|
Konu Kimliği: Konu Sahibi Medine-web,Açılış Tarihi: 22 Aralık 2013 (19:37), Konuya Son Cevap : 22 Aralık 2013 (19:37). Konuya 0 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
22 Aralık 2013, 19:37 | Mesaj No:1 |
Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | islam hukuku ünite 3 islam hukuku ünite 3 ÜNİTE 3 HAD CEZASINI GEREKTİREN SUÇLAR I. HIRSIZLIK A. Tanımı Arapça sirkat kelimesiyle ifade edilen ve sözlük anlamı başkasının malını gizlice almak olan terimin İslâm hukukuna göre tanımı “mükellef bir kimsenin en az nisab miktarınca değeri olan, önemsiz ve çabucak bozulan cinsten olmayan, İslam’a göre alınıp satılması caiz olan bir malı, kendi mülküne geçirmek amacıyla saklı bulunduğu yerden gizlice alıp dışarı çıkarmaktır”. Sirkat gizlice almak olduğundan, güç kullanmak ve galip gelmek suretiyle alenen malın talan edilmesi, yağmalanması anlamına gelen nehb’den farklıdır. Aynı şekilde güçlü olmanın verdiği avantajla haksız yere birinin malını alenen zapt etmek anlamına gelen gasp’tan da farklıdır. Yine aleni bir şekilde karşıdaki kimsenin gaflet ya da cehaleti sebebiyle onu dolandırmak suretiyle malını ele geçirmek anlamına gelen ihtilas da bu anlamıyla bir sirkat değildir. Emanet edilen bir malı temellük etmek suretiyle yapılan haksız fiil olarak ifade edilen hiyanet de yine sirkat kelimesinin kapsamına girmemektedir. Saydığımız bu dört fiilin hepsinde de hem gizlice almak söz konusu değildir hem de mal saklı bulunduğu yerden alınmış değildir. Bu sebeple bu tür suçların cezası sirkat suçuna göre farklılık arz etmektedir. Yukarıda tanımını verdiğimiz bu sirkat’e sirkat-i suğra (küçük hırsızlık) denmektedir ki, bunun diğer çeşidi sirkat-i Kübra olur ve bu da silahlı çete kurmak suretiyle eşkıyalık yaparak (kat-ı tarîk) başkalarının malını haksız olarak elde etmektir. Ancak sirkat kelimesi mutlak olarak zikredildiğinde genellikle şu an incelemekte olduğumuz küçük hırsızlık kastedilir. Sirkat-i suğra ya mübaşereten olur veya tesebbüben olur. Şöyle ki, bir şahsın, malın saklı bulunduğu yere gizlice girerek çaldığı malı bizzat alıp dışarıya çıkarması mübaşereten, birisinin aldığı malı yüklenerek dışarı çıkarması suretiyle yapılan hırsızlık ise tesebbüben hırsızlıktır. B. Unsurları İslâm hukukunca öngörülen had cezasının verilebilmesi için suçlu, çalınan mal ve çalma eylemi ile ilgili bazı temel şartlar aranmaktadır. Hırsızlık suçunun unsurları olarak ifade edilen bu şartları şu şekilde özetlemek mümkündür. 1. Hırsızlık Eyleminin Gizlice Yapılmış Olması Hırsızlık suçunun oluşması için malın bulunduğu yerden gizlice alınmış olması şartı, bu suçu benzerî eylemlerden ayıran bir kriterdir. Bu sebeple yukarıda belirttiğimiz nehb, gasp, ihtilas, hiyanet birer suç olmakla birlikte hırsızlık (sirkat) değildir. Zira malın sahibinden habersiz olarak gizlice alınması söz konusu değildir. Ancak Ahmed b. Hanbel’e göre değeri nisab miktarında olan ve sahibinden ödünç olarak (âriyet) alındıktan ya da emanet (vedîa) alındıktan sonra inkâr etmek suretiyle malın zapt edilmesi de had cezasını gerektirir. Tarrariyet olarak ifade edilen yankesiciliğin –ki malını taşıyan kimsenin gafletinden istifade etmek suretiyle çalmaktır- haddi gerektiren hırsızlık suçu kapsamına girdiği hususunda İslâm hukukçuları müttefiktir. 2. Malın Koruma Altındayken (Hırz) Çalınmış Olması Hırsızlık suçunun oluşmasında malın koruma altında (hırzda) iken alınmış olması önemli bir unsurdur. Koruma altına almış olma o malın sahibinin izni olmadan girilmeyen uygun bir yere konmasını veya bir bekçi tarafından korunmuş olmasını ifade eder. Buna göre açıkta bırakılan bir malın alınması, malın değeri ne olursa olsun haddi gerektiren bir suç hüviyetini kazanmış olmaz. Hırzın mahiyeti malın örfen korunduğu yere göre farklılık arz eder. İnsanın kendisi, kasası, evi hırz olabildiği gibi, bir araba için evin önü, otoparklar hırzdır. Bir gemi veya benzerleri için limanlar hırz olduğu gibi, uçaklar için de havaalanları hırzdır. Buna göre alışılmışın dışında bir yere park edilen, mesela insanların yaşamadığı bir dağ başına bırakılıp gidilen bir araba oradan çalındığında her ne kadar yapılan fiil cezayı gerektiren bir suç ise de haddi gerektirmemektedir zira mal hırz altında değil iken çalınmıştır. Malın hırzdan alınmasının cezayı gerektirmesi için hırsızlık eyleminin ulaşması gereken aşama hakkında da İslâm hukukçuları farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Mesela bir eve hırsızlık kastıyla girip de suçüstü yakalanan kimsenin eylemi teşebbüs seviyesinde kaldığından çoğunluğa göre had değil ta‘zîr cezası gerekir. Malın hırzdan çıkarılmasından sonraki aşamaya baktığımızda Hanefîlere göre malın bulunduğu yerden alınması, yani mâlikinin mülkünden çıkarılması yeterli olmayıp fiilen hırsızın mülk ve tasarrufu alanına girmesi gerekmektedir. Diğer ekollere göre ise mal, sahibinin zilyedliğinden çıkmasıyla hükmen hırsızın zilyedliğine geçmiş olacağından suç tamamlanmış ve had cezası gerekli olmuş demektir. Malı bizzat alma, tahıl ambarını delip buğdayı dışarı akıtma, malı bir hayvanın sırtına veya bir aracın gizli bölmelerine yükleme veya akarsuya atıp hırz dışına çıkmasını sağlama gibi doğrudan veya dolaylı fiiller arasında fark yoktur. Ancak hırsız malı bulunduğu yerde telef ederse bu eylem hırsızlık değil haksız fiil olarak nitelendirilir. 3. Çalınan Şeyin Hukuken Mal Sayılması Çalışan şeyin, İslâm hukukunca mal olarak kabul edilmesini sağlayan vasıflara sahip olması gerekmektedir. Bu da çalınan şeyin, öncelikle insanlar tarafından elde edilmek istenen, saklamayı, korumayı gerektirecek bir nitelikte olması, mütekavvim olması, belli bir değerde olması ve menkul olması demektir. Tanımı biraz açacak olursak, İslâm hukukçuları bir şeyin mal kabul edilebilmesi için o şeyin insanlar tarafından mal edinilmesinin âdet haline getirilmiş olmasını, mesela sokakta bulunduğunda fıtraten insanın sahip olmak istediği bir vasıfta olması gerektiğini belirtmişlerdir. Binaenaleyh ot, saman, kamış, alelade odun, kömür parçacıkları gibi şeyleri çalmak had cezasını gerektirmez. İslâm hukukçularının mal tanımlarında yaşadıkları dönemin de etkisi vardır. Buna göre on asır önce değer verilmeyen ve doğada kolaylıkla bulunabilen şeyler günümüzde ciddi ticarî faaliyetlerin konusunu teşkil edebilmektedir. Bunun için de kriter örf ve günün insanının sahip olduğu değer anlayışıdır. Ancak bazı mallar da vardır ki, çalınması halinde had cezasının gerekip gerekmediği hususunu belirleyen faktör zamana göre değil, fıkıhçının temel ilkelerine göre belirlenmektedir. Şöyle ki, İmam Ebû Hanîfe mal olma vasfına sahip bulunmayan meyte ve derisi gibi şeyleri veya çok bol oluşu yüzünden kendi döneminde iktisadî bir kıymet taşımayan, insanların ihtiyaç duymadığı nesneleri veya depolanmayan, çabucak bozulabilen, hemen tüketilen meyve ve sebze gibi yaş yiyecekleri, et, ekmek ve benzeri malları, mushafı, dinî kitapları veya ilmî eserleri çalan hırsıza had cezası uygulanmayacağı görüşündedir. Hanefîlerin dışındaki İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre ise, mülkiyete konu teşkil eden herhangi bir mal alım satıma konu olabiliyor, takas yapılıyorsa böyle bir malın çalınması durumunda suç tam olarak gerçekleşmiş demektir. Bu genel kuralın uygulanması hususunda ise onlar da kendi aralarında farklı görüşler öne sürmüşlerdir. İmam Mâlik ve Şâfiî mülkiyete konu olmuş her nevi malın çalınmasında, Hanbelîler de malın değerli veya değersiz oluşuna, asıl itibarıyla mubah olup olmadığına veya çabuk bozulup bozulmadığına bakmaksızın her türlü malın çalınmasında had cezasının uygulanacağı görüşünü benimsemektedirler. Ancak bu mezheplerde de Mushaf, gıda maddesi, su, ot, tuz, buz, toprak, hayvan gübresi, dalındaki meyve, eğlence aletleri gibi malları değişik gerekçelerle bu kuraldan istisna eden fakihler bulunmaktadır. Malın mütekavvim olmasına gelince, bu malın hukuken kullanılması meşrû bir mal olması, alınıp satılmasının yasak olmaması demektir. Binaenaleyh şarap, domuz gibi bir malın çalınması halinde had cezası gerekmemektedir. Çalanın müslüman ya da gayrimüslim olması hükmü değiştirmemektedir. Çünkü bu mallar gayrimüslimlerce mütekavvim ise de müslümanlara göre değildir. Dolayısıyla mutlak surette mütekavvim bir mal sayılmadığından had cezası düşer. Aynı şekilde hür bir çocuğu çalmak had cezasını gerektirmez. Çünkü çocuk bir mal değildir. Burada hemen şu hatırlatmayı yapmakta yarar vardır. Yukarıda ifade edilen şeylerin çalınması her halükârda suçtur ve belli bir cezayı gerektirir. Bu ceza hâkimin takdirine göre bazen el kesmekten daha şiddetli de olabilir. Ancak bizim üzerinde durduğumuz husus haddi gerektirip gerektirmemesiyle ilgilidir. Hanefîlerin ve özellikle İmam Ebû Hanîfe’nin hırsızlıkta haddi düşürme yönündeki yaklaşımlarının temelinde Hz. Peygamberden nakledilen “hadleri şüphelerle düşürün” ve “Hadleri imkan nisbetinde düşürün” hadisleri yatmaktadır. Bu genel prensibin, Ebû Hanîfe’nin fıkıh anlayışının şekillenmesinde bir hayli etkili olduğu görülecektir. Malın menkul oluşuna gelince, hırsızlık fiilinin, bir malın bulunduğu yerden gizlice alınıp götürülmesi, mağdurun mülk ve zilyedliğinden hırsızın zilyedliğine geçmesi şeklinde işlenmesinin tabii sonucu olarak çalınan malın menkul bir mal olması şartı aranır. Suçlunun fiiliyle taşınabilen her mal menkul mal sayılır. Bu sebeple tabiatı icabı menkul olması şart değildir; suçlunun veya başkasının fiiliyle taşınır hale gelmesi yeterlidir. Mesela çatıdan keresteyi, maden ocağından cevheri alıp götürme halinde çalınan mal hırsızın fiiliyle menkul hale gelmiştir. 4. Nisab Miktarında Olması İslam hukukçularının çoğunluğuna göre had cezası uygulayabilmek için çalınan malın belli bir değerde olması gerekmektedir. Hırsızlık nisabı olarak ifade edilen bu değerin tespitinde kriter altın veya gümüştür. Nisab oranını belirlemede Hz. Peygamberden nakledilen “bir kalkan değerinin altında olan mallarda el kesme cezası yoktur” mealindeki hadis etkin konumdadır. İhtilafın sebebi ise Hz. Peygamber zamanında bir kalkana biçilen değerin tam olarak ne kadar olduğu ile ilgilidir. Üç mezhep bu değerin çeyrek dinar ya da üç dirhem olduğu rivayetini kabul etmektedirler. Hanefîler de bu rivayetleri kabul etmekle birlikte kalkanın değeri ile ilgili öne sürülen en yüksek rakamın bir dinar (4.25 gram altın) ya da on dirhem olmasını ihtiyaten kabul etmişlerdir. Özellikle İmam Ebû Hanîfe’nin bu rivayeti kabul etmesinde, yukarıda da ifade ettiğimiz hadleri imkan nisbetinde düşürebilme gayreti yatmaktadır. Değersiz bir şey için insanın çok önemli bir organının kesilmesi ihtimali, Hanefîlerin bu nisbeten yüksek nisabı benimsemelerinde etkili olmuştur. Ayrıca Hanefîler yine Hz. Peygamberden nakledilen “10 dirhemden aşağısında el kesilmez” rivayetini de bir diğer delil olarak kullanmaktadırlar. Hanefîlerin imkân nisbetinde haddi düşürme gayretlerinin bir diğer tezahür şekli de nisap miktarında malın hırzdan bir seferde çıkarılmış olması şartıdır. Binaenaleyh hırsız içeri ilk girişte dokuz dirhem değerinde bir malı hırzdan dışarı çıkarsa, daha sonraki girişlerinde de on dirhem değerinin altında kalan miktarlarda malı çıkarmış olsa, çalınan malların toplam değerinin on dirhemi geçmesinin bir önemi olmayıp asıl olanın bir seferde on dirhem değerinde malın çalınması olduğundan had cezası gerekmemektedir. Görüldüğü gibi şüpheler sanığın lehinde kullanılmaktadır. Ancak tekrar hatırlatmakta yarar vardır ki, haddin gerekmemesi demek eylemin suç olmadığı ve ceza görmeyeceği anlamına gelmemektedir. Birden çok kimsenin tertiplediği bir hırsızlık eyleminde iştirakçilerin her birine en az onar dirhem düşmüyorsa Hanefî ve Şâfiîlere göre bunların hiçbirisine had cezası gerekmemektedir. Mâlikîlere göre iki veya daha fazla hırsız nisab miktarı bir malın çalınmasına katıldığı takdirde bakılır, eğer her bir şahsın malı tek başına taşımaya gücü var da buna rağmen suçu müştereken işlemişlerse hiçbirisine had uygulanmaz. Aksi takdirde, yani malı yerinden çıkarmak için birbirinin yardımına ihtiyaçları bulunursa hepsine ayrı ayrı had cezası uygulanır. Hanbelîlere göre de müştereken yapılan hırsızlıkta çalınan malın toplam miktarı nisabı dolduruyorsa hepsine had cezası uygulanır. Hanefîlerden İmam Muhammed ile İmam Mâlik, Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel, çalınan malın değerinin tespitinde suçun işlendiği zamanın dikkate alınacağı, Hanefî hukukçuların çoğunluğu ise çalınan malın değerinin suçun işlendiği andan cezanın infazına kadar geçen sürede nisab miktarının üzerinde kalması gerektiği görüşündedirler. Şayet çalınan malın değeri düşmüş ise ve düşüşün sebebi tamamen piyasa şartlarından kaynaklanıyorsa mezhepte tercih edilen görüşe göre had cezası gerekmez. Değerin düşmesi bizatihi çalınan malın başına gelen bir durum sebebiyle ise hadde engel teşkil etmez. Hanefîlerin infaz anına kadar geçen süreyi de dikkate almalarının temelinde yatan faktör onlarca genel kabul görmüş olan “el-imdâ mine’l-kadâ” yani “infaz mahkeme kararının bir parçasıdır” genel kuralıdır. Had cezalarında sıklıkla görüleceği üzere, infaza engel bir durumun zuhur etmesi hükmü de etkilemektedir. Hasan el-Basrî, Zâhirîler ve Hâricîler ise hırsızlık suçunun haddi gerektirmesi için belli bir nisabın gerekmediği görüşündedirler. 5. Malın Bir Sahibinin Bulunması Çalınan mal hırsızdan başka birisine ait olmalıdır. Malın belli bir kısmı dahi olsa hırsıza ait bulunduğunda veya böyle bir mülkiyet şüphesi mevcut olduğunda eylem had cezasını gerektirmez. İmam Mâlik’e göre bunun için malın bulunduğu yerden gizlice alındığı an önemlidir. Sonradan malın hırsızın mülkiyetine geçmesi had cezasını engellemez. İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel’e göre ise hırsızlığın devlet makamlarına haber verilmesine ve çalınan malın talep edilmesine kadar mal hırsızın mülkiyetine geçerse hırsızlık suçu tam olarak meydana gelmemiş sayılır. İmam Ebû Yûsuf had cezasına hükmedilinceye kadar, İmam Ebû Hanîfe ve Muhammed ise daha da ileri giderek ceza infaz edilinceye kadar mal hırsızın mülkiyetine geçerse had cezası düşer görüşündedirler. Hiç kimsenin mülkiyetinde olmayan malların gizlice alınması da hırsızlık suçunu oluşturmaz. Keza mülkiyet şüphesi bulunan malların çalınması durumunda da had cezası gerekmemektedir. Babanın çocuğunun malını çalması, devlet hazinesine ait bir malı çalma İmam Ebû Hanîfe, Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel’e göre bu sebeple had cezasını gerektirmez. Zira devlet hazinesinde az da olsa herkesin bir miktar hissesi vardır ki bu da çalınan malda mülkiyet şüphesi doğurur ve had cezası düşer. İmam Mâlik’e göre ise ganimet mallarından çalma nasıl haddi gerektiriyorsa devletin hazinesinden çalmak da had cezasını gerektirmektedir. C. Suçun İspatı Hırsızlık hakkullaha (kamu haklarına) yönelik bir suç olması hasebiyle doğrudan dava konusu olması gerektiği düşünülse bile fıkıh ekolleri bu konuda farklı görüşlere sahiptir. Mâlikî ve bazı Hanbelîlere göre suçun haddi gerektirmesi için suç mağdurunun yani malı çalınan kimsenin davacı olması şart değildir. Hanefîlere göre ise davanın görülebilmesi bir davacının varlığına bağlıdır. Bu davacı, malın bizatihi sahibi olabileceği gibi, mal emanette iken çalınması durumunda emanetçi (mûdâ‘), ödünç olarak birinin elindeyken çalınması halinde ödünç alan kimse (müsteîr), birinin elinde rehin iken çalınması halinde rehin olarak elinde tutan kimse (mürtehin), mudarebe şirketi sebebiyle emekçinin elindeyken çalınmış ise mudarib, birisi tarafından gasp edilmiş halde iken çalınmış ise gaspçı da olabilir. Ancak hırsızdan malı ikinci bir hırsız çalmış ise birinci hırsız ikinciden davacı olamaz. Bu hususta Hanefî imamları arasında ihtilaf yoktur. Ancak bu kimselerin davacı olmasıyla haddi gerekip gerekmeyeceği ihtilaflıdır. İmam Ebû Hanîfe ve İmameyn’e göre bu kimselerin davacı olmalarıyla da had cezası gerekirken, İmam Züfer’e göre davacı oluşları sadece çalınan malın geri alınıp sahibine teslim edilmesi ve bu surette tazminattan kurtulmaları imkânı sağlar. İmam Şâfiî’ye göre ise davanın açılabilmesi için sadece mal sahibinin bulunması gerekmektedir. Diğer şahısların davacı oluşları ne had cezasını gerektirir ne de çalınan malın geri istenmesi imkânını sağlar. Malı çalınan kimse (mesrukun minh) vefat ederse varisleri dava açma hakkına sahip olurlar. Ancak mirasçılardan biri olmasa diğerleri had cezası talebinde bulunamazlar. Yukarıda sözü edilen bu kimselerin varlığına ilaveten suçun bir de ispatı gerekmektedir. İslâm muhakeme hukukunda ispat mükellefiyeti davacıya aittir. Davacı ya beyyine yani şahitler vasıtasıyla ya da suçlunun suçu ikrar etmesiyle davasını ispat edebilir. Yeri geldiğinde detaylı bir şekilde ele alınacağı üzere, İslâm Muhakeme (Usul) hukukunda en başta gelen ispat vasıtası şahitliktir. Dolayısıyla hırsızlık suçu iki âdil, bülûğa ermiş erkek şahidin şehadetiyle ispat edilebilir. Adaletinde şüphe bulunan kimselerin, çocukların, kadınların ve olaya şahit olana şahit olanın (eş-şehâde ale’ş-şehâde) yapacağı şahitlikle hırsızlık suçu için had cezası uygulamaz. İspat vasıtalarından ikincisi de az önce ifade ettiğimiz gibi hırsızlığı bizzat yapan mükellef bir şahsın suçunu itiraf etmesi suretiyle ortaya çıkan ikrardır. İmam Ebû Hanîfe, İmam Muhammed, İmam Mâlik ve İmam Şâfiî’ye göre bir kez ikrar suçun ispatı için yeterlidir. İmam Ebû Yûsuf, İbn Ebî Leyla ve Ahmed b. Hanbel’e göre ise farklı meclislerde iki ayrı kez ikrar gerekmektedir. D. Cezası Hırsızlık suçunun biri bedene diğeri mala yönelik iki türlü cezası vardır. Suçu sabit olan kimsenin sağ eli bilekten kesilir. Mali yönü ise çalınan malın mevcut olması halinde iadesi, telef edilmesi halinde ise tazminidir. Yapmış olduğu hırsızlık sebebiyle sağ eli kesilen kimse daha sonra yine hırsızlık yaparsa sol ayağı eklem yerinden kesilir. Bu ikinci haddin uygulanmasından sonra aynı kimse yine hırsızlık yapacak olursa tövbe edinceye yani bir daha böyle bir suç işlemeyeceği kanaati hâsıl oluncaya kadar hapsedilir. Başka bir uzvun kesilmesi söz konusu değildir. Zira had cezasının amacı suçlunun ıslahıdır. İki uzvunu kaybetmesine rağmen hâlâ hırsızlık yapabilen bir kimsenin diğer elini de kesmek suça ceza vermekten çıkar suçluyu adım adım heder etmeye dönüşür ki, cezanın amacı bu değildir. Nitekim eli kesilen bir kimsenin öylece bırakılmayıp elinin dağlanması suretiyle kanın durmasını sağlama teşebbüsünün altında yatan gerekçe de budur. Bu görüş Hanefîlere ve bir rivayetinde Ahmed b. Hanbel’e aittir. İmam Mâlik, İmam Şâfiî ve bir başka rivayetinde Ahmed b. Hanbel’e göre ise hırsızın önce sağ eli, ikinci kez hırsızlık yaparsa sol ayağı, üçüncü kez hırsızlık yaparsa sol eli, dördüncü kez hırsızlık yaparsa sağ ayağı kesilir. Beşinci kez hırsızlık yaparsa hapse atılır. Bu aşamadan sonra devlet gerekli görürse siyaseten bu kimseye ölüm cezası verilebilir. Zahirîlere göre ise beşinci kez hırsızlık yapan kimse her halükârda öldürülür. Haricîlere göre Kur’an-ı Kerîm’de hırsızlık suçunun cezası için öngörülen el kesme cezasının ifade edildiği âyette geçen (yed) kelimesi omuzdan parmak ucuna kadar olan yer demek olduğundan kolun tamamı kesilmesi gerekmekteyken bazı Tâbiîlere göre elin bütün parmakları kesildiğinde ceza infaz edilmiş sayılmaktadır. Öte yandan Câferîler elin başparmağı hariç diğer parmaklarının kesilmesini yeterli görmektedirler. Had cezası almadan önce hırsızın herhangi bir sebeple zaten sağ eli bulunmasa kendisinden had cezası düşer. Aynı şekilde sol eli bulunmayan veya sol elinin başparmağı ya da diğer iki parmağı olmayan kimsenin sağ eli ya da sol ayağı kesilmez. Aksi halde bu bir ceza değil helak etme demek olur. Hırsızın sağ ayağının parmakları kesilmiş olmasına rağmen ayakta durabiliyor ve yürüyebiliyorsa sağ eli hadden kesilebilir. Cezanın mali boyutuna dönecek olursak, şayet herhangi bir sebeple had cezası uygulanamamışsa hırsız çaldığı malı mutlak surette geri vermek mecburiyetindedir. Şayet mal artık hırsızın elinde aynen mevcut değilse değerini tazminle mükelleftir. Had infaz edilemediği için ayrıca kendisine ta‘zîr cezası verilir. Hırsıza had cezası uygulanmış ise çaldığı mal da hala hırsızda bulunuyorsa yine söz konusu malı sahibine iade etme zorunluluğu vardır. Ancak mal hırsızın elinden çıkmış ya da artık mevcut değilse ayrıca tazmin cezası gerekmemektedir. Çünkü Hanefîlere ve Zeydîlere göre bir hırsızlık suçunda hem el kesilip hem de tazmin cezası verilemez. Nasta belirtilen el kesme cezasının uygulanması hırsızlık suçunun cezası için yeterlidir. İmam Mâlik’e ve bazı Tâbiîn’e göre had cezası gereği eli kesilen bir hırsız mal elinde ise iade etmek zorundadır. Mal elinden çıkmış ise hırsızın ekonomik gücüne göre hüküm değişir. Hali vakti yerinde ise malı tazmin eder, değilse tazmin mükellefiyeti düşer. İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel’e ve Ca‘ferîlere göre ise hırsız her durumda malı tazminle mükelleftir. Zira hırsızlık suçunda hem Allah hakkı hem de kul hakkı ihlal edilmiştir. Allah hakkı had cezasıyla, kul hakkı ise tazmin cezasıyla ödenmiş olur. Hanbelîlere göre ayrıca hırsız, suçu işleme sırasında hırzı tahrip etmişse onu da tamir ettirmekle mükelleftir. Gerek mahkeme gerekse infaz masraflarını da hırsız ödemek zorundadır. II. EŞKIYALIK (Kat‘u’t-Tarîk / Hırâbe) A. Tanımı Ülkemizde genellikle eşkıyalık olarak ifade edilen, yol kesicilik olarak da tercüme edilen eylem, İslâm ülkesinde müslümanların veya zimmîlerin mallarını ellerinden güç kullanarak zorla ve alenen almak, onları ölümle tehdit etmek, halkı korkutmak için bir ya da birden çok kimsenin yolları tutmasıdır. Buna kat‘u’t-tarîk denildiği gibi hırâbe de denmektedir. Bu suçu işleyen kimselere de dilimizde eşkıya, harâmî veya haydut adı verilmektedir. Yolcuların mallarını gizlice aşırıp kaçan, mesela kafilelerin arkasını takip eden ve fırsat bulunca onların gafletinden yararlanarak mallarını çalan kimsenin yaptığı eylem normal hırsızlık (sirkat-i suğra) olup kat‘ı tarîk olarak değerlendirilmemektedir. B. Unsurları Kur’ân-ı Kerîm’de bu suçu işleyen kimselerin Allah ve Rasûlüne savaş açmış kimseler olarak ifade edilmesi ( Mâide, 5 /33), cezalarının da oldukça şiddetli ve detaylı olması sebebiyle İslâm hukukçuları suçun oluşumu için birçok şart öne sürmüşlerdir. Suçun unsurları olarak ifade ettiğimiz bu hususları şu şekilde özetlemek mümkündür. 1. Suçlunun Cezaî Ehliyetinin Tam Olması Suçu işlemiş olan kimse ya da kimselerin âkil, bâliğ ve konuşabilen (nâtık) kimseler olması gerekmektedir. Suçu işleyenler arasında bir çocuğun, delinin ya da dilsizin bulunması halinde İmam Ebu Hanîfe ve Muhammed’e göre hiçbirisine had cezası gerekmeyip işledikleri suçlara göre mali cezalar ve adam öldürme ya da yaralama söz konusu ise kısas cezası gerekir. İmam Ebû Yûsuf’a göre ise suçu bizzat ehliyetsiz kimseler işlemiş ise had düşer, ancak başkaları işlemiş ve söz konusu kimseler sadece iştirakçi olmuşlar ise ehliyeti tam olanlara had cezası gerekir. İslâm hukukçuları eşkıyalık suçuna had cezası uygulanabilmesi için faillerin müslüman ya da zimmî olmaları gerektiğini ifade etmişlerdir. İslâm ülkesinde geçici bir süre izinli olarak bulunan müste’menlerin bu tür bir eylemi ise İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre eşkıyalık olarak kabul edilmemektedir. Ancak bu kimselerin öldürme, hırsızlık veya gasp gibi şahıs ve mal aleyhine bir suç işlemeleri halinde söz konusu suçlar için öngörülen cezaları çekeceklerdir. Başta İmam Ebû Yûsuf olmak üzere diğer bazı İslâm hukukçularına göre ise müste’menlere de had cezası uygulanır. İmam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre eşkıyalık suçu işleyen kimseler erkek olmalıdır. Dolayısıyla gerek kadınların oluşturduğu bir çetenin, gerekse kadınlı erkekli bir çetenin yapmış olduğu eşkıyalık had cezasını gerektirmemektedir. Zira kadınlara haddin uygulanamaması erkekler için de şüpheye sebep olduğundan onların had cezaları da düşmektedir. Mezhepte zahiru’r-rivaye bu olmakla birlikte gerek İmam Ebû Yûsuf’a gerekse Tarafeyne isnat edilen diğer görüşe göre ise kadınların suça karışmış olmaları erkeklere had cezası uygulanmasına engel teşkil etmemektedir. Diğer üç mezhebe ve İmam Tahavî’ye göre ise haddin gerekmesi bakımından kadın erkek ayırımı söz konusu değildir. 2. Eylemin Şiddet Kullanmak Suretiyle ve Alenen Meydana Gelmesi Büyük hırsızlık diye ifade edilen eşkıyalığı küçüğünden ayıran temel farklardan biri şiddet kullanmak suretiyle eylemin gerçekleştirilmesidir. Şiddetin kullanılması fiilin alenen yapılması anlamına da gelmektedir. Başta İmam Ebû Hanîfe olmak üzere bazı İslâm hukukçularına göre eşkıyalık suçundan bahsedebilmek için eylemin silah kullanmak suretiyle gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Ancak Ebû Hanîfe silah tabiriyle örfen silah denilen kesici ve delici aletleri kastederken, İslâm hukukçularının çoğu kullanılan aletin suç mağdurlarını zorlayıcı ve baskı altına alıcı olması özelliğinin bulunmasını yeterli görüp taş, sopa, kırbaç, tahta parçası, yumruk ve benzerinin kullanılması halinde de suçun oluşabileceği görüşündedirler. İmam Ebû Yûsuf ise şehir içinde gündüz işlenen eylemin eşkıyalık sayılması için örfî anlamda silah kullanılmasının şart olduğunu, fakat gece veya şehir dışındaki eylemlerde bu şartın gerekmediğini belirterek, kullanılan aletin tehdit ve baskı unsuru taşımasını yeterli görmektedir. Eylemin alenen değil gizlice, hile yoluyla işlenmesi de Mâlikîler’e ve bazı Hanbelîlere göre karşı durulması ve korunması mümkün olmadığı için eşkıyalık sayılmalıdır. Buna bağlı olarak toplumun önemli şahsiyetlerine karşı girişilen suikast ve saldırılar, gerek kamu düzenini ihlal etmesi gerekse gizli ve önlenemez bir nitelik taşıması sebebiyle bir nevi baskı ve zorbalık unsuru içerdiği için eşkıyalık kapsamı içinde düşünülür. Yine Mâlikî ve Zahirîlere göre ırza tecavüz de eşkıyalık kapsamında değerlendirilmektedir. 3. Eylemin Şehir Dışında Gerçekleştirilmesi Suçun teşekkülünde önemli olan unsurlardan biri de saldırının gerçekleştiği mahaldir. İmam Ebû Hanîfe, Süfyan es-Sevrî, İshak b. Râhûye, Ahmed b. Hanbel ve Zeydîler eşkıyalık suçunun ancak şehir, kasaba ve köy gibi meskûn mahallerin dışında işlenebileceğini, şehir içinde işlenen benzerî suçların ise hırsızlık, gasp ve ihtilas gibi adlarla anılıp ona göre işlem yapılacağını belirtmişlerdir. Bu gruba göre imdat dileyene devletin kolluk kuvvetlerinin yetişmesinin söz konusu olmadığı yerlerde eşkıyalık suçu işlenebilir. İmam Ebû Yûsuf, İmam Mâlik, İmam Şâfiî, Leys b. Sa‘d, Evzâî, İbn Hazm ve İmamiyye Şia’sına göre ise şehirde yapılan zorbalık, baskın ve yağmanın da suç mağdurlarının benzerî bir imkânsızlık içinde bulunması durumunda eşkıyalık sayılması gerekmektedir. Hatta şehirdeki eşkıyalığı kamu düzenini ihlal yönünden daha ağır bir suç sayanlar da vardır. Halkın teamülünde bir değişim meydana geldiğini ifade eden Hanefî hukukçular, İmam Ebû Hanîfe’nin yaşadığı dönemdeki şehir içinde silah taşıma alışkanlığının terk edildiğini bu sebeple mezhepte tercih edilen görüşün İmam Ebû Yûsuf’un görüşü olduğunu öne sürmektedirler. 4. Yolları Kesilen Kimselerin Ülke Vatandaşı Olması Eşkıyalık eylemine maruz kalanların ülke vatandaşı olması demek ya müslüman ya da zimmî olmaları anlamına gelmektedir. Eşkıyalık eylemine maruz kalanlar İslâm ülkesine geçici izin ile gelmiş kimseler (müste’min) ise eylemin cezası had olmaz. Bu hüküm onlara karşı işlenenin suçun cezasız kalacağı anlamına gelmemektedir. Ancak haddi düşüren şüpheler bulunduğu için suç hakkullah’ın ihlali kapsamında değerlendirilmez. Çünkü bu kimseler aslında kendi ülkelerinde harbî statüsündedirler. İslâm ülkesine geldikleri için geçici bir emanla malları dokunulmaz hale gelmiştir. Binaenaleyh eşkıyalar tarafından alınan malları kendilerine aynen ya da misli ise misliyle, kıyemî ise kıymeti ödenmek suretiyle mağduriyetleri giderilir. Canlarına yönelik bir saldırı olmuş ise diyetleri ödenir. Ayrıca böyle bir suçu işleyen kimseler, ülke güvenliğine halel getirdikleri için, müslümanların bu kimselere verdikleri emânı ihlal ettikleri için hapis ve diğer ta‘zîr cezalarıyla cezalandırılırlar. 5. Mağdurların Mal Üzerindeki Haklarının Meşrû Olması Suç mağdurlarının ellerinde bulunan mallar ya kendilerinin olmalıdır veya ödünç alınmış, emanet alınmış ya da gasp vesilesiyle tazminle mükellef bulundukları türden olmalıdır. Aksi durumda eşkıyanın aldığı mal sebebiyle had cezası gerekmemektedir. Bu şart eşkıyalığın oluşumu için değil, eylemin mala karşı işlenen gasp ve yağma suçunu içermesi açısından aranır. Bu sebeple de gasp ve hırsızlık yoluyla ele geçirilen malın ikinci bir yağmaya maruz kalması halinde bu ikinci eylem, malın hukukî dokunulmazlığı bulunmadığından yağma suçu sayılmamıştır. 6. Çalınan Malın Mütekavvim Ve Belli Bir Değerde Olması Eşkıyanın tasallutuna maruz kalan mallar mütekavvim, üzerinde başkalarının ya da bizatihi eşkıyanın alma hakkının bulunmadığı ve hırz altında olan mallardan olması gerekmektedir. Dolayısıyla meyte gibi mütekavvim olmayan, ülkeye kaçak yollardan girmiş gayrimüslim bir yabancıya (harbî) ait olan, içinde eşkıyanın kendisine veya oğluna ait bir mal bulunan, alınmasına örfen izin verilen ya da kırsal bölgede sahipsiz bırakılan bir malı eşkıyanın ele geçirmesi had cezasını gerektirmez. Ancak bu malların, mevcut ise aynen tüketilmiş ise bedelinin sahiplerine iade edilmesi gerekmektedir. Eşkıya tarafından alınan malın değeri hırsızlıkta olduğu gibi nisab miktarınca olmalıdır. Hanefîlerden Hasan b. Ziyad’a göre eşkıyalıkta nisab basit hırsızlığın iki katı yani yirmi dirhemdir. Çünkü eşkıyalıkta mal almanın cezası hem sağ elin hem de sol ayağın kesilmesi olduğundan nisabın da iki kat olması gerekmektedir. Şâfîi ve Hanbelîler de nisab şartını ararken, mâlikîler eşkıyalık suçunda nisabı şart koşmamışlardır. Sözünü ettiğimiz bu iki şart suçun oluşması için değil, ağırlaştırıcı sebep konumundaki yağma unsurunun gerçekleşip suçluya daha ağır bir cezanın uygulanabilmesi için aranmaktadır. Çünkü eşkıyalık suçunun içinde yer alıp onu ağırlaştıran alt suçların bulunmaması halinde suç sadece asli özelliği olan kamu düzenine ve yol emniyetine karşı işlenmiş bir eylem seviyesinde kalır. C. İspatı Eşkıyalık suçu ya âdil iki erkeğin şahitliği ile ya da suçluların ikrarı ile sabit olur. İmam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre bir kez ikrar yeterlidir. İmam Ebû Yûsuf ve Ahmed b. Hanbel’e göre ise ikrarın iki kere olması gerekmektedir. D. Cezası Eşkıyalık suçunu konu edinen âyette Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Allah ve Rasûlü ile muharebe eden, (yol kesmek suretiyle) yeryüzünde fesada koşan kimselerin cezaları, ancak öldürülmeleri veya asılmaları veya el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi veya yeryüzünden sürülmeleridir. Bu ceza onlar için dünyada rüsvalıktır. Onlar için âhirette büyük bir azap vardır. Yakalanmadan tövbe etmeleri müstesna. Biliniz ki Allah gafûr ve rahîmdir (Mâide, 5/33). Âyet-i Kerîme’den de anlaşıldığı gibi eşkıyalık suçu bünyesinde dört ayrı suç barındırabilmektedir ki, bunların bazıları cana, bazıları mala, bazıları ise her ikisine yönelik olmaktadır. Buna göre 1) Yolcuları sadece korkutmakla sınırlı kalır. 2) Yolcuların yalnızca malları alınmak suretiyle meydana gelir. 3) Yolcuları yalnızca öldürmek suretiyle olur. 4) Yolcuların hem mallarının alınması hem de öldürülmeleri suretiyle olur. Yolcuların sadece korkutulması ve bu surette kamu güvenliğinin ihlal edilmesinin cezası ta‘zîr suretiyle darp ve ölünceye ya da ıslah olduğuna kanaat hâsıl oluncaya kadar nefyetmektir. Âyette geçen yeryüzünden nefyin anlamı bazı İslâm hukukçularına göre bir başka beldeye sürgün, bazılarına göre ise suçluyu hapsetme anlamına gelmektedir. Hanefîler nefye hapis cezası anlamı vermektedirler. Yolcuların mallarını soymak için eylem düzenlemiş olan kimselerin cezası sağ el ve sol ayağın eklem yerlerinden kesilmesidir. Sol eli bulunmayan ya da sol elinden iki parmak veya başparmağı olmayan kimselerin sağ elleri, sağ ayağı kesik ya da topal olan kimselerin sol ayakları kesilmez. Bedene yönelik bu cezaya ilaveten elde etmiş oldukları malları da mevcut ise iade etmek zorundadırlar. Ancak bir şekilde ellerinden çıkmış olan mallar için had cezasına ilaveten ayrıca bir tazmin gerekmemektedir. Yolcuları yalnız öldürmek suretiyle yol kesicilik yapanların cezası öldürülmektir. Yolculardan sadece birini bile öldürmüş olsalar had cezasının gereği olarak hepsi öldürülür. Bu suçu işleyen kimselerin amacı siyasi olmasa gerektir. Aksi halde soygun amaçlı olmayan sadece halk arasında korku ve panik çıkarmak suretiyle devletin zafiyetini ortaya koymak adına yapılan bu eylemler eşkıyalıktan ziyade teröristliktir. Ancak biz devlete karşı silahlı isyan anlamına gelen bağyi daha sonra ele alacağız. Yolcuların hem mallarını almak hem de kendilerini öldürmek suretiyle eşkıyalık yapanların cezaları hususunda mülkî otorite serbesttir. Dilerse bu kimselerin önce el ve ayaklarını çaprazlama keser, sonra da onları öldürür veya asar (salb). Dilerse sadece öldürüp asar ya da sadece öldürür veya sadece asar. Bu görüşİmam Ebû Hanîfe’ye aittir. İmameyn’e göre ise el ve ayaklarını kesme hakkı yoktur. Sadece had cezasının gereği olarak öldürülür. Çünkü ortada en şiddetlisinden de olsa bir tek eşkıyalık suçu vardır ve bir suçun sadece bir cezası olur. Bazı detaylarda farkı görüşler olmakla birlikte Şâfiî ve Hanbelîler de Hanefîlerle aynı kanaati tasnif için ıve cezalarıf harfinin suçlarıat . . makta, suçu düzenleyen âyette geçenşpayla kullanıldığını, mülkî otoritenin suçlara verilecek cezalar karşısında takdir hakkının geniş olmadığını kabul etmektedirler. Mâlikî ve Zâhirîlere göre ise suçluların durumuna göre bu dört türlü cezadan birini seçme konusunda mülkî otoriteye daha geniş bir takdir ve seçme hakkı tanınmıştır. III. ZİNA A. Tanımı Aralarında meşrû bir akit bulunmayan iki kimsenin kendi istekleriyle yaptıkları cinsel ilişkiye zina denir. Bu tanım kapsamına giren her türlü cinsel ilişki haramdır. Ancak bu haram olan cinsel ilişkilerin bazısı had cezasını gerektirmekte bazısı ise İslâm hukukçularının farklı görüşlerine istinaden haddin dışında fakat kimi zaman hadden de şiddetli kimi zaman ise daha hafif cezalarla cezalandırılmaktadır. Buna göre haddi gerektiren zinayı şu şekilde tanımlamak mümkündür: İslam ülkesinde yaşayan mükellef bir erkeğin, aralarında nikâh akdi ya da akit şüphesi bulunmayan, kendisine cinsel arzu duyulan (müştehat) bir kadınla kendi istek ve arzularıyla cinsel ilişkide bulunmasıdır. Tanımdan da anlaşıldığı gibi, mükellef olmayan kimse ya da kimselerin cinsel temasları, tarafların irade dışı yaptıkları (biri veya her ikisinin mükreh oluşu) cinsel ilişkilerde mükellef olmayan taraf ile cinsel ilişkiye cebren mecbur bırakılan kimseler had cezası ile cezalandırılmamaktadırlar. Şahitsiz olarak akdedilen nikâhlara istinaden yapılan cinsel ilişkiler, üç talakla boşandıktan sonra iddet içinde helaldir düşüncesiyle yapılan cinsel ilişkiler şüphe sebebiyle had cezalarının düştüğü ama faillerde şiddetli ta‘zîr cezalarının verildiği haram birlikteliklerdir. Aralarında nikâh akdi veya şüphesi bulunmayan erkek ve kadının cinsel organlarını dühûl (îlâc) olmaksızın birbirine temas ettirmeleri haddi gerektirmese de şiddetli ta‘zîri gerektirmektedir. Aynı ceza küçük çocuklarla cinsel yakınlaşmada bulunan kadınlar ile hayvanlarla cinsel ilişkiye giren kadınlar için de söz konusudur. Hayız, nifas, itikâf ve ihram sebebiyle cinsel ilişkilerin yasak olduğu dönemlerde meydana gelen birliktelikler haram olmakla birlikte had cezasını gerektirmemektedir. B. Unsurları 1. Zina Eden Kimselerin Akıllı ve Ergen Olmaları Zina eden taraflara had cezası uygulayabilmek için her ikisinin de akıllı ve bülûğa ermiş olması gerekmektedir. Buna göre âkil ve bâliğ olmayanlar arasında meydana gelecek olacak cinsel temas had cezasını gerektirmediği gibi bunaklar (matuh) arasında meydana gelen zina da had cezasını gerektirmemektedir. Akıllı ve bülûğa ermiş bir erkek, bir çocuk ya da akıl hastası ile zina ederse yalnız erkeğe had cezası gerekir. Aksi durumda yani kadının âkile ve bâliğa olmasına rağmen erkek çocuk ya da akıl hastası olursa İmam Ebû Hanîfe ve İmameyn’e göre her ikisine de had cezası gerekmemektedir. Çünkü zina fiilinde aktif durumda olan erkek olduğundan bu tür bir cinsel temas tam olarak zina olarak değerlendirilemez. İmam Züfer, İmam Şâfiî ve İmam Ebû Yûsuf’tan bir rivayete göre ise kadına had cezası uygulanır. Çünkü mükelleftir ve zina fiiline rıza göstermiştir. İmam Mâlik’e göre de aklî dengesi yerinde olmayan bir kadınla, cinsel ilişkinin âdeten mümkün olabildiği küçük çocukla cinsel ilişki haddi gerektirmektedir. 2. Tarafların Hür İradeleriyle Zina Fiilinde Bulunmaları Taraflardan herhangi birinin tam (mülci) ikrah ile zinaya zorlanması mükreh hakkında haddin düşmesini gerektirmektedir. Ancak İmam Mâlik’e göre mükreh erkeğin iradesi olmadan cinsel ilişkinin meydana gelmesi söz konusu olmayacağından mezhepte güçlü olan görüşe göre erkeğe had cezası gerekmektedir. 3. Zina Eden Taraflar Arasında Evlilik Şüphesinin Bulunmaması Bir kimse bain talakla boşadığı kadınla iddeti içinde, meşrûdur düşüncesiyle, cinsel ilişkide bulunsa bu şüphe had cezasını düşürür. Bir erkeğin görmeden evlendiği kadınla zifafa girdiğini düşünürken, kendisinin kandırılması sebebiyle bir başka kadınla, zevcesidir düşüncesiyle cinsel ilişkide bulunması erkek hakkında had cezasını düşürmektedir. Böyle bir durumda, birlikte olduğu kadına mehir vermesi gerekmektedir. Haddi düşüren şüphenin bir delile dayanması gerekmektedir. Meşru olmayan gerekçeler had cezasına engel teşkil etmemektedir. Dolayısıyla yabancı bir kadınla cinsel ilişkide bulunan bir erkeğin “ben onu eşim sandım, ona benzettim” şeklindeki ifadeleri muteber değildir. İmam Ebû Hanîfe’ye göre bir kimse, kendisine nikâhı nesep veya süt akrabalığı veya sıhrî yakınlık sebebiyle haram olan bir kadınla evlenip cinsel ilişkide bulunsa, kendisine had cezası gerekmemektedir. Çünkü şer’an bâtıl da olsa şeklen bir nikâhın mevcudiyeti şüpheye sebep olmakta bu şüphe de had cezasını düşürmektedir. İmameyn’e göre ise kendisine mahrem olan kimselerden birisiyle veya bir başkasının nikâhlı karısıyla ya da kendisine ebediyen haram olan bir kadınla bilerek evlenen ve cinsel ilişkide bulunan kimselere had cezası gerekmektedir. Zira yapılan bu fiil her hâlükarda zinadır. Mezhepte fetva da İmameyn’in görüşüne göredir. İmam Mâlik’e ve İmam Şâfiî’ye göre nikâhtaki şüphe had cezasına engel değildir. Dolayısıyla ebediyen kendisine haram olan bir kadınla yapılan nikâh akdine istinaden meydana gelen cinsel ilişki had cezasını gerektirir. Aynı şekilde bile bile başkasının zevcesiyle nikâh yapıp zifafa giren, iddeti bitmedi diye üç talâkla boşadığı eşiyle cinsel ilişkide bulunan kimseler hakkında da had cezası gerekmektedir. 4. Zina Fiilinin Yaşayan Bir Kadın ile Erkek Arasında Meydana Gelmiş Bulunması Zinanın had cezasını gerektirmesi için bir erkeğin yaşayan bir kadınla cinsel ilişkide bulunması gerekmektedir. Bir erkeğin ölü bir kadınla cinsel ilişki kurması haddi değil, ta‘zîr cezasını gerektirmektedir. Normal şartlarda ölü birisine böyle bir arzu duyulmamasına rağmen, bir kimsenin böyle bir teşebbüste bulunması hem yapanın aklî dengesinde sorun olduğunu gösterir hem de bu fiilin normal bir zina olamayacağını ortaya koyar. Ancak sıklıkla belirttiğimiz gibi haddin gerekmemesi yapılan fiilin cezasız kalacağı ya da had cezasından daha hafif bir ceza göreceği anlamına gelmemektedir. Nitekim hayvanlarla cinsel ilişkiler kuran kadın olsun erkek olsun aynı şekilde ta‘zîr cezasıyla cezalandırılır. Had cezası bu tür anormal davranışlar için konmuş cezalar değildir. Bu tür insanlık dışı davranışlar sergileyen kimseler için ağır ta‘zîr cezaları öngörülmekte, bazı İslâm hukukçuları bu kimselerin kılıç ile katledilmeleri gerektiğine hükmetmektedirler. Kendisiyle ilişki kurulan hayvan ise öldürülür ve ne ölüsünden ne de dirisinden istifade edilir. Böyle davranılmasının sebebi, olayın örtbas edilmesi, söz konusu şahsın veya hayvan sahibinin sürekli taciz edilmemesi, ayıplanmamasına istinadendir. İmam Mâlik’e göre bir kimsenin, kendi eşi olmayan ölü bir kadınla cinsel ilişkide bulunması had cezasını gerektirmektedir. 5. Zina Fiilinin Üreme Organları Yoluyla Yapılmış Olması Erkekle kadın arasındaki zina fiilinin ters ilişki suretinde meydana gelmesi İmam Ebû Hanîfe’ye göre en şiddetli ta‘zîr cezasını gerektirse de haddi gerektirmemektedir. Çünkü yapılan kötü fiil hakkında belirli bir had cezası yoktur. Ancak mülkî otorite (devlet başkanı, veliyyü’l-emr, vb.) gerekli gördüğü durumlarda siyaseten katl cezası verebilir. İmameyn’e ve diğer üç mezhep imamına göre ise aralarında nikâh olmayan kimselerin ters ilişkileri de zinadır ve had cezasını gerektirmektedir. Bu çirkin işte edilgen durumunda olan kimse mükreh ve mükellef olmayan birisi ise ceza gerekmez. Aksi durumda ona da değnek cezası (celd) verilir ve bir başka beldeye sürülür. Bu cezayı almasında muhsan olup olmaması ya da kadın veya erkek olmasında bir fark yoktur. Kendi eşiyle böyle ters ilişkide bulunan kimsenin şiddetli bir tazir cezasıyla cezalandırılması hususunda İslâm hukukçuları hemfikirdir. Bu çirkin davranışı mutat hale getiren kimse hakkında hapis, darp veya katl suretiyle ceza tayini mülkî otoriteye aittir. C. İspatı Zina suçu diğer hadlerde olduğu gibi beyyine (şahitler) ve ikrar ile sabit olur. Hâkimin şahsî bilgisi tek başına delil olamaz. Zina suçunun beyyine ile ispatı, mahkemede hâkimin huzurunda toplanan mükellef, hür, âdil, gözlerin gören dört erkeğin zinanın meydana geldiğini gözleriyle açıkça gördüklerine şahitlik etmelerinden ibarettir. Bu şartlara uygun olarak şahitlik tamamlanınca hâkim, zinanın mahiyetini, nerede ve ne zaman, kiminle yapıldığını sorar. Zina suçunun ispatında kadınların erkeklerle birlikte şahadette bulunmaları ve şahide şahitlik etmek (şehade ale’ş-şehade) geçerli değildir. Zina hususunda bir erkeğin karısı aleyhinde şahitlikte bulunması muteberdir. Ancak daha önce karısına zina iftirasında bulunmuş biri olmamalıdır. Zinaya şahadet edenler zina eden kadın, zinanın yeri veya zamanı hakkında ihtilaf etseler şahitlikleri batıl olur. Ancak kendilerine iftira (kazf) haddi gerekmez. Çünkü aslen zinanın vukûunda hemfikirdirler. Dört şahitten ikisi kadının zinaya rızasıyla iştirak ettiğini, diğer ikisi ise mükreh olduğunu iddia etseler İmam Ebû Hanîfe’ye göre had cezası gerekmez. İmameyn’e göre ise sadece erkeğe had cezası gerekir. Zina suçunun ikrarla ispatı için zina eden kimsenin mahkeme ortamında, hâkim huzurunda dört ayrı mecliste zina ettiğini itiraf etmesi gerekir. Dolayısıyla tek bir ikrar ya da aynı mecliste peş peşe dört kez ikrar ile zina haddi gerekmemektedir. Hâkim, pişmanlık duygusuyla itirafta bulunan kimsenin ilk üç ikrarını dinlemekle birlikte itibar göstermez. Dördüncü kez gelip itirafını yineleyince ona zinanın ne olduğunu, kiminle olduğunu, nerede ve nasıl olduğunu sorar. Gayrimeşru ilişkide bulunduğunu itiraf eden kişinin fiilinin haddi gerektirecek şekilde meydana geldiği anlaşılınca hâkim: “Belki aranızda bir nikâh vardı” veya “Bu olay bir şüpheden kaynaklanarak meydana gelmiş olmasın” ya da “Rüya görmüş olmayasın” gibi bazı telkinlerde bulunur ki, buna “telkîn-i rücû” denir. Bu telkindeki hikmet oldukça müstehcen bir hadisenin kesinlik kazanmaması, bu yüzden birçok kimsenin ebediyen utanılacak bir duruma düşmemesi, fahiş bir hareketin halk arasında şüyuuna meydan verilmemesi gibi mülahazalardır. Bir kimse, bir kadınla zina ettiğini o kadının gıyabında ikrar etse kendisine had cezası uygulanır. Söz konusu kadının mahkemede hazır bulunmasına gerek yoktur. Haddin icrasından sonra kadın gelip aralarında nikâh bağı bulunduğunu ve mehrini istediğini belirtse buna itibar edilmez. Çünkü bu iddia ile hâkimin hükmü iptal edilmez. Hâkim zinaya hükmetmiştir, zina ise mehri icab etmez. Aynı şekilde bir kadın mahkemeye gelip bir erkekle zina ettiğini ikrar etse, erkeğin mevcudiyeti şart olmaksızın kadına had cezası uygulanır. Burada hemen şunu ifade etmek gerekmektedir. Yerinde de görüleceği üzere ikrar bir huccet-i kâsıradır yani sonucu sadece ikrar edeni bağlar, karşı tarafı bağlamaz. Dolayısıyla burada da sadece itiraf eden taraflara had cezası uygulanır. Ancak bu genel hükmün şöyle bir istisnası vardır. Bir şahıs mahkeme, bir kadının huzurunda onunla zina ettiğini ikrar etse de kadın bunu inkâr edip şahsı tanımadığını ifade etse, o şahıs hakkında had cezası uygulanmaz. Çünkü zina hadisesi mahalsiz mümkün değildir. Kadının inkârıyla mahalliyet ortadan kalkmış ve bu surette kadının zina şaibesinden kurtulması da temin edilmiştir. Bu görüşİmam Ebû Hanîfe’ye göredir. İmameyn’e göre ise itirafta bulunan kimseye had cezası uygulanır. Çünkü zina suçu iki taraftan her birine müstakil olarak ait olan bir fiildir. Herkesin fiili kendi ikrarıyla sabit olacağından, diğer tarafın inkârı söz konusu ikrarı etkilemez. Kocası olmayan bir kadının hamileliği hakkında haddi gerektirmediği gibi kimden hamile kaldığı da kendisine sorulmaz. Çünkü böyle bir soru kötü bir eylemin herkesçe duyulmasına sebep olur ki, bu İslâm’da yasaklanmıştır. Ancak İmam Mâlik’e göre hamileliğin ortaya çıkışı ile de zina suçu sabit olmaktadır. Yani evli olmayan ya da herhangi bir şekilde evlilikle bağlantısı olmayan, yaşadığı beldede yabancı olmayıp mukîm olan kadın çocuk doğurursa, bununla zina sabit olur ve kadına had cezası gerekir. Bir karine bulunmadıkça gasp, ikrar veya şüphe iddiası kabul olunmaz. D. Cezası Şartları mevcut bulunan bir zina suçunun cezası muhsan ve muhsane olanlar için recm (taşlanarak öldürülme), diğerleri için celdedir (değnekle dövme) ki yüz sopadan ibarettir. Burada ihsan kavramını kısaca açıklamak gerekmektedir. İhsan terim olarak, had cezası icra edebilmek için mevcudiyeti şer‘an gerekli olan bazı niteliklerin bir kimsede toplanmasıdır ki, ihsan-ı kazf ile ihsân-ı recm kısımlarına ayrılmaktadır. İhsan-ı kazf, yerinde de görüleceği gibi, bir kimsede akıl, bülûğ, hürriyet, İslâm ve zinadan iffet niteliklerinin bulunması ile meydana gelir. İhsan-ı recm ise bir kimsede şu yedi özelliğin bir araya gelmesiyle gerçekleşir: Akıl, bülûğ, hürriyet, İslâm, sahih bir nikâhla evlenmiş olmak, evli bulunduğu eşinin de aynı özelliklere sahip olması ve bu özellikler bulunduktan sonra aralarında fiilen karıkocalık ilişkinin meydana gelmiş olması. Bu özelliklere sahip olan erkeğe muhsan, kadına da muhsane denir. İhsan vasfının bekası için evliliğin devam ediyor olması şart değildir. Binaenaleyh, ömründe bir kez evlenip ve zifafa girdikten sonra dul kalan bir kimse de muhsandır. Bazı İslâm hukukçuları yukarıda saymış olduğumuz yedi şarttan “Müslüman olmak” şartını öngörmemektedirler. Diğer niteliklere sahip bir zimmî ya da zimmîye de o hukukçulara göre muhsandır ve zina cezasını ona göre almış olur. Muhsan olan kimselerin zina yapmaları durumunda recm cezası ile cezalandırılacakları hususunda ehlisünnetin dört mezhebi de müttefiktir. Hatta meşhur Hanefî hukukçu Kemaleddîn İbnü’l-Hümam: “Muhsan kimselerin recm edileceği gerçeği, Hâtem et-Tâî’nin cömertliği ile Hz. Ali’nin kahramanlığı kadar inkârı kabil olmayan bir gerçektir” demektedir. Ancak bazı şii ekoller recm cezasını kabul etmemekte, cezayı celd ile sınırlandırmaktadırlar. Çalışmamız bir ders kitabı olduğundan detay tartışmaları görmek için fıkıh kitaplarının ilgili bölümlerine müracaatı önermekle yetiniyoruz. IV. ZİNA İFTİRASI (KAZF) A. Tanımı İffetli kişilerin şeref ve haysiyetlerinin koruma altına alınması maksadıyla had cezasını gerektiren suçlar arasına giren ve zina iftirası olarak ifade ettiğimiz kazf kelimesinin sözlük anlamı mutlak surette “bir şeyi atmak” olup, fıkıh ıstılahındaki karşılığı “iffetsizlik isnat etmek ya da hakaret etmek niyetiyle muhsan olan bir kimseye zina ithamında bulunmak veya nesebini reddetmek” demektir. B. Unsurları 1. Zina İsnadı Zina isnadı bir kimsenin açıkça ya da açıkça sayılabilecek tarzda başka bir kimse aleyhinde zina isnadında bulunması veya başka bir kimsenin sahih olarak bilinen nesebini reddetmesi şeklinde olur. Kinaye ile tariz ile dilsiz kimsenin işaretiyle meydana gelen iftiralar şüpheli olduklarından had cezasını gerektirmezler. Açıkça zina isnadı “falan kişi zanidir” şeklinde, açık sayılabilecek tarzda isnat ise bir kimseye babası olan kişi için “o senin baban değil” demek suretiyle meydana gelir. Yazı ile kazfin haddi gerektirip gerektirmeyeceği ihtilaflıdır. Çağdaş bazı yazarlar, yazıyla yapılan iftiraların fukaha tarafından geçersiz sayılmasının, yazının o dönemlerde taşıdığı ispat güçlüğünden kaynaklandığını belirtseler de teknolojinin hem olumlu hem de olumsuz yönden gelişmesi fukahanın tereddütlerinin bugün de geçerliliğini koruduğunu düşündürmektedir. Bir kimseye homoseksüellik (lûtîlik) isnadında bulunmak İmam Ebû Hanîfe’ye ve Zahirîlere göre kazf sayılmazken, İmameyn ve diğer mezhep imamlarına göre kazf sayılmakta ve had cezasını gerektirmektedir. Kazf suçunun kapsamını en geniş tutan Mâlikîlerdir. Kazfe mahsus ifadeleri sarih ve tariz diye ikiye ayıran Mâlikîler’de kuvvetli olan görüşe göre tarizler de had cezasını gerektirmektedir. Dolayısıyla bir kimse karşısındakine kinayeli olarak “ben zanî değilim” dese bu ifade kazf kapsamında değerlendirilir. Bir kimseye fâsık, fâcir, kâfir, Yahudi, faizci, hınzır, eşek, köpek, eşek veya köpek oğlu, fâsıkanın çocuğu, fâcirenin çocuğu diye hitap edilmesi, söyleyen hakkında tazir cezasını gerektirir. Fâhişenin çocuğu ifadesi ise doğrudan kazf sayılıp haddi gerektirir. 2. İthama Maruz Kalan Kimsenin Muhsan Olması Kazf suçunu ve cezasını düzenleyen âyette (Nur 24/4) doğrudan ifade edilen muhsan kavramı, akıllı, ergen, hür, müslüman ve iffetli olan erkek, kadın, dul veya bekâr kimse demektir. Âyette özellikle “muhsanât” ifadesinin yer alması yani iffetli kadınlara zina iftirasından bahsedilmesi, bunun fiili hayatta daha sık vuku bulması sebebiyledir. İffetten maksat, gerek sahih bir nikâhla evlenmiş olsun gerekse hiç evlenmemiş olsun bir kimsenin kendini zinadan korur olarak bilinmesi durumudur. Bir kimsenin zahiren iffetli bilinmesi yeterli olup, mahkeme tarafından ayrıca incelenip ortaya konması söz konusu değildir. Bir kimse ömründe velev bir kez olsun liaynihi haram bir cinsel ilişkide bulunursa o kimse için iffetli olma, dolayısıyla muhsan olma söz konusu değildir. Söz konusu haram ilişkinin zina haddi gerektirip gerektirmemesinin önemi yoktur. Şüphe ile veya fâsid nikâhla meydana gelen birliktelikler de iffetli olma vasfını kaybettiren unsurlardandır. Başkasının nikâhlı karısıyla veya başkasından iddet bekleyen kadınla ya da sütkardeşle evlenip zifafa giren kimse İmam Ebû Hanîfe’ye göre iffetini kaybetmiş demektir. İmameyn’e göre ise bu suç bilerek işlenmemiş ise iffete zarar vermemektedir. Ligayrihi haram bir suretle meydana gelen cinsel ilişkiler iffete engel teşkil etmemektedir. Binaenaleyh bir kimsenin kendi eşiyle âdet günleri içinde ya da oruçlu iken veya ihramlı iken cinsel ilişkide bulunması iffete zarar vermez. İftiraya uğrayan kimsenin malum olması gerekmektedir. Meçhule iftira şüphe sebebi olduğundan had cezasını gerektirmez. Dolayısıyla bir kimsenin bir topluluğa “biriniz hariç hepiniz zanidir” dese bu kimseye had lazım olmaz. İftiraya uğrayan kimse (makzûf), iftiracının (kâzif) fürûundan olmamalıdır. Zira mağdur olan fürûun usûlü hakkında davacı olması caiz değildir. Fakat bir kimse kendi babasına, dedesine veya anasına ya da kardeşine yahut amcasına kazfte bulunsa kendisine had cezası gerekmektedir. İftiraya maruz kalan kimsenin normal olarak cinsel ilişkide bulunabilecek bir vücut sağlığına sahip olması gerekmektedir. Dolayısıyla fiziksel olarak cinsel ilişkide bulunması mümkün olmayan bir kimseye zina isnadında bulunmak mutlak surette yalan olacağından iftiracıya şiddetli bir ta‘zîr cezası gerekse de had cezası gerekmemektedir. Ancak İmam Ahmed b. Hanbel’e göre fiziksel özrü de olsa kişinin şeref ve haysiyetine bir saldırı niteliği taşıdığından bu kimselere de had cezası gerekmektedir. 3. Suç Kastının Bulunması Kazf suçunun teşekkülü için iftiracının (kâzif) cezaî ehliyete sahip bulunması yani akıllı, ergen, hür iradeye sahip bir kişi olması şartı aranır. İftiracının kadın, erkek, müslim, gayrimüslim, iffetli, sarhoş ya da ayık olması suçun oluşması açısından önemli değildir. Şu halde çocukların, akıl hastalarının, mükrehin veya uyuyan kimsenin yapacağı kazf had cezasını gerektirmemektedir. C. İspatı Kazf suçunun dava konusu olabilmesi için mağdur tarafın davacı olması gerekmektedir. Zira daha önce de ifade edildiği gibi kazf suçu hem Allah hakkının hem de şahıs hakkının ihlal edildiği bir suç grubu içindedir. Mağdurun olayı mahkemeye intikal ettirmeden af cihetini tercih etmesi şer‘an teşvik ve tasvip edilen bir durumdur. Olayın mahkemeye intikal ettirilmesinden sonra ise Hanefîlere göre dava kamu davasına dönüşmüş demektir. Artık suç mağdurunun iftiracıyı affetmesi söz konusu değildir. İmam Mâlik’in görüşü de bu minval üzeredir. Ancak olayın resmi makamlara intikalinden sonra makzuf yani suç mağduru olayın kapanmasını, şüyu bulmamasını istiyorsa af yine geçerli olur. İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel ise suçu tamamen şahıs hakkını ihlal olarak gördükleri için infaz öncesi mahkemenin her safhasında affın geçerli olacağına hükmetmişlerdir. Mağdur kimse hayatta ise dava açma hakkı kendisine aittir. Yakınlarının doğrudan böyle bir hakları yoktur. Şayet mağdur yani iftiraya uğrayan kimse (makzuf), davayı açmadan veya davadan henüz bir sonuç almadan önce vefat ederse velileri dava açamaz, açılmış olan davayı takip edemez, ancak makzûf hayatta iken dava açması için bir vekil tayin edebilir. Kazf olayı mağdurun ölümünden sonra meydana gelmiş ise usul ve fürûunun dava açma hakları vardır. Kazf suçunun ispatı da diğer suç çeşitlerinde olduğu gibi beyyine ve ikrar vasıtasıyla olur. İftiraya uğrayan taraf (makzûf), şayet suçlamayı reddediyorsa ya kendisi ya da vekili hâkim huzurunda iki erkek şahidin şahadetiyle kazfin vukuunu ispat etmelidir. Kazfin ispatı hususunda kadınların erkekler ile beraber şahitlikleri geçerli olmadığı gibi şahide şahitlik (şehade ale’ş-şehade) ve suç dosyasının başka mahkemeden geldiği gibi yeniden incelemeksizin işleme konulması (kitabu’l-kâdî ile’l-kâdî) da geçerli değildir. Suçun ikrarla sabit olması ise kâzifin (iftira atan kişinin) mahkeme huzurunda bir kere itiraf etmesinden ibarettir. Bu durumda hâkim, kendisine bu isnadını usûlen dört âdil, erkek şahitle ispat etmesini emreder. Kâzif, bu isnadını gerektiği gibi ispat ederse, kendisine had cezası verilmez, mağdur durumundaki şahsın suçlu olduğu anlaşıldığı için ona zina haddi uygulanır. İspat edemediği takdirde kendisine kazif haddi uygulanır. D. Cezası Kazf suçunun biri bedenî diğeri manevi olmak üzere iki çeşit cezası vardır. Bedenî ceza ilgili âyette de ifade edildiği gibi seksen değnektir. Manevî ceza ise, kâzifin (iftiracının) güvenilirlik niteliğini kaybetmesi, mahkemelerde şahitliğinin kabul edilmemesidir. Kâzifin tövbe etmesi ve durumunu düzeltmesi halinde şahitliğinin kabul edilip edilmeyeceği konusu ise ihtilaflıdır. Hanefîlere göre kâzif tövbe etse de şahitliği ebediyen kabul edilmez. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise tövbe eder ve iyi hali görülürse şahitliği kabul edilir. V. ŞARAP İÇME-SARHOŞLUK Had cezaları arasında yer aldığı yaygın olarak benimsenen Şarap içme ve sarhoşluk suçunu iki ayrı terimle yani şarap içme (şürbü’l-hamr) ve sarhoşluk (sükr) ile ifade etmemizin sebebi, cezayı gerektiren eylemin mahiyeti hakkında başlıca iki farklı görüşün olmasıdır. İmam Ebû Hanîfe mutlak olarak had cezasını gerektiren eylemi şarap içme olarak kabul ederken diğer mezheplerin imamları sarhoş edici her şeyi içmenin haddi gerektireceği görüşünü benimsemektedirler. Ebu Hanîfe ise şarabın dışındaki sarhoş edici maddelerin tüketilmesinin haddi gerektirmesi için sarhoş olma şartını aramaktadır. Detaylar suçun cezası başlığı altında ele alınacaktır. A. Tanımı Öncelikle içki yasağını düzenleyen âyette (Mâide 5/90) yer alan hamr’ın ne anlama geldiğini inceleyelim. Hanefîler, Şâfiîlerin çoğu ve bazı Mâlikîler ile İbrahim en-Nehaî, Şa‘bî, İbn Ebî Leylâ, İbn Şübrüme gibi Iraklı fakihlere göre sadece üzümden elde edilen sarhoş edici içkiye hamr denir. Öteki maddelerden elde edilen içkilere hamr denmesi ise mecaz yoluyla bir adlandırmadır. Ancak İmam Ebû Hanîfe ile diğerleri arasında üzüm suyunun ne zaman hamr ismini alacağı konusunda görüş ayrılığının bulunduğunu da belirtmek gerekir. Diğer taraftan İmam Ebû Yûsuf ve bazı fakihlerden hamr kelimesinin gerçek anlamda üzüm ve hurmadan elde edilen içkiyi ifade ettiği şeklinde bir görüş de rivayet edilir. Çoğunluğunu Hanbelî ve Mâlikîlerin teşkil ettiği diğer fakihler ise azı ve çoğu sarhoşluk veren her türlü içkiye, hangi maddeden üretilirse üretilsin hamr deneceği ve Kur’ân-ı Kerîm’deki hamr yasağının bu tür içkilerin hepsini kapsadığı görüşündedir. Sarhoşluk ise kişinin içki veya uyuşturucu madde alması neticesinde ayıldıktan sonra o esnadaki söz ve fiillerini bilemeyecek derecede aklî melekelerinin zaafa uğramasını ifade eder. Mezhep imamlarının çoğunluğuna göre sarhoşluk, kişinin sözlerinde karışıklık, düzensizlik ve saçmalamanın hâkim hale gelmesi, kendi sırlarını açığa çıkarır biçimde konuşmaya başlamasıdır. İmam Ebû Hanîfe had cezası gerektiren sarhoşluk tanımına farklı şeyleri birbirine karıştırma, mesela yeri gökten, erkeği kadından ayırt edememe kıstasını eklemiş, sarhoşluğun bu dereceye ulaşmamasının had cezasını engelleyecek bir şüphe sayılacağına hükmetmiştir. Sarhoşluk ehliyeti ortadan kaldıran durumlardan biri olarak kabul edildiği için aynı zamanda usûlcülerin de inceleme alanına girmekte ve onlara göre de şu şekilde tanımlanmaktadır: Aklı izale etmeyen, fakat mâkul hareket etmeyi önleyen etkiye sahip bazı maddelerin vücuda alınmasıyla aklî melekelere baskın gelen sürur ve organlarda gevşemeyle birlikte oluşan gaflet halidir; dimağın şarap vb. maddelerin buharlaşan zerrecikleriyle dolması sebebiyle insana ârız olan ve aklının âtıl hale gelmesine yol açan durumdur. B. Unsurları 1. Cezaî Ehliyetin Bulunması Had cezasının uygulanabilmesi için içki içen kimsenin âkil, bâliğ ve konuşabilen (nâtık) olması gerekmektedir. Dolayısıyla çocuklar, akıl hastaları ve dilsizler hakkında had cezası uygulanamaz. Dilsizlere bu cezanın uygulanamama sebebi durumlarını şüpheden uzak bir şekilde ifade edememeleridir. 2. İçki İçen Kimsenin Müslüman Olması Ülke vatandaşı gayrimüslimler (zimmîler), turist olarak gelen yabancılar (müste’menler) ve bu ikisinin dışında kaçak olarak ülkede bulunan gayrimüslimler (harbîler) hakkında içki haddi uygulanmamaktadır. Ancak Hasan b. Ziyad’dan bir rivayete göre zimmîlere de had cezası uygulanmalıdır. Çünkü sarhoşluk her dinde yasaktır. 3. Hür İradeyle ve Zevk Eğlence İçin İçilmiş Olmalı İkrah ile veya boğazda lokma tıkanıp da su bulunmaması gibi bir zaruret hali ile içki içmek zorunda kalan kimseye had cezası gerekmemektedir. Ancak zaruret miktarından fazla tüketilmesi durumunda had cezası gerekmektedir. 4. Zamanaşımının Bulunmaması İçki içme eylemi üzerinden belli bir zaman geçmiş ise yani suçlu kimseden artık içki kokusu gelmiyorsa had cezası uygulanamaz. Ancak suça şahitlik eden kimseler, mesafesinin uzaklığı sebebiyle mahkemeye gelinceye kadar içki kokusu gitmiş olursa bu durumda mahkeme anında değil, olayın yaşandığı andaki kokunun varlığı dikkate alınır. Yani şahitlerin “biz olayı gördüğümüzde koku vardı” demeleri yeterlidir. İçki içme suçunda zamanaşımı şartı İmam Ebû Hanîfe ve İmam Ebû Yûsuf’a göredir. İmam Muhammed’e ve diğer üç mezhebe göre ise içki içme suçunda zamanaşımına itibar edilmez. Binaenaleyh daha önce içki içmiş bir kimse sonradan gidip mahkemede suçunu itiraf etse kendisine had cezası uygulanır, sarhoşluk alametleri dikkate alınmaz. C. İspatı Bir kimsenin şarap ya da herhangi sarhoş edici bir içki içip sarhoş olduğu kendi ikrarı ile ya da beyyine ile sabit olur. İkrarın geçerliliği mahkeme huzurunda gerçekleşmesine ve söz konusu kimsenin ikrar anında sarhoş olmamasına bağlıdır. Zira sarhoşluğun sebebi meşrû bir mazeretten kaynaklanmış olabileceği gibi normalde sarhoş etmeyen bir şeyin tüketilmesiyle ya da ikrah sebebiyle de olabilir. Beyyine ile suçun ispatı ise en az iki âdil erkek şahidin, bir şahsın şarap içtiğine veya sarhoş edici bir içki içerek sarhoş olduğuna mahkeme huzurunda şahitlik etmeleriyle gerçekleşir. Beyyine ile suç sabit olduktan sonra zanlının içkiyi ikrah altında içtiğini öne sürmesi, iddiasını başkaca şahitlerle ispat edemediği sürece geçerli değildir. İkrar ya da beyyine söz konusu olmadığı sürece bir kimseden içki kokusu gelmiş olması had cezasını gerektirmez. Ancak İmam Malik’e göre gelen kokunun sarhoş edici bir içki kokusu olduğu şahadetle ortaya çıkarsa yine bu kimseye had cezası uygulanabilir. D. Cezası Sarhoş olmasa da az veya çok şarap (hamr) içtiği sabit olan kimseye had cezası verileceğinde fikir birliği edilmiş olmasına karşılık şarap dışındaki sarhoş edici içecekleri (müskirat) almanın cezası hususunda Hanefîlerle çoğunluk arasında temel bir yaklaşım farkı vardır. İslâm hukukçularının çoğunluğu (cumhur) az miktarda da alınsa bu tür içecekleri içmenin cezasının aynı olacağı kanaatindedir. Hanefîler ise şarap içmenin cezasını “haddü’ş-şürb” ve haddü’l-hamr” diye isimlendirirken şarap dışındaki içkileri içene had cezası verilebilmesi için sarhoş olmayı şart koşmaktadırlar ve bu durumda uygulanacak cezayı “haddü’s-sükr” diye adlandırırlar. Ayrıca şarap dışındaki içkilerin sarhoşluk meydana getirmeyecek düzeyde içilmesinden dolayı ta‘zîr cezası verilebileceğini kabul ederler. Verilecek olan had cezasının miktarına gelince, Hz. Peygamber döneminde sayı ve keyfiyet bakımından farklı celde (sopa/değnek) cezaları ve ilave cezalar uygulandığı gelen rivayetlerden anlaşılmaktadır. Hz. Ebû Bekir zamanında uygulanan kırk celde cezası Hz. Ömer zamanında sahabe ile yapılan istişare sonucu seksen celdeye çıkarılmıştır. Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre seksen celdenin tamamı had iken Şâfiîler’e, Zâhirîler’e ve Zeydîlere göre kırkı had kırkı ta‘zîrdir. Gerek cezanın gerekeceği durumlar gerekse cezanın miktarı ile ilgili ihtilaflar doktrinde içki içme suçunun had cezalarına mı ta‘zîr cezalarına mı dâhil olduğu tartışmalarını zaman zaman gündeme taşımıştır. VI. DEVLETE KARŞI İSYAN (BAĞY) Devlete karşı isyan suçunun had cezası gerektiren suçlar kapsamına girip girmediği tartışmalıdır. Çağdaş müelliflerin bazısı had cezaları içinde değerlendirirken bazısı da ta‘zîr cezaları kapsamında konuyu ele almaktadırlar. Klasik fıkıh kaynaklarında ise devletler hukuku konuları arasında yer almakta, cihad başlığı çerçevesinde değerlendirilmektedir. Biz de çağdaş eserlerin tasnifini dikkate alarak haddi gerektirin suçlar başlığı altında devlete karşı isyan suçunu ele almayı uygun bulduk. A. Tanımı Sözlükte “haktan ayrılmak, zulmetmek, haddi aşmak” anlamına gelen bağy kelimesi, devlete karşı isyan olarak ifade ettiğimiz suçun fıkıh literatüründeki karşılığıdır. Buna göre bağy’ı, silahlı bir grubun, meşrû devlet başkanını kendilerince haklı görülen bir sebebe istinaden devirmek için başkaldırmaları olarak tanımlamak mümkündür. B. Unsurları 1. İsyan Meşrû Devlet Başkanına Karşı Olmalı İsyanın meşrû bir devlet başkanına karşı yapılması gerekir. Meşrûiyetini kaybetmiş bir devlet başkanına karşı gelme bu anlamda bir isyan sayılmamaktadır. İslâm hukukçuları adaletten ayrılıp fasık olan devlet başkanının meşrûiyetini kaybettiği konusunda görüş birliği içerisindedirler. Dolayısıyla böyle bir devlet başkanına karşı gelenler de isyancı sayılmaz, zira prensip olarak âdil olmayan devlet başkanları değiştirilmelidir. Ancak hukukçular kan dökülmesine yol açacağı ve daha büyük bir fitne doğuracağı endişesiyle bu değişimin silahla olması konusunda hem fikir değildirler. Zira mevcut zararın izalesi adına daha büyük bir zulüm ve kargaşaya sebep olunabilir, asayişi sağlamak güç, hatta imkânsız hale gelebilir. 2. İsyanda Kuvvet Kullanılmalı İktidara karşı fikir ayrılığında bulunmak, muhalefet etmek, biat etmemek, sivil itaatsizlikte bulunmak bağy suçu kapsamına girmemektedir. Dolayısıyla bağy’ın varlığından söz edebilmek için meşrû otoriteye karşı güç ve silah kullanmak (menea sahibi olmak) suretiyle harekete geçme şartı İslâm hukukçularının ekserisi tarafından aranmaktadır. Ancak Mâlikîler ve Zahirîler kuvvet kullanma şartını aramaksızın devlet başkanına ya da devletin meşrû emirlerine karşı gelmeyi isyan kabul etmektedirler. 3. Kendilerince Haklı Bir Sebebe Dayanmalı İsyanda devlet başkanının değiştirilmesi veya meşrû emirlerinin uygulanmaması kastının bulunması ve isyancıların bu hususta kendilerince haklı bir sebebe dayanması gerekir. Devlet başkanının gayrimeşru usullerle bu makama geçtiğini söylemek veya görevlerini yerine getirmediğini iddia etmek bu tür haklı sebepler arasında sayılabilir. Bu şartın önemi böyle bir sebebe dayanmadan isyan edenlerin İmam Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel’e göre bâğî değil, yol kesici sayılmaları ve ona göre cezalandırılmalarıdır. 4. İsyan Suçu Topluca İşlenmeli İsyan suçu topluca işlenen bir suçtur. Tek kişinin karşı gelmesi isyan değildir. Ancak sayısal çokluğun miktarı konusunda İslâm hukukçuları farklı görüşler öne sürmüşlerdir. C. Cezası İsyan eden kimselere verilecek ceza konusunda iki tür suçları birbirinden ayırmak gerekir. İsyan fiiliyle ilgili olmayan hırsızlık, zina gibi suçlar. Bu suçlar bakımından isyan eden kimse adi suçlu gibi kabul edilir ve bu suçlar için öngörülen cezalara çarptırılır. İsyanla ilgili hukuka aykırı fiiller ise teker teker cezalandırılmayıp isyan suçu içinde mütalaa edilir. Buna göre, isyana kalkışanlarla harp edileceği ve bu esnada gerekiyorsa onların öldürülebileceği kabul edilmektedir. Fakat kuvveden fiile geçen isyan eylemine verilecek tepkide aşırıya gitmemek, isyanı bastırmayı sağlayacak kadar güç kullanmak gerekmektedir. Dolayısıyla tedhiş eylemlerinde yaralı olarak yakalananlar öldürülmez, malları ganimet olarak zapt edilmez, çocukları esir alınmaz. Silahlı isyana hazırlık aşamasında iken yakalanan kimseler, toplu bir vaziyette bulunsalar da eylemi başlatmadıkları sürece kendilerine karşı savaşın başlatılamayacağı görüşü çoğu İslâm hukukçusu tarafından kabul edilmektedir. Bazı Hanefîler ise bu görüşe katılmamakta, isyanı başlatmak üzere hazır halde bekleyen gruba silahla müdahale edilebileceği görüşünü benimsemektedirler. İsyanın bastırılması sonrası ele geçirilenlere ölüm cezası dışında uygun bir ta‘zîr cezası verilmelidir. Ancak İmam Ebû Hanîfe, bu kimseler arasında gerektiğinde ölüm cezası alması gerekenlerin bulunabileceğini kabul etmektedir. Hülasa devlete karşı silahlı isyan suretiyle meşrû düzeni değiştirme teşebbüsünde bulunan kimselerin eylemlerinin aşamalarına göre farklı cezaların öngörülmesi, tedbirlerin benimsenmesi ve bağy suçu için tek tip bir cezanın önerilmemesi, suçun hadlere mi ta‘zîr cezalarına mı dâhil olması gerektiği hususunda görüş farklılıklarına sebep olmuştur. VII. İSLÂM DİNİNDEN ÇIKMA (İRTİDAT) Verilecek ceza hakkında farklı görüşlerin olması sebebiyle had cezasını gerektiren suçlar kapsamına dâhil olup olmadığı ihtilaflı olan suçlardan biri de İslâm dininden çıkmaktır. Bağy’de olduğu gibi burada da çoğu İslâm hukukçusunun tasnifine uyarak irtidat suçunu had kapsamında ele almayı uygun bulduk. A. İrtidatın Mahiyeti Sözlükte “dönmek”, “kabul etmemek” anlamlarına gelen irtidat bir fıkıh terimi olarak “müslüman bir kimsenin kendi irade ve arzusuyla İslâm dininden çıkması” anlamına gelmektedir. Dinden çıkmanın hukuk düzeni bakımından suç sayılması İslâm’dan önce de yaygın bir anlayış olup Yunanlılar ve Romalılarda bu suça ölüm cezası verilmiş, Yahudilikte taşlanarak öldürülme cezası öngörülmüştür. Hıristiyanlıkta dinden çıkanlar için çeşitli dönemlerde ölüm ve aforoz gibi cezalar uygulanmış ve engizisyon mahkemeleri kurulmuştur. İrtidat yani İslâm dininden çıkma dört şekilde meydana gelir. 1. Sözlü Olarak İrtidat İmanın gereklerine aykırı, küfür sayılabilecek sözleri bilinçli bir irade ile telaffuz etmekle olur. Bir kimsenin İslâm dininden çıktığını söylemesi veya iman esasları kapsamına giren bir şeyi diliyle inkâr etmesi gibi. Allah Teâlâ’ya veya peygamberlerden birine veya meleklere sövmek, Cenab-ı Hakkın rubûbiyyetini veya vahdaniyetini ya da kitaplarından birini yahut hayat, ilim gibi subûtî sıfatlarından birini veya namaz, oruç gibi kesin farz olan bir dini emrin farz oluşunu inkâr etmek; peygamberlik iddiasında bulunmak, Hz. Peygamberden sonra birinin nebî olduğu iddiasını tasdik etmek bu kabildendir. 2. Fiili Olarak İrtidat Küfrü veya şirki gerektiren herhangi bir hareket sergilemek, putlara, heykellere tapmak veya güneşe, aya, yıldızlara ve Allah’tan başkasına secde etmek gibi. Hakaret amacıyla Kur’ân-ı Kerîm’i pis olan bir yere fırlatıp atmak, dinen mukaddes sayılan şeylerden biri ile istihza etmek de küfrü gerektiren davranışlardandır. Bütün bunları yapan kimse mürted sayılır. 3. İtikâdî Olarak İrtidat İslâm dininin hak din oluşuna, İslâm dininde zarureten sabit olan ve itikadı vacip olan herhangi bir hükmün hilafına kalben iman etmektir. Âlemin kadîm olduğuna veya âlemi yaratanın (sâni-i âlem’in) hâdis (sonradan var olan) olduğuna inanmak da küfrü muciptir Helal olduğu kesin olan şeylerin haram olduğuna inanmak (istinkâr), haram olduğu kesin olan şeylerin helal olduğuna inanmak (istihlal), İslâm’ın ahkâmı ile alay etmek (istihza) ve bunları hafife almak (istihfaf) küfrü gerektiren hususlardır. 4. Şüphe Etmek Suretiyle İrtidat İslâm dininde katiyetle sabit olup zaruriyyât-ı diniye olarak bilinen ve meçhul olması tasavvur olunamayacak olan şeylerden herhangi biri hakkında şüphe duymak, tereddüt etmek küfrü gerektirir. Allah Teâlâ’nın varlığından, peygamberlerin doğruluğundan, kıyamet gününün vukûundan şüphe etmek bu kabildendir. B. İspatı İrtidat suçunun ispatı ikrar veya şahitlik yoluyla gerçekleşir. Fakihlerin çoğunluğu bu konuda iki erkek şahidin şahadetini suçun ispatı için yeterli görmektedir. Ancak Hasan el-Basrî, sonuç itibarıyla ölüm cezasını gerektiren bütün suçlarda dört şahidin gerekli olduğunu savunur. Aleyhine yapılan irtidat iddialarına rağmen mürted olmadığını ifade edilen kimse müslüman sayılır. Ancak iddia sahipleri davalarını beyyine yani şahitler ile ispat ederlerse zanlı mahkeme huzurunda kelime-i şahadet getirmedikçe müslüman olduğunu ispat etmiş olamaz. C. Cezası Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu bu suçun had cezasını gerektiren bir suç olduğunu ve cezasının ölüm olduğunu ifade etmektedirler. Bu görüşlerine delil olarak da Hz. Peygamberin “Kim dinini değiştirirse öldürün” hadisini gösterirler. Ancak dinden çıkma dinî bir şüpheden kaynaklanıyorsa bu şüphenin giderilmesine çalışılır ve tekrar İslâm’a dönmesine fırsat verilir. Mürtedin içinde bulunduğu ruh hali de dikkate alınarak kendisine dilediği takdirde düşünme süresi verilir. Bu süre Hanefîlere göre on gün diğer mezheplere göre ise üç gündür. Hanefîlerin dışındaki mezheplere göre suçlunun kadın veya erkek olması arasında fark yoktur. Hanefîler ise sadece erkeklerin ölüm cezasına çarptırılacağını, kadınların cezalarının ise hapis olduğunu kabul ederler. Hanefîlerin bu konuda ayırım yapmalarının sebebi sadece erkeklerin muharip grubuna dâhil olduğunu, dolayısıyla sadece onlardan İslâm’a bir zarar gelebileceğini düşünmeleridir. Hanefîlerin bu yaklaşımından anlaşılan, ölüm cezasının sebebinin irtidat olmadığı, potansiyel düşman askeri durumuna düşmek olduğu, dolayısıyla cezayı gerektiren hususun devlete ihanete sebep olabilecek bir durum içinde bulunmak olduğudur. Binaenaleyh kadın da olsa aynı tehlikenin kendisinden beklendiği kimselerin de öldürülebileceği görüşü Hanefîlerce kabul edilmektedir. Çağdaş bazı İslâm hukukçuları irtidat suçunun haddi değil ta‘ziri gerektirdiği görüşündedirler. Zira bu kimselere göre Hz. Peygamberin yukarıda zikrettiğimiz, konuya mesnet teşkil eden hadisi devlet başkanlarına, böyle bir durumla karşılaştıklarında verilen ruhsatı ifade etmektedir. Durumun böyle olduğu bizzat Hz. Peygamberin bazı irtidat olaylarında failleri ölümle cezalandırmadığını gösteren örneklerden açıkça anlaşılmaktadır. Ayrıca İbrahim en- Nehaî ve Sevrî gibi bazı hukukçular irtidat edene ölüm cezası verilmez, ömür boyu tövbe etmeleri istenir görüşündedirler. İslâm dini insanlara müslüman olmaları hususunda bir dayatmada bulunmamakta, dinde zorlamanın olmadığı ilkesini benimsemekte, insanlara inançlarının gereği gibi yaşama fırsatı vermektedir. İslâm’a girip girmeme hususundaki bu müsamahanın girdikten sonra çıkmaya yansımadığı görülmektedir. İslâm insanların kendi iradeleriyle girdikleri İslâm dininden çıkmayı suç saymakta ve failleri cezalandırmaktadır. Bunun sebebi ise her dinde ve her rejimde görülen kendini koruma hakkı ve zorunluluğudur. Yoksa İslâm hukuku kişilerin dinî emirleri yerine getirip getirmedikleriyle -bu ihlaller aleniyete dökülüp dini hafife alma, din aleyhtarlığı yapma, başka inançların propagandasına dönüşme mahiyeti taşımadıkça- pek fazla ilgilenmez. Mesela namaz kılıp kılmadıkları, oruç tutup tutmadıkları kendi vicdanlarında saklı kaldığı sürece hukuki takibata konu olmaz. Çünkü bunlar Allah’a kulluk etmekle ilgili olup, kabulü samimiyete, halisane niyete bağlıdır. Kaynaklar Aktan, Hamza, “Kazf ”, DİA, Ankara 2002. Aydın, Mehmet Akif, Türk Hukuk Tarihi, Beta, İstanbul 2012. Baktır, Mustafa, “İçki”, DİA, İstanbul 2000. Bardakoğlu, Ali, “Eşkıya” DİA, İstanbul 1995; “Had”, DİA, İstanbul 1996; “Hırsızlık” DİA, İstanbul 1998; Bilmen, Ömer Nasuhî, Hukukı İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Yayınevi, İstanbul (t.y.). Cin, Halil-Akgündüz, Ahmet, Türk Hukuk Tarihi, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul 2011. Dönmez, İbrahim Kâfi, “Sarhoşluk” DİA, İstanbul 2009. Ebû Zehra, Muhammed, el-Cerîme, Dâru’l-Fikri’l-Arabî, Beyrut (t.y.) Ebû Zehra Muhammed, İslâm’da Suç ve Ceza (Çev. İbrahim Tüfekçi), Kitabevi, İstanbul 1994. İnce, İrfan, “Ridde” DİA, İstanbul 2008. Kubeysî-Sâmerrâî-Zelemî, el-Medhal li Dirâseti’ş-Şerîati’l-İslâmiyye, Dâru’l-Ma‘rife, (b.y.) 1980. Şafak, Ali, “Bağy”, DİA, İstanbul 1991. Zeydan, Abdülkerîm, el-Ukûbe fi’ş-Şerîati’l-İslâmiyye, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 1988.
__________________ Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır. |
Konu Sahibi Medine-web 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
Medineweb Görsel ve Slayt arşivi( kaybolmaması... | Medineweb.net Videolar | Medine-web | 4 | 147 | 23 Eylül 2024 20:24 |
Mustafa İslamoğlu Sözler | Medineweb.net Videolar | Mihrinaz | 2 | 343 | 30 Nisan 2023 16:51 |
Şirk Hakkında Kuran Ne Diyor? | Medineweb.net Videolar | Medine-web | 0 | 250 | 29 Nisan 2023 18:52 |
DÜNYA KABE'NİN NERESİNDE | Hacc-Umre-Kurban | Medine-web | 0 | 1092 | 27 Nisan 2020 21:40 |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
islam hukuku ünite 6 | Medine-web | İslam Hukuku-I | 0 | 22 Aralık 2013 19:40 |
islam hukuku ünite 4 | Medine-web | İslam Hukuku-I | 0 | 22 Aralık 2013 19:38 |
islam hukuku ünite 2 | Medine-web | İslam Hukuku-I | 0 | 22 Aralık 2013 19:36 |
islam hukuku ünite 1 | Medine-web | İslam Hukuku-I | 0 | 22 Aralık 2013 19:35 |
islam hukuku ünite 5 | Medine-web | İslam Hukuku-I | 0 | 22 Aralık 2013 19:33 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|