Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.İLİTAM İLAHİYAT LİSANS TAMAMLAMA.::. > İlitam 3.Sınıf Dersleri > İslam Hukuku-I

Konu Kimliği: Konu Sahibi Medine-web,Açılış Tarihi:  22 Aralık 2013 (19:37), Konuya Son Cevap : 22 Aralık 2013 (19:37). Konuya 0 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 22 Aralık 2013, 19:37   Mesaj No:1
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:8
Cinsiyet:Erkek
Yaş:50
Mesaj: 3.071
Konular: 340
Beğenildi:1382
Beğendi:464
Takdirleri:10171
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart islam hukuku ünite 3

islam hukuku ünite 3

ÜNİTE 3
HAD CEZASINI GEREKTİREN SUÇLAR
I. HIRSIZLIK
A. Tanımı
Arapça sirkat kelimesiyle ifade edilen ve sözlük anlamı başkasının malını gizlice almak olan
terimin İslâm hukukuna göre tanımı “mükellef bir kimsenin en az nisab miktarınca değeri
olan, önemsiz ve çabucak bozulan cinsten olmayan, İslam’a göre alınıp satılması caiz olan bir
malı, kendi mülküne geçirmek amacıyla saklı bulunduğu yerden gizlice alıp dışarı
çıkarmaktır”.
Sirkat gizlice almak olduğundan, güç kullanmak ve galip gelmek suretiyle alenen malın talan
edilmesi, yağmalanması anlamına gelen nehb’den farklıdır.
Aynı
şekilde güçlü olmanın verdiği avantajla haksız yere birinin malını alenen zapt etmek
anlamına gelen gasp’tan da farklıdır.
Yine aleni bir şekilde karşıdaki kimsenin gaflet ya da cehaleti sebebiyle onu dolandırmak
suretiyle malını ele geçirmek anlamına gelen ihtilas da bu anlamıyla bir sirkat değildir.
Emanet edilen bir malı temellük etmek suretiyle yapılan haksız fiil olarak ifade edilen hiyanet
de yine sirkat kelimesinin kapsamına girmemektedir.
Saydığımız bu dört fiilin hepsinde de hem gizlice almak söz konusu değildir hem de mal saklı
bulunduğu yerden alınmış değildir. Bu sebeple bu tür suçların cezası sirkat suçuna göre
farklılık arz etmektedir.
Yukarıda tanımını verdiğimiz bu sirkat’e sirkat-i suğra (küçük hırsızlık) denmektedir ki,
bunun diğer çeşidi sirkat-i Kübra olur ve bu da silahlı çete kurmak suretiyle eşkıyalık yaparak
(kat-ı tarîk) başkalarının malını haksız olarak elde etmektir. Ancak sirkat kelimesi mutlak
olarak zikredildiğinde genellikle şu an incelemekte olduğumuz küçük hırsızlık kastedilir.
Sirkat-i suğra ya mübaşereten olur veya tesebbüben olur. Şöyle ki, bir şahsın, malın saklı
bulunduğu yere gizlice girerek çaldığı malı bizzat alıp dışarıya çıkarması mübaşereten,
birisinin aldığı malı yüklenerek dışarı çıkarması suretiyle yapılan hırsızlık ise tesebbüben
hırsızlıktır.
B. Unsurları
İslâm hukukunca öngörülen had cezasının verilebilmesi için suçlu, çalınan mal ve çalma
eylemi ile ilgili bazı temel şartlar aranmaktadır. Hırsızlık suçunun unsurları olarak ifade
edilen bu şartları
şu şekilde özetlemek mümkündür.

1. Hırsızlık Eyleminin Gizlice Yapılmış Olması
Hırsızlık suçunun oluşması için malın bulunduğu yerden gizlice alınmış olması
şartı, bu suçu
benzerî eylemlerden ayıran bir kriterdir. Bu sebeple yukarıda belirttiğimiz nehb, gasp, ihtilas,
hiyanet birer suç olmakla birlikte hırsızlık (sirkat) değildir. Zira malın sahibinden habersiz
olarak gizlice alınması söz konusu değildir. Ancak Ahmed b. Hanbel’e göre değeri nisab
miktarında olan ve sahibinden ödünç olarak (âriyet) alındıktan ya da emanet (vedîa)
alındıktan sonra inkâr etmek suretiyle malın zapt edilmesi de had cezasını gerektirir.
Tarrariyet olarak ifade edilen yankesiciliğin –ki malını taşıyan kimsenin gafletinden istifade
etmek suretiyle çalmaktır- haddi gerektiren hırsızlık suçu kapsamına girdiği hususunda İslâm
hukukçuları müttefiktir.
2. Malın Koruma Altındayken (Hırz) Çalınmış Olması
Hırsızlık suçunun oluşmasında malın koruma altında (hırzda) iken alınmış olması önemli bir
unsurdur. Koruma altına almış olma o malın sahibinin izni olmadan girilmeyen uygun bir yere
konmasını veya bir bekçi tarafından korunmuş olmasını ifade eder. Buna göre açıkta bırakılan
bir malın alınması, malın değeri ne olursa olsun haddi gerektiren bir suç hüviyetini kazanmış
olmaz.
Hırzın mahiyeti malın örfen korunduğu yere göre farklılık arz eder. İnsanın kendisi, kasası,
evi hırz olabildiği gibi, bir araba için evin önü, otoparklar hırzdır. Bir gemi veya benzerleri
için limanlar hırz olduğu gibi, uçaklar için de havaalanları hırzdır. Buna göre alışılmışın
dışında bir yere park edilen, mesela insanların yaşamadığı bir dağ başına bırakılıp gidilen bir
araba oradan çalındığında her ne kadar yapılan fiil cezayı gerektiren bir suç ise de haddi
gerektirmemektedir zira mal hırz altında değil iken çalınmıştır.
Malın hırzdan alınmasının cezayı gerektirmesi için hırsızlık eyleminin ulaşması gereken
aşama hakkında da İslâm hukukçuları farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Mesela bir eve
hırsızlık kastıyla girip de suçüstü yakalanan kimsenin eylemi teşebbüs seviyesinde
kaldığından çoğunluğa göre had değil ta‘zîr cezası gerekir.
Malın hırzdan çıkarılmasından sonraki aşamaya baktığımızda Hanefîlere göre malın
bulunduğu yerden alınması, yani mâlikinin mülkünden çıkarılması yeterli olmayıp fiilen
hırsızın mülk ve tasarrufu alanına girmesi gerekmektedir. Diğer ekollere göre ise mal,
sahibinin zilyedliğinden çıkmasıyla hükmen hırsızın zilyedliğine geçmiş olacağından suç
tamamlanmış ve had cezası gerekli olmuş demektir.
Malı bizzat alma, tahıl ambarını delip buğdayı dışarı akıtma, malı bir hayvanın sırtına veya bir
aracın gizli bölmelerine yükleme veya akarsuya atıp hırz dışına çıkmasını sağlama gibi
doğrudan veya dolaylı fiiller arasında fark yoktur. Ancak hırsız malı bulunduğu yerde telef
ederse bu eylem hırsızlık değil haksız fiil olarak nitelendirilir.

3. Çalınan Şeyin Hukuken Mal Sayılması
Çalışan şeyin, İslâm hukukunca mal olarak kabul edilmesini sağlayan vasıflara sahip olması
gerekmektedir. Bu da çalınan şeyin, öncelikle insanlar tarafından elde edilmek istenen,
saklamayı, korumayı gerektirecek bir nitelikte olması, mütekavvim olması, belli bir değerde
olması ve menkul olması demektir.
Tanımı biraz açacak olursak, İslâm hukukçuları bir şeyin mal kabul edilebilmesi için o şeyin
insanlar tarafından mal edinilmesinin âdet haline getirilmiş olmasını, mesela sokakta
bulunduğunda fıtraten insanın sahip olmak istediği bir vasıfta olması gerektiğini
belirtmişlerdir. Binaenaleyh ot, saman, kamış, alelade odun, kömür parçacıkları gibi şeyleri
çalmak had cezasını gerektirmez.
İslâm hukukçularının mal tanımlarında yaşadıkları dönemin de etkisi vardır. Buna göre on asır
önce değer verilmeyen ve doğada kolaylıkla bulunabilen şeyler günümüzde ciddi ticarî
faaliyetlerin konusunu teşkil edebilmektedir. Bunun için de kriter örf ve günün insanının sahip
olduğu değer anlayışıdır. Ancak bazı mallar da vardır ki, çalınması halinde had cezasının
gerekip gerekmediği hususunu belirleyen faktör zamana göre değil, fıkıhçının temel ilkelerine
göre belirlenmektedir. Şöyle ki, İmam Ebû Hanîfe mal olma vasfına sahip bulunmayan meyte
ve derisi gibi şeyleri veya çok bol oluşu yüzünden kendi döneminde iktisadî bir kıymet
taşımayan, insanların ihtiyaç duymadığı nesneleri veya depolanmayan, çabucak bozulabilen,
hemen tüketilen meyve ve sebze gibi yaş yiyecekleri, et, ekmek ve benzeri malları, mushafı,
dinî kitapları veya ilmî eserleri çalan hırsıza had cezası uygulanmayacağı görüşündedir.
Hanefîlerin dışındaki İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre ise, mülkiyete konu teşkil eden
herhangi bir mal alım satıma konu olabiliyor, takas yapılıyorsa böyle bir malın çalınması
durumunda suç tam olarak gerçekleşmiş demektir. Bu genel kuralın uygulanması hususunda
ise onlar da kendi aralarında farklı görüşler öne sürmüşlerdir. İmam Mâlik ve Şâfiî mülkiyete
konu olmuş her nevi malın çalınmasında, Hanbelîler de malın değerli veya değersiz oluşuna,
asıl itibarıyla mubah olup olmadığına veya çabuk bozulup bozulmadığına bakmaksızın her
türlü malın çalınmasında had cezasının uygulanacağı görüşünü benimsemektedirler. Ancak bu
mezheplerde de Mushaf, gıda maddesi, su, ot, tuz, buz, toprak, hayvan gübresi, dalındaki
meyve, eğlence aletleri gibi malları değişik gerekçelerle bu kuraldan istisna eden fakihler
bulunmaktadır.
Malın mütekavvim olmasına gelince, bu malın hukuken kullanılması meşrû bir mal olması,
alınıp satılmasının yasak olmaması demektir. Binaenaleyh şarap, domuz gibi bir malın
çalınması halinde had cezası gerekmemektedir. Çalanın müslüman ya da gayrimüslim olması
hükmü değiştirmemektedir. Çünkü bu mallar gayrimüslimlerce mütekavvim ise de
müslümanlara göre değildir. Dolayısıyla mutlak surette mütekavvim bir mal sayılmadığından
had cezası düşer. Aynı
şekilde hür bir çocuğu çalmak had cezasını gerektirmez. Çünkü çocuk
bir mal değildir.
Burada hemen şu hatırlatmayı yapmakta yarar vardır. Yukarıda ifade edilen şeylerin çalınması
her halükârda suçtur ve belli bir cezayı gerektirir. Bu ceza hâkimin takdirine göre bazen el
kesmekten daha şiddetli de olabilir. Ancak bizim üzerinde durduğumuz husus haddi gerektirip

gerektirmemesiyle ilgilidir. Hanefîlerin ve özellikle İmam Ebû Hanîfe’nin hırsızlıkta haddi
düşürme yönündeki yaklaşımlarının temelinde Hz. Peygamberden nakledilen “hadleri
şüphelerle düşürün” ve “Hadleri imkan nisbetinde düşürün” hadisleri yatmaktadır. Bu genel
prensibin, Ebû Hanîfe’nin fıkıh anlayışının şekillenmesinde bir hayli etkili olduğu
görülecektir.
Malın menkul oluşuna gelince, hırsızlık fiilinin, bir malın bulunduğu yerden gizlice alınıp
götürülmesi, mağdurun mülk ve zilyedliğinden hırsızın zilyedliğine geçmesi şeklinde
işlenmesinin tabii sonucu olarak çalınan malın menkul bir mal olması
şartı aranır. Suçlunun
fiiliyle taşınabilen her mal menkul mal sayılır. Bu sebeple tabiatı icabı menkul olması
şart
değildir; suçlunun veya başkasının fiiliyle taşınır hale gelmesi yeterlidir. Mesela çatıdan
keresteyi, maden ocağından cevheri alıp götürme halinde çalınan mal hırsızın fiiliyle menkul
hale gelmiştir.
4. Nisab Miktarında Olması
İslam hukukçularının çoğunluğuna göre had cezası uygulayabilmek için çalınan malın belli
bir değerde olması gerekmektedir. Hırsızlık nisabı olarak ifade edilen bu değerin tespitinde
kriter altın veya gümüştür. Nisab oranını belirlemede Hz. Peygamberden nakledilen “bir
kalkan değerinin altında olan mallarda el kesme cezası yoktur” mealindeki hadis etkin
konumdadır. İhtilafın sebebi ise Hz. Peygamber zamanında bir kalkana biçilen değerin tam
olarak ne kadar olduğu ile ilgilidir. Üç mezhep bu değerin çeyrek dinar ya da üç dirhem
olduğu rivayetini kabul etmektedirler. Hanefîler de bu rivayetleri kabul etmekle birlikte
kalkanın değeri ile ilgili öne sürülen en yüksek rakamın bir dinar (4.25 gram altın) ya da on
dirhem olmasını ihtiyaten kabul etmişlerdir. Özellikle İmam Ebû Hanîfe’nin bu rivayeti kabul
etmesinde, yukarıda da ifade ettiğimiz hadleri imkan nisbetinde düşürebilme gayreti
yatmaktadır. Değersiz bir şey için insanın çok önemli bir organının kesilmesi ihtimali,
Hanefîlerin bu nisbeten yüksek nisabı benimsemelerinde etkili olmuştur. Ayrıca Hanefîler
yine Hz. Peygamberden nakledilen “10 dirhemden aşağısında el kesilmez” rivayetini de bir
diğer delil olarak kullanmaktadırlar.
Hanefîlerin imkân nisbetinde haddi düşürme gayretlerinin bir diğer tezahür şekli de nisap
miktarında malın hırzdan bir seferde çıkarılmış olması
şartıdır. Binaenaleyh hırsız içeri ilk
girişte dokuz dirhem değerinde bir malı hırzdan dışarı çıkarsa, daha sonraki girişlerinde de on
dirhem değerinin altında kalan miktarlarda malı çıkarmış olsa, çalınan malların toplam
değerinin on dirhemi geçmesinin bir önemi olmayıp asıl olanın bir seferde on dirhem
değerinde malın çalınması olduğundan had cezası gerekmemektedir. Görüldüğü gibi şüpheler
sanığın lehinde kullanılmaktadır. Ancak tekrar hatırlatmakta yarar vardır ki, haddin
gerekmemesi demek eylemin suç olmadığı ve ceza görmeyeceği anlamına gelmemektedir.
Birden çok kimsenin tertiplediği bir hırsızlık eyleminde iştirakçilerin her birine en az onar
dirhem düşmüyorsa Hanefî ve Şâfiîlere göre bunların hiçbirisine had cezası gerekmemektedir.
Mâlikîlere göre iki veya daha fazla hırsız nisab miktarı bir malın çalınmasına katıldığı
takdirde bakılır, eğer her bir şahsın malı tek başına taşımaya gücü var da buna rağmen suçu
müştereken işlemişlerse hiçbirisine had uygulanmaz. Aksi takdirde, yani malı yerinden
çıkarmak için birbirinin yardımına ihtiyaçları bulunursa hepsine ayrı ayrı had cezası


uygulanır. Hanbelîlere göre de müştereken yapılan hırsızlıkta çalınan malın toplam miktarı
nisabı dolduruyorsa hepsine had cezası uygulanır.
Hanefîlerden İmam Muhammed ile İmam Mâlik, Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel, çalınan malın
değerinin tespitinde suçun işlendiği zamanın dikkate alınacağı, Hanefî hukukçuların
çoğunluğu ise çalınan malın değerinin suçun işlendiği andan cezanın infazına kadar geçen
sürede nisab miktarının üzerinde kalması gerektiği görüşündedirler. Şayet çalınan malın
değeri düşmüş ise ve düşüşün sebebi tamamen piyasa şartlarından kaynaklanıyorsa mezhepte
tercih edilen görüşe göre had cezası gerekmez. Değerin düşmesi bizatihi çalınan malın başına
gelen bir durum sebebiyle ise hadde engel teşkil etmez.
Hanefîlerin infaz anına kadar geçen süreyi de dikkate almalarının temelinde yatan faktör
onlarca genel kabul görmüş olan “el-imdâ mine’l-kadâ” yani “infaz mahkeme kararının bir
parçasıdır” genel kuralıdır. Had cezalarında sıklıkla görüleceği üzere, infaza engel bir
durumun zuhur etmesi hükmü de etkilemektedir.
Hasan el-Basrî, Zâhirîler ve Hâricîler ise hırsızlık suçunun haddi gerektirmesi için belli bir
nisabın gerekmediği görüşündedirler.
5. Malın Bir Sahibinin Bulunması
Çalınan mal hırsızdan başka birisine ait olmalıdır. Malın belli bir kısmı dahi olsa hırsıza ait
bulunduğunda veya böyle bir mülkiyet şüphesi mevcut olduğunda eylem had cezasını
gerektirmez. İmam Mâlik’e göre bunun için malın bulunduğu yerden gizlice alındığı an
önemlidir. Sonradan malın hırsızın mülkiyetine geçmesi had cezasını engellemez. İmam Şâfiî
ve Ahmed b. Hanbel’e göre ise hırsızlığın devlet makamlarına haber verilmesine ve çalınan
malın talep edilmesine kadar mal hırsızın mülkiyetine geçerse hırsızlık suçu tam olarak
meydana gelmemiş sayılır. İmam Ebû Yûsuf had cezasına hükmedilinceye kadar, İmam Ebû
Hanîfe ve Muhammed ise daha da ileri giderek ceza infaz edilinceye kadar mal hırsızın
mülkiyetine geçerse had cezası düşer görüşündedirler.
Hiç kimsenin mülkiyetinde olmayan malların gizlice alınması da hırsızlık suçunu oluşturmaz.
Keza mülkiyet şüphesi bulunan malların çalınması durumunda da had cezası
gerekmemektedir. Babanın çocuğunun malını çalması, devlet hazinesine ait bir malı çalma
İmam Ebû Hanîfe, Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel’e göre bu sebeple had cezasını gerektirmez. Zira
devlet hazinesinde az da olsa herkesin bir miktar hissesi vardır ki bu da çalınan malda
mülkiyet şüphesi doğurur ve had cezası düşer. İmam Mâlik’e göre ise ganimet mallarından
çalma nasıl haddi gerektiriyorsa devletin hazinesinden çalmak da had cezasını
gerektirmektedir.
C. Suçun İspatı
Hırsızlık hakkullaha (kamu haklarına) yönelik bir suç olması hasebiyle doğrudan dava konusu
olması gerektiği düşünülse bile fıkıh ekolleri bu konuda farklı görüşlere sahiptir. Mâlikî ve
bazı Hanbelîlere göre suçun haddi gerektirmesi için suç mağdurunun yani malı çalınan
kimsenin davacı olması
şart değildir. Hanefîlere göre ise davanın görülebilmesi bir davacının
varlığına bağlıdır. Bu davacı, malın bizatihi sahibi olabileceği gibi, mal emanette iken

çalınması durumunda emanetçi (mûdâ‘), ödünç olarak birinin elindeyken çalınması halinde
ödünç alan kimse (müsteîr), birinin elinde rehin iken çalınması halinde rehin olarak elinde
tutan kimse (mürtehin), mudarebe şirketi sebebiyle emekçinin elindeyken çalınmış ise
mudarib, birisi tarafından gasp edilmiş halde iken çalınmış ise gaspçı da olabilir. Ancak
hırsızdan malı ikinci bir hırsız çalmış ise birinci hırsız ikinciden davacı olamaz. Bu hususta
Hanefî imamları arasında ihtilaf yoktur. Ancak bu kimselerin davacı olmasıyla haddi gerekip
gerekmeyeceği ihtilaflıdır. İmam Ebû Hanîfe ve İmameyn’e göre bu kimselerin davacı
olmalarıyla da had cezası gerekirken, İmam Züfer’e göre davacı oluşları sadece çalınan malın
geri alınıp sahibine teslim edilmesi ve bu surette tazminattan kurtulmaları imkânı sağlar.
İmam Şâfiî’ye göre ise davanın açılabilmesi için sadece mal sahibinin bulunması
gerekmektedir. Diğer şahısların davacı oluşları ne had cezasını gerektirir ne de çalınan malın
geri istenmesi imkânını sağlar.
Malı çalınan kimse (mesrukun minh) vefat ederse varisleri dava açma hakkına sahip olurlar.
Ancak mirasçılardan biri olmasa diğerleri had cezası talebinde bulunamazlar.
Yukarıda sözü edilen bu kimselerin varlığına ilaveten suçun bir de ispatı gerekmektedir. İslâm
muhakeme hukukunda ispat mükellefiyeti davacıya aittir. Davacı ya beyyine yani şahitler
vasıtasıyla ya da suçlunun suçu ikrar etmesiyle davasını ispat edebilir.
Yeri geldiğinde detaylı bir şekilde ele alınacağı üzere, İslâm Muhakeme (Usul) hukukunda en
başta gelen ispat vasıtası
şahitliktir. Dolayısıyla hırsızlık suçu iki âdil, bülûğa ermiş erkek
şahidin şehadetiyle ispat edilebilir. Adaletinde şüphe bulunan kimselerin, çocukların,
kadınların ve olaya şahit olana şahit olanın (eş-şehâde ale’ş-şehâde) yapacağı
şahitlikle
hırsızlık suçu için had cezası uygulamaz.
İspat vasıtalarından ikincisi de az önce ifade ettiğimiz gibi hırsızlığı bizzat yapan mükellef bir
şahsın suçunu itiraf etmesi suretiyle ortaya çıkan ikrardır. İmam Ebû Hanîfe, İmam
Muhammed, İmam Mâlik ve İmam Şâfiî’ye göre bir kez ikrar suçun ispatı için yeterlidir.
İmam Ebû Yûsuf, İbn Ebî Leyla ve Ahmed b. Hanbel’e göre ise farklı meclislerde iki ayrı kez
ikrar gerekmektedir.
D. Cezası
Hırsızlık suçunun biri bedene diğeri mala yönelik iki türlü cezası vardır. Suçu sabit olan
kimsenin sağ eli bilekten kesilir. Mali yönü ise çalınan malın mevcut olması halinde iadesi,
telef edilmesi halinde ise tazminidir.
Yapmış olduğu hırsızlık sebebiyle sağ eli kesilen kimse daha sonra yine hırsızlık yaparsa sol
ayağı eklem yerinden kesilir. Bu ikinci haddin uygulanmasından sonra aynı kimse yine
hırsızlık yapacak olursa tövbe edinceye yani bir daha böyle bir suç işlemeyeceği kanaati hâsıl
oluncaya kadar hapsedilir. Başka bir uzvun kesilmesi söz konusu değildir. Zira had cezasının
amacı suçlunun ıslahıdır. İki uzvunu kaybetmesine rağmen hâlâ hırsızlık yapabilen bir
kimsenin diğer elini de kesmek suça ceza vermekten çıkar suçluyu adım adım heder etmeye
dönüşür ki, cezanın amacı bu değildir. Nitekim eli kesilen bir kimsenin öylece bırakılmayıp

elinin dağlanması suretiyle kanın durmasını sağlama teşebbüsünün altında yatan gerekçe de
budur. Bu görüş Hanefîlere ve bir rivayetinde Ahmed b. Hanbel’e aittir.
İmam Mâlik, İmam Şâfiî ve bir başka rivayetinde Ahmed b. Hanbel’e göre ise hırsızın önce
sağ eli, ikinci kez hırsızlık yaparsa sol ayağı, üçüncü kez hırsızlık yaparsa sol eli, dördüncü
kez hırsızlık yaparsa sağ ayağı kesilir. Beşinci kez hırsızlık yaparsa hapse atılır. Bu aşamadan
sonra devlet gerekli görürse siyaseten bu kimseye ölüm cezası verilebilir. Zahirîlere göre ise
beşinci kez hırsızlık yapan kimse her halükârda öldürülür.
Haricîlere göre Kur’an-ı Kerîm’de hırsızlık suçunun cezası için öngörülen el kesme cezasının
ifade edildiği âyette geçen (yed) kelimesi omuzdan parmak ucuna kadar olan yer demek
olduğundan kolun tamamı kesilmesi gerekmekteyken bazı Tâbiîlere göre elin bütün
parmakları kesildiğinde ceza infaz edilmiş sayılmaktadır. Öte yandan Câferîler elin
başparmağı hariç diğer parmaklarının kesilmesini yeterli görmektedirler.
Had cezası almadan önce hırsızın herhangi bir sebeple zaten sağ eli bulunmasa kendisinden
had cezası düşer. Aynı
şekilde sol eli bulunmayan veya sol elinin başparmağı ya da diğer iki
parmağı olmayan kimsenin sağ eli ya da sol ayağı kesilmez. Aksi halde bu bir ceza değil
helak etme demek olur. Hırsızın sağ ayağının parmakları kesilmiş olmasına rağmen ayakta
durabiliyor ve yürüyebiliyorsa sağ eli hadden kesilebilir.
Cezanın mali boyutuna dönecek olursak, şayet herhangi bir sebeple had cezası
uygulanamamışsa hırsız çaldığı malı mutlak surette geri vermek mecburiyetindedir. Şayet mal
artık hırsızın elinde aynen mevcut değilse değerini tazminle mükelleftir. Had infaz
edilemediği için ayrıca kendisine ta‘zîr cezası verilir.
Hırsıza had cezası uygulanmış ise çaldığı mal da hala hırsızda bulunuyorsa yine söz konusu
malı sahibine iade etme zorunluluğu vardır. Ancak mal hırsızın elinden çıkmış ya da artık
mevcut değilse ayrıca tazmin cezası gerekmemektedir. Çünkü Hanefîlere ve Zeydîlere göre
bir hırsızlık suçunda hem el kesilip hem de tazmin cezası verilemez. Nasta belirtilen el kesme
cezasının uygulanması hırsızlık suçunun cezası için yeterlidir.
İmam Mâlik’e ve bazı Tâbiîn’e göre had cezası gereği eli kesilen bir hırsız mal elinde ise iade
etmek zorundadır. Mal elinden çıkmış ise hırsızın ekonomik gücüne göre hüküm değişir. Hali
vakti yerinde ise malı tazmin eder, değilse tazmin mükellefiyeti düşer. İmam Şâfiî ve Ahmed
b. Hanbel’e ve Ca‘ferîlere göre ise hırsız her durumda malı tazminle mükelleftir. Zira hırsızlık
suçunda hem Allah hakkı hem de kul hakkı ihlal edilmiştir. Allah hakkı had cezasıyla, kul
hakkı ise tazmin cezasıyla ödenmiş olur.
Hanbelîlere göre ayrıca hırsız, suçu işleme sırasında hırzı tahrip etmişse onu da tamir
ettirmekle mükelleftir. Gerek mahkeme gerekse infaz masraflarını da hırsız ödemek
zorundadır.

II. EŞKIYALIK (Kat‘u’t-Tarîk / Hırâbe)
A. Tanımı
Ülkemizde genellikle eşkıyalık olarak ifade edilen, yol kesicilik olarak da tercüme edilen
eylem, İslâm ülkesinde müslümanların veya zimmîlerin mallarını ellerinden güç kullanarak
zorla ve alenen almak, onları ölümle tehdit etmek, halkı korkutmak için bir ya da birden çok
kimsenin yolları tutmasıdır. Buna kat‘u’t-tarîk denildiği gibi hırâbe de denmektedir. Bu suçu
işleyen kimselere de dilimizde eşkıya, harâmî veya haydut adı verilmektedir.
Yolcuların mallarını gizlice aşırıp kaçan, mesela kafilelerin arkasını takip eden ve fırsat
bulunca onların gafletinden yararlanarak mallarını çalan kimsenin yaptığı eylem normal
hırsızlık (sirkat-i suğra) olup kat‘ı tarîk olarak değerlendirilmemektedir.
B. Unsurları
Kur’ân-ı Kerîm’de bu suçu işleyen kimselerin Allah ve Rasûlüne savaş açmış kimseler olarak
ifade edilmesi ( Mâide, 5 /33), cezalarının da oldukça şiddetli ve detaylı olması sebebiyle
İslâm hukukçuları suçun oluşumu için birçok şart öne sürmüşlerdir. Suçun unsurları olarak
ifade ettiğimiz bu hususları
şu şekilde özetlemek mümkündür.
1. Suçlunun Cezaî Ehliyetinin Tam Olması
Suçu işlemiş olan kimse ya da kimselerin âkil, bâliğ ve konuşabilen (nâtık) kimseler olması
gerekmektedir. Suçu işleyenler arasında bir çocuğun, delinin ya da dilsizin bulunması halinde
İmam Ebu Hanîfe ve Muhammed’e göre hiçbirisine had cezası gerekmeyip işledikleri suçlara
göre mali cezalar ve adam öldürme ya da yaralama söz konusu ise kısas cezası gerekir. İmam
Ebû Yûsuf’a göre ise suçu bizzat ehliyetsiz kimseler işlemiş ise had düşer, ancak başkaları
işlemiş ve söz konusu kimseler sadece iştirakçi olmuşlar ise ehliyeti tam olanlara had cezası
gerekir.
İslâm hukukçuları eşkıyalık suçuna had cezası uygulanabilmesi için faillerin müslüman ya da
zimmî olmaları gerektiğini ifade etmişlerdir. İslâm ülkesinde geçici bir süre izinli olarak
bulunan müste’menlerin bu tür bir eylemi ise İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre
eşkıyalık olarak kabul edilmemektedir. Ancak bu kimselerin öldürme, hırsızlık veya gasp gibi
şahıs ve mal aleyhine bir suç işlemeleri halinde söz konusu suçlar için öngörülen cezaları
çekeceklerdir. Başta İmam Ebû Yûsuf olmak üzere diğer bazı
İslâm hukukçularına göre ise
müste’menlere de had cezası uygulanır.
İmam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre eşkıyalık suçu işleyen kimseler erkek
olmalıdır. Dolayısıyla gerek kadınların oluşturduğu bir çetenin, gerekse kadınlı erkekli bir
çetenin yapmış olduğu eşkıyalık had cezasını gerektirmemektedir. Zira kadınlara haddin
uygulanamaması erkekler için de şüpheye sebep olduğundan onların had cezaları da
düşmektedir. Mezhepte zahiru’r-rivaye bu olmakla birlikte gerek İmam Ebû Yûsuf’a gerekse
Tarafeyne isnat edilen diğer görüşe göre ise kadınların suça karışmış olmaları erkeklere had
cezası uygulanmasına engel teşkil etmemektedir. Diğer üç mezhebe ve İmam Tahavî’ye göre
ise haddin gerekmesi bakımından kadın erkek ayırımı söz konusu değildir.

2. Eylemin Şiddet Kullanmak Suretiyle ve Alenen Meydana Gelmesi
Büyük hırsızlık diye ifade edilen eşkıyalığı küçüğünden ayıran temel farklardan biri şiddet
kullanmak suretiyle eylemin gerçekleştirilmesidir. Şiddetin kullanılması fiilin alenen
yapılması anlamına da gelmektedir.
Başta İmam Ebû Hanîfe olmak üzere bazı
İslâm hukukçularına göre eşkıyalık suçundan
bahsedebilmek için eylemin silah kullanmak suretiyle gerçekleştirilmesi gerekmektedir.
Ancak Ebû Hanîfe silah tabiriyle örfen silah denilen kesici ve delici aletleri kastederken,
İslâm hukukçularının çoğu kullanılan aletin suç mağdurlarını zorlayıcı ve baskı altına alıcı
olması özelliğinin bulunmasını yeterli görüp taş, sopa, kırbaç, tahta parçası, yumruk ve
benzerinin kullanılması halinde de suçun oluşabileceği görüşündedirler. İmam Ebû Yûsuf ise
şehir içinde gündüz işlenen eylemin eşkıyalık sayılması için örfî anlamda silah
kullanılmasının şart olduğunu, fakat gece veya şehir dışındaki eylemlerde bu şartın
gerekmediğini belirterek, kullanılan aletin tehdit ve baskı unsuru taşımasını yeterli
görmektedir.
Eylemin alenen değil gizlice, hile yoluyla işlenmesi de Mâlikîler’e ve bazı Hanbelîlere göre
karşı durulması ve korunması mümkün olmadığı için eşkıyalık sayılmalıdır. Buna bağlı olarak
toplumun önemli şahsiyetlerine karşı girişilen suikast ve saldırılar, gerek kamu düzenini ihlal
etmesi gerekse gizli ve önlenemez bir nitelik taşıması sebebiyle bir nevi baskı ve zorbalık
unsuru içerdiği için eşkıyalık kapsamı içinde düşünülür. Yine Mâlikî ve Zahirîlere göre ırza
tecavüz de eşkıyalık kapsamında değerlendirilmektedir.
3. Eylemin Şehir Dışında Gerçekleştirilmesi
Suçun teşekkülünde önemli olan unsurlardan biri de saldırının gerçekleştiği mahaldir. İmam
Ebû Hanîfe, Süfyan es-Sevrî, İshak b. Râhûye, Ahmed b. Hanbel ve Zeydîler eşkıyalık
suçunun ancak şehir, kasaba ve köy gibi meskûn mahallerin dışında işlenebileceğini, şehir
içinde işlenen benzerî suçların ise hırsızlık, gasp ve ihtilas gibi adlarla anılıp ona göre işlem
yapılacağını belirtmişlerdir. Bu gruba göre imdat dileyene devletin kolluk kuvvetlerinin
yetişmesinin söz konusu olmadığı yerlerde eşkıyalık suçu işlenebilir.
İmam Ebû Yûsuf, İmam Mâlik, İmam Şâfiî, Leys b. Sa‘d, Evzâî, İbn Hazm ve İmamiyye
Şia’sına göre ise şehirde yapılan zorbalık, baskın ve yağmanın da suç mağdurlarının benzerî
bir imkânsızlık içinde bulunması durumunda eşkıyalık sayılması gerekmektedir. Hatta
şehirdeki eşkıyalığı kamu düzenini ihlal yönünden daha ağır bir suç sayanlar da vardır. Halkın
teamülünde bir değişim meydana geldiğini ifade eden Hanefî hukukçular, İmam Ebû
Hanîfe’nin yaşadığı dönemdeki şehir içinde silah taşıma alışkanlığının terk edildiğini bu
sebeple mezhepte tercih edilen görüşün İmam Ebû Yûsuf’un görüşü olduğunu öne
sürmektedirler.
4. Yolları Kesilen Kimselerin Ülke Vatandaşı Olması
Eşkıyalık eylemine maruz kalanların ülke vatandaşı olması demek ya müslüman ya da zimmî
olmaları anlamına gelmektedir. Eşkıyalık eylemine maruz kalanlar İslâm ülkesine geçici izin
ile gelmiş kimseler (müste’min) ise eylemin cezası had olmaz. Bu hüküm onlara karşı


işlenenin suçun cezasız kalacağı anlamına gelmemektedir. Ancak haddi düşüren şüpheler
bulunduğu için suç hakkullah’ın ihlali kapsamında değerlendirilmez. Çünkü bu kimseler
aslında kendi ülkelerinde harbî statüsündedirler. İslâm ülkesine geldikleri için geçici bir
emanla malları dokunulmaz hale gelmiştir. Binaenaleyh eşkıyalar tarafından alınan malları
kendilerine aynen ya da misli ise misliyle, kıyemî ise kıymeti ödenmek suretiyle
mağduriyetleri giderilir. Canlarına yönelik bir saldırı olmuş ise diyetleri ödenir. Ayrıca böyle
bir suçu işleyen kimseler, ülke güvenliğine halel getirdikleri için, müslümanların bu kimselere
verdikleri emânı ihlal ettikleri için hapis ve diğer ta‘zîr cezalarıyla cezalandırılırlar.
5. Mağdurların Mal Üzerindeki Haklarının Meşrû Olması
Suç mağdurlarının ellerinde bulunan mallar ya kendilerinin olmalıdır veya ödünç alınmış,
emanet alınmış ya da gasp vesilesiyle tazminle mükellef bulundukları türden olmalıdır. Aksi
durumda eşkıyanın aldığı mal sebebiyle had cezası gerekmemektedir. Bu şart eşkıyalığın
oluşumu için değil, eylemin mala karşı işlenen gasp ve yağma suçunu içermesi açısından
aranır. Bu sebeple de gasp ve hırsızlık yoluyla ele geçirilen malın ikinci bir yağmaya maruz
kalması halinde bu ikinci eylem, malın hukukî dokunulmazlığı bulunmadığından yağma suçu
sayılmamıştır.
6. Çalınan Malın Mütekavvim Ve Belli Bir Değerde Olması
Eşkıyanın tasallutuna maruz kalan mallar mütekavvim, üzerinde başkalarının ya da bizatihi
eşkıyanın alma hakkının bulunmadığı ve hırz altında olan mallardan olması gerekmektedir.
Dolayısıyla meyte gibi mütekavvim olmayan, ülkeye kaçak yollardan girmiş gayrimüslim bir
yabancıya (harbî) ait olan, içinde eşkıyanın kendisine veya oğluna ait bir mal bulunan,
alınmasına örfen izin verilen ya da kırsal bölgede sahipsiz bırakılan bir malı eşkıyanın ele
geçirmesi had cezasını gerektirmez. Ancak bu malların, mevcut ise aynen tüketilmiş ise
bedelinin sahiplerine iade edilmesi gerekmektedir.
Eşkıya tarafından alınan malın değeri hırsızlıkta olduğu gibi nisab miktarınca olmalıdır.
Hanefîlerden Hasan b. Ziyad’a göre eşkıyalıkta nisab basit hırsızlığın iki katı yani yirmi
dirhemdir. Çünkü eşkıyalıkta mal almanın cezası hem sağ elin hem de sol ayağın kesilmesi
olduğundan nisabın da iki kat olması gerekmektedir. Şâfîi ve Hanbelîler de nisab şartını
ararken, mâlikîler eşkıyalık suçunda nisabı
şart koşmamışlardır.
Sözünü ettiğimiz bu iki şart suçun oluşması için değil, ağırlaştırıcı sebep konumundaki yağma
unsurunun gerçekleşip suçluya daha ağır bir cezanın uygulanabilmesi için aranmaktadır.
Çünkü eşkıyalık suçunun içinde yer alıp onu ağırlaştıran alt suçların bulunmaması halinde suç
sadece asli özelliği olan kamu düzenine ve yol emniyetine karşı işlenmiş bir eylem
seviyesinde kalır.
C. İspatı
Eşkıyalık suçu ya âdil iki erkeğin şahitliği ile ya da suçluların ikrarı ile sabit olur. İmam Ebû
Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre bir kez ikrar yeterlidir. İmam Ebû Yûsuf ve Ahmed b.
Hanbel’e göre ise ikrarın iki kere olması gerekmektedir.

D. Cezası
Eşkıyalık suçunu konu edinen âyette Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Allah ve Rasûlü ile
muharebe eden, (yol kesmek suretiyle) yeryüzünde fesada koşan kimselerin cezaları, ancak
öldürülmeleri veya asılmaları veya el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi veya yeryüzünden
sürülmeleridir. Bu ceza onlar için dünyada rüsvalıktır. Onlar için âhirette büyük bir azap
vardır. Yakalanmadan tövbe etmeleri müstesna. Biliniz ki Allah gafûr ve rahîmdir (Mâide,
5/33).
Âyet-i Kerîme’den de anlaşıldığı gibi eşkıyalık suçu bünyesinde dört ayrı suç
barındırabilmektedir ki, bunların bazıları cana, bazıları mala, bazıları ise her ikisine yönelik
olmaktadır. Buna göre
1) Yolcuları sadece korkutmakla sınırlı kalır.
2) Yolcuların yalnızca malları alınmak suretiyle meydana gelir.
3) Yolcuları yalnızca öldürmek suretiyle olur.
4) Yolcuların hem mallarının alınması hem de öldürülmeleri suretiyle olur.
Yolcuların sadece korkutulması ve bu surette kamu güvenliğinin ihlal edilmesinin cezası
ta‘zîr suretiyle darp ve ölünceye ya da ıslah olduğuna kanaat hâsıl oluncaya kadar
nefyetmektir. Âyette geçen yeryüzünden nefyin anlamı bazı
İslâm hukukçularına göre bir
başka beldeye sürgün, bazılarına göre ise suçluyu hapsetme anlamına gelmektedir. Hanefîler
nefye hapis cezası anlamı vermektedirler.
Yolcuların mallarını soymak için eylem düzenlemiş olan kimselerin cezası sağ el ve sol
ayağın eklem yerlerinden kesilmesidir. Sol eli bulunmayan ya da sol elinden iki parmak veya
başparmağı olmayan kimselerin sağ elleri, sağ ayağı kesik ya da topal olan kimselerin sol
ayakları kesilmez.
Bedene yönelik bu cezaya ilaveten elde etmiş oldukları malları da mevcut ise iade etmek
zorundadırlar. Ancak bir şekilde ellerinden çıkmış olan mallar için had cezasına ilaveten
ayrıca bir tazmin gerekmemektedir.
Yolcuları yalnız öldürmek suretiyle yol kesicilik yapanların cezası öldürülmektir. Yolculardan
sadece birini bile öldürmüş olsalar had cezasının gereği olarak hepsi öldürülür. Bu suçu
işleyen kimselerin amacı siyasi olmasa gerektir. Aksi halde soygun amaçlı olmayan sadece
halk arasında korku ve panik çıkarmak suretiyle devletin zafiyetini ortaya koymak adına
yapılan bu eylemler eşkıyalıktan ziyade teröristliktir. Ancak biz devlete karşı silahlı isyan
anlamına gelen bağyi daha sonra ele alacağız.
Yolcuların hem mallarını almak hem de kendilerini öldürmek suretiyle eşkıyalık yapanların
cezaları hususunda mülkî otorite serbesttir. Dilerse bu kimselerin önce el ve ayaklarını
çaprazlama keser, sonra da onları öldürür veya asar (salb). Dilerse sadece öldürüp asar ya da
sadece öldürür veya sadece asar. Bu görüşİmam Ebû Hanîfe’ye aittir. İmameyn’e göre ise el

ve ayaklarını kesme hakkı yoktur. Sadece had cezasının gereği olarak öldürülür. Çünkü ortada
en şiddetlisinden de olsa bir tek eşkıyalık suçu vardır ve bir suçun sadece bir cezası olur.
Bazı detaylarda farkı görüşler olmakla birlikte Şâfiî ve Hanbelîler de Hanefîlerle aynı kanaati
tasnif için ıve cezalarıf harfinin suçlarıat . .
makta, suçu düzenleyen âyette geçenşpayla
kullanıldığını, mülkî otoritenin suçlara verilecek cezalar karşısında takdir hakkının geniş
olmadığını kabul etmektedirler. Mâlikî ve Zâhirîlere göre ise suçluların durumuna göre bu
dört türlü cezadan birini seçme konusunda mülkî otoriteye daha geniş bir takdir ve seçme
hakkı tanınmıştır.
III. ZİNA
A. Tanımı
Aralarında meşrû bir akit bulunmayan iki kimsenin kendi istekleriyle yaptıkları cinsel ilişkiye
zina denir. Bu tanım kapsamına giren her türlü cinsel ilişki haramdır. Ancak bu haram olan
cinsel ilişkilerin bazısı had cezasını gerektirmekte bazısı ise İslâm hukukçularının farklı
görüşlerine istinaden haddin dışında fakat kimi zaman hadden de şiddetli kimi zaman ise daha
hafif cezalarla cezalandırılmaktadır. Buna göre haddi gerektiren zinayı
şu şekilde tanımlamak
mümkündür:
İslam ülkesinde yaşayan mükellef bir erkeğin, aralarında nikâh akdi ya da akit şüphesi
bulunmayan, kendisine cinsel arzu duyulan (müştehat) bir kadınla kendi istek ve arzularıyla
cinsel ilişkide bulunmasıdır.
Tanımdan da anlaşıldığı gibi, mükellef olmayan kimse ya da kimselerin cinsel temasları,
tarafların irade dışı yaptıkları (biri veya her ikisinin mükreh oluşu) cinsel ilişkilerde mükellef
olmayan taraf ile cinsel ilişkiye cebren mecbur bırakılan kimseler had cezası ile
cezalandırılmamaktadırlar.
Şahitsiz olarak akdedilen nikâhlara istinaden yapılan cinsel ilişkiler, üç talakla boşandıktan
sonra iddet içinde helaldir düşüncesiyle yapılan cinsel ilişkiler şüphe sebebiyle had
cezalarının düştüğü ama faillerde şiddetli ta‘zîr cezalarının verildiği haram birlikteliklerdir.
Aralarında nikâh akdi veya şüphesi bulunmayan erkek ve kadının cinsel organlarını dühûl
(îlâc) olmaksızın birbirine temas ettirmeleri haddi gerektirmese de şiddetli ta‘zîri
gerektirmektedir. Aynı ceza küçük çocuklarla cinsel yakınlaşmada bulunan kadınlar ile
hayvanlarla cinsel ilişkiye giren kadınlar için de söz konusudur.
Hayız, nifas, itikâf ve ihram sebebiyle cinsel ilişkilerin yasak olduğu dönemlerde meydana
gelen birliktelikler haram olmakla birlikte had cezasını gerektirmemektedir.

B. Unsurları
1. Zina Eden Kimselerin Akıllı ve Ergen Olmaları
Zina eden taraflara had cezası uygulayabilmek için her ikisinin de akıllı ve bülûğa ermiş
olması gerekmektedir. Buna göre âkil ve bâliğ olmayanlar arasında meydana gelecek olacak
cinsel temas had cezasını gerektirmediği gibi bunaklar (matuh) arasında meydana gelen zina
da had cezasını gerektirmemektedir. Akıllı ve bülûğa ermiş bir erkek, bir çocuk ya da akıl
hastası ile zina ederse yalnız erkeğe had cezası gerekir. Aksi durumda yani kadının âkile ve
bâliğa olmasına rağmen erkek çocuk ya da akıl hastası olursa İmam Ebû Hanîfe ve
İmameyn’e göre her ikisine de had cezası gerekmemektedir. Çünkü zina fiilinde aktif
durumda olan erkek olduğundan bu tür bir cinsel temas tam olarak zina olarak
değerlendirilemez. İmam Züfer, İmam Şâfiî ve İmam Ebû Yûsuf’tan bir rivayete göre ise
kadına had cezası uygulanır. Çünkü mükelleftir ve zina fiiline rıza göstermiştir. İmam Mâlik’e
göre de aklî dengesi yerinde olmayan bir kadınla, cinsel ilişkinin âdeten mümkün olabildiği
küçük çocukla cinsel ilişki haddi gerektirmektedir.
2. Tarafların Hür İradeleriyle Zina Fiilinde Bulunmaları
Taraflardan herhangi birinin tam (mülci) ikrah ile zinaya zorlanması mükreh hakkında haddin
düşmesini gerektirmektedir. Ancak İmam Mâlik’e göre mükreh erkeğin iradesi olmadan
cinsel ilişkinin meydana gelmesi söz konusu olmayacağından mezhepte güçlü olan görüşe
göre erkeğe had cezası gerekmektedir.
3. Zina Eden Taraflar Arasında Evlilik Şüphesinin Bulunmaması
Bir kimse bain talakla boşadığı kadınla iddeti içinde, meşrûdur düşüncesiyle, cinsel ilişkide
bulunsa bu şüphe had cezasını düşürür. Bir erkeğin görmeden evlendiği kadınla zifafa
girdiğini düşünürken, kendisinin kandırılması sebebiyle bir başka kadınla, zevcesidir
düşüncesiyle cinsel ilişkide bulunması erkek hakkında had cezasını düşürmektedir. Böyle bir
durumda, birlikte olduğu kadına mehir vermesi gerekmektedir.
Haddi düşüren şüphenin bir delile dayanması gerekmektedir. Meşru olmayan gerekçeler had
cezasına engel teşkil etmemektedir. Dolayısıyla yabancı bir kadınla cinsel ilişkide bulunan bir
erkeğin “ben onu eşim sandım, ona benzettim” şeklindeki ifadeleri muteber değildir.
İmam Ebû Hanîfe’ye göre bir kimse, kendisine nikâhı nesep veya süt akrabalığı veya sıhrî
yakınlık sebebiyle haram olan bir kadınla evlenip cinsel ilişkide bulunsa, kendisine had cezası
gerekmemektedir. Çünkü şer’an bâtıl da olsa şeklen bir nikâhın mevcudiyeti şüpheye sebep
olmakta bu şüphe de had cezasını düşürmektedir. İmameyn’e göre ise kendisine mahrem olan
kimselerden birisiyle veya bir başkasının nikâhlı karısıyla ya da kendisine ebediyen haram
olan bir kadınla bilerek evlenen ve cinsel ilişkide bulunan kimselere had cezası
gerekmektedir. Zira yapılan bu fiil her hâlükarda zinadır. Mezhepte fetva da İmameyn’in
görüşüne göredir.
İmam Mâlik’e ve İmam Şâfiî’ye göre nikâhtaki şüphe had cezasına engel değildir. Dolayısıyla
ebediyen kendisine haram olan bir kadınla yapılan nikâh akdine istinaden meydana gelen

cinsel ilişki had cezasını gerektirir. Aynı
şekilde bile bile başkasının zevcesiyle nikâh yapıp
zifafa giren, iddeti bitmedi diye üç talâkla boşadığı eşiyle cinsel ilişkide bulunan kimseler
hakkında da had cezası gerekmektedir.
4. Zina Fiilinin Yaşayan Bir Kadın ile Erkek Arasında Meydana Gelmiş Bulunması
Zinanın had cezasını gerektirmesi için bir erkeğin yaşayan bir kadınla cinsel ilişkide
bulunması gerekmektedir. Bir erkeğin ölü bir kadınla cinsel ilişki kurması haddi değil, ta‘zîr
cezasını gerektirmektedir. Normal şartlarda ölü birisine böyle bir arzu duyulmamasına
rağmen, bir kimsenin böyle bir teşebbüste bulunması hem yapanın aklî dengesinde sorun
olduğunu gösterir hem de bu fiilin normal bir zina olamayacağını ortaya koyar. Ancak sıklıkla
belirttiğimiz gibi haddin gerekmemesi yapılan fiilin cezasız kalacağı ya da had cezasından
daha hafif bir ceza göreceği anlamına gelmemektedir. Nitekim hayvanlarla cinsel ilişkiler
kuran kadın olsun erkek olsun aynı
şekilde ta‘zîr cezasıyla cezalandırılır. Had cezası bu tür
anormal davranışlar için konmuş cezalar değildir. Bu tür insanlık dışı davranışlar sergileyen
kimseler için ağır ta‘zîr cezaları öngörülmekte, bazı
İslâm hukukçuları bu kimselerin kılıç ile
katledilmeleri gerektiğine hükmetmektedirler. Kendisiyle ilişki kurulan hayvan ise öldürülür
ve ne ölüsünden ne de dirisinden istifade edilir. Böyle davranılmasının sebebi, olayın örtbas
edilmesi, söz konusu şahsın veya hayvan sahibinin sürekli taciz edilmemesi, ayıplanmamasına
istinadendir.
İmam Mâlik’e göre bir kimsenin, kendi eşi olmayan ölü bir kadınla cinsel ilişkide bulunması
had cezasını gerektirmektedir.
5. Zina Fiilinin Üreme Organları Yoluyla Yapılmış Olması
Erkekle kadın arasındaki zina fiilinin ters ilişki suretinde meydana gelmesi İmam Ebû
Hanîfe’ye göre en şiddetli ta‘zîr cezasını gerektirse de haddi gerektirmemektedir. Çünkü
yapılan kötü fiil hakkında belirli bir had cezası yoktur. Ancak mülkî otorite (devlet başkanı,
veliyyü’l-emr, vb.) gerekli gördüğü durumlarda siyaseten katl cezası verebilir. İmameyn’e ve
diğer üç mezhep imamına göre ise aralarında nikâh olmayan kimselerin ters ilişkileri de
zinadır ve had cezasını gerektirmektedir.
Bu çirkin işte edilgen durumunda olan kimse mükreh ve mükellef olmayan birisi ise ceza
gerekmez. Aksi durumda ona da değnek cezası (celd) verilir ve bir başka beldeye sürülür. Bu
cezayı almasında muhsan olup olmaması ya da kadın veya erkek olmasında bir fark yoktur.
Kendi eşiyle böyle ters ilişkide bulunan kimsenin şiddetli bir tazir cezasıyla cezalandırılması
hususunda İslâm hukukçuları hemfikirdir. Bu çirkin davranışı mutat hale getiren kimse
hakkında hapis, darp veya katl suretiyle ceza tayini mülkî otoriteye aittir.
C. İspatı
Zina suçu diğer hadlerde olduğu gibi beyyine (şahitler) ve ikrar ile sabit olur. Hâkimin şahsî
bilgisi tek başına delil olamaz. Zina suçunun beyyine ile ispatı, mahkemede hâkimin
huzurunda toplanan mükellef, hür, âdil, gözlerin gören dört erkeğin zinanın meydana
geldiğini gözleriyle açıkça gördüklerine şahitlik etmelerinden ibarettir. Bu şartlara uygun

olarak şahitlik tamamlanınca hâkim, zinanın mahiyetini, nerede ve ne zaman, kiminle
yapıldığını sorar.
Zina suçunun ispatında kadınların erkeklerle birlikte şahadette bulunmaları ve şahide şahitlik
etmek (şehade ale’ş-şehade) geçerli değildir. Zina hususunda bir erkeğin karısı aleyhinde
şahitlikte bulunması muteberdir. Ancak daha önce karısına zina iftirasında bulunmuş biri
olmamalıdır.
Zinaya şahadet edenler zina eden kadın, zinanın yeri veya zamanı hakkında ihtilaf etseler
şahitlikleri batıl olur. Ancak kendilerine iftira (kazf) haddi gerekmez. Çünkü aslen zinanın
vukûunda hemfikirdirler.
Dört şahitten ikisi kadının zinaya rızasıyla iştirak ettiğini, diğer ikisi ise mükreh olduğunu
iddia etseler İmam Ebû Hanîfe’ye göre had cezası gerekmez. İmameyn’e göre ise sadece
erkeğe had cezası gerekir.
Zina suçunun ikrarla ispatı için zina eden kimsenin mahkeme ortamında, hâkim huzurunda
dört ayrı mecliste zina ettiğini itiraf etmesi gerekir. Dolayısıyla tek bir ikrar ya da aynı
mecliste peş peşe dört kez ikrar ile zina haddi gerekmemektedir.
Hâkim, pişmanlık duygusuyla itirafta bulunan kimsenin ilk üç ikrarını dinlemekle birlikte
itibar göstermez. Dördüncü kez gelip itirafını yineleyince ona zinanın ne olduğunu, kiminle
olduğunu, nerede ve nasıl olduğunu sorar.
Gayrimeşru ilişkide bulunduğunu itiraf eden kişinin fiilinin haddi gerektirecek şekilde
meydana geldiği anlaşılınca hâkim: “Belki aranızda bir nikâh vardı” veya “Bu olay bir
şüpheden kaynaklanarak meydana gelmiş olmasın” ya da “Rüya görmüş olmayasın” gibi bazı
telkinlerde bulunur ki, buna “telkîn-i rücû” denir. Bu telkindeki hikmet oldukça müstehcen
bir hadisenin kesinlik kazanmaması, bu yüzden birçok kimsenin ebediyen utanılacak bir
duruma düşmemesi, fahiş bir hareketin halk arasında şüyuuna meydan verilmemesi gibi
mülahazalardır.
Bir kimse, bir kadınla zina ettiğini o kadının gıyabında ikrar etse kendisine had cezası
uygulanır. Söz konusu kadının mahkemede hazır bulunmasına gerek yoktur. Haddin
icrasından sonra kadın gelip aralarında nikâh bağı bulunduğunu ve mehrini istediğini belirtse
buna itibar edilmez. Çünkü bu iddia ile hâkimin hükmü iptal edilmez. Hâkim zinaya
hükmetmiştir, zina ise mehri icab etmez. Aynı
şekilde bir kadın mahkemeye gelip bir erkekle
zina ettiğini ikrar etse, erkeğin mevcudiyeti şart olmaksızın kadına had cezası uygulanır.
Burada hemen şunu ifade etmek gerekmektedir. Yerinde de görüleceği üzere ikrar bir huccet-i
kâsıradır yani sonucu sadece ikrar edeni bağlar, karşı tarafı bağlamaz. Dolayısıyla burada da
sadece itiraf eden taraflara had cezası uygulanır. Ancak bu genel hükmün şöyle bir istisnası
vardır. Bir şahıs mahkeme, bir kadının huzurunda onunla zina ettiğini ikrar etse de kadın bunu
inkâr edip şahsı tanımadığını ifade etse, o şahıs hakkında had cezası uygulanmaz. Çünkü zina
hadisesi mahalsiz mümkün değildir. Kadının inkârıyla mahalliyet ortadan kalkmış ve bu
surette kadının zina şaibesinden kurtulması da temin edilmiştir. Bu görüşİmam Ebû
Hanîfe’ye göredir. İmameyn’e göre ise itirafta bulunan kimseye had cezası uygulanır. Çünkü

zina suçu iki taraftan her birine müstakil olarak ait olan bir fiildir. Herkesin fiili kendi
ikrarıyla sabit olacağından, diğer tarafın inkârı söz konusu ikrarı etkilemez.
Kocası olmayan bir kadının hamileliği hakkında haddi gerektirmediği gibi kimden hamile
kaldığı da kendisine sorulmaz. Çünkü böyle bir soru kötü bir eylemin herkesçe duyulmasına
sebep olur ki, bu İslâm’da yasaklanmıştır. Ancak İmam Mâlik’e göre hamileliğin ortaya çıkışı
ile de zina suçu sabit olmaktadır. Yani evli olmayan ya da herhangi bir şekilde evlilikle
bağlantısı olmayan, yaşadığı beldede yabancı olmayıp mukîm olan kadın çocuk doğurursa,
bununla zina sabit olur ve kadına had cezası gerekir. Bir karine bulunmadıkça gasp, ikrar veya
şüphe iddiası kabul olunmaz.
D. Cezası
Şartları mevcut bulunan bir zina suçunun cezası muhsan ve muhsane olanlar için recm
(taşlanarak öldürülme), diğerleri için celdedir (değnekle dövme) ki yüz sopadan ibarettir.
Burada ihsan kavramını kısaca açıklamak gerekmektedir.
İhsan terim olarak, had cezası icra edebilmek için mevcudiyeti şer‘an gerekli olan bazı
niteliklerin bir kimsede toplanmasıdır ki, ihsan-ı kazf ile ihsân-ı recm kısımlarına
ayrılmaktadır. İhsan-ı kazf, yerinde de görüleceği gibi, bir kimsede akıl, bülûğ, hürriyet, İslâm
ve zinadan iffet niteliklerinin bulunması ile meydana gelir.
İhsan-ı recm ise bir kimsede şu yedi özelliğin bir araya gelmesiyle gerçekleşir: Akıl, bülûğ,
hürriyet, İslâm, sahih bir nikâhla evlenmiş olmak, evli bulunduğu eşinin de aynı özelliklere
sahip olması ve bu özellikler bulunduktan sonra aralarında fiilen karıkocalık ilişkinin
meydana gelmiş olması. Bu özelliklere sahip olan erkeğe muhsan, kadına da muhsane denir.
İhsan vasfının bekası için evliliğin devam ediyor olması
şart değildir. Binaenaleyh, ömründe
bir kez evlenip ve zifafa girdikten sonra dul kalan bir kimse de muhsandır.
Bazı
İslâm hukukçuları yukarıda saymış olduğumuz yedi şarttan “Müslüman olmak” şartını
öngörmemektedirler. Diğer niteliklere sahip bir zimmî ya da zimmîye de o hukukçulara göre
muhsandır ve zina cezasını ona göre almış olur.
Muhsan olan kimselerin zina yapmaları durumunda recm cezası ile cezalandırılacakları
hususunda ehlisünnetin dört mezhebi de müttefiktir. Hatta meşhur Hanefî hukukçu
Kemaleddîn İbnü’l-Hümam: “Muhsan kimselerin recm edileceği gerçeği, Hâtem et-Tâî’nin
cömertliği ile Hz. Ali’nin kahramanlığı kadar inkârı kabil olmayan bir gerçektir” demektedir.
Ancak bazı
şii ekoller recm cezasını kabul etmemekte, cezayı celd ile sınırlandırmaktadırlar.
Çalışmamız bir ders kitabı olduğundan detay tartışmaları görmek için fıkıh kitaplarının ilgili
bölümlerine müracaatı önermekle yetiniyoruz.

IV. ZİNA İFTİRASI (KAZF)
A. Tanımı
İffetli kişilerin şeref ve haysiyetlerinin koruma altına alınması maksadıyla had cezasını
gerektiren suçlar arasına giren ve zina iftirası olarak ifade ettiğimiz kazf kelimesinin sözlük
anlamı mutlak surette “bir şeyi atmak” olup, fıkıh ıstılahındaki karşılığı “iffetsizlik isnat
etmek ya da hakaret etmek niyetiyle muhsan olan bir kimseye zina ithamında bulunmak veya
nesebini reddetmek” demektir.
B. Unsurları
1. Zina İsnadı
Zina isnadı bir kimsenin açıkça ya da açıkça sayılabilecek tarzda başka bir kimse aleyhinde
zina isnadında bulunması veya başka bir kimsenin sahih olarak bilinen nesebini reddetmesi
şeklinde olur. Kinaye ile tariz ile dilsiz kimsenin işaretiyle meydana gelen iftiralar şüpheli
olduklarından had cezasını gerektirmezler. Açıkça zina isnadı “falan kişi zanidir” şeklinde,
açık sayılabilecek tarzda isnat ise bir kimseye babası olan kişi için “o senin baban değil”
demek suretiyle meydana gelir.
Yazı ile kazfin haddi gerektirip gerektirmeyeceği ihtilaflıdır. Çağdaş bazı yazarlar, yazıyla
yapılan iftiraların fukaha tarafından geçersiz sayılmasının, yazının o dönemlerde taşıdığı ispat
güçlüğünden kaynaklandığını belirtseler de teknolojinin hem olumlu hem de olumsuz yönden
gelişmesi fukahanın tereddütlerinin bugün de geçerliliğini koruduğunu düşündürmektedir.
Bir kimseye homoseksüellik (lûtîlik) isnadında bulunmak İmam Ebû Hanîfe’ye ve Zahirîlere
göre kazf sayılmazken, İmameyn ve diğer mezhep imamlarına göre kazf sayılmakta ve had
cezasını gerektirmektedir.
Kazf suçunun kapsamını en geniş tutan Mâlikîlerdir. Kazfe mahsus ifadeleri sarih ve tariz
diye ikiye ayıran Mâlikîler’de kuvvetli olan görüşe göre tarizler de had cezasını
gerektirmektedir. Dolayısıyla bir kimse karşısındakine kinayeli olarak “ben zanî değilim”
dese bu ifade kazf kapsamında değerlendirilir.
Bir kimseye fâsık, fâcir, kâfir, Yahudi, faizci, hınzır, eşek, köpek, eşek veya köpek oğlu,
fâsıkanın çocuğu, fâcirenin çocuğu diye hitap edilmesi, söyleyen hakkında tazir cezasını
gerektirir. Fâhişenin çocuğu ifadesi ise doğrudan kazf sayılıp haddi gerektirir.
2. İthama Maruz Kalan Kimsenin Muhsan Olması
Kazf suçunu ve cezasını düzenleyen âyette (Nur 24/4) doğrudan ifade edilen muhsan kavramı,
akıllı, ergen, hür, müslüman ve iffetli olan erkek, kadın, dul veya bekâr kimse demektir.
Âyette özellikle “muhsanât” ifadesinin yer alması yani iffetli kadınlara zina iftirasından
bahsedilmesi, bunun fiili hayatta daha sık vuku bulması sebebiyledir.
İffetten maksat, gerek sahih bir nikâhla evlenmiş olsun gerekse hiç evlenmemiş olsun bir
kimsenin kendini zinadan korur olarak bilinmesi durumudur. Bir kimsenin zahiren iffetli

bilinmesi yeterli olup, mahkeme tarafından ayrıca incelenip ortaya konması söz konusu
değildir.
Bir kimse ömründe velev bir kez olsun liaynihi haram bir cinsel ilişkide bulunursa o kimse
için iffetli olma, dolayısıyla muhsan olma söz konusu değildir. Söz konusu haram ilişkinin
zina haddi gerektirip gerektirmemesinin önemi yoktur. Şüphe ile veya fâsid nikâhla meydana
gelen birliktelikler de iffetli olma vasfını kaybettiren unsurlardandır.
Başkasının nikâhlı karısıyla veya başkasından iddet bekleyen kadınla ya da sütkardeşle
evlenip zifafa giren kimse İmam Ebû Hanîfe’ye göre iffetini kaybetmiş demektir. İmameyn’e
göre ise bu suç bilerek işlenmemiş ise iffete zarar vermemektedir.
Ligayrihi haram bir suretle meydana gelen cinsel ilişkiler iffete engel teşkil etmemektedir.
Binaenaleyh bir kimsenin kendi eşiyle âdet günleri içinde ya da oruçlu iken veya ihramlı iken
cinsel ilişkide bulunması iffete zarar vermez.
İftiraya uğrayan kimsenin malum olması gerekmektedir. Meçhule iftira şüphe sebebi
olduğundan had cezasını gerektirmez. Dolayısıyla bir kimsenin bir topluluğa “biriniz hariç
hepiniz zanidir” dese bu kimseye had lazım olmaz.
İftiraya uğrayan kimse (makzûf), iftiracının (kâzif) fürûundan olmamalıdır. Zira mağdur olan
fürûun usûlü hakkında davacı olması caiz değildir. Fakat bir kimse kendi babasına, dedesine
veya anasına ya da kardeşine yahut amcasına kazfte bulunsa kendisine had cezası
gerekmektedir.
İftiraya maruz kalan kimsenin normal olarak cinsel ilişkide bulunabilecek bir vücut sağlığına
sahip olması gerekmektedir. Dolayısıyla fiziksel olarak cinsel ilişkide bulunması mümkün
olmayan bir kimseye zina isnadında bulunmak mutlak surette yalan olacağından iftiracıya
şiddetli bir ta‘zîr cezası gerekse de had cezası gerekmemektedir. Ancak İmam Ahmed b.
Hanbel’e göre fiziksel özrü de olsa kişinin şeref ve haysiyetine bir saldırı niteliği taşıdığından
bu kimselere de had cezası gerekmektedir.
3. Suç Kastının Bulunması
Kazf suçunun teşekkülü için iftiracının (kâzif) cezaî ehliyete sahip bulunması yani akıllı,
ergen, hür iradeye sahip bir kişi olması
şartı aranır. İftiracının kadın, erkek, müslim,
gayrimüslim, iffetli, sarhoş ya da ayık olması suçun oluşması açısından önemli değildir. Şu
halde çocukların, akıl hastalarının, mükrehin veya uyuyan kimsenin yapacağı kazf had
cezasını gerektirmemektedir.
C. İspatı
Kazf suçunun dava konusu olabilmesi için mağdur tarafın davacı olması gerekmektedir. Zira
daha önce de ifade edildiği gibi kazf suçu hem Allah hakkının hem de şahıs hakkının ihlal
edildiği bir suç grubu içindedir. Mağdurun olayı mahkemeye intikal ettirmeden af cihetini
tercih etmesi şer‘an teşvik ve tasvip edilen bir durumdur. Olayın mahkemeye intikal
ettirilmesinden sonra ise Hanefîlere göre dava kamu davasına dönüşmüş demektir. Artık suç

mağdurunun iftiracıyı affetmesi söz konusu değildir. İmam Mâlik’in görüşü de bu minval
üzeredir. Ancak olayın resmi makamlara intikalinden sonra makzuf yani suç mağduru olayın
kapanmasını, şüyu bulmamasını istiyorsa af yine geçerli olur. İmam Şâfiî ve Ahmed b.
Hanbel ise suçu tamamen şahıs hakkını ihlal olarak gördükleri için infaz öncesi mahkemenin
her safhasında affın geçerli olacağına hükmetmişlerdir.
Mağdur kimse hayatta ise dava açma hakkı kendisine aittir. Yakınlarının doğrudan böyle bir
hakları yoktur. Şayet mağdur yani iftiraya uğrayan kimse (makzuf), davayı açmadan veya
davadan henüz bir sonuç almadan önce vefat ederse velileri dava açamaz, açılmış olan davayı
takip edemez, ancak makzûf hayatta iken dava açması için bir vekil tayin edebilir. Kazf olayı
mağdurun ölümünden sonra meydana gelmiş ise usul ve fürûunun dava açma hakları vardır.
Kazf suçunun ispatı da diğer suç çeşitlerinde olduğu gibi beyyine ve ikrar vasıtasıyla olur.
İftiraya uğrayan taraf (makzûf), şayet suçlamayı reddediyorsa ya kendisi ya da vekili hâkim
huzurunda iki erkek şahidin şahadetiyle kazfin vukuunu ispat etmelidir. Kazfin ispatı
hususunda kadınların erkekler ile beraber şahitlikleri geçerli olmadığı gibi şahide şahitlik
(şehade ale’ş-şehade) ve suç dosyasının başka mahkemeden geldiği gibi yeniden
incelemeksizin işleme konulması (kitabu’l-kâdî ile’l-kâdî) da geçerli değildir.
Suçun ikrarla sabit olması ise kâzifin (iftira atan kişinin) mahkeme huzurunda bir kere itiraf
etmesinden ibarettir. Bu durumda hâkim, kendisine bu isnadını usûlen dört âdil, erkek şahitle
ispat etmesini emreder. Kâzif, bu isnadını gerektiği gibi ispat ederse, kendisine had cezası
verilmez, mağdur durumundaki şahsın suçlu olduğu anlaşıldığı için ona zina haddi uygulanır.
İspat edemediği takdirde kendisine kazif haddi uygulanır.
D. Cezası
Kazf suçunun biri bedenî diğeri manevi olmak üzere iki çeşit cezası vardır. Bedenî ceza ilgili
âyette de ifade edildiği gibi seksen değnektir. Manevî ceza ise, kâzifin (iftiracının)
güvenilirlik niteliğini kaybetmesi, mahkemelerde şahitliğinin kabul edilmemesidir. Kâzifin
tövbe etmesi ve durumunu düzeltmesi halinde şahitliğinin kabul edilip edilmeyeceği konusu
ise ihtilaflıdır. Hanefîlere göre kâzif tövbe etse de şahitliği ebediyen kabul edilmez. Mâlikî,
Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise tövbe eder ve iyi hali görülürse şahitliği kabul edilir.
V. ŞARAP İÇME-SARHOŞLUK
Had cezaları arasında yer aldığı yaygın olarak benimsenen Şarap içme ve sarhoşluk suçunu iki
ayrı terimle yani şarap içme (şürbü’l-hamr) ve sarhoşluk (sükr) ile ifade etmemizin sebebi,
cezayı gerektiren eylemin mahiyeti hakkında başlıca iki farklı görüşün olmasıdır. İmam Ebû
Hanîfe mutlak olarak had cezasını gerektiren eylemi şarap içme olarak kabul ederken diğer
mezheplerin imamları sarhoş edici her şeyi içmenin haddi gerektireceği görüşünü
benimsemektedirler. Ebu Hanîfe ise şarabın dışındaki sarhoş edici maddelerin tüketilmesinin
haddi gerektirmesi için sarhoş olma şartını aramaktadır. Detaylar suçun cezası başlığı altında
ele alınacaktır.

A. Tanımı
Öncelikle içki yasağını düzenleyen âyette (Mâide 5/90) yer alan hamr’ın ne anlama geldiğini
inceleyelim. Hanefîler, Şâfiîlerin çoğu ve bazı Mâlikîler ile İbrahim en-Nehaî, Şa‘bî, İbn Ebî
Leylâ, İbn Şübrüme gibi Iraklı fakihlere göre sadece üzümden elde edilen sarhoş edici içkiye
hamr denir. Öteki maddelerden elde edilen içkilere hamr denmesi ise mecaz yoluyla bir
adlandırmadır. Ancak İmam Ebû Hanîfe ile diğerleri arasında üzüm suyunun ne zaman hamr
ismini alacağı konusunda görüş ayrılığının bulunduğunu da belirtmek gerekir. Diğer taraftan
İmam Ebû Yûsuf ve bazı fakihlerden hamr kelimesinin gerçek anlamda üzüm ve hurmadan
elde edilen içkiyi ifade ettiği şeklinde bir görüş de rivayet edilir.
Çoğunluğunu Hanbelî ve Mâlikîlerin teşkil ettiği diğer fakihler ise azı ve çoğu sarhoşluk
veren her türlü içkiye, hangi maddeden üretilirse üretilsin hamr deneceği ve Kur’ân-ı
Kerîm’deki hamr yasağının bu tür içkilerin hepsini kapsadığı görüşündedir.
Sarhoşluk ise kişinin içki veya uyuşturucu madde alması neticesinde ayıldıktan sonra o
esnadaki söz ve fiillerini bilemeyecek derecede aklî melekelerinin zaafa uğramasını ifade
eder. Mezhep imamlarının çoğunluğuna göre sarhoşluk, kişinin sözlerinde karışıklık,
düzensizlik ve saçmalamanın hâkim hale gelmesi, kendi sırlarını açığa çıkarır biçimde
konuşmaya başlamasıdır. İmam Ebû Hanîfe had cezası gerektiren sarhoşluk tanımına farklı
şeyleri birbirine karıştırma, mesela yeri gökten, erkeği kadından ayırt edememe kıstasını
eklemiş, sarhoşluğun bu dereceye ulaşmamasının had cezasını engelleyecek bir şüphe
sayılacağına hükmetmiştir.
Sarhoşluk ehliyeti ortadan kaldıran durumlardan biri olarak kabul edildiği için aynı zamanda
usûlcülerin de inceleme alanına girmekte ve onlara göre de şu şekilde tanımlanmaktadır: Aklı
izale etmeyen, fakat mâkul hareket etmeyi önleyen etkiye sahip bazı maddelerin vücuda
alınmasıyla aklî melekelere baskın gelen sürur ve organlarda gevşemeyle birlikte oluşan gaflet
halidir; dimağın şarap vb. maddelerin buharlaşan zerrecikleriyle dolması sebebiyle insana ârız
olan ve aklının âtıl hale gelmesine yol açan durumdur.
B. Unsurları
1. Cezaî Ehliyetin Bulunması
Had cezasının uygulanabilmesi için içki içen kimsenin âkil, bâliğ ve konuşabilen (nâtık)
olması gerekmektedir. Dolayısıyla çocuklar, akıl hastaları ve dilsizler hakkında had cezası
uygulanamaz. Dilsizlere bu cezanın uygulanamama sebebi durumlarını
şüpheden uzak bir
şekilde ifade edememeleridir.
2. İçki İçen Kimsenin Müslüman Olması
Ülke vatandaşı gayrimüslimler (zimmîler), turist olarak gelen yabancılar (müste’menler) ve
bu ikisinin dışında kaçak olarak ülkede bulunan gayrimüslimler (harbîler) hakkında içki haddi
uygulanmamaktadır. Ancak Hasan b. Ziyad’dan bir rivayete göre zimmîlere de had cezası
uygulanmalıdır. Çünkü sarhoşluk her dinde yasaktır.

3. Hür İradeyle ve Zevk Eğlence İçin İçilmiş Olmalı
İkrah ile veya boğazda lokma tıkanıp da su bulunmaması gibi bir zaruret hali ile içki içmek
zorunda kalan kimseye had cezası gerekmemektedir. Ancak zaruret miktarından fazla
tüketilmesi durumunda had cezası gerekmektedir.
4. Zamanaşımının Bulunmaması
İçki içme eylemi üzerinden belli bir zaman geçmiş ise yani suçlu kimseden artık içki kokusu
gelmiyorsa had cezası uygulanamaz. Ancak suça şahitlik eden kimseler, mesafesinin uzaklığı
sebebiyle mahkemeye gelinceye kadar içki kokusu gitmiş olursa bu durumda mahkeme
anında değil, olayın yaşandığı andaki kokunun varlığı dikkate alınır. Yani şahitlerin “biz olayı
gördüğümüzde koku vardı” demeleri yeterlidir.
İçki içme suçunda zamanaşımı
şartı
İmam Ebû Hanîfe ve İmam Ebû Yûsuf’a göredir. İmam
Muhammed’e ve diğer üç mezhebe göre ise içki içme suçunda zamanaşımına itibar edilmez.
Binaenaleyh daha önce içki içmiş bir kimse sonradan gidip mahkemede suçunu itiraf etse
kendisine had cezası uygulanır, sarhoşluk alametleri dikkate alınmaz.
C. İspatı
Bir kimsenin şarap ya da herhangi sarhoş edici bir içki içip sarhoş olduğu kendi ikrarı ile ya
da beyyine ile sabit olur. İkrarın geçerliliği mahkeme huzurunda gerçekleşmesine ve söz
konusu kimsenin ikrar anında sarhoş olmamasına bağlıdır. Zira sarhoşluğun sebebi meşrû bir
mazeretten kaynaklanmış olabileceği gibi normalde sarhoş etmeyen bir şeyin tüketilmesiyle
ya da ikrah sebebiyle de olabilir.
Beyyine ile suçun ispatı ise en az iki âdil erkek şahidin, bir şahsın şarap içtiğine veya sarhoş
edici bir içki içerek sarhoş olduğuna mahkeme huzurunda şahitlik etmeleriyle gerçekleşir.
Beyyine ile suç sabit olduktan sonra zanlının içkiyi ikrah altında içtiğini öne sürmesi,
iddiasını başkaca şahitlerle ispat edemediği sürece geçerli değildir.
İkrar ya da beyyine söz konusu olmadığı sürece bir kimseden içki kokusu gelmiş olması had
cezasını gerektirmez. Ancak İmam Malik’e göre gelen kokunun sarhoş edici bir içki kokusu
olduğu şahadetle ortaya çıkarsa yine bu kimseye had cezası uygulanabilir.
D. Cezası
Sarhoş olmasa da az veya çok şarap (hamr) içtiği sabit olan kimseye had cezası verileceğinde
fikir birliği edilmiş olmasına karşılık şarap dışındaki sarhoş edici içecekleri (müskirat)
almanın cezası hususunda Hanefîlerle çoğunluk arasında temel bir yaklaşım farkı vardır.
İslâm hukukçularının çoğunluğu (cumhur) az miktarda da alınsa bu tür içecekleri içmenin
cezasının aynı olacağı kanaatindedir. Hanefîler ise şarap içmenin cezasını “haddü’ş-şürb” ve
haddü’l-hamr” diye isimlendirirken şarap dışındaki içkileri içene had cezası verilebilmesi için
sarhoş olmayı
şart koşmaktadırlar ve bu durumda uygulanacak cezayı “haddü’s-sükr” diye
adlandırırlar. Ayrıca şarap dışındaki içkilerin sarhoşluk meydana getirmeyecek düzeyde
içilmesinden dolayı ta‘zîr cezası verilebileceğini kabul ederler.

Verilecek olan had cezasının miktarına gelince, Hz. Peygamber döneminde sayı ve keyfiyet
bakımından farklı celde (sopa/değnek) cezaları ve ilave cezalar uygulandığı gelen
rivayetlerden anlaşılmaktadır. Hz. Ebû Bekir zamanında uygulanan kırk celde cezası Hz.
Ömer zamanında sahabe ile yapılan istişare sonucu seksen celdeye çıkarılmıştır. Hanefî,
Mâlikî ve Hanbelîlere göre seksen celdenin tamamı had iken Şâfiîler’e, Zâhirîler’e ve
Zeydîlere göre kırkı had kırkı ta‘zîrdir.
Gerek cezanın gerekeceği durumlar gerekse cezanın miktarı ile ilgili ihtilaflar doktrinde içki
içme suçunun had cezalarına mı ta‘zîr cezalarına mı dâhil olduğu tartışmalarını zaman zaman
gündeme taşımıştır.
VI. DEVLETE KARŞI İSYAN (BAĞY)
Devlete karşı isyan suçunun had cezası gerektiren suçlar kapsamına girip girmediği
tartışmalıdır. Çağdaş müelliflerin bazısı had cezaları içinde değerlendirirken bazısı da ta‘zîr
cezaları kapsamında konuyu ele almaktadırlar. Klasik fıkıh kaynaklarında ise devletler
hukuku konuları arasında yer almakta, cihad başlığı çerçevesinde değerlendirilmektedir. Biz
de çağdaş eserlerin tasnifini dikkate alarak haddi gerektirin suçlar başlığı altında devlete karşı
isyan suçunu ele almayı uygun bulduk.
A. Tanımı
Sözlükte “haktan ayrılmak, zulmetmek, haddi aşmak” anlamına gelen bağy kelimesi, devlete
karşı isyan olarak ifade ettiğimiz suçun fıkıh literatüründeki karşılığıdır. Buna göre bağy’ı,
silahlı bir grubun, meşrû devlet başkanını kendilerince haklı görülen bir sebebe istinaden
devirmek için başkaldırmaları olarak tanımlamak mümkündür.
B. Unsurları
1. İsyan Meşrû Devlet Başkanına Karşı Olmalı
İsyanın meşrû bir devlet başkanına karşı yapılması gerekir. Meşrûiyetini kaybetmiş bir devlet
başkanına karşı gelme bu anlamda bir isyan sayılmamaktadır. İslâm hukukçuları adaletten
ayrılıp fasık olan devlet başkanının meşrûiyetini kaybettiği konusunda görüş birliği
içerisindedirler. Dolayısıyla böyle bir devlet başkanına karşı gelenler de isyancı sayılmaz, zira
prensip olarak âdil olmayan devlet başkanları değiştirilmelidir. Ancak hukukçular kan
dökülmesine yol açacağı ve daha büyük bir fitne doğuracağı endişesiyle bu değişimin silahla
olması konusunda hem fikir değildirler. Zira mevcut zararın izalesi adına daha büyük bir
zulüm ve kargaşaya sebep olunabilir, asayişi sağlamak güç, hatta imkânsız hale gelebilir.
2. İsyanda Kuvvet Kullanılmalı
İktidara karşı fikir ayrılığında bulunmak, muhalefet etmek, biat etmemek, sivil itaatsizlikte
bulunmak bağy suçu kapsamına girmemektedir. Dolayısıyla bağy’ın varlığından söz
edebilmek için meşrû otoriteye karşı güç ve silah kullanmak (menea sahibi olmak) suretiyle
harekete geçme şartı
İslâm hukukçularının ekserisi tarafından aranmaktadır. Ancak Mâlikîler

ve Zahirîler kuvvet kullanma şartını aramaksızın devlet başkanına ya da devletin meşrû
emirlerine karşı gelmeyi isyan kabul etmektedirler.
3. Kendilerince Haklı Bir Sebebe Dayanmalı
İsyanda devlet başkanının değiştirilmesi veya meşrû emirlerinin uygulanmaması kastının
bulunması ve isyancıların bu hususta kendilerince haklı bir sebebe dayanması gerekir. Devlet
başkanının gayrimeşru usullerle bu makama geçtiğini söylemek veya görevlerini yerine
getirmediğini iddia etmek bu tür haklı sebepler arasında sayılabilir. Bu şartın önemi böyle bir
sebebe dayanmadan isyan edenlerin İmam Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel’e göre bâğî değil,
yol kesici sayılmaları ve ona göre cezalandırılmalarıdır.
4. İsyan Suçu Topluca İşlenmeli
İsyan suçu topluca işlenen bir suçtur. Tek kişinin karşı gelmesi isyan değildir. Ancak sayısal
çokluğun miktarı konusunda İslâm hukukçuları farklı görüşler öne sürmüşlerdir.
C. Cezası
İsyan eden kimselere verilecek ceza konusunda iki tür suçları birbirinden ayırmak gerekir.
İsyan fiiliyle ilgili olmayan hırsızlık, zina gibi suçlar. Bu suçlar bakımından isyan eden kimse
adi suçlu gibi kabul edilir ve bu suçlar için öngörülen cezalara çarptırılır. İsyanla ilgili hukuka
aykırı fiiller ise teker teker cezalandırılmayıp isyan suçu içinde mütalaa edilir. Buna göre,
isyana kalkışanlarla harp edileceği ve bu esnada gerekiyorsa onların öldürülebileceği kabul
edilmektedir. Fakat kuvveden fiile geçen isyan eylemine verilecek tepkide aşırıya gitmemek,
isyanı bastırmayı sağlayacak kadar güç kullanmak gerekmektedir. Dolayısıyla tedhiş
eylemlerinde yaralı olarak yakalananlar öldürülmez, malları ganimet olarak zapt edilmez,
çocukları esir alınmaz.
Silahlı isyana hazırlık aşamasında iken yakalanan kimseler, toplu bir vaziyette bulunsalar da
eylemi başlatmadıkları sürece kendilerine karşı savaşın başlatılamayacağı görüşü çoğu İslâm
hukukçusu tarafından kabul edilmektedir. Bazı Hanefîler ise bu görüşe katılmamakta, isyanı
başlatmak üzere hazır halde bekleyen gruba silahla müdahale edilebileceği görüşünü
benimsemektedirler.
İsyanın bastırılması sonrası ele geçirilenlere ölüm cezası dışında uygun bir ta‘zîr cezası
verilmelidir. Ancak İmam Ebû Hanîfe, bu kimseler arasında gerektiğinde ölüm cezası alması
gerekenlerin bulunabileceğini kabul etmektedir.
Hülasa devlete karşı silahlı isyan suretiyle meşrû düzeni değiştirme teşebbüsünde bulunan
kimselerin eylemlerinin aşamalarına göre farklı cezaların öngörülmesi, tedbirlerin
benimsenmesi ve bağy suçu için tek tip bir cezanın önerilmemesi, suçun hadlere mi ta‘zîr
cezalarına mı dâhil olması gerektiği hususunda görüş farklılıklarına sebep olmuştur.
VII. İSLÂM DİNİNDEN ÇIKMA (İRTİDAT)
Verilecek ceza hakkında farklı görüşlerin olması sebebiyle had cezasını gerektiren suçlar
kapsamına dâhil olup olmadığı ihtilaflı olan suçlardan biri de İslâm dininden çıkmaktır.

Bağy’de olduğu gibi burada da çoğu İslâm hukukçusunun tasnifine uyarak irtidat suçunu had
kapsamında ele almayı uygun bulduk.
A. İrtidatın Mahiyeti
Sözlükte “dönmek”, “kabul etmemek” anlamlarına gelen irtidat bir fıkıh terimi olarak
“müslüman bir kimsenin kendi irade ve arzusuyla İslâm dininden çıkması” anlamına
gelmektedir.
Dinden çıkmanın hukuk düzeni bakımından suç sayılması
İslâm’dan önce de yaygın bir
anlayış olup Yunanlılar ve Romalılarda bu suça ölüm cezası verilmiş, Yahudilikte taşlanarak
öldürülme cezası öngörülmüştür. Hıristiyanlıkta dinden çıkanlar için çeşitli dönemlerde ölüm
ve aforoz gibi cezalar uygulanmış ve engizisyon mahkemeleri kurulmuştur.
İrtidat yani İslâm dininden çıkma dört şekilde meydana gelir.
1. Sözlü Olarak İrtidat
İmanın gereklerine aykırı, küfür sayılabilecek sözleri bilinçli bir irade ile telaffuz etmekle
olur. Bir kimsenin İslâm dininden çıktığını söylemesi veya iman esasları kapsamına giren bir
şeyi diliyle inkâr etmesi gibi.
Allah Teâlâ’ya veya peygamberlerden birine veya meleklere sövmek, Cenab-ı Hakkın
rubûbiyyetini veya vahdaniyetini ya da kitaplarından birini yahut hayat, ilim gibi subûtî
sıfatlarından birini veya namaz, oruç gibi kesin farz olan bir dini emrin farz oluşunu inkâr
etmek; peygamberlik iddiasında bulunmak, Hz. Peygamberden sonra birinin nebî olduğu
iddiasını tasdik etmek bu kabildendir.
2. Fiili Olarak İrtidat
Küfrü veya şirki gerektiren herhangi bir hareket sergilemek, putlara, heykellere tapmak veya
güneşe, aya, yıldızlara ve Allah’tan başkasına secde etmek gibi. Hakaret amacıyla Kur’ân-ı
Kerîm’i pis olan bir yere fırlatıp atmak, dinen mukaddes sayılan şeylerden biri ile istihza
etmek de küfrü gerektiren davranışlardandır. Bütün bunları yapan kimse mürted sayılır.
3. İtikâdî Olarak İrtidat
İslâm dininin hak din oluşuna, İslâm dininde zarureten sabit olan ve itikadı vacip olan
herhangi bir hükmün hilafına kalben iman etmektir. Âlemin kadîm olduğuna veya âlemi
yaratanın (sâni-i âlem’in) hâdis (sonradan var olan) olduğuna inanmak da küfrü muciptir
Helal olduğu kesin olan şeylerin haram olduğuna inanmak (istinkâr), haram olduğu kesin olan
şeylerin helal olduğuna inanmak (istihlal), İslâm’ın ahkâmı ile alay etmek (istihza) ve bunları
hafife almak (istihfaf) küfrü gerektiren hususlardır.
4. Şüphe Etmek Suretiyle İrtidat
İslâm dininde katiyetle sabit olup zaruriyyât-ı diniye olarak bilinen ve meçhul olması tasavvur
olunamayacak olan şeylerden herhangi biri hakkında şüphe duymak, tereddüt etmek küfrü

gerektirir. Allah Teâlâ’nın varlığından, peygamberlerin doğruluğundan, kıyamet gününün
vukûundan şüphe etmek bu kabildendir.
B. İspatı
İrtidat suçunun ispatı ikrar veya şahitlik yoluyla gerçekleşir. Fakihlerin çoğunluğu bu konuda
iki erkek şahidin şahadetini suçun ispatı için yeterli görmektedir. Ancak Hasan el-Basrî, sonuç
itibarıyla ölüm cezasını gerektiren bütün suçlarda dört şahidin gerekli olduğunu savunur.
Aleyhine yapılan irtidat iddialarına rağmen mürted olmadığını ifade edilen kimse müslüman
sayılır. Ancak iddia sahipleri davalarını beyyine yani şahitler ile ispat ederlerse zanlı
mahkeme huzurunda kelime-i şahadet getirmedikçe müslüman olduğunu ispat etmiş olamaz.
C. Cezası
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu bu suçun had cezasını
gerektiren bir suç olduğunu ve cezasının ölüm olduğunu ifade etmektedirler. Bu görüşlerine
delil olarak da Hz. Peygamberin “Kim dinini değiştirirse öldürün” hadisini gösterirler. Ancak
dinden çıkma dinî bir şüpheden kaynaklanıyorsa bu şüphenin giderilmesine çalışılır ve tekrar
İslâm’a dönmesine fırsat verilir. Mürtedin içinde bulunduğu ruh hali de dikkate alınarak
kendisine dilediği takdirde düşünme süresi verilir. Bu süre Hanefîlere göre on gün diğer
mezheplere göre ise üç gündür.
Hanefîlerin dışındaki mezheplere göre suçlunun kadın veya erkek olması arasında fark yoktur.
Hanefîler ise sadece erkeklerin ölüm cezasına çarptırılacağını, kadınların cezalarının ise hapis
olduğunu kabul ederler. Hanefîlerin bu konuda ayırım yapmalarının sebebi sadece erkeklerin
muharip grubuna dâhil olduğunu, dolayısıyla sadece onlardan İslâm’a bir zarar gelebileceğini
düşünmeleridir. Hanefîlerin bu yaklaşımından anlaşılan, ölüm cezasının sebebinin irtidat
olmadığı, potansiyel düşman askeri durumuna düşmek olduğu, dolayısıyla cezayı gerektiren
hususun devlete ihanete sebep olabilecek bir durum içinde bulunmak olduğudur. Binaenaleyh
kadın da olsa aynı tehlikenin kendisinden beklendiği kimselerin de öldürülebileceği görüşü
Hanefîlerce kabul edilmektedir.
Çağdaş bazı
İslâm hukukçuları irtidat suçunun haddi değil ta‘ziri gerektirdiği görüşündedirler.
Zira bu kimselere göre Hz. Peygamberin yukarıda zikrettiğimiz, konuya mesnet teşkil eden
hadisi devlet başkanlarına, böyle bir durumla karşılaştıklarında verilen ruhsatı ifade
etmektedir. Durumun böyle olduğu bizzat Hz. Peygamberin bazı irtidat olaylarında failleri
ölümle cezalandırmadığını gösteren örneklerden açıkça anlaşılmaktadır. Ayrıca İbrahim en-
Nehaî ve Sevrî gibi bazı hukukçular irtidat edene ölüm cezası verilmez, ömür boyu tövbe
etmeleri istenir görüşündedirler.
İslâm dini insanlara müslüman olmaları hususunda bir dayatmada bulunmamakta, dinde
zorlamanın olmadığı ilkesini benimsemekte, insanlara inançlarının gereği gibi yaşama fırsatı
vermektedir. İslâm’a girip girmeme hususundaki bu müsamahanın girdikten sonra çıkmaya
yansımadığı görülmektedir. İslâm insanların kendi iradeleriyle girdikleri İslâm dininden
çıkmayı suç saymakta ve failleri cezalandırmaktadır. Bunun sebebi ise her dinde ve her
rejimde görülen kendini koruma hakkı ve zorunluluğudur. Yoksa İslâm hukuku kişilerin dinî

emirleri yerine getirip getirmedikleriyle -bu ihlaller aleniyete dökülüp dini hafife alma, din
aleyhtarlığı yapma, başka inançların propagandasına dönüşme mahiyeti taşımadıkça- pek
fazla ilgilenmez. Mesela namaz kılıp kılmadıkları, oruç tutup tutmadıkları kendi vicdanlarında
saklı kaldığı sürece hukuki takibata konu olmaz. Çünkü bunlar Allah’a kulluk etmekle ilgili
olup, kabulü samimiyete, halisane niyete bağlıdır.

Kaynaklar
Aktan, Hamza, “Kazf ”, DİA, Ankara 2002.
Aydın, Mehmet Akif, Türk Hukuk Tarihi, Beta, İstanbul 2012.
Baktır, Mustafa, “İçki”, DİA, İstanbul 2000.
Bardakoğlu, Ali, “Eşkıya” DİA, İstanbul 1995; “Had”, DİA, İstanbul 1996; “Hırsızlık” DİA,

İstanbul 1998;

Bilmen, Ömer Nasuhî, Hukukı
İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Yayınevi,
İstanbul (t.y.).
Cin, Halil-Akgündüz, Ahmet, Türk Hukuk Tarihi, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul

2011.
Dönmez, İbrahim Kâfi, “Sarhoşluk” DİA, İstanbul 2009.
Ebû Zehra, Muhammed, el-Cerîme, Dâru’l-Fikri’l-Arabî, Beyrut (t.y.)
Ebû Zehra Muhammed, İslâm’da Suç ve Ceza (Çev. İbrahim Tüfekçi), Kitabevi, İstanbul

1994.
İnce, İrfan, “Ridde” DİA, İstanbul 2008.
Kubeysî-Sâmerrâî-Zelemî, el-Medhal li Dirâseti’ş-Şerîati’l-İslâmiyye, Dâru’l-Ma‘rife, (b.y.)

1980.
Şafak, Ali, “Bağy”, DİA, İstanbul 1991.
Zeydan, Abdülkerîm, el-Ukûbe fi’ş-Şerîati’l-İslâmiyye, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 1988.

__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi Medine-web 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Medineweb Görsel ve Slayt arşivi( kaybolmaması... Medineweb.net Videolar Medine-web 4 147 23 Eylül 2024 20:24
Mustafa İslamoğlu Sözler Medineweb.net Videolar Mihrinaz 2 343 30 Nisan 2023 16:51
Şirk Hakkında Kuran Ne Diyor? Medineweb.net Videolar Medine-web 0 250 29 Nisan 2023 18:52
DÜNYA KABE'NİN NERESİNDE Hacc-Umre-Kurban Medine-web 0 1092 27 Nisan 2020 21:40

Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
islam hukuku ünite 6 Medine-web İslam Hukuku-I 0 22 Aralık 2013 19:40
islam hukuku ünite 4 Medine-web İslam Hukuku-I 0 22 Aralık 2013 19:38
islam hukuku ünite 2 Medine-web İslam Hukuku-I 0 22 Aralık 2013 19:36
islam hukuku ünite 1 Medine-web İslam Hukuku-I 0 22 Aralık 2013 19:35
islam hukuku ünite 5 Medine-web İslam Hukuku-I 0 22 Aralık 2013 19:33

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.