|
Konu Kimliği: Konu Sahibi Şuara,Açılış Tarihi: 22 Ocak 2008 (11:44), Konuya Son Cevap : 12 Mayıs 2009 (09:42). Konuya 14 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
23 Ocak 2008, 21:19 | Mesaj No:11 |
Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 | Cvp: Faiz/ Riba 1) Paranın satın alma gücünün sağlam bir esasa bağlanması. Günümüz dünya ekonomilerinde kâğıt para kabul görmüş örfi bir paradır. J. Dobretsberger, Mısır'da M.Ö. 1600 yıllarında banknot tedâvül edildiğinin belirlendiğini söyler. İktisat tarihçilerinin sözünü ettiği bu uygulama (Feridun Ergin, İktisat, İstanbul 1964, 569), Hz. Yusuf (a.s.)'un Mısır merkez olmak üzere Orta Doğu yöresinde uyguladığı, çeyrek yüzyılı içine alan bir dizi ekonomik tedbirlerin bir parçasıdır. O, yedi yıllık bolluk yıllarında halkın elindeki ihtiyaç fazlası hububatı ve tasarrufları devlet hazine ve depolarına emânet olarak almış, sahiplerine emânet bıraktıkları şeylerin cins ve miktarını belirten birer makbuz vermiştir. Elinde böyle bir makbuz olan kimse, belge üzerinde yazılı cins ve miktardaki altın, gümüş veya hububatı dilediği zaman çekebilirdi. Ticaretle uğraşanlar hâmiline yazılı olan bu makbuzları mal ve para yerine kabul ediyorlardı. Hattâ belgeler Fenike ve Mezopotamya'ya kadar yayılmıştı. Temelde vahye dayanan bu uygulamada kâğıt banknotun arkasında mislî (standard) eşyanın bulunduğu açıktır (Yusuf, 12/ 10; Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1960, IV, 2861). Kâğıt paranın 16. yüzyıldan itibaren Avrupa'da, 19. yüzyıldan itibaren ise Osmanlılarda ortaya çıkışı ve gelişme süreci, daima altına göre olmuş ve satın alma gücünü altından almıştır. Durum böyle olunca, altınla ilgili hükümleri, onu temsil eden kâğıt paraya uygulamada tereddüt edilmemiştir. Günümüz ekonomisinde kâğıt para veya benzeri menkul kıymetlerin altın başta olmak üzere bazı misli eşyaya bağlanması, satın alma gücünü temsil ettiği mislî maldan alan sağlam bir para anlayışını ortaya çıkarabilir. Enflasyona karşı kendisini koruyabilen böyle bir para, karz, kredi ve sermaye birikimi için daha elverişli hale gelir. 2) Karz-ı hasen'e işlerlik kazandırmak. Allah (c.c.) ihtiyaç sahiplerine ödünç para vereni övmüş, âhirette ona kat kat ecir verileceğini bildirmiştir (el-Hadid, 57/11). Diğer yandan, hadis-i şeriflerde; iki defa ödünç verenin bir defa tasaddukta bulunmuş sayılacağı (Şevkanî, Neylül-evtar, V, 229). Bir sadakaya on katı, karz-ı hasene ise on sekiz katı ecir verileceği nakledilmiştir (İbn Mace, Sadakat, 19). İslâm'da faizsiz ödünç para verme yoluyla kısa vadeli ve küçük kredileri temin etmek mümkündür. Ticari olmayan ihtiyaçlar, dar ve sabit gelirlilerin kısa süreli para sıkıntıları ve yine esnaf ve tüccarın geçici ve kısa süreli ekonomik finansmanları bu yolla karşılanabilir. Günümüzde çek ve senetlerin ödenmesinde veya protesto olan senet bedellerinin karşılanmasında tüccar sık sık kısa süreli, kimi zaman birkaç saatlik kredilere ihtiyaç duyar. Bu gibi kısa süreli ihtiyaçların hısımlar, esnaf, tüccar ve komşular arasında çözümlenmesi ve bundan maddî bir yarar beklenmemesi en güzel ve kalıcı bir çözümdür. Bu uygulama müslümanları birbirine yaklaştırır, iyilik yapma duygularını güçlendirir, ayrıca taraflar sürekli olarak karz-ı hasen sevabı kazanırlar. Kısa vadeli küçük kredilerin daha düzenli ve faizsiz olarak temini için, "yardımlaşma sandıkları"da oluşturulabilir. Bu sandığa her ay belli âidat ödenerek, ihtiyaç olduğunda biriken primlerin birkaç katına kadar kredi alınması ve bunun anlaşma şartlarına göre geri ödenmesi mümkündür. Diğer yandan böyle bir sandık ticaret ortaklığı olarak düzenlenirse, kullanılmayan krediler işletilir ve daha büyük krediler sağlama imkânları meydana getirilebilir. Sandık, ortaklarının çek ve senet tahsillerini yapar, vadesiz mevduatlarına da sahip çıkabilirse, küçük çapta banka işlemleri bu çerçevede ve faizsiz olarak çözülebilir. İslâm'da özel sektörün uzun vadeli ve büyük kredi ihtiyaçları için "kâr-zarar ortaklığı" esası getirilmiştir. Mudâraba ve muşâraka bunlar arasında sayılabilir. Kredinin süresi ve hacmi büyüdükçe, bunu karz-ı hasen ölçüleri işinde çözmek mümkün olmaz. 3) Mudâraba ortaklığı. Bir ortak sermayeyi, diğeri emeğini ortaya koyarak şirket kurabilirler. Buna mudâraba denir. İslâm'da mudâraba, özel sektörün uzun veya kısa vadeli her çeşit kredi ihtiyacını karşılamak için elverişli bir ortaklık çeşididir. Elinde büyük sermaye birikimi olan birçok kimseler bunu işletmek, bir ticaret işinde kullanmak ister. Ancak bilgisi, tecrübesi veya sağlığı elverişli olmadığı için bu arzusunu gerçekleştiremez. Yine toplumda bilgili, yetenekli ve ticaret işine yatkın bir çok kimseler de sermaye yokluğundan dolayı ticarete atılamaz. İşte, mudâraba, birbirine muhtaç olan bu iki unsuru bir araya getirir. Ve iki taraf da bundan kârlı çıkar. Böylece toplumda muattal kalan sermayeler ve iş bulamayan kabiliyetler değerlenmiş olur. Bu çeşit ortaklık itimada dayanır. İşi yürütmeyi üzerine alan ortak güvene lâyık olmaya çalışır. Giderek dürüst iş adamları meydana gelebilir. İşletmeci (mudârib), emeğinin karşılığı olarak net kârın sözleşmede belirlenen yüzdesini alır. Bu kâra mahsûben avans olarak maaş da alabilir. Hesap dönemi sonunda zarar ortaya çıkarsa, bu yalnız sermaye sahibine aittir. Zarar, önce kârdan karşılanır. Kâr yeterli olmazsa ana paradan ödeme yapılır. Bu takdirde işletmeci herhangi bir şey alamaz. Kasıt ve kusuru bulunmadıkça işletmeci zarardan sorumlu tutulmaz. Zarar halinde, sermaye sahibi sermayesinin tamamını veya bir bölümünü kaybederken işletmeci de emeğinin karşılığını alamamaktadır (es-Serahsi, el-Mebsût, XXII,19, 98; el-Kâsânî, Bedayius-Sanayi', VI, 87, 98; İbnül-Hümam, a.g.e., V, 58, 70 vd.; İbn Rüşt, Bidâyetül-Müctehid, II, 204). Mudârabe ortaklığının bir başka önemli yönü de, ortaklığın yürütülmesinde işletmeciye tanınan esnekliklerdir. İşletmeci, kendisine verilen sermayeyi işletmek üzere üçüncü şahıslarla yeni ve ayrı mudâraba ortaklıklarına girebilmekte, hattâ bu ortaklıklar çok sayıda olabilmekte ve bunların sayısına bir sınırlama getirilmemektedir. Mudârabanın bu özelliği, İslâm bankacılığının esasını oluşturur. Sermaye sahibine veya sahiplerine ilk işletmeci muhatap olacağı için, onun menfaati zedelenmez. Belki daha iyi işletme yüzünden kâr marjı artabilir. İşletmecinin yaptığı işi, daha düzenli ve geniş ölçüde bir kuruluş yaparsa; tasarruf sahiplerinin mevduatını ticarete ve yatırımlara yönlendirdiği, dürüst ve yetenekli alt işletmeci (mudârib)leri bulmada aracılık ettiği için, ilk mudâraba anlaşmasında belirlenen işletme kârını almaya hak kazanır. Faizsiz kredi kullandıran böyle bir finans kuruluşu, mevduat sahiplerine daha fazla kâr verebilmek için gereken ihtimamı gösterir. Aksi halde kâr miktarının belirsiz oluşunun yaratacağı olumsuz etki kendisini gösterir. 4) Muşâraka (inan) ortaklığı. İki ve daha çok kişinin ticaret yapmak, elde edecekleri kârı paylaşmak üzere ortaklık kurmasıdır. Tasarrufların doğrudan yatırımlara ve ekonomik faaliyetlere sevki, sanayi, ticaret ve tarım kesiminde sermaye birikimi oluşturulması, muşâraka yoluyla mümkündür. Burada her ortak şirkete belli miktar sermaye veya hem sermaye, hem de emeği ile ortak olur. Net kârın paylaşılması serbest sözleşme ile olur. Zarara katlanma ise sermaye oranlarına göredir. Muşâraka'da ilk ana para mala dönüştükten sonra, ortakların hakları şirketin mal varlığı üzerinde kuruluştaki hisse oranlarına göre devam eder. Hesap dönemi sonlarında dağıtılmayan veya kısmen dağıtılan kârlar veya enflasyon gibi sebeplerle şirketin mal varlığının büyümesi, ortakların hisselerinin de büyümesi anl----- gelir. Bu fazlalığın hisse senetlerine yansıtılması gerekir. Meselâ;100 kişi, her biri 1 milyon TL. koyarak bir ticaret şirketi kursalar; 5 yıl sonra şirketin mal varlığı yeniden değerleme sonucu 3 milyar Tl.na yükselmiş bulunsa, her ortağın hissesi mal üzerinden 30 katına, yani 30 milyona çıkmış olur. Eski hisse senetlerinin 30 milyon yazan yenileri ile değiştirilmesi gerekir. Böyle bir şirketten bir ortak ayrılmak isteyince, mallar bölünebilir cinstense, malın % 1'ini alır veya ortağın hissesi şirketçe ödenerek geri kalan ortakların hisselerine eklenir. Ya da bu hisse pazarlık yoluyla üçüncü bir şahsa satılabilir (es-Serahsî, a.g.e., 151; el-Kâsânî, a.g.e., VI, 57-62; İbn Kudame, el-Muğnî, V, 27). İslâm'da, bir şirket yatırımlarını büyütmek isterse, mudâraba veya muşâraka esasına göre, kısa veya uzun vadeli bütün kredi ihtiyaçlarını doğrudan tasarruf sahiplerine başvurmak suretiyle karşılayabilir. Ancak yeni hisse senedi çıkarıldığında, eski hisse senetlerini yeniden değerlemeye tabi tutarak şirketin o tarihteki mal varlığını eski senetlere yansıtmak gerekir. Aksi halde daha önceki yıllarda dağıtılmayan kârlara yeni hissedarlar da ortak yapılmış olur. Bu gün ülkemizde anonim şirketlerin çeyrek yüz yıl önce, o günün kıymetlerine göre çıkarılmış hisse senetleri halkın elinde bulunmaktadır. Yıllarca tamamen veya kısmen dağıtılmayan kârlar, kullanılan krediler ve enflasyonlar yüzünden, şirket mal varlığındaki gerçek karşılığı bazan 150-200 katını aşan bir hisse senedinin 3-5 misli nominal bir değerle alıcı bulması çözüm için yeterli değildir. Şirketlerin mal varlıkları yeniden değerlemeye tabi tutularak, ellerinde o şirketin hisse senedi olanlara yeni değerler üzerinden hisseleri verilmelidir. Üzerinde bir milyon yazan, fakat ticaret şirketindeki mal karşılığı elli katına çıkmış bulunan bir senedi 3 milyon nominal değerle satan ortağın, gerçekte 50 milyona yakın bir satın alma gücünü 47 milyon TL. eksiğine devrettiği halde, %300 kârla sattığını düşünmesi, ekonomik gerçeklerle çelişmektedir. Diğer yandan İslâm ekonomisinde altın, gümüş ve öteki mislî mallar şirket sermayesi olarak belirlenebilir. Hatta bazı müctehidler fels adı verilen ve maden değeri dışında nominal (itibarî) bir değerle dolaşan madenî paraların (altın ve gümüş para dışında) şirketlerde ana para olamayacağını söylemişlerdir. Osmanlılarda 1464 M. tarihinden itibaren kurulmaya başlayan para vakıflarında altın ve gümüş para mudârabe veya bidâa (kârın tamamı vakfa ait olmak üzere vakıf parasını işletmek) yoluyla esnaf ve tüccar için önemli finansman kaynağı olmuştur. Hatta buğday, arpa vb. diğer mistî mallar da vakfedilmiş, bunlar altın veya gümüş paraya çevrildikten sonra, yine finans ihtiyacı olanlara mudâraba veya bidâa yoluyla kredi olarak verilmiştir. Vakıf, anaparayı bu şekilde kredi olarak kullandırmaya devam eder ve elde edilen kârdan vakfın hissesini, vakfedilen cihete harcardı (el-Mavsılî, el-İhtiyar, III, 14, 15; İbn Âbidin, Reddül-Muhtar, Tercüme, A. Davudoğlu, İstanbul 1983, IX, 278, 279). Kredi kaynaklarından başka, devlet bütçesinin yatırımcılara kullandıracağı krediler, borçlarını ödeme güçlüğü çekenlere zekât fonunun desteği, ziraat ortakçılığı esasına göre dağıtılacak tarım kredileri de sayılabilir. Buna göre İslâm ekonomisi her konuda olduğu gibi ekonomik problemlere gerçekçi çözümler getirmiştir. Bu sistemde, tasarruf sahipleriyle müteşebbisler doğrudan temas halindedir. Krediye ihtiyacı olan iş adamı dürüst çalışır, sermaye sahiplerini gerçek mal varlığına ortak yapar ve gerçek kârı paylaşmaya, ya da ortakların ana paralarına eklemeye razı olursa, kredi problemine faizsiz çözüm yolu bulmak mümkündür. Günümüzde faizli kredi mâliyetlerinin %100'ü aştığı bilinmektedir. Müteşebbisler bu kredileri ürettikleri malın mâliyetine yansıttıkları için, fâiz, eşya fiyatlarının normalin üzerinde yükselmesine sebep olmaktadır. Böyle bir kredi, çıkarılacak kâr-zarar tahvilleriyle, mudâraba veya muşâraka ölçüleri içinde kullanıldığında ise, üretim maliyetleri önemli ölçüde düşer. Taraflar ve toplum meşrû ticaretin bereket ve semeresini hissetmeye başlar. Toplumun ihtiyaç maddelerini üretip dağıtanlar ve ekonomik faaliyetleri dürüst olarak yürütenler Allâh Rasûlünün diliyle şöyle öğülmüştür: "Bir kimse gıda maddelerini (toplumun ihtiyacı olan şeyleri) toplayıp günün rayiç fiyatı ile satsa, sanki bunları yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine tasadduk etmiş gibi ecir alır" (İbn Mace, Ruhün, 16); "Gönül hoşluğu ile görevini yerine getiren, harama el uzatmayan veznedar, Allah rızası için sadaka verenin ecrini alır. " Yani harcaması ve transferi kendisine emânet edilen bütün paraları yolsuzluk yapmaksızın hak sahiplerine ulaştırdıkça sanki onları yoksullara dağıtmış gibi sevap kazanır" (Buhârî, Zekat, 25). Hamdi DÖNDÜREN |
23 Ocak 2008, 21:21 | Mesaj No:12 |
Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 | Cvp: Faiz/ Riba Dizi – Kur’an-ı Kerimde Edebi Anlatım –3- / Halil İbrahim RAMAZANOĞLU Şeytan Çarpmış Gibi... Allah(cc), “Faiz yiyenler, -kıyamet günü- kabirlerinden şeytan çarpmış kimseler gibi kalkarlar...” buyurmaktadır. (Bakara 275) Kur’an-ı Kerim’in nazil olduğu ilk dönemlerde, Faiz, insanlar arasında çok yaygındı. Temeli adaletsizlik olan bu kâr elde etme yolunu İslam reddediyor, herkesin kendi alın teri ile gelir elde etmesini öngörüyordu. Ancak, faizciliğin çok yaygın olması ve insanların ekseriyetinin bu yolla kazanç sağlaması, bu faiz düzeninin tek bir defada ortadan kaldırılmasını zorlaştırıyor, faiz batağına saplanmış insanların bu bataklıktan yavaşça kurtarılmasını gerektiriyordu. İşte bu maksatla İslam, şiddetle karşı olmasına rağmen faizi hemen yasaklamayıp, insanların akıllarına hitap ederek, öncelikle faizin çirkinliğinden, adaletsizliğinden, ahlaken ve vicdanen sakıncalı olduğundan bahsederek onları ikna etme yoluna gitti: “Çoğalması için faizle verdiğiniz mallarınız, Allah katında artmaz ve çoğalmaz. Ancak Allah rızası için ve samimiyetle verdiğiniz sadaka ve yaptığınız iyilikler için kat kat mükafat ve sevap vardır.” (Rum 39) Faizi kötüleyen ve sadakayı öven bu ayetin nüzulünden bir müddet sonra, faizle ilgili şu ayet nazil oldu ve bir öncekine göre daha kesin bir ifade ile Müslümanları faizden menetti: “Ey iman edenler, faiz yemeyin, Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.” (Al-i İmran 130) Bu ayetin nüzulünden bir-iki yıl sonra, faizi kesin bir ifade ve kesin bir üslupla kötüleyen ve yasaklayan bakara suresinin yukarıda yer verdiğimiz 275. ayeti nazil oldu. (Faiz yiyenler, -kıyamet günü- kabirlerinden şeytan çarpmış kimseler gibikalkarlar...) Kur’an-ı Kerim’de yukarıdaki ayetten sonra yer alan ve faizin haram olduğunu, yasaklandığını ifade eden başka ayetler de vardır: “...Allah, sadakayı artırır, faizi mahveder...(Bakara 276)” , “ Eger Allah’a inanıyorsanız faizi terkedin...(Bakara 278)” , “Bunları yapmayıp faiz almaya devam ederseniz, Allah’a ve Rasülün’e savaş açmış olursunuz...(Bakara 279)” Hz. Peygamber (sav) Efendimiz de faizle ilgili olarak; “Kim Allah’a ve ahiret gününe iman ederse sakın mislinden fazla bir şey almasın” buyurmakta, faiz almamayı âdeta imanın şartı saymaktadır. Hadis kaynaklarımızdan Buhari’de yer alan bir rivayete göre; “Hz. Bilal (ra), Rasulüllah (sav)’a iyi cins bir hurma getirmişti. Rasulüllah (sav): ‘bunu nereden aldın’ diye sordu. Hz. Bilal (ra): ‘bizdeki hurmadan iki ölçek vererek bundan bir ölçek satın aldık’ dedi. Bunun üzerine Hz Peygamber (sav): ‘eyvah! Bu ribanın ta kendisi, eyvah! Bu ribanın ta kendisi, sakın öyle yapma. Şayet iyi hurma satın almak istersen elindekini ayrıca sat, sonra onun parasıyla iyi hurma satın al’ dedi.” Peygamber (sav), veda hutbesinde ümmetine şöyle hitabetmiştir: “her türlü faiz kaldırılmıştır...Allah’ın emriyle faizcilik artık yasaktır...Eski cahiliyet devrinden kalma bu çirkin adetin her türlüsü ayağımın altındadır...Borçlular, alacaklılara yalnızca aldıkları parayı ödeyeceklerdir...Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız...” Kur’an-ı Kerim’de ve Hadis-i şeriflerde geçen faizle ilgili hükümleri böylece aktardıktan sonra, faiz yiyen kimseleri dehşete düşürecek olan; “kabirlerinden şeytan çarpmış kimseler gibi kalkarlar...” ifadesine değinelim: Cenab-u Allah, bir zulüm ve haksızlık yolu olan; maddi açıdan güçlü kişilerin, fakir kişileri ezmesi demek olan faizi açıkça yasakladıktan sonra, bu yasağa uymayan kişilerin, elde ettikleri kazançlarının dünya hayatında hiçbir faydasını göremeyeceklerini, onların servetlerinin batırılacağını, mahvedileceğini beyan ediyor. Faiz yiyenler, bu dünya hayatında böyle bir akibete uğratılacağı gibi, ahiret hayatında da herkes tarafından tanınmaları ve rezil olmaları için şeytan çarpmış gibi diriltilecekler...Allah, işledikleri günahtan dolayı onları, ahiret hayatında bu şekilde cezalandıracak. Bu ayette geçen, “şeytan çarpmış kimseler” ifadesi, Kur’anda geçen bir başka ayeti hatırlatıyor: Allah (cc), kendi emirlerine karşı gelen, isyan eden bir topluluktan bahsederken; “Biz onlara aşağılık maymunlar olun dedik” buyurmaktadır. (Bakara 65) Allah-u Teala, kendi emirlerine uymayan bu insanları, onlar için ibret; ve sonradan gelen kişiler için de bir öğüt olsun diye bu şekilde cezalandırmış ve bu nankör insanları, dünya hayatında insan şeklinden çıkartıp maymun şekline sokmuştur. Allah’ın azabı ne çetindir. Allah(cc), en güzel şekilde yarattığı insanı, yaratanına karşı geldiği zaman en zelil duruma düşürmekten âciz değildir. Bilindiği gibi hayvanlar arasında maymun değişik yaratılışlı olmasıyla dikkat çeker. Âdeta kişilik problemi vardır; bazı halleri ile insana benzer, bazı halleri ile de hayvana benzer. İşte Allah, kendisine karşı gelen insanları böyle kişiliksiz bir yaratık şekline soktuğunu Kur’an’da ifade ediyor. Faiz yiyen, Allah’ın bu konudaki emirlerini dikkate almayıp, kendi bildiğini yapan insanlar kiyamet günü şeytan çarpmış gibi -veya cin çarpmış gibi- diriltilecekler; ağızları, burunları, elleri, ayakları çarpılmış gibi olacaklar, onlar sara hastalığına yakalanan kişiler gibi delicesine hareket edecekler ve dünya hayatında yaptıklarının cezasını böylece rezil olmak sûretiyle ödeyeceklerdir. |
23 Ocak 2008, 21:22 | Mesaj No:13 |
Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 | Cvp: Faiz/ Riba Hadis-i Şeriflerde Ribâ/Fâiz İbn Mes'ud (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) ribâyı (fâizi) yiyene de, yedirene de lânet etti." Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin rivâyetlerinde şu ziyade vardır: "(Fâiz muâmelesine) şâhitlik edenlere de bu muâmeleyi yazana da..." (Müslim, Müsâkât: 25, h. no: 1579; Ebû Dâvud, Büyû’ 4, h. no: 3333; Tirmizî, Büyû’ 2, h. no: 1206; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no: 2277) "İnsanlar öyle bir devre ulaşacak ki, o zamanda ribâ yemeyen kalmayacak. Öyle ki, (doğrudan) yemeyene buharı ulaşacak." Diğer bir rivâyette "...tozu ulaşacak" denir. (Ebu Dâvud, Büyû’ 3, h. no: 3331; Nesâî, Büyû’ 2, h. no: 7, 243; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no: 2278) Ribâ'dan buharın ulaşması, ribâ muâmelesine şâhidlik, kâtiplik yapmak veya ribâ yoluyla elde edilen kazançtan verilen ziyafetten yemek, böyle bir kazançla satın alınan hediyeyi kabul etmek gibi değişik şekillerde olabileceği belirtilmiştir. Bu durumda, Aliyyu'l-Kari'ye göre, hadis şu mânâyı ifâde eder: "Öyle bir zaman olacak ki, bu devrede kişi, bilfarz, hakikî fâizden kaçınsa bile, dolaylı şekilde gelecek fâiz bulaşmalarından kendini kurtaramayacaktır." Bu hadis nokta-i nazarından, işlemlerinin esası fâize dayanan banka dâhil, bütün benzer kurumlar konusunda müslümanların dikkatli olmaları gerekir. Şu veya bu mülâhaza ve gerekçelerle, bulaşmak zorunda kalınan veya bulaşmak zorunda kalındığı zannıyla bulaşma şıkkı tercih edilen "fâiz"li muâmelelere, hiçbir sûrette kesin bir ifâde ile "fâiz değildir" veya "câizdir" diye fetvâ vermemek gerekir. Fetvâ, büyük mes'ûliyet işidir. Dâima ihtiyat şıkkını tercih etmek en uygunudur. İslâm ulemâsının ittifakla benimsediği umumî bir prensip mevcuttur: "Bir meselede helâl ve haram ihtimali beraberce var ve fakat birini tercihe karîne/delil yok ise, ihtiyaten haram olma şıkkı esas alınır. Yani şüpheli şeylerden kaçmak esastır. Dolayısıyla, fâiz şüphesi olan işlemlerin "fâiz olduğunu" esas alıp, kaçınmaya çalışmalı, kaçınamıyor isek tevbe ve istiğfarı elden bırakmamalıyız. Her hâl u kârda "haram değil" diye fetvâ vermekten kesinlikle kaçınmalıyız; aksi halde, ebedî hayatımızı mahvedecek bir hata olabilir. Bütün ihtilallerin, sosyal fesatların, huzursuzluk ve ahlâksızlıkların temelinde "sen çalış ben yiyeyim" düşüncesi yatar, bunu da ribâ besler. Amr İbnu'l-Ahvas (r.a.) anlatıyor: "Hz. Peygamber (s.a.s.)'i Vedâ Haccı sırasında dinledim, şöyle diyordu: "Haberiniz olsun, câhiliye devrindeki bütün ribâlar kaldırılmıştır, ödenmeyecektir. Sadece verdiğiniz ana parayı alacaksınız. Böylece ne zulmetmiş, ne de zulme uğramış olacaksınız. Haberiniz olsun cahiliye devrindeki bütün kan dâvâları kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan dâvası da el-Hâris İbn Abdilmuttalib'in kan dâvâsıdır." Rasûlullah (s.a.s.): "Tebliğ ettim mi?" dedi. Cemaat: "Evet tebliğ ettin" dediler ve üç kere tekrarladılar. Rasûlullah (s.a.s.): "Ya Rabbi şahid ol!" dedi ve üç kere tekrar etti." (Ebû Dâvud, Büyû’ 5, h. no: 3334; Müslim, Hac 147; Tirmizî, Tefsir, Tevbe 2; İbn Mâce, Menâsik h. no: 76, 84) "Altın altınla peşin olmazsa ribâdır. Buğday buğdayla peşin satılmazsa ribâdır. Arpa arpayla peşin satılmazsa ribâdır. Kuru hurma kuru hurmayla peşin satılmazsa ribâdır." (Buhârî, Büyû’ 54, 74, 76; Müslim, Musâkat: 79, h. no: 1586; Ebû Dâvud, Büyû’ 12, h. no: 3348); İbn Mâce, Ticârât: 50, h. no: 2160, 2259; Muvattâ, Büyû’ 38, h. no: 2, 636-637; Tirmizî, Büyû’ 24 , h. no: 1243; Nesâî, Büyû’ 41, h. no: 7, 273) Ebû Saîd (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) zamanında bize bayağı hurma veriliyordu. Bu muhtelif cins kuru hurmanın bir karışımı idi. Bu bayağı hurmanın iki ölçeğini bir ölçek iyi hurma mukabilinde satıyorduk. Bu tarz Hz. Peygamber (s.a.s.)'in kulağına ulaşınca şöyle buyurdu: "İki ölçek hurmaya bir ölçek hurma, iki ölçek buğdaya bir ölçek buğday iki dirheme bir dirhem olmaz." (Buhârî, Büyû' 21; Müslim, Müsâkat 98, h. no: 1594, 1595, 1596; Tirmizî, Büyû’ 23, h. no: 1241; Nesâî, Büyû' 41, 50, h. no: 17, 271, 272, 273; Muvattâ, 32, h. no: 2, 632) "Hz. Bilâl (r.a.), Rasûlullah (s.a.s.)'a (iyi cins bir hurma olan) bernî hurması getirmişti. "Bu nereden?" diye sordu. Bilâl (r.a.): "Bizde âdi hurma vardı. Rasûlullah (s.a.s.)'ın yemesi için ondan iki ölçek vererek bundan bir ölçek satın aldık", dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Eyvah! Bu ribânın ta kendisi, eyvah bu ribânın ta kendisi, sakın öyle yapma. Şayet iyi hurma satın almak istersen elindekini ayrıca sat. Sonra onun parasıyla iyi hurmayı satın al" dedi. (Buhârî, Vekâlet: 11; Müslim, Müsâkat: 96, h. no: 1594; Nesâî, Büyû’ 41, h. no: 7, 271-272) "Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurma ile, tuz tuzla başbaşa misliyle, peşin olarak satılır. Kim artırır veya artırılmasını taleb ederse ribâya girmiştir. Bu işte alan da veren de birdir." Bir rivâyette: "...cinsleri farklı ise müstesnâ" denir. (Müslim, Müsâkât: 82, h. no: 1584). Bir başka rivâyette (şu ziyâde) ifade edilmiştir: "...Bu çeşitler farklı olduğu takdirde peşin ise dilediğiniz gibi satın." (Bu hadisi, Buhârî hâriç, Beş Kitap rivâyet etmiştir: Müslim, Müsâkat: 81, h. no: 1587; Ebû Dâvud, Büyû’ 12, h. no: 3349-3350; Tirmizî, Büyû’ 23, h. no: 1240; Nesâî, Büyû’ 43, 44, h. no: 7, 274, 275, 276, 277, 278; İbn Mâce, Ticârât: 48, h. no: 2254) |
12 Mayıs 2009, 09:42 | Mesaj No:15 |
RE: Faiz/ Riba
Ribâ; sözlükte, ziyâdelenmek, fazlalaşmak anl----- mastar olup, faiz dediğimiz özel fazlalığın adı olmuştur...
| |
Konuyu Toplam 2 Kişi okuyor. (0 Üye ve 2 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Putlaştırılan meta (Riba) belası | Nebevi Sevda | Makale ve Köşe Yazıları | 0 | 08Haziran 2018 01:40 |
riba faizmidir. | islamoğlu | Soru Cevap Arşivi | 1 | 23 Ocak 2011 14:51 |
Hanefi Mezhebi: Riba Nedir? | Seleme | İlmihal Bölümü | 0 | 19 Nisan 2009 04:46 |
Riba İle İlgili Hükümler | Belgin | Hadis-i Şerif | 1 | 04 Aralık 2008 08:53 |
Riba`nın Zemmine Dair | Belgin | Hadis-i Şerif | 0 | 04 Aralık 2008 08:39 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|