i âmme) sonucu
olarak devletin sahip olduğu ülke toprakları üzerinde kamu hizmetlerini yapabilme yetkisine
yani velayet-i âmmeye sahip vezirleri; belli bölgelerde velayet-i âmme yetkisine sahip valileri
(ümerâ); ülke genelinde bazı hususî yetkilere (velayet-i hâssa) sahip kâdi’l-kudâtları,
nakîbu’l-cüyûşu ve benzerlerini; belli bölgelerde hususî yetkilerle (velayet-i hâssa) donatılmış
kadıları, muhtesipleri ve benzerlerini atamaya yetkilidir.
6. Hilafet Süresi ve Halifenin Azli
İslâm hukukunda halifenin görev süresi, liyakat ve fiilen ifa şartlarına bağlanmıştır. Buna göre
halife ehliyet şartlarını taşıdıkça ve fiilen görevini de yerine getirdikçe makamında kalacaktır.
İslâmî devletlerin hemen tamamında fiili durum da bu şekilde gerçekleşmiştir.
Halifenin azlini gerektiren sebepleri de şu şekilde özetlemek mümkündür.
a. Akıl hastalığına maruz kalması.
b. Halifenin idrakini olumsuz yönde etkileyen bazı duyu organlarını (körlük, sağırlık ve
dilsizlik gibi) ve elleriyle ayaklarını kaybetmesi.
c. İslâm Dininden çıkması doğrudan azil sebebidir. Herhangi bir karar gerekmeden makamını
kaybetmiş olur.
d. Halifenin esir düşmesi.
e. Küfür derecesine varmayan günah ve kusurlarının (fâsık oluşunun) azil sebebi olup
olmadığı ise tartışmalıdır. Bazı İslâm hukukçularına göre fâsık oluşu sebebiyle halifenin
kendiliğinden azledilmiş sayılması söz konusu değildir. Bunlar, ülkenin huzur ve asayişinin
her vesileyle bozulabilme ihtimaline karşı böyle bir görüşü savunmaktadırlar. Zaten halife de
olsa bir insanın tamamen masum olması düşünülemez.
Normal olarak yukarıdaki sebeplerden birine istinaden halife görevinden azl edilir. Osmanlı
tatbikatında da olduğu gibi, halifenin görevden azledilmesine hal‘ denmektedir. Hal‘ işlemini
yapacak olan yine ehl-i hall ve’l-akd denilen imtiyazlı heyettir. Hukuka aykırı davranışlarda
bulunduğunda halifenin azledilmesi hukuk devletinin olmazsa olmazı bir esastır.
Hilafet makamını işgal eden kimsenin azle direnmesi halinde, ülkenin düşeceği durumlardan
hangisinin ehven olacağı tespit edilmek suretiyle hareket tarzı belirlenmeli, mutlak surette
cebir kullanma yolu denenerek halifeyi alaşağı etme ciheti tercih edilmemelidir. Zira bu yol
bazen daha büyük zararlara vesile olabilmektedir.
7. Yürütme Organı Bünyesindeki İdarî Teşkilat ve İcra Organları
İslâm devletlerinin yapılarındaki gelişme birçok müessesede olduğu gibi bir tedrîcilik
göstermiştir. Asr-ı Saadette Hz. Peygamber, vahyin kendisine bıraktığı kadarıyla yasama,
doğrudan yürütme ve yargı organının başıdır. İlk yazılı anayasa sayılabilecek Medîne
Vesikasını kendisi hazırladığı gibi, ihtiyaçlara göre devlet teşkilatını da kurmuştur. Kur’ân-ı
Kerîm’i ve önemli belgeleri kaleme alan vahiy kâtiplerinin belirlenmesi, kendisine

danışmanlık yapan kimselerin tayin edilmesi, vergi tahsili için âmillerin (vergi memurlarının)
çevreye gönderilmesi, belli merkezlere kadı tayini yapılması ve benzerî hususlar, Asr-ı
Saadette devlet teşkilat yapılanmasının temelleri mahiyetindedir.
Hz. Ömer zamanında devletin malî ve askerî meselelerinin yürütülmesi için, Sasanî devletinde
bulunan Divan sisteminin benimsenmesi İslâm devlet teşkilatında önemli bir gelişme
olmuştur. Emevîler döneminde mevcut idarî yapıda önemli bir değişme ve gelişme
kaydedilememişse de Abbasîler döneminde kendisinden sonra kurulan İslâm devletlerine de
örnek teşkil edecek bir yapı tesis edilmiştir.
Burada zikredeceğimiz idarî yapıdaki kurumlar ve şahıslar İslâm’ın, varlığını olmazsa olmaz
kabul ettiği ve naslarla tespit edilmiş olan unsurlar değildir. Devletin temel hedeflerini
gerçekleştirmede varlığı zorunlu hale gelen, zaman, ihtiyaç ve şartlara göre devletten devlete
farklılık arz edebilen makam ve kurumlardır. Dolayısıyla bunların birebir varlığı bir devletin
İslâm devleti olduğunun göstergesi olmadığı gibi yokluğu da aksini gerektirmemektedir.
Binaenaleyh ele alacağımız kurum ve şahıslar daha çok Hulefâ-i Râşidîn dönemi ile ortaya
çıkan ve daha sonra yüzyıllarca varlığını değişik şekillerde de olsa koruyan tarihi makam ve
kurumlardan oluşmaktadır.
a. Divan
Divan devlet idaresindeki muhtelif idarî, malî ve askerî hizmetlerin yerine getirilmesinde
kullanılan defterlere, bunların ve devlet memurlarının bulunduğu yere verilen isimdir. Hz.
Ömer zamanında önce askerlerin ve bunların beytülmalden aldıkları payların yazıldığı deftere
ve akabinde fey gelirlerini dağıtmak için kurduğu teşkilata isim olarak verilmiş (bu sebeple
önce dîvânü’l-cünd / ordu divanı ismiyle meşhur olmuştur), Emevîler döneminde mali işlerle
ilgilenen devlet dairelerine özel isim haline gelmiş ve Abbasi devleti zamanında ise sadece
mali işlerle ilgilenen değil devletin bütün resmî dairelerine Divan adı verilmiştir.
Devletin en üst icra kurulu demek olan Dîvana Abbasîler Dîvânü’s-Saltanat veya Dîvânü’l-
Adl demektedirler. Vezirler, Kâdi’l-Kudâtlar ve benzerî yüksek memurlar Dîvân’ın üyesidir.
Halife dîvana bazen bizzat katılır bazen ise sadece müzakereleri hususî bir yerden seyrederdi.
Dîvan-ı Saltanat’ın görevlerini dört ana grupta toplamak mümkündür. Birincisi, ordu
mensuplarına ait maaşların tespiti ve tahsisi. İkincisi, devlete ait vergi (rüsûm) ve hakların
tahsili. Üçüncüsü, devlet memurlarının tayin ve azli. Dördüncüsü, Beytülmale giren ve çıkan
malların kontrolü. Bu dört ana konuda Dîvân müzakereler yapar, aldığı kararlar halifenin
tasdikinden sonra yürürlüğe girer. Dîvân’ın bütün bu işlemlerini yürüten ise Dîvân Katibi’dir.
Devletin en yüksek icra kurulu demek olan Dîvan’ın yanında, birer müstakil idare ünitesi
mahiyetinde bulunan Dîvanlardan bazıları şunlardır:
Dîvânü’l-İnşâ: Devletin önemli resmî yazışmalarını kaleme alan bir idarî ünitedir ve halifenin
emrinde çalışır. Dîvân-ı Sır (gizli evraka bakan daire) ve Dîvân-ı Mürâselât (genel evraka
bakan daire) olarak iki şubeye ayrılmıştır.

Dîvânü’l-Cünd: Rütbelerine göre tasnif edilmiş askerî kıtalar ve onların ödeme veya
iktâlarının kayıtlarını tutardı. Bu divan biri ödeme ve harcamalarla ilgilenen, diğeri de askerî
alımları ve sınıflandırmasını yapan iki bölümden meydana gelmekteydi.
Dîvânü’r-Resâil: Doğrudan doğruya vezirin veya bir kâtibin yönetimindeydi. Mektuplar ve
resmî belgeler, vezîrin (veya halife) verdiği emirler doğrultusunda başkâtip tarafından
hazırlanır ve halife veya vezir tarafından tasdik edildikten sonra kopyası çıkarılırdı. Üç yıllık
aralıklarla mektuplar ve belgeler son bir tasnife tâbi tutularak fihristi çıkarılmak üzere büyük
arşive (el-hızânetü’l-uzmâ) gönderilirdi.
Dîvânü’l-Mezâlim: Hâkimlerden oluşan bir kurul olup, halkın devlet memurları aleyhindeki
şikâyetlerine bakardı.
Abbasîlerde görülen divan isim ve görevleri kimi zaman aynı kimi zaman ise farklı isim ve
görevlerle İslâm tarihi boyunca kurulan Fatimîler, Eyyûbîler, Memlükler, Büyük Selçuklu,
Anadolu Selçuklu, İlhanlı ve Osmanlı devletlerinde mevcudiyetlerini korumuşlardır.
b. Önemli Devlet Memurları
1) Vezirler (Bakanlar)
İslâm devletlerinde, halifeyi tam yetki ile temsil edebilen ve günümüzdeki başbakanlık
makamının mukabili bulunan vezirlik makamı ilk defa Abbasi devleti zamanında resmen
ihdas edilmiştir. Halifeden sonra devletin en yetkili makamı, bir manada icranın başı ve
Dîvânü’s-Saltanat’ın genellikle reisi olan vezir ve bunun işgal ettiği vezirlik makamı
Abbasilerde iki kısma ayrılmaktadır:
Birincisi Vezaret-i Tefvîz’dir. Halife adına devletin işlerini yürütmek üzere, halifenin
kâbiliyet ve dirayeti ile tanınmış bir şahsı tam yetkili olarak tayin etmesidir. Veliaht tayini,
halifenin azli ve tayin ettiği memurları halifenin görevden alması yetkileri dışında, halifenin
bütün yetkilerini haizdir. Bu sebeple Kureyş kabilesinden olma dışında halifede bulunması
gereken nitelikler vezîr-i tefvîz’de de aranmıştır.
Hz. Musa’nın, peygamber olarak görevlendirildiğinde kardeşi Harun’un kendisine yardımcı
yapılması ve işine ortak edilmesi yönündeki duası (Tâhâ 20/29–32), klasik literatürde devlet
başkanının kendisiyle istişare edeceği “tefvîz vezîri” tayininin meşrûiyetini açıklama
bağlamında değerlendirilmiştir. Harun Reşîd tefvîz vezîri’nin dikkate değer örneklerinden biri
olan Yahya el-Bermekî’nin sahip olduğu geniş yetkileri şu sözlerle ifade etmiştir: “İşlerimin
sorumluluğunu sana devrediyorum, dilediğin gibi hükmedebilir, dilediğini tayin edebilir, arzu
ettiğin şekilde harcayabilirsin”. Osmanlı Devletindeki Vezir-i A’zam da bu mevkide bulunan
bir vezirdir.
İkincisi Vezaret-i Tenfîz’dir. Bu makama getirilen vezirler, müstakil yetki sahibi değillerdir.
Halifenin kendilerine verdiği emirleri yerine getirir ve halife ile vatandaşlar arasında elçi ve
aracı vazifesi görür. Bunlara günümüzdeki bakan ve Osmanlı Devletindeki Kubbealtı vezirleri
nazarıyla bakmak mümkündür.

Her iki çeşidiyle vezirler erbab-ı seyf denilen yüksek devlet memurlarındandır. İki vezirlik
arasındaki en önemli fark sadece yetki konusunda değildir. Tayin ve adaylar konusunda da
farklar mevcuttur. Bunlar içinde en önemlisi gayrimüslim birisi tefvîz veziri tayin
edilemezken, tenfîz vezirinin gayrimüslimler arasından da tayin edilebilmesidir. Özellikle
Osmanlı devletinde bunun örneklerine rastlamak mümkündür.
2) Üst Düzey Memurlar
Abbasi devletinin vezirlerinden sonra gelen devlet memurları arasında Hâciblik (Hicâbet)
bulunmaktadır. Sâhibü’s-Sitâre (perdedâr) de denen hâcib, halifenin özel kalem müdürüdür,
kapısını bekler ve büyük bir nüfuza sahiptir. Dîvân’ın resmî yazışmalarını yürüten Kâtibü’d-
Dîvân’ın da önemli yetkilere sahip olduğunu görüyoruz. Ayrıca birer idarî birim olan
Dîvânların reisleri yüksek devlet memurları arasında yer alır. Hz. Peygamberin neslinden
gelenlerin işlerini tedvirle görevli Nakîbu’l-Eşrâf’ın da Ensâb Nikâbeti adıyla devlet
teşkilatında önemli bir yeri vardır. Nâziru’l-Ceyş denen şahıs ise ordu kumandanı olarak
görev yapmaktadır. Bu arada bir çeşit yargı görevini de üstlenmiş olan erbab-ı kalemden
sayılan muhtesibi ve teşkilatını ayrı bir başlık altında ele alacağız. Bunlara ilaveten evkaf
nezareti de önemli bir yere sahiptir.
c. Hisbe Teşkilatı
Yürütme organına bağlı idarî makamlardan birisi de Hisbe teşkilatıdır. Hisbe, emr-i bi’l-
ma‘rûf ve nehy ani’l-münker prensibi uyarınca (Âl-i İmrân 3/104, 110,114; et-Tevbe 9/71,
112; el-Hac 22/41) gerçekleştirilen genel ahlâkı ve kamu düzenini koruma faaliyetlerini ve
özellikle bununla görevli müesseseyi ifade eder. Bu işle görevli memura muhtesib, vâli’l-
hisbe, veliyyü’l-hisbe, mütevelli’l-hisbe, nâziru’l-hisbe gibi adlar verilmiştir.
İslâm hukukçuları, dinî mükellefiyetlerden sayılması ve otorite tesisini, bazı durumlarda da
güç kullanımını gerektirmesi dolayısıyla hisbe faaliyetini yürütmekle görevli memurun eda
ehliyeti tam (hür ve mükellef) ve müslüman olması şartları üzerinde dururlar. Bazı âlimler
bunların arasına müctehidlik şartını da katarken fakihlerin çoğunluğu, sorumluluk alanına
giren meselelerde meşrû olanla olmayanı (ma‘rûf, münker) ayırabilecek seviyede dinî-meslekî
bilgisi bulunmasını yeterli görmüştür. Muhtesibin müslüman ve âlim olması hisbenin sıhhat
şartı, eda ehliyetinin tam olması vücûb şartıdır.
Hz. Peygamber ve kendi hilafeti döneminde Hz. Ömer kadınları hisbe faaliyetlerinde
görevlendirdikleri için onların da muhtesib olmaları caiz görülmüştür. Ayrıca ölçü, tartı, para
ayarı ve fiyat denetlemesi yapacak kadar hesap bilmesi de muhtesibte aranan şartlardandır.
Bunlardan başka muhtesibde adalet, güzel ahlâk, güvenilirlik gibi faziletlerin bulunması
ihtisabın adabından, hatta bazılarına göre şartlarındandır.
Hz. Peygamber’in emr bi’l-ma‘rûf nehy ani’l-münker faaliyetleri toplum hayatının bütün
cephelerini kapsamış, ancak daha sonra ferdî mesuliyetleri çoğalınca uygun vasıflı bazı
kişileri esnaf ve sanatkârların işlerini denetlemek için resmen sâhibu’s-sûk (âmilu’s-sûk)
sıfatıyla görevlendirmiştir. Bu memurlardan üçü erkek, ikisi kadındır. Hz. Ömer, Osman ve
Ali’nin de bizzat şehir ve pazar denetimlerine çıktıkları, ayrıca bu işler için özel görevliler

tayin ettikleri bilinmektedir. Bu denetimler sadece pazarla sınırlı kalmamış, zamanla
toplumsal hayatın tamamını kapsamıştır.
Müslümanların yapmış oldukları fetihlerin birbirini takip etmesi ve İslâm coğrafyasının Orta
Asya’dan Atlas Okyanusuna ve Hint Okyanusundan Kafkasların ötelerine kadar genişlemesi
sonucunda devletin idarî mekanizmasındaki teşkilatlanma Hisbe’ye de tesir etmiş, müessese
de daha sabit ve ciddi bir kuruluş mahiyetini kazanmıştır.
Hisbe teşkilatının görev alanı temelde üç ana başlık altında toplanan birçok hususu
kapsamaktadır: Allah hakkı, kul hakkı ve her iki yönü de bulunan haklar.
Birinci grup ezanın vaktinde okunmasının, cemaatle ibadetlerin zamanında edasının, Cuma ve
bayram namazlarının ifasının sağlanması; ibadetlerde alenî ihlallere ve bid’atlara engel
olunması; taşkınlık ölçüsüne varan eğlencelerin, sarhoşluk verici içki kullanımının, sınırı aşan
kadın-erkek ilişkilerinin engellenmesi; muamelatta genelde haramların, özelde fâsit-bâtıl
akitlerin, hile ve aldatmaların, ölçü tartı alet ve birimlerinde sahtekârlığın önlenmesi;
ihtiyaçtan kaynaklanmayan dilenciliğin menedilmesi; ehliyetsiz din adamlarının halkı
yanıltmasına fırsat verilmemesi türünden dinî-içtimâî faaliyetleri içermektedir.
İkinci grup umumî ve ferdî haklar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Bunlar ihmal yahut
imkânsızlık yüzünden harap olan yol, su kanalı, kanalizasyon vb. alt yapı tesisleriyle
ibadethanelerin ve savunma sistemlerinin tamirinin sağlanması; işçi-işveren
anlaşmazlıklarının çözümlenmesi; komşu haklarına tecavüzün, her türlü meslek ahlâkı
ihlâlinin, borçluların temerrüdünün önlenmesi gibi kamu işleri; muâmelatta kanunlara riayetin
temini gibi çarşı ve pazar denetimleriyle ilgili hususlardır.
Üçüncü grup toplu taşıma araçlarında yahut kamuya ait alanlardaki kadın-erkek ilişkilerinde
dinî-ahlâkî kurallara bağlılığın sağlanması; taşıtlarda aşırı yüklemenin engellenmesi; işçi,
yetim ve hayvan haklarının korunması; buluntu hayvan yahut kaybolmuş çocukların bakımı;
yolların temiz tutulması ve aydınlatılması; kamuya zarar veren inşaatlara izin verilmemesi
gibi faaliyetleri kapsamaktadır.
Hisbe makamı belde içinde tek olduğundan muhtesibin bu derece geniş bir sahayı ve bu kadar
teferruatlı iş kollarını tek başına denetim altına alması ve tutması güç bir iştir. Bu yüzden
gerektiği kadar yardımcıları vardır. Hatta teşkilatın oldukça gelişmiş olduğu dönemlerde her
iş kolunda muhtesibe yardım edecek, ihtisas sahibi dürüst kimseleri görevlendirme hakkına da
sahip olmuştur. Ârif adını alan bu uzman kimseler devamlı olarak muhtesible irtibatta bulunur
ve periyodik olarak kendisine rapor vermektedir. Muhtesib bütün bu görevlerini devletin
başında bulunan mülkî otoritenin (halife, imam vb.) kendisine tanıdığı ta‘zîr cezası verme
yetkisine dayanarak yapmaktadır.
Toplum düzenini sağlama, asayişi temin etme, sulh ve sükûnu ikame ederek haksızlıkla
mücadele etme bağlamında İslâm devletindeki hiyerarşik yapı yukarıdan aşağıya Dîvan-ı
Mezâlim-Yargı Teşkilatı-Hisbe Teşkilatı şeklindedir. Kâdıların yetkisiz olduğu idarî davalara
mezâlim nâzırı, ilgilenme gereği duymadığı önemsiz bazı anlaşmazlıklara da muhtesib bakar.
Mezâlim nâzırı kâdî gibi bağlayıcı kazâî hüküm verirken muhtesib buna yetkili değildir.

Ancak hem mezâlim nâzırı hem de muhtesib kötülük ve haksızlığı (münker) gidermek için zor
kullanmaya yetkilidir. Ayrıca her ikisi de suç duyurusu olmaksızın kamu hakkı ihlallerini
araştırıp gereğini yapabilir.
Muhtesib göreve hıyanet, hizmette kusur veya acz gösterme, halka zulüm veya baskı yapma
durumlarında, yani memuriyetini sürdürmesini imkânsız kılacak taşkınlıklarda bulunması
veya zaaflar taşıması halinde –velâyeti hukuken sâkıt olacağından- derhal azledilir.
C. Yargı Organı
Halifenin görevlerini zikrederken yargı organının da kendisine bağlı olduğunu belirtmiştik.
Dolayısıyla İslâm hukukuna göre yürütmenin başı olan Halife ya da ulu’l-emr aynı zamanda
yargının da başı demektir. İslâm devletinde bugünkü anlamda bir kuvvetler ayrılığının tam
olarak söz konusu olmadığını daha önce ifade etmiştik. Ancak hemen ifade edelim, yargının
yürütmeden bağımsız olmaması demek yürütmenin gayri âdil uygulamalarına göz yumulacağı
anlamına gelmediği gibi, İslâm tarihinin, bunun ibretlik örnekleri ile dolu olduğu da herkesçe
malumdur. Ayrıca yürütme ve yargının başının halife olması devletin en tepesi için söz
konusudur. Zira Hz. Ömer döneminden itibaren ülkenin çeşitli yerlerine idareciler ve yargı
mensupları birbirinden bağımsız olarak ayrı ayrı atanmışlardır. Bu uygulama, istisnaları
görülmekle birlikte artarak devam etmiş ve Emevîlerin son dönemlerinden itibaren yargı ile
yürütme erkinin birbirinden ayrılması uygulaması yerleşik hale gelmiştir.
Abbasîlerin ilk dönemlerinde kadılar bizzat halife tarafından tayin edilirken Harun Reşid
döneminden itibaren bu konuda gittikçe artan bir nispette başka bir kurum, baş kadılık (kâdi’l-
kudâtlık) kurumu devreye girmiş ve baş kadılar bu tayinlerde rol ve yetki sahibi olmuşlardır.
Osmanlılarda yargı mensuplarının tayin işlerini Kazaskerlik müessesesi deruhde etmiştir.
Kadıların doğrudan halife tarafından veya onun bilgi ve izni altında baş kadı tarafından
atanması yürütmenin yargı erkine müdahalesi sonucunu doğurmamış, kadılar kararlarını
bunlardan bağımsız olarak verme imkânını genelde bulmuşlardır. Bunda başlangıçtan itibaren
“ictihadın ictihadı nakzetmeyeceği” yani bir ictihadın diğer ictihadı geçersiz kılmayacağı
dolayısıyla kadı’nın kararlarına devlet başkanı veya diğer siyasî bir otoritenin müdahale
edemeyeceği anlayışının yerleşmiş olması etki etmiştir denebilir.
Biz yargı mekanizmasının yapısı ve işleyişini müstakil bir ünitede ele alacağımız için burada
bu kadar bilgi ile yetiniyoruz.

IV. TEMEL HAK VE HÜRRİYETLER
İslâm hukukunda temel hak ve hürriyetler fikri, modern siyasî düşünce fikrinin geçirdiği
safhaları yaşamamıştır. Bu hak ve hürriyetler uzun mücadelelerin sonucunda kazanılmış ve
çeşitli aşamalardan geçmek suretiyle olgunlaşmış değildir. Zira İslâm hukukunun kabul ettiği
hak ve hürriyetler başlangıçtan beri vardır ve varlığı ilahî kaynakla teminat altına alınmıştır.
Şimdi bu haklardan başlıcalarını kısaca ele alalım.

A. Seçme ve Seçilme Hakkı. İslam’ın tanıdığı haklardan biri seçme ve seçilme hakkıdır.
Herkes kendisini temsil edecek mülkî otoriteyi seçme hakkına sahiptir. Bu hakkın
kaldırıldığına dair herhangi bir nakil, rivayet mevcut değildir. Ancak yukarıda da görüldüğü
gibi, halkın idarecisini seçmesi kimi zaman doğrudan kimi zaman ise dolaylı olabilmektedir.
Doğrudan seçim bütün vatandaşların oyuyla, dolaylı seçim ise vatandaşların seçtiği liyakatli
kimselerin (ehlü’l-hal ve’l-akd) seçimiyle gerçekleşmektedir. Her iki durumda da seçmen
olabilmek için doğuştan gelen bir imtiyaz söz konusu olmayıp müktesep olan bir liyakat
esastır.
İslâm’da fertlerin seçme hakkı iki temele dayanmaktadır:
1) Şura prensibi.
2) Dinî hükümlerin tatbiki ve devlet işlerinin buna göre yürütülmesinden müslüman toplumun
sorumluluğu prensibi.
İşte bu iki prensip Müslümanlara seçme hakkı vermektedir. Çünkü bütün bir toplumun söz
konusu görevleri doğrudan doğruya yürütmeleri mümkün değildir. Bunu ancak belirli şahıs ve
gruplar toplum adına yapabilirler. Bu temsilcileri belirlemek de toplumun hak ve görevidir.
Bu seçim zaman ve şartlara göre doğrudan veya iki dereceli olabilir.
Her müslümanın seçme hakkı olduğu gibi, aranan şartları haiz olması durumunda aday olup
temsilci veya idareci seçilme hakkı da vardır. Ancak idareci olmaya isteklilik dinen pek tasvip
gören bir durum değildir. Zira Hz. Peygamber: “İmareti (emirlik, idarecilik vb.) bizzat isteme!
Eğer bu sana isteğin üzerine verilirse (Allah tarafından) kendi haline bırakılırsın; sen
istemeden o sana verilirse yardıma mazhar olursun” (Buharî, K. el-Eyman ve’n-Nüzûr 1;
Müslim, K. el-İmâra, 13), “Kim kamu ile ilgili bir görev ister de bunda ısrar ederse biz onu
istihdam etmeyiz” (Buharî, K. el-İcâre, 1; Müslim, K. el-İmâra, 15) buyurmuştur. Ancak
ihtiyaç ve zaruret gerekli kıldığı takdirde, layık olanı bulmakta topluma ve devlete yardımcı
olmak maksadıyla bizzat aday olmanın da caiz olacağı öne sürülmektedir.
B. Eşitlik. Temel hakların en önemlilerinden biri eşitliktir. Eşitlik, İslâm hukuku tarafından
izah edildiği şekliyle temel bir hak olarak görülmüştür. Evvela hukukî eşitlik emredilmiştir.
Kanun ve mahkeme önünde insanlar eşittir. Gayrimüslimlerin bazı konulardaki kendi
kanunlarının uygulanmasını isteme hakkı dışında, İslâm ülkesinde tek kanun geçerlidir.
İnsanların tarağın dişleri gibi eşit durumda olduğunu ifade eden Hz. Peygamber: “Yemin
ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma da hırsızlık etmiş olsa onun da elini keserim” demek
suretiyle sınıf farkı gibi bir kavramın İslâm’la bağdaşmadığını açıkça ifade etmiştir. Diğer
taraftan sosyal eşitlik yani fırsat eşitliği de kabul edilmiştir. Azatlı zenci bir kölenin bile
devlet başkanı olabileceğini belirten hadis, bunun nihaî sınırını çizmektedir.
C. Şahsî Hürriyetler. Başkasının hak ve hürriyetlerine tecavüz etmemek şartıyla herkes can
güvenliği hakkına sahiptir. Haksız yere hiç kimse tutuklanamaz, cezalandırılamaz ve seyahat
etme özgürlüğü kısıtlanamaz. Müslümanın ve gayrimüslimin bu hakka sahip oluşunda bir
ayrımcılık söz konusu değildir. Herhangi bir kimsenin canına, malına ve namusuna tecavüz

suçtur. İslâm ceza hukuku söz konusu hakların ihlali durumunda verilecek cezaları
düzenleyen oldukça detaylı hükümlerle doludur.
D. İnanç ve İbadet Hürriyeti. İslam hukuku hiç kimseyi müslüman olmaya zorlamamakta
sadece müslüman olan bir kimsenin İslâm’dan çıkmasına ceza uygulamaktadır. Yerinde
görüleceği gibi bunu yaparken de kendi sistemini koruma gibi doğal bir refleksle konuya
yaklaşmaktadır. Ülke vatandaşı olan zimmîlerin mabetleri muhafaza edilir ve kendi inançları
gereğince ibadet etmelerine imkân sağlanır.
E. Mesken Dokunulmazlığı. Mesken dokunulmazlığı, mesken mahremiyeti bizzat Kur’ân-ı
Kerîm tarafından dile getirilmek suretiyle garanti altına alınmıştır. “Ey iman edenler! Kendi
evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip (izin alıp) ev halkına selam vermedikçe
girmeyin. Bu sizin için daha iyidir; herhalde (bunu) düşünüp anlarsınız. Evde hiçbir kimse
bulamadığınızsa, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size, ‘Geri dönün!’
denilirse, hemen dönün. Çünkü bu, sizin için daha nezih bir davranıştır. Allah yaptığınızı
bilir” (Nisâ 24/27–28).
F. Özel Mülkiyet Hakkı. İslâm ne komünizmde olduğu gibi özel mülkiyeti reddetmekte ne de
kapitalizmde olduğu gibi servetin güce dönüştürülmesi suretiyle fakirler üzerinde baskı aracı
olarak kullanılmasına müsaade etmektedir. Özel mülkiyeti kabul eden İslâm, zekât ve fitre
mükellefiyetiyle fakirleri gözetirken, sermayenin ekonomiye kazandırılmaksızın, infak
edilmeksizin âtıl halde bekletilmesine şiddetle karşı çıkmakta ve cehennem azabıyla tehdit
etmektedir ( Tevbe 9/34–35).
G. Öğrenim Hakkı. Her müslümanın eğitim alması, hakkın da ötesinde bir sorumluluktur.
İslâm, ilk emrinin “oku” olduğu bir din ve sistemdir. Bizzat Hz. Peygamberin dilinden birçok
kez ilim tahsil edilmesi kimi zaman emredilmiş, kimi zaman teşvik edilmiştir.













KAYNAKLAR
Arabî, Muhammed Abdullah, Kur’ân Devleti (Çev. Nezir Demircan), İkbal Yayınları, Ankara
1976.
Avcı, Casim, “Hilâfet”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1998.
Aydın, Mehmet Akif, Türk Hukuk Tarihi, Beta, İstanbul 2012.
Cin, Halil-Akgündüz, Ahmet, Türk Hukuk Tarihi, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul
2011.
ed-Dûrî, Abdülazîz, “Dîvan”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1994.
el-Ensârî, Abdülhamîd İsmâil, “Ehlü’l-Hal ve’l-Akd”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, İstanbul
1994.
el-Ferrâ, Ebû Ya‘lâ, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye, Beyrut 1983.
Kallek, Cengiz, “Hisbe”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1998.
Karaman, Hayreddin, Mukayeseli İslâm Hukuku I, Bayrak Matbaacılık, İstanbul 1991.
Kavakçı, Yusuf Ziya, Hisbe Teşkilatı, Ankara 1975.
Kubeysî-Sâmerrâî-Zelemî, el-Medhal li Dirâseti’ş-Şerîati’l-İslâmiyye, Dâru’l-Ma‘rife, (b.y.)
1980.
el-Mâverdî, Ebu’l-Hasen, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye, Beyrut 1985.
en-Nebhân, Muhammed Faruk, İslâm Anayasa ve İdare Hukukunun Genel Esasları (çev.
Servet Armağan), İstanbul 1980.
Özel, Ahmet, “Dârü’l-Harb”, “Dârü’l-İslâm”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1993.
Türcan, Talip, “Şûra”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 2010.

__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi Medine-web 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Medineweb Görsel ve Slayt arşivi( kaybolmaması... Medineweb.net Videolar Medine-web 4 147 23 Eylül 2024 20:24
Mustafa İslamoğlu Sözler Medineweb.net Videolar Mihrinaz 2 343 30 Nisan 2023 16:51
Şirk Hakkında Kuran Ne Diyor? Medineweb.net Videolar Medine-web 0 250 29 Nisan 2023 18:52
DÜNYA KABE'NİN NERESİNDE Hacc-Umre-Kurban Medine-web 0 1092 27 Nisan 2020 21:40

Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
islam hukuku ünite 6 Medine-web İslam Hukuku-I 0 22 Aralık 2013 19:40
islam hukuku ünite 4 Medine-web İslam Hukuku-I 0 22 Aralık 2013 19:38
islam hukuku ünite 3 Medine-web İslam Hukuku-I 0 22 Aralık 2013 19:37
islam hukuku ünite 2 Medine-web İslam Hukuku-I 0 22 Aralık 2013 19:36
islam hukuku ünite 5 Medine-web İslam Hukuku-I 0 22 Aralık 2013 19:33

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.