Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.İLİTAM İLAHİYAT LİSANS TAMAMLAMA.::. > İlitam 3.Sınıf Dersleri > İslam Hukuku-I

Konu Kimliği: Konu Sahibi Medine-web,Açılış Tarihi:  22 Aralık 2013 (19:38), Konuya Son Cevap : 22 Aralık 2013 (19:38). Konuya 0 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 22 Aralık 2013, 19:38   Mesaj No:1
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:8
Cinsiyet:Erkek
Yaş:50
Mesaj: 3.071
Konular: 340
Beğenildi:1382
Beğendi:464
Takdirleri:10171
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart islam hukuku ünite 4

islam hukuku ünite 4

ÜNİTE 4
KISAS VE DİYET CEZASI GEREKTİREN SUÇLAR
I. KISAS
Kısas, İslâm hukukunda suçların ve cezaların kanunîliği ilkesi ve suçun hukukî konusu esas
alınarak yapılan had, kısas ve diyet (cinayet) ve de ta‘zîr şeklindeki üçlü tasnifte, Allah
(kamu) hakkı bulunmakla birlikte şahıs hakkının ağırlıklı olarak ihlal edildiği öldürme ve
yaralama suçlarına öngörülen müeyyideler kapsamında yer alır. Kur’ân-ı Kerîm’de yol kesme
ve eşkıyalık (hırâbe) suçuna da idam cezası öngörülmekle birlikte bu kısas değil had cezası
grubundadır. Muhsan olan kimselerin zina cezasının recm ile, mürted olan kimselerin ölümle
cezalandırılmaları da yine yukarıda belirttiğimiz gibi had cezaları grubuna dâhildir.
Kısas cezası, bazıları doktrinde tartışmalı olmakla birlikte, hâkimin takip ve kovuşturması için
mağdurun şikâyet şartının aranması, zamanaşımının suça şahitlik etmeyi engellememesi, dava
hakkının mirasçılara intikal etmesi, davanın mahkemeye intikalinden sonra mağdurun diyet
alarak kısas hakkından vazgeçmesinin caiz olması ve karardan sonra da af hakkını
kullanabilmesi gibi özellikleriyle had cezalarından ayrılmaktadır.
A. TANIMI
Kısas kelimesi sözlükte eşitlemek ve misilleme yapmak, işlenen fiile ona denk bir fiille
mukabele etmek anlamlarına gelmektedir. Fıkıh terimi olarak kısas, kasten işlenen adam
öldürme veya müessir fiil (yaralama) suçunun failinin, işlediği fiil cinsinden ve ona denk bir
ceza ile cezalandırılması, bir başka ifadeyle kasten öldürdüğü kişiye karşılık fâilin
öldürülmesi, kasten işlediği müessir fiil sonucu mağdurda bedenî-fizikî zarar meydana getiren
kimsenin benzeri şekilde cezalandırılması anlamına gelmektedir.
Şahsa yönelik olup duruma göre kısası, kimi zaman da diyeti gerektiren suçlar katil (cinayet
ale’n-nefs) ve müessir fiil (cinayet alâ mâ dûne’n-nefs) olarak iki kısma ayrılmaktadır. Anne
karnındaki çocuğun düşürülmesi de bu grubun üçüncü türünü teşkil eder ve nisbeten farklı
hükümlere tâbidir.
B. KATİL
Sözlükte ve örfte “bir canlının bir başka canlıyı öldürmesi” şeklinde geniş bir anlamı bulunan
bulunan birığıslâm hukukunda bir kimsenin, hukuken can dokunulmazlİ), kelimesi, .....katil (
şahsın ölümüne yol açacak bir davranışta bulunmasını, teknik tabiriyle adam öldürme
cürmünü ifade eder.
1. Çeşitleri ve Şartları
Katil (katl) suçunun oluşmasında iki ana unsur vardır:
Birincisi, öldürülen kimsenin masum olması, bir başka ifadeyle öldürme eyleminin hukuka
aykırı olmasıdır. Nasıl ceninin yaşama hakkı anne ve babasının isteğine bırakılmayarak

rahimde canlılık kazandığı andan itibaren dinî ve hukukî bir korumaya konu olmuşsa, insanın
yaşama hakkı da kendi arzusuna bırakılmamış, başkaları açısından hak niteliği, kişi açısından
ise yaratana ve bütün insanlığa karşı görev ve sorumluluk yönü ön plana çıkarılarak hukukî
olduğu kadar dinî açıdan da koruma altına alınmıştır. Kişinin kendi canına kıyması veya
başkasına bu konuda izin vermesi hukuka aykırılığı ve günahı ortadan kaldırmadığından
intihar katil derecesinde büyük günahlardan biri sayılmıştır. Ötenazi de böyledir; kişinin
tedaviye cevap vermeyip hayatından ümidin kesilmesi durumunda daha fazla acı çekmesinin
önlenmesi için kendisinin, yakınlarının veya sağlık ekibinin, ölümüne onay vermesi eylemi
suç ve günah olmaktan çıkarmaz.
İkincisi, failin öldürme eylemini gerçekleştirmiş olmasıdır. Eyleme başkalarının doğrudan
veya dolaylı olarak iştirak etmesi onu katil suçu olmaktan çıkarmaz. Ancak yaptığı fiilin
sonucunu istemiş olması suçun ağırlığını belirleyen önemli bir faktör olduğundan klasik
doktrinde katil suçunun ayırımı bu ölçüte göre yapılır.
Kur’ân-ı Kerîm’de adam öldürme suçu kasten ve hataen olmak üzere iki şekilde ele
alınmaktadır. Mâlikîler ve Zahirîler bu ayırımı benimserken Şâfiî, Hanbelî ve Zeydiyye
fakihleri araya “kasıt benzeri öldürme”yi de dâhil ederek katil çeşitlerini üçe, Hanefîlerden bir
grup “hata mahiyetindeki öldürme” ilavesiyle dörde, bir kısmı ise tesebbüben öldürmeyi de
ekleyerek beşe çıkarır. Bununla birlikte ayırımlar genelde kasıt-hata veya mübaşeret-tesebbüb
ekseninde yapılmakta, sonucu da bu ayırım belirlemektedir.
a. Kasıt-Hata Ayrımı
Adam öldürme suçunda kasıt (amd), fâilin sonucunu bilerek ve isteyerek ölüme yol açan bir
fiili işlemesi demektir ve suçun manevî unsurunu teşkil eder. Kastın bulunması için fâilin
önceden plan ve tasavvurda bulunması
şart olmayıp ölüme yol açan fiili işlediği anda sonucu
istemiş olması yeterlidir. Bunun için de doktrinde “suçu önceden planlama” anlamıyla
taammüd ve “fiilin sonucunu o anda istemiş olma” anlamıyla kasıt ayırımı yapılmaz. Ancak
kasıt kişinin iç dünyasıyla alâkalı bir durum olduğu ve kişinin öldürme niyetinin tespitinde
zorluklar bulunduğu, hukukî hükümlerin ise objektif verilere dayanması gerektiği için
fakihler, kişinin kasıt ve niyetini göstermeye elverişli objektif bir ölçüt geliştirmeye
çalışmışlar, bunun için de fâilin kullandığı aletin öldürücü olması
şartını ileri sürmüşlerdir.
Aletin bu vasfı onu kullanan kişinin de kural olarak öldürme kastını taşıdığının delili
sayılmıştır. İslâm hukukçularının çoğunluğunun görüşü bu olmakla birlikte öldürücü aletin
tanım ve örneklendirilmesi mezheplere, hatta fakihlerin kişisel bilgi birikimi ve takdirine göre
değişiklik gösterir. Mesela İmam Ebû Hanîfe bıçak, kılıç, mızrak gibi kesici ve delici aletlerin
kullanılmasını kastın varlığına hükmedebilmek için gerekli görürken diğerleri, aletin örfen
öldürücü sayılmasını veya böyle olmasa da kullanıldığı
şartlarda çoğunlukla öldürücü
olmasını yeterli görür. Ağır bir taşı üzerine atma, sopayla vücudun ölümcül bölgelerine
vurma, zayıf ve hastalıklı kimseyi dövme böyledir. Mâlikî fakihleri ise genelde sübjektif
metodu benimseyerek aletin öldürücü olmasını değil, fâilin öldürme kastı taşımasını ölçü
alırlar.
Kasten öldürme suçunun maddi unsuru canlı ve masum bir insanın ölmesine yol açan fiillin
işlenmesidir. Bu sebeple ölüye ya da anne karnındaki cenine yönelik fiiller kasten öldürme

suçu teşkil etmediği gibi ölümle sonuçlanmayan veya ölümle arasında sebep-sonuç ilişkisi
kurulamayan fiiller de böyledir. Savaş veya aleyhinde yargı kararı kesinleşmesi sebebiyle can
güvenliği bulunmayan kimselerin öldürülmesi katil suçu teşkil etmez. Suçun oluşması için
öldürülen kimsenin yaşayan ve hukuken can güvenliği bulunan bir insan olması yeterli olup
bu konuda din, ırk, cinsiyet ve sağlık ayırımı yapılmaz. Kâtilin âkil, bâliğ olması, fiili ikrah
altında işlememesi, öldürülenle öldüren arasında denkliğin bulunması veya usûl-fürû bağının
bulunmaması gibi şartlar ise kasten öldürmenin değil, bu suç türünün karşılığını teşkil eden
tam cezanın yani kısasın uygulanma şartı olarak gündeme getirilir. Aynı
şekilde maktûlün
yakınlarının kâtili affetmesi de onun eylemini katil suçu olmaktan çıkarmayıp sadece kısasın
uygulanmasını önler.
Hataen öldürme bir kimsenin yanlışlıkla öldürülmesidir. Bu da ya fiilde (şahısta) hata ya da
kasıtta hata şeklinde olur. Av hayvanına ateş etmişken bir insanın vurulması fiilde hataya,
düşman askeri sayılarak mâsum birinin öldürülmesi ise kasıtta hataya örnektir. Hataen adam
öldürmenin kasten adam öldürmeden temel farkı fâilin maktûlün ölümünü hiç istememiş,
fakat taksirli hareketinin sonucu ölümün meydana gelmiş olmasıdır. Taksirli hareket de
genelde gerektiği şekilde tedbirli davranmama, o davranışa uygun düşen özen ve dikkati
göstermeme şeklinde kendini gösterir. Maktûlün ayağına atılan kurşunun göğsüne ya da
başına isabet ederek onu öldürmesi ise hata değil kasıt grubunda yer alır.
Kasıt ve hata farkı hem hukukî müeyyide hem de uhrevî mesuliyet itibarıyla önem arz
etmekle birlikte söz konusu farkı kovuşturma aşamasında tespit edebilmek her zaman kolay
olmamaktadır. Bunun için fakihler, kasıtla hata arasında kasıt benzeri (şib-i amd) öldürme
adıyla üçüncü bir grup ilave ederek fâilin öldürme kastının tam bulunmadığı, fakat hataen
öldürmedeki kadar da mazur görülemeyeceği durumları bu gruba almış ve bunu diğer iki grup
fiilin sonuçlarından ayrı tutmuştur. Kasıt benzerinin tam bir tanımı verilemezse de fâilinin
ölümle sonuçlanan fiili bilerek işlediği, ancak ölüm sonucunu istemediği durumlar, modern
hukuktaki ifadesiyle “kastı aşan müessir fiille adam öldürme” kural olarak kasten değil kasıt
benzeri bir kusurla öldürme kabul edilir. Bu da genelde kullanılan alete ve olayın cereyan
şekline bakılarak belirlenir. Mesela İmam Ebû Hanîfe’ye göre kesici ve delici bir alet
kullanılmaksızın taş, sopa veya yumrukla öldürme böyledir. Şâfiîler ve Hanbelîler bilerek
çelme takıp düşürme, suya itme, üzerine azgın bir köpeği salma, ateşe verme gibi failin
öldürme kastını açıkça göstermeyen iradî bir fiilin ölüme yol açmasını kasıt benzeri sayarlar.
Mâlikî ve Zahirî fakihlerinin kasten öldürme grubunda gördüğü bu tür fiilleri fakihlerin
çoğunluğunun ayrı bir kategori olarak değerlendirmesinin temel amacı, fâilin adam öldürme
kastının tam bulunmadığı durumlarda kısas cezasının uygulanmasına engel olmaktır. Trafik
araçlarının, sanayi makine ve aletlerinin kullanılması, yanlış tedavi, eğitim amaçlı dayak,
bedenî bir cezanın infazı gibi bir hakkın kullanımının ölüme yol açmasının hata mı kasıt
benzeri mi sayılacağı hukukçular arasında tartışmalı olup ihmal ve kusurun ağırlık derecesi bu
konuda belirleyici bir role sahiptir.
Kasıt-hata ekseninde özellikle Hanefî fakihlerince dile getirilen bir başka katil çeşidi de “hata
yerine geçen öldürme” olup bu da hata grubunda yer alan ve ölüme yol açan gayri iradî fiilleri
kapsar. Burada hatadan farklı olarak ölüm, fâilin hiç kimseyi öldürme niyeti taşımayan bir fiili
neticesinde meydana gelmektedir. Mesela fâilin uyku esnasında bir çocuğun üstüne düşmesi

veya onarmadığı duvarının yoldan geçen birinin üzerine yıkılması ve böylece onların ölümüne
yol açması böyledir.
b. Mübaşeret-Tesebbüb Ayrımı
Özellikle Hanefîlerin dile getirdiği bu adlandırma ölüme doğrudan yol açan fiillerle, araya
ikinci, üçüncü bir sebebin girmesiyle ölüme yol açan fiilleri birbirinden ayırmayı ve ikinci
grubu doğrudan öldürmenin ağır sonuçlarından ayrı tutmayı amaçlar. Fıkhî terminolojide
bunlardan birincisine mübaşeret ikincisine de tesebbüb denir. Mesela yumruk, kurşun veya
bıçak darbesiyle ölüm arasında doğrudan ilişki kurulabildiği sürece mübaşereten katilden söz
edilir. Birinin aleyhinde yalancı
şahitlik yaparak mahkemece idamına hüküm verilmesine
sebep olma, kuyu kazarak, hapsederek ya da terk ve ihmal suçu işleyerek yani selbî fiillerle
birinin ölümüne yol açma gibi durumlar ise tesebbüb grubuna girer. Bu ayırımda araya giren
diğer iradî fiillerin varlığı önemlidir. Nitekim tam ikrah altında işlenen öldürmeyi fakihlerin
çoğunluğu zorlayan ve zorlanan açısından da mübaşeret sayarken İmam Ebû Hanîfe ve İmam
Muhammed zorlananı (mükreh) alet konumunda görüp, sadece zorlayanın fiilini mübaşeret
sayar. Ancak bu gruba giren suç örneklerinin her birinde sebeple sonuç arasındaki illiyet bağı
ve fâilin öldürme kastı farklılık taşıdığından İslâm hukukçuları tesebbüben katlin sonuçlarını
ve suçun ağırlık derecesini her olay türüne göre ayrı ayrı değerlendirme eğilimindedir. Mesela
yalan yere şahitlik yaparak birinin ölümüne yol açan kimse bunu itiraf ettiğinde Şâfiî ve
Hanbelîlerle bazı Mâlikîlere göre kasten adam öldürme suçu işlenmiş sayılır. Hapsedilenin
açlıktan ölmesi halinde İmam Ebû Hanîfe’ye aykırı olarak İmam Ebû Yûsuf ve İmam
Muhammed de yine kasden katlin gerçekleştiği görüşündedir.
Adam öldürme suçunun bu şekilde farklı kategorilerde değerlendirilmesinden amaç, suçun
ağırlığını derecelendirerek faile buna denk bir ceza verilmesini sağlamaktır. Mesela kasden
adam öldürme suçu diğer şartların da bulunması halinde kısasla, kasıt benzeri öldürme kâtilin
şahsen ödeyeceği ağırlaştırılmış diyetle cezalandırılırken hataen öldürmede diyet yükü
aşağıda ele alacağımız âkıle ile birlikte ödenmektedir. Bu kadar önemli hukukî sonuçları
bulunduğu için de öldürme fiilinin ayırım ve adlandırması fakihler arasında ayrıntılı
tartışmaların cereyan ettiği bir konu olmuştur.
2. Sonuçları
Suçun ağırlığı fâilin bilgi, irade ve niyetiyle sıkı sıkıya bağlantılı olduğundan adam öldürme
suçunun günah, kısas, diyet, mirastan mahrumiyet ve kefaret şeklinde beş başlık altında
toplanabilecek dinî ve hukukî sonuçları vardır.
a. Adam Öldürmenin Günah Oluşu
Adam öldürme suçu her şeyden önce büyük günahların en önde gelenlerindendir. Mesela İbn
Hazm’a göre en büyük günah Allah’a şirk koşmaktır. Bundan sonraki en büyük iki günahtan
biri adam öldürmek diğeri ise meşru bir mazeret bulunmaksızın namazı vaktinde kılmamaktır.
Kur’ân-ı Kerîm’de bir mü’mini kasten öldüren kimsenin cezasının cehennem olduğu, orada
ebediyen kalacağı, Allah’ın gazabına, mü’minlerin lanetine ve büyük bir azaba uğrayacağı


bildirilmiş (Nisâ 4/93), birçok âyette Allah’ın saygın kıldığı canı katletmeyin denilerek
(En‘âm 6/151; İsrâ 17 /33) cana kıymanın İslâm dininde büyük günah olduğu gösterilmiştir.
Hz. Peygamber’in haksız yere bir cana kıymayı kişiyi cennetten mahrum bırakacak büyük
günahlardan biri, dünyanın sonunun gelmesinden daha şiddetli bir fiil, âhirette insanların
öncelikli yargılanacağı bir günah olarak nitelendirmesi de aynı vurguyu yapmakta yani adam
öldürme fiilinin ne büyük bir günah olduğunu ortaya koymaktadır (Buhârî, “Diyât”, 1;
Tirmizî, “Diyât”, 7–8, Nesâî, “Tahrîmü’d-dem”, 2; İbn Mâce, “Diyât” , 1,32). Bunlara
ilaveten yine Hz. Peygamberin, yer ve gök ehli toplanıp bir mü’minin kanının dökülmesine
iştirak etse Cenab-ı Hakkın hepsini de yüzüstü cehenneme atacağını bildirmesi (Tirmizî,
“Diyât”, 8), birbiriyle vuruşan iki müslümandan ölenin de öldürenin de cehennemde
olduğunu, öldürülen kimsenin de diğerini öldürme kastını taşıması sebebiyle bu cezaya
çarptırılacağını belirtmesi (Buhârî, “Eymân”, 22, “Diyât”, 2; Müslim, “Kasâme”, 33; Ebû
Dâvûd, “Fiten”, 2) öncelikli olarak öldürme kastının ve kasıtla işlenen fiilin vehametini
göstermektedir.
Günah ve sevap mümeyyiz kimselerin iradî davranışlarına terettüp eden dinî birer hüküm
olduğundan ister mübaşeret ister tesebbüb yoluyla olsun hataen öldürmenin naslarda belirtilen
ağır tehdidin dışında olduğu, ancak bu davranışlar iradî olduğu ölçüde dinî sorumluluğun
artacağı anlaşılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de hataen öldürmelerde sadece dünyevî-hukukî
müeyyideden söz edilmesi, hataen yapılanlardan dolayı değil, bile bile yapılanlardan dolayı
vebal olacağının bildirilmesi (Ahzâb 33/5), Hz. Peygamberin de ümmetin hata sonucu
yaptıklarından âhirette sorumlu olmayacaklarını ifade etmesi (İbn Mâce, “Talâk”, 16) irade
dışı meydana gelen cinayetlerde uhrevî bir cezanın olmayacağını göstermektedir.
Kasıt benzeri öldürme ise ölüme yol açan fiilin işlenmesinin iradî olması sebebiyle kasta,
ölüm sonucunun doğrudan istenmemiş olması yönüyle de hataya benzerlik gösterir ve bu iki
noktaya yakınlığı nisbetinde dinî-uhrevî hükmü değişir.
Kasten adam öldürmenin günahının ve uhrevî sorumluluğunun cinayeti işleyenin dünyada
yapacağı tövbe ile ne ölçüde düşeceği hususu, doğrudan kul ile Allah arasında kalan ve
hakkında nassa dayalı bir bilgi bulunmadıkça görüş beyan edilmesi pek mümkün olmayan bir
konudur. Allah’ın tövbeleri kabul edip dilediğini affedeceğine ve kendisine ortak koşulması
dışındaki günahları bağışlayacağına dair ayetlere karşılık (Bakara 2/160; Nisâ 4/48, 116;
Tevbe 9/104, 118; Zümer 39/53) kul hakkı ihlalinin ve adam öldürmenin ağır uhrevî
sorumluluğunu belirten nasların ve küfürle kasten adam öldürmenin dışındaki günahların
affedilebileceğini bildiren üslubu (Nesâî, Tahrîmü’d-dem”, 1; Müsned, IV, 99) bu konuda iki
farklı görüşü mümkün kılmaktadır. Bu sebeple İslâm âlimlerinden iki yönde de görüş beyan
edenler olmuştur.
b. Kısas Veya Diyet Cezasını Gerektirmesi
Öldürme fiilinin dünyevi cezası ise, suçun meydana getirdiği tahribata, ihlal ettiği hakka
karşılık gelebilecek ve onu mümkün olduğunca telafi edecek, ayrıca toplum vicdanını da
tatmin edecek bir nitelikte olmalıdır ki, İslâm hukukunda bu ceza kısastır yani failin
öldürülmesidir. Doğrudan Kur’an-ı Kerîm’de yer alan bu cezanın daha önceki semavi

dinlerde de bulunduğu yine bizzat Kur’an-ı Kerîm tarafından ifade edilmektedir. Ancak
haksız öldürmelerde maktulün velisine infaz yetkisi verildiğinden söz eden ve affetmeyi
öğütleyen âyetlerden (Bakara 2/178–179; Mâide 5/45) kısasın uygulanmasının alternatifsiz bir
emir olmadığı sadece bir hak olduğu anlaşılmaktadır.
Kısas cezası sadece kasten öldürmelerde söz konusudur. Klasik dönem İslâm hukukçularının
ortak anlayışına göre öldürme suçu öncelikli ve ağırlıklı olarak maktûlün yakınlarının şahsi
haklarını ihlal ettiğinden kısas da ancak söz konusu yakınların istisnasız müştereken talep
etmeleri halinde uygulanabilir.
Kasten öldürmede kısasın düşmesi halinde, ayrıca kasıt benzeri (şibhü’l-amd) ve hataen
öldürmeler dâhil kastın tam olarak bulunmadığı öldürmelerde suç tam oluşmadığı için
öldürülenin yakınlarına diyet ödenir. Diyet bir yönüyle ceza, bir yönüyle de tazminat
mahiyetindedir. Kasten öldürmede ceza, hataen öldürmede tazminat ve kan bedeli niteliği ağır
basar. Bu sebeple miktarı ve ödeme yükümlüleri suçun ağırlığına göre değişebildiği gibi failin
kusursuz veya kısıtlı ehliyetlilerden olması halinde de diyet ödenir. Mesela kasıt ve bir grup
fakihe göre kasıt benzeri fiil cezayı ağırlaştırıcı sebep olduğundan bunlarda diyet miktarı
ağırlaştırılmış ve kâtilin şahsına yüklenmiştir. Hataen öldürmede ise diyet miktarı hafiftir ve
kâtilin akraba çevresine ya da mensup olduğu dayanışma grubuna (âkıle) geniş bir zaman
dilimine yayılarak ödetilir ki bu konu müstakil bir başlık altında ele alınacaktır.
Kâtile kısas yerine diyet cezası verilebilmesi için onun iznine ihtiyaç olup olmadığı, diğer bir
ifadeyle kısas ve diyetten birini seçmenin münhasıran maktûlün velilerine ait bir hak olup
olmadığı doktrinde tartışmalı olup Hanefîler ve Mâlikîler dâhil çoğunluk, kısastan vazgeçilip
diyete ancak kâtilin rızası olması halinde gidilebileceği görüşündedir. Doktrinde maktûlün
yakınlarının kısastan vazgeçip diyet istemesi halinde kamu otoritesinin, ihlâl edilen toplum
hakkına karşılık teşkil etmek üzere ta‘zîr grubunda ilave bir ceza verilebileceği görüşü
hâkimdir.
c. Mirastan Mahrumiyet
Öldürmenin bir diğer hukukî sonucu da mirastan mahrumiyet, yani yakınını öldüren kimsenin
ona mirasçı olmaması hükmüdür. Hz. Peygamberin kâtilin mirasçı olamayacağı yönündeki
hadisi (Ebû Dâvûd, “Diyât”, 18; Tirmizî, “Ferâiz”, 17; İbn Mâce, “Ferâiz, 8) fakihlerce ilke
olarak kabul edilse de hadiste geçen kâtil kelimesinin yorumu ve ilkenin kasıt dışı
öldürmelere nasıl uygulanacağı tartışmalıdır. Hanefîler mirastan mahrumiyette mücerret kastı
değil mübaşereti esas alıp öldürmenin haksız olması ve mükellef bir kimse tarafından
işlenmesi şartını arar, öldürmenin kasten veya hataen olmasına önem vermezler. Bunun için
kasten de işlense tesebbüben öldürme mirasa engel görülmez. Mâlikîler, mübaşeret ve
tesebbüb ayırımı yapmaksızın fâilin kasıt ve tecavüzünün bulunmasını yeterli sayarlar.
Şâfiîler, lâfzî bir yorumla ister kasten ister hataen isterse meşrû müdafaa gibi haklı bir sebebe
dayansın, öldürme fiilini işleyen kimsenin mükellef olsun olmasın mirastan mahrum
bırakılması görüşünde iken Hanbelîler fiilin şer‘an cezalandırılmasını ölçü alırlar.

d. Keffareti Gerektirmesi
Dinî terminolojide keffâret, işlenen bir kusur ve günahtan dolayı Allah’tan af dilemeye
yönelik ceza niteliğinde malî veya bedenî bir ibadet yükümlülüğü olup adam öldürme de
keffâreti gerektiren fiillerden biridir. Kur’ân-ı Kerîm’de hataen öldürmeden söz eden âyette
(Nisâ 4/92) yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin ödeyeceği diyetten ayrı olarak mümin bir
köle azat etmesi, buna imkân bulamazsa tövbesinin kabulü için iki ay peş peşe oruç tutması
istenir.
Hanefîlere göre kefaret sadece hataen öldürmede gerekirken Şâfiîler kasten öldürmede de
bunu daha öncelikli olarak gerekli görürler. Keffâret için Hanefîlere göre kâtilin ayrıca eda
ehliyetinin bulunması, müslüman olması ve katlin de mübaşereten işlenmesi gerekir.
Müslüman olma şartına Mâlikîlerle bazı Hanbelîler de katılır. Öte yandan öldürme
keffâretinde önceliğin köle azat etmeye verilmesi ve keffâret yükümlülüğü için fakihlerin
çoğunluğuna göre öldürülen kimsenin müslüman veya gayrimüslim olmasının fark etmemesi,
insan hayatının ve hürriyetinin iki temel değer olması ve bir kimseyi hürriyete kavuşturmanın
âdeta ölen kimse yerine dirilişi sembolize etmesi şeklinde açıklanabilir.
C. MÜESSİR FİİL
1. Müessir Fiilin Tanımı
Müessir fiil kavramı
İslam ceza hukukunda şahıslara karşı işlenen ve ölümle sonuçlanmayan
yaralama, dövme, bir organı kısmen veya tamamen koparma ya da yok etme, organların
fonksiyonlarını giderme, itip-kakma gibi her türlü cismani zararı kapsadığı gibi akli ve ruhi
meleke ve fonksiyonlarda teşevvüşe sebep olma gibi vucüt bütünlüğünü ve sağlığını bozan
her türlü haksız fiili kapsamaktadır. Kısaca ifade etmek gerekirse başkası tarafından insanın
cismine karşı işlenen ve ölümle sonuçlanmayan her türlü haksız tecavüz olarak tanımlanabilir.
Haksız fiil neticesinde ortaya çıkan bedeni ve cismani zarar esas alındığında müessir fiilleri 4
grupta inceleyebiliriz.
a. Organın ya da organ hükmündeki bir bölgenin bedenden tamamen ayrılması: El, ayak, göz,
kulak, burun, dil gibi organların tamamen ya da kısmen yok edilmesi veya göz kapakların,
kirpiklerin, kaşların, tırnakların, dişlerin kesilmesi, sökülmesi, kırılması gibi organın yok
olmasına sebep olan haksız fiillerdir.
b. Organın fonksiyonunu kaybetmesi: Haksız fiile maruz kalan bir vücutta bazen herhangi bir
şekli noksanlık ya da değişim olmamakla beraber bir organın fonksiyonunu yitirmesi söz
konusu olabilir. Mesela tecavüz sonucunda insan için hayati önem taşıyan göz, kulak, dil gibi
organların görme, işitme, tatma veya konuşma özellikler kaybedilebilir.
c. Baş ve çehrede meydana gelen yaralar: Vücudun baş ve yüz bölgesinde meydana gelen
yaralar için şicâc kavramı kullanılmaktadır. Baş ve yüz vücudun hem fonksiyonu hem de
estetiği bakımından önemli bir yere sahiptir. Bu nedenle İslam ceza hukukunda kemik sınır

kabul edilerek en hafif yaralamadan en ağır yaralamaya kadar ayrıntılara girilmiş ve
uygulanacak cezalar ayrı ayrı değerlendirilmiştir. Bunlar on çeşittir.
1) Hârisa: Derinin kalkıp kanın görülmediği yaralardır.
2) Dâmiye: Kanın görünüp akmadığı yaralardır.
3) Dâmia: Kendisinden damla damla kan akan yaralardır.
4) Bâdıa: Deri ile birlikte dokuya biraz sirayet edip koparan yaralardır.
5) Mütelahime: Koparmaksızın dokuya iyice işleyen, ancak kemiğe ulaşmayan yaralardır.
6) Simhâk: Simhâk aslında kemiği kaplayan ince zarın adıdır. Terim olarak kemiğe kadar
ulaşmayan ancak dokuyu yararak ince zara kadar ulaşan yaralardır.
7) Muvaddiha: Simhâk isimli zarın yırtılarak kemiği ortaya çıkartan yaralardır.
8) Hâşime: Baş ve yüz bölgesinde herhangi bir kemiğin kırılmasıdır.
9) Munakkile: Kemiğin kırılıp yerinden oynaması, sarsılması veya ufalanması
şeklinde
meydana gelen yaralardır.
10) Âmme: Kafatasıyla beyin arasındaki zara varan yaralardır.
d. Baş ve çehrenin dışındaki bölgelerde meydana getirilen müessir fiiller: Bu tür müessir
fiiller için genel olarak cirâh veya curûh kavramı kullanılmaktadır ki bunları iki alt başlıkta
inceleyebiliriz:
1) Câife: Karın ve göğüs boşluğunda meydana getirilen müessir fiillerdir. Bu tür müessir
fiiller, alttan leğen kemiği, üstten ise gırtlağa kadar arkalı-önlü olmak üzere göğüs ve karın
boşluğunda yer alan ve hayati fonksiyonları olan kalp, mide, akciğer, karaciğer, böbrekler gibi
önemli organların bulunduğu bölgede meydana getirilmektedir. Bu tür müessir fiillerde yara
ağzı doğrudan karın ve göğüs bölgesinde olabileceği gibi sırt, boğaz ve dış genital (üreme)
organlarda da bulunabilir.
2) Gayru’l-Câife: Bunlar vücudun baş-yüz ve karın-göğüs bölgesinin dışında meydana
getirilen yaralardır. Bunlarda da sonuç, dokuya sirayet eden veya koparan bir yara olabileceği
gibi, bir kemiğin kırılması
şeklinde de olabilir.
2. Kasten İşlenen Müessir Fiiller
Kasten işlenen müessir fiil, haklı bir gerekçe olmaksızın bir insanın cismine eziyet veren veya
sağlığını ihlal eden ancak ölümüne yol açmayan bir fiilin bilinerek ve istenerek işlenmesidir.
Kasten işlenen müessir fiillerde suçun iki unsuru vardır. Bunlar:
a. Suçun maddi unsuru: Mağdurun cismine karşı işlenen ve sağlığını ihlal eden bir fiilin
olmasıdır. Daha kapsamlı bir ifade ile ölümle sonuçlanmamak şartıyla başkası tarafından
insanın cismine karşı işlenen ve onun ruh ve beden sağlığına tesir edip vücut bütünlüğünü

ihlal eden fiillerdir. Müessir fiiller suç sayılan zararlı sonucu meydana getiren her türlü vasıta
ile işlenebilmektedir. Bunlar üç grupta incelenir.
1) Doğrudan Vasıtalar: Fail, sonuca ulaşabilmek için el, kol, ayak gibi bizzat organlarını veya
taş, kama, bıçak, değnek, silah gibi kesici, delici ve ezici aletleri de kullanarak doğrudan
mağdurun bedenine saldırıda bulunabilir.
2) Doğrudan Olmayan Vasıtalar: Mağdurun cismine doğrudan herhangi bir darbe veya
tecavüzde bulunmaksızın tahrip edici kimyasal madde veya silahlar kullanılarak müessir fiil
suçu işlenebildiği gibi tehdit etmek, şiddetli korku ve heyecan tevlid etmek gibi manevi ve
psikolojik vasıtalara başvurularak, mağdurun bedenen zarar görmesine veya aklının zevaline
sebebiyet vermekle de müessir fiil suçu işlenebilir.
3) Adli Vasıtalar: Bir yönüyle adliye aleyhine işlenen suç olarak kabul edilebilirse de, yalancı
şahitlik ve iftira gibi adli vasıtalar kullanılarak da müessir fiil suçu işlenebilir. Bu sebeple
hırsızlık ettiği iddiasıyla mahkemede kasıtlı olarak mağdurun aleyhinde şahitlikte bulunup
elinin kesilmesine sebep olduktan sonra sanığı yanlış teşhis ettiklerini ifade eden şahitleri,
müessir fiil suçunun faili kabul etmek gerekir.
Kasden işlenen müessir fiillerde önemli olan, zararlı sonucun kasıtlı bir hareket sonucu
meydana getirilmiş olmasıdır. Hareketin icra veya ihmal şeklinde olması ya da suçta
kullanılan aletlerin farklı olması, fiilin kasıtlı olma özelliğini değiştirmemektedir. Ancak
tecavüzün doğrudan olup olmaması veya kullanılan araçların farklı olmasının sadece
verilecek cezayı belirlemede önemi vardır.
b. Suçun manevi unsuru: Suçun maddi unsurunu oluşturan fiil ile failin iradesi arasındaki
ilişkiye doktrinde daha önce de ifade edildiği gibi suçun manevi unsuru denilmektedir. Suçun
manevi unsurunda odak noktayı failin iradesi oluşturmaktadır. Yani suçun kasten işlenmiş
olması gerekmektedir.
3. Taksirle İşlenen Müessir Fiiller
Failin iradesinin fiile yöneldiği halde fiilden doğan sonuca yönelmemesi, fiili isteyerek
yaptığı halde sonucu istememesidir. Bu anlamda fıkıh kitaplarında taksir kavramı yerine hata
kavramı kullanılmaktadır. Hata kelimesi de, ‘failin iradesini yönelttiği fiilin, istediğinden
farklı olarak meydana gelmesini’ ifade etmektedir. Buna göre; failin, hareketinden doğacak
zararlı sonucu hiç istemediği halde, Şar’i tarafından suç sayılan bir sonucu meydana getiren
iradi hareketine hata diyebiliriz. Taksirle işlenen müessir fiillerde de suçun iki unsuru vardır.
Bunlar:
a. Suçun Maddi Unsuru: Taksirle işlenen müessir fiillerde suçun maddi unsuru, kasten işlenen
müessir fiillerden farklı değildir. Yani bu şekildeki müessir fiillerde de hareket ile bu

hareketin sebep olduğu müessir fiil sayılan bir sonuç ve bu ikisi arasındaki maddi sebebiyet
ilişkisini ifade eden illiyet bağı aranmaktadır.
b. Suçun Manevi Unsuru: Failin, fiilinden doğacak zararlı sonucu hiç istemese bile, meydana
getirdiği bu zararı önceden tahmin etmek ve bundan kaçınmak mümkün olduğu halde
böylesine bir sonuca sebep olan tedbirsizlik, dikkatsizlik gibi kendisine isnad edilebilen bir
kusurun mevcudiyetidir. Taksirli müessir fiillerde sonuç ile failin iradesi arasındaki ilişki
birkaç türlü olmaktadır.
1) Avlanma kastıyla bir av hayvanına ateş etmek, ancak yanlışlıkla onun yerine bir insanı ağır
bir şekilde yaralamak örneğinde olduğu gibi failin iradesi aslında mubah olan bir fiile
yönelmişken failin hareketi sonucunda suç sayılan bir fiil meydana gelmiştir.
2) Kanı, hukuken teminat altında olmayan bir düşman askeri olduğu zannıyla ateş edip bir
müslümanı yaralamak örneğinde olduğu gibi bazen de failin iradesi, aslında mubah olmayan
fakat mubah olduğunu zannettiği bir sonuca yönelmekte, kastettiği şeydeki yanılgısı ise
hukuken suç sayılan bir sonuca sebebiyet vermektedir.
3) Taksirle işlenen müessir fiiller doğrudan olabileceği gibi dolaylı da olabilir. Yetkililerden
izin alınmakla beraber, muhtemel bir zarar riskine engel olmak için gerekli emniyet tedbirleri
alınmaksızın kamuya ait bir yol vs. ye kazılan çukura, birisinin düşüp yaralanmasına
sebebiyet verme, bu şekildeki müessir fiillere örnek olabilir. Bu tür müessir fiillere
tesebbüben müessir fiiller denir.
4) Uyku esnasında, kişinin yan tarafına dönerken, yanında yatmakta olan çocuğun bir
organının kırılmasına sebep olma örneğinde olduğu gibi bazen de failin iradesi ne bir fiile ne
de sonuca yönelmemekle beraber, gayri ihtiyari de olsa fail, kendi hareketiyle suç sayılan
zararlı bir sonucun sebebi olmaktadır.
4. Kasten İşlenen Müessir Fiillerde Öngörülen Cezalar
Kasden işlenen müessir fiillerde asıl ceza kısastır. Kısasın uygulanmadığı durumlarda ise
diyet cezası söz konusu olur. İslâm hukuku suç mağduruna üç alternatifli cezalandırma ya da
suça karşılık verme hakkı tanımıştır. Bunlar; kısas talep etme, uğradığı bedeni ya da cismani
zarara karşılık diyet (erş) alma, ahlaki olgunluk gösterip hem kısastan hem de diyet isteme
hakkından vazgeçmek suretiyle suçluyu affetme şeklindedir.
Şimdi müessir fiillerde kısasın uygulanabilirliği üzerinde durmadan önce birçoğunu ikinci
ünitede zikrettiğimiz kısası düşüren durumları kısaca hatırlatalım.
a. Kasten İşlenen Müessir Fiillerde Kısas Cezasını Düşüren Durumlar
1) Yaş küçüklüğü: Cezai ehliyete engel olan bu durum hakkında daha önce bilgi verilmişti
2) Akıl hastalığı: Bilindiği gibi cezai ehliyeti düşüren bir diğer arıza da akıl hastalığıdır.

3) Mağdurun rızası: Mağdurun rızasının da cezalandırmada dikkate alındığı daha önce ifade
edilmişti.
4) İkrah: İkrahın failin iradesi üzerindeki etkisi ve hukukî sonuçları hakkında da daha önce
kısaca durmuştuk.
5) Failin hukuki statü itibariyle mağdurdan üstün durumda olması: Harbî veya köle olan
mağdura karşılık müslüman veya hür olan suç failine kısas cezası uygulanmaz. Aksi halde bu
durum kısasta esas alınan statü eşitliği ilkesine aykırı olur.
6) Failin kısas mahallinin yok olması: Mağdurun yok ettiği organına karşılık failin, daha suçu
işlediği sırada aynı organının bulunmaması durumunda kısas cezası düşer. Bunu gibi failin
ölmesi veya suçu işlediği sırada mevcut olan ve kısasın konusu oluşturan organının daha
sonra çeşitli sebeplerle yok olması durumunda da kısas düşer.
7) Mağdurun suç failinin furûu olması: Usûlüne (Baba, dede…) karşı kısas gerektiren bir suç
işlemesi durumunda furûa (çocuğa, toruna…) kısas uygulanabilmekteyken aksi durumda yani
furûa yönelik bir suç işlendiğinde usûle ilgili naslar sebebiyle kısas uygulanamamaktadır.
8) Cinsiyet farklılığı: Dört sünnî mezhep imamı, cinsiyet farkının adam öldürmede kısasa
engel teşkil eden bir durum olmadığını kabul etmektedir. Ancak müessir fiillerde farklı
görüşler öne sürülmüştür. Başta İmam Ebu Hanife olmak üzere Hanefi imamları kadına
karşılık erkeğe kısas uygulanmayacağını savunurlar. Kadının diyeti erkeğin diyetinin yarısı
olduğu için organlarının bedeli de erkeğinin yarısıdır. Organlar için takdir edilen farklı
bedeller eşitliği ortadan kaldırdığı için, kadın ve erkeğe kısas gerektiren bir müessir fiil suçu
işlemeleri durumunda kısas uygulanmamaktadır. Kısas, yerini diyete bırakır. İmam Şafii,
İmam Malik ve İmam Ahmed b. Hanbel’e göre ise katilde olduğu gibi müessir fiillerde de
kadın ve erkeğe birbirlerine karşılık olarak kısas uygulanmaktadır.
9) Suçun tesebbüben işlenmiş olması: Bu ayrımı sadece Hanefiler yapmaktadır ve tesebbüben
işlenmiş bir müessir fiilden dolayı kısas cezasını öngörmemektedirler. Ancak diğer mezhep
imamları mübaşeret ve tesebbüb ayrımı yapmamakta, kasden işlenmiş bir müessir fiil ise
gerek mübaşereten gerekse tesebbüben olsun suçluya kısas cezasını öngörmektedirler.
10) Suçun İslam ülkesi dışında işlenmiş olması: Kısası düşürücü bir sebep olarak suçun İslam
ülkesi dışında işlenmiş olmasını sadece İmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed kabul
etmektedir. İmam Ebû Yûsuf ve diğer mezhep imamları ise suç nerede işlenirse işlensin
suçludan cezasının düşmeyeceğini savunmaktadırlar.
11) Kısasın infaz edilebilirlik imkânının olmaması: Tecavüz neticesinde organ eklemden
kopmuş ise faile kısas uygulamak mümkündür. Ancak kopma eklem yerinin dışında
gerçekleşmişse örneğin bacak, kalça kemiğinin ortasından koparılmışsa ya da burun kemik
kısmından kesilip yok edilmişse, failin aynı bölgelerine aynı
şekilde mukabelede bulunmak
imkânsızdır. Bu tür müessir fiillere uygulanacak ceza konusunda iki görüş vardır. Hanefîlere
ve bazı Hanbelî fakihlerine göre zulmetmeksizin aynı ile mukabele imkânsız olduğundan
kısas zorunlu olarak düşer ve yerini diyet alır. Mağdur, failin en yakın eklemine kısas
uygulamasını istediği takdirde, kısas uygulanmayan kısım için ayrıca bir bedel talep edemez.
İmam Şafii ve İmam Ahmed b. Hanbel’e göre ise kısas uygulanabilecek kısım için kısas
uygulanır, kalan kısım için hükümetu’l adl (bilirkişi tarafından takdir edilen malî bedel)
gerekir. Ancak bazı Hanbelî fakihleri, bir suçta hem kısas hem de diyet olmayacağı
kuralından hareketle kısas edilemeyen kısım için mağdurun bir bedel talep edemeyeceğini
söylerler. İmam Mâlik ise bu konuda bilirkişi raporunu esas almaktadır. Ona göre kısas

mahallinin eklem bölgelerinin dışında olması durumunda, aynı bölgeye kısas etmenin fail
açısından hayatî bir tehlike doğurmayacağına dair bir rapor tanzim edilirse aynı bölgeye kısas
uygulanır. Aksi takdirde suç faili istese bile kendisine kısas uygulanmaz.
12) Suçun ve cezanın maddi konularının eşit olmaması: Kısas uygulanabilmesi için suçun
maddi konusu yani yok edilen organ ile cezanın maddi konusunun yani infaz edilecek organın
mümasil olması gerekmektedir. Buna göre sağ göze karşılık sol göz kısas edilmez. Yok edilen
ve karşılığında kısas uygulanacak organın sağlamlık ve bütünlük açısından da eşit olması
gerekir. Buna göre felçli ele karşılık, sağlam el kısas edilmez. Ancak istemesi halinde
mağdurun sağlam olan organlarına karşılık, failin noksan organına kısas uygulanabilir.
13) Mağdurun affı: Affın bu tür cezaları düşürdüğü ve kısastan daha faziletli olduğu
konusunda İslâm hukukçularının ittifakı vardır.
14) Sulh: Mağdur ile failin belli bir bedel mukabilinde uzlaşması da kısası düşüren etkenler
arasında yer almaktadır.
b. Kısasın Uygulanabilirliği Açısından Müessir Fiiller
1) Organın Veya Organ Hükmündeki Bir Parçanın Bedenden Tamamen Ayrılması
Durumunda Kısas
a) Gözler: Suçun kasden işlenmesi ve mağdurun kısas istemesi durumunda göze karşılık kısas
uygulanır. Bunda fakihler arasında görüş ayrılığı yoktur. Gözün tamamen çıkarılmasında ise
Hanefiler aynısını yapmak mümkün olmadığını söylerler. Diğer mezhep imamları ise
aynısının yapılabileceğini savunurlar. Tek gözlü olan failin, iki gözü sağlam olan mağdurun
gözlerinden birisini kör etmesine karşılık İmam Ahmed b. Hanbel’e göre kısas uygulanmaz.
İmam Ebu Hanife, İmam Şâfiî ve İmam Mâlik’e göre ise kısas yapılabilir. Kör olan gözün
çıkarılması halinde failin sağlam gözü çıkartılmaz. Kataraktlı ya da şaşı göz karşılığında da
sağlam göz çıkartılmaz. Ancak şaşılık görmeye engel teşkil etmiyorsa kısas uygulanır.
b) Göz Kapakları: İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel göz kapaklarında kısas uygulanabileceği
görüşünü savunurken, İmam Ebu Hanife ve İmam Malik kısasın yapılamayacağını öne
sürmüşlerdir.
c) Kulaklar: Yok edilen kulağa karşılık fâilin kulağına kısas uygulanır. Kulağın kısmen
koparılması ya da kesilmesi durumunda, kulağın tamamı ile yok edilen kısım arasındaki orantı
kurularak failin kulağına da aynı oranda kısas uygulanır. Yırtık, delik, yarık kulak karşısında
sağlam kulak kısas edilmez ( Küpe takmak için açılan delik noksanlık değildir.). Fukaha
fonksiyonel olma yerine fiziki bütünlük ve sağlamlığı esas aldığı için işitme özelliği olan ve
olmayan kulak birbirine karşılık kısas edilir.
d) Burun: Yok edilen buruna karşılık kısas uygulanır. Burnun kıkırdaklı kısmının kasden yok
edilmesi halinde kısas uygulanacağı hakkında ihtilaf yoktur. Kısas uygulanacak organın
büyüklüğü veya küçüklüğü, koku alıp almaması kısası düşürmez. Organın bütünlüğü ve
tamlığı kısas için yeterlidir. Burnun kıkırdaklı kısmının kısmen yok edilmesi halinde
Hanefiler kısası gerekli görmezler. Diğer mezhep imamları ise tahribat nisbetinde kısas
gerektiği görüşündedirler. Cüzzam vb. bir hastalık sebebiyle kısmen yok olan burnun geri
kalan kısmı suçlu tarafından yok edilmesi durumunda failin sağlam burnu kısas edilmez.

Burun kemiğinin kırılması veya organın kökten yok edilmesi durumunda aynısı
yapılamayacağından kısas söz konusu olmaz.
e) Dişler: Yok edilen dişe karşılık kısas uygulanır. Dişlerde de mümaselet (azıya karşı azı,
kesiciye karşı kesici dişin kısası) şartı aranır ancak büyüklüğü veya küçüklüğü dikkate
alınmaz. Buna göre diş ancak kendi karşılığındaki diş için kısas edilir. Yok edilen diş için
hemen kısas uygulanmaz. Eğer mağdur süt dişleri olan çocuk ise dişin yerine yenisinin
gelmesi muhtemel olduğundan beklenir. Ne kadar bekleneceği konusunda ihtilaf vardır.
Beklenen süre içerisinde diş gelirse kısas ve diyet düşer. Dişin noksan ya da eğri çıkması
durumunda ise hükümeti adl gerekir. Mağdur yetişkin ise ihtilaf olmakla beraber çocuklar için
gerekli olan süreyi beklemek zorunda değildir. Hemen kısas veya diyet isteme hakkı vardır.
Dişin kısmen kırılması halinde failin dişi aynı oranda törpülenir.
f) Eller: Yok edilen ele karşılık kısas uygulanır. Tecavüz neticesinde parmak, bilek, dirsek
veya omuz gibi eklem yerlerinden yok edilmesi halinde de kısas uygulanır. Failin ve
mağdurun organlarının tam, sağlam ve fonksiyonel olması kısas için yeterli bir şarttır.
Kopmanın eklem yerleri dışında olması halinde kısas gerekip gerekmeyeceği ihtilaflıdır.
Hanefîlere göre kısas uygulanmaz yerini diyet alır. Malikîlere göre kısas uygulanır. Şafiî ve
Hanbelî mezheplerine göre bir önceki eklemden kısas uygulanır. Noksanlık için hükümeti adl
gerekir demişlerdir.
g) Dudaklar: Alt dudağa karşılık alt dudak, üst dudağa karşılık üst dudak kısas edilir. Kısmen
koparılması durumunda aynısı mümkün olmadığından kısas düşer.
h) Memeler: Kadının memelerine kısas uygulanmazken sınırları belli olduğu için meme
başlarına kısas uygulanır. Aynı gerekçe ile Hanefiler erkekler için de kısasın uygulanacağı
kanaatindedirler.
i) Dil: İmam Mâlik, Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel dilin tamamen koparılması halinde kısas
uygulanacağı kanaatindedirler. İmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed’e göre kısas edilmez.
Konuşmayan dil karşılığında konuşan dile kısas uygulanmaz.
j) Erkeğin cinsel organı: Penisin yok edilmesi durumunda faile kısas uygulanıp
uygulanmayacağı ihtilaflıdır. İmam Mâlik, Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel sınırlarının belli olması
sebebiyle kısasın uygulanacağını öne sürmüşlerdir. İmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed’e
göre kısas edilmez.
k) Testisler: Testislere kısas uygulanır. Bunlardan sadece birisi yok edilmişse diğerine zarar
verilmeden kısas yapılıyorsa kısas uygulanır yoksa diyete çevrilir.
m) Kalça adaleleri: Hanefiler dışındaki mezhep imamları bu bölgede kısas uygulanabileceği,
Hanefîler ise aksi görüşü savunmaktadırlar.
2) Organların Fonksiyonunu Kaybetmesi Durumunda Kısas
Bu konuda kabul edilen usul; maddi yaranın yanında organların fonksiyonlarını ne oranda
kaybettiklerinin tespit edilmesi yönündedir. Kısas uygulanabilen maddi yara için kısas
uygulanır. İnfaz sonucunda fonksiyon da izale olursa amaç gerçekleşmiş olur. Organın
fonksiyonunun zail olmaması durumunda diğer yollara başvurarak gerçekleştirilmeye çalışılır.
Bunun da sonuç vermemesi halinde fonksiyon kaybı mal ile tazmin edilir.

3) Baş ve Çehrede Meydana Getirilen Müessir Fiillerde Kısas
Kemik sınır kabul edilerek baş ve çehrede meydana gelen müessir fiilleri üç grupta mütalaa
etmek mümkündür.
a) Muvaddıha: Baş ve yüzde kemiği ihata eden ve simhâk olarak isimlendirilen zarı yırtıp
kemiği çıkartan yaralara muvaddıha denir. Bu tür müessir fiillere kısas uygulanacağı
hususunda mezhep imamları arasında görüş birliği vardır.
b) Muvaddıhadan daha ağır müessir fiiller: Muvaddıhadan daha ağır yaralamalar doku
tabakasını aşıp kemiği kıran (hâşime), sarsan, ezen (munakkile) ve kemiği aşıp beyin zarına
kadar ulaşan (âmme) ağır müessir fiillerdir. İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre bunlar
için kısas uygulanmaz, diyet alınır. İmam Şafiî ve Hanbelî hukukçulara göre ise yaranın aynı
yerinden kısas edilememesi kısası tamamen düşürmez. Muvaddıha uygulanır, geri kalan kısım
için diyet alınır. Bazı Hanbelî hukukçuları ise kısas uygulanmayan kısım için bir şeyin
gerekmeyeceği görüşünü savunmaktadırlar.
c) Muvaddıhadan daha hafif müessir fiiller: İmam Ebu Hanife, İmam Şafiî ve İmam Ahmed b.
Hanbel’e göre muvaddıhadan daha hafif yaralarda kısas uygulanmaz. İmam Muhammed ve
İmam Malik ise mağdurun yarasının ebadı, derinliği ve uzunluğunun esas alınarak aynısını
faile uygulanması gerektiği görüşünü öne sürmektedirler.
4) Baş ve Çehre Dışındaki Bölgelerde Meydana Getirilen Müessir Fiillerde Kısas
a) Caife: Bu tür yaralara aynı ile mukabelede bulunmak failin helakine sebep olacağı için
İslam hukukçuları kısas yapılamayacağı hususunda ittifak etmişlerdir.
b) Gayru’l-Câife: Üç görüş hâkimdir. Hanefiler’e göre suça aynı ile mukabelede bulunmak
failin helakine sebep olacağı için kısas uygulanmaz. Şafiî ve Hanbelî hukukçuları kemiği sınır
kabul ederek sınıra kadar ulaşan yaralarda kısasın uygulanacağı görüşünü
benimsemektedirler. İmam Malik ise kemiğin kırılması
şeklinde bir sonuç meydana gelmiş
olsa bile hayati bir tehlike söz konusu olmadığı sürece bedendeki yaralarda kısasın
uygulanacağına hükmetmektedir.
D. ÇOCUK DÜŞÜRME (ISKÂT-I CENÎN)
İslâm hukuku ana rahminde teşekkül ettiği andan itibaren insanla ilgilenmekte ve hayatının
her safhasına ait çeşitli hükümler koymaktadır. Çocuğun teşekkül anından itibaren
dokunulmaz bir yaşama sahip olduğu genellikle kabul edilmiştir. Bu sebeple hamileliğin
hangi ayında olursa olsun, gerek ebeveynin gerekse başka kimselerin müdahalesiyle çocuğun
düşürülmesi İslâm âlimlerinin çoğunluğu tarafından sakıncalı görülmüş ve buna dinî-hukukî
bazı sonuçlar bağlanmıştır.
Cenîne karşı bir cinayet işlenmesi halinde gurre denilen bir ceza-tazminat ödenir. Bunun için
çocuk düşürmenin kasten veya hata ile olması yahut anne veya baba tarafından işlenmesi
sonucu değiştirmez. Ayrıca rahimde mevcut cenin sayısı kadar gurre ödenir. Ancak gurre ile
birlikte keffâretin gerekli olup olmadığı hususunda ihtilaf edilmiştir. Hanefîler ile Mâlikîler
keffâretin vacib değil mendub olduğu kanaatindedirler. Çünkü Hz. Peygamber bir dava

dolayısıyla bu konudaki hükmünü bildirirken yalnız gurreyi zikretmiş, keffâretten söz
etmemiştir. Öte yandan keffâret, kendi başna müstakil bir varlık olan insana karşı işlenen
cinayetlerde söz konusudur. Hâlbuki cenin bu anlamda müstakil bir varlık olmayıp anneye
bağlıdır.
Şâfiî ve Hanbelî fakihleri ise gurre ile birlikte keffâretin de vacib olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Zira cenîn de diyetle tazmin edilen bir şahsiyettir. Hz. Peygamberin söz konusu davada
keffâreti zikretmemiş olması onun vücûbuna engel teşkil etmez. Ayrıca bu iki mezhebe göre
cenîne karşı işlenen cinayete birden fazla kişinin katılması durumunda her birinin ayrı keffâret
ödemesi gerekmektedir.
II. DİYET
A. TANIMI
Arapça’da “ödemek, vermek” anlamına gelen vedy kökünden türeyen diyet, İslâm hukukunda
bir şahsın haksız olarak öldürülmesi, sakat bırakılması veya yaralanması halinde ceza ve kan
bedeli olarak ödenen mal veya parayı ifade eder. Bununla birlikte fıkıh literatüründe
genellikle adam öldürmede ödenen bedele diyet, ölümle sonuçlanmayan belli yaralama ve
sakat bırakmalarda ödenen ve miktarı belirlenmiş olan bedele erş, erşin dışında kalan ve
miktarı yetkili mercilerce takdir edilecek olan cinayet bedeline de hükûmet-i adl adı
verilmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm öldürmede kısasın farz kılındığını bildirdikten sonra, “Ancak kim (din)
kardeşi tarafından affedilirse o zaman ma‘rûfa uymak, güzel ve tam olarak ödeme yapmak
gerekir. Bu rabbinizin bir hafifletmesi ve rahmetidir.” (Bakara 2/178) ifadesiyle kısastan
vazgeçilmesi halinde müslümanlarca genel kabulün gören bir ölçü (ma‘rûf) çerçevesinde ve
hüsn-ü kabul görecek bir şekilde diyetin ödenmesi hususuna işaret eder. Ancak diyetin miktarı
ve ödenme şekliyle ilgili bir ayrıntı Kur’ân-ı Kerîm’de yer almamaktadır.
Hz. Peygamber’in sünnetinde diyet konusunda bir hayli ayrıntı ve uygulama örneği
mevcuttur. Özetle ifade etmek gerekirse Hz. Peygamber’in öldürülenin diyetini 100 deve
olarak veya altın, gümüş, koyun, sığır, elbise gibi mallardan belirli bir miktar şeklinde takdir
ettiğine, yaralanma ve sakat kalma ile sonuçlanan müessir fiillerin ve organların diyetleriyle
ilgili belli ölçüler getirdiğine ve uyguladığına dair rivayetler oldukça fazladır. Bunlar arasında
Rasûl-i Ekrem’in Yemenlilere hitaben yazıp Amr b. Hazm ile gönderdiği ve yine bu sahabe
tarafından rivayet edilen mektubu ile Asr-ı Saadet ve Hulefâ-i Râşidîn devrindeki uygulama
örnekleri bir hayli önem arz eder.
B. KATLİN (ÖLDÜRMENİN) DİYETİ
Kasten adam öldürmede aslî ceza kısas olduğundan diyet ancak hak sahibinin kısastan
vazgeçmesi veya kısasın herhangi bir sebeple mümkün olmaması durumunda devreye giren
ikinci derecede bir ceza görünümündedir. Bundan dolayı Hanefî, Mâlikî ve İmamiyye
ekollerine göre kasdî cinayetlerde ancak kâtilin razı olması halinde diyete dönülebilir. Hatta
Hanefîler bu durumda ödenen bedele diyetten ziyade “bedel-i sulh” denmesinden yanadır.
Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise diyet kasdî öldürmede de aslî ceza hüviyetinde olup maktûlün

velisi kısas veya diyetten birini seçme hakkına sahiptir. Diyete dönülmek için kâtilin rızası
aranmaz. Bu tartışma, sözü edilen seçme hakkının yanı sıra kâtilin kısastan önce ölmesi
halinde terikesinden diyetin ödenip ödenemeyeceği açısından da önem taşır. Kasta benzer
(şibh-i amd) ve hataen öldürmelerde diyet aslî ve ilk cezadır. Hata hükmünde olan
cinayetlerle tesebbüben işlenen cinayetler de bu grupta mütalaa edilir.
Hz. Peygamberden nakledilen birçok hadiste diyet miktarı 100 deve olarak belirtilmektedir.
Bununla birlikte bazı hadislerde 1000 dinar altın, 12,000 dirhem gümüş, 200 sığır, 2000
koyun veya 200 elbise olarak da geçmektedir. Diyet miktarıyla ilgili olarak Hz. Ömer’in deve
fiyatlarının yükselmesi sebebiyle 1000 dinar altın, 12,000 dirhem gümüşün yanı sıra 200 sığır,
2000 koyun, 200 elbiseyi de zikrettiği, her bölge halkının kendi bölgesinde yaygın olandan,
mesela Mısır ve Suriyelilerin altından, Iraklıların gümüşten diyet vermesi gerektiğini belirttiği
rivayet edilir.
Diyet miktarlarıyla ilgili farklı rivayetler mezheplerin ve müctehidlerin görüşlerini de
etkilemiş, her biri kendince sahih kabul ettiği rivayeti esas almıştır. Buna göre İmam Şâfiî, İbn
Hazm ve Hanbelî fakihlerinin çoğunluğuna göre diyette sadece deve asıl olup diğerleri onun
değerini açıklayan bir nitelik taşır.
İmam Ebû Hanîfe, İmam Mâlik ve bazı Hanbelîlere göre diyette deve, altın ve gümüşün üçü
de asıldır. Ancak Hanefîler, Hz. Peygamber devrinde 1 dinarın 10 dirhem değerinde olması ve
Hz. Ömer’in bu yöndeki uygulamasından hareketle gümüşten diyetin 10,000 dirhem olduğunu
ileri sürerler. Şia da bu görüştedir. İmam Mâlik, Hz. Ömer’in sözüne dayanarak her bölge
halkının o bölge için belirlenen maldan diyet verebileceğini ileri sürer.
İmam Ebû Yûsuf, İmam Muhammed ve Ahmed b. Hanbel’den bir rivayete göre ise altı nevi
mal (deve, altın, gümüş, koyun, sığır ve elbise) da diyette asıldır.
Öldürmenin kasten veya hataen olması, diyet olarak verilecek develerin sayısını etkilemese de
cins ve evsafını etkiler. Kasten ve kasta benzer öldürmede deveden verilecek diyet,
çoğunluğun görüşüne göre bir, iki, üç ve dört yaşını tamamlamış develerin her grubundan
yirmi beşer olmak üzere 100 dişi devedir. İmam Muhammed, İmam Şâfiî, bazı Hanbelîler ve
Şia bu develerin üç, dört ve beş yaşlarında 100 dişi deve olması ve beş yaşındakilerin
karnında yavrusunun da bulunması gerektiği görüşünde iseler de her gruptan kaç deve olacağı
konusunda farklı rakamlar ileri sürerler.
Hataen adam öldürmede develerin vasfı daha hafifletilmiş ve yukarıda sayılan dört gruptan
yirmişer dişi deve ile bir yaşını tamamlamış yirmi erkek deve olarak belirlenmiştir. İmam
Mâlik ve İmam Şâfiî’ye göre bu yirmi erkek devenin iki yaşını tamamlamış olması gerekir.
Develerin yaş ve cinsleriyle ilgili bu farklı görüşler yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, İslâm
hukukçularının şahsî tercihlerinden ziyade Hz. Peygamber ve sahâbeden gelen farklı
rivayetlerden kaynaklanmaktadır.
Cinayetin kasten veya hataen işlenmesine bağlı olarak diyetin ağırlaştırılıp hafifletilmesi,
İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre sadece diyetin deveden verilmesi halinde söz
konusudur. Azınlıkta kalan bazı âlimler ise kasıt ve kasıt benzerinde develerin değerindeki

artış oranının altın ve gümüşe de yansıtılması ve onlarda da ağırlaştırmaya gidilmesinin
gerektiği kanaatindedir.
C. MÜESSİR FİİLLERİN DİYETİ
Tedbirsizlik, dikkatsizlik ve ihmal sonucu meydana gelen müessir fiillerde kasıt unsuru
bulunmadığı için fail kısas yerine diyet ile cezalandırılmaktadır. Kasten işlenen suçların mal
ile tazminine gelince, kısas uygulanmadığı için ya da mağdurun diyet talep etmesiyle kısas
düşer ve kısasa bedel olarak yine diyet ödenir. Her organ için erş adı verilen diyet Şâri‘
tarafından belirlenmiştir. Diyet cezasının verilebilmesi için fiilin gayri meşru olması,
mağdurun masum olması, suçun İslam ülkesinde işlenmiş olması, fiilin daimi değişiklik ya da
eser bırakması ve sonuç ile hareket arasında illiyet bağının bulunması gerekmektedir.
Mağdurun suçluyu affı, yaranın iz bırakmadan iyileşmesi, kısasa konu olan organın yok
olması ve zaman aşımı ise diyet cezasını düşürmektedir.
Müessir fiillerin çeşitlerine göre diyetlerini ele almadan önce şunu belirtmek gerekir ki,
müessir fillerde de asıl olan tam diyettir. Yaralamanın derecesi, suçun işleniş tarzı, müessir
fiilin yol açtığı kayıp, organın hayati fonksiyonu, tek-çift oluşu gibi hususlar ayrı ayrı göz
önünde bulundurulup tam diyete (100 deve) göre belli oranlar veya miktarlar belirlenir.
1. ORGANLARIN TAMAMEN YOK EDİLMESİNİN DİYETİ
a. Burun: Burnun tamamının ya da kıkırdaklı kısmının yok edilmesi halinde tam diyet gerekir.
b. Dil: Dilin tamamının ya da bir kısmının yok edilmesi halinde tam diyet gerekir.
c. Dudaklar: İki dudağında yok edilmesi halinde tam diyet, birisinin yok edilmesi halinde
yarım diyet gerekir. Kısmen yok edildiğinde ise organın bütünlüğüne oranlanır, dudağın
şeklinin bozulmasında ise hükûmet-i adl gerekir.
d. Gözler: Gözler içinde tam diyet vardır. Tek bir gözün yok edilmesinde yarım diyet ödenir.
e. Gözkapakları: Her bir göz kapağı için tam diyetin dörtte biri gerekir. Alt ya da üst göz
kapağı arasında ayrım yoktur.
f. Kaşlar: Kaşlar için sarih bir nass bulunmadığı için mezhepler arasında ihtilaf vardır. Hanefi
imamları ve İmam Ahmed b. Hanbel’e göre tam diyet gerekir. İmam Mâlik ve İmam Şâfiî’ye
göre ise hükümet-i adl gerekir.
g. Kulaklar: Her bir kulak için yarım, ikisi için tam diyet gerekir.
h. Erkeğin Cinsel Organı: Erkeğin bu organına da tam diyet gerekeceği ittifakla sabittir.
i. Testisler: Erkeğin yumurtalarının ikisine birden tam diyet her biri için yarım diyet gerektiği
konusunda Mezhep imamları ittifak etmişlerdir.
j. Eller: Her el için yarım diyet vardır. Ancak elin sınırları hakkında ihtilaf vardır. Kimi eli
bilekle sınırlarken kimisi de omuza kadar olan kısmın el olduğunu öne sürmektedir.
k. Parmaklar: Her bir parmak için tam diyetin onda biri yani 10 deve gerekmektedir.
Parmağın her bir boğumu parmak diyetinin 1/3 üne tekabül eder ancak başparmaklarda iki
boğum olduğu için buradaki boğumlarda parmak diyetinin yarısı gerekmektedir.

l. Ayaklar ve ayak parmakları: Her ayak için yarım diyet vardır. Ancak ayak sınırları
hakkında da ihtilaf vardır. Ayak parmakları ile ayak parmaklarının boğumlarına ön görülen
kanuni bedel aynen elin parmakları ve boğumları gibidir.
m. Memeler ve meme uçları: Her meme için yarım diyet olmak üzere memelerde tam diyet
vardır. Bu konuda mezhep imamları arasında ihtilaf yoktur. Ayrıca meme uçları için de tam
diyet gerekir.
n. Kalça adaleleri: Doku tabakasının kemiğe ulaşacak kadar tamamen koparılmasında tam
diyet gerekmektedir. Kısmen koparıldığında ise hâkimin takdirine bırakılır.
o. Dişler: Bütün dişler birbirine eşit kabul edilir ve her diş için 5 deve diyet ödenir.
p. Çene kemikleri: Çene kemikleri hakkında nass bulunmamakla beraber mezhep imamları
her bir çene için yarım diyet öngörmüşlerdir.
r. Omurga ve bel kemiği: Detaylarda farklı görüşler olmakla birlikte genel olarak omurga
veya bel kemiğinin kırılması durumunda önemli fonksiyonlar yitirilmiş ise tam diyet
öngörülmektedir.
2. ORGANLARIN FONKSİYONLARININ YOK EDİLMESİNİN DİYETİ
a. Koklama: Koklama duyusunun yok edilmesi halinde tam diyet ödenmesi gerekir.
b. Konuşma: Konuşma yeteneğinin yok edilmesinde tam diyet gerekir. Ancak tamamen yok
olmamışsa bilirkişi tarafından ne kadar yok olduğu hesap edilir ve ona göre diyet belirlenir.
c. Tatma: Dilin fiziksel olarak yerinde olmasına rağmen tatma duyusunu yitirmesi durumunda
Hanefîlere göre tam diyet, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî mezheplerine göre ise hükûmet-i adl
gerekmektedir.
e. Görme: Görme yeteneğinin yok edilmesinde tam diyet gerekmektedir.
f. İşitme; İşitme fonksiyonunun yok edilmesinde tam diyet gerekmektedir.
g. Akıl: Akıl melekesinin tamamen yok edilmesinde tam diyet gerekmektedir. Tamamen bir
kaybın söz konusu olmaması durumunda ise hükûmet-i adl gerekmektedir.
3. BAŞ VE ÇEHREDE MEYDANA GETİRİLEN MÜESSİR FİİLLERİN DİYETİ
a. Muvadddıha: Muvaddıhada diyet 5 devedir.
deve, İmam Mâlik’e göre 5 devedir.
c. Munakkıle: Munakkılede diyet 15 devedir.
d. Âmme: Âmmede diyet tam diyetin 1/3üdür.
e. Dâmiğa: Dâmiğa’nın diyeti tam diyetin 1/3 üdür.
f. Muvaddıhadan daha hafif yaralarda hükümet-i adl gerekmektedir.
4. BAŞ VE ÇEHRE DIŞINDAKİ BÖLGELERDE MEYDANA GETİRİLEN MÜESSİR
FİİLLERİN DİYETİ
a. Câife: Câifede diyet tam diyetin 1/3üdür.
b. Gayru’l-Câife: Bu tür müessir fiillerde hükûmet-i adl gerekmektedir.

D. ÇOCUK DÜŞÜRMENİN DİYETİ
İslâm hukukçuları anne karnındaki çocuğun diyetini (gurra) tam diyetin yirmide biri yani 5
deve, 50 dinar veya 600 dirhem (Hanefîlere göre 500 dirhem) olarak belirtmişlerdir. Bu
miktar bir bakıma Hz. Peygamber’in cenin için takdir ettiği diyetin deve, altın veya gümüş
cinsinden değeridir. Anne kasıtlı olarak kendi çocuğunu düşürürse bu miktarı kendisi öder ve
bu diyete mirasçı olamaz. Baba da aynı hükme tâbidir. Bu durumda diyet ceninin diğer
mirasçılarına ödenir. Düşürülen çocuk ikiz ise iki gurra gerekir. Ceninin cinsiyeti gurra
miktarında önemli değildir. Müdahale sonucu düşürülen çocuk canlı olarak dünyaya geldikten
sonra ölürse ya da sağlam doğan çocuk öldürülürse tam diyet gerekir.
Spermle yumurtanın döllenmesinden sonra hangi aşamadan itibaren cenin sayılacağı ihtilaflı
olmakla birlikte öne sürülen en erken dönem döllenmenin yedinci gününden sonrasıdır. Zira
döllenmiş yumurta yedinci günden sonra rahim duvarına yapışıp anneden beslenmeye
başlamaktadır.
E. DİYET ÖDEME SORUMLULUĞU VE ÂKILE MÜESSESESİ
İslâm hukukunda diyet bir yönüyle ceza, bir yönüyle de tazmin mahiyetinde olduğundan
cinayeti işleyenin cezaî ehliyetinin bulunmaması kısasın uygulanmasına engel ise de diyet
yükümlülüğünü ortadan kaldırmamaktadır. Bu sebeple cinayeti işleyenin çocuk, deli,
gayrimüslim, köle, kadın vb. olması diyeti etkilemez. Diğer bir ifadeyle diyetin sebebi failin
kusur ve saldırısı değil maktûlün hukuken koruma altında olmasıdır. Bundan dolayı yeterli
illiyet bağı kurulabildiği sürece tesebbüben meydana gelen ölümlerde –sağlık personelinin,
yargı organlarının ve idarî makamların hataen yol açtıkları ölümler de dâhil olmak üzere-
diyet söz konusu olmaktadır.
Kasten adam öldürmede diyetin ceza olma karakteri ağır basar ve diyeti tek başına kâtil
üstlenir. Kastın yanı sıra sulh ve itiraf halinde de kâtil diyeti tek başına öder. İslâm
hukukçularının çoğunluğuna göre çocuk ve delinin kasten adam öldürmesi hataen katil
hükmünde iken İmam Şâfiî bu durumda diyetin deli ve çocuğun malından ödenmesinin
gerektiğini ileri sürer.
Hataen öldürmelerde keffareti kâtilin, diyeti de âkilenin üstlenmesi, aynı
şekilde kasıt benzeri
öldürmede diyet ödeme mükellefiyetinin âkileye ait olması sebebiyle akile müessesesi
üzerinde durmak gerekmektedir.
1. ÂKILE MÜESSESESİ
Âkile kelimesi akl kökünden türemiştir. Akl bir şeye engel olmak, kontrol altına almak,
bağlamak anlamlarına gelmektedir. Terim olarak âkıle: Suç kastı taşımayan eylemler
neticesinde ortaya çıkan ölüm veya cismani zarar hallerinde haksız fiil faili ile aralarında
bulunan belli bir ilgi sebebiyle, mağdura veya varislerine ödenmesi gereken tazminatı
ödemekle yükümlü tutulan topluluktur. Diyeti ödeyenlerden her birine âkıl, hepsine birden
âkıle adı verilmektedir.

Bilindiği gibi Ceza hukuku kamu hukukunun bir parçasıdır. Dolayısıyla işlenen suçun ve
verilecek cezanın kamusal bir yönü olduğu ortadadır. Kanunla belirlenen suçlara verilecek
cezalarda sadece suçlu cezalandırılmakta, mağdurun uğradığı zararlar da diyet ödetmek
suretiyle kısmen telafi edilmeye çalışılmaktadır. Ancak kamusal yönün sadece suç ve cezayı
belirleme ve infaz etme ile sınırlı kalması adalet anlayışı bakımından zaman zaman yeterli
görülmemektedir. Bu sebeple İslâm hukuku kendinden önce de varlığı bilinen âkıle
müessesesine itibar etmiş, mağdurun tazminat alabilmesini garantilemiş ve bununla ilgili
gerekli gördüğü düzenlemeleri yapmıştır. Şöyle ki, İslam öncesi Arap kabileleri arasındaki
uygulamada suçta kasıt unsurunun bulunup bulunmadığına bakılmadan diyet failin yakın
akrabaları ile birlikte bütün kabile fertleri tarafından ödenmekte ancak borçlu duruma düşen
kabilenin güçlü olması halinde ödenmesi gereken miktarda azaltılma söz konusu olmaktaydı.
İslamiyet ile birlikte Medine vesikasında ifadesini bulan âkıle ve diyet uygulamaları meşru bir
yükümlülük kazanmıştır. Hz. Peygamber Medine’de vuku bulan bir kavgada kadının çocuk
düşürmesi üzerine suçlu tarafın asabesini yani baba tarafından olan akrabalarını akile olarak
tayin etmiş ve onları diyeti ödemekle yükümlü tutmuştur.
Asabenin akile olarak kabul edilmesi Hz. Peygamber ve Hz. Ebu Bekir döneminde de devam
etmiştir. Hz. Ömer zamanında ise iktisadi ve sosyal şartların bir sonucu olarak -birinci ünitede
incelediğimiz- Divan denilen kurum ortaya çıkmıştır. Bu gelişme neticesinde Hz. Ömer diyete
katılma yükümlülüğü ile divan üyelerini, yani aynı ücret siciline kayıtlı olan askeri birlik
mensuplarını sorumlu tutmuştur. Herhangi bir divana mensup olmayan kişilerin âkılesinin ise
kendi asabesi olması benimsenmiştir.
Hanefiler divan uygulamasını sadece askerlerle sınırlı tutmamaktadır. Esas olan âkıle’de
yardımlaşma ve dayanışma olduğundan, aynı ücret siciline kayıtlı olan diğer kamu görevlileri
de birbirinin âkılesi sayılmaktadır. Dolayısıyla ilmiye sınıfı mensupları da dâhil her türlü
meslek grubu kendi bünyelerinde mensuplarının âkılesi kabul edilmektedir.
Meşrûiyetini Hz. Peygamberin Sünneti ve başta Hulefâ-i Râşidîn olmak üzere ashabın
uygulamalarıyla icma’a dönüşmesinden alan âkıle müessesesinin kapsamına giren toplulukları
şu şekilde sıralamak mümkündür:
a. Divan: Âkıle’ye itibar etmenin amacı suç failine yardımcı olmak olduğundan bu
sorumluluğu Hz. Ömer divana yükleyerek toplumsal dayanışmayı arttırmıştır. Âkıleden
ödenmesi istenen miktarın kişi başına yıllık en fazla 4 dirhem olması ve bu miktarın da üç
taksitle alınması âkıle üyelerine ödeme kolaylığı sağlamakta ve fazla bir külfet
getirmemektedir.
Hanefi Ekolü âkıle sıralamasında ilk sırayı divan üyelerine vermektedir. Fail divan üyesi ise
âkılesi mensup olduğu divanın diğer üyeleridir. Eğer fail divana kayıtlı değilse âkılesi
asabesidir. Maliki Ekolü de bu görüşü kabul etmektedir. Şâfiî, Hanbelî, Zahirî, Zeydî ve
Caferî ekolleri ise divanı âkıle kapsamına almamaktadırlar. Zira onlara göre Hz. Peygamber

böyle bir uygulamada bulunmamıştır. Ancak Hz. Ömer divanı âkıle olarak kabul ederken,
sahabeden hiç kimsenin ona karşı gelmemiş olması ve uygulamayı kabul etmeleri fiilen bir
icmâın meydana geldiği göstermektedir.
b. Asabe: Hanefiler ve Malikiler’e göre ikinci sıradan âkıleyi suçlunun asabesi teşkil
etmektedir. Ancak fâilin babasının ya da oğlunun bu hususta asabeye dâhil olup olmadığı
hususunda iki farklı görüş öne sürülmüştür. İmam Malik’e göre; baba ve oğul da dâhil
asabenin tamamı âkıle kapsamındadır. Hanefilerde ve Hanbelîlerde ise girer ve girmez
şeklinde iki farklı görüş vardır. Şâfiî ekolüne göre ise; baba veya oğul âkıleye dâhil değildir.
Diyetin âkıleye bölüştürülmesinde derece bakımından en yakın olandan başlanır. Bunlar;
kardeşler sonra amca ve amcaoğulları daha sonra da dedenin kardeşleridir.
c. Meslek Teşekkülleri ve Diğer Sosyal Gruplar: Hanefi imamları âkıleye gayeci yaklaştıkları
için meslek teşekkülleri ve diğer sosyal grupları da âkıle kapsamına dâhil etmektedirler. Buna
göre, eğer bir yerleşim yeri sakinleri, çarşı esnafı, köy halkı ya da aşiret üyeleri içlerinden
birisinin sıkıntısını gidermek için harekete geçiyorsa o topluluk âkıledir.
Âkıle sıralamasında meslek teşekkülü ve sosyal grupların sırası konusunda farklı
değerlendirmeler yapılmıştır. Kimi sıralamayı dîvân, yerleşim yeri sakinleri, köy halkı, aşiret
şeklinde yaparken; kimisi de dîvân, aşiret üyeleri, yerleşim yeri sakinleri, esnaf teşkilatı
şeklinde bir sıralama yapmıştır.
d. Hazine: Akile sıralaması içerisinde hazine son mercidir. Suç fâili âkıle gruplarından
birisine dâhil değilse diyeti hazine tarafından ödenir. Bu görüşün arka planında iki düşünce
vardır. Birincisi kişinin âkılesi yoksa tüm müslümanlar onun âkılesidir ve diyeti hazineden
ödenir düşüncesidir. İkincisi ise mağdurun kanının heder edilmemesi veya cismani zarara
uğrayan kişinin hakkının ödenmemesi Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnete aykırı olduğundan kişinin
ödeme gücü yoksa âkılesi de yoksa hazine tarafından diyeti ödenmelidir düşüncesidir.
Âkıle kapsamına giren toplulukları bu şekilde özetledikten sonra bu topluluklardan birine
mensup olan kişide aranan şartları da şu şekilde sıralamak mümkündür:
a. Erkek olmak: İslam hukukçuları âkıle üyesinin erkek olması gerektiği konusunda görüş
birliği içerisindedir. Zira ittifakla âkıle kabul edilen asabe üyelerinin hepsi erkektir. Bu şart
diğer topluluklara da bu sebeple teşmil edilmiştir. Ancak Hanefî ve Mâlikî mezheplerine
mensup bazı fakihler cismani zararlara yol açan fail kadın da olsa diyet ödeme külfetine
katılmalıdır görüşünü savunmaktadır.
b. Hukuken yükümlü olmak: Bu başlıkla mükellef olmak yani akli melekeleri yerinde ve
ergen olmak kastedilmektedir. İslam hukukçularının çoğunluğa yakın bölümü çocukların ve
akli melekesi yerinde olmayanların diyet ödemekle yükümlü olmadıkları kanaatindedirler. Bu
yaklaşımda çocukların ve akli melekesi yerinde olmayanların fonksiyonel olarak dayanışma
ve arka çıkma ilişkisi içerisine giremeyecekleri düşüncesi etkili olmuştur.

c. Hürriyet: Âkıle üyelerinin köle olmaması gerekir. Diyete katılım mali bir yardım olduğu
için üyelerde bu tür tasarruflara ehil olma şartı aranmaktadır. Dolayısıyla mal varlığı olmayan,
bilakis bizzat kendisi mülkiyete konu olan kölenin âkıle üyesi olamayacağı tabiidir.
d. Ekonomik seviye: Diyete katılımın mali yardım karakteri, bu mükellefiyetin yerine
getirilmesi için ekonomik bir seviye aranmasını gerektirmiştir. Bu sebeple çoğu fıkıh ekolü bu
şartı öne sürmektedir.
e. Sağlıklı olmak: Özellikle Şâfiî ve Hanbelîlere göre âkıle üyelerinin kendilerini yatağa
bağlayacak sürekli bir hastalığa tutulmuş olmamaları
şartı aranmaktadır. Aşırı yaşlılık da aynı
çerçevede değerlendirilmektedir.
f. Din birliği: İslam hukukçuları diyet ödemesine katılımın aynı din mensupları arasında
geçerli olduğu, müslümanlarla gayrimüslimler arasında âkıle ilişkisi kurulamayacağı
konusunda görüş birliğine varmışlardır. Zira dinlerin farklı olması, karşılıklı dayanışma ve
velayet ilişkisinin oluşmasına engel teşkil etmektedir.
İslâm hukukçularına göre âkılenin diyet ödemeye katılmadığı durumları da şu şekilde
sıralamak mümkündür:
a. Kasıtlı eylemler sonucu ortaya çıkan ölüm ya da cismani zarar hallerinde,
b. Kişinin kendisine verdiği zararlarda,
c. Eylemin İslam ülkesi dışında işlendiği durumlarda,
d. Tazminat miktarının belirli bir limitin altında kaldığı durumlarda. Bunlar;
-Hanefilere göre; en düşük miktar muvaddıha adı verilen yaralanmanın diyetidir ki tam
diyetin %5’dir. Bunun altındaki diyete katılmazlar.
-Maliki ve Hanbelîlere göre 1/3 altındaki diyete katılmaz. Mesela ceninin diyeti 1/3’ten azdır.
Burada âkıle diyete katılmaz.
-Şafiilere göre ise ödenecek miktar ister az isterse çok olsun âkıle diyet ödemeye iştirak
etmelidir.
Buna göre âkılenin diyet ödemeye katıldığı durumları da şu şekilde sıralamak mümkündür:
a. Kastın aşılması yoluyla meydana gelen ölüm ve cismani zarar hallerinde.
b. Taksirli eylemlerin neden olduğu ölüm ve cismani zarar halleri.
c. Hükûmet-i Adl ve gurranın ödenmesi hallerinde: Hanefîlere göre hükûmet-i adl’in
belirleyeceği diyet miktarı tam diyetin %5’inin altında ise akile diyete katılmaz. Şafiilere göre
ise katılır. Malikilere göre tam diyetin 1/3’ü oranına ulaşması gerekir. Gurra’da Hanefi ve
Şâfiî hukukçuları ceninin diyeti %5 olduğundan akile ödemeye katılır demiştir. Malikilere
göre gurra sadece fail tarafından ödenir. Hanbelîlere göre ise ceninin diyeti 1/3 oranına
girmediği için âkılenin ödeme yükümlülüğü söz konusu değildir.
İslâm hukukçuları suç fâilinin âkılenin ödeyeceği miktara katılıp katılmayacağı hususunda da
farklı görüşler öne sürmüşlerdir. Hanefilere ve Mâlikîlerin çoğunluğuna göre fail âkılenin bir

ferdi olarak diyete katılmalıdır. Şâfiî ve Hanbelîler ise fâilin, âkılenin ödeyeceği miktara
katılmayacağı görüşünü savunmaktadırlar.
Âkılenin diyetinin en fazla üç yıl içinde ödemesi gerektiği hususunda görüş birliğinde olan
İslâm hukukçuları her bir üyenin ödeyeceği tutar hakkında farklı görüşler öne sürmüşlerdir.
Bazı
İslâm hukukçularına göre herkes kendi ekonomik gücü nispetinde ödemeye katkı sağlar.
Hanefîlere göre her bir üye en fazla 4 dirhem ödemekle mükelleftir. Şâfiî ve Hanbelî
hukukçular ise ekonomik durumu iyi olanların yarım dinar, orta düzeyde olanların çeyrek
dinar ile ödemeye katılmaları gerektiği görüşünü savunmaktadırlar. Diyetin devlet
hazinesinden ödenmesi durumunda ise peşinen ödeme yapılmalıdır.
Akile üyelerinin asgari alt sınırı belirtilmemiştir. Ancak Hanefilere göre akile üyelerinin
azami 4 dirhem ödemesi gerektiğinden tam diyette 10.000 dirhem olduğuna göre 2.500 kişi
olmalıdır. Akile sayısı yetmediğinde diğer Akilelere başvurulur.
Son olarak şunu ifade etmek gerekir ki, günümüzde âkıle müessesesinin işlevselliği
hususunda iki farklı görüş öne sürülmektedir. Bazı çağdaşİslâm hukukçuları bu müessesenin
ilk çıkışında bile din temelinden ziyade geleneğe dayalı olması sebebiyle günümüzde
fonksiyonel olmaktan bir hayli uzak olduğunu iddia etmektedirler. Diğer bir grup ise “fâile
destek olunmalı ve mağdurun zararı giderilmeli” düşüncesinin her zaman İslâm’ın teşriî
felsefesiyle uyum arz ettiği görüşünü savunmakta, dolayısıyla fıkhın formel müesseseleriyle
olmasa bile geniş tabanlı organizasyonlarla bu ruhun yaşatılması gerektiğini kabul etmektedir.
2. DİYETİN ÖDENMESİ
Kasten öldürmede diyete dönülmüş ise İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre kâtile diyeti
ödemede vade tanınmaz. Hanefîlere göre kasdî cinayetlerde ödenen, diyetten çok sulh bedeli
olduğundan bunun diyet miktarını aşmaması kaydıyla konu tamamen sulh şartlarına bağlıdır.
Kasıt benzeri ve hataen öldürmede ise diyetin üç eşit taksitte üç yılda ödenmesi imkânı
genelde kabul görmektedir. Vade tarihinin ölümden mi yoksa yargı kararından itibaren mi
başlayacağı hususu ise tartışmalıdır.
Müessir fiillerde diyet alacaklısı mağdurun kendisi, öldürmelerde ise maktûlün mirasçılarıdır.
Kâtil diyete mirasçı olamaz. Diyet, alacaklısı açısından tamamen şahsî bir alacak mahiyetinde
olup, diyet borçlusu imkânı olduğu halde ödemiyorsa ödemeye zorlanmak için tedbir
nevinden hapsedilebilir. İmkânsızlıktan ödemiyorsa cezaen hapsedilmesi doğru
bulunmamaktadır.
Klasik fıkıh kaynaklarında diyet miktarları naslar çerçevesinde belirtilmiş olmakla birlikte
günümüz İslâm ülkelerinde bunların tespiti genelde mahkemelerin takdirine bırakılmış veya
bu konuda ülkenin iktisadî şartlarıyla da ilgili bir gelenek oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu
yöntem, ilk bakışta diyet miktarını belirleyen rivayetlerin lafzına ve nazariyede hâkim klasik
ölçü ve usûle tam uygunluk göstermese de diğer bir açıdan haklı ve geçerli bir ictihadî tercih
olarak da değerlendirilebilir. Çünkü altın, gümüş, deve ve diğer malların zikredilen

miktarlarının ilk dönemlerde birbirine yakın piyasa değerine sahip olduğu, çağımızda ise
bunlar arasında yirmi otuz kata varan açık bir oransızlığın bulunduğu görülmektedir. Mesela
gümüş altın karşısında bire ellinin üzerinde değer kaybetmiş, tekstil sanayiinin son derece
gelişmiş olmasına mukabil hayvancılık sektöründeki gerileme sebebiyle canlı hayvan
fiyatlarında büyük bir yükseliş kaydedilmiştir. Bu durumda diyet ödemede taraflardan birine
veya yargıya bu mallardan birini seçme hakkı tanıma birtakım sakıncalara ve mağduriyetlere
yol açacağından, çağımızda İslâm ülkelerinin diyet konusunda mahallî örf ve ülke şartlarını da
göz önünde bulundurarak iki tarafın haklarını ölçüde bir değer tespitine gitmeleri, bu
konudaki rivayetlerin ve doktriner görüşlerin amaç ve ruhuna uygunluk gösterir.

Kaynaklar
Abdülazîz, Emir, el-Fıkhu’l-Cinâî fi’l-İslâm, Dâru’s-Selâm, Kahire 2007.
Avde, Abdülkadir, et-Teşrîu’l-Cinâiyyü’l-İslâmî mukârenen bi’l-Kanûni’l-Vad’î, Dâru’lKitabi’l-
Arabî, Beyrut (t.y.).
Bardakoğlu, Ali, “Diyet”, DİA, İstanbul 1994.
Bardakoğlu, Ali, “Katil”, DİA, Ankara 2002. Çeker, Orhan, “Çocuk Düşürme”, DİA, İstanbul

1993.
Behnesî, Ahmed Fethi, el-Cerâim fi’l-Fıkhi’l-İslâmî, Dâru’ş-Şurûk, Kahire-Beyrut 1988.
Dağcı, Şamil, İslâm Ceza Hukukunda Şahıslara Karşı Müessir Fiiller, Diyanet İşleri

Başkanlığı Yay., Ankara 1996.
Dağcı, Şamil, “Kısas”, DİA, Ankara 2002.
Ebû Zehra, Muhammed, el-Cerîme, Dâru’l-Fikri’l-Arabî, Beyrut (t.y.)
Kubeysî-Sâmerrâî-Zelemî, el-Medhal li Dirâseti’ş-Şerîati’l-İslâmiyye, Dâru’l-Ma‘rife, (b.y.)

1980.
Okur, Kâşif Hamdi, “İslâm Hukukunda Âkıle Kurumu ve Sosyal Güvenlik Açısından
Değerlendirilmesi”, Ankara Ün. Sosyal Bil. Enst. Ankara 2003.

__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi Medine-web 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Medineweb Görsel ve Slayt arşivi( kaybolmaması... Medineweb.net Videolar Medine-web 4 147 23 Eylül 2024 20:24
Mustafa İslamoğlu Sözler Medineweb.net Videolar Mihrinaz 2 343 30 Nisan 2023 16:51
Şirk Hakkında Kuran Ne Diyor? Medineweb.net Videolar Medine-web 0 250 29 Nisan 2023 18:52
DÜNYA KABE'NİN NERESİNDE Hacc-Umre-Kurban Medine-web 0 1092 27 Nisan 2020 21:40

Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
islam hukuku ünite 6 Medine-web İslam Hukuku-I 0 22 Aralık 2013 19:40
islam hukuku ünite 3 Medine-web İslam Hukuku-I 0 22 Aralık 2013 19:37
islam hukuku ünite 2 Medine-web İslam Hukuku-I 0 22 Aralık 2013 19:36
islam hukuku ünite 1 Medine-web İslam Hukuku-I 0 22 Aralık 2013 19:35
islam hukuku ünite 5 Medine-web İslam Hukuku-I 0 22 Aralık 2013 19:33

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.