Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.İLİTAM İLAHİYAT LİSANS TAMAMLAMA.::. > İlitam 3.Sınıf Dersleri > İslam Hukuku-I

Konu Kimliği: Konu Sahibi Medine-web,Açılış Tarihi:  22 Aralık 2013 (20:45), Konuya Son Cevap : 22 Aralık 2013 (20:45). Konuya 0 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 22 Aralık 2013, 20:45   Mesaj No:1
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:8
Cinsiyet:Erkek
Yaş:50
Mesaj: 3.071
Konular: 340
Beğenildi:1382
Beğendi:464
Takdirleri:10171
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart İslam Hukuku Genel Özet

İslam Hukuku Genel Özet

FIKIH İLMİNİN MAHİYETİ VE TARİHÎ GELİŞİMİ
· İlk dönemlerde fıkıh terimi, Kitap ve Sünnet ’in naslarının delalet ettiği itikat, ahlâk ve amellerle ilgili hükümleri içermektedir. Kur’an “fıkıh” terimini pek çok yerde, “anlayış” demek olan genel anlamında kullanmaktadır.
· Hasan el-Basrî (ö. 110 h./728 m.) fakihi, şöyle tanımlamaktadır: “Gerçek fakih, dünyaya değer vermeyip ahiretle meşgul olan, derin bir dinî bilgiye sahip olan, ibadetleri düzenli olan, takva sahibi Müslümanların namuslarında ve mallarında gözü olmayan ve ümmetin selametini isteyen kimsedir.”
· İmam Malik fıkhı, “Allah’ın kalplere koyduğu bir nur/ışık” olarak tanımlamıştır. Ebu Hanife’nin, fıkhı “kişinin hak ve sorumluluklarını bilmesişeklinde tanımladığı da rivayet edilmektedir. Sonraki zamanlarda Fıkıh, “tafsilî delillerden elde edilen bilgiyle amelî-şer’i hükümleri bilmek” olarak tanımlanan bir ilim haline gelmiştir.
· Terim olarak şeriat, Allah’ın kullarına indirdiği, inandıklarında ve inandıklarıyla amel ettiklerinde dünya ve ahiret mutluluğuna erecekleri hükümlerin tamamına denilmektedir.
· Her fıkıh şeriattır, ancak her şeriat fıkıh değildir. Şeriat noksansızdır. Ancak fıkıh böyle değildir. Şeriat, fıkhın aksine, tüm insanlığa hitap etmesi bakımından geneldir. Şeriat, fıkhın aksine koyduğu hükümlerle bütün insanlığı bağlayıcı bir özelliğe sahiptir. Şeriatın içerdiği hükümler doğrudur. Fukahânın içtihatları ise bazen isabetli olurken bazen de yanlış olabilmektedir. Şeriatın içerdiği hükümler ebedî ve değişmezdir.
· Fıkıh, ilahi bir hukuk sistemidir. Çünkü fıkhın referansları vahiy ve onu açıklayan sünnettir. Fıkıh insanı ve insanın mutluluğunu esas almaktadır. Fıkıh, insanların ihtiyaçlarına cevap verebilecek genel ilkeleri içermektedir. Fıkıh, adaleti esas almakta ve adaletli davranmayı istemektedir. Fıkıh ilmi, toplumun içinde yaşar ve olaylarla beraber vardır.
· Fıkhı içerdiği konular bakımından sekiz kısma ayırmak mümkündür: 1. İbadetler (Kur’an’da yaklaşık 140 ayet bu hükümlerle ilgilidir.), 2.Aile ile ilgili hükümler (Kur’ân-ı Kerîm’de bu konularla ilgili olarak yaklaşık 70 ayet vardır.) 3.Mali konularla ilgili hükümler (Kur’an’da yaklaşık 70 ayet bu hükümlerle ilgilidir.) 4.Devletin gelirleri ve giderleri ile ilgili hükümler: (Kur’an’da 10 ayet vardır.) 5. Anayasa ile ilgili hükümler (Kur’an’da yaklaşık 10 ayetle belirlemektedir.) 6.Milletlerarası ilişkiler ile ilgili hükümler (Kur’an’da genel ilkeler hâlinde yaklaşık 25 ayet, bu hükümleri içermektedir.) 7.Yargı ile ilgili hükümler (Kur’an’da ele alan ayetler yaklaşık olarak 13 tanedir.) 8. Suçlar ve cezalar (Kur’an’da suç ve cezalarla ilgili hükümleri içeren 30 kadar ayet vardır)
· İlahî hukuk sistemleri, Allah’ın peygamberleri aracılığıyla gönderdiği sistemlerdir. Beşeri hukuk sistemleri ise, sosyal bağları düzenleyen, insanların uymak zorunda oldukları, uymadıkları takdirde gerektiğinde zor kullanan kurallar bütünüdür. İlahi hükümlerin kaynağı Allah tarafından gelen VAHİY ’dir.
· Kur’an ve Sünnet’in koyduğu bu temel ilkelerden yararlanarak, fıkıhçılar da bazı ” genel hukuk kuralları” geliştirmişlerdir. Bunların bazıları şunlardır: “Sıkıntının ortadan kaldırılması esastır “Kötülüğe giden yolların kapatılması gerekir” “Zaruretler, mahzurlu/sakıncalı olan şeyleri mubah kılar.” “Mefsedetleri def ‘etmek, maslahatları celbetmekten evlâdır.” “Umumi bir zararı def ‘etmek için, hususi bir zarara katlanılır.” “Zaruret sebebiyle mubah olan bir şeyin miktarı, zaruretin miktarına göre takdir edilir.”
· Fıkıh, beşeri/pozitif hukuktan farklı olarak şu konuları da içermektedir: Fıkıh, kişinin yaradan ile ilişkilerini de düzenlemektedir. Fıkıh, kişinin kendi nefsiyle olan ilişkisini de düzenlemektedir. Fıkhın ahlaki kuralları, başkasına yardımdan geri durmaktan ve fakirin ihtiyacını görmemekten dolayı insanı sorumlu tutmaktadır. (Fıkıhtaki bu özellikler, beşeri hukuk yani pozitif hukukta bulunmamaktadır.)
· Özet olarak söylemek gerekirse, Roma hukuku ile İslâm hukuku arasında ibadetlere, Kur’an’da belirtilen devlet giderlerine, hududa (ceza hukuku), mirasa, borç vermeye, faize, esas teşkilata (anayasa), izdivaca (evlilik) talâka (boşanma), gayr-ı meşru çocukların nesep durumlarının düzeltilmesine, devletler umumi hukukuna, adaletin dağıtımı konusundaki esaslara, hukukun kaynağı konusundaki hususlara dair konularda bir benzerlik söz konusu değildir.
· Roma hukuku ile İslâm hukuku arasında sistem açısından büyük farklılıklar vardır. Fıkıh, ibadetleri ve dinî inançları kendi bünyesinde kabul ederken, Roma hukuku bunlara yer vermemektedir. Roma hukuku eşhas (şahıslar), eşya ve kaza (yargı) konularını içermektedir. Böyle bir ayrım hiçbir fıkıh mezhebinde yoktur. Fıkıh, ibâdât, muamelat, ukûbât kısımlarına ayrılmaktadır.
· Hz. Peygamber dönemi, fıkıh açısından daha sonraki dönemler için bir model oluşturmaktadır. Çünkü fıkhın temelleri bu dönemde atılmıştır. Bu dönem Hz. Peygamber’in peygamberliği ile başlamakta ve ahirete intikali ile son bulmaktadır.
· Hicretten Önceki Dönemde İslam Fıkhında Allah’ın varlığı birliği ve iman esasları tevhid akidesi geniş yer tutar. Mekki Ayetler de denen bu dönemde inen ayetlerin çoğunda “aklı kullanmak, ibretle bakmak ve inceden inceye derinlemesine düşünmek” kökünden türetilmiş kelimelerin sıkça yer aldığı görülmektedir. İman esasları izah edilirken Burhânî delil’e de sıkça başvurulmaktadır.
· Hicretten Sonraki Dönemde ilişkiler ve muamelat, cezalar gibi ayetler daha sıklıkla göze çarpar. Medeni Ayetler denen bu dönemde daha çok Aile ilişkileri, miras hukuku, savaşlar, ehli kitap ile ilişkiler gibi konularda ayetler inmiştir.Hz. Peygamber’e bir mesele sorulduğunda, Hz. Peygamber o konuda Kur’an’a başvurur ve Kur’an’ın o konudaki hükmünü bildirirdi. Eğer o konuda henüz vahiy inmemişse, Hz. Peygamber vahiy inmesini beklerdi.
· Eğer vahiy nazil olmazsa, Hz. Peygamber konuyu kendi içtihadıyla hükme bağlardı. Hz. Peygamber’in içtihadı isabetli olursa, Kur’an onu doğrular; içtihadında yanılırsa, o meseledeki hükmün doğrusunu ona bildirirdi. Hz. Peygamber Döneminde Fıkhın Karakteristik Özellikleri • Hükümlerde tedrîcilik: Bu dönemde insanların problemleri, birden bire değil zamana yayılmak suretiyle çözülme yoluna gidilmiştir. • Hükümlerde kolaylık ve hafiflik ilkesi benimsenmiştir. • Hüküm verirken bireyin ve toplumun maslahatı/yararı gözetilmiştir. • Hükümlerde, insanlar arasında adaletin gerçekleştirilmesi ilkesi esas alınmıştır.
· Hulefâ-i Râşidîn Döneminde Fıkıh Bu dönem, Hz. Ebû Bekir’in hilafeti ile başlar, Hz. Ali’nin şehit edilmesine kadar devam eder. Bu dönemde bir mesele hakkında Halifeler; önce Kur’an’a başvurmuşlar, onda bulamazlarsa sünnete müracaat etmişlerdir. Sünnette konu ile ilgili bir hüküm bulamazlarsa, ictihâd yapmışlardır. Hz. Peygamber de, daha hayatta iken bu yöntemi onlara öğretmiş ve bu konuda onlara tecrübe kazandırmıştır.
· Sahabiler döneminde fıkıh ilmi tam olarak tedvin edilmemiş sadece ezberleme yoluyla sonraki nesillere aktarılmaya çalışılmıştır. Bu dönemde, Müslümanların birlik beraberlik içinde oldukları, verilen fetvalarda kayda değer ihtilafların henüz mevcut olmadığı söylenebilir. Bunun birkaç önemli sebebi vardır: • Sahabiler arasında şûrâ ilkesinin yerleşmiş ve uygulanır olması. • Fetva verebilecek özellikteki fakih sahabîlerin bir araya gelerek, ortaya yeni çıkmış ve hakkında hüküm bulunmayan bir konuda hüküm vermeleri ve o konuda icmâ’ın vuku bulmasının kolaylığı. • Rivayeti zorlaştıran şartlar sebebiyle hadis rivayetinin oldukça az olması. • Bu dönemde karşılaşılan ancak hakkında hüküm bulunmayan mesele (nevazil) ve olayların yok denecek kadar az olması.
· Sahabiler döneminde Sahabiler, olaylar yaşanmadıkça diğer bir deyişle problemler ortaya çıkmadıkça görüşlerini ortaya koymuyorlardı. Çok fetva vermekten hoşlanmıyorlardı. Bu dönemde, daha sonraki dönemlerde olduğu gibi farazi ve hayalî olan gerçekleşmemiş olaylar hakkında hüküm verilmezdi.
· Fıkıhçılar da hüküm verirken, sahabenin bu yönteminden hareket ederek, şu iki hususu her zaman göz önünde bulundurmuşlardır: • Verdikleri hükmün, dinin ruhuna (konulan emir ve yasaklara ve bunların gerekçelerine) aykırı olmaması. • Verdikleri hükmün, Müslümanların problemlerini çözecek, onları sıkıntıya sokmayacak, onların yararlarını gözetecek nitelikte olması.
· Sahabenin fıkıh anlayışlarının özelliklerini şöyle özetleyebiliriz. Onların fıkıh anlayışlarının kaynağı, Kur’ân, Sünnet, İcmâ’ ve Re’y idi. Sahabenin farklı anlayışları, karşılaştıkları olayla ilgili olup, Hz. Peygamber zamanında var olan ve yaşanmış olaylarla sınırlı idi. Hakkında nass bulunmayan konulardaki içtihatları, o günün insanlarının ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde ve onların maslahatlarına uygunluk arz etmekteydi.
· Tabiin döneminde fıkıh ilmi önemli gelişmeler kaydetti. Bunun sebeplerini şöyle özetleyebiliriz: • Hz. Alî’nin tahkimi kabul etmesi ile başlayan olay sonrası Müslümanlar üç fırkaya ayrılmışlardır (Şia, Ehl-i Sünnet, Haricilik) • Sahabenin âlimleri çeşitli bölgelere dağıldıklarından şûra kurumu, bu dönemde yeterli derecede işletilememiştir. • Bu dönemde İslâm hukukçuları, nasslara bağlı kalanlar (ehlu’l-hadis) ve nassların ışığında olayların çözümünde kıyasa başvuranlar (ehlu’r re’y) olmak üzere ikiye ayrılmıştır. • Allah Resulüne yalan haber isnadından korkulan ve bu konuda titiz davranılan bir süreçten sonra hadis rivayeti çoğalmıştır. • İmamların hadislere olan ilgisini fırsat bilerek özellikle İslâm dinini yeni kabul edenler hadis uydurmaya başlamışlardır. • Arap olmayan fıkıhçılar ortaya çıkmış, yetenekleri ve kabiliyetleri ölçüsünde ilmî ve fıkhî hareketlere, katılmaya başlamışlardır.
· Tabiin döneminde hadis taraftarı denilen Medine Ekolü ile re’y taraftarlarının görüşlerini benimseyen Kûfe Ekolü ortaya çıkmıştır.
· Medine Ekolü: Bu sahabîlerin başlıcaları, Zeyd Sabit, Âişe annemiz, Abdullah b. Abbâs ve Abdullah b. Ömer’dir. Bu sahabilerden ilim öğrenen ve rivayette bulunan ve el-Fukahâu’s-Seb’a (yedi fakih) diye meşhur olan fakih sahabilerse şunlardır: Saîd b. el-Müseyyib, Urve b. ez- Zübeyr, Kâsım b. Muhammed, Ebû Bekr b. Abdirrahmân, Ubeydullâh b. Abdillâh, Süleymân b. Yesâr ve Hârice b. Zeyd.
· Kufe Eklü: İbn Mes’ûd, Ebu’l-Mûsâ el-Eş’arî, Sa’d b. Ebî Vakkâs, Ammâr b. Yâsir,Huzeyfe b. el- Yemân, Enes b. Malik bunlardandı. Bunun yanında Hz. Alî de Kûfe’yi devletin merkezi yapmıştı. Bu ekolde yetişmiş önde gelen tabiin fıkıhçılar yer almaktadır. Bunların başlıcaları, Alkame b. Kays en-Nehaî, Şurayh el-Kâdî, Amir b. Şurahbil eş-Şa’bî, Mesrûk b. el-Ecda’, İbrahîm en-Nehaî ve Saîd b. Cubeyr’dir.
· Tabiin döneminden sonra Şîa, kendi imamları dışındakilerin icmâına ve kıyasın delil oluşuna karşı çıktılar. İbâdîler dışındaki Hâricîler - tekfir ettikleri, fâsık olarak niteledikleri kendi dışındaki kimseleri kabul anlamına geleceği için- icmâ’ı inkâr etmişler ve kıyas ile amel etmeyi de kabul etmemişlerdir.
· Tabiilerin fıkıh anlayışları şu özelliklere sahiptir: Siyasi parçalanmalar sebebiyle farklı fıkhi eğilimlerin çoğalmıştır. Fıkıh ilmi için bir yöntem oluşturulmaya başlanmıştır. Fıkhın alanı genişlemiş ve fıkıh ilmi gelişmiştir.
· Müctehid İmamlar Dönemi Fıkıh: Hicri II. asırdan hicrî IV. asrın ortalarına kadar uzanan bu dönem İslâm fıkıh ilminin altın çağı olarak vasıflandırılmaktadır. Fıkıh ilmi, bu dönemde canlanmış, olgunluk ve kemal derecesine ulaşmıştır.
· Müctehid imamlar döneminde, toplumun önderliğini kabul ettiği, saygı ve hürmet duyduğu değerli fıkıh âlimleri yetişmiştir. Bu dönemde çeşitli mezheplerin fıkhi görüşleri bir araya getirilerek, eserler tedvin edilmiştir.
· Bazı mezhep imamlarının kendileri bizzat eser yazmışlardır. İmam Malik el-Muvatta’ İmam Şâfiî el-Hucce (Irak) ve el-Umm (Mısır) adlı eserinde toplamışlardır. Re’y ekolünün imamlığını üstlendikten sonra bu dönemde farazi fıkhın (henüz gerçekleşmemiş fakat gerçekleşebileceği varsayılan olaylar ile ilgili verilen hükümler) boyutu oldukça genişlemiştir. Fıkıhla ilgili kavramlar (ıstılahlar) bu dönemde ortaya çıkmıştır. Fer’î meselelerde fıkıhçılar (hukukçuların) arasındaki ihtilaflar oldukça artmıştır. Bütün bu farklı görüşler, bu dönemde fıkıhçılar arasında kızgınlığa ve düşmanlığa sebep olmamış; aksine her müctehid diğerlerinin görüşlerine saygı duymuştur.
· Taklîd dönemi dediğimiz bu dönemin karakteristik özelliklerini şöyle özetleyebiliriz. Mezhep taassubu. Siyasi otoritenin belli mezheplerin yayılmasına izin vermesi. İlim açısından yeterli ve ehil/layık olmayan kimselerin yargının başına getirilmesi. Mezheplerin görüşlerini belirten eserlerin tedvin edilmesi Fetva konularında çok farklı görüşlerin ortaya çıkması. Taklid döneminde Fıkıh ilmindeki ilerlemenin yerini duraklamaya terkettiği göze çarpar. Taklid döneminde Âlimlerin tüm gayretleri, yazılmış eserleri özetlemek (ihtisâr), açıklamak (şerh) veya bu âlimlerin kitaplarının bazı kısımlarına itiraz ya da açıklayıcı notlar (hâşiye) ilave etmek olmuştur.
· Mezheplerin teşekkülünden sonra, fıkhi faaliyet mezheplerin içerisinde devam etmiş ve bu durum, taklidin yaygınlık kazanmasına, şerh ve haşiye geleneğinin yerleşmesine yol açmıştır.
FIKIH MEZHEPLERİNİN OLUŞUM SÜRECİ VE FIKHİ İHTİLAFLARIN SEBEPLERİ
· Sahabiler, kendisinden sonra gelecek fıkıhçılara önemli bir hukuki miras bırakmışlardır. Bunların başında, Kur’ân ve Sünnet’in ahkâm bildiren nasslarını etraflı bir şekilde açıklayan şerhler vetefsirler gelmektedir. Onların bu görüşlerini ve açıklamalarını, rivayet (me’sûr) tefsirlerinde bulmak mümkündür. Taberî’nin Câmiu’l-Beyân fi Te’vîlî Âyi’l-Kur’ânadlı tefsiri bunların başında gelmektedir.
· Hakkında nass bulunmayan konulardaki sahabi fetva ve ictihâdları da, diğer hukuki mirası oluşturmaktadır. Erkek kardeşlerle beraber bulunduğunda dedenin mirasçılığı ve bir kişiyi öldüren bir topluluğun, bir kişiye karşılık olarak öldürülüp öldürülmeyeceği konusundaki ictihâdları gibi.
· Sahabilerin ictihâdlarında söz konusu olan ihtilafların sebepleri şöyle özetlenebilir: Her zaman Hz. Peygamber’in yanında bulunup bulunmamaya bağlı olarak hadislere muttali oluşlarının farklı oluşu. Delaleti kesin olmayan şer’î nasslardaki farklı anlayışları. İçtihat ve kıyâsta göz önünde tutulan maslahatlar ve yetiştikleri çevrelerin farklı oluşu. Sahabilerin fakih olanlarının yeni fethedilen bölgelere hicret etmesi. Sahabilerin akıl ve düşünce açısından aynı olmamaları ve nassları, olayları çözerken aynı şekilde kullanmamaları.
· Sahabenin, karşılaşılan olaylara çözüm getirilirken, kendi aralarında da farklı görüşlere sahip oldukları görülmektedir. A. Sünnet konusundaki ihtilaflar: B. Usül kuralları ve dil bakımından nassların anlaşılması hususundaki ihtilaflar. C. Hakkında nass bulunmayan hususlarda re’y ile ictihâd konusundaki ihtilaflar: Belirttiğimiz bu ihtilaflar, sahabe arasında çok büyük görüş ayrılıklarına sebep olacak boyutta değildir. Hatta sahabe arasındaki ihtilafların oldukça az olduğu bile söylenebilir. Bunun sebebi icma oluşması ve şura sisteminin iyi derecede işletilmesidir.
· Tabiîlerin ihtilaf sebepleri üç başlıkta toplanabilir: A. Fıkhi tartışmalara dayalı ihtilaflar: - Tabiin fıkıhçılarının bir kısmı nassları esas almış ve re’ye çok az başvurmuşken bir kısmı da re’ye oldukça geniş yer vermiştir. B. Sünnete dayalı ihtilaflar: Hadis rivayetlerinin yaygınlaşması ve hadis uyduranların ortaya çıkması. C. Dil ve usul konularına dayalı ihtilaflar: İslam’daki eşitlik (müsâvât) anlayışı, müslüman olan ancak Arap olmayanların (eâcim/mevâli) da Arap dili ve kuralları ile meşgul olmalarına kapı açmıştır.
· Mezhep imamlarının ortaya çıktığı bu dönemin karakteristik özellikleri şöyle özetlenebilir: A. Fukahânın Desteklenmesi: Bu dönemde fıkıhçılar, halifeler tarafından desteklenmişlerdir. Ebu Yusuf Halife Harun Reşid’in isteği üzerine Kitabul Harac isimli devlet yönetiminde göz önünde bulundurması gereken temel ilkeler ile devlet gelirlerinin toplanması ve dağıtılması hakkında geniş bilgi veren bir eser yazmıştır. İmam Malik de el-Muvatta’ adlı eserini Ebû Ca’fer el-Mansûr talebi üzerine telif etmiştir. B. İslam Devletinin Sınırlarının Genişlemesi: Hemen her beldede dini yayan ve dini öğreten bir merkez oluşmuştur. Mesela Hicaz’da Mekke ve Medine; Irak’ta Kûfe, Basra ve Bağdat; Mısır’da Füstât, Şâm’da Dımeşk bu şehirlere örnek gösterilebilir. C. Takdirî Fıkhın Ortaya Çıkması: fakihler arasında “Şöyle bir şey olursa, senin bu konudaki görüşün ne olurdu?” sözü yaygın hâle gelmişti. Bu takdiri fıkıh, re’yi hakem kabul eden Irak fakihleri arasında çok yaygındı D. İlmî Amaçla Yapılan Seyahatler: Ebû Hanîfe’nin (ö. 150 h.) öğrencisi Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî (ö. 189 h.), Hicaz’a gitmiş, İmam Malik (ö. 179 h.) ile görüşmüş, ondan el-Muvatta adlı eserini okumuş ve kendisinin fıkhi görüşlerini öğrenmiştir. İmam Şâfiî Irak ve Hicaz’a daha sonra da Mısır’a gitmiştir. E. Fakihler Arasındaki İlmî Tartışmalar: Bu münâzaralar genellikle mescitlerde ve halifelerin huzurlarında/meclislerinde yapılıyordu.
· Irak ekolü, fıkıhta birçok örnekte görüleceği gibi, hükmü verirken akıllarını hakem olarak kullanıyorlardı. Nasslarda yer alan hükümlerin konuluş amacını araştırıp bu amaca uygun hüküm istinbât ediyorlardı. Hicaz ekolüne gelince, onlar nassların (zahirî)görünen anlamları ile amel etmekle yetiniyorlardı.
· Hicaz’da Hz. Peygamber’den rivayet edilen hadisler ve sahabilerin fetvaları boldu. Bu sebeple Hicaz’da yaşayan fakihlerin ellerinde, bir olayla karşılaştıklarında, hüküm verebilmek için müracaat edecekleri, Hz. Peygamber’in hadisleri ve sahabe fetvaları gibi zengin bir servet vardı.
· Her iki ekolde de fıkıhçılar, karşılaştıkları olayları büyük ölçüde yaşadıkları çevrenin etkisiyle değerlendirmiştir. Hicaz’ın durumu, sahabilerin yaşadıkları dönemle karşılaştırıldığında hemen hemen aynıydı. Büyük bir değişikliğe uğramamıştı.
· Irak çeşitli kültürlerin ve çatışmaların da beşiği durumundaydı. Kendi dinî inançlarını ya da görüşlerini güçlendirmek için hadis uydurmakta sakınca görmeyen kimseleri burada görmek mümkündü. Bu durum, Iraklı fıkıhçıların hadis diye rivayet edilen her şeyin hadis olmayacağı şüphesine kapılmaları sonucunu doğurdu.
· Her iki ekole mensup olan fıkıhçılar, bu görüşme sonrasında birbirlerinden etkilenmişlerdir. Bunun en açık örneği İmam Şâfiî (ö.204)’dir. Bilindiği gibi, hem Irak hem de Hicaz fıkıhçılarından ders almış, her iki fıkıh ekolünden etkilenmiş ve re’y ile hadis arası orta yol diyeceğimiz bir mezhebin kurucusu olmuştur.
· Fıkıh mezheplerinin doğuşunu hazırlayan bu sebepler A. Hadislerin bazılarının, bazı fıkıhçılara ulaşırken bazılarına ulaşmaması: “Hukuki bir sözleşmede (akitte) taraflar, birbirlerinden ayrılmadıkları sürece muhayyerlik hakkına sahiptirler. Ancak alım-satım akdindeki muhayyerlik müstesna.” Şâfiî ve Hanbelîlere göre meclis muhayyerliği alım-satım akdinde nassla sabit olmuştur. Mâlikî ve Hanefîler ise, akde taraf olanların îcâb ve kabulü ile akit gerçekleşir ve tarafları bağlayıcıdır. Artık bunlar için meclis muhayyerliği söz konusu değildir. Ancak taraflar, muhayyerliği şart koşarlarsa muhayyerlikten bahsedilebilir.
· B. Bir konuda birden çok hadisin bulunması ve bu hadisler arasında çatışmanın (teâruz) bulunması: Şarta bağlı alım-satı akdi örnek olarak gösterilebilir. İmam Ebû Hanîfe, bir hadise dayanarak böyle bir alışverişin de, şartın da batıl olduğu kanaatindedir. İbn Ebî Leylâ, böyle bir alışverişte akdin caiz; şartın ise batıl olduğu görüşündedir. İbn Şübrüme de böyle bir alışverişin ve şartın caiz olduğunu söylemektedir.
· C. Hocalarına ulaşmadıkları için fıkıhçıların bazı hadisleri te’vîl etmeleri ve hadislerin anlamlarını zahirinden uzaklaştırmaları: Zührî’nin Hz. Âişe’den rivayet ettiği ve velisiz nikâh olamayacağını ifade eden “Velisinin izni olmadan evlenen kadının nikâhı batıldır.” hadisi, bunun en açık örneğidir. Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel, bu hadise göreamel etmişler, ancak Ebû Hanîfe bu hadisle amel etmemiştir.
· D. Haber-i vâhidin (haberu’l-vâhid), Kur’ân’da yer almayan bir hüküm içermesi: Hanefî fıkıhçıların 24. Nûr suresi ikinci ayetinde “ /Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz değnek vurun...”yer almayan, yüz değnek vurulan kimsenin bir yıl sürgüne gönderileceği hükmünü içeren haber-i vâhid ile amel etmemeleri gösterilebilir. Fıkıhçıların çoğunluğu ise bu haber-i vâhidle amel ederek Kur’ân’da öngörülen ceza ile cezalandırılan zina etmiş kimsenin ayrıca bir yıl sürgün cezası ile cezalandırılacağı kanaatine varmışlardır.
· E. Haber-i vâhidin meşhur hadisle (el-hadîsu’l-meşhur) ile çatışması: “Delil getirmek davacıya; yemin ise davalıya aittir.” hadisi Müslümanların kabul ettiği meşhur bir hadistir. İmam Malik ve İmam Şâfiî, meşhur hadisle çatışmasına bakmaksızın var olan haber-i vâhidle amel ederek davacıya da yemin ettirilmesi gerektiği görüşündedirler. Hanefîler ise meşhur hadisle çatışan böyle bir hadisin sahih olamayacağından hareket ederek davacıya yemin ettirilemeyeceği kanaatine varmışlardır.
· F. Umumi belvâ konusundaki haber-i vâhid ile amel edilip edilmeyeceği: Hanefî fıkıhçılar, böyle bir durumda haber-i vâhidin zahiri manasındaki vacip olan hükmü nedbe; haram olan hükmü de, kerahete çevirmişlerdir. Bu sebeple onlar, namazda besmeleyi açık okumayı, yabancı bir kadına dokunmakla abdest almayı ve sabah namazındaki kunût duasını gerekli görmemişlerdir.
· G. Haber-i vâhidin şer’î nasslardan çıkarılmış genel ilkeler ile çatışan bir hüküm içermesi: Zahirîler, şer’î nasslardan elde edilmiş olan genel ilkelerle çatışan haber-i vâhidin tercih edilerek kendisiyle amel edilmesi gerektiği görüşündedirler. Şâfiîler ise kıyâsın ve genel ilkelerin haber-i vâhide tercih edilmesi gerektiği görüşündedirler. Hanefîler ise farklı görüşlere sahiptirler.
· H. Kendisi ile sahabiler döneminde amel edilmeyen bir “haber-i vâhid” ile amel edilmemesi: Mâlikîlerin dışındaki fıkıhçılar ise, sahabiler döneminde bir hadisle amel edilmemesinin hadisi terk etmek için bir sebep olamayacağını ileri sürerek, bu tür haber-i vâhid niteliğindeki haberlerle amel etmişlerdir.
· İ. Hadisi rivayet eden sahabinin rivayet ettiği hadisi terk edip başka bir hadisle amel etmesi: Ebû Hureyre’nin, rivayet ettiği “Bir köpek bir kabı yaladığı zaman biri toprakla olmak üzere yedi defa o kabı yıkasın.” Hadisine muhalif olarak bizzat kendisinin böyle bir durumda kabın temizlenmesi için üç defa yıkanmasının yeterli olacağı şeklinde fetva verdiği rivayet edilmektedir. Buna dayanarak Hanifi ve Malikiler sahabinin rivayet ettiği hadisten başka bir hadisle amel etmesini, o hadisle amel edilmemesi için bir sebep olarak görmüşlerdir.
· J. Deliller arasında çatışmanın olması: Hicazlı fıkıhçılar, Sâlim b. Abdillâh’ın rivayet ettiği hadise dayanarak rükûa giderken ve rükûdan doğrulduktan sonra ellerin kaldırılmasının müstehap olduğunu söylemektedirler. Kûfeli fıkıhçılar ise, İbn Mesûd’un rivayet ettiği hadise dayanarak rükûa giderken ve rükûdan kalktıktan sonra elleri kaldırmanın müstehap olmadığını ifade etmektedirler.
· K. Zayıf hadisle amel edilmesi: Zahirîler ise, zayıflığından dolayı şüpheye sebep olacağından böyle bir hadisle amel edilemeyeceği kanaatindedirler. Fıkıhçıların çoğunluğuna göre zann ifade eden zayıf bir hadisle amel etmek caizdir.
· L. Mürsel hadis ile amel edilmesi: Ebû Hanîfe, Ahmed b. Hanbel ve Malik, ilk üç asırdaki mürsel hadislerle amel edilmesi gerektiği görüşündedir. Şâfiî ise, Saîd b. el-Müseyyib’in mürsel hadisleriyle amel edileceği kanaatindedir. Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel, mürtehinin bir taksiri ve tecavüzü söz konusu olmadığı takdirde rehin bırakanın mürtehine olan borcunun düşmeyeceği çünkü rehinin onun elinde bir emanet olduğu görüşündedir. Hanefî fıkıhçıları ise, rehinin helak olmasıyla borcun düşeceği kanaatindedir.
· M. Müşterek lafızların anlaşılmasından kaynaklanan ihtilaflar: “Boşanmış kadınlar (evlenmeden) kendi başlarına üç kur’ süre beklerler.” (2. Bakara, 228) ayetindeki kur’ lafzı, âdet devresi ve temizlik devresi anlamlarını içine alan müşterek bir lafızdır. Hanefîler ve diğer bazı fıkıhçılar da, bu ayette kur’ ile kastedilenin “adet devresi” olduğu görüşündedir. Şafiler ise “tuhr”un kastedilmiş olduğu kanaatindedir.
· Müctehidlerin ihtilaf sebeplerini iki başlık altında toplayabiliriz: A. Nassların Sübûtu ile İlgili İhtilaflar -Bir nassın bir müçtehite ulaşırken diğer müçtehite ulaşmaması. -Nassın sübûtu, sübût derecesi ya da nassın sabit olmaması. B. Nassın Anlaşılmasından Doğan İhtilaflar Arap dili özellikleri ve kapalılık derecesi ve anlaşılma düzeyleri.
· Fakihlerin nassları yorumlaması ile ilgili olarak koydukları kurallar, nassı lafız yönüyle ve mana yönüyle ele almaktadır. Bu kurallar dört noktada toplanmaktadır: *Kendisinden kastedilen açısından lafızların delaletleri; açıklık ya da gizlilikleri ve bunların dereceleri. *Lafızların delalet yolları: Delaletin, sarîhu’l-ibare mi, sarîhun bi’lişâre mi, yoksa lâzımu’l-ma’nâ mı, mentûk mu, mefhûm mu olduğu. *Lafızların içerikleri bakımından: Lafızların umûm,husûs, itlâk ve takyîde delaletinin sınırları (çerçevesi)nın ne olduğu. *Teklîfin sîğası, talebin ve nehyin gerekliliği/muktezâsı ve çeşitleri, teâruzdan çıkış ve bunlar arasında yapılacak tercih.
· İslam hukukçularının ihtilaf sebeplerini ilk defa ele alıp bu konuda bir eser yazan Betalyevsî (ö.521h), bu sebepleri sekiz maddede toplamış (Bu sekiz madde şunlardır: *Lafızlarda ve manalardaki müştereklik. *Hakikat ve mecaz *Müfred ve terkipleri *Husûs ve umûm *Rivayet ve nakil *Hakkında nass bulunmayan konulardaki ictihâd *Nâsih ve mensûh *İbâha ve tevessu) ve bu maddeleri ayrı ayrı ele alarak el-İnsâf adlı eserinde incelemiştir.
· İbn Rüşd (ö.595h.) de Bidâyetü’l-Müctehid ve Nihâyetü’l-Muktesid adlı eserinde İslam hukukçularının ihtilaf sebeplerine değinmiş ve bu sebepleri altı başlıkta toplamıştır.
· İbn Teymiyye (ö. 728 h.) Ref’u’l-Melâm ani’l-Eimmeti’l-A’lâm adlı eserinde bu ihtilaf sebeplerini üç başlık altında toplamıştır.
· Şâtıbî (ö. 790 h.) de el-Muvâfekât adlı eserinde Betalyevsî’nin zikrettiği ihtilaf sebeplerini aynen zikretmiş; ancak bu sebepleri “hakiki ihtilaf” ve “ zahirî ihtilaf” şeklinde sınıflandırmıştır.
· Şâh Veliyyullâh Dehlevî (ö. 1180 h.) de, Huccetullâhi’l-Bâliğa adlı eserinde ihtilaf sebepleri ile ilgili ek bir bölüm ayırarak İbn Teymiyye’nin zikrettiği ihtilaf sebeplerini aynen zikretmiş ve fıkıh ekollerinin Ehlu’r-Re’y ve Ehlu’l-Hadîs diye ayrılmalarından hareketle bu ihtilaf sebeplerine “re’yle içtihad” ı da eklemiştir.
· Günümüzde bu ihtilaflı meseleleri, Alî el-Hafîf, Esbâbu İhtilaf’il-Fukahâ;, Abdulmuhsin et-Turkî, Esbâbu İhtilaf’il-Fukahâ ve Mustafa İbrahim ez-Zelemî de, Esbâbu İhtilaf’il-Fukahâ fi’l-Ahkâmi’l-Şer’iyye adlı eserlerinde ele alıp incelemişlerdir.

Akdu’l-muvâzaa. Hibe ve sadaka gibi tek taraflı bedel verme şeklinde olmayıp, akdin iki tarafının da bedel vererek gerçekleştirdikleri akit (Her iki tarafı da borç altına sokan akit).
Musarrât. Müşterinin satılacak olan hayvanın sütünün çok olduğunu sanması için hayvanı satan kimsenin hayvanı bir süre sağmaması.
Sâ’. Bir tür hacim ölçüsüdür. Ağırlık olarak, Hanefîlere göre 3261,5 grama, diğer fakihlere göre ise 2172 grama karşılık gelmektedir.
FIKHİ MEZHEPLER VE KARAKTERİSTİK ÖZELLİKLERİ
· A. HANEFÎ MEZHEBİ Ebû Hanîfe (80-150h./699-769m.) Künyesine nispetle anılan mezhebin kurucusudur. Asıl adı Nu’mân b. Sâbit’tir. İmam A’zam lakabıyla bilinmektedir. Ebû Hanîfe’nin Enes b. Mâlik yanında,sahabeden Abdullah b. Hâris’ten de hadis rivayet etmiş olması, onun tabiinden olduğu görüşünü kuvvetlendirmektedir. Irak’ta da tabiinden doksan iki zat ile görüştüğü rivayet edilmektedir. Nu’mân b. Sâbit’in kendisi de tabiinin küçüklerinden etbâ-ı tabiînin de büyüklerindendir.
· Yaşı yirminin üstünde olan Nu’mân b. Sâbit, o devirde Irak’ın en ileri gelen fıkıh âlimi Hammâd b. Ebî Süleymân’ın (ö. 119-120h./737m.) Kûfe camiindeki ders halkalarına Hammâd vefat edinceye kadar devam etmiştir. Aynı zamanda Kûfe’nin başka âlim, fakih ve muhaddislerinden de ders almıştır.
· Ebû Hanîfe’nin ders halkasında iki türlü müzakere yapılmaktaydı: *Öğrenciler için takip edilen düzenli fıkıh dersleri *Ders halkasının dışından ve halktan cevabı istenen sorular (istiftâ) İbadetlerden başka aile hukuku, muamelat, hudûd, ukûbât, sulh ve cihâd hükümleri, miras vb. konuları ihtiva eden ve daha sonra kendisinin önde gelen öğrencisi İmam Ebû Yûsuf’un arkadaşı müctehid/İmam Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî tarafından derlenip, Zâhiru’r-Rivâye adı ile anılan büyük eserlerin metinleri, işte bu ders halkalarında karara bağlanarak belirlenen konulardır.
· Hanefî mezhebi ile ilgili yazılan daha sonraki eserlerin neredeyse tamamı, “Zâhiru’r-Rivâye” dediğimiz eserlere dayanmaktadır. İmam Muhammed, önce el-Asl adlı eserini daha sonra da sırasıyla el-Câmiu’s-Sağîr’, el-Câmiu’l-Kebîr’, ez-Ziyâdât ve es-Siyeru’l-Kebîr adlı eserlerini yazmıştır. Bu eserler “Zâhiru’r-Rivâye” adıyla bilinen Hanefî mezhebinin ana kaynakları olarak kabul edilmektedir.
· Ebu Hanife Kûfe medresesinde/okulunda yaklaşık on sekiz yıl hocası Hammâd b. Ebî Süleymân’dan ders almıştır. Bumedresenin kendine has bir özelliği vardır. Sahabeden İbn Mes’ûd bu ekoldendi. O, Irak’ın ilk hocasıdır. İmam Ebû Hanîfe yaşadığı çevreden etkilenmiştir. Bu etkilenme, onun sadece siyasi, edebi ve felsefi yönünü etkilemekle kalmamış, fıkhî hayatını da etkilemiştir.
· İmam Ebû Hanîfe’nin Eserleri a. el-Fıkhu’l-Ekber (İmam A’zam’ın ilm-i tevhid/itikad ile ilgili bu eseri, Ebû Muti‘ Belhî tarafından rivayet edilmiştir.) b. Müsnedü’l-İmam Ebî Hanîfe (İmam A’zam’ın bu eseri, öğrencisi Hasan b. Ziyâd tarafından rivayet edilmiştir.)c. Kitâbu’r-Risâle d. el-Vasiyye e. el-Kasîdetü’n-Nu’mâniyye f. Ma’rifetu’l-Mezâhib
· Ebû Hanîfe’nin Hüküm Çıkarırken (İstinbât) Kullandığı Kaynaklar: Kuran-ı Kerim, Sünnet, İcma, Kıyas, Sahabî Kavli, İstihsân, Örf, Maslahat-ı Mürsele, İstishâb İmam Ebû Hanîfe’nin en meşhur öğrencileri/arkadaşları Ebû Yûsuf, Muhammed b. el-Hasen, Hasen b. Ziyâd ve İmam Züfer’dir
· Ebû Yûsuf (113h.-183h.) Hanefî mezhebi ile ilgili kitap tedvin eden ilk âlim Ebû Yûsuf’tur. Ebû Yûsuf aynı zamanda kâdi’l-kudâtlık görevini üstlenen ilk fakihtir. Meşhur eseri el- Harâc’ı Harûn er-Reşîd için yazmıştır. Bize ulaşan başlıca eserleri, el-Harâc, el- Mehâric fi’l-Hiyeli’ş-Şer’iyye, er-Redd alâ Siyeri’l-Evzâîveİhtilâfu Ebî Hanîfe ve İbn Ebî Leylâdır.
· Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî (189/805) Ebû Hanîfe’nin vefatı nedeniyle onun yanında fazla kalamamış, Kûfe âlimlerine, Ebû Yûsuf’a, Züfer’e, Mâlik’e, Evzâî’ye ve Sevrî’ye de öğrenci olmuştur. Medine’de Mâlik b. Enes’ten hadis öğrenmiş, onun el-Muvatta’ adlı eserini rivayet etmiştir. İmam Muhammed, İmam Şâfiî ile Bağdat’ta tanışmış ve ilmî münazaralarda bulunmuştur.
· İmam Muhammed’in Zâhiri’r-Rivâye diye bilinen eserleri şunlardır: *el-Asl(el-Mebsût olarak bilinir) *el-Câmiu’s-Sağîr(bin beş yüzden fazla fıkhî mesele yer almaktadır.) *el-Câmiu’l-Kebîr*es-Siyerü’s-Sağîr ve es-Siyerü’l-Kebîr(İslâm devletler hukuku ile ilgilidir.) Serahsî (ö.490h.) es-Siyerü’l-Kebîr’i şerh etmiştir. *Kitâbu’z-Ziyâdât*Kitâbu Ziyâdeti’z-Ziyâdât
· Gayru Zâhiri’r-Rivâye diye bilinen eserler ise şunlardır: *Ruk’iyyât (Irak’ta Ruka kadılığı görevini sürdürürken karşılaştığı fıkıh meselelerini ele almaktadır.) *el-Keysâniyyât(kendisinden Şuayb b. Süleymân el-Keysânî’nin rivayet ettiği meseleleri içermektedir.) *el-Cürcâniyyât *el-Hâruniyyât *Kitâbu’l-Hiyel ve’l-Mehâric
· İmam Muhammed’in hadis ağırlıklı eseri el-Âsâr ve İmam Mâlik’ten rivayet ettiği el-Muvatta ile el-Hucce fi’l-İhticâc alâ Ehli’l- Medine eseri vardır. Kitâbu’l-Kesb de ona aittir.
· Muhammed eş-Şeybânî’nin Zâhiru’r-Rivâye adı verilen kitaplarını Hâkim eş-Şehîd el-Mervezî (ö.334h.) el-Kâfî adlı eserinde özetlemiştir. Serahsî de (ö.490h) bu el-Kâfî adlı eseri esas alarak otuz ciltlik el-Mebsût adlı eserini yazmıştır.
· Hanefî fıkıhçılar, fıkhî meseleleri üç kısma ayırmışlardır: el-Usûl (Zahirü’r-Rivâye eserlerin içerdiği konular), en-Nevâdir(Gayru Zâhiri’r-Rivâyeeserlerin içerdiği konular), el-Fetâvâ (Daha sonraki dönemdeki fıkıhçıların ictihâdlarıdır.)
· Hanefî usül ve esaslarına dayanarak tahric edilmiş fetvalar yöntemiyle (fetva) yazılan ilk eser Ebû’l-Leys es-Semerkandî’nin en-Nevâzil adlı eseridir.
· İmam Ebû Hanîfe meşhur sözüyle şöyle ifade etmektedir: “Bir meselenin çözümü varsa Allah’ın kitabında, onda bulamazsan Allah Rasulü’nün Sünnetini, güvenilir râvîlerin (sikât) elindeki sahih rivayetlerden alırım. Rasûlün Sünnetinde bulamazsam, Allah Rasûlünün sahabilerinin sözlerinden dilediğimi alır, dilediğimi terk ederim. Ancak söz, İbrahim en-Nehaî, Şa’bî, Hasen el-Basrî, İbn Sîrîn, Saîd b. el-Müseyyib gibilere gelirse onlar nasıl ictihâd yaparlarsa bende yaparım. Zîra onlar da insan biz de insanız.” “Bizim mezhebimiz, bazen ictihâdımız sonucunda oluşan bir kanaattir. Kim bizim görüşümüzden daha doğrusunu/isabetlisini/güzelini getirirse biz de onu/o görüşü alırız.”
· Hanefî mezhebinin karakteristik özellikleri özet olarak şöyle sıralanabilir: a. İbadetlerde ve muâmelatta kolaylaştırmayı esas almıştır. c. Verdiği hükümlerde Kur’ân’ın tavsiyesine uyarak hep fakir ve zayıfın yanında yer almıştır. d. Mümkün olduğunca insanların tasarruflarını geçerli saymaya gayret göstermiştir. e. İnsana ve insan hürriyetine saygı göstermiştir. f. İmamın (devlet başkanının) şahsında tecelli eden devlet hâkimiyetine riayeti ve devleti temsil etmekte olan imama itaati gözetmiştir. g. Farazi fıkha yer vererek, Hanefî mezhebinde kendisinden sonrakilere yüklü bir fıkhî servet/çözülmüş meseleler bırakmıştır.
· B. MÂLİKÎ MEZHEBİ İmam Mâlik (ö.179h.-795m.) Mâlikî mezhebinin kurucusudur. “Medine İmamı” olarak da bilinmektedir. İmam Mâlik hemen hemen bütün hayatını Medine’de geçirmiştir. Mâlik b. Enes’in fıkhî görüşlerinin kaynağı, Sünnetin ışığında hüküm istinbâtı konusunda önemli bir yeri olan Abdullah b. Ömer’in -Nâfî‘ aracılığıyla elde ettiği- görüşleridir.İmam Mâlik, Hicaz’ın imamı olarak kabul edilmiştir.
· İmam Malik’in hazırladığı el-Muvatta’adlı eseri, Zeyd b. Ali Zeyne’l-Âbidîn’in (ö. 122 h.) el-Mecmû‘u’l-Fıkhiyye adlı eserinden sonra bize ulaşan, fıkıh ile ilgili hadisleri bir araya getiren ve bu hadisleri fıkıh bablarına göre düzenleyen, ilk kitaptır.
· İmam Mâlik’in Hüküm Çıkarırken (İstinbât) Kullandığı Kaynaklar: Kuran, Sünnet (Haber-i vâhid, Medine ehlinin uygulamasına muhalif olmamak ve ifrata kaçmamak şartıyla delil olarak kabul edilmiştir), İcma, Kıyas, İstihsân, İstishâb, el-Maslahat-ı Mürsele (Mâlikî mezhebi, Maslahat-ı Mürseleyi, diğer mezheplere oranla, delil olarak fazla kullanması ile tanınmaktadır.), Seddu’z-zerâi, Örf, Sahabi Kavlî (Medine’de yaşayan yedi sahabinin fıkhını esas almış, onların fıkhî düşüncelerini Sünnetolarak telakki etmiştir.)
· Mâlikî mezhebini diğerlerinden ayıran özellikler, Mâlikîler’in, Medine Ehlinin İcmâı, el-Mesâilihu’l-Mürsele, Sahabi Kavlî/Fetvası ve her durumda Sünnetle amel etmeye gayret etmeleridir. İmam Mâlik’in mezhebin yayılmasında emeği geçen öğrencilerini, yaşadıkları bölgeleri esas alarak ikiye ayırabiliriz: *Mısır’lı öğrencileri: Bunları Abdurrahman b. el-Kâsım, Abdullah b. Vehb, Eşheb b. Abdilazîz, Abdurrahman b. el-Hakem, Esbağ b. el-Ferec el-Emevî, *Kuzey (Doğu) Afrika’lı öğrencileri: Esed b. el-Furât, Sehnûn et- Tenûhî, Abdülmelik b. Habîb.
· Mâlikî Mezhebinin Karakteristik Özellikleri: a. Mâlikî usulü, esneklik özelliğine sahiptir. b. Mâlikî mezhebi, ister Kıyâs, ister İstihsân, ister maslahat-ı mürsele ister sedd-i zerîa, hangi yolla olursa olsun maslahatı delil olarak kullanmaktadır. c. Fıkhın asıl gayesinin tespitinde ve uygulamasında sahabilerin fetvaları ve verdikleri hükümlere dayanılmaktadır.
· C. ŞÂFİÎ MEZHEBİ İmam Şâfiî (150h.-204h.) Ehl-i hadis ile ehl-i re’yin ortası diyebileceğimiz nitelikte bir mezhebin doğuşunu hazırlamıştır. er-Risâleadlı eserinde, fıkhın daha önce belirlenmeyen usûl ve esaslarını belirlemiştir. İmam Şâfiî’nin hayatını fıkıh açısından üç ayrı devreye ayırabiliriz: *Mekke Dönemi, *Bağdat Dönemi (195h.), *Mısır Dönemi (199h.)( Usûl-i fıkıh ile ilgili er-Risâle adlı eserini burada yazmıştır.) Irak’ta sahip olduğu eski görüşlerine el-kavlu’l-kadîm, Mısır’da sahip olduğu yeni görüşlerine ise el-kavlu’l-cedîd adı verilmektedir.
· İmam Şâfiî’nin günümüze intikal eden eserleri, öğrencisi er-Rabî’ b. Süleymân el Murâdî tarafından rivayet edilmiştir. Başlıca eserleri şunlardır: *er-Risâle (usûl-i fıkh) *el-Umm (furû-i fıkh) *Ahkâmu’l-Kur’ân (Beyhakî (ö.458h.) tarafından bir araya getirilen ahkâm ayetleri ile ilgili Şâfiî’nin açıklamalarını içermektedir.) *Kitâbu Cimâi’l-İlm. *Kitâbu İhtilafi’l-Hadîs *Kitâbu İbtâli’l-İstihsân *Kitâbu’r-Redd alâ Muhammed b. el-Hasen *Ahkâmu’t-Tedbîr *el-Mükâteb
· İmam Şâfiî’nin Hüküm Çıkarırken Kullandığı Kaynaklar: Kur’an, Sünnet (Haber-i vâhidi kabul etmek için Hanefîlerin ve Mâlikîlerin aradıkları şartları aramaktadır. Ancak Şâfiî, mürsel hadis ile amel edilebilmesi için, *hadisin muttasıl bir hadisle desteklenmesi *âlimlerin bu mürsel hadisi kabul etmeleri, *bu mürsel hadisle sahabi kavlinin uyuşması *ehl-i ilmin kabul ettiği başka bir mürsel hadisle güçlendirilmiş olması, *mürsel hadisin râvisinin Saîd b. el-Müseyyib gibi, tâbiinin büyüklerinden olması gerektiği gibi şartlar aramaktadır.) İcmâ, Sahabi Kavlî, Kıyâs (hakkında ilk kez söz söyleyen ve onun kurallarını ilk koyan kimsenin Şâfiî olduğu kabul edilmektedir. Kıyâsın kabulü için, illetin munzabıt olmasını ve Kıyâs yapılan konuda Haber-i Vâhidbile olsa bir hadisin bulunmamasını şart koşmuştur.), İstishâb, Örf, İstihsân
· İmam Şâfiî’nin eski görüşlerini nakleden öğrencileri; el-Hasen b. Muhammed ez-Za’ferâni (ö.260h./873-874m.),Ebû Sevr (ö. 240h/854-855m.), Ahmed b. Hanbel (ö.241/855-856m.) Ahmed b. Ömer, İbrâhim b. Hâlid ve el-Kerâbîsî (ö.245/859-860m.)dir. Yeni fıkhî görüşlerini nakleden öğrencileri ise; Ebû İbrâhîm İsmâil b. Yahyâ el-Müzenî (ö.264/877-878m.), er-Rabî’ b. Süleymân el-Cîzî (ö.256h/869-870m.), er-Rabî’ b. Süleyman el-Murâdî (ö.270/883-884m.), Yûsuf b. Yahyâ el-Buveytî(ö.231h/845-846m.), Hermele (ö.243/857-858m.) ve Yûnus b. Abd el-A’lâ (ö.264/877-878m.)dır.
· Şâfiî Fıkhının Esasları ve Karakteristik Özellikleri a. Şâfiî fıkhı, ehl-i hadis ve ehl-i re’y fıkhının ortasında bir özellik arz etmektedir. b. Irak ve Hicaz ekolleri arasındaki tartışmalara şahit olan Şâfiî, bu konuda kendisine göre bir çerçeve çizmiştir. C. Kur’ân ve Sünnette yer alan hükme benzer hükme Kıyâsyapılır. Hz. Peygamber’e isnadı açık olan bir hadis ile hüküm verilir. d. İcmâ’, Haber-i Vâhidden önce gelir. f. Şâfiî’ye göre, Bir nassın anlaşılmasında, nassın zahiriyle amel edilmeli bunun ötesine gidilmemelidir. g. Şâfiî’nin usulü, nazarî ve tatbikî bir esasa dayanmaktadır. Farazi fıkha değil, yaşanan gerçek olaylara göre hüküm vermeyi esas almaktadır. Şâfiî fıkhında farazi hükümlere rastlamak oldukça zordur.
· D. HANBELÎ MEZHEBİ Ahmed b. Hanbel (164-247h./780-855m) Kendisinden Buhârî ve Müslim’in rivayet edildiği bir hadis imamıdır. Mezhebin tanınmasında ve yayılmasında, Hanbelî mezhebini diğer mezheplere karşı müdafaa eden İbn Teymiyye’nin (661-728h/1263-1328m.) büyük rolü olmuştur.
· Ahmed b. Hanbel’in eserleri: Müsned,Kitâbu’z-Zühd,Kitâbu’s-Salât ve mâ Yelzem fîhâ, Kitâbu’l-Vera’ ve’l-İlm, Kitâbu’l-Eşribe, er-Radd ale’z-Zenâdika ve’l-Cehmiyye fîmâ Şekkat fîhi min Müteşâbihi’l-Kur’ân, Kitabu Tâati’r-Rasûl, Kitâbu’s-Sünne adlı eserleri vardır.
· Ahmed b. Hanbel’in Hüküm Çıkarmada Kullandığı Kaynaklar: Kur’an, Sünnet (Mürsel Hadis ve Zayıf Hadisi Kıyâsa tercih etmiştir.) İcmâ, Sahabi Kavlî, Kıyâs (bir nass, bir Sahabî Kavli, Mürselya da Zayıf Hadis bulamazsa ancak o zaman Kıyâsa başvurmuştur.)
· Hanbelî Mezhebinin Esasları ve Karakteristik Özellikleri: Ahmed b. Hanbel’in fetvaları, hadislere, haberlere,selef-i salihînin rivayetlerine ve uygulamalarına dayanmaktadır. Ahmed b. Hanbel, gerçekleşmemiş olaylar hakkında (iftirâdât) fetva / hüküm vermekten kaçınırdı. Ahmed b. Hanbel’in hüküm verirken öncelikle hadislere/eserlere dayanması, onun fıkıh anlayışını toplumdan ve günlük hayattan uzaklaştırmamıştır. *İbadetlerde asıl olan (aksine yani batıl olmadığına dair bir delil olmadıkça) butlandır. *Haram olduğuna dair delil bulunmadıkça akitlerde ve muamelatta asıl olan, sıhhattir. Ahmed b. Hanbel nasslarda ya da eserlerde mevcut bir hüküm bulamazsa “maslahat” a dayanarak fetva vermiştir.
· Ahmed b. Hanbel’in en meşhur öğrencileri, Salih b. Ahmed b. Hanbel Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, İbrâhîm b. İshâk el-Harbî, Ahmed b. Muhammed b. Hârûn Ebû Bekr el-Hallâl, Ömer b. el-Huseyn el-Hırakî’dir.
· Hanbelî mezhebinin özellikle hicrî VII. asırda yayılmasında iki büyük alim İbn Teymiyye ile öğrencisi İbn Kayyım el-Cevziyye’nin büyük katkısı olmuştur. Her ne kadar bunlar Ahmed b. Hanbel’in bazı fıkhî görüşlerine katılmasalar da Hanbelî mezhebine intisap etmişlerdir.
· *İbn Teymiyye (661-728h.) bir anda üç talâkın gerekmeyeceği görüşü ile şöhret bulmuştur. Bu sebeple birçok âlimin tepkisine yol açmıştır. * es-Siyâsetu’ş-Şer’iyye fî İslâhi’r-Râi ve’r-Raiyye * el-Hisbe fi’l-İslâm * Minhâcu’s-Sünneti’n-Nebeviyye * Meâricu’l-Vusûl ilâ Ma’rifeti’l-Usûl
· *İbn Kayyım el-Cevziyye (691-751h.): *İ’lâmu’l-Muvakkiî‘n an Rabbi’l-Alemîn *Zâdu’l-Meâd *et-Turuku’l-Hükmiyye fi’s-Siyâseti’ş-Şer’iyye eserlerinden bazılarıdır. İbni Kayyım’a göre Sünnet, Kur’ân’da olmayan bir hüküm koyabilir. Annenin yokluğunda nineyi mirasçı yapması gibi.
· E. ZÂHİRÎ MEZHEBİ Dâvud ez-Zâhirî (202-270h.) Dâvud ez- Zâhirî olarak bilinen Ebû Süleyman Davud b. Ali b. Halef el-Bağdâdî, Bağdat’ta doğmuş, İsfahan’da yaşamıştır. Zâhirî mezhebinin kurucusudur. Şâfiî’nin öğrencilerinden fıkıh öğrenmiştir. İmam Şâfiî’ye taassup derecesinde bağlı olmasına rağmen daha sonra Şâfiî mezhebini terk ederek Zâhirî mezhebini kurmuştur. Davud Zahiri Re’ye dayanan hiçbir şeyi, ta’lîli (hükmün gerekçelerini) kabul etmez, Kıyâsa da şiddetle karşı çıkardı. Bu sebeple Hanefî mezhebinin muhalifiydi. Re’ye karşı olduğu gibi taklide de karşıydı.
· İbn Hazm ez-Zâhirî (384-456 h.)Ali b. Ahmed b. Hazm ez- Zahiri Endülüs’te, Kurtuba’da doğmuştur. Davûd ez-Zâhirî’nin mezhebini kabul edip benimseyen, Zâhirî mezhebinin gerçek kurucusu olarak kabul edilen İbn Hazm ez- Zâhirî’dir.
· Zâhirî Mezhebinin Esasları ve Karakteristik Özellikleri; a. Zâhirî mezhebi, genel anlamda nassların, özel anlamda hadislerin fıkhıdır. b. Hüküm istinbâtında sınırlı kaynakları kabul etmesi, Kıyâsla amel etmeyi reddetmesi, sahabenin dışındaki İcmâ’ı ve diğer yardımcı kaynakları kabul etmemesi, insanların çözüm bekleyen problemlerinin çoğunda sıkıntı ve zorluklara sebep olmuştur. c. Zâhirîler, nass ve İcmâ’ile sabit olmayan her akdin ve şartın, -Hz. Peygamber’in “Bizim emrimiz olmayan bir işi kim işlerse, o merduddur/geçerli değildir/batıldır.” hadisine dayanarak- batıl olduğu görüşündedirler.
· İMAMİYYE (CA’FERİYYE, ISNÂ AŞERİYYE) MEZHEBİ İmam Câfer es-Sâdık (80-148 h.) İmamiyye şiasına göre, Ca’fer es-Sâdık masum imamlardan biridir. İmamiyye Şiası, kendisine özgü yöntemi, kendisine has özellikleri ve fıkıh anlayışı olan şia fırkalarının en büyüğüdür.
· İmamiyye Şiasının Hüküm Çıkarmada Kullandığı Kaynaklar a. Kur’an b. Sünnet c. İcmâ’ (İmamiyye, masum imamın ortaya çıkmış bir görüşü olduğu için İcmâ’a uyulması gerektiği görüşündedirler) d. Akıl (Nassın ve İcmâ’ın olmadığı konularda uyulması gereken bir kaynak olarak aklı kabul etmektedirler.)
· İmamiyye kelimesi, tek bir fıkıh anlayışını ifade etmemekte, “ahbâriyyûn”, “usûliyyûn” olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.
· “El-Ahbâriyyûn”, imamların masum olduğu görüşündedir. Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’in vasisi olduğu, şeriatın açık ve gizli taraflarını Peygamber’in ona bildirdiği, onun da kendisinden sonraki imamlara bunu aktardığı kanaatindedirler.
· İmamiyye, sadece kendi muhaddislerine güvenir. el-Kuleynî, es-Sadûk, ve et-Tûsî’nin kitapları, İmamiyye’nin sahih hadis kitaplarıdır. Bu kitaplar, el-Kuleynî’nin el-Kâfî’si, İbn Bâbûye’nin (ö. 381 h.) Men Lâ Yahduruhu’l-Fakihi ile et-Tûsî’nin (ö. 460) et-Tehzîbve el-İstibs âradlı eserleridir. el-Ahbâriyyûn, bu kitaplardaki hadislerin/haberlerin kesin ve yeterli olduğunu kabul ederler.
· el-Usûliyyûn, imamiyyenin bu dört kitaptaki hadislere güvenilmemesi gerektiği ve bu hadislerin senetlerinin teker teker kritik edilmesinin şart olduğu kanaatindedirler. Çünkü bu kitaplarda yer alan haberlerin çoğunun senet bakımından kesin olmadığı görüşündedirler.
· “el-Ahbâriyyûn”, masum imamları taklit ederler. Kitaplarda herhangi bir nass bulamazlarsa ictihâd yapmazlar. “El-Usûliyyûn” ise aksi görüşte olup onlara göre bu kitaplarda yer alan haberlerin yetersizliği sebebiyle zaruret olarak gördükleri ictihâdın yapılması gerektiği görüşündedirler.
· İmamiyye Fıkhı (Ca’feriyye, İsnâ Aşeriyye) 3. hicrî asırdan itibaren gelişmeye başlamıştır. Günümüzde de İmamiyye mezhebi, Mehdî-i Muntazar’ın görüşünü yansıtma ihtimali bulunduran Ayetullah’ların icmâ’ ve ictihadını delil olarak kabul etmektedir. İmamiyye’nin, ictihâda yer verdiği içinesnek ve hareketli bir yapıya sahip olduğu söylenebilir. Zira onlara göre, yaşayan problemlerin çözümü, ölmüş müctehidlerin ictihâdlarıyla çözülemez. Problemleri çözecek olan müctehidin yaşıyor olması gerekmektedir.
· ZEYDİYYE MEZHEBİ İmam Zeyd (80-122h.) Zeydî fıkhı, sadece İmam Zeyd b. Ali Zeynelâbidîn b. el-Huseyn b. Ali b. Ebî Tâlib’in fıkhı değildir. Zeydî fıkhı, İmam Zeyd’in fıkhı ile kendisinden sonra ehl-i beytin ileri gelenlerinden olup kendi mezhebini benimseyen öğrencilerinin fıkıh anlayışının mezcedilmesinden doğmuştur.
· Zeydî usûl-i fıkhının tedvinini üstlenen fakihler, hüküm istinbâtında şu kaynakları almışlardır: a. Kur’an b. Sünnet, c. İcmâ(En yüksek derecesi, hakkında ihtilaf olduğu bilinmeyen bütün selef ve halefin İcmâ’ıdır. En aşağı derecesi ise, İstihsân, Mesâlih-i Mürseleve aklın ittifak ettiği İcmâ’dır)
· İmam Zeyd’in Öğrencileri *Haşim b. İbrahim er-Ressî *Hâdî Yahyâ b. el-Huseyn b. el-Kâsım (Torunu) *el-Hasen b. Ali *Ahmed b. Yahyâ el-Murtedâ’dır.
· Zeydî Mezhebinin Esasları ve Karakteristik Özellikleri a. İmam Zeyd, fıkıh anlayışını hadis ve re’ye dayandırmaktadır. b. Zeydî mezhebinin fakihleri, kendi mezheplerinin mantığıyla ters düşmeyen, kendi görüşlerine uygun olan diğer mezheplerin görüşlerini de kabul etmektedirler. c. İçtihat kapısının açık olduğu, olayları takip etmek ve yeni karşılaşılan olaylara şeriatın ruhuna uygun şekilde hemen çözüm getirmek gerektiği görüşündedirler. d. Abbasî ve Fatimî baskısından kaçan ehl-i beyt imamları birbirlerinden ayrı düştükleri zaman Zeydî mezhebinin ilkelerini benimseyerek ictihâdlarda bulunmuşlar.
· Zeydî fıkhı, diğer Şia fırkalarıyla fıkhî konularda genel olarak uyuşmaktadır. Ancak Zeydîler bazı konularda onlara karşı çıkmaktadır. Şöyle ki: -İcmâ ve Kıyâsı, fıkhın iki kaynağı olarak kabul etmekle İmamiyye’ye muhalefet etmektedirler. -Cenazedeki tekbirlerin beş/5 tekbir olduğu görüşündedirler. -Gayr-i müslimin kestiğinin yenmeyeceği kanaatindedirler. -Ehl-i kitapla nikâhlanmanın/evlenmenin haram olduğunu söylemektedir. -Müt’a nikâhını caiz görmezler. -Mest üzerine meshetmeyi kabul etmezler.
· İSMÂİLİYYE MEZHEBİ Şia’nın bir koludur. İmamiyye, imametin, Ca’fer’den sonra oğluna intikal ettiği görüşündeyken, İsmâilîler imametin İsmail’e geçtiği kanaatindedirler. İsmâilîler bugün ikiye bölünmüş hâldedirler. Doğuda olanların merkezi Pakistan’dır. Batıdakiler ise güney Arabistan ve Halic bölgesinde yaşamaktadırlar.
· İBÂDİYYE (HÂRİCÎLİK) MEZHEBİ İmam Câbir el-İbâdî (21-93 h.)İbâdî mezhebinin ilk kurucusudur. Aslen Uman’lıdır ve tabiînin önde gelenlerindendir. İbâdiyye mezhebi, Harici fırkalarından biridir. Düşünce ve fıkhî görüşleri açısından cumhura (fakihlerin çoğunluğu) en yakın ve mutedil olan fırkadır.
· İbâdiyye’nin Hüküm Çıkarırken (İstinbât) Kullandığı Kaynaklar İbâdiyye de, diğer meşhur mezhepler gibi Kitab, Sünnet, İcmâ’, Kıyâs, İstıshâb, Mesâlih-i Mürsele ve İstihsânı kaynak olarak kabul etmiştir. Bu mezhebin en meşhurfıkıhçısı, “Şerhu’n-Nîl ve Şifâu’l-Alîl” adlı İbadîfıkıh kitabının müellifi Muhammed b. Yûsuf b. Utufeyyiş’tir.
· İbâdiyye’nin karakteristik özelliklerinden bazıları şunlardır: a. Büyük günah işleyenleri tekfir ederler. b. Zulmeden imama /devlet başkanına karşı isyanı vacip kabul ederler. c. Hilafetin, ancak Müslümanların seçeceği bir kimsenin hakkı olduğunu kabul ederler. d. Haricîler, amelin imandan bir cüz olduğunu kabul ederler. Bu sebeple onlara göre kalb ile tasdik ya da dil ile ikrar iman etmiş olmak için yeterli değildir. e. Haricîler, muhsan (başından sahih bir nikâh evliliği geçmiş kimse) olan kimsenin recmedilemeyeceği görüşündedirler.
· EVZÂÎ MEZHEBİ (88-157 H.) mezhebin imamı, Abdurrahman b. Amr b. el-Evzâî’dir.Mezhebi de onun adıyla anılmaktadır. Şam halkının imamıdır. Zührî ve Atâ’dan hadis ve ilim öğrenmiştir. Evzâî’nin, Kıyâsı kabul etmeyen hadis ehlinden olduğu kabul edilmektedir. Şam halkı onun mezhebine göre amel etmiştir.
· TABERÎ MEZHEBİ (224-310 H.) Mezhep imamı olan Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr b. Yezîd b. Hâlid et-Taberî’ye nispetle Taberî mezhebi denilmektedir. İmam Taberi tefsir, hadis, fıkıh ve tarih ilimlerinde otorite olmuştur. Beşinci asrın sonlarına kadar bilinen bir mezhep olarak varlığını sürdürmüştür.

MEŞHUR HANEFÎ FAKİHLER VE ESERLERİ
· ‘Aynî (ö. 855 h.), Mahmûd. en-Nesefî’nin (ö. 710 h.) el-Kenz adlı eserini Ramzu’l-Hakâik adıyla şerh etmiştir. ‘Umdetu’l-Kârî adında bir Buhârî şerhi bulunmaktadır. Ayrıca Mergînânî’nin (ö. 593 h.), el-Hidâye adlı eserine el-Binâye adında bir şerh yazmıştır.
· Bâbertî (ö. 786 h.), Bezdevî’nin Kenzu’l-Vusûl ilâ Ma‘rifeti’l-Usûl adlı eserini, et-Takrîr lî Usûli Fahri’l-İslâm el-Bezdevî ismiyle; Muhtasaru’bni’l-Hâcib adlı eseri, er-Rudûd ve’n-Nukûd ismiyle; Ebu’l-Berakât en-Nesefî’nin (ö. 710 h.), el-Menâr adlı eserini el-Envâr fî Şerhi’l-Menâr li’n-Nesefî ismiyle şerh etmiştir.
· Beyhakî, İsmâ‘îl b. el-Hüseyn, eş-Şâmil eserinin sahibidir.
· Bezdevî (ö. 482 h.),Fahru’l-İslâm ‘Alî b. Muhammed, künyesi Ebu’l-‘Usr’dur. Kenzu’l-Vusûl ilâ Ma‘rifeti’l-Usûl adlı Usûl-i Fıkıh ile ilgili eseri meşhurdur. ‘Abdulazîz el-Buhârî Keşfu’l-Esrâr; Bâbertî, et-Takrîr li Usûli Fahri’l-İslâm el-Bezdevî adıyla şerh yazmışlardır. Bezdevî ve kendisinden sekiz sene sonra vefat eden Temhîdu’l-Fusûl fî ‘Ilmi’l-Usûl adlı eserin sahibi Serahsî (ö. 490 h.), Mütekellimîn ve Şâfi‘î Yöntemi’ne (Tarîkatu’ş-Şâfi‘îyye ve’l-Mütekellimîn) karşı kendilerine özgü bir yöntem oluşturmuşlardır. Bu yönteme Fukahâ Yöntemi (Tarîkatu’l-Fukahâ) adı verilmiştir. Hanefî Fıkıh Usûlünde Şeyhân tabiri, Bezdevî ve Serahsî için kullanılmaktadır.
· Muhammed b. Muhammed, künyesi Ebu’l-Yusr’dur (ö. 493 h), Kitâb fîhî Ma‘rifetu’l-Huceci’ş-Şer‘iyye adlı eserin sahibidir.
· Buhârî (ö. 730 h.),‘Alâuddîn ‘Abdulazîz b. Ahmed, Şerhu’l-Muntehab li’l-Ahsiketî (et-Tahkîk), Şerhu’l-Hidâye adlı eserlerin sahibidir. Ayrıca, Bezdevî’nin Kenzu’l-Vusûl ilâ Ma‘rifeti’l-Usûl adlı eserine Keşfu’l-Esrâr adıyla bir şerh yazmıştır. Bu şerh, yazılan şerhlerin en güzeli bir eser olmuştur.
· Burhânuddîn (ö. 616 h.) Şerhu Edebi’l-Kâdı li’l-Hassâf, Şerhu Câmi‘i’s-Sagîr li’ş-Şeybânî, Şerhu’z-Ziyâdât li’ş-Şeybânî, et-Tarîkatu’l-Burhâniyye, el-Fetâvâ el-Burhânî, el-Vâkiât, el-Vecîz fi’l-Fetâvâ, el-Kebîr, Burhânu’l-Eimme ‘Abdulazîz b. ‘Umer b. Mâzze, el-Muhîtu’l-Burhânî fi’l-Fıkhi’n-Nu‘mânî, Tetimmetu’l-Fetâvâ, et-Tecrîdu’l-Burhânî fî Furu‘i’l-Hanefîyye, Zehîratu’l-Fetâvâ adlı eserlerin sahibidir.
· Cessâs (ö. 370 h.),Ebû Bekr Ahmed b. ‘Alî er-Râzî, Ahkâmu’l-Kur’ân, el-Fusûl fi’l-Usûl, Şerhu Muhtasari’t-Tahâvî, Edebül Kadı adlı eserlerin sahibidir.
· Ebû Ca‘fer et-Tahâvî (ö. 321 h.), Ahmed b. Muhammed b. Selâme, el-Muhtasar, Şerhu Meâni’l-Âsâr ve Ahkâmu’l-Kur’ân adlı eserlerin sahibidir.
· Ebu’l-Leys (ö. 373 h.),Nasru’s-Semerkandî, Hizânetu’l-Fıkh ve ‘Uyûni’l-Mesâil adlı eserlerin sahibidir.
· Ebû Yûsuf el-Kâdî (ö. 182 h.), İhtilâfu’bni Ebî Leylâ ve Ebî Hanîfe, er-Radd âlâ Siyeri’l-Evzâî, el-Harac, Kitâbu’htilâfi ‘Ulemâi’l-Emsâr, Kitâbu’r-Radd ‘alâ Mâlik b. Enes ve Kitâbu’l-Cevâmi‘ adlı eserlerin sahibidir. Kitâb fi’l-Mehâric ve’l-Hıyel adlı kitap da kendisine nispet edilmektedir.
· Ebû Zeyd ed-Debûsî (ö. 430 h.),‘Ubeydullah b. ‘Umer, Te’sîsu’n-Nazar ve Takvîmu’l-Edille adlı eserlerin sahibidir. Iraklıların ve Semerkandlıların Usûl anlayışını Takvîmu’l-Edille adlı eserinde birleştirmiştir.
· Essemerkandî (ö. 552 h.), ‘Alâuddîn Muhammed ‘Abdulhamîd es-Semerkandî, el-Mîzân fî Usûli’l-Fıkh adlı eserin sahibidir.
· Fenârî (ö. 834 h.),Muhammed b. Hamza Şemsuddîn er-Rûmî. Şerhu’l-Ferâidi’l-Sirâciyye, Şerhu’l-Fıkhi’l-Keydânî, Şerhu Telhîsi Câmi‘i’l-Kebîr fi’l-Furû‘, Hâşiye ‘alâ Şerhi’l-Vikâye, Fusûlu’l-Bedâi‘ fî Usûli’ş-Şerâi‘ adlı eserlerin sahibidir.
· Habbâzî (ö. 691 h.),Celâluddîn Ebû Muhammed ‘Umer b. Muhammed b. ‘Umer, el-Muğnî fî Usûli’l-Fıkh, Şerhu’l-Hidâye li’l-Mergînânî adlı eserlerin sahibidir.
· Hassâf (ö. 261 h.),Ebû Bekr Ahmed b. ‘Amr b. Mehîr eş-Şeybânî, Kitâbu Edebi’l-Kâdî adlı eserin sahibidir.
· Husâm, Husâmuddîn el-Ahsiketî Muhammed b. Muhammed, el-Müntehabu’l-Husâmî adlı eserin müellifidir.
· İbn Ebi’l-‘Izz (ö. 792 h.), Sadruddîn ‘Alî b. ‘Alî, et-Tenbîh ‘alâ Müşkilâti’l-Hidâye, Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye, en-Nûru’l-Lâmi‘ fîmâ Yu‘melu bihi fi’l-Câmi‘, el-İktidâu bi’l-Muhâlif, el-İttibâ‘ adlı eserlerin sahibidir.
· İbnu’l-Hümâm (ö. 861 h.),Muhammed b. ‘Abdilvâhid, Fethu’l-Kadîr Şerhu’l-Hidâye, et-Tahrîr fî Usûli’l-Fıkh, el-Câmi‘ beyne Istılâhayi’l-Hanefîyye ve’ş-Şâfi’îyye adlı eserlerin sahibidir.
· İbn Kemâl Bâşâ,Ahmed b. Süleymân er-Rûmî, el-Îdâh ve el-Islâh adlı eserlerin sahibidir.
· İbn Nuceym (ö. 970 h.), Zeynuddîn b. İbrâhîm b. Muhammed, el-Bahru’r-Râik Şerhu Kenzi’d-Dekâik, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, Muhtasaru’t-Tahrîr, Şerhu’l-Menâr, el-Fevâidu’z-Zeyniyye adlı eserlerin sahibidir.
· İbnu’s-Sâ‘âtî Nihâyetu’l-Vusûl ilâ ‘Ilmi’l-Usûl adlı eserlerinde Âmidî’nin (ö. 631 h.) el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm adlı eseri ile Bezdevî’nin (ö. 482 h.) Kenzu’l-Vusûl ilâ ‘Ilmi’l-Usûl adlı eserini bir araya getirerek, Mütekellimîn Yöntemi ile Fukahâ Yöntemi’ni birleştirmiştir.
· İtkânî,Kıvâmuddîn Emîr Kâtib, Gâyetu’l-Beyân’ın sahibidir.
· Kâkî (ö. 749 h.), Muhammed b. Muhammed, Mîrâcu’d-Dirâye ilâ Şerhi’l-Hidâye, el-Gâye fî Şerhi’l-Hidâye, ‘Uyûnu’l-Mezâhib, Câmi‘u’l-Esrâr fî Şerhi’l-Menâr, Bunyânu’l-Vusûl fî Şerhi’l-Usûl li’l-Bezdevî adlı eserlerin sahibidir.
· Kâsânî (ö. 587 h.), Ebû Bekr b. Mes‘ûd b. Ahmed ‘Alâuddîn,‘Alâuddîn es-Semerkandî’nin Tuhfetu’l-Fukahâ adlı eserine Bedâi‘u’s-Sanâi‘ fî Tertîbi’ş-Şerâi‘ adlı meşhur bir şerh yazmıştır.
· Kerâbîsî (ö. 570 h.),Es‘ad b. Muhammed b. el-Hüseyn en-Neysâbûrî, el-Furûk adlı eserin sahibidir.
· Kudûrî (ö. 428 h.),Ebu’l-Hüseyn Ahmed b. Muhammed b. Ahmed, el-Muhtasar’ın sahibidir.
· (Molla Gürânî) (ö. 893 h.), Şihâbuddîn Ahmed b. İsmâ‘îl. ed-Durar-ul-Levâmi‘ fî Şerhi Cem‘i’l-Cevâmi‘, el-Levâmi‘u’l-Gurar fî Şerhi’l-Fevâidi’d-Durar adlı eserlerin sahibidir.
· Mâturîdî (ö. 333 h.),Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd es-Semerkandî, Meâhizu’ş-Şerâi‘, el-Cedel, Te’vîlâtu Ehli’s-Sünne (Tefsîru Kur‘âni’l-‘Azîm)adlı eserlerin sahibidir.
· Leknevî (ö. 1303 h.), ‘Abdulhayy b. ‘Abdilhalîm es-Sehâlevî el-Hindî, Mergînânî’nin (ö. 593 h.) el-Hidâye adlı eserine bir şerhi bulunmaktadır. Ayrıca Zaferu’l-Emânî fî Şerhi’l-Muhtasar el-Mensûb li’l-Cürcânî, a‘lîk ‘Ala’l-Câmi‘i’s-Sagîr li’ş-Şeybânî, er-Raf‘uve’t-Tekmîl fi’l-Cerhi ve’t-Ta‘dîl, Nef‘u’l-Müftî ve’s-Sâil bi Cem‘i Müteferrikâti’l-Mesâil, Mecmû‘atu’l-Fetâvâ adlı eserlerin sahibidir.
· Mergînânî (ö. 593 h.), Burhânûddîn Ebu’l-Hasen ‘Alî b. Ebî Bekr, Bidâyetu’l-Mubtedî ve şerhiel-Hidâye, el-Müntekâ Neşru’l-Mezheb, el-Mezîd fi’l-Fetâvâ,Menâsiku’l-Hacc, Muhtârâtu’n-Nevâzil, Munteka’l-Furû‘, Kitâb fi’l-Ferâid ve et-Tecnîs adlı eserlerin sahibidir.
· Molla Hüsrev (ö. 885 h.), Muhammed b. Ferâmûz, Mirâtu’l-Usûl Şerhu Mirkâti’l-Vusûl, Duraru’l-Hükkâm Şerhu Gurari’l-Ahkâm adlı eserlerin sahibidir.
· Mu‘allâ b. Mansûr (ö. 211 h.), İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed eş-Şeybâni’nin öğrencisidir. Kitâbu’n-Nevâdir adlı eserin sahibidir.
· Nâsıruddîn (ö. 556 h.),Ebu’l-Kâsım Muhammed b. Yûsuf es-Semerkandî, el-Fıkhu’n-Nâfi‘, el-Mebsût, Kitâbu’l-Vâfî adlı eserlerin sahibidir.
· Nesefî (ö. 537 h.),Necmuddîn Ebû Hafs ‘Umer b. Muhammed, Tılbetu’t-Talebe fi’l-Istılâhâti’l-Fıkhiyye adlı eserin sahibidir.
· Nesefî (ö. 710 h.),Hâfızuddîn Ebu’l-Berakât‘, el-Vâfi fi’l-Furu‘, el-Kâfî Şerhu’l-Vâfî, Şerhu Kitâbi’l-Muntehab fî Usûli’l-Mezheb, Şerhu Kitâbi’l-Hidâye, Medâriku’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl, el-Mustesfâ, Kenzu’d-Dekâik, Menâru’l-Envâr fî Usûli’l-Fıkh ve bu esere kendisinin yazdığı Keşfu’l-Esrâr adlı şerhin sahibidir.
· Nesefî’nin Kenzu’d-Dekâik adlı eserini Bedruddîn el-‘Aynî (ö. 855 h.), Ramzu’l-Hakâik adıyla; Fahruddîn ‘Usmân b. ‘Alî ez-Zeyla‘î (ö. 743 h.) Tebyînu’l-Hakâik adıyla; Zeynuddîn İbn Nuceym (ö. 970 h.) el-Bahru’r-Râik adıyla; İbn Nuceym’in kardeşi Sirâcuddîn İbn Nuceym (ö. 1005 h.) en-Nehru’l-Fâik adıyla şerh etmişlerdir.
· Ahmed b. Cemâleddîn ‘Ubeydullah el-Mahbûbî’dir ve Tâcu’ş-Şerî‘â’nın babasıdır. el-Vikâye adlı eserin sahibidir.
· Sağnâkî,Husâmuddîn el-Hasen b. ‘Ali, en-Nihâye’nin sahibidir.
· Sem‘ânî (ö. 489 h.),Mansûr b. Muhammed Ebu’l-Muzaffer, Kavâti‘u’l-Edille fi’l-Usûl, el-Burhân, el-Evsat, el-Muhtasar, Tefsîru’l-Kur’ânî’l-Kerîm adlı eserlerin sahibidir.
· Serahsî (ö. 490 h.), Şemsu’l-Eimme Ebû Bekr Muhammed b. Ahmed b. Ebî Sehl, Temhîdu’l-Fusûl fi’l-Usûl adlı Usûl-i Fıkıh ile ilgili eserin sahibidir. Ayrıca el-Mebsût adlı Fıkıh ile ilgili önemli bir eseri vardır.
· Seyyidu’ş-Şerîf el-Cürcânî (ö. 816 h.),‘Alî b. Muhammed. Kitâbu’t-Ta‘rîfat adlı eseri ile meşhurdur. Hâşiyeu’t-Telvîh ve’t-Tavdîh li’t-Teftâzânî, Hâşiyetu Tenkîhûl-Fusûl li’l-Karâfî, Hâşiyetu Şerhi’l-Vikâye li Sadri’ş-Şerî‘a adlı eserlerin sahibidir.
· Şemsu’l-Eimme,bu lakap Hanefî fuhakasından, el-Halvânî, es-Serahsî, Muhammed b. ‘Abdissettâr el-Kerderî, Mahmûd el-Uzcendîgibi isimler için kullanılmaktadır.
· Şerefuddîn Ebû Mûsâ ‘Îsâ (ö. 624 h.), Usûlu’l-Câmi‘i’l-Kebîr li Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî adlı eserin sahibidir.
· Tâcu’ş-Şerî‘a,Mahmûd b. Sadri’ş-Şerîa‘ti’l-Ekber Ahmed b. ‘Ubeydullah el-Mahbûbî, Mergînânî’nin el-Hidâye adlı eserine Şerhu’l-Hidâye isimli bir şerhi bulunmaktadır.
· Şerhu’l-Hidâye (Tâcu’ş-Şerî‘a) isimli Bu şerhten, el-Binâye sahibi el-‘Aynî,Fethu’l-Kadîr sahibi İbnu’l-Humâm, Netâicu’l-Efkâr sahibi Kâdı Zâde, el-Bahru’r-Râik sahibi İbn Nuceym, Duraru’l-Hukkâm sahibi Molla Hüsrev, Mecma‘u’l-Enhur sahibi Şeyhzâde, eş-Şurunbulâlîyye sahibi eş-Şurunbulâli, el-Fetâva el-Hindiyye yazarları, Reddu’l-Muhtâr, el-Ukûdu’d-Durriyye ve Minhatu’l-Hâlık sahibi İbn ‘Âbidîn gibi birçok Hanefî âlimi istifade etmiştir.
· Timurtâşî, Zahîruddîn Ahmed b. İsmâ‘îl el-Câmiu’s-Sagîr’i şerh etmiştir. ez-Zahîru’t-Timurtâşî olarak bilinmektedir.
· Zemahşerî (ö. 538 h.),Cârullah Ebu’l-Kâsım Mahmûd b. ‘Umer. Ruûsu’l-Mesâil (el-Mesâilu’l-Hilâfiyye beyne’l-Hanefîyye ve’ş-Şâfi‘îyye) eserinin sahibidir. el-Keşşâf adlı tefsiri meşhurdur.
· Zeyla‘î (ö. 743 h.),Fahruddîn ‘Usmân b. ‘Alî Ebu’l-Berakât en-Nesefî’nin (ö. 710 h.) Kenzu’d-Dekâik adlı eserine Tebyînu’l-Hakâik fî Şerhi Kenzi’d-Dekâik adıyla bir şerh yazmıştır.

MEŞHUR MÂLİKÎ FAKİHLER VE ESERLERİ
· ‘Abdarî,Safiyyuddîn ‘Abdullah b. ‘Alî el-Hüseyn, el-Besâir fi’l-Mezheb adlı eserin sahibidir.
· ‘Abdurrahman b. Câdillah el-Benânî (ö. 1198 h.),Şerhu Cemi‘l-Cevâmi‘ üzerine meşhur bir hâşiyesi vardır.
· Bâcî (ö. 474 h.),Süleymân b. Halef el-Kâdî, el-Müntekâ Şerhu’l-Muvatta’, İhkâmu’l-Fusûl fî Ahkâmi’l-Usûl adlı eserlerin sahibidir.
· Bâkillânî (ö. 403 h.), Muhammed b. et-Tayyib, Mütekellimîn hocasıdır. et-Takrîb ve’l-İrşâd, Kitâbu’t-Temhîdi’l-Evâil ve Telhîsu’d-Delâil adlı eserlerin sahibidir.
· Berâdi‘î,Halef b. Ebi’l-Kâsım el-Ezdî, et-Tehzîbu Muhtasari’l-Müdevveneve Muhtasaru’l-Vâdiha isimli iki meşhur eseri bulunmaktadır.
· Berzelî (ö. 841 h.),Ebu’l-Kâsım b. Ahmed, el-Hâvî fi’n-Nevâzil, Dîvânu Kebîr fi’l-Fıkhve el-Fet’avâ adlı eserlerin sahibidir.
· Derdîr (ö. 1201 h.),Ebu’l-Berekât Ahmed b. Muhammed el-‘Adevî, el-‘Ârifubillah, Şerhu’l-Kebîr ‘alâ Muhtasari Halîl, Şerhu’s-Sagîr, el-Harîdetu’l-Behiyye fi’t-Tevhîd gibi meşhur eserlerin sahibidir.
· Demâmînî (ö. 828 h.),Bedruddîn Muhammed b. Ebî Bekr, Şerhu’l-Buhâri adlı bir eseri bulunmaktadır.
· Desûkî (ö. 1230 h.),Muhammed b. Ahmed b. ‘Arefe, Hâşiyetu’ş-Şerhi’l-Kebîr, Hâşiye ‘alâ Tahrîri’l-Kavâidi’l-Mantıkiyye adlı eserleri bulunmaktadır.
· Ebû Bekr b.el-‘Arâbî (ö. 543 h.),Muhammed b. ‘Abdillah b. Muhammed el-İşbîlî, Ahkâmu’l-Kur’ân, Şerhu’t-Tirmizî adlı eserleri bulunmaktadır.
· Ebû Bekr et-Turtûşî (ö. 520 h.),Muhammed b. el-Velîd, Kitâbu’l-Havâdis ve’l-Bid‘, Sirâcu’l-Mulûk adlı eserlerin sahibidir.
· Ebu’l-Hasen eş-Şâzelî (ö. 939 h.),‘Alî b. Muhammed b. Muhammed el-Menûfî el-Mısrî, İbn Zeyd el-Kayrevânî’nin (ö. 389 h.) er-Risâle adlı eserini Kifâyetu’t-Tâlibi’r-Rabbâni ismiyle şerh etmiştir
· Ebû Zerr el-Heravî (ö. 434 h.),‘Abd b. Ahmed el-Hâfız el-Kebîr, Müsnedü’l-Muvatta’ ve’l-Müstahrec ‘ala’s-Sahîhayn adlı eserin sahibidir.
· Emîr (ö. 1232 h.),Muhammed b. Muhammed b. Ahmed b. ‘Abdilkâdir, Mısır âlimlerindendir. el-Mecmu‘ fi’l-Mezheb önemli eserlerindendir.
· Esed b. el-Furât (ö. 213 h.), ashâb-ı tercihtendir, mezhebin ana kaynaklarından el-Esediyye’nin sahibidir.
· Hasen el-‘Adevî el-Hamzâvî (ö. 1303 h.), Hâşiye ‘alâ Şerhi’z-Zürkânî ‘alâ Halîl, İrşâdu’l-Murîd ila Hulasati ‘İlmi’t-Tevhîd, Bulûgu’l-Meserrât ‘alâ Delâili’l-Hayrât, Şerhu’ş-Şifâ adlı eserlerin sahibidir.
· Halîl (ö. 776 h.), Dıyauddîn Halîl b. İshâk, mezhebi tahkik etmiştir. Kendi ismiyle meşhur Muhtasar’ı bulunmaktadır.
· Hıraşî (ö. 1101 h.),Muhammed b. ‘Abdillah, Mâlikî hocasıdır. Şerhu’l-Muhtasar adlı bir eseri bulunmaktadır.
· İbn ‘Abdisselâm (ö. 749 h.),Muhammed b. ‘Abdisselâm et-Tûnusî, mezhebin hocasıdır. Şerhu Câmi’i’l-Ümmehât ‘ala’bni’l-Hâcib el-Fer‘î adlı eserin sahibidir.
· İbn Abdûs (ö. 260 h.),Muhammed b. İbrahim, Kitâbu’l-Mecmu‘ave Şerhu’l-Müdevveneadlı eserlerin sahibidir.
· İbn ‘Ammâr (ö. 844 h.),Muhammed b. ‘Ammâr b. Muhammed el-Mısrî, ‘Umdetu’l-Ahkâm’ı şerh etmiştir.
· İbn ‘Arafe (ö. 803 h.),Muhammed b. Muhammed b. ‘Arafe et-Tûnusî, el-Muhtasaru’l-Meşhûr ve el-Hudûdu’l-Fıkhiyye gibi mezhebi tahkik eden eserlerin sahibidir.
· ‘Abdullah Muhammed el-Ensârî er-Rassa‘ (ö. 894 h.), İbn ‘Arafe’nin el-Hudûdu’l-Fıkhiyye adlı eserini el-Hidâye el-Kâfiye eş-Şâfiye lî Beyâni Hakâiki’l-İmâm İbn ‘Arafe el-Vâfiye ismiyle şerh etmiştir.
· İbnu’l-Cellâb (ö. 378 h.),‘Ubeydullah b. el-Hasen, Kitâbu’t-Tefrî‘ adlı eserin sahibidir.
· İbn Cüzeyy (ö. 741 h.), Muhammed b. Ahmed el-Kelbî, el-Kavânînu’l-Fıkhiyyeve Takrîbu’l-Vusûl önemli eserleri arasındadır.
· İbn Dakîk el-‘Îd, (ö. 702 h.), Takiyyuddîn Muhammed b. ‘Ali, h. 8. asrın müceddidi olarak kabul edilmektedir. Müctehid ve muhakkikdir. el-İmâm fî Ma‘rifeti Ehâdisi’l-Ahkâm adlı eserin sahibidir. Ayrıca Makdisî’nin (ö. 600 h.), ‘Umdetu’l-Ahkâm min Kelâmi Hayri’l-Enâm adlı eserini İhkâmu’l-Ahkâm Şerhu ‘Umdeti’l-Ahkâm adıyla şerh etmiştir.
· İbn Ebî Zemeneyn (ö. 399 h.),Muhammed b. ‘Abdillah b. Ebî Zemeneyn el-Kurtubî, Müdevvene’yi ihtisar etmiştir. Meşhur Mâlikî kitaplarından el-Müntehabu’l-Ahkâm adlı eserin sahibidir.
· İbn Ebî Zeyd el-Kayrevânî (ö. 386 h.),‘Abdullah b. Ebî Zeyd en-Nefzî, Mâlikî Mezhebinin düzenleyicisidir. en-Nevâdir ve’z-Ziyâdât ‘ala’l-Müdevvene ve Muhtasaru’l-Müdevvene adlı eserlerin sahibidir.
· İbn Ferhûn (ö. 799 h.),İbrahim b. ‘Alî b. Ferhûn el-Medenî, Tabsiratu’l-Hukkâm, Minhâcu’l-Ahkâm, ed-Dîbâcu’l-Müzehheb fî A‘yâni’l-Mezheb, Keşfu’n-Nukâbi’l-Hâcib ‘an Mustalahi’bni’l-Hâcib adlı eserlerin sahibidir.
· İbnu’l-Hâcib (ö. 646 h.),Cemâluddîn ‘Usmân b. ‘Umer b. Ebî Bekr, Müntehâ’s-Sûl ve’l-Emel fî ‘İlmeyi’l-Usûl ve’l-Cedel, Muhtasaru Müntehâ’s-Sûl ve’l-Emel, Câmi‘u’l-Ümmehât adlı eserlerin sahibidir.
· İbnu’l-Kassâr (ö. 398 h.),‘Alî b. Ahmed el-Ebherî, el-Hilâfu’l-Kebîradlı eserin sahibidir.
· İbn Rüşd (ö. 520 h.),el-Kâdî Ebu’l-Velîd Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Beyân ve’t-Tahsîl’in sahibidir.
· Kâdî Abdulvehhâb b. ‘Alî b. Nasr el-Bağdâdî (ö. 422h.),mezhebin hocasıdır. el-Meûne ‘alâ Mezhebi Âlimi’l-Medîne, en-Nusra li Mezhebi İmâmi Dâri’l-Hicra, Evâilu’l-Edille fî Mesâili’l-Hilâf, el-Edille fî Mesâili’l-Hilâf, Şerhu’r-Risâle, el-İşrâf ‘alâ Nuketi Mesâili’l-Hilâf, Şerhu Fusûli’l-Ahkâm, Guraru’l-Muhâdara ve Ruûsu Mesâili’l-Münâzara, el-Mümehhed, Şerhu’l-Müdevvene, er-Radd ‘ala’l-Müzenî, ‘Uyûn min Mesâili’l-Ahkâm ve’l-Kadâyâ, İhtisâru ‘Uyûni’l-Edille li’bni’l-Kassâr, Telkînu’l-Mübtedi ve Tezkiratu’l-Müntehî, el-Mu‘în ‘ala’t-Telkîn, el-Cevhera fi’l-Mezâhibi’l-‘Aşara, en-Nazâir fi’l-Fıkh, el-Furûk fî Mesâili’l-Fıkh adlı eserlerin sahibidir.
· Karâfî (ö. 684 h.),Ahmed b. İdrîs, ez-Zehîrâ, et-Tenkîhu’l-Fusûl, Şerhu Tenkîhi’l-Fusûl, Nefâisu'l-Usûl fî Şerhi'l-Mahsûl, el-Furûk isimli eserlerin sahibidir.
· Sahnûn (ö. 240 h.),Ebû Saî‘d ‘Abdusselâm b. Saî‘d et-Tenûhî el-Kayrevânî, Müdevvene’yi derleyen kişidir. Mezhebin önde gelen isimlerindendir.
· Şâtibî (ö. 790 h.),İbrahim b. İshâk, el-Muvâfekât, el-I‘tisâm adlı eserlerin sahibidir.
· ‘Utbî (ö. 254 h.),Muhammed b. Ahmed b. ‘Abdilazîz el-Kurtubî, el-Utbiyye olarak meşhur el-Müstahrec’in sahibidir.
· Yahyâ b. Yahyâ el-Kurtubî (ö. 234 h.),Mâlik b. Enes’in Muvatta’adlı eserini rivayet etmiştir. Onun rivayeti, rivayetlerin en meşhurudur.

MEŞHUR ŞÂFİ‘Î FAKİHLER VE ESERLERİ
· ‘Abbâdî, Ebû ‘Âsım Muhammed b. Ahmed b. Muhammed el-Heravî (ö. 458 h.), el-Mebsût, el-Hâdî ve’z-Ziyâdât, Ziyâdâtu’z-Ziyâdât, Tabakâtu’l-Fukahâi’l-Meşhûra adlı eserlerin sahibidir.
· ‘Abbâdî Ahmed b. Ebî ‘Âsım (ö. 495 h.), Kitâbu’r-Rakam adlı eserin sahibidir.
· Behâuddîn b. es-Subkî (ö. 773 h.)Ebû Hâmid Ahmed b. ‘Alî, et-Telhîsu’l-Belâgî adlı eseri şerh etmiştir.
· Beyhakî (ö. 458 h.), Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyn. İmam Şâfi‘î‘nin Ahkâm Âyetleri ile ilgili tefsirlerini Ahkâmu’l-Kur’ân adlı eserde bir araya toplamıştır. Ayrıca, es-Sünen adlı eserin sahibidir.
· Cürcânî (ö. 482 h.),Ebu’l-‘Abbâs el-Cürcânî Ahmed b. Muhammed el-Kâdî, Kitâbu’l-Mu‘âyâ fi’l-Akl (el-Furûk), et-Tahrîr ve el-Bulga adlı eserlerin sahibidir.
· Cüveynî,(ö. 478 h.), İmâmu’l-Harameyn Dıyâuddîn Ebu’l-Me‘âlî ’Abdulmelik b. eş-Şeyh Ebî Muhammed, el-Burhân, Nihâyetu’l-Matlâb, et-Telhîs, el-Verakât adlı eserlerin sahibidir. Şâfi‘î Fıkıh kitaplarında mutlak olarak el-İmâm şeklinde zikredildiğinde kastedilen İmâm el-Cüveynî’dir. İmam Şâfi‘î kastedilmek istendiğinde, el-İmâm eş-Şâfi‘î şeklinde bir ifade kullanılmaktadır.
· Demîrî (ö. 808 h.), Kemâluddîn Ebu’l-Bekâ’ Muhammed b. Mûsâ b. ‘Îsâ, en-Necmu’l-Vehhâc fî Şerhi’l-Minhâc, Hayatu Hayevâni’l-Kubrâ adlı eserlerin sahibidir.
· Demîrî (ö. 808 h.), Kemâluddîn Ebu’l-Bekâ’ Muhammed b. Mûsâ b. ‘Îsâ, en-Necmu’l-Vehhâc fî Şerhi’l-Minhâc, Hayatu Hayevâni’l-Kubrâ adlı eserlerin sahibidir.
· Dimyâtî (ö. 1302 h.), Ebû Bekr ‘Usmân b. Muhammed Şâttâ el-Bekrî, Hâşiyetu İ‘âneti’t-Tâlibîn ‘alâ Halli Elfâzi Fethi’l-Mu‘în, ed-Duraru’l-Behiyye fîmâ Yelzemu el-Mükellef mine’l’Ulûmi’ş-Şer‘iyye adlı eserlerin sahibidir.
· Ebu’l-‘Abbâs b. el-Kâs (ö. 335 h.),Ahmed b. Ebî Ahmed el-Kâs et-Taberî, et-Telhîs adlı Fıkıh eserinin sahibidir.
· Ebû Bekr b. el-Haddâd (ö. 345 h.),Muhammed b. Ahmed el-Kâdî el-Mısrî, Şâfi‘î Mezhebinin meşhur kitaplarından Kitâbu’l-Furu‘un sahibidir.
· Ebû Bekr b. el-Münzir (ö. 318 h.),Muhammed b. İbrâhîm b. Münzir, Kitâbu’l-İcma, el-İknâ‘, el-Evsat, İhtilâfu’l-Ulemâ ve Kitâbu’s-Siyâse adlı eserlerin sahibidir.
· Ebu’l-Hasen el-Mâverdî (ö. 450 h.),‘Alî b. Muhammed b. Habîb, Müzenî’nin el-Muhtasar adlı eserini el-Hâvî el-Kebîr adlı eserinde şerh etmiştir. el-Ahkâmu’s-Sultâniyye adlı eserin de sahibidir.
· Ebû İshâk eş-Şîrâzî (ö. 476 h.),İbrâhîm b. ‘Alî b. Yûsuf b. ‘Abdillah. El-Luma‘, Şerhu’l-Luma‘ ve et-Tabsira adlı Usûl eserleri ile el-Mühezzeb adlı Fıkıh eserinin sahibidir. eş-Şâfi‘î’yyu‘s-Sagîr olarak isimlendirilmiştir.
· Gazâlî (ö. 505 h.), Hüccetu’l-İslâm Muhammed b. Muhammed, el-Mustesfâ, Şifâu’l-Galîl, el-Menhûl, Esâsu’l-Kıyâs adlı Usûl eserleri ile, el-Basît, el-Vasît, el-Vecîz, el-Hulâsa, el-Fetâva adlı Fıkıh eserlerinin sahibidir.
· Hatîb el-Bağdâdî (ö. 462 h.),Ebû Bekr Ahmed b. el-Hatîb el-Bağdâdî, el-Fakîh ve’l-Mütefakkih adlı eserin sahibidir.
· Heravî (ö. 488 h.),el-Kâdî Ebû Sa‘d Muhammed b. Ahmed b. Ebî Yûsuf, el-İşrâf’ın sahibidir.
· Heytemî (ö. 974 h.), İbn Hacer, Tuhfetu’l-Muhtâc adlı eserin sahibidir. Şâfi‘î Mezhebinde, İmam er-Râfi‘î ve İmam en-Nevevî’den sonra Nihâyetu’l-Muhtâc adlı eserin sahibi Muhammed er-Ramlî (ö. 1004 h.)ile birlikte görüşlerine itimâd edilen ve görüşlerine aykırı fetva verilmesi caiz görülmeyen fakihtir.
· İbn ‘Imâd (ö. 808 h.), Ahmed b. ‘Imâd el-Akfehsî, Tevkîfu’l-Hukkâm ‘alâ Gavâmidi’l-Ahkâm adlı eserin sahibidir.
· İbnu’l-Mulakkin (ö. 804 h.), Ebû Hafs ‘Umer b. ‘Alî b. Ahmed el-Ensârî, el-İ‘lâm bi Fevâidi ‘Umdeti’l-Ahkâm, el-Eşbâh ve’n-Nezâir adlı eserlerin sahibidir.
· ‘İz b. ‘Abdisselâm (ö. 660 h.),‘İzzuddîn ‘Abdulazîz b. ‘Abdisselâm, Kavâidu’l-Ahkâm fî Mesâlihi’l-Enâm, el-İmâm adlı eserlerin sahibidir.
· İsnevî (ö. 772 h.),Cemâluddîn ‘Abdurrahîm b. el-Hasen, et-Temhîd fî Tahrîci’l-Furu‘ ‘ala’l-Usûl, el-Mühimmât ve Şerhu’l-Minhâci’l-Usûlî adlı eserlerin sahibidir. İbnu’r-Rif‘a’nın Kifâye adlı eseri için yazdığı el-Hidâye ilâ Evhâmi’l-Kifâye adlı eserin de sahibidir.
· Mehâmilî (ö. 415 h.),Ebu’l-Hasen Ahmed b. Muhammed b. Ahmed ed-Dabbî, Tahrîru’l-Edille, el-Mukni‘, el-Lubâb, el-Mecmû‘, el-Mücerred, Ruûsu’l-Mesâil adlı eserlerin sahibidir.
· Mervezî (ö. 294 h.),Muhammed b. Nasr. İhtilâfu’l-Fukahâ adlı eserin sahibidir.
· Müzenî (ö. 264 h.),Ebû İbrâhîm İsmâ‘îl b. Yahyâ, İmam Şâfi‘î‘nin el-Ümmadlı eserinin özeti olan el-Muhtasar adlı eserin müellifidir. Müzenî’nin bu eseri, Mâverdî (ö. 450 h.)tarafından el-Hâvi’l-Kebîr adıyla; Cüveynî (ö. 478 h.)tarafından da Nihâyetu’l-Matlab adıyla şerh edilmiştir.
· Nevevî (ö. 676 h.),Yahyâ b. Şeref Ebû Zekeriyâ en-Nevevî, el-Minhac, Ravdatu’t-Tâlibîn ve ‘Umdetu’l-Müftîn, Şerhu’l-Mühezzeb (el-Mecmu‘), et-Tahkîk, Şerhu Müslim, Tehzîbu’l- Esmâ ve’l-Lugât adlı eserlerin sahibidir.
· Rabi‘ el-Murâdî (ö. 280 h.), er-Rabi‘ b. Süleymân el-Murâdî, İmam Şâfi‘î‘den en çok rivayette bulunan öğrencisidir. İmam Şâfi‘î‘nin er-Risâleadlı meşhur Usûl-i Fıkıh eserini er-Rabi‘ b. Süleymân el-Murâdî rivayet etmiştir.
· Râfi‘î (ö. 623 h.),Ebu’l-Kâsım ‘Abdulkerîm b. Muhammed b. ‘Abdilkerîm el-Kazvînî, Şâfi‘î Mezhebi ile ilgili eser yazanlardandır. İmam Gazâlî’nin (ö. 505 h.), el-Vecîz adlı Fıkıh ile ilgili eserini şerh ederek, eserine el-‘Azîz Şerhu’l-Vecîz adını vermiştir. Râfi‘î’nin bu şerhi, Şâfi‘î Mezhebinde eş-Şerhu’l-Kebîr adıyla meşhur olmuştur.
· Ramlî (ö. 1004 h.),Şemsuddîn Muhammed b. Ahmed b. Hamze, Nihâyetu’l-Muhtâc adlı eserin sahibidir. Ramlî, Şâfi‘î Mezhebinde İmam er-Râfi‘îve İmam en-Nevevî’den sonra Tuhfetu’l-Muhtâc adlı eserin sahibi İbn Hacer el-Heytemî (ö. 974 h.) ile birlikte görüşlerine itimâd edilen ve görüşlerine aykırı fetva verilmesi caiz görülmeyen fakihtir.
· Râzî (ö. 606 h.), Fahruddîn ‘Umer b. el-Hüseyn, Usûl kitaplarında mutlak olarak el-İmam ifadesi kullanıldığında er-Râzî kastedilmektedir. Fıkıh Usûlü ile ilgili meşhur el-Mahsûl adlı eserin sahibidir. Mâlikî olan Karâfî (ö. 684 h.), el-Mahsûl adlı eseri özetleyerek, bu eserine Tenkîhu’l-Fusûl adını vermiştir. Daha sonra el-Mahsûl’ü şerh ederek, bu eserine de Nefâisu’l-Usûl fî Şerhi’l-Mahsûl adını vermiştir.
· Şerefuddîn İbnu’l- Makarrî (ö. 837 h.),İsmâ‘îl b. Ebî Bekr el-Makarrî, el-İrşâd, er-Ravd, İhlâsu’n-Nâvî Şerhu’l-Hâvi’s-Sagîr adlı eserlerin sahibidir.
· Taberî (ö. 694 h.), Muhibbuddîn Ebû Ca‘fer Ahmed b.‘Abdullah et-Gâyetu’l-İhkâm fî Ehâdîsi’l-Ahkâm adlı eserin sahibidir.
· Tâcuddîn b. es-Subkî (ö. 771 h.),Şeyhülislam ‘Abdulvahhâb b. ‘Alî. Kâdî el-Beydâvî’nin (ö. 685 h.) Minhâcu’l-Vusûl ilâ ‘İlmi’l-Usûl adlı eserine babasının (‘Alî b. ‘Abdilkâfî (ö. 756 h.)) başladığı, kendisinin tamamladığı el-İbhâc fî Şerhi’l-Minhâc adlı şerhi bulunmaktadır.
· Veliyyuddîn el-‘Irâkî, (ö. 826 h.),Ahmed b. ‘Abdirrahîm, meşhur el-Hâfız el-‘Irâkî’nin oğludur. Tahrîru’l-Fetâvâ, Tahrîru’l-Lubâb(bu eserinde, el-Mehâmelî’nin (ö. 415 h.) el-Lubâb adlı eserini özetlemiştir.) adlı eserlerin sahibidir.
· Zerkeşî (ö. 794 h.),Bedruddîn Muhammed b. Behâdır, Şerhu’l-Minhâci’l-Furû‘î, Hâdimu’r-Ravda, el-Bahru’l-Muhît fi’l-Usûl, el-Mensûr fi’l-Kavâid adlı eserlerin sahibidir.
· Şâfi‘î Fıkhında Şeyhân tabiri, İmam er-Râfi‘î (ö. 623 h.) ve İmam Nevevî (ö. 676 h.)için kullanılmaktadır.
· Şâfi‘î Mezhebinde, görüşleri ile fetva verilen isimler, Şeyhülislâm Zekeriyyâ el-Ensârî ile Hatîb eş-Şirbînî’dir. el-Ensârî’nin el-Menhec Muhtasaru Minhâci’n-Nevevî, Şerhu’r-Ravd, Şerhu’l-Behce ve Tahrîru Telkîhi’l-Lubâb adlı eserleri vardır. Hatîb eş-Şirbînî’nin de Muğni’l-Muhtâc Şerhu’l-Minhâcve el-İknâ‘ Şerhu Metni Ebi’ş-Şucâ‘ adlı iki meşhur eseri vardır.

MEŞHUR HANBELÎ FAKİHLER VE ESERLERİ
· Behâuddîn (ö. 624 h.), ‘Abdurrahman b. İbrâhîm el-Makdisî, el-‘Udde fî Şerhi’l-‘Umdeadlı eserin sahibidir.
· Behûtî (ö. 1051 h.), Mansûr b. Yûnus b. Salâhiddîn, Mısır’da Hanbelîler’in hocasıdır. er-Ravdu’l-Murbi‘, Keşşâfu’l-Kınâ‘, Şerhu Münteha’l-İrâdâtadlı eserlerin sahibidir.
· Ebû Ya‘lâ (458 h.),Muhammed b. el-Hüseyn b. Muhammed b. Halef b. Ahmed el-Ferrâ’, Kâdî’l-Kudât ve mezhepte mutlak müctehiddir. el-Hilâfu’l-Kebîr, Ahkâmu’s-Sultâniyye, Şerhu’l-Hırakî, el-‘Udde fi Usûli’l-Fıkh, el-Mücerred adlı eserleri bulunmaktadır.
· Ezcî, Yahyâ b. Yahyâ el-Ezcî, fakih bir kimsedir. Nihâyetu’l-Matlab fî ‘İlmi’l-Mezheb adlı eserin sahibidir.
· Gulâmu’l-Hilâl (ö. 363 h.),‘Abdulazîz b. Ca‘fer b. Ahmed b. Dârâ, künyesi Ebû Bekr’dir. eş-Şâfî, et-Tenbîh, el-Mukni‘ve Zâdu’l-Musâfir fi’l-Fıkh isimli eserlerin sahibidir.
· Haccâvî (ö. 960 h.), Şerefuddîn Ebu’n-Nucâ Mûsâ b. Ahmed b. Mûsâ, Zâdu’l-Mustakni‘ adlı eserin sahibidir.
· Halvânî (ö. 505 h.),Muhammed b. ‘Alî b. Muhammed b. ‘Usmân b.Merrâk el-Halvânî, Kifâyetu’l-Mübtedî fi’l-Fıkh, Kitâb fî Usûli’l-Fıkh isimli eserleri bulunmaktadır.
· Hırakî (ö. 334 h.),‘Umer b. el-Hüseyn b. ‘Abdillah b. Ahmed el-Hırakî, meşhur el-Muhtasar’ın sahibidir.
· İbnu’l-Kayyım (ö. 751 h.),Muhammed b. Ebî Bekr b. Eyyûb İbn Kayyım el-Cevziyye, ‘Îlâmu’l-Muvakkiîn, Bedâi‘u’l-Fevâid adlı eserlerin sahibidir.
· İbn Kudâme (ö. 620 h.), Muvaffakuddîn, ‘Abdullah b. Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Kudâme el-Makdisî, zamanında onun ictihâd derecesine kimsenin erişemediği rivayet edilmektedir. el-Mugnî, el-Kâfî, el-Mukni‘, el-‘Umde, Muhtasaru’l-Hidâye fi’l-Fıkh adlı eserlerin sahibidir.
· İbn Teymiyye (ö. 728 h.), Takiyyuddîn Ahmed b. ‘Abdillhalîm, Şeyhulislâm Takiyyuddîn İbn Teymiyye, müctehidler arasında sayılmaktadır. Minhâcu’s-Sünne, Deru’ Te‘ârudi’l-Akl ve’n-Nakl, el-Fetâvâ el-Kubrâ adlı eserlerin sahibidir.
· Şemsuddîn (ö. 682 h.),Ebu’l-Ferac ‘Abdurrahman b. Ebî ‘Umer Muhammed b. Ahmed b. Kudâme el-Makdisî, eş-Şerhu’l-Kebîr ‘alâ Metni’l-Mukni‘adlı eserin sahibidir.
· Merdâvî, (ö. 885 h.),‘Alî b. Süleymân b. Ahmed ed-Dımeşkî, mezhebin hocasıdır. el-İnsâf fî M‘arifeti’r-Râcih mine’l-Hilâf adlı eserin ve bu eserin muhtasarının sahibidir. et-Tenkîhu’l-Muşbi‘ fî Tahrîri Ahkâmi’l-Mukni‘, Tahrîru’l-Menkûl fi’l-Usûl ve bu eserin şerhiet-Tahbîr Şerhu’t-Tahrîr, ed-Durru’l-Munteka’l-Mecmu‘ fî Tashîhi’l-Hilâf fi’l-Furu‘da eserleri arasındadır.
· Tûfî (ö. 710 h.),Süleymân b. ‘Abdilkavî b. ‘Abdilkerîm b. Sa‘îd et-Tûfî, Muhtasaru’r-Ravdati’l-Usûliyye adlı eserin sahibidir.
· Zerkeşî (ö. 774 h.),Muhammed b. ‘Abdillah ez-Zerkeşî el-Mısrî, el-Hırakî’nin el-Muhtasar adlı eserini benzeri olmayan bir şekilde şerh etmiştir.

MEŞHUR İMÂMİYYE MEZHEBİ FAKİHLERİ VE ESERLERİ
· Bahrânî (ö. 1186 h.), eş-Şeyh Yûsuf, el-Hadâiku’n-Nâdıra fî Ahkâmi’l-Itrati’t-Tâhiraadlı eserin sahibidir.
· Hıllî (ö. 666 h.), Ebu’l-Kâsım Necmuddîn Ca‘fer b. el-Hasen, el-Muhtasaru’n-Nâfi‘ fi’l-Fıkhi’l-İmâmiyye, Şerâi‘u’l-İslâm fî Mesâili’l-Halâl ve’l-Harâm adlı eserlerin sahibidir.
· Kuleynî (ö. 328 h.), Ebû Ca‘fer Muhammed b. Yâkûb,el-Kâfî fi’l-Usûl ve’l-Furû‘adlı eserin sahibidir.
· Mûsevî (ö. 436 h.), Ebu’l-Kâsım ‘Alî b. el-Hüseyn, el-İmtisâr adlı eserin sahibidir.
· Necefî (ö. 1266 h.) Muhammed Hasen, Cevâhiru’l-Kelâm fî Şerhi Şerâi‘i’l-İslâm adlı eserin sahibidir.
· Sadûk (ö. 381 h.), Ebû Ca‘fer Muhammed, men lâ Yahduruhu’l-Fakîh adlı eserin sahibidir.
· Şehîdu’l-Evvel (ö. 786 h.), Muhammed b. Cemâliddîn Mekkî el ‘Âmilî, el-Lum‘atu’d-Dımeşkıyye adlı eserin sahibidir.
· Şehîdu’s-Sânî (ö. 965 h.), Zeynuddîn el-Ceb‘î el-‘Âmilî, Ravdatu’l-Behiyye fî Şerhi’l-Luma‘ti’d-Dımeşkıyye, Mesâliku’l-Efhâm fî Şerhi Şerâi‘i’l-İslâm, Temhîdu’l-Kavâidi’l-Usûliyye ve’l-‘Arabiyye, Cevâbâtu’l-Mesâil adlı eserlerin sahibidir.
· Tûsî (ö. 460 h.),Ebû Ca‘fer Muhammed b. el-Hasen, en-Nihâye fî Mücerredi’l-Fıkh ve’l-Fetâvâ, el-İstibsâr fîma’htulife mine’l-Ahbâr, et-Tibyân fî Tefsîri’l-Kur‘ân, Tehzîbu’l-Ahkâm, el-Hilâf fi’l-Ahkâm, Temhîdu’l-Usûl adlı eserlerin sahibidir.

MEŞHUR ZEYDÎ-İSMAİLİ-İBADİ-ZAHİRİ FUKAHA VE ESERLERİ
· İbnu’l-Murtadâ (ö. 840 h.), Ahmed b. Yahyâ, el-Bahru’z-Zehhâr el-Câmi ‘ li Mezâhibi ‘Ulemâi’l-Emsâr adlı eserin sahibidir.
· İmâm Zeyd (ö. 122 h.), Zeyd b. ‘Alî b. el-Huseyn b.‘Alî b. Ebî Tâlib, el-Mecmu‘u’l-Fıkhî adlı eserin sahibidir. Bu eser, Fıkıh ile ilgili günümüze kadarulaşan ilk eserdir.
· Rassâs (ö. 1258 h.), Ahmed b. Muhammed b. el-Hasen, Cevheratu’l-Usûl ve Tezkiratu’l-Fuhûl adlı eserin sahibidir.
· Raymî (ö. 792 h.), Muhammed b. ‘Abdillah b. Ebî Bekr es-Sardefî, el-Meânî el-Bedî‘a fî Ma‘rifeti’htilâfi Ehli’ş-Şerî‘a adlı eserin sahibidir.
· Şevkânî (ö. 1250 h.), Muhammed b. ‘Alî, İrşâdu’l-Fuhûl ilâ Tahkîki’l-Hakk min ‘Ilmi’l-Usûl, es-Seylu’l-Cerrâr el-Mutedeffak ‘alâ Hadâiki’l-Ezhâr,adlı eserlerin sahibidir.Ayrıca Mecduddîn ‘Abdusselâm b. ‘Abdillah İbn Teymiyye el-Harrânî’nin Munteka’l-Ahbâr adlı eserine yazdığı Neylu’l-Evtâr min Esrâri Munteka’l-Ahbâr adlı şerhi, Ahkâm Hadislerini ele alan meşhur bir eserdir.
· et-Temîmî İsmaili (ö. 363 h.), Ebû Hanîfe Nu‘ mân b. Muhammed b. Mansûr b. Ahmed b. Hayyûn, Şiâ’nın diğer bir kolu olan İsmâilîler’in Fıkıh ile ilgili görüşlerini ele alan, Deâimu’l-İslâm ve Zikru’l-Halâli ve’l-Harâm ve’l-Kadâyâ ve’l-Ahkâm ‘an Ehl-i Beyti Rasûlillâhi aleyhi ve aleyhim Efdalu’s-Selâm isminde bir eseri bulunmaktadır.
· Ettafeyyiş İbâdî (ö. 1332 h.),Muhammed b. Yûsuf b. ‘Isâ el-Hafsî el-Cezâyirî, Şerhu Kitâbi’n-Nîl ve Şifâu’l-‘Alîl adlı eserin sahibidir. Bu eser, günümüzde Haricî Fıkhının ana kaynaklarından biri olarak kabul edilmektedir. Mısır’da yayınlanan Mevsû‘atu’l-Fıkhi’l-İslâmî (Fıkıh Ansiklopedisi) adlı eserde Haricîler’in Fıkhî görüşleri için kaynak olarak bu eser kullanılmaktadır.
· İbn Hazm Zahiri (ö. 456 h.), Ebû Muhammed ‘Alî b. Ahmed el-Endelûsî, el-Muhallâ adlı eserin sahibidir. Bu eser, günümüzde Zâhirî Fıkhının ana kaynaklarından biri olarak kabul edilmektedir. İbn Hazm’ın ayrıca, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm adlı usûl-i fıkıh ile ilgili değerli bir eseri bulunmaktadır.
· Hanefî mezhebinde öne çıkan ve eserleri meşhur olan İslâm hukukçularından bazıları şunlardır: İmâm Ebû Hanîfe, İmâm Ebû Yûsuf, İmâm Muhammed, Tahâvî, Cessâs, Debûsî, Bezdevî, Serahsî, İbnu’s-Sâ‘âtî, Nesefî, Bedruddîn el-Aynî, Zeyle‘î, İbn Nuceym, Mergînânî, İbnu’l-Humâm, Molla Husrev, İbn Âbidîn.
· Mâlikî mezhebinde öne çıkan ve eserleri meşhur olan İslâm hukukçularından bazıları şunlardır: İmâm Mâlik, Sahnûn, Bâkıllânî, Desûkî, Halîl, Hıraşî, İbn Dakîkel-Îd, İbn Ferhûn, İbnu’l-Hâcib, Karâfî, İbn Rüşd, Şâtıbî.
· Şâfi‘î mezhebinde öne çıkan ve eserleri meşhur olan İslâm hukukçularından bazıları şunlardır: İmâm Şâfi‘î, Müzenî, Mâverdî, Cüveynî, Gazâlî, Râfi‘î, Nevevî, Fahreddîn er-Râzî, Zerkeşî, Subkî, Beydâvî, Ramlî, İbn Hacer el-Heytemî.
· Hanbelî mezhebinde öne çıkan ve eserleri meşhur olan İslâm hukukçularından bazıları şunlardır: İmâm Ahmed b. Hanbel, İbn Kudâme, Behûtî, Kâdî Ebû Ya‘lâ, Hırakî, İbn Teymiyye, İbnu’l-Kayyım, Merdâvî.
· Hıllî, Kuleynî, Tûsî, İmâmiyye mezhebinde, İmâm Zeyd, İbnu’l-Murtedâ, Şevkânî, Zeydiyye mezhebinde öne çıkan ve eserleri meşhur olan İslâm hukukçularından bazılarıdır.
· el-İmâm: Şâfi‘î Usûl kitaplarında mutlak olarak el-İmam ifadesi kullanıldığında Fahreddîn er-Râzî kastedilmektedir. Şâfi‘î Fıkıh kitaplarında mutlak olarak el-İmâmşeklinde zikredildiğinde ise kastedilen İmâm el-Cüveynî’dir. İmam Şâfi‘î kastedilmek istendiğinde, el-İmâm eş-Şâfi‘î şeklinde bir ifade kullanılmaktadır.
· el-Kâdî: Mâlikî Furu‘kitaplarında ve Şâfi‘î Usûl kitaplarında el-Kâdî kelimesi mutlak olarak zikredildiğinde el-Kâdî Ebu’l-Bekr el-Bâkıllânî el-İmâm el-Mâlikî; Mu‘tezile ile ilgili eserlerde el-Kâdî ifadesi mutlak olarak zikredildiğinde ya da Şâfi‘î Usûl eserlerinde Mu‘tezile’den bahsedilirken el-Kâdî ifadesi kullanıldığında bununla el-Kâdî el-Cübbâî; Horasanlı müteahhirîn âlimlerin en-Nihâye, et-Tetimme, et-Tehzîb adlı eserleri ile Gazâlî vb. nin eserlerinde el-Kâdî ifadesi zikredildiğinde bununla el-Kâdî el-Hüseyn; Iraklı mütevassitîn âlimlerin eserlerinde el-Kâdî ifadesi mutlak olarak zikredildiğinde, el-Kâdî Ebû Hâmid el-Merverûzî; kastedilmektedir.

İSLAM AİLE HUKUKUNDA EVLİLİK
· İslam hukuku literatüründe aile ile ilgili hükümler iki temel başlık altında ele alınmıştır. Bunlardan ilki evlilik akdi ve öncesi ile ilgili hukuki sürecin ele alındığı kitâbu’n-nikâh(münâkehât), ikincisi ise boşanma ve boşanmadan kaynaklanan hükümlerin ele alındığı kitâbu’t-talâk(müfârekât)tır.
· İslam hukuku açısından bakıldığında aile hukukunun, sadece anne baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aileyi ilgilendiren düzenlemelerden ibaret olmadığı görülmektedir. Başka bir deyişle, İslam aile hukuku çerçevesinde ortaya konan hükümler, yakınlık/akrabalık (karâbet) esası üzerine kuruludur.
· “İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir.” (Rûm, 21.) “İbret alasınız diye her şeyi çift çift yarattık” (Zâriyât, 49.) “biz sizi eşler halinde yarattık” (Nebe’, 8.) “Allah size kendinizden eşler var eder. Eşlerinizden de oğullar ve torunlar var eder.” (Nahl, 72.) Bundan dolayı, gerek ayetlerde gerekse hadislerde evlilik teşvik edilmektedir. Yüce Allah, “İçinizdeki bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden iyi olanları evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah onları lütfu ile zenginleştirir. Allah lütfu bol olandır, bilendir.”(Nûr 32.) buyurmaktadır.
· Evlenmeye gücü yeten ve evlenmediği takdirde zinâ işleyeceğinden korkan kimsenin evlenmesi farzdır. Evlenmeye gücü yettiği halde zina korkusu yoksa evlenmek müstehap kabul edilmiştir. Evlendiği takdirde evliliğin gereklerini yerine getiremeyecek durumda olan kimsenin evlenmesi haram sayılmıştır.
· Hıtbe, bir kimsenin bizzat ya da bir aracı vasıtasıyla bir kimse ile evlenmek talebinde bulunmasıdır. Bu talebin reddedilmesi halinde hıtbe sona ermiş olur. Bu durumdaki erkeğe hâtıb, kadına ise mahtûbe ya da hatîbe denir.
· Hıtbe, nikahla kazanılan hak ve sorumluluklardan hiç birini doğurmaz. Başka bir deyişle nişanlılık, evliliğin ortadan kaldırdığı yasakları ortadan kaldırmadığı gibi evliliğin getirdiği yükümlülükleri de getirmez.
· Bir kadına evlilik teklifinde bulunulabilmesi için üç şart gereklidir. Bunlardan ilki kadın ile ona evlenme teklifinde bulunmak isteyen erkek arasında sürekli ve geçici evlenme engellerinden herhangi birinin bulunmamasıdır. İkinci şart ise evlenme teklifinde bulunulacak kadının başka bir teklifi kabul etmemiş olmasıdır. Hıtbe üzerine hıtbede bulunmak ise caiz değildir. Evlilik teklifinde bulunabilmenin üçüncü şartı kadının iddet döneminde olmamasıdır.
· Eğer iddet ric’î talaktan dolayı ise, ister açıkça ister imâ ederek, bu durumdaki bir kadına evlilik teklifinde bulunulması haramdır. Çünkü kadının önceki kocası ile evliliğini sürdürebilme ihtimali henüz ortadan kalkmış değildir. Kadın bâin talâktan dolayı iddet bekliyorsa, iddet bitinceye kadar açık bir teklifte bulunmak haram kabul edilmiştir. Ancak evlenme konusundaki niyetin dolaylı olarak ifade edilmesi câizdir. “(böyle) kadınlarla evlenme hususundaki düşüncelerinizi üstü kapalı biçimde anlatmanızda veya onu içinizde gizli tutmanızda size günah yoktur.” (Bakara Suresi 235)
· İddet döneminde açıkça evlenme teklif edilmesi ve iddet bitiminde nikah akdinin yapılması halinde bu akdin geçerli olup olmayacağı da fakihler tarafından ele alınan konulardandır. İmâm Malik ve Ahmed b. Hanbel’e göre böyle bir evlilik geçerli olmadığı gibi, bu kimselerin birbirleriyle evlenmeleri ebediyen haram olur. Onların bu konuda esas aldıkları delil, Hz. Peygamber’in “her kim bir şeyi vaktinden önce elde etmeye çalışırsa, o şeyden mahrum bırakılmakla cezalandırılır” şeklindeki hadisidir.
· İmam A’zam ve İmam Şâfiî ise ayetin umumî anlamından hareket ederek, yasağın sadece iddet döneminde yapılan açıktan evlilik teklifi ile ilgili olduğunu, böyle bir teklifte bulunmanın iddet bitiminde evlilik akdine mani olmayacağını söylemişlerdir. Başka bir ifadeyle yapılan evlenme teklifi günah olsa da nikah akdi geçerlidir.
· Hıtbede Mehir niyeti olmaksızın verilen hediyeler; Hanefîler bu hediyelerden elde mevcut bulunanların geri iade edilmesi gerektiğini söylemektedirler. Kaybolan ya da satılan mücevher, elbise yapılan kumaş vb şeylerin ise iade edilmesinin gerekli olmadığı kanaatindedirler. Mâlikîlere göre, eğer cayan erkek ise kadına verdiği hediyeler kendisine iade edilmez. Kadının cayması halinde ise hediyeler iade edilir. Eğer her iki taraf hıtbeden ortak olarak caymışlarsa hediyeler iade edilmez. Hanefî mezhebinden farklı olarak Mâlikî mezhebine göre, hediyenin mevcut olmaması halinde, iade hediyenin değeri üzerinden gerçekleştirilir. Bu hediyelerin tam anlamıyla bir hibe niteliğine sahip olduğu kanaatinde olan Hanbelîler hediyenin geri istenmesinin yapılan hibeden rücû etmek anlamına geleceğini söyleyerek buna cevaz vermemişlerdir.(hediye geri iade edilmez.) Şâfiîler ise hıtbede verilen hediyenin hibe anlamı taşımadığını, bu hediyelerin belirli bir bedel karşılığında verildiğini söylemişlerdir. “Evlenme” olan bu bedelin gerçekleşmemesi ise, verilen hediyeler iade edilir.
· Genel olarak iki tür evlenme engeli vardır. Bunlardan birincisi geçici evlenme engelleri ikincisi ise sürekli evlenme engelleridir. Geçici evlenme engeli, ârızî bir sebepten dolayı bir erkeğin bir kadınla evlenmesini haram kılan engeldir. Bu engelin ortadan kalkması halinde evlenmek haram olmaktan çıkar. Geçici evlenme engeli, örtünme ve halvet (yabancı bir erkekle yalnız başına kapalı bir yerde bulunma) ile ilgili hükümleri ortadan kaldırmaz. Örneğin evli kadının boşanması ve iddeti dolması halinde haramlık ortadan kalkar.
· Sürekli evlenme engeli ise, bir erkek ile bir kadının evlenmesini ebediyen haram kılan evlilik engelidir.“Geçmişte olanlar bir yana, artık babalarınızın evlenmiş olduğu kadınlarla evlenmeyin. Çünkü bu bir hayâsızlık, öfke ve nefret gerektiren bir iştir. Bu, ne kötü bir yoldur.(22) Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren sütanneleriniz, süt kız kardeşleriniz, eşlerinizin anneleri ve kendileriyle zifafa girdiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde/himayenizde/terbiyenizde bulunan kızlar (ile evlenmeniz) size haram kılındı. Eğer anneleri ile zifafa girmemişseniz onlarla evlenmenizde, size bir günah yoktur. Öz oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi (nikâh altında) bir araya getirmeniz de haram kılındı. Ancak geçenler (önceden yapılan bu tür evlilikler) başka. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. (23) (Câriye olarak) sahip olduklarınız hariç, evli kadınlar da haram kılındı. (Bunlar) üzerinize Allah’ın emri olarak yazılmıştır. Bunların dışında kalanlar ise, iffetliyaşamak ve zina etmemek şartıyla mallarınızla (mehirlerini verip) istemeniz kaydıyla, size helâl kılındı. (Nikâhlanıp) onlardan faydalanmanıza karşılık sabit bir hak olarak kendilerine mehirlerini verin. Mehir belirlendikten sonra, onunla ilgili olarak uzlaştığınız şeyler konusunda size günah yoktur. Şüphesiz ki Allah (her şeyi) hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (24)” (Nisâ suresi 22-24)
· Geçici evlenmenin haram olduğu kadınlar: Evli kadın (Nisâ suresi 24), İddet bekleyen kadın (Bakara suresi 235), Semavî Bir Dine İnanmayan Kadın ((Mümtehine 10- Bakara 221-Maide Suresi 5), Eşin Mahremi Olan Kadın (Nisâ 23), Beşinci Eş Olacak Kadın (Nisâ 3), Aynı Eşten Fasılasız Üç Kere Boşanan Kadın(mutallaka-i selâs) (Bakara 230)
· Abdullah b. Ömer’in Allah’a ortak koşan kadınlarla, iman edinceye kadar evlenilmemesi gerektiğini beyan eden ayeti esas alarak, ehl-i kitabın şirk vasfından sıyrılmadığını dolayısıyla kitâbî kadınlarla evlenmenin caiz olmadığını söylediği nakledilmektedir.
· Sürekli evlenme engeli neseb, evlilik (sıhriyet/musahere) ve süt (radâ) yoluyladır. Neseb yoluyla haramlık; Usul (Anneler, Babalar) Furu (kızlar, erkek çocuklar),Ebeveyn Furu (kız kardeş, erkek kardeş, torun) Dedenin ya da ninenin birinci dereceden furûu (teyze, hala,dayı, amca)
· Sıhriyet’ten Evlenme Dolayısıyla Evlenilmesi Haram Olan Kadınlar; Eşin usulü (Bu haramlık erkek eşinden boşansa bile ebediyen devam eder. Boşandığı eşinin annesi ile asla evlenemez. Bu haramlık nikâh akdiyle birlikte veya cima ile sabit olur.) Eşin furûu: Bir erkeğin, eşinin başka bir evlilikten doğan kızı ile evlenmesi haramdır.(Nisa 23), Usûlün eşi: Buna göre bir kimsenin babası, dedesi ya da daha büyük dedesi bir kadınla nikahlanırsa bu kişi ile o kadın arasında ebediyen evlenme engeli oluşur. Nikah aktinin sahih olması yeterlidir. Furûun eşi: Bir erkeğin; oğullarının, torunlarının, torunlarının oğullarının eşleri ile evlenmesi ebediyen haramdır. Bu haramlığın oluşması için, kişinin oğlu ile gelini arasında sahih bir nikah akdinin yapılması yeterlidir.
· İmâm Şâfiî ve İmâm Mâlik, nikahtan doğan hukukî sonuçların zinâdan doğamayacağını söylemişlerdir. İmâm-ı A’zam ve Ahmed b. Hanbel ise gayr-ı meşrû cinsel birlikteliğin tıpkı nikahlı birliktelik gibi evlilik engellerini doğuracağı görüşündedir.
· Hz. Peygamber’in “neseple haram olan süt emmeyle de haram olur” şeklindeki ifadesi de bunu göstermektedir. Ancak belirtmek gerekir ki; süt emmenin, nesep yakınlığı ile aynı hükümleri doğurması sadece evlilik engelleri açısındandır. Yoksa miras, nafaka, akrabanın şahitliğinin geçerli olup olmaması gibi hususlarda süt yakınlığı ile nesep yakınlığı aynı sonuçları doğurmaz.
· Süt emme tıpkı velâdet gibi, emen emziren ve süte sebep olan erkek (sütbaba) arasında bir yakınlık doğurmaktadır. Bu yakınlık anne babanın kardeşleri ve ebeveynleri ile birlikte genişlemektedir. Süt emme, sadece emenin (hem nesep hem de emmeden dolayı olan) furûunu emziren tarafa haram kılar. Emenin, furûu dışındaki yakınları, örneğin öz kardeşi, öz babası, amcası ile emenin süt yakınları arasında herhangi bir evlilik engeli oluşmaz. Bu durum, “emzirenin nesli, emenin nefsi haramdır”. “Emene, emzirenin nesli, Emzirene, emenin nefsi ve furûu haramdır.”
· Süt usûl: Bir kimseyi emziren kadın, o kimsenin süt annesidir. Süt annenin eşi olup emilen süte sebep olan erkek ise emenin süt babasıdır. Aynı şekilde bu kimsenin süt babasının, öz ya da süt annesi, öz ya da süt ninesi ve yukarı doğru giden zincir debu kimseye haramdır. Süt furû: Bir erkek bir kadınla evlense ve sebebi olduğu sütü eşinden bir kız emse, o kız bu erkeğin süt kızı olmuş olur. Süt ebeveynin furûu
· Eşin süt usûlü: Bir kişinin, eşinin süt usûlü ile evlenmesi haramdır. Bu haramlık, evlenme akdinin gerçekleşmesi ile başlar. Eşin süt furûu: Bir kişinin, eşinin süt furûu ile evlenmesi haramdır. Bu haramlığın oluşması için evlilik akdinden sonra cinsel münasebetin de gerçekleşmesi gerekir. Süt usûlün eşi: Süt emmeden dolayı evlenilmesi haram olan bu yedi sınıf süt akrabanın ilk dördü hakkında fakihler arasında tam bir ittifak vardır.
· İbn Kayyım el-Cevziyye gibi bazı fakihlere göre; son üçünde (Eşin süt usûlü: Eşin süt furûu: Süt usûlün eşi) bir evlilik engelinin bulunmadığı söylenmektedir.
· Her ne kadar “süt emmek” ifadesi kullanılsa da sütün doğrudan doğruya annenin göğsünden emilmesi şart değildir. Sütkardeşliğin oluşabilmesi için emenlerin aynı zaman dilimi içerisinde emmeleri şart değildir. Süt emmenin gerçekleşebilmesi için, sütün mideye gidecek şekilde alınmış olması gerekmektedir.
· Süt emziren anneye murdı’ süt emen çocuğa radî’ süt sebebi olan süt babaya ise fahlu’l-leben denir. Mâlikîler, çocuğunu emzirmekten kaçınan annenin kazâi olarak bu görevini yerine getirmesinin sağlanabileceğini söylerken diğer fakîhler bu durumda kazaî icbarda bulunulamayacağını, çocuğun babasınınçocuğu emzirmesi için bir süt anne bulmakla görevliolduğunu söylerler.
· Baba, anneye müşterek çocuklarını emzirdiği için evli oldukları sürece herhangi bir ücret ödemek zorunda değildir. Ancak boşanmışlar ise örfe uygun bir ücret öder.( Talâk Suresi-6)
· Asgari miktar sınırlaması olmaksızın az ya da çok her emme süt hısımlığını meydana getirir. Mâlikîler ve Hanefîlerin görüşü bu yöndedir. Ebû Sevr ve Ebû Ubeyd gibi fakihler evlilik engelinin oluşabilmesi için emmenin en az üç defa gerçekleşmesi gerektiğini söylemişlerdir. İmâm Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel’e göre evlenme engeli ancak beş defa süt emmekle gerçekleşir. Üstelik bu süt emmeler çocuğun doyacağı şekilde olmalıdır.
· Emme yaşı: Süt emme ile ilgili hükümlerin oluşabilmesi için çocuğun süt emdiğinde belirli bir yaşı aşmamış olması gerekmektedir. Mâlikîler, Şâfiîler, Hanbelîler ve Hanefîlerden İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed’e göre çocuk süt emdiğinde iki yaşını geçmemiş olmalıdır.(Bakara Suresi-233) (Ahkaf Suresi-15) İmâm Züfer ise azami süt emme süresinin üç yıl olması gerektiğini söylemiştir. İmam azam ise (30 ay) yani 2,5 yaş sınırını gözetmiştir.
· Mâlikî mezhebine göre iki yıl dolmadan çocuk sütten kesilir ve daha sonra başka bir süt anneden emerse bu emmeden dolayı süt emme hükümleri oluşmaz. İmâm Ebû Hanîfe ise, hadisteki açlığı, “emme süresi” ile açıklamış ve süt emme süresi tamamlanmadan gerçekleşen süt emmeden dolayı evlenme haramlığının oluşacağını belirtmiştir.
· Süt evliliği üç yolla tesbit edilir. İkrar, İşhad (şahitlik) ve ihbar. İkrâr: Hanefîlere göre ikrâr, birbiri ile evliliği söz konusu olan erkek ile kadından her ikisinin ya da birinin, aralarında süt kardeşlik olduğunu kabul etmesi şeklinde olur.
· Süt meselesinde Hanefîlere göre, şahitlikle ilgili genel hükümlere uygun olarak süt emme davalarında da en az iki erkek ya da bir erkek iki kadın şahit olmalıdır. Onlara göre, sadece kadınların şahitliği kabul edilmez. İmâm Şâfiî, erkek şahidin olmaması halinde en az dört tane olmak üzere kadınların şahitliğinin kabul edileceği görüşündedir. Ahmed b. Hanbel ise, kadınların süt emme konusunu erkeklerden daha iyi bilebileceği düşüncesinden hareketle, iki erkek şahit bulunmadığı zaman, konuyu iyi bildiği konusunda güçlü bir kanaat oluşması halinde sadece bir (veya başka rivayette iki) kadının şahitliğinin yeterli olabileceğini söylemiştir. Mâlikîler’e göre süt emme konusunda iki kadının şahitliği yeterlidir. İmâm Malik’e göre sadece süt annenin, akit öncesinde yapacağı şahitliği de dikkate alınır.
· Evlilikleri söz konusu olan kadın ile erkek arasında her hangi bir şikayet ya da dava olmadığı halde üçüncü bir kimsenin bu ikisi arasında süt emmeden doğan bir yakınlık olduğunu haber vermesi (ihbârı) halinde, eğer onlar bu ihbarın doğruluğuna inanırlar ise evliliği sona erdirirler.

NİKÂH AKDİ VE EVLİLİK HÜKÜMLERİ
· Nikâh sözlükte, bir araya gelmek, cinsî münasebette bulunmak gibi anlamlara gelmektedir. Nikâh’ın terim anlamı ise şu şekilde açıklanmıştır: Nikâh, aralarında evlilik engeli bulunmayan bir erkekle bir kadının cinsel ilişkide bulunabilmelerini helal hale getiren akittir.
· Her akid gibi nikâh akdinin oluşabilmesi de bir takım rükun ve şartların bulunmasına bağlıdır. Bir şeyin rüknu, o şeyin oluşabilmesini sağlayan ve mahiyet itibariyle o şeyin parçası olan unsurdur. Şart ise, bir şeyin var olabilmesi için gerekli olan ancak o şeyin mahiyetine dahil olmayan şeydir.
· Hanefî mezhebine göre nikâh akdinin rükunları, îcâb ve kabulden ibarettir. Hanefîlere göre karşılıklı olarak ortaya konan irade beyanının rızaya dayanması ise nikâh akdinin şartıdır. Cumhûr’a göre ise Nikâh akdinin rüknu dört tanedir. Bunlar sîğa(İcab ve kabulü kapsayan karşılıklı irade beyanının belirli bir ifade tarzıyla ortaya konmasına sîğa denir), zevc, zevce ve velîdir.
· Hanefîlere göre, ister kadından ister erkekten gelsin, ortaya konulan ilk irade beyânı îcâb, ikinci irâde beyânı ise kabûldür. Cumhûr’a göre ise îcâb kadının velîsine, kabûl ise erkeğe aittir. Hanbelîlere göre, îcâb gerçekleşmeden erkeğin irade beyanında bulunması halinde, kabûl gerçekleşmez. Mâlikî ve Şâfiî mezhepleri ise kabûlün îcâbdan sonra olmasını mendup saymışlardır.
· Hanefîler ve Mâlikîlere göre îcâb ve kabul için kullanılan lafızların gereken beyanı gerçekleştirip gerçekleştiremediği konusundaki temel ölçüt, niyettir. Şâfiîlere ve Hanbelîlere göre ise evlilik konusundaki niyet ancak, evlilik ya da nikâh lafızlarını telaffuz etmekle mümkün olabilir.
· İcab ve Kabul isteğin belirtilmesinde lafızların önemi olduğu kadar, bu lafızların nasıl bir ortam içerisinde söylendiği de son derece önemlidir. Bu nedenle fakîhler “akit meclisi” kavramı üzerinde önemle durmuşlardır. Buna göre akit meclisi oluştuğunda ve şahitler evlilik akdi için mecliste hazır bulunduğunda söylenilen sözlerin evlilik niyetine yönelik olduğu anlaşılır.
· Nikâh akdi için her iki tarafın irade beyanını ifade etmesi mutlaka gereklidir. Buna göre, örneğin kadın îcâbda bulunsa erkek de kabul ettiğini beyan etmeden sadece fiilî olarak kadını alıp götürse bu nikâh geçerli değildir.
· Yazılı olarak ya da işaretle de tarafların irade beyanı mümkündür. Akdin tarafları birbirinden uzakta oldukları halde de mektup, elçi ya da kitle iletişim araçları yoluyla irade beyanını ortaya koyabilirler Ancak irade beyanını konuşarak gerçekleştirebilecek durumdaki tarafların, akit meclisindeyken bu beyanlarını konuşarak ifade etmeleri gerekir..
· Hanefîlere göre yazma bilen dilsiz, irade beyanını öncelikle yazı ile ortaya koymalıdır. Ancak yazı yazmayı bilmiyorsa işaret diliyle yaptığı beyan da geçerli olur. Cumhûr ise yazı yazmayı bilse bile dilsizin doğrudan işaret diliyle beyanda bulunabileceği görüşündedir.
· Nikâh akdinin tabiatı gereği evlilik akdinin gerçekleşebilmesi için ortada bir erkek ile bir kadının bulunması gerekmektedir. Buna göre henüz doğmamış bir kimsenin evlendirilmesi söz konusu olamaz. Ayrıca nikâh akdi, erkek ile kadının bilgisi olmadan tamamlanmış olmaz.
· Cumhura göre nikâhı akdetme yetkisi, evlenmek isteyen erkek ile evlenmek istediği kadının velisine aittir. Buna göre nikâhın oluşabilmesi için kadının velisi konumunda bulunan kimse, hem bu evliliğe rıza göstermeli hem de bizzat îcâbda bulunmalıdır. Veli nikâhı akdetmeden önce kadının rızasını da almak durumundadır.
· Hanefî mezhebine göre akdin tarafları evliliği söz konusu olan erkek ile kadındır. Veli ise nikâh akdinin bir rüknu değildir. Hanefîlerden İmâm Muhammed de cumhurun görüşündedir. Ona göre akıl bâliğ de olsa bir kadının nikâhının geçerli olabilmesi için velisinin rızası şarttır.
· Şeyhu’l-İslâm Ebu’s-Suûd Efendi zamanında kız kaçırma gibi hadiselerin artması ve çeşitli suiistimallerden dolayı İmam Muhammed’in görüşünün esas alınması ve imamların, kızın velinin rızası olmaksızın nikâh kıymamaları kararlaştırılmıştır.
· Bir kimse hem kadının velisi hem de erkeğin vekili olabilir. Bu durumda bir tek kişinin nikâhı akdetmesi durumu ortaya çıkabilir. Hanefîlere göre böyle bir durumda iki taraf adına îcâb ve kabûlde bulunma yetkisine sahip olan bir kimse nikâhı akdedebilir. Şâfiîler ise bir kimsenin her iki taraf adına nikâh akdedebilmesi için her iki tarafın da velîsi olmasını şart koşmaktadırlar. Örneğin, bir kimse velayeti altında bulunan torunu ile yeğeninin nikâhını akdedebilir. İmam Züfer’e göre bir kimsenin tıpkı bey’ akdinde olduğu gibi iki taraf adına akidde bulunması caiz değildir.
· Akitlerde dört çeşit şart vardır. Bunlar in’ikâd şartları, sıhhat şartları, nefâz şartları ve lüzûm şartlarıdır.
· Nikahın İn’ikâd şartları: Bir akdin kurulabilmesi için, rükunlarının taşıması gereken şartlardır. A. Akdin taraflarının tasarruf ehliyetine sahip olması: Akdi gerçekleştirecek kimsenin sözlü tasarrufta bulunacak ehliyete sahip olması gerekir. Bu ise tarafların âkil ve mümeyyiz olması ile olur. Buna göre akit yapamayacak kadar küçük olanlar ya da hastalık, uyku ya da sarhoşluk gibi hallerden dolayı akli melekelerini kullanamayan kimseler, nikâh akdinin tarafı olamaz. B. Müslüman bir kadının bir erkekle olan nikâh akdinin kurulabilmesi için erkeğin de Müslüman olması gerekir. C. Îcâb ve kabûl sahiplerinin birbirlerinin irade beyanının duyması ve anlaması d. Evlenecek kimseler arasında sürekli ya da kat’î bir evlilik engeli bulunmaması e. Evlenecek taraflardan birinin erkek diğerinin kadın olması (Kadınlık ve erkeklik özelliklerinden hangisinin daha baskın geldiği anlaşılamayan kimselere ise hünsâyı müşkil denir. Bu durumdaki bir kimse ile evlenmek caiz görülmemiştir.)
· Akdin Sîğasında (Îcâb ve Kabûl) Bulunması Gereken Şartlar a. Îcâb ile kabûlün aynı akit meclisi içerisinde gerçekleştirilmiş olması gerekir. b. Îcâbda bulunan kimsenin (mûcîb), karşı tarafın kabûlünden önce, îcâbından vazgeçmemiş olması gerekir. c. Kabûlün îcâba muhalif olmaması. Özellikle şart içeren irade beyanlarında bu husus önem arz etmektedir. d. Siğanın gelecek zamana ya da gerçeklemesi beklenilen bir şarta bağlanmaması. Kullanılan ifadeler, kullanıldığı andan itibaren tarafları karı koca niteliğine kavuşturacak kesinlikte (tencîz) olmalıdır. Terim olarak, irade beyanının gelecek zamana bağlanmasına izâfe; gerçekleşmesi beklenilen bir şarta bağlanmasına ise ta’lîk denir.
· Evliliğin maksadı taraflardan birinin geri durma hakkı bulunmayan şeylerdir. Buna göre “cinsel birliktelikte bulunma”, “karşılıklı miras hakkının doğması” evliliğin maksadıdır. Evliliğin muktezası ise evlilik akdi ile birlikte oluşan fakat feragat edilmesi mümkün olan haklardır. Örneğin mesken, nafaka vb haklarla ilgili olarak ileri sürülen şartlar evliliğin muktezası ile ilgilidir.
· Nikâhın maksadını ortadan kaldırmaya yönelik olarak ileri sürülen şartlar geçersizdir (bâtıl). Örneğin taraflardan birinin cinsel birliktelikte bulunmamayı ya da çocuk sahibi olmamayı şart koşarak evlenmeyi kabul etmesi halinde Hanefî ve Hanbelî mezheplerine göre akid geçerli, şart ise geçersiz olur. Şâfiî ve Mâlikî mezhebine göre ise bu durumda akid de geçersizdir.
· Evlenme akdinin maksadı ile değil de muktezası ile çelişen ve taraflardan biri lehine avantaj sağlayıp diğer tarafın haklarını daraltan şartlar konusunda da çeşitli yaklaşımlar vardır. Örneğin kadının şehir dışına gitmeme ya da taraflardan birinin belirli bir süre evli kaldıktan sonra boşanma şartını koşması, bu tür şartlardır. Hanefî ve Şâfiî mezhebine göre bu tür şartlar geçersiz, akid ise geçerlidir. Mâlikîler ise hem şartın hem de akdin geçersiz olacağını söylemektedirler. Hanbelî mezhebi ise bu tür şartların geçerli olduğunu ve yerine getirilmesi gerektiğini savunmaktadır.
· Nikâh Akdinin Sıhhat şartları: Bir akdin şer’î hükümlerinin oluşabilmesi için gerekli olan şartlardır. Bu şartlar olmadığı zaman, akid kurulmuş (münakid) olur ancak sahih olmaz. Bu durumda akid Cumhura göre batıl Hanefîlere göre fasid olur. Başka bir deyişle, Cumhura göre bu akit “yok” hükmündedir. Hanefîler ise eksik olan şartın yerine getirilmesi ile akdin geçerlilik kazanacağını kabul ederler.
· Sıhhat Şartları 1. Evlenecek kimseler arasında geçici ya da hakkında ihtilaf veya şüphe olan bir evlilik engeli bulunmaması Evlenecek kimselerin birbirileri için uygun bir evlilik “mahal”li olmaları gerekmektedir. Baldız ile olan evlilik, akdin rükunlarından kaynaklanan bir sebepten dolayı değil de rüknun dışında kalan arızî bir sebepten dolayı haram olduğundan dolayı, burada zikredilen şart, akdin in’ikad şartlarından değil sıhhat şartlarından sayılmıştır. Hanefî mezhebine göre, bu sıhhat şartının bulunmaması halinde nikâh fasid kabul edilmektedir. Cumhur ise bu nikâhı bâtıl saymaktadır.
· 2. İrade beyanının belirli bir zamanla sınırlandırılmamış olması: Buna göre bir kimsenin “bu şehirde kaldığım sürece senle evlenmeyi kabul ediyorum” şeklinde bir irade beyanında bulunması halinde yapılan nikâh sahih değildir. Bu şekilde yapılan nikâha mut’a nikâhıya da muvakkat nikâh denir.
· İmamiyye Şîa’sı Mut’a nikâhının caiz olduğu görüşündedirler. Onlara göre velînin izni olmaksızın ve şahitlerin bulunması şart koşulmaksızın Müslüman ya da kitabî kadınlarla, sürenin nikâh esnasında belirtilmesi şartıyla mut’a nikâhı yapılabilir. İmam Züfer, muvakkat nikâhın geçerli olacağını söyleyerek şu şekilde bir açıklama getirmiştir: Bu nikâh tıpkı geçersiz şartlar sürülen bir nikâha benzer. Dolayısıyla süre şartı geçersiz nikâh akdi geçerlidir. Ancak bu görüş genel kabul görmemiştir.
· 3. Taraflardan birinin ölümcül bir hastalığa yakalanmamış olması Bu şart Mâlikîler tarafından öne sürülen bir şarttır. Bu şart mirasçıların haklarını korumaya yöneliktir. Çünkü ölümcül hastalık esnasındaki bir kimse, evlenerek yeni bir mirasçının ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir.
· 4. Şahitlerin nikâha tanıklık etmesi: Nikâhın sahih olabilmesinin şartlarından biri de nikâh esnasında velî dışında iki şahidin bulunmasıdır. Mâlikî mezhebinde şahitlik konusu ‘aleniyet’ ile ilişkilendirilmiştir. ikâh konusunda çeşitli şüphelerin doğmamasını sağlamak olduğuna göre şahitlere, gerçekleştirmiş oldukları bu şahitliği başkalarına söylememelerinin tembihlenmesi halinde bu nikâh (nihâku’s-sir) sıhhatini yitirecektir. Çünkü bu durumda nikâhın aleniyetinin engellenmesi söz konusudur. Şahitsiz gerçekleştirilen bir nikâhın hükmü fesh olunmasıdır. Caferî mezhebinde nikâh akdi esnasında şahitlerin bulunması ve nikâhın aleniyet kazanması şart değildir.
· 5. Nikâh akdedenlerin hac ya da umre ihramında bulunmaması: Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre ihramda bulunan bir kimsenin nikâh akdetmesi halinde bu nikâh sahih olmaz. Hanefîler ise “ihrama giren kişi nikâh yapamaz” (Nesâî, Menâsik, 91.) hadisindeki nikâh lafzının lügavi anlamda kullanıldığını söyleyerek, ihramda bulunmamayı nikâh akdinin sıhhat şartları arasında saymamaktadırlar.
· 6. Mehir: Mâlikî mezhebine göre mehirsiz yapılan nikâh akdi sahih değildir. Ancak mehrin nikâh akdi esnasında belirtilmesi şart değildir. Cumhûr ise herhangi bir mehir belirlenmese ya da mehir ödenmese dahi nikâhın sahih olacağını ifade etmektedirler. Erkeğin, evlilik devam ederken ödemiş olduğu mehri boşanırken istemesi caiz olmaz. (Nisa Suresi-20) Mehir belirlenmiş fakat cinsel birliktelik gerçekleşmeden boşanma vuku bulmuşsa belirlenen mehrin yarısının ödenmesi gerekmektedir. (Bakara Suresi-237) Eğer taraflar mehir belirlemeden evlenmişler ve aralarında cinsel birliktelik gerçekleşmeden boşanmışlarsa herhangi bir mehir ödenmesi gerekli görülmemiştir. (Bakara Suresi-236) Herhangi bir mehir belirlemeden nikâhlanıp aralarında cinsel birliktelik vaki olduktan sonra boşanma meydana gelmişse erkeğin ödemesi gereken mehir, mehr-i misl’dir. Hanefîlere göre mehr-i misl belirlenirken kadının ailesindeki diğer kadınların mehir miktarları da dikkate alınmalıdır.
· Nikâh Akdi esnasında ödenen mehre, mehr-i muaccel, nikâh akdinden sonraki bir zamanda ödenmesi kararlaştırılan mehre ise mehr-i müeccel denilmektedir.
· 7. Akdin taraflarının nikâh konusunda karşılıklı rızasının bulunması Rızaya dayanmayan bir irade beyanı ile gerçekleşen nikâh akdi sahih değildir.
· 8. Evlenecek kimselerin belirli olması: Bütün akitlerde olan “malûmiyyet” şartı nikâh akdi için de geçerlidir. Buna göre birden fazla kızı olan bir velî, hangi kızının nikâhını akdettiğini belirtmelidir. Bu şart özellikle Şâfiîler ve Hanbelîler tarafından ileri sürülmüştür.
· 9. Velinin nikâh akdinde hazır bulunması: Bu şart Hanefîler dışındaki fakîhler tarafından ileri sürülen bir şarttır. Çünkü onlara göre velî akdin rükunlarından biri olup, Kızın velîsinin rızası olmadan gerçekleştirilen nikâh akdi sahih değildir. Velînin makul ve meşru bir sebep olmaksızın kızın gerçekleştirmek istediği evliliğe izin vermemesine “udl” denir. Bu durumda, yargı yoluyla bu kişiden velâyet hakkı alınabilir. Ancak velâyet sıradaki velîye değil yargıya geçer.
· Nikahın Nefâz şartları: Nefaz, geçerlilik demektir. Nefâz şartları ise, bir akdin sahih bir şekilde akdedildikten sonra, hukukî sonuçlarının bilfiil ortaya çıkması için gerekli olan şartlardır. Bu şartları taşımayan bir akid, mevkûftur.
· 1. Tarafların ehliyyetinin tam olması Tarafların akıllı ve buluğa ermiş olmaları esastır.
· 2. Daha yakın bir velî varken uzak velînin nikâh akdetmemesi: Hanefîlere göre, velînin rızasının dikkate alınması gereken durumlarda evlenecek kişinin daha yakın bir velisi varken uzak bir velisinin rızasının yeterli görülmemesi gerekir. Buna göre bir kimsenin babası varken amcasının rızası yeterli görülmemiştir. Hanefîler bu şartı nefâz şartlarından sayarlarken Şâfiîler veHanbelîler sıhhat şartlarından saymışlardır. Hanefîlere göre bu durumun telâfisi mümkündür. Şâfiî ve Hanbelî düzeltilmesi mümkün değildir. Nikahın baştan sıhhatine uygun olarak yapılması gerekir.
· 3. Vekil ile müvekkilin vekâlet konusunda ihtilaf etmemesi: Vekâlet yoluyla gerçekleşen evliliklerde vekilin vekâlet sınırlarını aşması ve vekâleti verenin kabul etmediği bir akitte bulunması halinde bu akit nâfiz olmaz. Nâfiz olmayan akdin hükmü ise mevkuf olmasıdır.
· 4. Erkeğin, velisiz olarak gerçekleştirdiği bir evlilikte reşîd olması: Bu şart Mâlikîlerin öne sürdüğü bir nefâz şartıdır. Buna göre bir erkek bülûğa erdikten sonra velîsinin izni olmadan da evlenebilir. Eğer rüşdü haiz değilse akdettiği nikâhın geçerliliği velisinin iznine bağlıdır.
· 5. Nikâhı akdedenin fuzûlî olmaması: Hanefî ve Mâlikîlere göre, nikâh akdetme konusunda tarafların biri adına hareket etme yetkisi bulunmayan bir kimsenin gerçekleştirdiği nikâh nafiz değildir. Bu akdin geçerliliği fuzulînin yetkisiz olarak temsil ettiği kimsenin bu akdi kabul etmesine (icâzetine) bağlıdır. Şâfiî ve Hanbelîler ise fuzûlînin bu tasarrufunun hiçbir geçerliliği olmadığı kanaatindedirler.
· Nikahın Lüzûm şartları: Akdin varlığını ve hukuki sonuçlarını devam ettirebilmesi için gerekli olan şartlardır. Lüzum şartlarını taşımayan bir akid “câiz” akid ya da “gayr-ı lazım” akid olarak isimlendirilir. Bu durumdaki birakid, fesh edilebilir.
· Nikâh akdinin lüzum şartları şunlardır: 1. Ehliyeti olmayan ya da eksik olan kimseleri evlendiren velinin baba ya da dede olması lazımdır. Delilik ya da bunama gibi sebeplerle akit gerçekleştirebilme ehliyetini tamamen kaybetmiş ya da yaşının küçük olmasından dolayı ehliyeti eksik olan kimseleri evlendirmek durumunda olan velinin evlenecek kimsenin babası ya da dedesi olması gerekir. Zira baba ve dedenin velayeti mücbir kabul edilmektedir (velâyet-i mücbire). Hanefîlerden İmam Ebu Hanife ile İmam Muhammed bu görüştedirler. İmam Ebu Yusuf ise veliler arasında böyle bir ayrım yapmamakta ve bütün velilerin mücbir velâyete sahip olduğunu söylemektedir.
· 2. Kefâet: Hanefî mezhebine göre akıl baliğ bir kadın, velisinin izni olmadan evlenebilir. Ancak veli, kız ile evlendiği erkek arasından nesep, zenginlik, sosyal statü ve yaş bakımından bir denklik ya da uygunluk (Kefâet) görmüyorlarsa, yargı nezdinde bu akdin fesh edilmesi talebinde bulunabilirler. Ancak nikâhın fesh edilmesi konusunda talepte bulunma, evlenen kızın asabe cihetinden velilerine aittir. Asebe cihetinden veliler ise baba, babanın babası, amca ve kardeş gibi evlenen kız ile olan akrabalık silsilesi içerisinde bir kadın bulunmayan velilerdir. Diğer mezheplerde bu durumdaki mecnun olan bir kız, aklı başına geldiğinde, cünun halindeyken velisi tarafından evlendirildiği kişinin kendisine denk ve uygun olmaması gerekçesi ile nikâhın fesh edilmesini isteyebilir.
· 3. Velinin razı olmadığı nikâhlarda mehir miktarının mehr-i mislden az olmaması: Akil ve baliğ olan bir kadının velisinin rızası dışında evlenmesi durumunda veli Kefâet açısından nikâhın fesh edilmesini talep edebileceği bir eksiklik göremiyorsa, bu nikâhın fesh edilmesini kıza verilen mehrin yeterli olmamasından dolayı da talep edebilir. Bu lüzum şartı İmam Ebu Hanife tarafından ileri sürülmüştür. Ancak koca mehri, mehr-i misle ulaşacak miktarda arttırırsa fesh söz konusu olmaz.
· 4. Erkeğin fizyolojik açıdan evliliğin gereklerini yerine getirebilecek durumda olması: Ehliyeti olmayan ya da eksik olan bir kızın veli tarafından evlendirilmesi halinde, eğer kız erkekte bulunan fizyolojik eksiklerden rahatsız ise bu nikâhın feshi için yargıya talepte bulunabilir.
· İslam hukukuna göre objektif şartları taşıyan bir nikâh akdi hukukî olarak geçerlidir. Bu nikâhı gerçekleştiren merciin niteliği, dini bilgisi, nikâh akdi esnasında herhangi bir dua okunup okunmamasının nikâhın gerçekleşmesi üzerinde olumsuz bir etkisi bulunmamaktadır.
· Nikâh hem dini hem de dünyevi sonuçlara sahip bir akittir. Evlilik akdini “ibadet” kılan şey, nikâh akdinin seromonik yapısı değil; akti gerçekleştiren kişilerde bulunan “İslamî bir aile oluşturma” niyetidir. Taraflar bu niyeti taşırlarsa Allah’ın rızasına uygun bir iş yapmaya çalıştıkları için sevap kazanırlar ve yapılan evlilik ibadet anlamı taşır.
· Şiğâr, bir kişinin velâyeti altında bulunan kızı bir başkası ile evlendirmesi ve bunun karşılığında kendisinin de o kimsenin velayeti altında bulunan kızla evlenmesidir. Şiğâr nikâhında, taraflar birbirlerinden ayrıca bir mehir talep etmemekte ve böylece iki kız birbirinin mehri sayılmaktadır. Böylece kızlar birbirlerine bedel olarak karşı tarafla evlendirilmiş olmaktadır. Bu nikâh şekli, halk arasında “bedâil” ya da “bedel” nikâhı olarak da bilinmektedir. Türkiye’de de zaman zaman rastladığımız ve “berdel nikâhı” diye isimlendirilen nikâh bu uygulamanın bir örneğidir.
· Evlilikle birlikte kazanılan müşterek haklar şunlardır: 1. Cinsel birlikteliğin (istimtâ’) helal hale gelmesi (Müminin Suresi 5-6) 2. Sıhriyetten dolayı evlilik engellerinin oluşması: Nikâh akdinin tamamlanması ile birlikte kocanın, eşinin usulü ile evlenmesi haram hale gelmektedir.
· 3. Eşlerin birbirine mirasçı olması: Akdin tamamlanması ile birlikte eşler birbirine mirasçı hale gelir. Bunun için cinsel birliktelik yaşamaları şart değildir. Örneğin, kadın vefat ederse ve füruundan mirasçısı yok ise koca, kadının mirasının yarısını alır. Kadının füruundan bir mirasçı bulunması halinde erkek mirasın dörtte birini alır. Kocanın vefat etmesi halinde ise eğer füruundan mirasçısı yok ise kadın mirasın dörtte birini alır. Kocanın füruundan mirasçı varsa, kadının alacağı miktar sekizde birdir.
· 4. Tarafların birbiriyle güzel geçinmesi: Bu kavram, Kur’an-ı Kerîm’de “maruf ile muaşerette bulunmak” şeklinde ifade edilmektedir. (4. Nisâ, 19)
· 5. Hayır ve Allah’a itaat konusunda yardımlaşmak: İslam’da aileye büyük önem verilmesinin sebebi, işte bu amaçtır. Hz. Peygamber bir hadiste şöyle buyurur: “Allah’ın rahmeti, gece kalkıp namaz kılan ve hanımını uyandırarak onun da namaz kılmasını sağlayan kişiye olsun.” (Ebu Davud, Tatavvu’, 18.)
· 6. Kadın için mehir: Daha önce de belirtildiği üzere nikâh akdinin erkeğe getirdiği yükümlülüklerden biri de mehirdir.7. Kadın için nafaka: Akdin tamamlanması ile birlikte tarafların birlikte yaşamaları gerekir. Nikâh akdi kıyıldıktan sonra tarafların kendilerini evlilik birlikteliğinden geri tutmaları caiz olmaz.
· Çocukların Kazandığı Haklar 1. Hayat hakkı: Anne babanın çocuklarının hayatını ellerinden geldiğince korumaya çalışmaları çocuklarına karşı görevlerindendir. Bu görev hamilelik döneminden itibaren başlar. Bu nedenle hamilelik gerçekleştikten sonra bir ceninin düşürülmesi caiz değildir.
· 2. Güzel bir isimle isimlendirilmek: Çocukların hayatları boyunca, incitilmeden, kınanmadan taşıyabilecekleri bir isimle isimlendirilmeleri en tabiî haklarıdır.
· 3. Erkek çocukların sünnet edilmesi: Erkek çocukların sünnet edilmesi de anne babanın vazifelerindendir. 4. Kulağına ezan okunması: Çocuk doğduğunda kulağına ezan okunması müstehaptır. Hanefî mezhebinde çocuğun sağ kulağına ezan sol kulağına ise kamet okunması müstehap kabul edilmiştir.
· 5. Akika kurbanı kesilmesi: Akika, doğan çocuk için hem bir şükür vesilesi olarak hem de dost ve hısımların davet edilmesi suretiyle ilişkilerin pekiştirilmesi için bir hayvan kesilerek ziyafet verilmesi anlamına gelmektedir. Akika kurbanı kesmek sünnet kabul edilmiştir. Bu kurbanın mümkün mertebe çocuğun doğmasından itibaren ilk yedi gün içerisinde kesilmesi sünnettir.
· 6. Nesep hakkı: Bir çocuk doğduktan itibaren anne babasına nisbet olunur. Bir kimsenin evladını her ne sebeple olursa olsun evlatlıktan reddetmesi ve onu nesepten kaynaklanan haklarından mahrum etmesi söz konusu değildir.
· 7. Süt emme hakkı: Sütten kesilme yaşına gelinceye kadar bebeğin süt emmesi gerekmektedir. Bunun anne tarafından yerine getirilmesi gerekir. Annenin bir maruzatı varsa babanın, bir sütanne bularak çocukların süt emmesini sağlaması gerekmektedir.
· 8. Sevgi ve şefkat: Anne babanın sahip oldukları çocuklarına sevgi ve şefkat göstermeleri en temel görevlerindendir. 9. Çocukların gereken eğitimi almasının sağlanması: Özellikle temel dinî bilgiler öğrenmek çocuğun temel haklarından sayılmıştır. Buna ibadet etmeyi ve Kur’an-ı Kerim’i okumayı öğrenmek de dâhildir.
· 10. Nafaka: Çocukların yeme içme ve barınma gibi ihtiyaçlarının karşılanması da temel bir görevdir. 11. Çocuklar arasında ayrımcılık yapılmaması: Çocuklar arasında çeşitli açılardan ayrımcılık yapılmaması gerekir. “Allah’tan sakının ve evlatlarınız arasında adaletli davranın. (Beyhakî, Hibât, 9.)
· 12. Miras: Çocuklar vefat eden anne babalarının miraslarını alma hakkına sahiptirler. Bu miras oranları Kur’an’da açıkça bildirilmiştir. Miras bırakan kimsenin, vasiyet yoluyla bu miras oranlarını değiştirme hakkı yoktur. Yani mirasçılarından bazılarına hak ettikleri miktardan daha fazla ya da daha az miras vasiyet etmeleri söz konusu değildir. Vasiyet mirasın üçte birini aşmamak kaydıyla varisler dışındaki kimselere bırakılır. Aynı şekilde kişinin, varislerini mirasından mahrum etmek maksadıyla yapacağı tasarruflar da geçersiz sayılmıştır.

İSLAM AİLE HUKUKUNDA EVLİLİĞİN SONA ERME SÜRECİ
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] İslam Aile Hukukunda evlilik, en genel anlamda iki şekilde sona ermektedir. Bunlardan ilki evlenme konusunda irade beyanı bulunan eşlerin evliliği sona erdirmek istemesi neticesinde herhangi bir yargı sürecine gerek duyulmaksızın gerçekleştirdikleri ayrılıktır. İkincisi ise ayrılma konusunda çeşitli anlaşmazlıklar yaşayan eşlerin yargıya başvurması ve evliliğin yargı yoluyla sona erdirilmesidir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Eşlerin birbirinden ayrılma şekillerini en geniş şekilde karşılayan kavram ‘müfarakât’ kelimesidir. Çünkü müfârakât kavramı, talâk yanında diğer ayrılma şekillerini de kapsamaktadır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Yargı kararı olmaksızın gerçekleşen ayrılık şekilleri şunlardır: - Talâk - Muhâlaa (Hul’) - Zıhâr - Îlâ - Liân - Ölüm
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Talâk, kelime olarak serbest bırakmak, bağı çözmek, göndermek gibi anlamlara gelmektedir. Bir kavram olarak talâk, nikah bağının çözülmesi ve evlilik ilişkisinin sona erdirilmesi demektir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Bir talakın sünnî talâk olabilmesi için; - Boşanan eşin hamile olması ya da içerisinde cinsel birliktelik yaşanmayan bir temizlik döneminde olması - Bu temizlik döneminin öncesindeki hayız döneminde bir talâkın olmaması - Bir seferde üç boşamanın birden yapılmaması.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] İmâm Mâlik ve Zâhirîler, eşini hayız esnasında boşayan erkeğin, tekrar eşine dönmesi (ric’at) gerektiğini söylemektedirler. İmâm A’zam, Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel’e göre ise kocanın ric’at etmesi müstehaptır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Cumhûra göre, hayız esnasında vukubulan bid’i talak her ne kadar sünnete uygun olmasa da geçerlidir. Yani bu şekilde gerçekleştirilen boşama, üç boşama hakkından birinin eksilmesine sebep olmaktadır. Hanbelî mezhebinden İbn Teymiyye ise mezhebin genelgörüşünden farklı olarak bid’î talâkın hiçbir şekilde geçerli olmadığını söylemektedir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Mutlak Talâk: Boşanma iradesinin herhangi bir kayda ya da şarta bağlanmaksızın doğrudan doğruya ifade edilmesi ile meydana gelen talaktır. Bu talaka “müneccez talâk” da denir. Müneccez talâk, sonucunu ve hükmünü derhal ifade eden talâk demektir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Mukayyed Talâk: Boşanma iradesinin, bir şarta ya da kayda bağlanması ile gerçekleşen boşanmaya mukayyed talâk denir. Boşanma iradesinin gelecek zamana bağlanması (izâfe) halinde boşanma, belirtilen zaman geldiği andan itibaren gerçekleşmiş olur. Boşanma iradesinin belirli bir hadisenin gerçekleşmesine bağlanması (ta’lîk) halinde de hüküm aynıdır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Hanefîlerin Mâlikîlerin ve Hanbelîlerin bulunduğu fakihlerin çoğunluğu, talak üzerine yapılan bu yeminlerin muteber olduğunu belirterek, kişinin yemin ettiği şeyi gerçekleştirmemesi halinde boşanmanın gerçekleşeceğini söylemişlerdir. Şâfiîler, Hanbelîlerden İbn Teymiyye ve öğrencisi İbn Kayyım el-Cevziyye bu tür bir yemine aykırı davranılması halinde talakın gerçekleşmeyeceği ancak yemin keffaretinin gerekli olacağı görüşündedir. İbn Hazm ise böyle bir ifade kullanan kimsenin, yemin keffaretinin de gerekli olmayacağını söylemektedir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Ric’i talaktan sonra taraflar evliliklerini sürdürmek isterlerse yeni bir nikah akdine ya da mehre ihtiyaç olmadan evliliklerine dönebilirler. Bu dönüş, sözle ya da cima ile gerçekleşir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Ric’î talâktan sonra iddet süresinin tamamlanması ile birlikte bu talâk, ric’î olmaktan çıkıp kesin bir ayrılık ifade eden bâin talâka dönüşür. Bundan sonra taraflar yeniden birleşmek isterlerse, yeni evlenen çiftler gibi yeni bir nikah akdine ihtiyaç duyarlar. Bu şekildeki bir bain tâlâk, kesin bir ayrılığı ifade eder.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Hanefî mezhebinde kinayeli ya da mübalağalı lafızlarla yapılan talâklar da bâin sayılmaktadır. Kinayeli ya da mübalağalı lafızlarla gerçekleştirilen talâk diğer mezheplere göre ric’î sayılmaktadır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Bir evlilik gerçekleştikten sonra bu evli çiftin toplam üç boşanma hakkı vardır. Üçüncü talâktan sonra tarafların yeniden evlenebilmeleri çok güçleşmektedir. Bu talâka, kesin talâk anlamında “talâku’l-bette” de denir. Üç defa boşanmış olan kadına da “mebtûte” denir. Kadının, herhangi bir uzlaşma (muvâzaa) olmaksızın, normal bir şekilde başka bir kişi ile evlenmesi ve bu evliliğinin normal bir şekilde sona ermesi halinde daha önce üç defa boşanmış olduğu kişi ile yeni bir akitle evlenmesi mümkün olabilir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Evlenen bir çiftin, aralarında herhangi bir cinsi münasebet olmaksızın boşanmaları halinde gerçekleşen talâk da bâin talâktır. (Ahzab-49) Boşanmanın, kadının ödeyeceği bir mal karşılığında olması (muhâlaa) halinde bu boşanma, bâin bir talak olmaktadır. Bâin sayılan talâklardan biri de evliliğin yargı yoluyla sona erdirilmesidir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Bâin talakla boşanan eşe eşin nafakası için; Hanefîlere, göre erkeğin iddet süresince mesken masrafıyla yeme içme ve giyim gibi nafakalarını karşılaması gerekir. İddetin bitmesi ile bu yükümlülük sona erer. Ancak kadın hamileyse, hamilelik süresince nafakasının karşılanması erkeğin yükümlülüğündedir. Şâfiîlere, Mâlikîlere ve Hanbelîlere göre erkek bâin talakla boşadığı eşinin iddet dönemindeki nafakasını ve mesken masraflarını karşılamak zorunda değildir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Muhâlaa kadın açısından bedelli mübadelelerden (muâvadât) sayılmıştır. Erkek açısından ise şarta bağlanmış bir yemin olarak kabul edilmiştir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Şâfiîlere ve Mâlikîlere göre kadının ödemeyi kabul ettiği bu bedelin bir alt sınırı ya da üst sınırı yoktur. Hanefîler ise muhâlaa bedelinin mehir bedelinden daha fazla olmasını mekruh saymışlardır. Hanefîlere göre, eğer erkek evlilik huzurunu bozan davranışlar içerisindeyse muhâlaa için bir bedel alması mekruh olur.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Kadın, Muhâlaa’da kendisine verilen mehrin tamamını geri vermeyi kabul ederse buna hul’ denir. Eğer kadın mehirden daha azbir bedel vermeyi kabul ederse, bu “sulh” diye isimlendirilir. Miktarın daha fazla olması durumunda ise verilen bedele “fidye” denir. Eğer kadın kocasından alacağı bir hak olup da bu hakkını almaktan vazgeçerse, buna da “mübâree” denir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Alimlerin çoğunluğuna göre muhâlaa ile gerçekleşen ayrılık bâin bir talâktır. Ebû Hanîfe ve İmâm Mâlik de bu görüştedir. İbn Hazm’a göre ise bu talakın ric’î ya da bâin olması kaçıncı talak olduğuna göre değişir. Yani eğer muhâlaa ile gerçekleşen talak, evlilik esnasında yaşanan ilk ya da ikinci talak ise bunlar ric’î talâktır. Bu talâk üçüncü ise, bâin bir talâktır. Dâvud ez-Zâhirî muhâlaayı talak değil de fesih olarak kabul etmiştir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Evli bir çift arasında gerçekleştirilen muhâlaanın talak sayılması halinde, bu talak çiftin sahip olduğu üç talak hakkından birinin eksilmesi sonucunu doğurur. Muhâlaanın fesih sayılması halinde ise bu ayrılık, üç talak hakkından birinin eksilmesi sonucunu doğurmaz.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Zıhâr kelimesi “sırt” anlamına gelen “zahr” kelimesinden türetilmiştir. Bir erkeğin, eşine “sen, bana annemin sırtı gibisin diyerek” onunla bir daha cinsel birliktelikte bulunmak istemediğini ifade etmesine zıhâr denir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Zıhâr, neticesinde iki hüküm meydana gelmektedir. Bunlardan ilki, zıhâr keffareti yerine getirilinceye kadar cinsel birlikteliğin haram oluşudur. İkinci hüküm ise zıhâr keffaretinin yerine getirilmesidir. zıhâr keffâreti şu şekildedir: - Bir köle azâd etmek - Köle azâd etmeye gücü ve imkanı olmayanların iki ay aralıksız oruç tutmaları - Oruç tutmaya gücü yetmeyenlerin altmış yoksulu bir günlük doyurması.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Hanefîlere göre kişi anne yerine “teyze” gibi evlenilmesi haram olan kadınlardan herhangi birini zikrettiğinde de zıhâr gerçekleşir. Cumhura göre ise zıhâr sadece annenin zikredilmesi halinde gerçekleşir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Hanbelîlere göre kadının yaptığı zıhâr dikkate alınır. Kadının zıhârından sonra erkek kadın ile cinsel birliktelikte bulununca kadının zıhar keffaretini yerine getirmesi gerekir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Îlâ, dilde, bir kimsenin bir şey yapmayacağına dair yeminde bulunması anlamına gelmektedir. Kelimenin ıstılâhi anlamı ise bir kimsenin, eşi ile cinsel birliktelik kurmayacağına dair Allah adını anarak yemin etmesidir. îlâ’da bulunan erkeğe, evliliğe dönmek (fey’e) ya da karısını boşamak arasında bir tercihte bulunması için Bakara, 226-227 ayetten ötürü dört aylık bir mühlet verilmiş olmaktadır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] İmâm Mâlik’e göre bir kimse yemin etmeksizin, herhangi bir mazereti olmaksızın eşi ile birlikte olmayı terk etse, bu durumda îlâ hükümleri geçerli olur. Cumhûr ise bu durumda îlâ hükümlerinin uygulanmayacağı kanaatindedir. Yeminin dört aydan daha kısa bir süre için olması halinde îlâ gerçekleşmiş olmaz.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Hanefîlere göre, dört aylık süre boyunca koca yemininden dönmez ve bu süre tamamlanırsa îlâ talâkla sonuçlanmış olur. Kocanın boşama iradesini beyan etmesine gerek duyulmaz. Cumhûra göre ise dört aylık sürenin bitmesi ile doğrudan talâk gerçekleşmez. Dört aylık sürenin sonunda îlâ’da bulunan kimseye evliliğe devam etmeyi kabul etmekle eşini boşamak arasında derhal bir tercihte bulunması söylenir. İmâm Şâfiî’ye göre îlasından vazgeçenler için her hangi bir keffaret yoktur. Cumhûra göre ise yemin kefareti gerekir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Liân kelimesi, lanet kökünden gelmektedir. Lanet ise bir kimsenin Allah’ın rahmetinden uzak olması için beddua etmek demektir. Liân, bir erkeğin eşini zina ile suçladığında ya da eşinin doğurduğu çocuğun kendisinden olmadığını iddia ettiğinde, eşlerin doğru söylediklerine dair hakim karşısında dörder defa yeminli şahitlikte bulunmaları ve lanetleşmeleri ile olur. Lian’ın nasıl yapılacağı ayrıntılı bir şekilde Kuran-ı Kerimde izah edilmiştir. (Nûr 6-9. Ayetleri) Liânla birlikte karı koca arasında artık bir ayrılık gerçekleşir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Erkek liânda bulunmaktan kaçınırsa, cumhûra göre, namusa iftira eden bir kimse (kâzif) sayılır ve hakkında kazf hükümleri uygulanır. İmâm-ı A’zam’a göre ise bu kimseye kazf haddi uygulanmaz. Bu durumdaki bir kimse liânı kabul edinceye ya da asılsız bir iddiada bulunduğunu itiraf edinceye kadar hapsedilir. Liânla birlikte erkekten kazf, kadından ise zinâ haddi düşer. Liândan sonra erkeğin çocukla olan nesep ilişkisi yargısal olarakkalkar.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Liânla birlikte karı koca arasında bir ayrılık gerçekleşir. Bu ayrılık, Hanefîlere göre bâin bir talâktır. Diğer üç mezhep ise liân ile gerçekleşen ayrılığın talâk değil, fesih olduğunu söylerler. Cumhûr, liân ile ayrılan kişilerin bir daha evlenemeyeceklerini kabul etmektedir. İmâm Ebû Hanîfe ile İmâm Muhammed ise liânın bir tür bâin talâk olduğunu söyleyerek tarafların daha sonra yeniden evlenmelerini caiz kabul etmişleridir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Ayb, erkekte ya da kadında evliliğin gerekliliklerini yerine getirmeye engel olan bedenî ya da aklî bir noksanlık bulunması demektir. Evlilik öncesinde bilinmeyen, ancak evlilik sonrasında fark edilen ve tarafların cinsel birliktelik yaşamalarını engelleyen haller yargıç tarafından bir ayrılık sebebi olarak değerlendirilebilir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Kusur sebebiyle gerçekleştirilen tefrîk, Hanefî ve Mâlikî mezheplerine göre bâin talâk sayılır. Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre ise bu tefrîk, talâk değil fesihtir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre cinsel birleşmeyi engelleyen durumlar dışında kalan cüzzam, alaca gibi cilt hastalıkları verem gibi ağır hastalıklar da ayrılmak için şikayet konusu olabilmektedir. Hanefîlerden İmâm Ebû Hanîfe ve İmâm Ebû Yûsuf’a göre nikahın feshedilmesi talebi ancak cinsel hayatı olumsuz etkileyen kusur ve hastalıklardan dolayı olabilir. İmam Muhammed ise kadının ise erkekte cinsel birleşmeyi engelleyen kusur veya hastalıkların bulunması ya da birlikte yaşamayı imkansız hale getiren başka hastalıkların bulunması gibi sebeplerle yargıya başvurma hakkı olduğunu belirtmektedir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] İmâm Muhammed her ne sebeple olursa olsun erkeğin nikahın sonlandırılması için yargıya başvurma hakkının olmadığını bunun yerine talâk hakkını kullanması gerektiğini söylemektedir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Mâlikî mezhebine göre cinsel birliktelik gerçeklememiş ise kadının, mehrin ödenmemesinden dolayı yargı nezdinde nikahın fesh edilmesi talebinde bulunma hakkı vardır. Şâfiî mezhebinde daha çok kabul gören (ezhar) görüş de bu yöndedir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Kocanın, maddi gücünün yetersizliğinden dolayı eşinin nafakasını karşılayamaması, Hanefîlere ve Zâhirîlere göre tefrik için geçerli bir sebep değildir. Hanefîlere göre budurumda kadının yapması gereken şey, yargıya başvurarak evli olmadan önce nafakasını ödemek durumunda olan (ör: babası) kimselerden kocası adına borç alma yetkisi elde etmektir. Şâfiîlere göre ise bu durumda kadının yargı yoluyla ayrılma talebinde bulunma hakkı vardır.Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre kadın tefrik talebinde bulunabileceği gibi kocası adına borçlanma yetkisi elde etme talebinde de bulunabilir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Mâlikîlere göre hakimin tefrik kararı vermesi halinde bu ayrılık ric’î bir talak hükmündedir. Şâfiîler ve Hanbelîler göre ise bu ayrılık talâk değil nikahın fesh edilmesidir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Şiddetli geçimsizlik Kur’ân’da da geçen “şikâk” kavramı ile ifade edilmektedir. Şikâk, kelime olarak iki şeyin birbirinden ayrılması anlamına gelmektedir. Şiddetli geçimsilik halinde doğrudan doğruya evliliğin sona erdirilmesi yerine öncelikle yaşanılan soruna bir çözüm aranması daha doğru bir yoldur.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Şiddetli geçimsizlikte arayı düzeltmek için seçilen hakemler hakkında; İmâm Mâlik’e ve Hanbelîlerin çoğunluğuna göre hakemlerin tefrik kararı, evliliğin sona ermesi için yeterlidir. Bu konuda ayrıca bir yargı kararına gerek duyulmaz. Hanefîler, Şâfiîlerin çoğunluğu ve Zâhirîler ise hakemlerin işinin sadece arayı düzeltmekten ibaret olduğunu söyleyerek evliliği sona erdirme konusunda herhangi bir yetkiye sahip olmadıklarını savunmaktadırlar.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Gâiplikten maksat, kocanın hayatta olmasına hatta bulunduğu yerin bilinmesine rağmen eşiyle birlikte yaşadığı evden uzun süre ayrı kalmasıdır. Evinden uzak olan erkeğin, durumu bilinmiyorsa yani kendisinden herhangi bir haber alınamıyorsa, nerede olduğu ya da hayatta olup olmadığı bilinemiyorsa bu durumdaki kişiye gâip değil mefkûd (kayıp) denir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Kadının gâip olması halinde erkek eğer mağduriyet yaşıyorsa ve bu evliliği sürdürmek istemiyor ise gıyaben boşamada bulunabilir. İmâm Mâlik ile Ahmed b. Hanbel’e göre erkeğin uzun süre gâip olması halinde kadın evliliğin sona erdirilmesi için yargıya başvurabilir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Mâlikîlere göre dava açabilmek için erkeğin gaipliğinin en az bir yıl sürmesi gerekir. Ahmed b. Hanbel’e göre ise bu süre altı aydır. Hanbelîler, bu süreyi Hz. Ömer’in uygulamasına dayandırmışlardır. Zira Hz. Ömer askerlerin sefer süresini altı ay olarak belirlemiştir. Ancak rızık temin etmek ya da hac yolculuğuna çıkmış olmak gibi geçerli mazeretler nedeniyle gerçekleşen gâiplik Hanbelîlere göre bir tefrîk gerekçesi sayılamaz.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Mâlikîler gâiplikten dolayı gerçekleşen tefrîki, bâin talak hükmünde görürlerken, Hanbelîler bu tefrîkin bir fesih olduğunu söylerler. Şâfiîlere göre gâiplik, tefrik sebeplerinden biri değildir. Hanefîler aralarında cinsel birliktelik yaşanmış olan evli bir çift için gâiplik nedeni ile tefrîkin mümkün olamayacağını söylemektedirler.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Cumhûra göre hapiste bulunmaktan kaynaklanan gâiplik hiçbir şekle bir tefrîk nedeni sayılamaz. Bu hapis süresinin uzun olması da durumu değiştirmez. Mâlikîler, hapis nedeniyle gerçekleşen gâiplikten dolayı kadının tefrîk talebinde bulunma hakkı bulunduğunu söylemektedirler.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Hayatta olma ihtimali yüksek olan mefkûd: Hac ve ilim seyahati gibi nedenlerle uzun süre kendisinden haber alınamayan kimselerin hayatta bulunma ihtimali ölmüş olma ihtimallerinden daha yüksektir. Ebû Hanîfe, İmâm Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel’e göre bu kimse, öldüğü kesinleşinceye ya da akranları vefat edinceye hayatta sayılır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Hayatta olmama ihtimali yüksek olan mefkûd: Birden bire yok olan hayatta kalma ihtimali düşük olan kişidir. Ahmed b. Hanbel’e göre bu durumda kadın dört yıl bekledikten sora, mefkudün vefatına hükmedilir. Hanefîler ve Şâfiîler ise hayatta olma ihtimali fazla olan mefkûd ile az olan mefkûd arasında herhangi bir ayrım yapmazlar.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Malikilere göre mefkud; barış esnasında kaybolmuşsa hakim kadının kocasından ayrıldığına hükmetmek için dört yıl beklemek zorundadır. Müşrik bir düşmanla yapılan savaşta esir düşmüş ve kedisinde haber alınamıyor ise Mâlikî mezhebine göre, kocanın vefat ettiği kesinleşinceye ya da koca akranlarının vefat yaşınagelinceye kadar tefrîk gercekleştirilmez.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Mefkûdün öldüğüne karar verildiğinde eşinin dört ay on gün iddet beklemesi gerekir. Ancak iddet bekledikten sonra mefkudün hayatta olduğuna dair bilgi alınırsa ya da mefkûd evine ve yurduna dönerse, yeni bir nikah akdine gerek olmaksızın evlilik devam eder.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] İddet kelimesi, Arapçada saymak anlamına gelmektedir. Bir kavram olarak iddet, bir kadının, evliliği sona erdikten sonra başka bir kimse ile evlenmesinin helal olabilmesi için beklemesi gereken süreye denir. İddet beklemek farzdır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Nikah akdi gerçekleştikten sonra, kadın kocası ile cinsel birliktelik yaşamadan boşanmış ise yeni bir evlilik yapabilmesi için iddet beklemesine gerek yoktur.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Vefat nedeniyle olmayan boşanma ve ayrılıklarda, hayız gören kadın Hanefî mezhebine göre üç adet süresi beklemelidir. Diğer üç mezhep ise “kur’” lafzının hayzı değil de iki hayız arasındaki temizlik süresini ifade ettiğini düşünmektedir. Kocası vefat eden kadının iddet süresi dört ay on gündür. (Bakara suresi 234. Ayet)
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Kadının, kocasının vefatının ardından tutması gereken bu mateme hidâd veya ihdâddenir. Bu kelimeler, engel koymak ve sınır çekmek anlamına gelen “had” kelimesinden türetilmiştir. İhdâd, kadının sürme çekmek, koku sürünmek, ziynet takmak gibi kocasının hatırasına saygısızlık olarak anlaşılabilecek davranışlardan uzak durması şeklindedir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] İkinci olarak, menopoz vb. nedenlerle adet görmeyen kadın boşandığında üç ay iddet bekler. Hamile bir kadın, her ne şekilde olursa olsun, eşinden ayrıldığında doğum yapıncaya kadar iddet bekler. (Talâk suresi 4.Ayet)
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Bir kadının, hayız ve nifâs kanı olmaksızın rahminden kan gelmesine istihâze denir. Bu durumdaki kimseye ise müstehâze denir. Çok değişken bir adete sahip kadın için, kanın hayızdan dolayı mı yoksa istihâzeden dolayı mı olduğu anlaşılamıyorsa, tıpkı menopozdaki kadın gibi iddet süresi üç ay olarak takdir edilir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.gif[/IMG] Hayza göre hesaplanan iddet, iki durumda aya göre hesaplanır. Bu iki durumdan ilki, ric’i talaktan dolayı iddet bekleyen bir kadının, kocasının vefat etmesi halinde gerçekleşir. İkinci durum ise hayza göre iddet beklerken hayızdan kesilen kimsenin durumudur.
İSLAM BORÇLAR HUKUKUNDA MAL VE MİLKİYET/MÜLKİYET
o Mâl kelimesinin kökeni konusunda dilbilimciler farklı iki görüş ileri sürmüşlerdir. Bunlardan ilki mâl kelimesinin “meyl” kökünden geldiği şeklindedir. Diğer yaklaşım ise mâl kelimesinin aslında mürekkeb yani birden fazla kelimeden oluşan bir kelime olduğu şeklindedir. Bu yaklaşıma göre mâl kelimesinin aslı “mâ lî” dir. Buradaki “mâ” ismi mevsûl olup “şey” anlamına gelmektedir. “lî” ise câru mecrûr olup “bana ait olan” anlamına gelmektedir.
o Firuzâbâdi ise “sahip olunan her şeye mal denir” diyerek çok geniş bir tarif yapmıştır. İbnü’l-Esîr ise, malın aslında altın ve gümüş için kullanıldığını fakat sonradan her türlü eşyaya mal dendiğini söylemektedir. Kurtubî, Arapların her şeye mal ismini vermediklerini sadece elbise ve eşya gibi şeyleri mal diye isimlendirdiklerini söylemektedir.
o Hanefilere göre; “İnsan doğasının meylettiği ve ihtiyaç vakti için saklanması/biriktirilmesi mümkün olan şeye mal denir. Mal hem taşınabilen hem de taşınmaz malları kapsar.”
o Hanefîler, bir şeyin mal olabilmesi için dört şart ileri sürmüşlerdir. 1. Hiyâzet imkanı: Hiyâzet, bir şeyin fiziksel kontrol edilebilmesi anlamına gelmektedir. 2. Temevvül: Bir nesnenin mal olabilmesi için insanların tamamı ya da bir kısmı tarafından mal kabul edilmesi ve sahiplenilmesi gerekmektedir. 3. Mütekavvim olması: “dinen kullanılması mübah sayılan şey” anlamına gelmektedir. 4. İnsan tabiatının meyletmesi: Bir nesnenin mal sayılabilmesi için, insan doğası tarafından arzulanır nitelikte olmasıdır.
o İhraz ise bir malın tasarrufta bulunmaya müsait olması anlamına gelmektedir. Buna göre denizdeki balığın ya da havadaki kuşun satılamayacağı ifade edilmiştir.
o Hanefîlerden farklı olarak Cumhûr, menfaatleri de mal kapsamında değerlendirmiştir. Bir malın mütekavvim olması konusunda Hanefîler ile Cumhûr arasında bir yaklaşım farklılığı vardır. Hanefîlere göre alkollü içecekler ya da domuz eti gibi tüketilmesi ya da alımı satımı caiz olmayan şeyler,gayr-ı Müslimler açısından mütekavvimdir. Bu tür malların telef edilmesi halinde tazminatı gerekir. Cumhur’a göre tazminat gerekmez.
o Akâr, taşınması mümkün olmayan (gayr-ı menkûl) mallardır. Bu tanıma göre akâr, sadece arazi ve arsayı kapsamaktadır. Çünkü bunların dışındaki şeylerin taşınması mümkündür. İkincisi ise menkûl mallardır. Hayvan, araba, mobilya, kitap, maden gibi taşınabilen mallara menkûl mallar denir. Bir malın nakli esnasında şeklinin değişmesi, onu menkul mal olmaktan çıkarmaz. Mâlikîler ise, ancak şekil değiştirerek nakledilebilen malları gayr-ı menkul saymışlardır.
o Şuf’a hakkı, fakihlerin çoğunluğuna göre sadece gayr-ı menkûl mallar için söz konusu olmaktadır. Vasî, vesâyeti altındaki kimsenin gayr-ı menkûl malları konusunda tam bir tasarruf özgürlüğüne sahip değildir.
o Eğer bir malın, piyasada emsali bulunabiliyorsa bu mal mislî bir maldır. Hacim ölçüsü ile ölçülen (keylî) mallar: Buğday, arpa, nohut gibi tahıl ürünleri, hacim ölçüsü ile ölçülerek alınıp satılan mallar keylî mallardır. Tartılan (veznî) mallar: Alım satımında ağırlık ölçüleri kullanılan mallar da mislîdir. Örneğin madenler veznî mallardandır. Sayılarak satılan (adedî mütekârib) mallar: Ananas, H.Cevizi, yumurta gibi taneleri arasında yakınlık bulunan ve bu nedenle alım satımında sayısı dikkate alınan mallarda mislî mal sayılmıştır. Piyasada benzeri bulunan ticaret malları: elbise, kap-kacak, buzdolabı vb mallar misli mallardandır.
o Hz. Peygamberin tartıda Mekkelilerin, ölçüde ise Medinelilerin uygulamasının esas alınmasını emrettiği bilinmektedir. İmâm Ebû Hanife ile İmâm Muhammed ise veznî ve keylî malların hadis ile sabit olduğunu söyleyerek, bunların alım satımında vezn ve keyl konusunda herhangi bir değişiklik yapılamayacağını savunmuşlardır.
o Aynı ismi taşısa da tek tek bakıldığında, değeri genellikle birbirine emsal olmayan mallara kıyemî mal denir. Örneğin aynı büyüklükteki iki arsanın ya da iki evin değeri çoğunlukla birbirine eşit değildir. Bazı durumlarda belirtilen mislî mal kıyemî mala dönüşür. 1.Misli bir malın başka bir cinsten misli mal ile karışması: Örneğin buğday ile arpa birbirine karıştığında bu karışım kıyemî mala dönüşür. 2.Veznî olan bir mislî malın parçalanması halinde maddi kayıp olması: Örneğin bir maden üzerinde belirli bir işçilik uygulanmış ve söz konusu maden bir kullanım eşyasına dönüştürülmüş ise bu eşyanın bölünmesi ya da eritilmesi önemli bir değer kaybını doğuracaktır.3. Mislî malın özelliğini kaybederek kusurlu hale gelmesi: Satıcıdaki bir kitabın satılması ve kullanılması halinde bir yıpranma meydana geleceğinden kıyami mala dönüşür.
o Kıyemî mallar, ayn olarak (yani üzerinde anlaşılan ve muayyen hale gelmiş malın bizatihi verilmesi suretiyle) ödenir. “kıyemî mallar ta’yîn ile teayyün eder” Mislî mallar ise “ta’yîn ile taayyün etmez.” Bu farklılık fıkıh kitaplarında “kıyemî mâl zimmette (ödeme sorumluluğu açısından) ayn olarak sabit olur. Mislî mal ise deyn olarak sabit olur” şeklinde ifadesini bulmuştur.
o Karz akdi sadece mislî mallarda geçerli olur. Bir kimse para, altın, tahıl gibi ancak emsalini ödeyebileceği bir malı karz olarak alabilir. Hayvan, arsa vb. şeyler karz akdinin konusu olamaz. Bir kimse bir başkasından bir yıl sonra iade etmek üzere evini ödünç almış ise bu karz değil, âriyet (ödünç) kabul edilir.
o Misli mal da tazmin misli ile aynen ödenir. Mal kıyemî ise, öncelikle aynen iadesinin mümkün olup olmadığına bakılır. Eğer mal gasb edenin elinde olduğu gibi duruyor ise aynı malın iadesi gerekir. Mal gasb edenin elinden çıkmış ve iadesi mümkün değilse ya da elinde durmakla birlikte değerini düşüren bir yıpranmaya ya da kusura maruz kalmış ise o malın piyasadaki emsali araştırılmaz. Bunun yerine o malın değeri ödenir.
o Birden fazla sahibi bulunan bir mal mislî ise ortaklardan biri, diğeri olmadan hakkını doğrudan doğruya alabilir. Örneğin bir arazi üzerinde eşit hisseye sahip iki ortaktan biri, mahsul elde edilir edilmez ortağını beklemeden malın yarısını alabilir. Ancak malın kıyemî olması halinde bunu yapmak caiz olmaz. Koyun sürüsünden iki ortaktan birisi tek başına seçip sürünün yarısını alamaz.
o Bir kavram olarak mülkiyet, “bir mani olmadığı hallerde, sahibine asaleten tasarruf hakkı veren şer’î bir yetkidir.” Buna göre mülkiyet, sahibine mâlikî olduğu maldan yararlanma ve o mal üzerinde tasarrufta bulunma hakkı veren bir yetkidir. Bir kimsenin, bir malın mülkiyet hakkını elde etmesine temellük, mülkiyet hakkını başkasına devretmesine ise temlîk denir.
o (İhrazu’l-Mübâhât) Dağlarda yaşayan yabanî hayvanlar ya da denizde yaşayan balıklar hiç kimsenin malı değildir. Bu hayvanlar avlandığında avlayanın mülkiyetine girmiş olur.
o Fıkıh kitaplarında “ölü araziyi ihya etmek” meşru mülkiyet sebeplerinden biri olarak sayılmakta ve sahibi bulunmayan bir arazinin, kullanıma elverişli hale getiren kişiye ait olacağı üzerinde durulmaktadır. İmâm A’zam, kamu otoritesinin izni olmaksızın arazi ihyasının bir mülkiyet sebebi olarak görülemeyeceğini söylemektedir. Aksi takdirde arazi ihyası, insanlar arasında büyük kavgalara neden olabilir. Ebû Yûsuf ile İmâm Muhammed ise arazi ihyası için kamu otoritesinin iznine gerek olmayacağını söylemişlerdir.
o Yer altında bulunan altın, gümüş, demir, elmas gibi değerli madenlere toplu olarak rikâzdenir. Ancak bu madenler yer altına bir insan tarafından konmuş ise bunlara daha özel bir isim olarak kenz(define) de denir. Buna göre rikaz, kenzi de kapsayan bir kavramdır.
o Devlete ait olan arazilerde bulunan madenlerin devlete ait olduğu konusunda fakihler arasında görüş birliği bulunmaktadır. Aynı şekilde vakıf arazilerinde bulunan madenler de vakıf mallarından sayılır. Devlete ait olmayan arazilerde bulunan madenlerin mülkiyeti konusunda; Mâlikîlere göre bu madenler de devlete aittir. Maden araziden bağımsız değerlendirilir. Cumhur ise madenlerin, bulundukları arazinin mülkiyetine tabi olduğu görüşündedirler. Hanefîlere göre kişinin kendi arazisinde bulduğu maden akıcı özellikte ise beşte birini devlete vermelidir.
o İslâm sonrasına ait olduğu tespit edilen define için lukata (buluntu mal) hükümleri geçerlidir. Dolayısıyla sadece bulmuş olmakla, definenin sahibi olunmaz. Bu durumda eğer define, kime ait olduğu biliniyor ise o kimseye verilir; bilinemiyor ise devlete verilir. İslam öncesi döneme ait definenin beşte biri devlete verilir. Kalan kısım ise; İmam Ebû Hanife ve İmâm Muhammed’e göre define bulunduğu arazinin İslam sonrası dönemdeki ilk sahibine (silsile yoluyla mirasçılarına) aittir.
o İmâm Ebû Yusuf’a göre İslam öncesi döneme ait definenin devlet hakkından sonra kalan kısım kendi arazisinde define bulan kişiye aittir. Eğer arazi başkasına aitse hisse yine de hak define bulanın olur. Arazinin devlete ait olması durumunda ise bu hisse de devletindir.
o Avlanmanın caiz oluşunda avlanan hayvanın, eti yenen hayvanlardan olup olmamasının her hangi bir etkisi yoktur. Eğer birisinin daha önce avladığı bilinmekte fakat kim tarafından avlandığı bilinmemekte ise av hayvanı “lukata” hükümlerine tabi olur. Öncelikle hayvanın kime ait olduğu araştırılır ve duyuruda bulunulur. Eğer hayvanı ilk yakalayan kimse halâ bulunamıyor ise hayvan fakirlere tasadduk edilir.
o Bir kimsenin doğal bir membadan alarak bir kaba koyduğu suyun o kimsenin müliyetine girdiği bütün mezhepler tarafından kabul edilen bir husustur. Bir kimsenin su içme ve hayvanına içirme hakkına “şefe hakkı” denir. Ancak suyun, arazi ya da ağaç sulamak gibi maksatlarla kullanılmak istenmesi halinde, suyun bulunduğu arazinin sahibi bunun için maddi bir bedel talep etme hakkına da sahiptir. Ahmed b. Hanbel, tarla ve ağaç sulamayı şefe hakkından ayırmamış ve bir kimsenin arazisinde bulunan sudan başkalarını bedelsiz olarak yararlandırması gerektiğini söylemiştir.
o Hanefîlere göre ot her nerede bulunursa bulunsun, bulana ve alana aittir. Fakat arazi sahibinin, arazisine başkasının girmesine müsaade etmeme hakkı vardır. Şâfiîler ve Mâlikîlere göre bir kimsenin arazisinde biten ot kendi malıdır. Dolayısıyla bu otu satabilir ve diğer insanları arazisine girmekten men edebilir. Kişinin özel mülkiyeti dahilinde bulunan arazilerde bulunan ağaç ve çalılar arazi sahibine aittir.
o Bir mal akidle veya hibe ile el değiştirebilir. Alışveriş (bey’), kira (icâre) gibi akidlerde mülkiyet belirli bir bedel karşılığında intikal eder. Akid, sözlü bir tasarruftur. Dolayısıyla bu tasarrufun geçerli olabilmesi için tarafların akidde bulunabilme ehliyeti bulunması ve akdin ihtiyarî olması şarttır.
o Borcunu ödemeyen bir kimsenin malının haczedilmesi ve satılması kazâi bir haktır. Karaborsacılık yaparak tekel oluşturan kimselerin malının satılması konusunda da hakim kazâî yetki kullanabilir. Şufa hakkı için de kazâî cebir kullanılır. Bütün bu hukukî muameleler “cebrî akid” diye isimlendirilir.
o Halefiyet yoluyla da mülkiyet el değiştirir. “Bir kimsenin başka bir kimse yerine geçmesi” miras ya da vasiyet yoluyla olur. Çünkü varis, mirâs bırakan kimsenin (mûris) haklarına; kendisine vasiyet bırakılan (mûsâ leh) ise vasiyeti bırakanın (mûsî) haklarına sahip olmaktadır. “Bir şeyin başka şey yerine geçmesi” ise tazmîn (ta’vîd) yoluyla gerçekleşir.
o Bir kimsenin, varisini mirasından men etmesinin İslam hukuku açısından herhangi bir hukukî sonucu yoktur. Aynı şekilde, vârisin mirası istemediğini açıklaması da herhangi bir sonuç doğurmamaktadır.
o Bir kimse hayatta iken malı üzerinde tasarruf hakkına sahiptir. Dilerse malından hibede bulunabilir ya da malının üçte birini aşmamak kaydıyla mirasçıları dışındaki kimselere vasiyet yoluyla mal bırakabilir.
o Diyet, bir canın ya da organın telef edilmesikarşılığında ödenen tazmin bedelidir. Erş ise canı veya herhangi bir organı telef etmeksizin insan bedeni üzerinde gerçekleştirilen haksız fiiller karşılığında ödenen tazmin bedelidir.
o Bir kimsenin mülkiyeti altında bulunan bir nesneden tevellüd eden şey, yine o kimseye aittir. Dolayısıyla bir hayvanın yavrusu hayvanın sahibine,bir ağacın meyvesi ağacın sahibine aittir. Eğer hayvan ya da ağaç müşterek bir mal ise bunlardan tevellüd eden şeyler de müşterek bir maldır.
o Mülkiyet, konusu (mahalli) bakımından üç kısma ayrılmaktadır. 1. Aynî Mülkiyet Ayn, bir şeyin fiziki varlığını ifade eder. Aynî mülkiyet ise fiziki varlığı olan bir şeye sahip olmak demektir. Bu tür mülkiyete rakabe mülkiyetide denir. Menkûl ve gayr-ı menkûl bütün nesnelerin mülkiyeti aynî bir mülkiyettir. 2. Menfaat Mülkiyeti Bir şeyin fizikî varlığı (aynı) mülkiyet konusu olabileceği gibi, bir şeyi muhafaza ederek ondan yararlanma hakkı da mülkiyet konusu olabilir. Bu mülkiyet kira (icâre) ya da ödünç (âriyet) gibi yollarla kazanılır.3. Alacak (Deyn) Mülkiyeti Alışveriş ya da benzeri bir işlemden dolayı oluşan alacak, her ne kadar ayn olarak alacaklının mülkiyetinde olmasa da deyn olarak mülkiyetinde sayılır.
o Tam mülkiyet, bir kişinin (şahıs) bir nesne üzerinde hem aynî mülkiyete hem de menfaat mülkiyetine sahip olması durumudur. Kişi dilerse malını satabilir, hibe edebilir veya vakf edebilir. Eksik mülkiyet ise bir kişinin bir nesnenin aynî mülkiyeti ile menfaat mülkiyetinden sadece birine sahip olması durumudur. Sadece menfaat mülkiyetine sahip olmaktan kaynaklanan eksik mülkiyet, icâre, âriye, vakıf veya bir menfaatin vasiyeti yoluyla gerçekleşir. Sadece ayni mülkiyetten eksik mülkiyet; Mirasla başakasına kullanma hakkı verilen mal mülkiyeti mirasçılarındır fakat menfaati değildir.
o Bir mülkiyet, başka mülkiyetlerden tamamen ayrılabiliyorsa buna müstakil mülkiyet denir. Örneğin bir kimsenin bir arabaya sahip olması böyle bir mülkiyettir. Bu araba sadece o kimseye aittir. Şâyi, kelimesi şüyu kökünden gelmektedir. Şüyû ise “yayılmak” anlamına gelmektedir. Bir kavram olarak şüyû, müşterek bir malın her bir parçasında ortakların hissesinin bulunmasıdır. Bu durumdaki mülkiyete, şâyi’veya müşâ’ mülkiyet denir.
o Sahibi bilinmeyen bir mal (lukata) bulmak da Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebinde meşru bir iktisap yolu olarak görülmüştür. Ancak kişinin, bulduğu mala sahip olabilmesi için öncelikle gerekli araştırmayı yapması ve o malı bulduğuna dair ilanda bulunması gerekmektedir.
o İslam hukukunda özel mülkiyet hakkı tanınmakla birlikte, bu mülkiyete yönelik bir takım asli ve arizi sınırlandırmalar vardır. İslam hukukunda mülkiyetin meşruiyeti elde ediliş yolunun meşru olmasına bağlıdır. Ribâ, ihtikar (karaborsacılık), kumar, hırsızlık, gasp, haram olan şeylerin satışı vb yollarla sağlanan mülkiyet iktisabı ise gayr-ı meşru sayılmıştır.
o Sefehlerin özel mülkiyet haklarında israfın önlenmesi için tasarrrufta sınırlama yapılabilir. Başkalarına Zarar Veren Mâli Tasarruflar için de sınırlama yapılır. "zarar-ı âmmı def' içün zarâr-ı hâs ihtiyar olunur". Karaborsa satışını yasaklama, ve malın değerinde fiyat sınırlandırması (tes’îr) yapılabileceğini İmâm Mâlik - Ebû Yûsuf söylemiştir.
o Mescid, okul, hastane, yol gibi yerlerin genişletilmesine ihtiyaç duyulduğu takdirde gerekli görülen ev, arsaya da tarlaların bedeli karşılığında istimlak edilmesi caizdir.
o Mal sahibi malını şuf’a hakkına sahip olan kimseye (şefî’) satmak istemese bile kazâi cebir ile bu satış gerçekleştirilir. Fakat bu satış malın piyasadaki değerinin ödenmesi halinde mümkündür. şuf’â kısaca üç şekilde sabit olur. - Şâyi ortaklıktan dolayı, İki gayr-ı menkûl arasında müşterek haklar bulunması, İki gayr-ı menkûl arasında müşterek haklar bulunması.
o Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinde ise sadece komşuluktan dolayı şuf’a hakkı söz konusu olmaz. Örneğin bitişik olmakla birlikte girişi çıkışı birbirinden müstakil olan iki gayr-ı menkûl için şuf’a hakkı yoktur.
o Bir kimsenin akid yapabilme yetkisinin mahkeme tarafından kaldırılmasına hacir denir. Hacir kararı, bazı durumlarda hacr edilen kişinin (mesela sefih için) yararı için alınır. Bazen de hacir kararı başkalarının haksızlığa uğramaması için alınır.(borcunu ödemeyen kimse örneği)
o İmâm A’zam borçlunun hacir altına alınmasına karşı çıkmaktadır. Bunun yerine hakim, malı olduğu halde borcunu ödemeyen kimseyi hapsetme kararı vermelidir. Borçlu, borcunu ödeyinceye kadar hapiste kalır. Borçlu, borcunu ödemek için malını kendisi satmalıdır. Ancak İmâm Ebû Yûsuf, İmâm Muhammed ve diğer üç mezhebe göre borçlu hacir altına alınabilir.
o Mülkiyetin oluşmasını sağlayan sebepler şunlardır: Mübah Olan Bir Şeyi Ele Geçirmek (İhrazu’l-Mübâhât) , Ölü Araziyi İhya Etmek, Maden ya da Define Bulmak, Avlanma, Su, Ot ve Meyve Vermeyen Ağaç veya Çalının Hiyâzet Altına Alınması, Akidler, Tevellüd
o Mülkiyet, konusu (mahalli) bakımından üç kısma ayrılmaktadır. Aynî mülkiyet, menfaat mülkiyeti ve alacak (deyn) mülkiyeti. Şekli bakımından ise mülkiyet müstakil mülkiyetve şâyî mülkiyet olmak üzere iki kısma ayrılır.

İSLAM BORÇLAR HUKUKUNDA AKİD TEORİSİ
Ø Akit kelimesi bağlamak ve bitiştirmek anlamına gelen “akd” kökünden gelmektedir. Bir kavram olarakakid, icâb ile kabûlün, akdin konusu üzerinde dînî-hukukî hükümler doğuracak şekilde, şer’î olarak birbirine bağlanmasıdır.
Ø Akidde iki tarafın bulunmasıdır. Bu taraflardan biri îcâb diğeri ise kabûlün sahibidir. Tek taraflı irade beyanı, çeşitli hükümler doğursa bile akit sayılmaz. Akdin ikinci unsuru ise, icâb ile kabûlün birbirine bağlanmasıdır. Akitle birlikte, akdin konusu, hukukî açıdan yeni bir duruma intikal eder. Akdin Kur’ân ve Sünnet’e açıklanan hükümlere uygun (meşrû) olmasıdır.
Ø İltizam, lüzûm kelimesi ile aynı kökten gelmektedir. Bir kavram olarak iltizam, bir hakkın sabit olması ya da düşmesi konusunda bir irade içeren tasarruftur. Buna göre iltizam, biri kimsenin belirli bir ödevi yerine getirme sorumluğu yüklenmesidir. İltizâm, akitten daha kapsamlı bir kavramdır.
Ø Tasarruf ise mümeyyiz bir kişinin kendi iradesiyle gerçekleştirdiği, bir takım şer’î hükümler doğuran sözlü ya da fiilî davranışıdır. Tasarruf iltizâmdan daha kapsamlıdır.
Ø Bir şeyi oluşturan parçalardan her birine rükun denir. Hanefîler ve Hanbelîlere göre akdin rüknu karşılıklı irade beyânından (sîğadan) ibarettir. İrâde beyanı ise îcab ve kabûl sûretinde gerçekleştirilir. Şâfiî ve Mâlikî mezheplerine göre yazılan klasik eserlerde sîğa yanında akdin konusunun ve tarafeynin de birer rükun olarak sayıldığını belirtmek gerekir.
Ø Akitte rıza önemlidir. Aksi takdirde akitlerden beklenilen gaye gerçekleşmez. Akid, anlaşma olmaktan çıkıp bir anlaşmazlık (nizâ) sebebi haline gelir. İrâde beyânı genellikle şifâhî olarak yerine getirilir. Fakat bunun dışındaki yollarla da îcâb ve kabûlde bulunulabilir.
Ø İrade beyanında mâzî sîğasının kullanılması halinde beyânın gerçekleşmiş olduğu Arapça yazılan klasik kaynaklarda özellikle vurgulanmıştır. Karineler göz ardı edilerek sadece lafızlar üzerinden hareket edilmesi, gerçek niyetin anlaşılması için doğru bir yol olmayacaktır. “Ukûdda (akitlerde) itibar mekasıd (maksatlara) ve meâniyedir (mânâlaradır); elfâz (lafızlara) ve mebâniye (lafızların kiplerine ve kalıplarına) değildir."
Ø Bu çerçevede, akdin sîğasında bulunması gereken üç özellik vardır. Bunlardan ilki, irâde beyanı ile ortaya konmak istenen niyetin olabildiğince açık bir şekilde ifade edilmesidir. Kastı anlaşılamayan îcâb ve kabûl ile akit meydana gelmez. İkinci olarak îcâb ile kabul arasında bir uygunluk bulunması gerekir. üçüncü özellik ise ifâdenin herhangi bir kayda ya da şartabağlanmaksızın kesin bir şekilde ortaya konmasıdır (tencîz). Buna göre, vaatte bulunmak tam bir irade beyanı sayılmaz.
Ø İster taraflar akit meclisinde hazır bulunsun ister bulunmasın, ister konuşma yeteneğini haiz olsun ister olmasın, yazılı olarak gerçekleştirilen îcâb ve kabûl bir akdin oluşması için yeterli sayılmaktadır. Elçide ise elçi icâbı karşı tarafa bildirdiğinde karşı taraf kararını îcâbı duyduğu meclis içerisindeyken vermelidir. O meclis dağıldıktan sonra gerçekleştirilen kabûl geçersizdir.
Ø Dilsiz ya da sağır olduğu için konuşma kabiliyetine sahip olmayan bir kimse, okuma yazma bilmiyor ve insanlarla işâret diliyle anlaşıyor iseonun işaret dili ile gerçekleştirdiği irâde beyânı muteberdir.
Ø Hanefîlere ve Şâfiîlere göre yazma bilen dilsiz, irade beyanının öncelikle yazı ile ortaya koymalıdır. Ancak yazı yazmayı bilmiyorsa işaret diliyle yaptığı beyan da geçerli olur. Mâlikîler nikah dışındaki akitlerde, konuşabilen bir kimsenin işaretinin de bir tür kinaye olarak değerlendirilebileceğini belirterek işaretin anlaşılır olması halinde bir irade beyanı sağlayabileceğini ifade etmişlerdir.
Ø Teâtî ve muâta, bir şeyi alıp vermek anlamına gelmektedir. Bir mal ile o malın değeri olan semenin fiilî olarak alınıp verilmesi, alış veriş konusunda karşılıklı rıza olduğuna delalet eder. Örneğin fiyatı belirli olan bir şeyin parasının verilmesi ve karşılığında malın alınması halinde herhangi bir sözlü beyana gerek olmadan alışveriş akdi gerçekleşmiş olur.
Ø Lisân-ı hâlîn delâleti irâde beyânına örnek olarak emânet (vedîa) akdini göstermek mümkündür. bir kimse, malını bir başkasının yanında bırakıp gitse, ikinci şahıs bu durumu bildiği halde sessiz kalsa o mal o kimsenin yanında emanet (vedîa) sayılır.
Ø Akdin konusu, Arapça kaynaklarda mahallü’l-akd veya ma’kûd aleyh kavramları ile ifade edilmektedir. Mâlî nitelikli akidlerde akdin konusu, bir mal, para ya da menfaat olabilir. Aynı şekilde istısnâ (sipariş akdi) gibi bir akide, akdin konusu bir hizmet (amel) olabilir. Bu genel çerçevede akdin konusu, ya bir mal ya bir menfaat ya da bir hizmettir.
Ø Akdin Konusu Akdin Hükmünü Taşımaya Şer’an Uygun Olmalıdır. Nesneleri, akdin konusu olmaya elverişsiz kılan bir çok sebep vardır. Örneğin, hür bir insan herhangi bir akdin konusu olamaz. Hanefîler,bu ilkeye dayanarak anne sütünün sağılarak satılmasınada karşı çıkmışlardır. Şafiler ise buna cevaz vermişlerdir. Kar, meyve, sebze gibi tabiatı gereği uzun süre saklanması mümkün olmayan nesnelerin rehin akdinin konusu olamayacağıifade edilmiştir.
Ø Bir kimsenin bir başkasını adam öldürmesi, cenazede ağlaması, hırsızlık yapması için para karşılığında tutması ile akit caiz olmaz. Gökteki kuş ya da denizdeki balık bir alım-satım akdinin konusu olamaz. Alkollü içecekler, domuz ve leş gibi haram olan yiyecek içecekler, fiilen ihrâz altında bulunsa bile faydalanılması dinen meşru sayılmadığı için akde konu olamaz.
Ø Akdin Konusu Akid Yapıldığı Esnada Mevcut Olmalıdır. Birinci anlam akde konu olacak şeyin akit esnasına, bizzat elde bulunması (hâzır olması)dır. Akde konu olacak şey akit yapıldığı anda “var” olmalıdır. Akdin konusunun akid yapıldığı esnanda mevcut olması her akit için geçerli değildir. Örneğin İstisna ve müzaraa akitlerinde bu kural geçerli değildir. Akdin konusu bir menfaat ise bu menfaatin akid esnasında mevcut olması mümkün değildir. Çünkü menfaat kavramı somut bir mal değildir.
Ø Mâlî akitlerde akde konu olan şeyin akdin taraflarınca biliniyor olması gerekir. Çünkü akdin konusu olan malın ya da paranın miktarının ve niteliğinin bilinmemesi, bir takım anlaşmazlıklar doğuracaktır.
Ø Bedelli mâlî akitlerde (muâvedât) karşılıklı bedellerin malum olması akdin geçerliliği açısından şarttır. Ancak vasiyet, hibe, vakıf gibi tek taraflı olarak gerçekleştirilen bedelsiz tasarruflarda (teberruât) tasarrufa konu olan şey hakkındaki bilgisizlik (cehâlet) akdi geçersiz kılmaz. Şâfiîler cumhûrdan farklı olarak teberru kapsamındaki muamelelerde de ‘malumiyyet’ şartını aramışlardır.
Ø Mal kıyemî ise, malın tamamının ya da kanaat oluşturacak bir kısmının görülmesi, yenilen bir şey ise tadına bakılması gibi yollarla olabileceği gibi vasıf (tarif) yoluyla da olabilir. Mislî mallarda ise göstermek değil, vasıf esastır. Zira göstermek, akdin konusu hakkındaki cehaleti her zaman gidermeyebilir.
Ø İrâde bayanlarının geçerli olabilmesi için akde taraf olan kişilerin, bu irâde beyânında bulunmaya ehil olmaları gerekmektedir. Bir kimse, akit yapmaya ehil olabilmek için edâ ehliyetine sahip olmalıdır. Edâ ehliyeti, ancak kişinin bedenen ve aklen olgunlaşması ile tam olur.
Ø Gayr-ı mümeyyiz olan bir kimsenin sözlü tasarrufları geçerli değildir. Bu nedenle lehine bile olsa herhangi bir mâli muamelede bulunması (örneğin kendisine yapılanhibeyi kabul etmesi) geçerli değildir.
Ø Nâkıs edâ ehliyetine sahip kimsenin tasarruflarını üç kısımda değerlendirmek mümkündür: Gayr-ı mümeyyizin, hibe ya da sadakayı kabul etmek gibi tamamen lehine olan sözlü tasarrufları velisinin icâzetine bağlı olmaksızın geçerlidir. Bu durumdaki bir kimsenin, teberru anlamı taşıyan karz, kefâlet, hibe gibi maddi olarak tamamen aleyhine olan tasarrufları ise velîsi icâzet verse bile geçersizdir. Nâkıs edâ ehliyetine sahip bir kimsenin, bey’, icâre gibi maddi olarak lehine ya da aleyhine olabilecek bir tasarrufta bulunması halinde ise bu tasarruf cumhûra göre sahihtir. Ancak bu tasarrufun hukukî sonuçlarının doğması velînin de icâzet vermesi ile mümkündür.
Ø İzin, bir kimseye bir şey yapabilmesi için müsaade etmek anlamına gelmektedir. İcâzet ise bir kimsenin yapmış olduğu bir tasarrufa onay vermek ve o tasarrufu geçerli kılmak anlamına gelmektedir.
Ø Mümeyyiz çocuğa ticarî tasarruflarda bulunabilmesi için velisi İmâm Şâfiî’ye göre velâyeti altında bulunan böyle bir çocuğa bir izin veremez. Bu izne dayanarak yapılan akitler geçersizdir. Ancak cumhûra göre velî, mümeyyiz çocuğa kendi malında ticârî tasarruflarda bulunma izni verebilir.
Ø Mümeyyiz çocuğa velisinin ticarî tasarrufta bulunma izni verebileceğini savunan fakihlerden imâm-ı A’zam, izin verilen mümeyyiz çocuğun (me’zûn) tasarrufunu gabn-ı fâhiş içerse bile geçerli saymıştır. İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed’e göre ise bu tasarruf geçersizdir.
Ø Şâfiîler, Hanbelîler, Hanefîlerden İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ister erkek olsun ister kız azamî bülûğ yaşı on beştir. Mâlikîler ise bu yaşı hem erkek hem de kız çocukları için on sekiz olarak takdir etmişlerdir. İmâm Ebû Hanîfe’nin bu konudaki meşhûrolan görüşü ise, azamî bülûğ yaşının erkekler için on sekiz; kızlar için ise on yedi olması şeklindedir.
Ø Rüşd kavramı, velâyet ya da vesâyet altında bulunan bir çocuğa malı üzerindeki her türlü tasarruf yetkisinin verilmesi aşamasında önem arz etmektedir. Rüşd, kişinin malında doğru bir şekilde tasarrufta bulunabilecek aklî olgunluğa sahip olması demektir.
Ø İmâm A’zam göre, aklı başında olduğu halde malî konularda maslahatını gözetemeyen (sefîh) kimseler, rüşde ermemiş olsalar dahi yirmi beş yaşına ulaştıklarında malları kendilerine verilir ve üzerlerindeki velâyet veya vesâyet kalkar. Cumhûra göre bu durumdaki bir kimsenin malı, rüşd özellikleri gösterinceye kadar kendisine verilmez.
Ø Niyâbet, kelime olarak “bir kimsenin bir başkasının yerine geçmesi” demektir. Bir kavram olarak, bir kimsenin başka bir kimse yerine tasarrufta bulunması demektir. Vekâlet (ya da vikâlet), bir kimsenin, kendi yerine tasarrufta bulunmak üzere başkasına verdiği yetkidir. Bu yetkiyi veren kimseye asîl/müvekkil, yetkiyi alan kişiye vekîl/müvekkel, yetki verme işine ise tevkîl denilir.
Ø Hanefî ve Mâlikî mezheplerine göre genel vekâlet caizdir. Ancak böylesine genel bir ifade ile gerçekleşen tevkîl, ancak bedellî akitler (muavedât) için geçerlidir. Bu genel vekâlet vakıf, hibe, vasiyet ve evlilik gibi konulardaki tasarrufları (teberruât) kapsamaz. Şâfiîler ve Hanbelîlere göre vekâletin konusu belirli olmalıdır. Onlara göre genel ifadelerle verilen vekâlet geçersizdir.
Ø Şahitlik, yemin, nezir, namaz oruç gibi ibadetler ve suç işleme gibi fiillerde vekalet asla caiz olmaz. Suçu işleyen kimse, işlediği suçu bir başkasına nispet edemez. Bizzat hac yapmaya gücü ve imkanı bulunan bir kimsenin, bu ibadeti yerine getirme konusunda başkasını vekil kılması halinde bu vekâlet geçerli değildir. Ancak bu ibadeti yerine getirmeye gücü yetmeyen bir kimsenin hac için bir başkasına vekâlet verebileceğini söyleyen fakihler vardır.
Ø Cumhûr, bir kadının evlenme konusunda bir başkasını vekil tayin edemeyeceği görüşündedir. Çünkü onlara göre kadının kendi başına nikâhlanma salahiyeti zaten bulunmamaktadır. Hanefîler ise, ister başından daha önce bir evlilik geçsin ister geçmesin hür, âkil ve bâliğ olan bir kadının kendi başına nikâhlanma yetkisi olduğu görüşündedir. Onlara göre bu durumdaki bir kadın bu yetkisini vekâlet yoluyla bir başkasına verebilir.
Ø Velâyet (Vilayet) bir kimse adına onun isteyip istememesine bağlı olmaksızın tasarrufta bulunabilme yetkisidir. Velâyet yetkisine sahip olan kimseye velî denilmektedir. Velâyet yoluyla temsil edilen kimseye ise mûlâ aleyh denir.
Ø Kamu otoritesinin ya da yargı organlarının kamu adına tasarrufta bulunma hakkı vardır. İstimlâk bahsinde de belirtildiği gibi, bir kimsenin malının kamusallaştırılması böyle bir velâyete dayanmaktadır. Borcun ödenmesi için malın satımı hususunda gösterilen velayet umumi velayettir. Husûsî velâyet ise, bu yetkinin belirli bir kimse üzerinde cereyân etmesidir. Örneğin yaşı küçük olduğu için herhangi bir akidde bulunamayan bir çocuk adına velîsi olan babası tasarrufta bulunabilmektedir.
Ø Zâtî velâyet, bir kimsenin bizzat kendisinden kaynaklanan başkası tarafından verilmemiş olan velâyettir. Örneğin babanın çocuğu üzerindeki velâyeti, babalıktan kaynaklanmaktadır. Müktesep velâyet ise bir kimsenin başka bir kimse tarafında görevlendirilmesi ile gerçekleşir.
Ø Vesâyet/visâyet, bir kimsenin ölümünden sonra bir tasarrufta bulunmak üzere bir kimseyi yetkilendirmesidir. Vesâyet ise vasiyet yanında, birçok tasarrufu kapsayabilir. Örneğin bir kimse, bir başkasını “ben öldükten sonra borçlarımı öde, çocuklarımın velîsi ol” gibi ifadelerle yetkilendirebilir. Bu durumda vesâyet yetkisini verene mûsî, alana vasî ya da mûsâ leh denir. Vakıf mllarının yönetimi için seçilen kişideki vesayette mükteseptir. Bu yönetme yetkisine sahip olan kimseye, mütevelli, nâzır ya da kayyım denilmektedir
Ø Kâsır velâyet, sınırlı velâyettir. Bir kişinin kendi üzerindeki velâyeti bu türden bir velâyettir. Bir kimsenin kendi velâyeti yanında başkasının velâyetine sahip olmasına ise tam ya da müteaddi (geçişli) velâyet denilmektedir.
Ø Nefis üzerindeki velâyet, velâyet altında bulunan kimsenin nefsini korumayı, onun eğitilmesini, terbiyesini, evlendirilmesini ve onun, zarar şeylerden uzak tutulmasını kapsar. Bu velâyet, çocuğun doğumundan başlayarak âkil-bâliğ oluncaya kadar devam eder.
Ø Hadâne Velâyeti: Kendi kendisini koruyamayacak durumdaki çocuğun bakımı, eğitimi ve muhafazasıdır. Hadâne, çocuğun bedeni ve ruhî ihtiyaçları ile yakından ilgilidir. Kefalet velayeti ise daha ziyade maddî destek açısından gerekli olan bir velâyettir. Bu dönem bülûğa kadar devam eder. Şâfiî ve Hanbelîlere göre bir çocuk temyiz yaşı olan yediye ulaştığında annesinin yanında kalmakla babasının yanına geçmek arasında muhayyer bırakılır. Hanefî mezhebi ise yedi yaşına ulaşan bir çocuğun annesine olan ihtiyacı zorunluluk derecesinde değilise babaya verilmesi gerektiği görüşündedir. Mâlikîler ise erkek çocukların bülûğa erinceye kadar; kız çocukların ise evleninceye kadar annelerinin hadânesi altında bulunması gerektiğini söylemektedirler.
Ø Kefalet velâyetine sahip olan kimsenin “asabe”den olmasıdır. Kefalet velâyeti için ikinci şart, kefaleti üstlenecek kimsenin güvenilirlik (emanet) sıfatına sahip olmasıdır. Kefalet velâyetini alacak kişi ile velâyet altında bulunacak kimse arasında din birliğinin bulunmasıdır.
Ø Evlendirme velâyeti, adından da anlaşıldığı üzere bir kimsenin evlendirilmesi esnasında gerekli görülen velâyettir. Mal üzerindeki velâyet malın korunmasını ve idaresini kapsamaktadır.
Ø Bir kimsenin başka bir kimsenin malı üzerinde velâyeti olması iki sebeple gerçekleşir. Bunlardan ilki “übüvvet”tir. Übüvvetin kelime anlamı “babalık”tır. Bir çocuğun malı, birinci derecede onun babasının velâyeti altındadır.
Ø Bir kimsenin malı üzerinde onun annesinin, kardeşinin, yeğeninin, annesinin babasının ve amcasının velâyeti yoktur. Mal üzerindeki velâyeti doğuran ikinci sebep ise yargı kararıdır. Hz. Peygamber hadis-i şerifte “velîsi olmayanın velîsi sultandır” Ebû Dâvûd, Nikâh 20) buyurmuştur.
Ø Rükunları ve şartları tam olan ve dinen yasaklanmamış olan akde sahîh akid denir. Hanefîler, “sahih akdi aslı ve vasfı meşru olan akiddir” şeklinde tanımlamıştır.
Ø Nâfiz ve Lazım Olan Sahîh Akid Ehliyyete ve velâyete sahip bir kimsenin gerçekleştirdiği, taraflardan birisi için muhayyerliğin bulunmadığı akid, nâfiz ve lâzım olan bir sahîh akiddir. Nikah, talâk, muhalaa gibi akitler tarafeynin anlaşması ile fesh edilebilecek akitler değildir. Bey’, icâre gibi bedelli akitlerde (muavedât) ise karşılıklı anlaşma ile fesih mümkündür.
Ø Geçerli olmakla birlikte, tek taraflı olarak iptali mümkün olan akitlere câiz akit denilmektedir. Akdin câiz olmasından maksat, nefâz şartlarını taşıyıp lüzum şartlarını taşımamasıdır. Akdin iptalinden maksat ise, taraflardan birinin ya da ikisinin akdi oluşturan irade beyanından vazgeçmeleridir. şerike (ortaklık/şirket), vekâlet, mudârebe, vasiyet, ariyet, vedîa ve karz akitleri, gerçekleştikten ve hükümleri terettüp ettikten sonra tarafların iradesi ile sona erdirilebilir.
Ø Rehin ve kefâlet ise tek tarafın iptali mümkün olan câiz akitlerdendir. Buna göre Kefâlet akdi, kefil açısından lâzımdır. Yani bir kimse bir borca kefil olduktan sonra, istediği zaman bu kefaletten vazgeçemez.
Ø Geçerliliği bir başkasının icâzetine bağlı olan akitlere mevkûf akit denir. Mevkûf akidde bir başkasının hak ve yetkisini ilgilendiren bir eksiklik söz konusudur. Şâfiîler ve Hanbelîlere göre mevkûf akid, sahih akdin kısımları içerisinde yer almaz. Hanefîler ve Mâlikîler’e göre ise mevkûf akid, hem rükunları açısından hem de şartları açısından meşru bir akiddir.
Ø Bir akdin “bâtıl” olması, bu akdin “yok” hükmünde olması ve herhangi bir hüküm doğurmamamsı demektir. Bir akdin bâtıl olması, o akdi oluşturan rükunların ya da şartların eksikliğinden dolayıdır. Hanefîler ise ibâdetler konusunda, fâsid ile bâtıl arasında herhangi bir farklılık görmezken akidler konusunda bu iki kavram arasında bir farklılık olduğunu söylemişlerdir.
Ø Bir kimse çocuğunu satacak olsa bu akid bâtıldır. Bu akiden dolayı herhangi bir hak ya da borçlanma doğmaz. Böyle bir satış yapılmış olsa, Ebû Hanîfe’ye göre alınan para “emanet” hükümlerine tabi olur ve paranın iade edilmesi gerekir. Diğer mezhepler yanında Hanefîlerden İmam Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed ise bu durumda borçlar hukuku bakımından “gasb” hükümlerinin câri olacağını söylemişlerdir.
Ø Hanefîlere göre fasid akid ise, akdin rükunlarında ve mahallinde herhangi bir eksiklik bulunmadığı halde bunların dışındaki bir takım vasıflarda eksiklik olması halinde ortaya çıkmaktadır. Örneğin bir kimse arabasını vadeli olarak belirli bir para karşılığında satsa fakat akid esnasında vade belirtilmese bu akit fasid olur.

AKİD MUHAYYERLİKLERİ VE AKDİN FESHİ
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Hıyâr, Arapçada bir kimsenin iki ya da daha fazla şeyden birini tercih etme konusunda serbest olması anlamına gelmektedir. İstediği seçeneği tercih etme hakkına sahip olan kimse ise muhayyer olarak nitelendirilmiştir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Akdin taraflarından birinin ya da ikisinin akid meclisinde muhayyerlik şartı ileri sürmesi ile oluşan muhayyerliğe şart muhayyerliği denir. Örneğin bir kimse, üç gün içerisinde vazgeçme seçeneği olması şartıyla bir araba satın alsa üç gün içerisinde akdi fesh edebilir. Cumhura göre, şart muhayyerliği sadece akid meclisinde ileri sürülen şart sayesinde oluşabilir. Mâlikîler ise bu muhayyerliğin oluşmasında, akid meclisinde ileri sürülen şart yanında toplumda böyle bir örfün oluşmasını da, bu muhayyerliğin sebebi olarak görmüşlerdir. (İbn Mâce,Ahkâm 24.)
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] İmâm A’zam, İmâm Züfer ve İmâm Şâfiî’ye göre üç günden fazla bir sürenin şart koşulması halinde muhayyerlik oluşmaz.Ahmed b. Hanbel, Hanefîlerden İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed ise muhayyerlikten maksadın insanlar için kolaylık sağlamak olduğunu gerekçe göstererek, muhayyerliğin üç günden fazla da olabileceğini belirtmişlerdir. İmâm Mâlik ise süre konusunda örfün dikkate alınması gerektiğini söylemektedir. İmâm Ebû Hanîfe ve İmâm Züfer’e göre üç günden daha fazla bir sürenin şart koşulması halinde bu akid, fâsid olur. Ahmed b. Hanbel’e göre ise fâsid şart, yok sayılır ve fesâd akde sirayet etmez.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Şart muhayyerliği, akdin taraflarına ait olabileceği gibi üçüncü bir kimseye de ait olabilir. Örneğin bir kimse araç satın alırken akdi geçerli kabul etme ya da fesh etme konusundaki muhayyerliği, araçların özelliklerinden daha iyi anlayan bir kimse için şart koşabilir. İmâm Züfer, akdin tarafları dışındaki kimseler için şart muhayyerliğinin olmasına karşı çıkmıştır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Şart muhayyerliği bütün akidler için geçerli değildir. Şart muhayyerliği, bey’, icâre, müsâkât, müzâraa, kefâlet, havâle, ibrâ, vakıf gibi feshi mümkün olan akidler için söz konusu olabilir. Nikâh, talâk, sarf, selem, ikrâr, vekâlet, hibe ve vasiyet için şart muhayyerliği geçerli değildir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] İmam Ebû Hanîfe ve İmâm Mâlik’e göre, şart muhayyerliği olduğu sürece akid hiçbir hukukî sonuç doğurmaz. Şâfiî ve Hanbelî mezhebine göre şart muhayyerliği bulunan bir akdin hükümleri terettüp eder.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Hanefî ve Hanbelîlere göre şart muhayyerliğine sahip olan kimsenin bu süre zarfında ölmesi halinde muhayyerlik sona erer. Mâlikî ve Şâfiî mezheplerinde ise muhayyerlik miras yoluyla intikal edebilen bir haktır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Tayîn muhayyerliği genellikle müşteri tarafından şart koşulan bir muhayyerliktir. Bu, bir kimsenin belirli bir bedel karşılığında bir şey satın alırken birden fazla seçenek istemesini ve bu seçeneklerden birini tercih ettiği takdirde akdin lâzım hale gelmesini öngören bir muhayyerliktir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Tatin muhayyerliğinde müşterinin istediği seçeneklerin üçten fazla olmaması gerekmektedir. İstihsan ile cevaz verilmiştir. Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve İmâm Züfer ta’yîn muhayyerliğini meşru görmemişlerdir. Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed ise istihsan ile İmâm Mâlik de insanların maslahatını dikkate alarak ta’yin muhayyerliğini meşru kabul etmiştir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] İmâm Ebû Hanîfe’ye göre kişi kendisine sunulan seçeneklerden birini seçmek için en fazla üç günlük bir süreye sahiptir. İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed’e göre tarafların anlaşması halinde bu süre üç günden daha fazla olabilir. İmâm Mâlik ise bu konuda tarafların anlaşmasından çok bu muhayyerlik konusunda belde örfünün dikkate alınması gerektiği kanaatindedir. Ta’yîn muhayyerliğine sahip olan kimsenin vefat etmesi halinde, bu hak mirasçılarına intikal eder.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] (Ru’yet) Muhayyerliği Akdin mahallini görmemiş olan bir kimsenin, akdin mahallini gördüğü zaman akdi fesh etmekle geçerli kılmak arasında seçebilme hakkına sahip olmasını sağlayan muhayyerliktir. Görme muhayyerliği akde konu olan nesnenin akid meclisinde bulunmaması durumunda söz konusu olabilmektedir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Şâfiî mezhebine göre akid meclisinde bulunmayan (gâib) olan bir şey üzerinde gerçekleştirilen akid belirsizlikler taşıdığı için geçersizdir. Bu nedenle, görme muhayyerliği meşru değildir. Müşteri alacağı malı akid esnasında görmelidir. Hanefîler görme muhayyerliğini meşru saymışlardır. Mâlikîlere göre, cinsi ve türü konusundaki kapalılığı gideren bir şekilde tarif edilirse (vasf) gâib olan nesnenin satışı câizdir. Akdin konusu, detaylı bir şekilde tarif edilmemiş ise ya da görme muhayyerliği şart koşulmamışsa gâib olan bir nesnenin satımı caiz olmaz. Hanbelîler’e göre herhangi bir şekilde tarif edilmemiş bir şeyin satılması halinde bu satış sahih olmaz.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Görme muhayyerliği, bey’, icâre, mislî olmayan malların paylaştırılması (kısmet) ve ticari konulardaki anlaşmazlığın belirli bir mal karşılığında giderilmesi (sulh) gibi akidlerde vardır. Bunun dışındaki akidler için bu muhayyerlik yoktur.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Ayıp muhayyerliği, feshe ihtimali bulunan akidler için geçerlidir. Şart ve ta’yîn muhayyerliklerinden farklı olarak, ayıp muhayyerliği akid meclisinde herhangi bir şart koşmaya gerek olmaksızın sabit olur.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Müşterinin akid meclisinde “her ne kusur çıkarsa çıksın bu malı aldım diyerek” ayıp muhayyerliği hakkından vazgeçmesi (iskât) mümkündür. Ancak görme muhayyerliği, kişinin hakkı olmaktan çok hukukun gereği (hakku’ş-Şer’) kabul edildiğinden bu muhayyerlik hakkından feragat edilmesi mümkün değildir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Alıcı ayıplı malı kabzetmeden önce, tek taraflı olarak akdi bozabilir. İmâm Ebû Hanîfe ve İmâm Muhammed’e göre satıcının fesihten haberdar olması gereklidir. İmâm Ebû Yûsuf’a göre ise alıcının haberdar edilmesi şart değildir. Ancak mal kabz edilmiş ise fesih karşılıklı rıza ile gerçekleştirilmelidir. Eğer satıcı, akdin fesh edilmesine razı olmazsa akdin yargı yoluyla feshedilmesi cihetine gidilir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Eğer satıcı, akdi bozmaksızın kusurdan dolayı malî bir bedel (erş) ödemek isterse, Hanefîler’e göre böyle bir şey câiz olmaz. Zirâ, onlara göre kusur, maldaki vasıfla ilgili bir eksikliktir. Şâfiîlere göre iki tarafın anlaşması halinde, satıcı kusurdan dolayı, üzerinde anlaşılanbir bedel öder ve akid bozulmamış olur. Hanbelîlere göre, müşteri isterse kusurlu çıkan malı iade eder isterse kusuru telâfi etmeye yönelik bir bedel isteyerek malı elinde tutar. Mâlikîlere göre, malda göz yumulması mümkün olmayacak kadar ciddî (fâhiş) bir kusur varsa, bunun parayla telafisi caiz olmaz.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Ayıplı mal, satıcının elindeyken helâk olursa akid fesh olur. Müşterinin mal için anlaşılan bedeli ödemesi gerekmez. Mal müşterinin kabz etmesinden sonra helâk olursa, bunun sorumluluğu müşteriye aittir. Mal satıcının elindeyken eksilir ve böylece kusurlu hale gelirse müşterinin muhayyerliği mevcuttur. Ancak maldaki eksiklik, müşterinin kabz etmesinden sonra oluşursa bu eksikliğin sebep olduğu ayıptan dolayı muhayyerlik sabit olmaz. Müşteri elindeki malı o haliyle kabul etmek durumundadır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] İmâm A’zam’a göre akid fesh edildiği zaman müşteri sadece malın aslını iade etmekle yükümlüdür. İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed’e göre ise gelirler, mal satıcının mülkiyeti altındayken tahakkuk etmiştir. Her iki durumda da müşteri ve satıcının bu malı kendisi için kullanmaları helal değildir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Müşteri malı kabz etmeden önce malın aslından kaynaklanan ve bitişik bir artış olursa (ör: akde konu olan şeyin bir hayvan olması ve bu hayvanın kilo alması ve irileşmesi) alıcının akdi feshetme hakkı devam eder. Eğer ziyâde, mala bitişik olan (muttasıl) fakat malın aslından kaynaklanmayan bir ekleme ise (ör: bir kumaşın boyanması ya da bir binaya yeni bir kat yapılması) bu durumda ayıp muhayyerliği ortadan kalkar. Ziyâde, malın aslından tevellüt ettiği halde munfasıl ise (ör: hayvanın yavrusu, ağacın meyvesi) bu durumda müşterinin muhayyerliği devam eder. Eğer artış, maldan mütevellid değilse ve munfasıl ise (ör: kira gibi malın bir takım gelirleri varsa) ayıp muhayyerliği ortadan kalkmaz.Bu durumda müşterinin maldaki bir ayıptan dolayı akdi fesh etmesi mümkündür.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Ziyâdenin mal kabzedildikten sonra meydana gelmesi halinde ise birkaç ihtimal vardır: Ziyade, malın aslından mütevellid ve malın aslına bitişik ise muhayyerlik ortadan kalkmaz. Eğer ziyade, malın aslından mütevellid olmadığı halde asla bitişik ise ayıp muhayyerliği hakkı devam eder. Ziyâde, asıldan mütevellid fakat munfasıl ise muhayyerlik ortadan kalkar. Eğer ziyâde, malın aslından mütevellid olmadığı gibi malın aslına muttasıl da değilse ayıp muhayyerliği devam eder.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Müşterînin muhayyerlik hakkından ferâgat etmesi, Müşterînin maldaki ayıbın farkında olması ve bunu kabul etmesi, Müşterînin kusurun varlığını fark etmeden önce mal üzerinde tasarrufta bulunması durumunda Ayıp muhayyerliği, ortadan kalkar. Ayıp muhayyerliği, müşterinin ölmesi ile varislerine geçer, ortadan kalkmaz. Bu nedenle; ayıp muhayyerliği, ta’yîn muhayyerliğine benzemektedir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Meclis muhayyerliği, tarafların irade beyanlarını ifade etmeleri ile başlayıp birinin ya da her ikisinin akid meclisinden ayrılması ile sona ermektedir. Şâfiîler ve Hanbelîler meclis muhayyerliğini kabul ederlerken; Hanefîler ve Mâlikîler kabul etmemişlerdir. İmâm Mâlik meclis muhayyerliğini Muvattâ adlı eserinde rivayet etmesine rağmen meclis muhayyerliğini kabul etmediği için eleştirilmiştir. İmâm Mâlik, bu hadiste belirtilen muhayyerliğin Medine’de uygulanmadığını söyleyerek, konuyla ilgili başka rivayetlerden hareketle hadisin nesh edildiği hükmüne varmıştır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Nakd muhayyerliği ise akid meclisinde, müşterinin semeni ödemesi için bir süre belirlenmesi ve bu süre içerisinde ödeme gerçekleştirilirse akdin geçerli sayılmasını; ödemeyi gerçekleştirmemesi durumunda ise akdin fesh edilmesini öngörmektedir. Satıcı da üç gün içerisinde mal için aldığı parayı iade edebilme şartı koşabilir. Paranın iade edilmesi halinde akid fesh edilmiş olur. Hanefîler (İmâm Züfer hariç), ödeme muhayyerliğini kabul etmişlerdir. Diğer mezhepler ise bu muhayyerliği kabul etmemişlerdir. İmâmA’zam’a göre bu süre üç günü aşarsa akid fasid olur. İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed ise bu sürenin daha fazla olabileceğini söylemişlerdir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Nakd muhayyerliği, miras bırakılmaz. Eğer muhayyerlik satıcı lehine şart koşulmuşsa, vefat halinde akid lâzım hale gelir. Satıcının muhayyerliği düşer. Ödeme muhayyerliği müşteri tarafından şart koşulmuş ve belirlenen süre tamamlanmadan müşteri vefat etmiş ise akid bâtıl olur.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Gabin kelimesi sözlükte, aldatmak ve eksiklik anlamlarına gelmektedir. Kavram olarak gabin ise, bir malı piyasadaki değerinden daha fazla bir fiyata almak ya da satmaktır. İhtikar, faizli işlemler, necş (alıcı olmayanların alıcı gibi görünerek malın fiyatını arttırması), musarrâ (bir hayvanın kasten sağılmayarak satış esnasında sütünün çok gösterilmesi) gibi dinen gayr-ı meşru sayılan akitlerde çoğunlukla gabin söz konusudur.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Hanefîler dışında kalan üç mezhebe göre bir şeyin fiyatı, değerinden çok fazla ya da çok eksik ise fiyat farkından kaynaklanan aldanma fâhiştir (gabn-i fâhiş). Bu durumda mağdur edilen kimsenin muhayyerliği vardır. Hanefîler ise bu muhayyerliğinin oluşabilmesi, gabn-i fâhişin taraflardan birinin diğerini sözlü ya da fiilî olarak aldatmasından (tağrîr) kaynaklanmış olmasını şart koşmaktadırlar.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Hanefîler ve Mâlikîler, gabn-ı yesîr ile gabn-ı fâhiş ayrımı konusunda genel olarak bir malın râiç bedelini esas almışlardır. Hanefîlerden Zeylaî, ticaret malının değerinin yirmide biri kadar fiyat farkı ile alınması ya da satılması durumunda gabn-ı fahiş olacağını söylemektedir. Ona göre bu oran, hayvanlarda onda bir; gayr-ı menkul mallarda beşte birdir. Hanbelîler ise ağırlıklı olarak gabn-ı fahiş için 1/3 oranını belirlemişlerdir. Bazı Mâlikî fakihler de bu konuda Hanbelîler gibi düşünmektedirler.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Hanefîlere göre, satıcı tağrîrde bulunmayıp, sadece maldaki kusuru gizlerse ve neticede malı değerinden daha fazla bir fiyata satarsa alıcı için gabin muhayyerliği sabit olmasa da ayıp muhayyerliği sabit olur. Alıcı, gabinden haberdar olduktan sonra malda herhangi bir tasarrufta bulunursa muhayyerlik hakkı düşer.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Hadis kaynaklarında Hz. Peygamber’in sahabeyi telakki’r-rükbân diye bilinen uygulamadan menettiği ifade edilmektedir. Telakki’r-rükbân kelime olarak “binicileri karşılamak” anlamına gelmektedir. Cumhûr’a göre bu uygulama haramdır. Hanefîler ise Hz. Peygamberin bu konudaki nehyini kerâhete hamletmişlerdir. Hanbelîlere göre şehir dışında malını satan kimse bu alışverişte bir gabn-i fâhişe maruz kalmış ise muhayyerlik hakkına sahip olur.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Necş(alıcı olmayanların alıcı gibi görünerek malın fiyatını sun’î bir şekilde arttırması): Necş de Hz.Peygamber tarafından yasaklanmıştır. Bu nedenle böyle bir şey yapmanın hükmü haramdır. Hanbelîlere göre eğer sun’î fiyat artışı gabn-i fâhişe neden olmuşsa müşterinin akdi fesh etme muhayyerliği sabit olur.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Güvenden kaynaklanan gabin: Piyasa şartlarını bilmemek, karşı tarafa aşırı güvenmek gibi nedenlerle alışveriş yaparken gevşek davranan (müstersil) ve sattığı ya da aldığı malın değerini araştırmadan muamelede bulunan kimse, eğer gabn-i fahişe maruz kalmış ise muhayyerliğe sahip olur.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Herhangi bir neden olmadan doğal yollarla akidin gerçekleşmemesine infisâh denir. Bu şekilde sona eren akid ise “münfesih” olarak nitelendirilir. Fesh bazen, kişilerin gerek bireysel gerekse kamusal haklarının muhafaza edilmesi ve çeşitli anlaşmazlıkların önüne geçilmesi için bazen de dinî hükümlere aykırı durumların ortaya çıkmaması için vâcip hale gelebilir. Bâzı durumlarda ise akdin feshi sadece taraflardan birinin ya da ikisinin memnuniyetini sağlamaya yönelik bir seçenektir. Bu durumda feshin hükmü vücûb değil cevâzdır. Örneğin, muhayyerlik hakkından kaynaklanan fesihler, vâcip değil câizdir. Yargı yoluyla gerçekleştirilen feshin hükmü de cevâzdır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Feshin mümkün olabilmesi için üç şartın bulunması gerekmektedir. Bu şartlar şunlardır: 1. Akdin bedelli akidlerden (muâvedât) olması: Bedelli akidden maksat, akdin her iki tarafı için sorumluluk doğuran akidlerden olmasıdır. 2. Taraflardan birinin akdin hükümlerinden ya da şartlarından birine aykırı davranması: Örneğin bir malı vadeli olarak satın alan bir kimse ödeme zamanı geldiği halde hala borcunu ödemiyorsa; satıcının, satış akdini fesh etme hakkı vardır. 3. Taraflardan birinin ya da ikisinin rızasının sahih bir şekilde gerçekleşmemesi: Akdin esası, karşılıklı rızâdır. Eğer taraflardan birinin ya da her ikisinin akid konusunda ortaya koymuş oldukları rızayı şüpheli akitte fesh isteme hakkı vardır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Fesih, beş şekilde gerçekleştirilebilir: 1. Tarafların anlaşması (İttifâk): İslam borçlar hukukunda, tarafların anlaşarak akdi fesh etmeleri (ikale) mümkündür. İkâle yolu ile fesh edilen bir bey’ akdi sonrasındasatıcı sattığı malı, alıcı ise verdiği semeni geri alır. İkâle hem akdin tarafları hem de üçüncü şahıslar için fesihtir: Şâfiîler, Hanbelîler ve Hanefîlerden İmâm Muhammed ile İmam Züfer’in görüşü bu doğrultudadır. Buna göre ikâle, sadece akdin yapılmasından önceki hale geri dönülmesini sağlar, hiç kimse için yeni haklar doğurmaz.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] İkâle hem akdin tarafları hem de üçüncü şahıslar için bey’dir: İmâm Mâlik ve Hanefîlerden İmâm Ebû Yûsuf’a göre ikâle her bakımdan yeni bir bey’dir. Örneğin bir ev satışından sonra tarafların anlaşması, evin satıcıya paranın ise alıcıya iade edilmesi yeni bir alışverişten (bey’) ibarettir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] İkâle akdin tarafları açısından fesih; üçüncü şahıslar için bey’dir: Bu görüş İmâm A’zam’a aittir. Bu görüşe göre ikâle, akdin tarafları açısından fesihtir. Onlar açısından yeni bir hak doğurmaz. Ancak bu akdin etkilediği üçüncü şahıslar açısından ikâle yeni birbey’ sayılır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] 2. Muhayyerlik, muhayyerlik hakkına sahip olan kimseye akdi fesh edebilme hakkı tanımaktadır. Bu hak akidde zımnen yer alan ya da akid esnasında taraflarca ileri sürülmüş olan bir şarttan kaynaklanmaktadır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] 3.Bazı akidlerin tabiatı gereği, lâzım olmaması: Âriyet, karz, vedîa, şirket ve vekâlet gibi akidler tabiatları gereği olarak lâzım değildir. Yani taraflar bu akidleri korumak zorunda değildir. İstedikleri zaman bu akdi sona erdirebilirler. Örneğin karz akdinde, borç para veren kimse parasını isteyebilir. Aynı şekilde borçlanan kimse karşı tarafın istemesini beklemeden borcunu ödeyerek bu akdi sona erdirebilir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] 4. Akdin taraflarının, yüklendikleri sorumluluğu yerine getirme imkânının ortadan kalkması: Örneğin bir bey’ akdinde satıcı malı; alıcı ise semeni ödemekle sorumludur. Karşılıklı olarak bu sorumlukların yerine getirilmesi imkânsız hale gelmiş ise akid fesh olunur.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Şâfîler, Mâlikîler ve Hanbelîlere göre, satılan mal ortadaysa (yenmemiş veya tüketilmemiş ise) satıcının akdi fesh ederek malını geri alma hakkı vardır. Hanefîler ise ister iflâs, ister maddî sıkıntı nedeniyle olsun borcunu ödeyemeyen kimse ile yapılmış olan akdin fesh edilemeyeceği görüşündedirler. Eğer borçlu kimse, maddi imkânları elverdiği halde borcunu kasten geciktiriyor ise dört mezhebe göre yargı, tazir cezası ile borcun tahsil edilmesini sağlayabilir. Bu ceza ise hapistir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] 5. Akdin fâsid olması: Hanefîler akidlerde fesâd kavramı ile butlân kavramı arasında bir ayrım gözetmektedirler. Onlara göre fâsid akdin hükmü fesihtir. Buna göre, bir bey’ akdinde semen, satılan mal (mebî’) ve ödeme vadesi konusundaki belirsizlik (cehalet), satış işleminin gerçekleşmesinin bir şarta bağlanması ya da gelecek zamana izafe edilmesi, semenin ya da malın gayr-ı mütekavvim (şarap, domuz gibi) olması gibi fesâd nedenleri olduğunda bu akid fesh edilir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Hanefi mezhebine göre; bir akitte ikrah (zorlama), tağrir (aldatılma), cehalet (belirsizlik, bilgisizlik), tevkit (akidin gelecek zamana veya olaya bağlanması), bulunması durumunda, akde konu olan malın teslimi halinde satıcıya veya çevresine bir takım zararların oluşması halinde ve akid esnasında dinen haram olan bir şeyi (ör: akidden dolayı ribâ almayı), ya da akdin gereği olmadığı halde taraflardan biri lehine çıkar sağlayan bir şeyi şart koşulmuş olması ile bu akit fasid olarak nitelendirilir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image002.gif[/IMG] Bir akid fesh edilmeden önce, akidden kaynaklanan bütün hükümler geçerlidir. Örneğin bir alışveriş akdi yapıldıktan sonra, fesh edilmeden önce karşılıklı bedellerin mülkiyeti intikal etmiş olur. Akid fesh edildikten sonra, karşılıklı bedellerin iadesi gerekir. Ancak bedellerin iadesi mümkün değilse karşılıklı olarak tazmin edilmesi yoluna gidilir.

BEY’ (SATIŞ) İCÂRE VE ŞİRKET AKİDLERİ
§ Bey’ kelimesi lügavî olarak, bir şeyle başka bir şeyi değiştirmek anlamına gelmektedir. Bey’ ıstılahî anlamı “bir malı başka birmal ile değiştirmek” anlamına gelmektedir. Hanefîler’e göre bey’ akdinin iki rüknu vardır. Bunlar icâb ve kabûlden ibarettir. Cumhûr ise bu iki rüknu, sîğa (irade beyânı) kavramı ile tek başlık halinde ifade etmekte ve buna ek olarak üç rükun daha saymaktadır. Bunlar, satan (bâyî), satın alan (müşterî) ve bey akdinin konusu olan nesnedir (ma’kûd aleyh).
§ Mâzî siğasında ve “bey’/satmak” ya da “şirâ/satın almak” lafızları kullanılarak gerçekleştirilen icâb ile kabûlün geçerli olduğu konusunda mezhepler arasında ittifak vardır. Hanefîlere göre rızayı ortaya koyan her lafız ile bey’ akdi gerçekleştirilebilir.
§ Hanefîlere göre, “sat bana”, “satar mısın”, “satsana”, “satar mıydın” gibi karşı tarafı bir akid yapmaya davet eden sözlerle (istid’â) yapılan akid ise geçersizdir. Mâlikîlere göre mâzî siğâsında şirâ ve bey lafızları kullanılarak yapılan akidler kesin bir şekilde bağlayıcıdır. Bunlardan dönmek söz konusu olamaz. Muzari sigasında ise cayma hakkı vardır. Şâfîler, mâzi siğasında şirâ ve bey lafızlarıyla yapılan irade beyanını sârih, bunun dışında kalan lafızlarla yapılan irade beyânlarını ise kinâyeli saymışlardır. Hanbelîler ise “sat bana”, “satsana” gibi ifadelerde bir beis görmezken “satar mısın” şeklinde soru içeren beyanlarla icâb ve kabulün olmayacağını söylemektedirler.
§ Temyîz yaşına (yedi yaş) ulaşmamış olan bir kimsenin sözlü tasarrufları geçersizdir. Hanbelîler, yedi yaşından küçük olan bir çocuğun, velisinin izni olmadan küçük alışverişler yapmasının mümkün olduğunu söylemişlerdir. Temyiz yaşını geçtiği halde henüz bâliğ olmayan kimselerin durumu ise bunayan (ma’tûh) kimselerinki gibidir. Bunların tasarrufları veli izni ile geçerlidir.
§ Şâfiîler’e göre mümeyyiz, ma’tûhun ve görme engeli olan bir kimsenin sözlü tasarrufu gayr-ı mümeyyiz ile mecnununkinden farklı değildir. Bunların gerçekleştirdiği akid, kurulmuş (mün’akid) sayılmaz.
§ Hanefîlerin cebir (ikrâh) altında gerçekleştirilen akidler konusunda farklı bir bakış açıları vardır. Onlara göre ikrâh altında olsa her türlü akid mün’akid olur. Cebir ortadan kalktığında cebir altında kalan kimse isterse akdi fesh eder isterse geçerli kılar.
§ Hem semen hem de alım-satımı yapılan mal, akdin konusu durumundadır. Bu bedellerin dinen kullanımında ve mübadelesinde herhangi bir sakınca olmaması gerekmektedir. Akde konu olan bedellerin, akdin taraflarına ait olması, niteliklerinin biliniyor (malum) olması gerekir.
§ Malla malın trampa edilmesine, mukayâda denilmektedir. Eğer birbiri ile değiştirilen bedellerin her ikisi de semen ise buna sarf akdi denilmektedir. Semen ile mebî’in karşılıkı olarak birbiri ile değişimi ise mutlak bey anlamda bir bey’ sayılmaktadır. Semenin peşin ödenip, malın daha sonraki bir zamanda teslim alınması şeklinde gerçekleşen bey’e, selem akdi denir.
§ Mutlak bey’, semenin belirlenmesi açısından dört kısma ayrılmaktadır: Eğer satıcı, bir malı aldığı fiyata (semen) satıyorsa buna tevliye denir. Eğer mal, alındığı fiyata kar eklenerek satılıyorsa bu işleme, murâbaha denir. Alındığı fiyattan daha az bir fiyata (zararına) satılması ise vadîa olarak isimlendirilmektedir. Güven esası üzerine kurulduğundan dolayı bu üç akde “buyûu’l-emâne” denilmektedir. Pazarlığa bağlı olarak gerçekleştirilen bey’ akdine müsâveme(pazarlık) denilmektedir.
§ Sarf, para ile paranın değişiminden ibarettir. Akid meclislerinde bedellerin karşılıklı olarak kabz edilmesi (tekâbud):Çünkü ilgili hadiste (Muslim, Müsâkât, 15.) iki paranın birbiri ile değişiminin “elden ele” yani peşin olarak gerçekleştirilmesi emredilmektedir. Bedellerden birinin akid meclisinde teslim edilmemesi halinde bu sarf cumhûra göre akdi bâtıldır. Yani yok hükmündedir. Hanefîlere göre ise bu akid fâsiddir.
§ Aynı cinsten iki paranın birbirne eşit olması (temâsül): Altınla altının, gümüşle gümüşün ya da lira ile liranın değişiminde paraların birbirine eşit olması gerekmektedir. Sarf akdinde herhangi bir şart muhayyerliğinin bulunmaması:Sarf akdinde tarafların birinin ya da her ikisinin bir şart muhayyerliğine sahip olmaması gerekmektedir. Çünkü sarf akdinde bedellerin akid meclisinde kabz edilmesi şarttır.
§ Karz, Arapçada kesip koparmak anlamına gelmektedir. Bir terim olarak ise karz, bir kimsenin, daha sonra aynı miktarda geri almak üzere, bir başkasına ödünç olarak verdiği mislî bir maldır. Bu tanım Hanefîlere aittir. Cumhura göre ise karz, “bir malın bir kimseye faydalanması için verilmesini ve yerine muadili olan bir malın geri alınmasını öngören bir akiddir. Karz veren kimseye “mukriz”; karzı alan kimseye ise “mukterız” ya da “müstekrız” denilmektedir.
§ Hanefîler’e göre karz sadece mislî mallar için geçerlidir. Onlara göre, sadece bir miktar para, bir miktar buğday, belirli sayıda ceviz, belirli uzunlukta kumaş gibi piyasada misli bulunan şeyler karz akdine konu olabilir. Cumhurun tanımı ise daha geniştir.
§ Karz akdi, insanlar arasındaki dayanışmanın sağlanması bakımından meşru kabul edilmiştir. Başka bir deyişle, bu işlem sarf akdinde olduğu gibi ticârî bir gaye ile değil de dayanışma gayesi ile gerçekleştirilmektedir.
§ Karz, bir teberru akdi olduğundan karz verecek kimsenin, âkil, bâliğ, reşîd olması gerekmektedir. Çocuk, mecnun ve sefîhin karz vermesi geçerli değildir. Yetim çocukların velileri çocuklar adına riskli bir akit olan karz akdini gerçekleştiremez.
§ Karz akdinde, muhayyerlikler geçerli değildir. Cumhûra göre, karz akdinde ödünç verilen malın geri ödenmesi için bir vaade belirlenmesi şart değildir. Hanefîlere göre ise, karz bedelinin geri ödenmesi için belirlenen süre bazı durumlarda örneğin vasiyetle bağlayıcı nitelik taşır. Mâlikî mezhebinde ise karzın geri ödenmesi için belirlenen vaade bağlayıcıdır. Karz bedeli, karzın alındığı şehirde veya anlaşılan yerde ödenir.
§ Karz akdinden maksat, ihtiyaç halinde olan bir kimseye yardım etmektir. Bu nedenle karzı verenkimsenin, akdin bu yapısı ile çelişen bir takım şartlar ileri sürmesi câiz değildir. Eğer bir karz akdi, mukrize herhangi bir çıkar sağlıyorsa ve bu akid meclisinde şart koşulmuş ise bu akid haramdır.
§ Süftece (veya seftece) kelimesi farsça asıllı olup, bir kimsenin bir başkasına karz verdiğini gösteren kağıt için kullanılır. Bir kavram olarak süftece, bir kimsenin başka bir kimseye karz vererek aynı miktar karz bedelini başka bir şehirde müstekrızden ya da onun vekilinden geri almasını öngören bir akiddir. İbn Âbidîn süfteceyi kısaca (malın, yol riskinden kurtulmak amacıyla karz olarak verilmesi) şeklinde tanımlamıştır. Hanefîlerden Kudûrî, Merğînânî ve Haskefî gibi fakîhler, süfteceyi havale çerçevesinde ele almışlardır.
§ Şâfiî ve Mâlikî mezheplerinde süftece haram kabul edilmiştir. Hanefîler ise süfteceyi tahrimen mekrûh saymışlardır. Hanbelî mezhebinde tercih edilen görüşe göre ise, süftece câiz kabul edilmiştir.
§ Selem, özellikleri akid meclisinde belirtilen bir malın, daha sonra teslim alınmak üzere peşin verilen para karşılığında satın alınmasıdır. Selem akdine bir kimse satıcıya parayı peşin olarak ödemektedir. Satıcı ise nitelikleri üzerinde anlaşılan bir malı belirlenen süre içerisinde teslim etmeyi taahhüt etmektedir.
§ Selem akdinde peşin para yatırarak mal alan kimseye “müslim”; malı satan kimseye “müslem ileyh”, satışı yapılan mala “müslem fîh”; peşin olarak ödenen paraya ise “re’sü’l-mâl/sermaye” denir.
§ Selem akdine konu olan malın (müslem fîh) miktarının, cinsinin, niteliğinin belirli olması, Malın teslim edileceği vaktin, yerin ve nasıl teslim edileceğinin belirlenmesi gereklidir.
§ İstısnâ, bir şeyi yapmak anlamına gelen “san’at” kökünden gelmektedir. Kelimenin sözlük anlamı, bir kimseden bir şeyi yapmasını istemek şeklindedir. Istılahî olarak istısnâ’ ise bir kimsenin bir başkasından özellikleri belirli olan bir şey yapmasını talep etmesi ile yapılacak olan o şeyi satın alması şeklinde gerçekleşen bir akiddir. Örneğin bir kimsenin terziden nitelikleri belirli bir elbise dikmesini sipariş etmesi bir istısnâ akididir.
§ istısnâ, şeklen mevcut olmayan (ma’dûm) bir şeyin satışından ibarettir. Ma’dûmun satışı ise câiz değildir. Buna rağmen istisna caiz bir akittir. Hanefîlere göre istısnâ’ın meşruiyetinin delili, istihsândır. Çünkü insanlar böyle bir muameleye ihtiyaç duymaktadırlar. Diğer üç mezhep ve Hanefîlerden İmâm Züfer, ise istısnâ’ı selem akdine kıyaslayarak meşru saymışlardır.
§ Selem akdinde satıcı malı yapma konusunda herhangi bir emek harcamamakta sadece kendisinde ya da başka yerde bulunan bir malı belirli bir zaman dilimi içerisinde müşteriye teslim etmeyi taahhüt etmektedir. İstısnâ akdinde ise satıcı, emeği ile yapacağı bir şeyi satmaktadır. istısnâ’ akdinde, selem akdinden farklı olarak alıcı parayı peşin olarak ödemek zorunda değildir. Üstelik istısnâ’da alıcının görme muhayyerliği vardır. Yani müşterinin malı kabz etmeden önce akdi fesh etme hakkı vardır.
§ Şâfî ve Mâlikî mezhebinde ise istısnâ konusu daha farklı bir sınıflandırma çerçevesinde ele alınmaktadır: Onlara göre herhangi bir şey almak üzere taraflardan biri diğerine peşin para veriyorsa bu akde “selef” denir. Selef ise iki kısma ayrılmaktadır. Eğer peşin olarak verilen para karşılığında yine para alınacak ise buişleme “karz” denir. Eğer peşin para karşılığında alınacak şey, bir mal ise buna selem denilmektedir. Selem ise istısnâyı da kapsamaktadır.
§ İcâre’de akdin konusu, belirli bir iş ya da hizmettir. İstısnâ’da ise akdin konusu belirli bir iş yapılarak elde edilebilen bir maldır. İslam hukukunda işçilerle işveren arasındaki ilişkileri düzenleyen hükümleri ve şartları kapsayan iş akdi (hizmet akdi), icâre konusu çerçevesinde ele alınmaktadır.
§ İstısnâ’ akdinin konusunun taraflarca bilinmesi: Bundan maksat, sipariş edilen şeyin cinsinin ve niteliğinin belirlenmesidir. Yapılan istısnâ’ın, insanlar arasında yaygın olması, Yapılacak olan şeyin teslimi için bir vakit belirlenmemesi: Bu şart İmâm A’zam tarafından ileri sürülmüştür. Ona göre malın teslimi için vakit belirlenirse bu akid, selem akdine dönüşür. İmâm Ebû Yûsuf ile İmâm Muhammed’e göre istısn’a akdinde malın teslimi için eğer taraflar dilerse, makul bir vakit belirleyebilirler.
§ icâre kelimesi, “ücret” anlamına gelen bir isim olabileceği gibi “bir yeri ya da bir kimseyi ücretle tutmak anlamına gelen fiilinin mastarı da olabilir. İcâre, belirli bir bedel karşılığında bir menfaatin temlikini sağlayan bir akiddir.
§ İş akdinde işveren, müstecir(kiralayan) durumundadır. İşi üstlenen kişi ise “ecîr” olarak isimlendirilir. Ecîr, ücret karşılığı bir iş yapmayı üstlenen kimsedir. Sadece belirli bir müstecir için çalışan kimseye ecîr-i hâsdenir. Örneğin bir aylık bir süre için belirli bir kimsenin tarlasını sürmek için anlaşan kimse ecîr-i hâstır. Belirli bir kimseye özel olarak çalışmayıp, birden fazla kişi ile iş anlaşması yapan kimseye ise ecîr-i müşterek denir.
§ Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre, icâre akdinde malı kiralayan, mal sahibine kirâ ücretinin tamamını vermek durumundadır. Ancak, kiracı ödeme konusunda özel bir şart öne sürmüş ve kirayı zamanayayarak ödemeyi talep etmişse bu da mümkündür. Hanefî ve Mâlikî mezheplerine göre ise, kiralanan malın menfaati zaman içerisinde elde edileceğinden kira bedeli de zaman içerisinde ödenmelidir. Peşin olarak işin başında veya sonunda da ödenebilir. Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre icâre akdi, gelecek bir zamana izafe edilebilir.
§ Kiralanan maldan istifade etme şekilleri birden fazla ise, kiralamanın hangi amaçla yapıldığının akid esnasında belirtilmesi gerekir. Kiralanan mal kiracının elinde emanet hükmündedir. Bu nedenle, kiracı, kendi kusur ve kastı olmaksızın meydana gelen zarar ve kayıpları tazmin etmek zorunda değildir. Ecîr-i hâs, kendisinden beklenilen işi yaparken kasıt ya da kusur olmaksızın işverenin malında bir zarar oluşursa bu zararı ödemekle yükümlü değildir.
§ İmâm A’zam, İmam Züfer, İmâm Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel’e göre ecîr-i müşterekin durumu ecîr-i hâssın durumu gibidir. Çünkü tazminin gerekçesi, kusur ve kasıttır. Dolayısıyla tazmin ancak bu sebeple öngörülebilir. Hanefîlerden İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed’e göre, müste’cîre ait mal ecîr-i müşterekin elinde zarar görürse ya da kaybolursa ecîr-i müşterekin tazmin sorumluluğu vardır. Mâlikî mezhebinde ecîr-i müşterek, işi yaparken meydana getirdiği zararlardan dolayı tazmin ile mükelleftir.
§ ister müşterek olsun ister hâs olsun ecîrin Kendisine teslim edilen malı korumada zafiyet göstermesi, Kendisine teslim edilen mala kasten zarar vermesi ve Ecîrin müste’cir tarafından ileri sürülen şarta aykırı hareket etmesi durumunda ücreti tazmin eder.
§ Hanefî mezhebine göre icâre akdi, akdin taraflarından birinin vefat etmesi ile sona erer. Cumhûr ise menfaatleri de malın kapsamına dahil ettiklerinden dolayı mirasa cevaz vermişlerdir. Kiralanan bir ev yıkıldığında ya da dikilmek üzere terziye verilen kumaş parçalandığında icâre akdi sona erer. İkâle, yani tarafların akdi sona erdirmek üzere anlaşmaları da icârenin sona ermesi için geçerli bir yoldur. Aynı şekilde icâre akdi için belirlenen sürenin tamamlanması da akdin sona ermesi sonucunu doğurur.
§ Ciâle, “kılmak” anlamına gelen kelimesinden türeyen bir kelimedir. Bir kavram olarak ciâle, bir kimsenin bir işi yapmak üzere bir ödül vaat etmesidir. Ödül kılınan şeye ise cu’l denilmektedir. Ciâle akdi, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinde meşru sayılmıştır.
§ Yarışmalar için açıklanan ödüller, belirli bir bilimsel başarıyı gerçekleştirecek kimseler için vaat edilen mükafatlar, kaybolan bir şeyi bulup getiren için verileceği söylenen hediyeler ciâle kapsamında ele alınmaktadır.
§ Şâfiîlere ve Hanbelîlere göre ciâlenin feshi her an için mümkündür. Yani böyle bir ödül vadinde bulunan kimse fikrini değiştirerek bu vaatten vazgeçebilir. Mâlikîler ise vaatten sonra ödülü elde etmek üzere harekete geçen ve çalışmaya başlayan kimseler var ise feshin zamanının geçmiş olacağını söylemektedirler. Hanefîler, ciâleyi meşru saymamışlardır. Çünkü vaat edilen ödül karşılığında yapılacak işin niteliği, miktarı, süresi belirli değildir.
§ Şirket (veya şeriket) kelime olarak ortaklık anlamına gelmektedir. Ortaklık ise en genel anlamda iki türlü olabilmektedir. Bunlardan ilki mülkiyet ortaklığıdır (şeriketü emlâk). İkinci durum ise akit ortaklığıdır (şeriketü ukûd).
§ Tarla, ev, araba gibi muayyen bir mal üzerindeki ortaklık ayn üzerinde oluşan bir ortaklıktır. Deyn ortaklığı ise para, buğday vb mislî mallar üzerinde oluşan bir ortaklıktır. Aralarında mülkiyet ortaklığı bulunan iki kişinin birbirlerinin hisseleri üzerinde tasarrufta bulunmahakları yoktur.
§ Mülkiyet ortaklığı sadece bir mal üzerindeki ortaklıktan ibarettir. Akid ortaklığı ise bir akid çerçevesinde hem mal hem de kazanç konusunda ortak olmak anlamına gelmektedir.
§ (Şeriketü’l-emvâl) Eğer şirket bir sermaye ortaklığına dayanıyor ise bu şirkete mal şirketi denir. Hanefîler, Mâlikîler ve Şâfiîlere göre mal ortaklığında, sermaye olarak konulan malların birbirine tamamen karıştırılması şart değildir. Ortaklardan birinin bu alanda daha üstün meziyeti var ise kardan daha fazla bir hisse alabilir. Şâfiîler, Zâhirîler, Ca’ferîler ve Hanefîlerden İmâm Züfer ise malların ortaklık akdi esnasında birbirine karıştırılması gerektiği görüşündedirler.
§ Cumhûra göre mal ortaklığında sermaye, mislî mal cinsinden olmalıdır. İster menkûl olsun ister gayr-ı menkûl, ticaret malları sermaye olarak konamaz. İmâm Mâlik ise ticâret mallarının da fiyat takdiri yapılmak suretiyle şirket sermayesi olarak kabul edilebileceğini söylemiştir. Hanefîler mislî mallar içerisinde sadece para olarak kullanılan malların (mutlak semen) sermaye olabileceğini söylemişlerdir.
§ Sermaye miktarı, tasarruf yetkisi, kar ve zarar oranları bakımından ortakların birbirine eşit olduğu şirketlere mufâvada şirketi denir. Mufâvada şirketlerinde, ortaklar hem birbirine vekîl hem de kefîldirler. Hanefîler mufâvada şirketine cevaz vermişlerdir. Cumhûr ise bu tür bir şirkete cevâz vermemiştir. Çünkü onlara göre ortaklar arasında her bakımdan bir eşitlik sağlanması son derece zordur. Mâlikîler ise mufavâvada şirketine başka bir anlam vererek kabul etmişlerdir. Onlara göre mufâvada şirketi, ortaklardan her birinin mutlak tasarruf yetkisine sahip olduğu şirkettir.
§ Sermaye miktarı, tasarruf yetkisi, kar ve zarar oranları bakımından ortakların birbirine eşit olmadığı şirketlere inân (veya anân) şirketi denir. Ortaya koyulan bir sermaye olmaksızın ortakların iş becerilerini birleştirerek meydana getirdikleri şirketlere iş şirketi (şeriketü’l-a’mâl) denir. Bu şirkete şeriketü’s-sanâi’de denilmektedir. (şeriketü’l-ebdân-şeriketü’t-takabbül). İş ortaklığı, Hanefîler, Mâlikîler, Hanbelîler ve Zeydîler tarafından câiz görülmüştür. Şâfîler, Caferîler ve Hanefî mezhebinden İmâm Züfer’e göre ise bu tür şirketler meşru değildir.
§ itibar şirketi (Şeriketü’l-vücûh) Birden fazla kişinin herhangi bir sermayeleri olmaksızın, sahip oldukları itibar sayesinde ticârî faaliyette bulunmak üzere ortaklık kurmasıdır. Bu tür şirkette, ortaklar çoğunlukla sahip oldukları güven ve itibar sayesinde veresiye mal alıp peşin satmakta ve kârı aralarında paylaşmaktadırlar. Kâr paylaşım oranı ise ortakların üzerinde anlaştıkları zarar paylaşım oranına göre belirlenmektedir.
§ İtibar ortaklığı Hanefîlere Hanbelîlere ve Zeydîlere göre câizdir. Şâfiîler, Mâlikîler, Zâhirîler ve Ca’ferîlere göre böyle bir şirket câiz değildir. Çünkü şirket ancak bir mal ya da iş üzerine kurulmalıdır.
§ Akid Şirketini Ortadan Kaldıran Sebepler: 1. Fesih: Taraflardan birinin ya da ikisinin feshi ile ortaklık akdi geçerliliğini yitirir. 2. Ortaklardan birinin vefat etmesi: Ortaklık, miras bırakılan bir hak değildir. 3. Ortaklardan birinin uzun süre aklî fonksiyonlarını yitirmesi: Ortaklardan biri delirme, komaya girme gibi sebeplerle akıl fonksiyonlarını, şirketin işleyişini aksatacak kadar uzun bir süre yitirirse ortaklık bozulmaktadır.
§ Bir tarafın sermaye koyması diğer tarafın ise yapılacak işi yüklenmesi, zararın sermaye sahibi tarafından üstlenilmesi, kâr paylaşım oranının ise taraflar arasında belirlenmesi suretiyle gerçekleştirilen ortaklık akdine mudârebe denilmektedir. Bu akide sermâyeyi koyan taraf rabbü’l-mal(sermaye sahibi), o sermaye ile iş yapmayı üstlenen taraf ise mudâribolarak isimlendirilmektedir.
§ Hanefî ve Hanbelî fıkıh literatüründe emek-sermaye ortaklığını ifade etmek için mudârebe kavramı kullanılmıştır. Mâlikîler ve Şâfiîler ise bu ortaklığı kırâz kavramı ile ifade etmişlerdir. Onların ıstılahında sermaye sâhibine mukârız,işi üstlenen kişiye ise mukâraz denilmektedir.
§ Mudârebe, mutlak ve mukayyed olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Mukayyed mudârebe, İmâm Mâlik ve İmâm Şâfiî’ye göre geçerli değildir.
§ Mudarabe aktinde; Akdin tarafları hem vekil tayin edebilecek hem de vekâlette bulunabilecek ehliyete sahip olmalıdırlar. Akdin taraflarının her ikisinin de Müslüman olmasına gerek yoktur. Cumhûra göre ticâret malları mudarebe akdinde sermaye olabilecek niteliğe sahip değildir. Evzâî ve İbn Ebî Leylâ gibi alimlerin ise buna cevaz verdikleri nakledilmektedir. Mudarebe’de Sermaye Miktarının belirli olması ve Tasarrufu mümkün olması gerekir. Alacaklar ya da gâib bir mal mudârebe akdinin sermayesi olamaz.Sermaye mudâribe teslim edilmelidir. Ortakların elde edilecek karı hangi oranlarda paylaşacakları akid esnasında belirlenmelidir. Kârın oran bazında belirlenmesi şarttır.
§ Bir arazi sahibinin, arazisini ekip biçmesi için bir kimseye vermesini ve mahsülü aralarında anlaştıkları oranda paylaşmalarını öngören anlaşmaya müzâraa akdi denir. Müzâraa akdinin bir diğer adı ise muhaberedir.
§ Müzâraayı bir taraftan icâreye diğer taraftan ise ortaklığa benzeme belirsizliğinden dolayı Ebû Hanîfe ve İmâm Züfer, câiz görmemiştir. İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed ise ticârî ve zirâî âçıdan kolaylığın sağlanması için müzâraa akdine cevaz vermişlerdir. Fetva bu yöndedir.
§ Hanbelî mezhebinde, tohumun arazi sahibi tarafından karşılanması ve mahsûlün oran bazında paylaştırılmasının şart koşulması halinde müzâra akdi câiz sayılmıştır. Mâlikîler de müzâraayı diğer ortaklıklar gibi değerlendirmişler ve câiz kabul etmişlerdir. Şâfiîler ise üzerinde her hangi bir şey bulunmayan araziler için müzâraayı câiz görmemişlerdir.
§ Müsâkât akdinde, ortaklardan biri meyve ağaçlarına sahiptir. Diğeri ise bu ağaçları sulama işini üstlenmektedir. Bu ortaklık sonunda elde edilen mahsül, akid esnasında belirlenen orana göre paylaşılmaktadır. Şâfiîler, Mâlikîler, Hanbelîler ve Hânefîlerden İmâm Ebû Yûsuf ile İmâm Muhammed bu tür bir ortaklığı meşru kabul etmişlerdir. İmâm Ebû Hanîfe ile İmâm Züfer’e göre ise bu akid gayr-ı meşrûdur.

İSLAM MİRÂS HUKUKUNUN GENEL ESASLARI
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Terike, bırakmak anlamına gelen “terk” kelmesi ile aynı kökten gelmektedir. Vefat eden bir kimsenin geride bıraktığı şeye terike denmiştir. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre fıkhî bir kavram olarak terike, “vefat eden bir kimsenin bıraktığı mallar ve haklardır.” Hanefîlere göre ise terike, vefat eden bir kimsenin geride bıraktığı fakat üzerinde bir başkasının aynî hakkı olmayan şeylerdir. Kişinin vefat etmeden önce sattığı şey terikesinden sayılmaz.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Mirâs, “bir kimsenin vefatından sonra akrabalık gibi mirâsçılık sebeplerinden biri dolayısıyla hak sahiplerine kalan, parçalara ayrılması mümkün olan şeylerdir.” Mirâs bırakan kimseye muris ya da müverris denir. Mirâsı hak eden kimse ise vâris diye isimlendirilir. Bırakılan maldan vefat eden kimsenin techîz-tekfîn masrafları, borçları ve vasiyeti için ödenecek paralar mirâsçılara ulaşmadığı için bunlar terikeden sayılsa da mirâstan sayılmaz. Miras kavramı ile irs ve feraiz kavramları da aynen kullanılmaktadır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Sahibinden başkasına intikali hiçbir şekilde mümkün olmayan, kişinin şahsı ile kâim olan haklar (şahsî haklar) mirâs olarak bırakılmaya uygun değildir. Örneğin bir annenin hadâne hakkı annelikten kaynaklanan şahsî bir haktır. Velayet ve vesayet de böyledir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Hanbelî ve Mâlikî mezheplerine göre borç için belirlenen vade de bir haktır ve vefat sonrasında vârislere intikal eder. Borçlunun değil de alacaklının vefat etmesi halinde alacaklının vermiş olduğu karzın bedelinin iadesi için belirlediği vade vârisleri için bağlayıcıdır. Belirlenen vade dolmadan vârislerin karz bedelinin ödenmesini talep etmesi caiz olmaz. Buna Zahiriler muhalif olmuştur.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Teberru anlamı taşımayan mâlî haklar ise cumhûra göre terikeye dahildir. Şüf’a hakkı, şart muhayyerliği, görme muhayyerliği ve ta’yîn muhayyerliği gibi haklar bu türdendir. Terikede yer alan malların kendisinden kaynaklanan aynî haklar ise mezheplerin ittifakıyla terikeye dahildir. Örneğin İki gayr-i menkul arasındaki irtifak hakları, mâliklerinden bağımsız olarak devam eder.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] İrtifâk hakları kısaca şöyledir: Şirb hakkı: Araziyi ve hayvanları sulamak için başkasının arazisinden çıkan sudan yararlanma hakkı. Mecrâ hakkı: Başkasının arazisi üzerinden geçen sulama kanallarından yararlanma hakkı. Mesîl hakkı: Kullanıma uygun olmayan ya da ihtiyaç fazlası olan suları başkasının arazisi üzerinden fakat o araziye zarar vermeden tahliye etme hakkı. Mürûr hakkı: Kendi mülküne ulaşabilmek için, başkasının mülkü üzerinden geçme hakkı. Teallî hakkı: Üst üste bulunan iki gayr-ı menkulden üsttekinin, alttakinin üzerinde bulunma/geçme hakkı vardır. Civâr hakkı:İki gayr-ı menkûlün bitişik olması durumunda ortak sınıra ya da duvara sahip olan komşular bazı zorunlu ihtiyaçlar dolayısıyla birbirlerine yardım etmek durumundadırlar.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Bir kimse hayattayken alacağı karşılığında bir malı rehin (ipotek) olarak almış ve bu alacağı tahsil edemeden vefat etmiş ise rehni sürdürme hakkı terike olarak intikal eder. Hanefîler diğer muhayyerliklerden farklı olarak ayıp muhayyerliği ile ta’yîn muhayyerliğini kişiye değil de mala bağlı birer hak olarak gördüklerinden bunları terike içerisinde görmüşlerdir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Terike üzerindeki haklar öncelik sırasına göre şu şekildedir: Mûris Hayattayken Sabit Olan Aynî Hak - Mûris’in Hakkı (Techîz ve Tekfîn) - Mûrisin Normal Borçları - Mûrisin Vasiyyeti
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Bir kimsenin hayattayken yapmış olduğu bir işin ya da yatırımın vefat ettikten sonra kazanç doğurması halinde bu kazançlar kişinin terikesinden sayılır. Bu konuda mezhepler arasında ittifak vardır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Bir kimse hayatta iken, alacağına karşılık olarak bir malı rehin olarak almış ise o mal üzerinde her hangi bir tasarrufta bulunamaz. Vefatında da bu rehin terekeden verilir. Ayn olarak satılmış bir malın da alıcıya terekeden öncelikli olarak verilmesi gerekir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Hanefîlere göre ev sahibinin peşin olarak aldığı kira bedeli de aynî bir borçtur. Dolayısıyla ev sahibi kira için belirlenen süre dolmadan vefat ederse, kira akdi sona ermiş olur ve vefat ile kira akdinin bitimi arasındaki kira ücreti aynî bir alacak olur.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Şâfiî ve Mâlikî mezhepleri ile Hanefîlerin meşhûr olan görüşlerine göre kişi hayattayken sabit olan aynî borçlar ödeme önceliği bakımından ilk sıradadır. Hanbelîler ise terikeden, techîz ve tekfîn masraflarının aynî borçlardan daha önce karşılanmasının gerektiğini savunmuşlardır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Terikeden ödenecek haklar içerisinde öncelik sırası aynî borçlardan sonra vefat eden mûrisin techîz ve tekfîn masraflarına aittir. Cenazenin techîzi ve tekfîninden maksat, defn edilmek üzere yapılan çeşitli hazırlıklar ve ve cenazenin kefenlenmesidir. Techîz işlemine, cenazenin yıkatılması, kabir yerinin alınması, kazılması, taşınması dahildir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Kefen-i sünnet erkekler için üç parçadır. Bunlar kamîs, izâr ve lifâfedir. Kadınlarda bunlara ilaveten başı örten hımâr ve göğüs üstüne bağlanan hırka adındaki iki parça da dahildir. Bu şekilde kefenleme sünnettir. Hanefîlerden bazılarına göre, vefat edenden alacaklı olanlar durumunda techiz ve tekfînde asgari düzeyle kefen-i kifaye ile yetinilir. Erkeklerin kefen-i kifâyetinde izâr ve lifâfe, Kadında ise bunlara ek olarak hımâr da vardır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Vefat eden mûrisin kendi teçhiz tekfîn masraflarını öncelik bakımından ilk sırada gören Hanbelîler, mûristen önce vefat eden ve mûrisin, techiz tekfini ile sorumlu olduğu diğer kişilerin techîz tekfin masraflarının karşılanmasının, aynî borçların ödenmesinden sonra geldiğini söylemektedirler. Malikiler’e göre ise babanın terikesinden oğlunun techîz-tekfîn masraflarının Normal borçlardan önce karşılanamaz. Onlara göre vefat eden kişi ile mûris arasında akrabalık dışında bir sebeple nafaka ilişkisi bulunmalıdır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Vefat eden kimsenin terikesinden aynî borçlar ve techîz tekfin masrafları karşılandıktan sonra normal borçları ödenir. Normal borçlar iki kısma ayrılmaktadır. Bunlardan ilki Allah’a olan borçlardır. Allah’a olan borçlardan maksat vefat eden kimsenin zekat, hac, nezir, keffâret, oruç fidyesi gibi ibadetler sebebiyle oluşan borçlarıdır. Diğeri ise kullara yönelik borçlardır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Hanefî mezhebine göre, ibadetlerle ilgili bu borçların ödenmesi mûris tarafından vasiyet edilmemiş ise vârislerin bu borçları terikeden ödeme yükümlülükleri bulunmamaktadır. Eğer bu konuda bir vasiyet var ise bu tür borçlar, kullara olan borçlardan sonra ve terikenin üçte birini aşmaması kaydıyla ödenir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Cumhur’a göre ister bu konuda bir vasiyet olsun ister olmasın ibadetlerle ilgili borçların tamamının ödenmesi gerektiği görüşündedirler. Bu ödeme terikenin üçte biri ile de sınırlandırılmaz. Bu borçlar kullara yönelik borçlardan da öncedir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Mâlikîler göre ise ibadetlerden kaynaklanan borçlar, kullara yönelik borçlardan daha sonra ödenir. Eğer mûris hayattayken ibadetlerle ilgili borçları konusunda bir kimseyi şahit kılmış ise bu borçların, kalan terikenin tamamını kapsasa da ödenmesi gerekir. Eğer şahit yoksa terikenin üçte birini aşmayacak şekilde ödenir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Hanefîlere göre deynü’s-sıhha (sağlıklıyken oluşan borç) ve deynü’l-marad (ölümcül bir hastalık esnasında oluşan borç) bu iki borçtan ödenme önceliği sağlıklıyken sabit olan borçlara aittir. Çünkü kişinin ölümcül bir hastalık esnasında ikrar ettiği borç, töhmete sebebiyet vermeye uygundur. Bir şüphe yoksa ikisi de aynı önceliğe sahip olur. Cumhûr ise sıhhat borcu ile hastalık borcu arasında ödenme önceliği bakımından her hangi bir ayrım görmemektedir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Normal borçların ödenmesinden sonra sıra mûrisin vasiyyetinin yerine getirilmesine gelmektedir. Vasiyyet terikenin üçte birinden fazlasını aşamaz. Bu miktardan fazlasının yerine getirilmesi vârislerin icâzetine bağlıdır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Eğer mûrisin bıraktığı terike, borçlarına ve vasiyetine ancak karşılık geliyorsa ve mûris bu borçları ödemek üzere bir de vasî tayin etmiş ise vârislerin vasîye itiraz etme hakları yoktur. Vasî vefat eden mûrisin kanunî temsilcisi durumundadır. Hanefîlere göre vârisler ancak borçları ödedikten sonra mirâsı kendi aralarında paylaşabilirler. Şâfiîler ise mirâs paylaşımı için borçların üstlenilmesini yeterli görmektedirler.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Vasinin borç ödeme işleminde öncelikle terikede yer alan nakit paraları kullanır. Nakit paralar borcun ödenmesine yetmiyor ise sırasıyla menkûl mallarla gayr-ı menkûl malları satarak borcu öder. İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed’e göre sıralama bu şekilde olmalıdır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Eğer vârisler terikeden bir şey satmak istemez ve mûrisin borcunu kendileri ödemek isterlerse bu da mümkündür. Vârislerin borcu yüklenmiş olması ile birlikte mirâsı taksim etme hakları da doğar. Hanefîler ve Şâfiîler bu görüştedirler. İmâm Ebû Yûsuf ile İmâm Muhammed’e göre hakim mûrisin borçlarının üstlenilmesini yeterli bulmayıp vârislerden kefîl isteyebilir. İmâm Ebû Hanîfe ise buna karşı çıkmıştır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Mûrisin herhangi bir borcu ya da vasiyeti yoksa elde bulunan terike üzerinde vârislerin aynî mülkiyet hakkı oluşur. Terike üzerinde yargının ve vasînin her hangi bir tasarruf hakkı yoktur. Bu durumda vârisler mirâsı kendi aralarında paylaşırlar.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Vefat eden kimsenin Nesep ikrarı veya vasiyyet yoluyla terikeden hisse alacak hiç kimsesi yoksa ya da bu şekilde bir murisin vasiyyeti ödendikten sonra terikeden bir miktar bakiye kalmış ise kalan miktar devlet hazinesine (beytülmâl) kalır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Vâris ile mûris arasında, icbârî halefiyyet ilişkisi vardır. Yani mirâs yoluyla mülkiyetin intikali herhangi bir îcâb-kabûle dayanmamaktadır. Buna göre ne mûrisin, vârislerini mirâsından men etme; ne de vârislerin kendilerine düşen bir mirâsı reddetme hakkı vardır. Mirâs taksim edilmeden önce bütün mallar üzerinde bütün vârislerin şâyi hissesi vardır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Mûrisin bıraktığı borçlar, terikesinden daha fazla ise vârisler iki seçeneğe sahiptir. İsterlerse terikeyi sahiplenmeyip borçlulara bırakırlar ve terike miktarından fazla olan borcu ödemekle sorumlu olmazlar. Terikeyi alacaklılara teslim etmek istemiyorlar ise borcun tamamını ödemeyi kabul etmek durumundadırlar.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Bir kişinin maraz-ı mevt esnasında malının üçte birinden fazlasını hibe etmesi halinde bu tasarrufun geçerliliği muhtemel vârislerin icâzetine bağlıdır. Maraz-ı mevtteki kimsenin belirtilen tasarrufları muhtemel mirâsçılardan biriyle gerçekleştirmesi durumunda İmâm A’zam’a göre bu işlem piyasa şartlarına uygun olarak yapılsa da geçersizdir. İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed’e göre ise bir kimse semen-i misl ile malını vârislerden birine satarsa bu akid geçerlidir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Maraz-ı mevtteki kişi evlenmek isterse bu hakka da sahiptir. Mihir miktarı, mihr-i mislden fazla ise ve bu fazlalık terikenin üçte birinden daha fazla değilseakid geçerlidir. Üçte birden fazla olan miktarın ödenmesi ise muhtemel vârislerin icâzetine bağlıdır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Hükmî ölümbir kimsenin öldüğüne yargı yoluyla karar verilmesive o kimse hakkında ölmüş olarak işlem yapılması durumunda olur. Örneğin bir insanın hayatta kalmasına imkan olmayacak kadar uzun süre kayıp (mefkûd) olması hükmi ölümdür. Takdîri ölüm ise ceninin bir kimse tarafından gurrediyetini hak ettirecek bir şekilde (cinâyeten) düşürülmesinden ibarettir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] İmâm A’zam’a göre cinayeten düşürülen cenin hem vâris olur hem de mûris olur. Cumhûra göre ise bu durumdaki cenîn vâris ya da mûris olamaz. Ancak düşürüldüğü için ödenmesi gereken gurre mirasçılara kalır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Birbirine mirâsçı olabilecek iki kişi yanarak, boğularak ya da trafik kazasında vefat etse hangisinin daha önce vefat ettiği bilinmezse birbirlerine mirâsçı olmazlar. Ancak birinin daha önce vefat ettiği belirlenebilirse sonra vefat eden önce vefat edene mirâsçı olur.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Nesep hısımlığı, velâdet yoluyla gerçekleşen bir hısımlıktır. Aralarında bu tür bir hısımlık bulunan kimseler birbirlerine mirâsçı olurlar. Bu ise vefat eden kimsenin furûunu, ûsûlünü, ûsûlünün furûunu kapsamaktadır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Nikah akdinden sonra cinsel münasebetin olup olmaması mirâsçılığı etkilememektedir. Boşama vaki olduktan sonra iddet de bitmiş ve taraflardan biri vefât etmiş ise bunlar birbirlerine mirâsçı olamazlar. kadın ric’î talâktan dolayı iddet beklerken ikisinden biri vefat etmiş ise birbirlerine mirâsçı olabilirler. Ancak kadın bâin talâktan dolayı iddet beklemekteyken ikisinden biri vefat ederse birbirlerine mirâsçı olamazlar.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Hanefîlere göre bir kimse eşini bâin talâkla boşayarak ona mirâs bırakmaktan kaçmaya (talâku’l-firâr) çalışıyorsa, bu kötü niyetin amacına ulaşmaması için kadın mirâsçı kılınır. Ancak erkek vefât ettiğinde kadının talâk-ı firârdan dolayı beklediği iddet sona ermişse mirâsçı olamaz. Hanbelîlere göre ise iddet bitmiş olsa da kadının talâk-ı firârdan dolayı mirâs hakkı vardır. Mâlikîler ise kadının, iddetinin bitmiş olması hatta bir başkası ile evlenmiş olması durumunda dahi ölen ilk eşine mirâsçı olacağı görüşündedir. Şâfiîler ise talâk-ı firârdan dolayı kadının mirâsçı olamayacağı görüşündedir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Kölenin azât edilmesi neticesinde azât eden kişi ile azât edilen kişi arasında doğan hükmî akrabalığa velâ (velâ-i atâka) denilmektedir. Velâ-ı müvâlât ise bir akidle iki kişinin birbirlerinin erşlerini ödemek ve birbirlerine mirâsçı olmak üzere sözleşmeleri ile sabit olmaktadır. Köle azâdından kaynaklanan velâ sayesinde azât eden (mu’tik) ve onun asabesi azât edilen kişiye (atîk) vâris olur. Ancak azât edilen, onlara mirâsçı olmaz.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Köle statü bakımından hür kişiye göre daha zayıf olduğundan “rakîk” olarak isimlendirilmiştir.Kölelerin bazıları özgürlüğe daha yakındır. Örneğin, efendisi için çocuk doğurmuş kadın köle (ümmü veled), özgürlüğü için belirli bir bedel getirdiği takdirde azat edileceğine dair efendisi ile anlaşma yapmış köle (mükâteb), efendisinin vefatından sonra özgür kalacağına dair efendisi ile anlaşmış olan köle (müdebber) özgürlüğe daha yakın durumdadırlar. Ancak bu halde de olsalar neticede köle olduklarından mûris ya da vâris olamazlar. Çünkü kölelerin zimmeti olmadığından bir şey temellük ve temlîk etmeye uygun değildirler.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Bir kimsenin mûrisini haksız bir şekilde öldürmesi onun vâris olmasına mâni olmaktadır. Bu konuda mezhepler arasında ittifak vardır. Hanefilere göre; Vârisin meşru müdafa yaparken murisi öldürmesi (el-katl bi hakk), başka bir amaçla kazdığı bir çukura mûrisin düşmesi suretiyle ölümüne sebebiyet vermesi (tesebbüben katl), çocuk ya da deli gibi mükellef olmayan bir vârisin mûrisini öldürmesi gibi durumlar mirâsçılığa engel değildir. Mâlikîlere göre hataen katil mirâsçılığa mâni değildir. Şâfiî mezhebine göre ise her türlü katil, mirâsçılığa mânidir. Hanbelî mezhebine göre ise mirâsçılığa mâni olan katl, kısâs, diyet ve keffâret gerektiren adam öldürmedir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] İki kişinin farklı dinlerden olması bu kimselerin birbirlerine mirâsçı olmalarına mânidir. Bu konuda mezhepler arasında ittifak vardır. Örneğin bir baba gayr-ı Müslim ise onun Müslüman olan çocukları ona mirâsçı olamazlar. “Müslüman kâfire vâris olamaz. Kâfir de Müslüman’a vâris olamaz.” (Ebû Dâvûd, Ferâid, 10) Ahmed b. Hanbel’e göre bir kimse azâd ettiği gayr-ı Müslim kimseye (velâ sebebiyle) mirâsçı olabilir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Hânefî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre aynı ülkede bulunan gayr-ı Müslimler birbirlerine mirâsçı olabilirler. Çünkü mirâs konusunda gayr-ı Müslimler aynı dinden sayılırlar. İmâm Mâlik’e göre ise din farklılığı gayr-ı Müslimler açısından bir mirâsçılık engelidir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Hanefî mezhebine göre erkek mürtedin, Müslüman olduğu dönemde kazandığı mallar Müslüman mirâsçıların hakkıdır. İrtidat ettikten sonra kazandığı mallar ise beytülmâle aittir. Kadın mürtedin malları ise ister irtidat öncesinde ister sonrasında kazanılmış olsun Müslüman mirâsçılarına aittir. Cumhûra göre ise mürtedin, mirâs hükümleri bakımından aslî gayr-i Müslim’den herhangi bir farkı yoktur.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Dâru’l-İslâm: Ağırlıklı olarak Müslümanların yaşadığı, dini hükümlerin açık bir şekilde uygulandığı yerler. - Dâru’l-harb: Ağırlıklı olarak gayr-ı Müslimlerin yaşadığı, onlara ait hükümlerin uygulandığı ve Müslümanlarla savaş halinde bulunan yerler. - Dâru’l-ahd: Ağırlıklı olarak gayr-ı Müslimlerin yaşadığı, onlara ait hükümlerin uygulandığı fakat Müslümanlarla barış halinde olan yerler. Dâr farklılığı sadece gayr-ı Müslimlerin birbirinemirâsçı olmasına mânidir. Müslümanlar ise her nerede olurlarsa olsunlar birbirlerine mirâsçı olurlar. Hanefî ve Şâfiî mezhebine göre ise iki gayr-ı Müslim’den biri vefat ettiğinde farklı ülkelerde bulunuyorlar ise birbirlerine mirâsçı olamazlar.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Ashâb-ı Furûz: Kelime olarak farz sahipleri demektir. Burada farzdan maksat, mirâs hisseleri yukarıda belirtilen mirâs ayetlerinde kesin bir şekilde beyan edilmiş olan kimselerdir. Bir mirâs taksiminde öncelikli olarak dağıtılması gereken hisseler bunlardır. Ashab-ı furuz toplam on iki vâristen oluşmaktadır. Bunların dördü erkek sekizi ise dişidir. Baba, asabe ciheti ile dede (yukarı doğru uzanan nesep zincirinde ne kadar uzakta olursa olsun), koca, anne bir kardeş, anne, sahih nine (yukarı doğru uzanan nesep zincirinde ne kadar uzakta olursa olsun), zevce, kız, oğlun kızı (aşağı doğru uzanan nesep zincirinde ne kadar uzakta olursa olsun), ana-baba bir kız kardeş, baba bir kız kardeş, ana bir kız kardeş.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Mirâs hukukunda asabe ashab-ı furuzun hisseleri dağıtıldıktan sonra kalan hisseyi alan ya da ashab-ı furuz yok ise mirâsın tamamını alan mirâsçılardır. Zevi'l-erhâm: Bu kavram zü'r-rahm’in çoğuludur. Müşterek akrabalık bağına sahip olan kişiler birbirleri açısından zevi’l-erhâm konumundadır. zevi’l-erhâmdan maksat mûrisin ashâb-ı ferâiz ve asabesinden olmayan akrabalarıdır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Zevi'l-erhâm dört sınıfa ayrılır. - Mûrisin ashab-furûz ve asabesinden olamayan fûrûu: Kızlarının çocukları, oğlunun kızları. - Mûrisin usûlü: Sahih olmayan dede ve nine. - Mûrisin annesinin ve babasının asabe ve farz sahibi olmayan furûu: Kız kardeşlerinin çocukları, erkek kardeşlerinin kızları. - Mûrisin büyük baba ve büyük annesinin ashab-ı furûz ve asabesinden olamayan fûrûu: Halalar, anne bir amcalar.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Terike üzerindeki haklar sırası ile dağıtıldıktan sonra terikeden mirâsçılar için kalan kısım mirâsçılar arasında paylaştırılır. Nasıl ki terike üzerindeki hakların dağıtımında bir öncelik sırası var ise mirâs hisselerinin dağıtımında da bir öncelik sırası vardır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Bir kimsenin muhtemel mirâsçılarının hepsi o kimsenin mirâsından hisse alamayabilir. Bunun için ilk derecede yer alan mirâsçıların tamamı hisselerini aldıktan sonra geriye kalan miktar ikinci derecedeki mirâsçılar arasında paylaştırılır. Onların hisseleri verildikten sonra halâ elde mirâstan bir miktar var ise bu, müteakip derecelerdeki vârislere hisseleri oranında dağıtılacaktır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] “Allah, size, çocuklarınız(ın alacağı mirâs) hakkında, erkeğe iki dişinin payı kadarını emreder. (Çocuklar sadece) ikiden fazla kız iseler, (ölenin geriye) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer kız bir ise (mirâsın) yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, geriye bıraktığı maldan, ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da (yalnız) ana babası ona vâris oluyorsa, anasına üçte bir düşer. Eğer kardeşleri varsa, anasının hissesi altıda birdir. (Bu paylaştırma, ölenin) yapacağı vasiyetten ya da borcundan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan, hangisinin size daha faydalı olduğunu bilemezsiniz. Bunlar, Allah tarafından farz kılınmıştır. Şüphesiz Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Nisa-11)
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Eğer çocukları yoksa karılarınızın geriye bıraktıklarının yarısı sizindir. Eğer çocukları varsa, bıraktıklarının dörtte biri sizindir. (Bu paylaştırma, ölen karılarınızın) yaptıkları vasiyetlerin yerine getirilmesi yahut borçlarının ödenmesinden sonradır. Eğer sizin çocuğunuz yoksa bıraktığınızın dörtte biri onlarındır. Eğer çocuğunuz varsa, bıraktığınızın sekizde biri onlarındır. (Yine bu paylaştırma) yaptığınız vasiyetin yerine getirilmesinden yahut borçlarınızın ödenmesinden sonradır. Eğer kendisine vâris olunan bir erkek veya bir kadının evladı ve babası olmaz ve bir erkek veya bir kız kardeşi bulunursa, ona altıda bir düşer. Eğer (kardeşler) birden fazla olurlarsa, üçte birde ortaktırlar. (Bu paylaştırma vârislere) zarar vermeksizin yapılan vasiyetin yerine getirilmesinden yahut borcun ödenmesinden sonra yapılır. (Bütün bunlar) Allah’ınemridir. Allah, hakkıyla bilendir, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir.) (Nisa-12)”

SÖZLÜK
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Gurre. Cenînin, haksız bir fiil sebebiyle düşmesine sebep olan kimsenin ceninin kanunî mirasçılarına ödemesi gereken tazminat.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Erş. Miktarı nasslarla belirlenen veya hâkim tarafından takdir edilen ve uzuvlara karşı işlenen cinâyetlerden dolayı ödenmesi gereken tazminat.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Murâbaha. Satıcının bir malı aldığı fiyattan daha fazla bir fiyata satması.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Tekâbud. Bedellerin karşılıklı olarak kabz edilmesi.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Temâsül. Karşılıklı bedellerin birbirine eşit olması.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Tevliye. Satıcının, bir malı aldığı fiyata (semen) satması
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Vadîa. Satıcının bir malı aldığı fiyattan daha düşük bir fiyata satması.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Necş. Alıcı olmayanların alıcı gibi görünerek malın fiyatını sun’î bir şekilde arttırması.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Fesih. Akit bağının çözülmesi ve akdin hükmünün hiç olmamışçasına ortadan kaldırılmasıdır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Đltizam. Bir kimsenin belirli bir ödevi yerine getirme sorumluğu yüklenmesidir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Niyâbet. bir kimsenin başka bir kimse yerine hukuki bir tasarrufta bulunmasıdır.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Vekâlet. Bir kimsenin, kendi yerine tasarrufta bulunmak üzere başkasına verdiği yetkidir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Vesâyet. Bir kimsenin ölümünden sonra bir tasarrufta bulunmak üzere başka bir kimseyi yetkilendirmesidir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Rakabe mülkiyeti. Aynî mülkiyet. Fiziki varlığı olan bir şeye sahip olmak demektir.
[IMG]file:///D:/DOCUME~1/enes/LOCALS~1/Temp/msohtml1/01/clip_image003.gif[/IMG] Halefiyyet. Haklar konusunda bir kimsenin başka bir kimse ya da bir şeyin başka bir şey yerine geçmesi.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi Medine-web 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Medineweb Görsel ve Slayt arşivi( kaybolmaması... Medineweb.net Videolar Medine-web 4 147 23 Eylül 2024 20:24
Mustafa İslamoğlu Sözler Medineweb.net Videolar Mihrinaz 2 343 30 Nisan 2023 16:51
Şirk Hakkında Kuran Ne Diyor? Medineweb.net Videolar Medine-web 0 250 29 Nisan 2023 18:52
DÜNYA KABE'NİN NERESİNDE Hacc-Umre-Kurban Medine-web 0 1092 27 Nisan 2020 21:40

Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Bakara Süresi Hakkında Genel Özet Bilgiler AlimOğlu Sorularla Sureleri Tanıyalım 0 11 Şubat 2016 22:41
Atauzem islam hukuku 9.ünite özet EyMeN&TaLhA Erzurum Atatürk İlitam 0 13 Nisan 2015 13:16
Atauzem İslam Hukuku 7.ünite özet EyMeN&TaLhA Erzurum Atatürk İlitam 0 13 Nisan 2015 12:00
Islam hukuku 9.ünite özet muallime İslam Hukukuna Giriş 0 05 Mayıs 2012 08:17
İslam hukuku _bülbül_ Ölüm-Ahiret-Sırat-Mizan-Kader 0 13 Nisan 2009 10:01

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.