Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.İLİTAM İLAHİYAT LİSANS TAMAMLAMA.::. > İlitam 3.Sınıf Dersleri > İslam Hukuku-I

Konu Kimliği: Konu Sahibi Medine-web,Açılış Tarihi:  22 Aralık 2013 (19:40), Konuya Son Cevap : 22 Aralık 2013 (19:40). Konuya 0 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 22 Aralık 2013, 19:40   Mesaj No:1
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:8
Cinsiyet:Erkek
Yaş:50
Mesaj: 3.071
Konular: 340
Beğenildi:1382
Beğendi:464
Takdirleri:10171
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart islam hukuku ünite 6

islam hukuku ünite 6

ÜNİTE 6
İSLÂM CEZA İNFAZ HUKUKU

I. İNFAZIN MAHİYETİ

A. İnfaz Kavramı

İnfaz cevaz anlamına da gelen nefaz kökünden türemiştir. Nefaz içinden geçmek, delip
geçmek anlamlarındadır. İnfaz ise oku nişandan öteye geçirmek, hüküm ve fermanı icra
eylemek, hükmü verip gereğini yerine getirmek, vasiyetin gereğini yerine getirmek
anlamlarına gelmektedir. Hukuki bir kavram olarak infaz, “yetkili kamu merciinin cezai
nitelikteki kararının yine kamu gücü aracılığıyla uygulamaya konması” şeklinde açıklanabilir.
İslam hukuk literatüründe bu tanımdaki anlamda tenfîz, ikâme, istîfa, icrâ ve imzâ tabirleri de
kullanılmaktadır.
İnfaz hukuku ise, ceza ve güvenlik tedbirlerine ilişkin esasları gösteren bağımsız bir hukuk
dalıdır. İnfaz hukuku, ceza hukuku yaptırımlarının infazı, yani yerine getirilmesi konusuyla
ilgilenir ve buna ilişkin esasları, ilkeleri ve usulleri gösterir. İnfaz hukuku ceza hukukuyla
tümüyle ayrı değildir. İnfaz hukuku sayesinde cezalar amaçlarına uygun bir şekilde uygulanır.

B. İnfazın Amacı

İslam hukukçuları infazın amacı olarak ifade edilen şeyler ile cezanın amacını kesin çizgilerle
birbirinden ayırmamışlardır. Modern hukukta ise bu ayrımın yapılması üzerinde önemle
durulmaktadır. Bunun sebebi ise pek çok suç için öngörülen cezaların hürriyeti kısıtlayıcı
nitelikte oluşudur. Hükümlünün hapishanede kaldığı sürenin iyi değerlendirilebilmesi, orada
bulunduğu süre içinde topluma yararlı bir fert haline dönüştürülebilmesi, suçu tekrarlamaktan
uzak kalabilme yeteneğinin kazandırılması amaçlanmakta ve bu da infazın amacı olarak
nitelendirilmektedir.
İslam hukukunda infazın amacı suçludan intikam almak ya da onun her halükarda telef
olmasına sebebiyet vermek değildir. Örneğin zina suçunun infazı sırasında dikkat edilecek
hususların incelikle tespit edilmiş olması, infazın devlet kontrolünde gerçekleşen, ölçülü ve
akla dayalı bir cezalandırma olduğunu ortaya koymaktadır.
Her ne kadar modern hukukçular infazın amacıyla cezanın amacını birbirinden ayırma
çabasına girmiş olsalar da sonuçta amaçların aynı olduğu düşüncesinden hareketle burada
cezaların amaçlarını kısaca yeniden hatırlamakta fayda vardır. İslam hukukunda cezanın bir

genel amacı bir de özel amacı vardır. Cezanın genel amacından kastedilen şey aynı zamanda
hukukunda amacını teşkil etmektedir. Bu bağlamda İslam hukukunun genel amacı ise can,
din, akıl, nesil ve malı korumayı sağlamaktır. Cezanın özel amacında ise üçlü bir taksim
yapmak mümkündür. Bunlardan birincisi suçluya, ikincisi mağdura, üçüncüsü topluma
yöneliktir. Cezanın suçluya yönelik amacında üç hedeften bahsedilebilir. Birincisi suçlunun
yaptığının cezasını çekmesidir. Yani bazı hukukçuların da ifade ettiği gibi cezanın bir amacı
da ödetmedir. Suçluya yönelik ikinci bir amaç ise aynı suçun bir daha işlenmesine ya da
mutlak olarak suç işlenmesine engel olabilmek yani suçluyu ıslah etmektir. Suçlu gördüğü
ceza sonucunda bir daha böyle bir suçu işlemeye kalkışmamalıdır. Tabii bunu sağlayabilmek
için öngörülen cezanın söz konusu amaca hizmet eder nitelikte olması gerekmektedir.
Nitekim içki içenlere uygulanan 40 değnek cezasının bu suçun işlenmesine engel
olamadığına, bu cezanın caydırıcılık özelliği taşımadığına kani olan ashâb, cezanın 80
değneğe çıkarılmasına karar vermiştir. Cezanın suçluya yönelik üçüncü amacı ise,
cezalandırma yoluyla suçluyu koruma altına almaktadır. Devlet eliyle suçluya uygulanacak
olan ceza, şahsi intikam arzularına kanuni bir set çekmek anlamına gelmektedir. Çünkü devlet
suçla orantılı bir ceza vermekle mağdur ve yakınlarının saldırılarına karşı suçluyu himaye
etmiş olmaktadır.
Bazı İslam hukukçularına göre infazın suçluya yönelik bir amacı da, irtikâp etmiş olduğu suç
sebebiyle girmiş olduğu günahtan temizlenme fırsatı bulmaktır. Ancak infazın, günahlardan
kurtulmaya vesile olacağı genel kabul görmüş bir düşünce değildir. Zira eşkıyalık suçunun
cezasını açıklayan âyette bu kimselere dünyada uygulanacak haddin dışında âhirette de azap
edileceği ifade edilmektedir. Bu durumda suçun irtikâbı sebebiyle meydana gelen günahın
ancak tövbe ile affolunacağı sonucu ortaya çıkmaktadır.

Cezanın mağdura yönelik amacı ise, suçluya verilen cezanın içine sinmesi ve taşıdığı
husumeti sona erdirmesi, onu şahsî intikam fikrinden vazgeçirebilmesidir. Şayet suçluya
verilen ceza mağdurun içine sinmemiş ise cezanın infazından sonra mağdur ilk fırsatta
suçludan intikamını almaya kalkışacaktır. Bununla birlikte cezanın mağdurun kinini
söndürmesi ve onun içine sinmesi hususunda objektif bir ölçüden bahsetmek oldukça güçtür.
Bu da ancak hukuk kurallarının toplumca benimsenmesi ve kabul görmesiyle mümkündür.
Bu kabulün sağlanması ise belli bir eğitim sürecinin yaşanmasına ve toplumu oluşturan
bireylerin sahip oldukları manevî değerlerle cezaların desteklenmesine bağlıdır. İslâm
hukukun diğer hukuk sistemlerine göre avantajı da bu noktada ortaya çıkmakta, cezanın
kaynağının ilahî oluşu vicdanlarda hüsn-ü kabul görmesini kolaylaştırmaktadır.

Cezanın topluma yönelik amacına gelince, bunda da iki yönlü bir amaçtan söz edilebilir.
Birincisi toplumun korunmasıdır. Verilecek olan ceza hem toplumun suç ve suçludan
arınmasına vesile olacak, hem toplumun bizatihi uğramış olduğu zararın giderilmesine sebep
olacak, hem de aksayan uzuvların mümkünse iyileştirilmesine, değilse bütünden
koparılmasına imkân sağlayacaktır.

Cezanın topluma yönelik bir diğer amacı ise, suça karşı genel bir engelleme oluşturabilmektir.
Suçlunun cezalandırılması toplumun geri kalanında bulunması muhtemel suç işleme

temayülüne engel olacaktır. Çünkü ceza kanunu ve yaptırımları suçluyu cezalandırırken, aynı
zamanda vatandaşları da tehdit etmekte ve korkutmaktadır. Bu tehdit ve korku, vatandaşların
kanuna uygun davranma eğilimini artırır ve bu suretle başka suçların işlenmesi önlenir.
Ayrıca cezanın, bir kefaret bir de ibret yönü vardır. Kefaret, cezanın sırf suçu işleyen şahıs
göz önüne alınmak suretiyle tatbik edilmesini ifade eder. İbret ise cezanın tatbiki suretiyle
yalnız suç işleyene değil, toplumun diğer üyelerine de etki etmek amacını ifade eder. Her iki
yönü dikkate alındığında cezadan beklenen fayda elde edilmiş olacaktır.


C. İnfazları İtibarıyla Ceza Çeşitleri

Hukuk tarihinde suç kabul edilen fiiller için öngörülen cezalar, hukukun kaynağı, ait olduğu
çevre, zaman, şartlar, hukukî düşüncede zaman içinde meydana gelen değişmeler ve cezanın
uygulanacağı kişilere göre farklılık arz etmektedir. Şimdi bu ceza çeşitlerini sırasıyla ele
alalım.
Ceza hukuku tarihi incelendiğinde ilk dönemlerde en fazla infaz edilen cezanın ölüm cezası
olduğu görülür. Birçok suça ölüm cezasının verilmesi ve bu durumun normal karşılanmasının
sebebi, “yapılmış olan bir kötülüğün ancak kan akıtmak suretiyle telafi edilebileceği”
düşüncesi ile “kanı ancak kanın temizleyebileceği” kanaatinin hâkim olmasıdır.
Ceza hukuku tarihinde hukukçular ölüm cezasının gerekliliği üzerinde tartışmışlar ve kimileri
bu cezanın gerekli olduğunu savunurken kimileri ise ölüm cezasının gerekli olmadığını
savunmuştur. Ölüm cezasını savunanlar, bu cezanın korkutucu ve önleyici olduğunu, hayata
son vermenin suçları önlemede etkisinin olmadığını söylemenin gerçek dışı olduğunu öne
sürmektedirler. Onlara göre kâtilin öldürülmesi değil, asıl çocukları öldürenlerin, kitle
katliamı yapanların öldürülmemesi insan haklarına saygısızlıktır.
Ölüm cezasına karşı çıkanlar ise bu cezanın, suçların azalmasında bir katkısının olmadığını,
gerçekten de bir suçu işlemeyi kafasına koyan kişiyi, ölüm cezasının durduramadığını, ölüm
cezasında bir adli hata olduğunda bunun telafisinin imkânsız olduğunu öne sürmektedirler.
Ancak bu iddialar ölüm cezası yerine öngörülen hapis cezası için de söz konusudur. Aynı
şekilde 15 yıl hapis cezası verilen bir kişinin, bu kadar yıl yattıktan sonra cezanın yanlışlıkla
verildiğinin anlaşılması o kimse için ölümden beter sonuçlara vesile olmaktadır.
XIX. asırda ölüm cezasının kaldırılması bütün aydınların ortak düşüncesi haline gelmiş ve
bunun bir sonucu olarak da ölüm cezasını pek çok devlet hukuk sistemlerinden kaldırmıştır.
Avrupa insan Hakları Sözleşmesi’nin, her durumda ölüm cezasının kaldırılmasına ilişkin 13
no.lu protokolünü kabul eden Türkiye, çıkardığı kanun ile 13.12.2005 tarihinde ölüm (idam)
cezasını kaldırmıştır. Ancak zamanla suçların artması cezaların yaptırım gücünün
yetersizliğini gündeme getirmiş ve yeniden ölüm cezasının gerekliliği tartışılır hale gelmiştir.
İslam hukukunda ise ölüm cezası vardır ve hangi suçlara ölüm cezasının verilebileceğini Hz.
Peygamber şöyle sıralamıştır: Zina eden evli bir kimse, kasten adam öldüren bir kimse ve

dinden dönerek Müslüman toplumdan ayrılan bir kimse ölüm cezası ile cezalandırılmaktadır.
Haksız yere ölüm cezası almış olma riski İslâm hukuku açısından da söz konusu ise de, haksız
yere öldürülmüş olan bir kimsenin şehit sayılacağı müjdesi inanan kimselerin kaygılarını
hafifletmiş, hükmün sineye çekilmesini kolaylaştırmıştır.
Özellikle ta‘zîr cezalarını ele almış olduğumuz ünitede de ifade ettiğimiz gibi suçlulara
öngörülen bir diğer ceza çeşidi de hapis cezasıdır. Hapis sanık ya da suçluyu belli bir
mekânda cebren alıkoyarak, yaşama hakkından sonra en temel hakkı olan özgürlüğün
çekirdeğini oluşturan fiziksel hareket özgürlüğünü kısıtlamak anlamını taşır ve özgürlüğü
bağlayıcı cezaların en başta gelen türünü teşkil eder.
Kuran’da hapisten ne genel bir cezalandırma şekli ne de belli bir suçun cezası olarak söz
edilmektedir. Bir başka ifadeyle Kur’ân-ı Kerîm’in öngördüğü cezalar arasında hapis yoktur.
Ancak bu durum İslam hukukunda hapis cezasının yeri olmadığı anlamına gelmemektedir.
Nitekim Hz. Peygamberin, borçlarını ödemeyenleri, savaşta esir alınanları, katilleri veya
cinayet zanlılarını hapsettiği bilinmektedir. Aynı şekilde İslam tarihinde de hapis cezası
uygulana gelmiştir. Ancak bununla beraber şunu da ifade etmek gerekir ki, hapis cezası İslam
hukukunda ikinci derecede bir cezadır. Hiçbir suçun ilk cezası hapis değildir. İhtiyarî bir ceza
olması hasebiyle hâkim gerekli görürse hapis cezasına hükmeder. Bu sebeple İslâm hukuk
tarihinde cezaevleri köklü kurumlar olarak karşımıza çıkmamaktadır.
XIX. yüzyıldan itibaren birçok suça ceza olarak hapsin öngörülmesi, modern hukuk sistemleri
için beraberinde birçok sorun getirmiştir. Doluluk oranının oldukça yoğun olduğu
hapishaneler, suçluyu ıslah, halkı suçlu kimselerden korumak maksadıyla tesis edilmiş
olmalarına rağmen suç örgütleri ve çetelerin hâkimiyetlerini ilan ettikleri fesat yuvaları haline
dönüşmüş, basit suçlardan dolayı hapse düşen kimselerin potansiyel usta suçlular haline
gelmesine hizmet eder olmuştur. Basit bir sokak kavgası sebebiyle hapse giren kimselerin,
ıslah olmak şöyle dursun, hangi suç için ne kadar ceza alındığını bilen, az bir cezayla çok para
kazanma yollarını öğrenen ve içerden çıkar çıkmaz da planladığı suçu işleyen daha sakıncalı
kimselere dönüştüğü herkesin malumudur.
Özellikle dördüncü ünitede ele almış olduğumuz kısas cezası da tarih boyunca uygulanmış
cezalardan biridir. Kısas bir zararın vukuuna sebep olan kimseye aynı miktarda ve yoğunlukta
zarar verilmesini gerekli kılan bir müessesedir. Kısasta istenen şey benzerlik ve eşitliktir. Can
benzerliği ve eşitliğidir.
İslam hukukuna göre ise kısas, cezalandırma yönteminin asli bir unsurudur ve doğrudan
Kur’an-ı Kerim tarafından meşruiyeti kabul edilmiş ve “Kısasta sizin için hayat vardır.”
(Bakara, 2/179) denilmek suretiyle önemine vurgu yapılmıştır.
Kısas yoluyla verilen ölüm cezası her ne kadar bu cezayı hak etmiş olan bir insanın hayatını
yok ediyorsa da esas itibariyle kısas, haksız yere hayatın yok edilmesine karşı, hayatın en
büyük güvencesi mahiyetinde bir yaptırımdır. Çünkü kısasın uygulanması halinde bir kişinin
öldürülmesiyle pek çok kişinin yaşaması sağlanmaktadır. Ayrıca kısas ile kişiyi suç işlemeye
yönlendiren intikam duygusu dizginlenmiş olmaktadır.

İslam hukukunda yer alan ceza türlerinden biri de yine daha önce ele aldığımız uzvun telef
edilmesi cezasıdır. Gerekli olan şartların gerçekleşmesi halinde hırsızlık yapan bir kimsenin
elinin kesilmesi gerektiği, aynı şekilde yol kesip eşkıyalık yapan bir kimsenin de el ve
ayaklarının çaprazlama kesilmesi gerektiği bizzat Kur’an-ı Kerim tarafından ortaya
konmaktadır. (Maide, 5/33)
İslam hukukunun kabul ettiği cezalardan birisi de yine daha önce gördüğümüz sürgün
cezasıdır. Kur’ân-ı Kerim’de eşkıyalığa verilecek cezalar arasında sürgün cezası da vardır
(Maide, 5/33). Bununla birlikte zina eden bekâr kimseye, kendini kadınlara benzeten hünsaya
da bu ceza uygulanmıştır. Ayrıca hâkim isterse asli cezaya ek olarak sürgün cezası
verebilmektedir.
Bu cezaların yanı sıra gerek had cezasını gerektiren suçları gerekse ta‘zîr cezasını gerektiren
suçları ele aldığımız ünitelerde gördüğümüz celd cezası, mali cezalar ve bir takım manevi
cezalar da vardır. Celd cezası bekâr olan zânî ve zânîyeye 100, iffetli kimselere zina
iftirasında bulunanlarla içki içen kimselere ise 80 değnek şeklinde uygulanmaktadır. Ayrıca
hâkimin gerekli gördüğü durumlarda ta‘zîren bu cezayı verebildiğini daha önce ifade etmiştik.
Ta‘zîr cezaları kapsamında görmüş olduğumuz mali cezalar, İslam hukukunda çeşitli suçlara
ceza olarak öngörüldüğü gibi, modern hukukta da XX. Yüzyılın ortalarından itibaren hapis
cezasının bekleneni sağlayamaması üzerine daha yoğun bir oranda ceza olarak uygulana
gelmektedir. Mali cezalar suçun ağırlığına göre farklılaşır. Belli suçlarda suçlunun malının
müsaderesi veya suçluya belli bir miktarı ödeme mecburiyeti getirilmesi, kısastan
vazgeçilmesi durumunda devreye giren diyet cezası, hataen adam öldürmede, yemini ve orucu
bozmada, ihram yasaklarını ihlalde, zıhar yemini söz konusu olduğunda gerekli görülen
kefaretler hep mali cezalar kapsamındadır. Ayrıca yakınını öldüren bir kimsenin mirastan
mahrum edilmesi, katile vasiyetin geçerli olmaması yine mali nitelikli cezalar kapsamındadır.
Buraya kadar sayılan fiziki ve maddi cezaların yanı sıra ayrıca manevi cezalar da vardır.
Örneğin hırsızlık haddi uygulanan bir kimsenin kopan elinin boynuna asılması, hakaret,
teşhir, nasihat, toplum içinde yalnız bırakma, selamlaşmayı kesme, suçlunun saçını kesme vb.
müeyyideler manevi cezalar kapsamındadır.

D. İnfaza İlişkin İlkeler

İnfaza ilişkin ilkelerin bir kısma daha önce ele almış olduğumuz suç ve cezalar için de söz
konusudur. Bu ilkeleri şöyle özetleyebiliriz.
Suçta ve cezada çok önemli olan ilkelerden biri kanunilik ilkesidir. Bu ilkeye göre kanunen
suç olarak tespit edilmemiş bir fiile kanunun gereği olarak bir ceza da verilemez. Yine aynı
ilkeden hareketle, kanunların suç saydığı bir fiili işleyen kimse, kanunların öngördüğü
cezadan başka bir ceza ile cezalandırılamaz.

İslam hukukunda had, kısas ve diyet suçlarının kanun koyucu tarafından takdir ve tespit
edilmiş olması keyfiliği önleyici, kanuniliği ve hukukun üstünlüğünü sağlayıcı niteliktedir.
Suç ve cezalar için söz konusu olan kanunilik ilkesi infaz için de geçerlidir. Zira infaz,
kesinleşmiş mahkûmiyet kararının yerine getirilmesi olarak tanımlandığına göre, infaz
işleminin de ceza mahkûmiyetinin bir sonucu olduğu söylenebilir. O halde kanunsuz infaz
olmaz demek mümkündür. Zira infazın meşruiyeti kesinleşmiş bir mahkeme kararının
mevcudiyetine bağlıdır.
İnfaza dair diğer bir ilke ise infazın şahsiliği ilkesidir. Kitap ve sünnet ile sabittir ki hiç kimse
başkasının yaptığı bir günahı yüklenmeyeceği gibi başkasının işlemiş olduğu bir suç sebebiyle
de cezalandırılamaz. Burada kısas ve diyet cezası gerektiren suçları incelerken ele almış
olduğumuz âkıle müessesesini hatırlamakta fayda vardır.
Bilindiği gibi âkıle müessesesi, yani hataen meydana gelen adam öldürme suçunda katilin
akrabasına yahut ait olduğu cemiyete de diyeti ödetme cezası, suçların şahsiliği ilkesinin bir
istisnası gibi görülebilir. Zira bu müesseseye göre suçu olmayan kimseler de bir şekilde ceza
ödemektedirler. Ancak bunun yakınları cezalandırmak anlamına gelmediğini ortaya koymak
mümkündür. Her şeyden önce, kâtil bir hata sonucu işlediği fiil sebebiyle cezalandırılmış,
sosyal dayanışmanın en bariz örneği olarak da yakınları bu cezayı paylaşmış demektir. Yine
zengin bir kimsenin, kendi aile efradından olan bir fakirin bakımını ve nafakasını üstlenmesi
nasıl bu zengine verilen bir ceza değilse, âkileye verilen de bir ceza demek değildir.
Suç ve cezaya dair olan diğer bir ilke ise suç-ceza dengesinin gözetilmesi ilkesidir. Cezalar
genel niteliklidir yani herkes için geçerlidir. Kişiye özel ceza söz konusu olmayıp, hâkim,
mahkûm, soylu biri, sıradan biri, zengin, fakir, erkek, kadın, güçlü, zayıf aynı suç için aynı
cezaya çarptırılır. Bu eşitlik ilkesi suç ile cezanın da birbirine eşit olmasını gerekli
kılmaktadır. Ancak burada belirtilmesi gereken bir yaklaşım farklılığı söz konusudur.
Hanefîlere göre ulu’l-emr’in (devlet başkanı) Allah (kamu) haklarına yönelik suçlarıyla şahıs
haklarına yönelik suçlarını birbirinden ayırmak gerekmektedir. Devlet başkanının içki içme,
zina, zina iftirası gibi Allah haklarına yönelik olan had suçlarına karşı bir dokunulmazlığı
vardır. Bunlardan dolayı yargılanmaz ve ceza almaz. Ancak bu fiiller devlet başkanı için suç
olmaktan çıkmadığı için bunun uhrevî sorumluluğu ortadan kalkmaz. Adam öldürme ve
müessir fiiller gibi şahıs haklarına yönelik kısas ve diyet suçlarında ise devlet başkanının
herhangi bir dokunulmazlığı söz konusu değildir. Hanefîler bu iki tür suçu birbirinden
ayırırken şu gerekçeye dayanmaktadırlar. Had suçlarının uygulanması devlet başkanının yetki
ve sorumluluğu altındadır. Zira had suçları kamuya yönelik işlenmiş suçlar sayıldığından
cezayı kamu adına, kamu velayetine sahip olan biri infaz edebilir. Bu da devlet başkanının
kendisidir. Başkasının bu yetkiyi kullanması söz konusu değildir. Binaenaleyh bir kimsenin
cezalandırma yetkisini kendisine karşı kullanması da söz konusu olmadığından bu tür suçlarda
devlet başkanının dokunulmazlığı var demek mümkündür. Kısas ve diyet suçlarında ise
cezalandırmayı talep ve dolayısıyla infaz yetkisi aşağıda da göreceğimiz gibi mağdurun
yakınlarına aittir. Bu bakımdan devlet başkanının bu tür suçlarda bir dokunulmazlığı söz
konusu değildir. Hanefîlerin dışındaki İslâm hukukçularına göre ise devlet başkanının suçlar
bakımından herhangi bir sorumsuzluğu veya dokunulmazlığı söz konusu değildir. Hangi tür
suçu işlerse işlesin devlet başkanı bundan sorumludur, yargılanır ve karar infaz edilir.

Suç ceza dengesinin bir diğer istisnası da zimmîler için söz konusu olmaktadır. İslâm ülkesi
vatandaşı gayrimüslimlere (zimmîler) esas itibarıyla İslâm ceza hukuku uygulanır. Yalnız Ebu
Hanîfe şarap içme-sarhoşluk suçu bakımından zimmîler için de bir istisna getirmekte ve bu
fiillerin zimmîler tarafından yapılması durumunda kendi dinlerinin buna izin verdiği
düşüncesiyle had suçunun işlenmiş sayılmayacağını söylemektedir. Bir anlamda Ebû Hanîfe
bu istisnayı bunlara tanınan din ve vicdan hürriyetinin gereği saymaktadır. Cumhura göre ise
bu konuda zimmîler de müslümanlarla aynı hükme tâbidir. Cumhur had ve kısas suçlarını
kamu düzenini yakından ilgilendiren suçlar olarak kabul etmekte ve zimmîler için bir istisna
tanımamaktadır.
Suç-ceza dengesinin gözetilmesi ilkesinden hareketle had cezaları incelenecek olursa,
öngörülen cezalar ile işlenen suçlar arasındaki denge tam olarak kavranamayabilir. Ancak
burada dikkat edilecek husus, suçun şekli ve miktarından ziyade Allah’ın koymuş olduğu
yasakların çiğnenmesinde ne ölçüde bir tahribata sebep olduğudur. Bu sebeple 10 dirhem
değerinde bir malı çalana verilen ceza ile 10.000 dirhemi çalana aynı ceza verilir. Aynı
şekilde bir kadeh içki içen ile iki şişe içene aynı ceza verilir. Burada unutulmaması gereken
bir husus daha vardır ki o da bu tespiti ve dengeyi sağlayanın bizzat şari’in kendisi olduğudur.
Yukarda sayılanların dışında infazla ilgili olarak infazın kesintisizliği, infazın caydırıcı
nitelikte olması, infazın insanca olması ve gizlilikten kaçınma ilkeleri de vardır. İnfazın
kesintisizliğinden kastedilen, infaz edilebilir hale gelmiş hükümlerin derhal infaz edilmesidir.
Bununla birlikte, kesinleşmiş bir hükmün uzun süre infaz edilememesi ile infazdan beklenen
yarar elde edilemeyebilir. Buna binaen başta Hanefiler olmak üzere İslam hukukçuları
özellikle had cezalarında infazın kesintisizliği ilkesine önem vermişler ve zaman aşımının
(tekadüm-i zaman) haddi düşüreceğine hükmetmişlerdir.
İslam hukukçularına göre infaz mahkûmiyet kararının bir parçasıdır (...... .. .......).
İnfaz kesin olarak gerçekleşinceye kadar karar değişebilir. Dolayısıyla infazın hemen hükmün
akabinde olma zorunluluğu vardır. Ancak kul haklarının ön planda olduğu kısas ve benzeri
cezalarda zaman aşımı infaza engel değildir. Bunu bir örnekle açıklayabiliriz. Öldürülen bir
kimsenin kanını dava etmeye hakkı bulunan yakınları (veliyyüddem) yaşça büyük ve küçük
kimselerden oluşmaktaysa, İmam Ebu Hanife’ye göre büyük olanların talebiyle kısas
gerçekleştirilebilir. İmameyn’e göre ise hemen kısasa karar vermemek, küçüklerin de
büyümesini bekleyip onların da görüşüne müracaat etmek gerekir. Bu yaklaşım kısas
cezalarında infazın geciktirilebileceğini yani infazın kesintisizliği ilkesinin geçerli olmadığını
göstermektedir.
Had cezalarında ilke olarak infazın hemen yapılması gerekmekle birlikte, suçlunun bazı özel
durumları sebebiyle geciktirilmesine bizzat Hz. Peygamber tarafından izin verildiği de rivayet
edilmektedir. Hastanın iyileşmesi, hamilenin doğumunu yapması, doğurduğu çocuğun anneye
bağımlı olmaktan kurtulmasının beklenmesi gibi. Çünkü infazın amacı, mutlak olarak
suçlunun cezalandırılması değil, daha büyük zararlara da yol açmadan hem bir ceza hem de
bir ibret niteliği taşımasıdır.

İnfazın caydırıcı nitelikte olması ilkesinden maksat ise cezanın nicelik olarak yeteri kadar
caydırıcı olması ve infaza şahit olan kimselerde böyle bir suçu irtikâbı göze alamama
düşüncesinin hâsıl olmasıdır. Aynı şekilde suçluda da böyle bir suçu bir daha işlememe
kararının ortaya çıkmasına vesile olmalıdır. Bazı İslam hukukçuları “Ceza, henüz suç
işlememiş olan kimse için engel, suçu işlemiş olan kimse için ise derstir” demek suretiyle bu
düşünceyi dile getirmişlerdir.
İnsanca infaz ilkesi ise mahkûmun bir takım haklara sahip olduğunu göstermektedir. İnfazın
her aşamasında bu ilkeye uyulmalı ve mahkûmun da bir insan olduğu unutulmamalıdır. İnfaz
görevlisi, çocuğunu terbiye eden bir baba, hastasını tedavi eden bir doktor düşüncesine sahip
olmalı ve bu şekilde davranmalıdır.
Son olarak gizlilikten kaçınma ilkesi infaz için söz konusu olan ilkelerden biridir. Bu ilkenin
anlamı cezanın infazının bilinmeyen bir yerde ve bilinmeyen bir yöntemle yapılamamasıdır.
İnfaz yeri, zamanı, şekli, yöntemi vb. gibi infaza ilişkin kurallar açıkça düzenlenmeli ve
herkes tarafından bilinebilir olmalıdır. Gizlilikten kaçınma ilkesinin zorunlu sonucu infazın
denetlenebilir olmasıdır.
Gizlikten kaçınma ilkesinden hareketle infazın uygulanacağı yer bakımından hüküm ihtilafları
üzerinde de kısaca durmak gerekmektedir. İnfazın yer bakımından uygulanması klasik
kaynaklarda daha çok İslâm ülkesi dışında (dârü’l-harb) işlenen suçların İslâm ülkesinde
cezalandırılıp cezalandırılmayacağı meselesiyle ilgili olarak tartışma konusu olmuştur. Bu
konuda İslâm hukukçularının görüşlerini iki ana grupta toplamak mümkündür.
İmam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed ceza hukukunun ve dolayısıyla infazın yer
bakımından uygulanması meselesinde günümüz hukuk terimiyle “cezaî hükümlerin mülkîliği”
ilkesini benimsemektedir. Onlara göre İslâm ülkesinde bulunan müslüman ve zimmîlere İslâm
hukuku uygulandığı gibi, İslâm ülkesi vatandaşı olmayıp geçici bir süre için izinli olarak
burada bulunan yabancılara (müste’men) da şahıs haklarına yönelik suçlarda İslâm hukuku
hükümleri uygulanır. Ancak bunlara Allah hakkına yönelik suçlarda İslâm hukuku
uygulanmaz. Müslümanların dârü’l-harb’te işledikleri suçlara ise İslâm ülkesine döndükleri
zaman herhangi bir ceza verilmez. Çünkü bu suçların işlendikleri yerlerde İslâm devletinin bir
hükümranlık hakkı mevcut değildir. Ancak kul hakkı bahis konusu olduğunda tazminat hakkı
saklıdır. Bu sebeple hırsızlıkta çalınan malın tazmini veya adam öldürmede diyetin ödenmesi
bu sebeple gereklidir. Tabii bu söylediklerimiz yurt dışında müslümanların veya zimmîlerin
birbirlerine yönelik işledikleri suçlarla ilgilidir.
Mâlikî, Şâfiî, Hanbelî mezhepleri ve İmam Ebû Yûsuf ise İslâm ülkesi vatandaşları
bakımından şahsîlik, İslâm ülkesinde bulunan yabancılar bakımından mülkilik anlayışının
hâkim olduğu karma bir sistemi benimsemektedirler. Onlara göre İslâm ülkesinde işlenen
suçlar kimin tarafından işlenirse işlensin İslâm hukukuna göre cezalandırılır. Dolayısıyla
müste’menlerin, kendilerine âmir hükümlerin uygulanmasında bir ayrıcalıkları yoktur. Dârü’l-
Harb’te işlenen suçlar ise şayet bunları işleyen müslüman veya zimmî ise bunlar İslâm
ülkesine döndüğünde İslâm hukukuna göre cezalandırılır. Dolayısıyla bu imamlara göre dinî
hükümlerin evrenselliği ilkesi esas kabul edilmektedir.


II. İNFAZ YETKİSİ

Cezalandırma hakkı, hâkimiyetin bir niteliğidir ve bu güç de devlete aittir. İnfazı uygulayacak
olan organın, suçun mağduru olan kimseyle bir ilişkisinin olmaması, fert ve topluluklardan
bağımsız olması, kararında kin ve intikam duygularının rol oynamaması ve objektif kurallara
göre hareket etmesi imkânını sağlamaktadır. Cezayı gerektiği ölçüde verecek bir organın
bulunması, mağdurun suçluyu takip edip ona cezasını bizzat vermesi gibi bir durumu da
ortadan kaldıracaktır.
İslam hukukunda cezayı belirleyecek olan da onu infaz edecek olan da devlettir. Zira ceza
kavramının içinde devlet vardır. Her şeyden önce suç olarak kabul edilen fiilin hukuken suç
olması gerekir. Cezanın verileceği kimsenin cezaî ehliyetinin olması, söz konusu bu kimsenin
gerçekten suçlu olması, suçun sabit olması için gerekli tahkikat aşamasının tamamlanması vs.
gerekir. Bütün bunların tespit edilmesi için de ortada bir devlet ve bu devletin de bir yargı
organının bulunması gerekir. Aksi halde suçluya gösterilecek olan tepki, intikam olur, öç alma
olur, haksız fiil olur, zulüm olur ve sonuçta tepki de kendi başına bir suça dönüşmüş olur.
Klasik fıkıh kitaplarında da infazın devlete ait olduğu görüşüne aykırı bir düşünce yoktur.
Devletin olmadığı yerde infaz yetkisinin kime ait olduğu ise suçun niteliğine göre
değişmektedir. Örneğin had cezalarını verme yetkisi yalnızca devlete aittir ve devletin
olmadığı yerde fertlerin ceza verme yetkileri yoktur. Cezayı gerektiren suç ferdi hakların ön
planda olduğu bir suç ise bu durumda infaz yetkisi biraz esnektir. Şimdi klasik ceza taksimine
göre konuyu sırasıyla ele alalım.

A. Kısas Cezalarında İnfaz Yetkisi

Kısas cezalarında infaz yetkisinin kime ait olduğu hususunda İslam hukukçuları ikiye
ayrılmaktadır. Hukukçuların bir kısmı bu yetkinin ölenin yakınlarına ait olduğunu
savunurken, diğerleri ise bu yetkinin devlete ait olduğu görüşündedirler. Kısas cezalarında
infaz yetkisinin kime ait olduğu cana yönelik kısas cezaları ile organlara yönelik kısas
cezalarında farklılık gösterir. Bunun sebebi ise özellikle organlara yönelik kısasta benzerlik
şartının aranmasının kısas yapmayı oldukça güçleştirmesidir. Hatta Hanbeliler’e göre yapılan
kısasın sınırı aşma ihtimali bulunması halinde kısas tamamen terk edilir.
Organlara yönelik kısas cezalarında Hanefilere ve Ahmed b. Hanbel’den nakledilen
görüşlerden birine göre mağdur veya mirasçısı kısası infaz edebilecek kabiliyete sahip ise
kendisi uygular; kısası yapamayacak durumda ise devletin görevlendirdiği kişi kısası
gerçekleştirir. Şafiiler’e ve Ahmed b. Hanbel’den nakledilen diğer bir görüşe göre ise her
halükarda kısası devlet gerçekleştirir. İmam Malik’ten yapılan bir rivayete göre organlara

yönelik kısas yetkisi mülki amire aittir. Diğer bir görüşe göre ise, mağdurun kısası infaz
edebilecek niteliklere sahip olması halinde yetki kendisinde, aksi halde devlettedir.
Cana yönelik kısas cezalarında da infaz yetkisinin hukukçular arasında ihtilaflı bir mevzu
olduğunu söylemiştik. Yetkinin ölenin yakınlarına ait olduğu görüşünü savunanlar bu
görüşlerini konuyla ilgili nassa dayandırmaktadırlar. Ayette “…Bir kimse zulmen öldürülürse,
onun velisine (hakkını alması için) yetki verdik…” şeklinde geçmektedir. Onlara göre bu
ayette Cenâb-ı Hak, ölenin velisine kısası kendi elleriyle infaz etme yetkisi vermiştir.
Ayette geçen veliden kastedilenin kimleri kapsadığı hususunda İslam hukukçuları farklı
görüşleri benimsemişlerdir. Hanefî, Şafiî ve Hanbelî hukukçulara göre ölenin vârisleri aynı
zamanda kanını dava etme hakkına sahip olan velileridir. İmam Malik’ten nakledilen bir
görüş diğer mezheplerle aynıdır. Ancak bir diğer rivayete göre veliler sadece asabe olanlardır.
Zâhirîler ise ölenin velisinin kim olduğuyla ilgili çerçeveyi en geniş tutanlardır. Onlara göre
ölenin bütün akrabası ölenin velisidir.
Ölenin yetişkin yalnızca bir velisi var ise ve bu kimse de yetişkin, sağlığı yerinde bir kimse
ise infaz yetkisi ona aittir. Veliler birden fazla ise Ebû Hanife ve Malikiler’e göre infaz yetkisi
en büyük veliye aittir. Şafiîler ve İmameyn’e göre ise hemen kısasa karar verilmez küçük
olan velilerin de büyümesi beklenir. Çünkü kısas hakkı aralarında müşterektir ve bölünebilir
bir hak değildir. Aynı şekilde akıl hastası velinin de akıllanması beklenir. Bu süre zarfında
kâtil hapsedilir.
İnfaz aşamasında veliler hazır bulunmazsa, uzak bir bölgede ya da kayıp olurlarsa, böyle bir
durumda dört mezhebe göre de uzakta olan, kayıp olan bu veli gelmediği ve aynı yönde görüş
belirtmediği sürece infaz gerçekleştirilemez. Zira o vârisin suçluyu affetmesi söz konusu
olabilir. Bu durumda katil, diğer veli gelinceye kadar hapsedilir.
Velisi olmayan bir maktulle ilgili ise iki durum söz konusudur. Bunlardan birincisi sonradan
müslüman olup bir İslam ülkesine yerleşmiş ve hiç akrabası bulunmayan kişiyle alakalıdır.
Böyle bir kimsenin velisi devlettir ve devlet kısas talebinde bulunma hakkına sahiptir. İkinci
durum ise müslüman ülkesinde doğmuş, yaşamış ancak hiç akrabası bulunmayan kimsedir.
Böyle bir kimsenin de velisi devlettir ve kısas talebinde bulunabilir. Ancak İmam Ebu Yûsuf
bu görüşe karşı çıkar ve devletin sadece diyet talebinde bulunma hakkına sahip olduğunu
savunur. Ona göre böyle bir kimsenin velisi bir yerden çıkıp gelebilir ve kısas talebinde
bulunmayabilir. Bu ihtimale binaen devlet sadece diyet talebinde bulunabilir.
Ölenin infaz yetkisinin yakınlarına ait olduğunu düşünenlerin diğer bir dayanağı da böyle bir
uygulamanın cezalandırmada gözetilen amaca daha uygun olacağı fikridir. Zira cezalandırma
ile gözetilen amaçlardan biri de mağdurun razı edilmesidir. Kâtilin kısasında yetkisi olan
velilerin infaza iştiraki kinlerinin teskinini sağlayacaktır. Bunlara ilaveten kısas cezalarında
ferdî hakların ön planda olması da infaz yetkisinin velilere ait olması gerektiğini fikrini
pekiştirmektedir.
İnfaz yetkisinin devlete ait olduğu görüşünü savunanların delili de yine söz konusu ayettir. Bu
görüşteki hukukçulara göre ayette geçen sultan ifadesi tam yetkiyi ifade etmektedir. Böyle bir

yetki ise devlete aittir. Dolayısıyla hiç kimse devletten habersiz kısasa karar verip bunu infaza
kalkışamaz.
Maktul yakınlarının kısas talebiyle ilgili velayet haklarını kullanabilmeleri ancak mahkemenin
bu yöndeki kararından sonra söz konusudur. Zira kısasın infaz edilebilmesi için bazı şartların
oluşması gerekmektedir. Kısası düşürebilecek bazı şüpheli durumlar olabilir. Suçu işleyenle
suç mağduru arasında kısasa engel olabilecek bir ilişki bulunabilir. Bütün bu safhalardan
sonra sanık mahkeme tarafından suçlu bulunmalı ve infaz yargı organlarının gözetim ve
denetiminde gerçekleştirilmelidir.
İnfaz yetkisinin devlete ait olduğunu savunanların ikinci bir delili ise kısası bizzat maktulün
yakınlarının infaz etmesi durumunda bu kez de katilin yakınlarının bu kimselere karşı kin ve
intikam duygusu beslemelerinin ortaya çıkması ihtimalidir. Böyle bir durum ise zulüm ve
fesadın ortaya çıkmasına sebep olacak, hukuk yerine hukuksuzluk hâkim hale gelecektir.
İnfaz yetkisinin devlete ait olduğunu savunanlar, kısas cezalarında ferdi hakların ön planda
olduğunu ve bu yetkinin bu sebeple veliye ait olduğunu savunanların aksine bu cezalarda
kamu hakkının da söz konusu olduğu görüşündedirler. Onlara göre maktulun yakınları affetse
bile adam öldürme suçu kamu vicdanını yaralayan bir olaydır. İşte bu sebeple de İmam
Malik’e göre devlet isterse katile tazir cezası da verebilir. Bu durum kısas cezalarında kamu
hakkının da olduğunu göstermektedir.

B. Had Cezalarında İnfaz Yetkisi

Had cezalarının infaz yetkisi Hz. Peygamber’den bu yana müslümanlar adına devlete aittir.
Ayrıca infazında aleniyetin zorunlu olduğu hadler, Allah hakkı olduğu için hem cezaya
hükmetmek ictihadı gerektirir, hem de mahkûma zulmetme riski olduğu için infaz titizlik
ister.
Bazı İslam hukukçuları devlet otoritesinin bulunmadığı yerde her bir fert için had cezalarını
uygulama hakkının doğduğuna ve bir kimsenin böyle bir şey yapmakla suç işlemiş
sayılmayacağına, bir kimsenin had cezasını uygulamasıyla diğer kimselerden cezayı
uygulama mükellefiyetinin düşeceğine hükmetmişlerdir. Ancak diğer bazı İslam
hukukçularına göre ise had cezasının infaz edilmesi zorunluluğu, suç kabul edilen fiilin
işlenmesiyle doğmamaktadır. İnfaz zorunluluğu ancak şahitlerin şahadeti veya failin ikrarı ile
doğar. Bu sebeple had kapsamına giren suçlardan birisini işlemiş olan kimsenin, gereken
cezayı kendisinin uygulamasının haram olduğuna hükmetmişler ve hatta bu konuda icma‘
olduğunu söylemişlerdir.
Bize göre de had cezasını gerektiren şey suçun işlenmesi değil, topluma karşı işlenen bir suç
niteliğini kazanmış olmasıdır. Nitekim zina suçunda had cezasının uygulanması dört erkeğin
şahitliğine bağlanmıştır. Suça üç erkeğin şahitlik etmesi aslında suçun ispatı için yeterlidir.
Hatta şahitlikle ispat bir tarafa, günümüz teknolojisinde başta kamera kayıtları olmak üzere

birçok araçla zina fiilinin meydana geldiğini ispat mümkündür. Ancak buna rağmen dört
erkek şahit olmadığı sürece bu kimselere had cezası uygulanamamaktadır. Demek ki amaç
suçun aleniyete dökülüp dökülmediğini tespit etmek, bir başka ifadeyle kamu hakkının ihlal
edilip edilmediğini belirleyebilmektir. Dolayısıyla kişisel infaz teşebbüslerinin İslam’ın ruhu
ve amaçlarıyla bağdaşması mümkün değildir. Hakkın korunması elbette önemlidir, ancak bu,
her şeye rağmen korunması anlamına gelmemektedir.

C. Ta‘zîr Cezalarında İnfaz Yetkisi

İslam ceza hukukunun klasik tasnifine göre ta‘zîr cezaları kısas cezaları gibi ferdi hakların ön
planda olduğu cezalardır. Bu sebeple ta‘zîr cezalarında infaz yetkisi hem devlete hem de
fertlere aittir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki fertlere verilen ta‘zîr yetkisi eğitim amaçlıdır.
Bu bağlamda evde anne-baba çocuklarına, erkekler eşlerine, okulda öğretmen öğrencilerine,
işyerlerinde üstler astlarına, ustalar çıraklarına ta‘zîr cezası verebilir. Bu cezaların verilmesi
şer‘i bir emre dayanmadığından, verilen cezaların kastı aşarak meydana getireceği tahribat
tazmini gerektirir. Zira bu tür müeyyidelerin hukukî dayanağı ibaha ifade eden naslardır.
Devletin verdiği ta‘zîr cezalarında ise sanıkların eylemlerinde suçu oluşturan bazı unsur ve
şartların eksikliği veya şer‘an yasak olduğu bilindiği halde cezanın belirlenmemiş olması ya
da öngörülen şer‘i cezanın başka sebeplerle verilememesi söz konusudur. Burada suçluya
cezai müeyyide uygulanması şer‘i bir emre binaen olduğundan, Hanefîlere göre devlet, infaz
sebebiyle meydana gelecek olan zarardan veya teleften sorumlu değildir. Şafiîlere göre ise
ta‘zîr cezası sebebiyle bir kimsenin ölmesi durumunda yakınlarına tazminat ödenir.

III. KENDİLİĞİNDEN İHKÂK-I HAK

A. İhkâk-ı Hak

İhkâk sözlükte, bir şeyi hakka dönüştürmek, hak haline getirmek, düzeltmek, hakkı olduğunu
iddia etmek anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ihkâk-ı hak ise, hakkını zorla elde etmek,
bir hakkı usulünce yerine getirmek yani murafaa ve muhakeme neticesinde ispat ve izhar
etmek demektir.
Fertlerin çok çeşitli alanlarda haklarını kendi yöntemleriyle elde etmeleri, hukuksuz yollara
başvurarak haklarını korumaları söz konusu olabilmektedir. Özellikle de malî konularda
insanlar hukukî yollara başvurmadan kişisel çaba ve güçleriyle kendi haklarını koruma
teşebbüsünde bulunabilmektedir. Hukuk dilinde buna da ihkâk-ı hak denilmektedir.

İhkâk-ı hak genellikle borçlar hukukuna ait bir terim olmakla birlikte, ceza hukuku alanında
da kişilerin haklarını elde etme teşebbüsleri için kendiliğinden ihkâk-ı hak, bizzat ihkâk-ı hak,
kendi hakkını cebren vikaye ifadeleri kullanılmaktadır ki, bununla bir kimsenin ihlal edilen
hakkını devlete başvurmaksızın zor kullanarak bizzat elde etmeye çalışması kastedilmektedir.
Bunların yanı sıra bazı hukukçuların şahsi öç/intikam ifadelerini kullandıkları da
görülmektedir.
Kendiliğinden ihkâk-ı hak, İslam hukukunda belirli istisnalar dışında kural olarak kabul
edilmemiştir. Çünkü toplumda hukuk düzeninin, güven ve istikrar ortamının kurulmasının
yanı sıra ölçüsüz ve sübjektif hak iddialarının önlenmesi de buna bağlıdır.
İslam hukukunun kendiliğinden ihkâk-ı hakkı onaylamadığının bir göstergesi olarak şu
anekdotu aktarabiliriz. Amr b. el-Âs’ın oğlunun elbisesine biri basmış, Amr’ın oğlu da onu
dövmüştü. Durum Hz. Ömer’e bildirildiğinde Halife, Amr’ın oğluna: “ Ne zamandan beri,
anaların hür olarak doğurduğu insanları köleleştirmeye kalkıştınız?” diyerek azarlamış, bu
türlü kendi kendine ihkâk-ı hakka yeltenmeyi köleleştirme diye isimlendirmiştir.
Amr’ın oğlunun saldırısı sebepsiz değildir. Ne var ki, kendi hakkını bizzat almaya
kalkışmasıyla, hakkın sınırını aşmış ve başkasına adeta kendi kölesine yaptığı muameleyi
yapmıştır. Bu tür davranışları İslam hukuku “hürriyetlerin korunması” prensibinden hareketle
yasaklamıştır.

B. Kısas Cezalarında Kendiliğinden İhkâk-ı Hakkın Hukukî Sonuçları

Kısasta, devletin gözetimi ve mahkeme kararı olmak kaydıyla, infaz yetkisi maktulün
yakınlarına aittir. Buna göre katil, kısası usulüne uygun olarak yapabilecek olan maktul
velisine teslim edilir. O da yetkililerin gözetiminde infazı gerçekleştirir. Bu surette
gerçekleşen infazda maktul velisinin herhangi bir sorumluluğu yoktur.
Maktul velisi ya da velileri, mahkeme kararı veya devlet denetimi olmaksızın kısasen katili
öldürmeleri halinde İslam hukukçularının çoğunluğuna göre kendilerine ta‘zîr cezası verilir.
Çünkü kısasa karar verebilmek için mahkeme kararı ve infaz için devlet denetimi gerekir.
Ayrıca infazın, uygun görülen bir tarzda, uygun görülen bir aletle ve zulme dönüşmeden
yapılması gerekmektedir. Bütün bu hususlar dikkate alındığında, kendi başına kısas hakkını
kullanan kimseye ya da kimselere ta‘zîr cezası verilmesi uygun görülmüştür. Çağdaş İslam
hukukçuları da bu görüştedir. Hukuk düzeninin muhafazası, toplumda sulh ve sükunun
korunması için bu şarttır. Kendiliğinden ihkâk-ı hak intikam duygularının uyanmasına sebep
olur. Binaenaleyh sedd-i zerai‘ prensibi gereği kendi başına karar verip hareket eden bu
kimsenin ceza görmesi gerekmektedir.
Maktulün infaz yetkisini haiz velisinin birden çok olması durumunda bunlardan biri ya da
birkaçı diğerlerine sormadan, kendi başlarına karar vererek kısas yapmak amacıyla katili
öldürmeleri halinde İslam hukukçularının çoğunluğuna göre bu kimselere kısas cezası

verilmez. Zira kendilerinin de ortak oldukları bir hakla katili öldürmüşlerdir. Ancak diğer
velilerin davacı olmaları halinde bu kimselerin mali bir mükellefiyeti olup olmayacağı hususu
doktrinde tartışmalıdır.
İslam hukukçularının çoğunluğuna göre kendi başına katili öldüren bu veli ya da velilerin
kısasa iştirak etmeyen ya da taraf olmayan diğer velilere diyet paylarını ödemeleri
gerekmektedir. Ayrıca devlet bu kimselere ta‘zîr cezası verir. Daha önce gördüğümüz gibi
Hanefilere göre, kısasa iştirak etmeyen velilerin sonradan bu işe rıza gösterip kendi
hisselerine düşen diyet bedelini talep etmemeleri durumunda, devletin ayrıca katili öldüren
velilere ta‘zîr cezası vermesi söz konusu değildir. Bu konuda farklı görüşler de vardır.
Örneğin İmam Şafii’den rivayet edilen bir görüşe göre kendi başına hareket ederek katili
öldüren veliye kısas cezası verilir.
Konuyla ilgili bir diğer husus velilerin bir kısmının katili affetmiş olmalarına rağmen
diğerlerinin katili kısas yapma adına öldürmeleridir. Böyle bir durumda ise şayet katili
öldüren veliler diğer velilerin katili affettiğini bilmiyor ise bu velilere diyet gerekir. Ancak
diğer velilerin affettiklerini bilerek katili öldürmüş iseler kısas cezası ile cezalandırılırlar.
Katili maktulün varisleri dışında kalan arkadaşları, uzak akrabası, hiç tanımayan biri ya da
katilin şerrinden emin olmak isteyen bir başkası öldürürse, İslam hukukçularının ekserisine
göre kısas cezası gerekir. Katil hakkındaki infaz kararının kesinleşmemiş olup olmamasının
bir önemi yoktur. Zira katilin kanı velilerin dışındaki kimselere haramdır ve velilerin katili her
an affetmeleri ihtimali vardır. Dolayısıyla katilin kanının mutlak olarak mubah olması söz
konusu değildir. Bazı Tâbiîlere göre ise katili öldürene kısas gerekmez. Çünkü katil zanlısının
kanının masumiyeti kalmamıştır. Söz konusu olan ihtimaller kesin delillere dayanmamaktadır.
Ayrıca yabancı hükmündeki bir arkadaş, cinayete şahit olmuş ve kendini tutamayarak katili
öldürmüş olabilir. Ya da mirasçı olmayan bir dayı, yeğenini öldürülmüş bir vaziyette görüp,
kendini tutamayarak katili öldürebilir. Bu gibi durumlarda kısası gerçekleştiren kişi mazur
kabul edilir.
Cumhurun görüşü hukuk düzeni açısından tercihe şayandır. Ancak bazı durumlarda Tabiinin
görüşünden de yararlanılabilir. Örneğin yanındaki arkadaşı gözü önünde öldürülür de bu
kimse, ani tepki olarak katili öldürürse; ya da bir kimse, mesela kardeşinin çocuğunun kanlar
içinde yerde yatan cansız bedenini görür ve kendini tutamaz da katili öldürürse, bu
durumlarda kısas uygulanmayabilir. Yani Tabiinin görüşü tercih edilebilir.
Devletin kısas cezasını ihmal etmesi veya geciktirmesi ya da mirasçıların devletin bu cezayı
infaz etmeyeceğinden emin olmaları durumunda, maktulün velilerinin bu cezayı kendilerinin
vermeleri tamamen masum bir davranış olarak kabul edilemez. Her ne kadar İslam
hukukunun kendileri için kararlaştırmış olduğu bir hakkı kullanmışlarsa da bu tavrın bizatihi
kendisi daha büyük hukuksuzluklara yol açabilir.




C. Had Cezalarında Kendiliğinden İhkâk-ı Hakkın Hukukî Sonuçları

Had cezalarında infaz yetkisinin devlete ait olduğunu daha önce ifade etmiştik. Ancak had
cezalarından zina, irtidat ve bağy suçlarının fertler eliyle verilebilmesinin mazur görüldüğü
bazı durumlar söz konusu olabilir. Örneğin burada zina cezasını inceleyecek olursak:
Hakkında recm hükmü verilmiş bir zaniyi henüz infaz aşamasına gelmeden önce birisi
öldürürse bu kimseye kısas cezası uygulanmaz. Ancak devletin yetki sahasına müdahale ettiği
ve kendi başına hareket ettiği için ta‘zîr cezasıyla cezalandırılır.
Henüz hakkındaki hüküm kesinleşmemiş ve zina şüphesiyle yargılanan bir zanlıyı öldüren
kimse ise kısas cezası ile cezalandırılır. Çünkü hakkındaki iddialar kesinleşmeden herkes
suçsuz kabul edilir. Suçsuz bir kimsenin kanı ise haramdır.
Karısının zina ettiğini gören koca her ikisini de öldürürse ve şayet şahitlerle bunu ispat
edemezse kocaya kısas uygulanır. Burada kocadan şahitlerle durumu ispatlamasını
istenmesinin sebebi ise kocanın öldürmeyi tasarladığı birisini evine çağırıp öldürmüş
olabileceği ya da karısını öldürmeyi kafasına koymuş ve böylece öldürmüş olabileceği gibi
ihtimallere binaendir.
Kendisine tecavüze yeltenen bir kimseyi öldüren kadına, ne kısas ne de diyet cezası verilir.
Ancak burada kadının öncelikle etrafından yardım talep etmesi ve bu yardımı alamamış
olması gerekir. Ayrıca saldırganın öldürülmesi, suçu durdurmak adına olmalıdır.

D. Ta‘zîr Cezalarında Kendiliğinden İhkâk-ı Hakkın Hukukî Sonuçları

Ta‘zir cezalarında infaz yetkisinin ilke olarak devlete ve bazı durumlarda fertlere ait olduğunu
daha önce ifade etmiştik. Bu itibarla fertlere ait olan ta‘zir cezaları için kendiliğinden ihkâk-ı
hak gibi bir durum söz konusu değildir.
İslam hukukunda haksız yere dövülen kişinin, kendisini döveni dövmesi yasaklanmıştır. Şayet
bunu yaparsa her ikisine de ta‘zir cezası uygulanır. Bu genel kuralın bir istisnası olarak, bazı
hukukçular, kendisine sövülen bir adamın aynı şekilde mukabele etmesinin caiz olduğuna
hükmetmişlerdir.
Erkeğin dinen meşru sebeplere (nüşûz) binaen karısına ta‘zir cezası verebileceği nasla sabittir.
Tasvip edilmemekle birlikte eğitim amaçlı olarak çocuklarını döven anne-babaya cezai bir
müeyyide yoktur. Hocanın öğrenciyi dövmesi de bu kapsamdadır. Mahkeme de gerektiğinde
darp cezası uygulayabilir. Bu sayılan kimselerden birisinin dövdüğü şahıs ölse, dövme şekli
de bir insanı öldürecek tarzda olmamışsa dövene tazmin sorumluluğu yoktur. Zira bu kimse
öldürmeyi kastetmemiş, bir eğitim metodu olduğu düşüncesiyle dövmüştür denilmektedir.
“Cevaz-ı şer’î damâna münâfîdir” külli kaidesi bu yaklaşımın temelini oluşturmaktadır.


Kaynaklar
Aydın, Mehmet Akif, Türk Hukuk Tarihi, Beta, İstanbul 2012.
Bardakoğlu, Ali, “Ceza”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1993.
Bilmen, Ömer Nasuhî, Hukukı İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Yayınevi,
İstanbul (t.y.).
Boynukalın, Muhammed, “Suç”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 2009.
Cin, Halil-Akgündüz, Ahmet, Türk Hukuk Tarihi, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul
2011.
Dağcı, Şamil, “Kısas”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, Ankara 2002.
Ebû Zehra, Muhammed, el-Cerîme, Dâru’l-Fikri’l-Arabî, Beyrut (t.y.)
Ebû Zehra Muhammed, İslâm’da Suç ve Ceza (Çev. İbrahim Tüfekçi), Kitabevi, İstanbul
1994.
Mergînânî, Burhanüddîn, el-Hidâye Şerhu Bidâyeti’l-Mübtedî, İstanbul 1986.
Özel, Ahmet, “Dârülharp”, DİA, İstanbul 1993.
Taner, M. Tahir, Ceza Hukuku-Umumî Kısım, Bozkurt Matbaası, İstanbul 1935.
Türk Hukuk Lügatı, Komisyon, Başbakanlık Basımevi, Ankara 1998.
Ünsal, Ahmet, İslâm Ceza Hukukunda İnfaz Yetkisi, Mizan Yayınevi, İstanbul 2008.
Zeydan, Abdülkerîm, el-Ukûbe fi’ş-Şerîati’l-İslâmiyye, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 1988.




__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi Medine-web 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Medineweb Görsel ve Slayt arşivi( kaybolmaması... Medineweb.net Videolar Medine-web 4 147 23 Eylül 2024 20:24
Mustafa İslamoğlu Sözler Medineweb.net Videolar Mihrinaz 2 343 30 Nisan 2023 16:51
Şirk Hakkında Kuran Ne Diyor? Medineweb.net Videolar Medine-web 0 250 29 Nisan 2023 18:52
DÜNYA KABE'NİN NERESİNDE Hacc-Umre-Kurban Medine-web 0 1092 27 Nisan 2020 21:40

Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
islam hukuku ünite 4 Medine-web İslam Hukuku-I 0 22 Aralık 2013 19:38
islam hukuku ünite 3 Medine-web İslam Hukuku-I 0 22 Aralık 2013 19:37
islam hukuku ünite 2 Medine-web İslam Hukuku-I 0 22 Aralık 2013 19:36
islam hukuku ünite 1 Medine-web İslam Hukuku-I 0 22 Aralık 2013 19:35
islam hukuku ünite 5 Medine-web İslam Hukuku-I 0 22 Aralık 2013 19:33

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.