|
Konu Kimliği: Konu Sahibi YASEMİN ATAMAN,Açılış Tarihi: 14Haziran 2011 (11:09), Konuya Son Cevap : 14Haziran 2011 (12:01). Konuya 1 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
14Haziran 2011, 11:09 | Mesaj No:1 |
Durumu: Medine No : 11916 Üyelik T.:
02 Mart 2010 | Endülüste bir kaç gün Endülüste bir kaç gün Türkçede Endülüs dediğimiz bölge, bugün İspanya’nın güneyinde, Akdeniz kıyısında bulunan bir eyalettir ve Andalusie adıyla anılmaktadır. İspanya topraklarının yüzde onyedisine tekabül etmektedir. Nüfusu 7 milyondur. İslâm hakimiyetinden önce İspanya’nın güney kısımlarına romalılar Endalusia diyorlardı. Müslüman Araplar hakimiyetleri altındaki İspanyanın tümünü el-Endelüs ismiyle anmışlardı. Müslümanlar bu topraklara ilk defa miladi 711 yılında, büyük komutan Tarık bin Ziyad sayesinde ayak basmışlardı. Önceleri güney kıyılarında tutunan müslümanlar daha sonra kısa süre içerisinde bütün İspanya’yı ele geçirmişlerdi. Ancak bu hakimiyet fazla sürmemiş, bir müddet sonra İspanya’nın orta ve güney taraflarına çekilmek zorunda kalmışlardı. İspanyollar binli yıllarda ‘reconguista’ yani ‘yeniden kazanma, ya da yeniden fetih’ idealini benimsemişler, müslümanları İspanyadan atmaya karar vermişlerdi.. Bu kelime hem müslümanların elindeki toprakları yeniden fethetmeyi, hem de gerek hırıstiyanken müslümanlar olanları, hem de o günün müslümanlarını yeniden hırıstiyanlığa kazanmayı ifade ediyordu. Çünkü onlara göre göre müslüman işgalciler hem topraklarını ellerinden almışlar, hem de bazı ispanyolları zorla müslüman yapmışlardı. Onlara göre bunun tersine dönmesi gerekiyordu. İspanyollar, -özellikle Kastilya krallılığı- bu amaca ulaşmak için tam beş asra yakın çalıştılar, müslümanlarla mücadele ettiler ve ellerinden geleni yaptılar. Bu zaman zarfında kuzeyden güneye göre adım adım ilerleyerek en sonunda son müslüman devlet Ben-i Ahmer Devletini ortadan kaldırarak 1492 yılında Endülüs’teki müslüman varlığına son verdiler. Bu başarıyı sağlarken en fazla, Endülüs Emevî devletinin dağılmasından sonra kurulan irili ufaklı devletlerin/beyliklerin zayıflığından ve aralarındaki iktidar kavgasından yararlandılar. Öyleki, biraz kuvvetlenen bir vali, veya bir bey Emevi devletinin kalıntıları üzerinde bağımsızlık ilan ediyordu. Hatta bunlardan bazıları diğer bir emirliği yenmek, topraklarına sahip olmak için ispanyollarla işbirliği yapıyordu. Ama bir müddet sonra kendileri de tıpkı diğer küçük islam devleti gibi ispanyoların eline geçiyordu. Endülüs müslümanları üç yüz yıl boyunca aralarında birlik sağlayamayınca veya onları birleştirecek liderler yetiştiremeyince ispanyallara yenilmekten kurtulamadılar. Sekizyüz yıl boyunca yaşadıkları toprakları terketmek zorunda kaldılar. Arkalarında hüzün, acı, gözyaşı ve şerefli ve üstün bir medeniyeti bırakarak. Zira Endülüs İslam devleti tarihe eşine az rastlanır bir uygarlığa imza atmıştı. Granada (eski adıyla Gırnata), Cordoba (eski adıyla Kurtuba), Sevilla (eski adıyla İşbiliye) gibi şehirleri gezerken bu hüzünlü tarihi hatırlamamak mümkün değil. Bir taraftan meydana getirilen o eşsiz Endülüs Emevî medeniyetini, bir taraftan o medeniyeti yıkan sebepler aklımıza getirdik. O medeniyetin dünyaya kazandırdıklarına seviniyorken, diğer taraftan o uygarlığının köklerini kurutan cahilliklere, yanlışlara hayıflanmak bir işe yarar mı diye hatırladık. Demek ki tarih tekerrür ediyor, yenilenip duruyor. Pek çok İslam medeniyetinin başına gelenler onların da başına gelmiş. Yani iç çekişmeler, saltanat kavgaları, gruplaşmalar ve bu gruplar arasındaki kıyasıya iktidar hırsları... Müslümanlar Endülüs’ten kovulunca geriye kalanlar oraları ele geçirenlerin insafına kaldı. Üzülerek söylemek gerekirse Endülüs medeniyetinden bugüne sadece kimliği ve çehresi değiştirilmiş bir kaç bina kaldı. Bunlardan bir tanesi Granada’da korumaya alınan el-Hamra sarayıdır. Orasını gezerken o muhteşem güzelliğe hayran kalmakla beraber, ‘işte şimdi o saltanatın yerinde yeller esiyor’ diye akla gelir. Bu sarayları yapanlar, bu güzelliklere ömür verenler, geldi, geçti dersiniz. Hele orada İspanyolların Generalife, müslümanların ‘Cennetü’l-ârifin’ dedikleri saray ve bahçelerin güzelliği sizi büyüler. Acaba buraya niçin ‘âriflerin bahçesi’ ismini vermişler diye kendi kendinize sorarsınız. Orasının gezenler duvarlarda sık sık görülen ‘lâ ğâlibe illah/Allah’tan başka Galip yoktur’ yazısını okuyanlar, bu ilahî ikazı yüreklerinde hissederler. Evet, o günün insanı ya da iktidar sahipleri böylesine muhteşem sarayları yaptırmışlar ama, bizde –gururlanma padişahim, senden büyük Allah var’ dercesine onlar da bütün saray duvarlarına ‘allah’tan başka güç ve hakimiyet sahibi yoktur’ hükmünü nakış nakış işlemişler. Kurtuba’da yapımına Endülüs Emevilerinin en önemli halifesi III. Abdurrahman zamanında başlanan ve daha sonraki halifeler döneminde büyütülen ve tamamlanan, tek kelime ile muhteşem Mescd-i Kebir’e girenlerin hayran kalmaması mümkün değil. Her ne kadar 1530lu yıllardan sonra yüzyıllık bir çalışma sonucu katedral/kilise kimliği giydirilse de, islâmi kimliği yer yer belli oluyor. Zarif sütunlar palmiye ağacı şeklinde dizilirken, kırmızı beyaz renkleri ile gezenleri adeta büyüler. O dönemde bu kadar büyük ve muhteşem bir yapıyı yapanları takdir etmemek mümkün değil. Tabii değiştirilen kimliği müslümanların yüreğini burkar, ama yapacak bir şey yoktur. Tarih geriye çevrilemiyor. Kapıdan içeri girerken İspanyol görevli bize ingilizce; ‘siz müslüman mısınız’ diye sordu. Biz de evet dedik. Bunun üzerine dedi ki: ‘Burada namaz kılmak kanunen yasaktır’ ve arkasından ‘burası cami değil, katedraldır’ diye ekledi. Bunu derken yüzünde sanki, ‘buranın mimarisine bakıp da burayı cami sanmayın. Burayı biz zaptettik ve katedral yaptık’ diyordu sanki. Ama biz içeriyi gezerken, o harika cami mimarisi görünce içinizden ’burası hâlâ mescid benim gözümde’ diye düşündük. Zira Kurtuba Camii’si her ne kadar büyük oranda kilise kimliğine çevrilse de size camiiyi hatırlatır. İnsanın aklına ister istemez şöyle geliyor: ‘Acaba burası birileri tarafından zorla emanet alındı da, günün birinde geri mi verecek?’ Bunun bir rüya olduğunu bile bile belki böyle hayal edilebilir. İspanyolların katedral yapsalar da turistik haritalarda hâlâ ‘mesguata’ yani ‘mescid’ dedikleri Camii Kebir’in yakınındaki küçük ama şirin cami, bize oradaki müslümanların varlığını hatırlattı. Toplam beşyüz İspanyol müslüman yaşıyormuş Cordoba’da. Burasını aynı zamanda İslam Üniversitesi olarak kullanıyorlarmış. Her yaştan ve seviyeden 450 civarında öğrenciye ders veriyorlarmış. Sevilla’da eski yeri yine camii olan Avrupa’nın en büyük katadrallerinden bir yer alıyor. Hemen yanındaki çan kulesi oldukça dikkat çekicidir. Bu kule bize bir yerlerden tanıdık geldi. Evet, şimdi İspanyolların Giralde dedikleri bu muhteşem kule müslümanlar burada iken bir minare idi. İspanyollar bu minarenin başına önce çan takmışlar, daha sonra da yukarıdan aşağıya üçte birini temamen değiştirerek çan kulesi yapmışlar. Sevilla’da yine Endülüs medeniyetinden kalma Alcazar sarayını gezerken, doğrusu gözlerimiz kamaştı. Bu kadar güzellik karşısında hayran kaldık. Her ne kadar sonradan bazı binalar ve hırıstiyan figürler eklense de sarayın aslı ve müslümanlara aitim diye haykırmaktadır. Aynı bina içinde Haziran 2008 sonuna kadar sergilenecek olan Osmanlı Hat Sanatı Sergisi’ni gezmek de bizim ayrıca bir sevinç kaynağı oldu. Sabancı Vakfı tarafından sergilenen hat sanatının nadide örnekleri hayranlarını bekliyordu. Nereden nereye dedik ve güzel işler yapan insanlara saygıyla andık. Tarihi geri getirmek mümkün olmadığı gibi, hayıflanmak da bir işe yaramaz. Önemli olan geçmişten ders almaktır. Hiç bir saltanatın sonsuza kadar sürmediğinin işte isbatı. Toplumları/cemaatleri zayıflatan en önemli sebep iç çekişme, tefrika ve ne şekilde olursa olsun iktidar kavgasıdır. Endülüs’ün başına gelenlere bu açıdan bakıp ibret almamak bir kayıptır. Bugünkü halimize, müslüman dünyanın durumuna ve gruplar arasındaki illişkiye/anlayışa bakınca maalesef geçmişten pek ders almışa benzemiyoruz. Acaba müslüman ülkelerin bugünkü durumu, Endülüs’ün elden çıkışından önceki durumuna benziyor mu? Düşünmeye değer. Yahya Kemal bir şiirinde “Zil, şal ve düğün; Endülüs’te bütün raksın hızı” diyordu. Endülüs’ün, en azından bizim hayalimizdeki Endülüs’ün bu olmadığını orayı görünce bir kez daha anladım. Hüseyin K. Ece [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] |
Konu Sahibi YASEMİN ATAMAN 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
Evrensel Tesbihat | Makale ve Köşe Yazıları | Yitiksevda | 1 | 2326 | 02 Nisan 2012 15:43 |
Kur'an'ın Tâviz ve Uzlaşmaya Bakışı | Allah(c.c) | YASEMİN ATAMAN | 0 | 2180 | 14 Mart 2012 01:18 |
Tevhid Penceresinden Günümüz ve İnsanımız | Tevhid Ve Şirk Konuları | YASEMİN ATAMAN | 0 | 1890 | 14 Mart 2012 01:09 |
Müslümanın müslümanlaşması | Muhtelif Konular | mahsun | 2 | 2247 | 14 Mart 2012 01:06 |
Dünyevileşmek. | Videolar/Slaytlar | Beytül Ahzan | 4 | 2313 | 10 Mart 2012 01:44 |
14Haziran 2011, 12:01 | Mesaj No:2 |
Durumu: Medine No : 13038 Üyelik T.:
14 Aralık 2010 | Cevap: Endülüste bir kaç gün Yasemin bacım bundan yıllarca önce endülüsteki işkencelerle ilgili bir kitap okumştum ve etkinlenmiştim,hatta günlerce orada yapılan işkence çeşitlerinin etkisinde çıkamamıştım. Bir işkence çeşidini yazar anlatırken şöyle diyordu. İnsanları ellerinden ve ayaklarından bağlıyorlardı hareket etmesinler diye sonra kafalarının üst kısmından küçük bir delik açıyorlardı yukarıyada bir kovanın içerisine su dolduruyorlardı ve kovada bir delik açmak kaydıyla su damlatıyorladı . İnce bir ayarla kovadan damlayan su kafadan açılan delikten beyne teması sağlınıyordu diye anlatıyordu. Şimdi sizn bu makalenizi görünce aklıma o kitap geldi cenabbi allah müslümanlara yardım. Günümüzde halen izzet ve şerefi yahudi ve hıristiyanların yanlarında arayanlar kendi geçmişerini çabuk unutuyorlar. Onlarla dost olmaktan allaha sığınırım
__________________ Kimin Ne Dediği Değil / Allah'ın Ne Dediği Önemli. |