Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.MEDİNEWEB FORUM DİNİ KONULAR.::. > Muhtelif Dini Konular > İslami Kavramlar

Konu Kimliği: Konu Sahibi Emekdar Üye,Açılış Tarihi:  12 Şubat 2008 (23:39), Konuya Son Cevap : 10 Kasım 2023 (08:29). Konuya 50 Mesaj yazıldı

Beğeni Aldı1Kez Beğenildi
Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 12 Şubat 2008, 23:54   Mesaj No:21
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: İhlas


ŞEYTANIN HİLELİ TUZAKLARI
Şeytan, müminlerin ihlasını kırma yönündeki kıyamete kadar sürecek olan bu çabasına Hz. Adem ile başlamıştır. Hz. Adem'e de aynı hileli taktiklerle yaklaşmış, ona da güzel olanı çirkin, çirkin olanı da güzel gibi göstermeye çalışmıştır. Kuran'da bildirildiğine göre şeytan, Hz. Adem ve eşinin Allah'ın yasağına uymamalarını sağlamış, böylece onların cennetten çıkarılmalarına neden olmuştur. Bu olay Kuran'da bazı ayetlerde şöyle haber verilmektedir:
Ve dedik ki: "Ey Adem, sen ve eşin cennette yerleş. İkiniz de ondan, neresinden dilerseniz, bol bol yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz." (Bakara Suresi, 35)
Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: "Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?" (Taha Suresi, 120)
Şeytan Hz. Adem ve eşinin açıkça Allah'ın emirlerine karşı gelmelerini söylememiştir. Çünkü Allah'a iman eden kimselerin böyle bir emri yerine getirmeyecekleri açıktır. Bu nedenle onları ikna edebilecek başka mantıklar bulmuş ve yasaklanan ağaçtan yedikleri takdirde melek olup, ebedi yaşama imkanını elde edeceklerini söylemiştir. Söylediği bu yalanları daha da ikna edici kılabilmek için Allah adına yemin etmekten de çekinmemiştir. Kuran'da iman edenler şeytanın bu gibi sinsi tuzaklarına karşı şöyle uyarılmaktadırlar:
Ey Ademoğulları, şeytan, anne ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belaya uğratmasın. Çünkü o ve taraftarları, (kendilerini göremeyeceğiniz yerden) sizleri görmektedir. Biz gerçekten şeytanları, inanmayacakların dostları kıldık. (A'raf Suresi, 27)
Kendilerine Kuran'ı rehber edinen insanlar, şeytandan gelebilecek boş kuruntulara, asılsız vesveselere, hileli oyunlara karşı son derece hazırlıklı olurlar.Örneğin tesettür, Müslüman kadınlar için çok önemli bir ibadet ve Allah (cc)’tan çok büyük bir nimettir. Tesettür, kadının Allah (cc) Katında ve inananlar nezdinde yücelmesini sağlayacak, onu her türlü bağımlılıktan ve sıkıntıdan kurtaracak bir vesiledir. Tesettür aynı zamanda Müslüman kadının iffetinin sembolüdür. Tesettürle ilgili ayetlerin indiği dönemde Müslüman kadınların güzel tavırlarıyla ilgili olarak şunlar rivayet edilir: Hz. Ayşe (radiyAllahu anh)'dan rivayet edilmiştir:

“Başörtülerini yakalarının üstüne koysunlar”ayetini inzal edince harmaniyelerini yırtarak onunla örtünmüşlerdir.” İbn-i Kesir, Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri, cilt:11, s. 5880
Peygamberimiz (sav) döneminde mümin kadınlar Allah’ın tesettür konusundaki emrini işte böylesine büyük bir şevk ve istekle karşılamışlar, hemen itaat etmişlerdi. Onlardan sonra gelen Müslümanlar da aynı şevk ve kararlılıkla bu emri yerine getirmişlerdir. Bu konuda şeytanın mümin kadınlara vermeye çalıştığı vesveler boşunadır.
Öncelikle "İman edenler Allah yolunda savaşırlar; inkar edenler ise tağut yolunda savaşırlar öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç şüphesiz, şeytanın hileli düzeni pek zayıftır." (Nisa Suresi, 76) ayetiyle de hatırlatıldığı gibi şeytanın hileli düzeni zayıftır ve boş bir aldatmacadan ibarettir. İman edenler "Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. (Allah'tan) Sakınanlara şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah'ı zikredip-anarlar), sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir." (A'raf Suresi, 200-201) ayetleriyle de bildirildiği şekilde kendilerine fısıldayan bu sesin şeytandan olduğunu anlar ve hemen Allah'a sığınırlar. Allah'a sığındıkları anda ise olayları Kuran gözüyle değerlendirip, doğruyla yanlışı birbirinden ayırt edebilecek bir anlayış elde ederler. Şeytanın bu yöndeki çabaları da müminlerin güçlü imanları sayesinde tamamen sonuçsuz kalmış olur.
Nitekim Kuran'ın "Benim kullarım; senin onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün (hakimiyetin) yoktur." Vekil olarak Rabbin yeter." (İsra Suresi, 65) ayetiyle de şeytanın, Allah'a güvenip dayanan ve her işlerinde kendilerine O'nu vekil edinen kimseler üzerinde bir etkisinin olamayacağına dikkat çekilmiştir. Şeytanın etkisi Kuran'da "Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiçbir zorlayıcı-gücü yoktur. Onun zorlayıcı-gücü ancak onu veli edinenlerle, onunla O'na (Allah'a) ortak koşanlar üzerindedir." (Nahl Suresi, 99-100) ayetleriyle belirtildiği gibi ancak onu veli edinen ve Allah'a şirk koşan kimseler üzerindedir. Şeytanın Allah'ın ihlaslı ve samimi kullarına etki edemeyeceği gerçeği onun şu sözleriyle de ifade edilmiştir:
Dedi ki: "Rabbim, beni kışkırttığın şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara, (Sana başkaldırmayı ve dünya tutkularını) süsleyip-çekici göstereceğim ve onların tümünü mutlaka kışkırtıp-saptıracağım. "Ancak onlardan muhlis olan kulların müstesna." (Hicr Suresi, 39-40)
İşte bu nedenledir ki ihlas sahibi, samimi müminlerin şeytanın hileli tuzaklarından yana hiçbir korku ve endişeleri yoktur. Çünkü onlar iman edenler üzerinde şeytanın hiçbir gücü olmadığını bilir ve yalnızca Allah'tan korkarlar. Şeytandan korkanlar ise yine onu dost ve veli edinen inkarcılardır. Bu gerçek de Kuran'da şöyle vurgulanmaktadır:
İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü'minlerseniz, Ben'den korkun. (Al-i İmran Suresi, 175)
Kuran'da Allah şeytanın peygamberler de dahil olmak üzere tüm insanlara kuşku ve vesvese vermeye çalışacağını bildirmiş ve bunun kalbinde hastalık olanlarla gerçek ihlas sahiplerinin birbirlerinden ayırt edilebilmesi için yaratılan özel bir imtihan şekli olduğuna dikkat çekmiştir. İlim ve ihlas sahibi kimseler şeytanın bu vesveselerinden hiçbir şekilde etkilenmezler. Çünkü şeytanın bağımsız bir gücü olmadığını, Allah'ın yarattığı ve tamamen Allah'ın kontrolünde bir varlık olduğunu bilirler. Şeytan Allah'ın dilemesi dışında hiçbir insanı doğru yoldan saptıramaz, ihlasını zedeleyemez, kötü yola sevk edemez. Müslümanların -şeytan onlara vesvese vermeye çalıştığında- Kuran'ın hiç tartışmasız Rabbimizden gelen bir gerçek olduğu konusunda kalpleri pekişir. Bu gerçek ayetlerde şöyle haber verilmektedir:
Biz senden önce hiçbir Resul ve Nebi göndermiş olmayalım ki, o bir dilekte bulunduğu zaman, şeytan, onun dilediğine (bir kuşku veya sapma unsuru) katıp bırakmış olmasın. Ama Allah, şeytanın katıp-bırakmalarını giderir, sonra kendi ayetlerini sağlamlaştırıp-pekiştirir. Allah, gerçekten bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Şeytanın (bu tür) katıp bırakmaları, kalplerinde hastalık olanlara ve kalpleri (her türlü) duyarlılıktan yoksun bulunanlara (Allah'ın) bir deneme kılması içindir. Şüphesiz zalimler, (gerçeğin kendisinden) uzak bir ayrılık içindedirler.
(Bir de) Kendilerine ilim verilenlerin, bunun (Kuran'ın) hiç tartışmasız Rablerinden olan bir gerçek olduğunu bilmeleri için; böylelikle O'na iman etsinler ve kalpleri O'na tatmin bulmuş olarak bağlansın. Şüphesiz Allah, iman edenleri dosdoğru yola yöneltir. (Hac Suresi, 52-54)
Alıntı ile Cevapla
Alt 12 Şubat 2008, 23:54   Mesaj No:22
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: İhlas


İhlası Kazanmanın Yolları
Kitabın önceki bölümlerinde ihlasın önemini ve ihlas sahibi bir müminin özelliklerini Kuran ayetleri doğrultusunda açıkladık. Allah'ın razı olduğu kullarından olmak ve sonsuz cennet nimetlerine kavuşmak isteyen bir mümin ihlası kazanmak için hayatının her anında Kuran ayetlerini titizlikle uygulamalı, Kuran ahlakına göre yaşamalıdır. Ancak bunun için samimi bir kalple, katıksızca Allah'a yönelmesi, sadece Allah'ı razı etmek için çaba sarf etmesi ve ihlasını kırmak isteyen tüm olumsuz etkilere karşı son derece dikkatli olması gerekir. Çünkü önceki bölümde vurguladığımız gibi şeytan da sürekli çaba sarf etmekte ve türlü yöntemlerle insanı doğru yoldan çevirmeye çalışmaktadır.
İnsan alışkanlıkla ya da çevresinden görerek yaptığı pek çok hareketle ihlasını zedeleyebileceğini, katıksızca yapmak istediği amellere zarar verebileceğini aklından çıkarmamalıdır. Bu nedenle de sürekli olarak niyetini kontrol etmeli, her söylediği sözü, yaptığı her ameli Allah'a has kılarak yapmalıdır. Ancak bu ahlaka sahip olmanın zor değil, aksine çok kolay olduğunu da hiçbir şekilde aklından çıkarmamalıdır. Samimiyet, dürüstlük ve katıksızca Allah'a yönelmek insanın hiç güç harcamadan kazanabileceği özelliklerdir. Üstelik her işte bir kolaylık kılan Rabbimiz bizleri elçileriyle ve salih müminlerle desteklemiş, ihlası kazanmanın yollarını da ayetleri ile göstermiştir. İslam alimleri de ihlas konusunun üzerinde özellikle durmuş ve eserlerinde iman edenleri katıksızca Allah'a yönelmeye ve ihlası gözetmeye davet etmişlerdir.
Bediüzzaman Said Nursi'nin eserleri de ihlası kazanma konusunda gayret içinde olan Müslümanlar için çok önemli birer rehber niteliğindedir. Bediüzzaman ihlasın üzerinde önemle durmuş ve bu konuda iman edenlere çok önemli tavsiyelerde bulunmuştur. Bediüzzaman bir sözünde ihlası şu şekilde tarif etmektedir:
"Ey âhiret kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur'aniyede arkadaşlarım! Bilirsiniz ve biliniz: Bu dünyada, özellikle ahiret hizmetlerinde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir aracı, en önemli dayanak noktası, en kısa bir hakikat yolu, en makbul bir manevi dua, amaca ulaşmada en kerametli vasıta, en yüksek bir karakter, en safi bir kulluk: İhlastır."2
Bediüzzaman'ın da önemle vurguladığı gibi ihlas, insanın kulluk vazifesini eksiksiz bir şekilde yerine getirebilmesi için sahip olması gereken en önemli özelliklerden biridir. Çünkü "Şüphesiz, sana bu Kitabı hak ile indirdik; öyleyse sen de dini yalnızca O'na halis kılarak Allah'a ibadet et. Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır…" (Zümer Suresi, 2-3) ayetleriyle de emredildiği gibi gerçek din ancak ihlasla, katıksızca Allah'a yönelmekle yaşanabilir. Bediüzzaman Said Nursi insanın yaptıklarıyla Allah Katında değer kazanabilmesi için ihlası kesin olarak kazanması gerektiğine şu sözleriyle dikkat çekmiştir:
"… Madem ihlasta sözü edilen özellikler gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler var… Elbette herkesten ziyade bütün kuvvetimizle ihlası kazanmaya mecbur ve vazifeliyiz ve ihlasın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız. Yoksa hem şimdiye kadar kazandığımız hayırlı hizmetler kısmen ziyan olur, devam etmez; hem şiddetli sorumlu oluruz."
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Allah, Kuran ayetleriyle insanın katıksız bir iman ve ihlası nasıl kazanabileceğini bildirmiştir. Ayrıca her insan da ihlası ve samimiyeti tek başına kavrayabilecek ve yaşayabilecek şekilde yaratılmıştır. Dolayısıyla ihlası kazanmak ve artırmak son derece kolaydır. İnsan hiçbir bilgiye sahip olmasa dahi sırf vicdanına başvurarak ihlası kazanabilir. Sırf samimi bir kalple Allah'a yönelmekle, ihlası zedeleyen tüm tavırlardan arınıp, hangi tavrın ihlaslı hangisinin ise ihlassız olduğunu anlayabilecek hale gelir. Bu nedenle de insan vicdanın nasıl Rahmani bir rehber olduğunu bilmeli, hiçbir zaman için "Hangi tavrın ihlaslı olacağını bilmiyordum", "Gösterdiğim davranışın ihlasımı zedeleyebileceğini tahmin edemedim", "Ben samimi ve ihlaslı olduğumu sanıyordum" gibi mantıklarla kendisini kandırmamalıdır. Tüm bunların insanın vicdanını rahatlatmak için öne sürdüğü samimiyetten uzak düşünceler olduğunu aklından çıkarmamalıdır. Çünkü vicdanına uyan bir kimse için ihlası kazanmak ve bunu ahirete kadar muhafaza etmek son derece kolaydır.
Bu bölümde Kuran ayetleri ile bizlere bildirilen, aynı zamanda vicdanın da insanlara sürekli olarak hatırlattığı 'ihlası kazanmanın yolları'na değinecek ve insanların günlük hayatlarında bu konularla ne şekillerde karşılaşabileceklerine dair örnekler vereceğiz. Ardından da insanların ihlaslarını zedeleyen tavırlara dikkat çekip, ihlası kazanmanın ne denli kolay olduğunu anlatacağız
Alıntı ile Cevapla
Alt 12 Şubat 2008, 23:55   Mesaj No:23
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: İhlas


İHLASLI OLMAK MÜMİNE GÜÇ VERİR
İnsanın ihlası gerçek manasıyla yaşayabilmesi için öncelikle ihlasın neden bu kadar önemli olduğunu kavraması ve bu iman seviyesine ulaşabilmeyi içten arzu etmesi gerekmektedir. Çünkü ihlasın önemini kavramamış olan insanlar güç ve kudreti dünyevi değerlerde arayabilmekte, toplum içinde yer edinebilmek için bunların peşinde koşabilmektedirler. Şan şöhret, zenginlik, güzellik, akademik kariyer ya da itibar sahibi olmak bu düşünceye kapılan insanların ardı sıra sürüklendikleri özelliklerdir. Oysa bunların hiçbiri insana ne dünya hayatında ne de ahirette gerçek anlamda kalıcı bir güç ya da itibar kazandıramaz. Bediüzzaman Said Nursi de "Bütün kuvvetinizi ihlasta ve hakta bilmelisiniz. Kuvvet haktadır ve ihlastadır. Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlas ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar. Evet kuvvet hakta ve ihlasta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlas, bu davayı isbat eder ve kendi kendine delil olur." [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]sözleriyle müminin hem dünya hayatında hem de ahiret hayatında güç ve kuvveti ancak ihlasla kazanabileceğini hatırlatmaktadır. Bu düsturu unutup, yukarıda saydığımız maddi değerlerin peşine düşen bir insan ise katıksızca Allah'ın rızasına yönelmiyor demektir.
Örneğin Müslümanlara fayda getirecek bir konuda dört beş kişi arasında bir iş bölümü yapıldığını varsayalım. Bu kişilerden birine yapılacak işin perde arkasında kalan, pasif ve ses getirmeyecek, ama bir o kadar da zor bir bölümünün verildiğini düşünelim. Diğer kişilere de daha ön planda, insanların övgü ve beğenilerini doğrudan alabilecekleri, daha aktif birer görev verilmiş olsun. Eğer bu kişi kendisine düşen görevi sırf arka planda kalacağı ve takdir toplama imkanı olmayacağı için reddeder, bunun yerine insanların beğenisini kazanabileceği, kendisini ön plana çıkarıp övgü alabileceği diğer bir görev ile değiştirmek isterse bu noktada ihlasını zedelemiş olur. Çünkü böyle bir durumda kişi 'Hem o kadar emek harcayacağım, hem de ortaya çıkan işte benim adım hiç geçmeyecek. Üstelik bir de diğerleri daha az çalışıp benden daha çok takdir toplamış olacaklar' gibi ihlastan uzak bir düşünceye kapılmış demektir. Makbul olan tavır ise takdiri ve övgüyü sadece Allah'tan beklemek, yapılan işte katıksızca Allah'ın rızasını hedeflemektir. Eğer yapılacak iş bir fayda getirecekse, bunu kimin yaptığı önemli değildir. Bir insan yaptığı iş kimse tarafından bilinmese ve insanlardan hiç takdir toplamasa da sadece Allah'ın rızasını kazanabilmek ve fayda getirecek bir işe vesile olabilmek için bu işi şevkle üstlenmelidir. Çünkü ihlaslı olan tavır budur.
Hayatının her anında ihlaslı davranan bir kimse, hem dünya hayatında başarılı ve huzurlu olurken, hem de ahirette güzel bir karşılığı umabilir. Çünkü bu kimse dünyevi imkanlarına, bulunduğu makama, sahip olduğu mal ya da mülküne, toplumdaki itibarına değil, önce Allah'a, sonra da imanına, aklına, vicdanına ve ihlasına güvenerek hareket eder. Allah da katıksızca Kendisine yönelene "… Allah Kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, aziz olandır." (Hac Suresi, 40) ayetiyle de bildirdiği gibi her zaman için yardım eder. Bu nedenle imanın ve ihlasın karşısında başka hiçbir gücün galip gelmesi mümkün değildir. Çünkü ihlas ile kişi Allah'ın yardımını, desteğini ve gücünü kazanmış olur.
Alıntı ile Cevapla
Alt 13 Şubat 2008, 15:43   Mesaj No:24
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: İhlas


ALLAH KORKUSUNU ARTTIRMAK
Allah korkusu, insanın ihlasını artırmasını sağlayan en önemli yoldur. Allah'ın büyüklüğünü, O'ndan başka bir kuvvet olmadığını, kainatı yoktan yaratan, tüm canlıları gözeten ve rahmet edenin sadece Allah olduğunu kavrayan insan derin bir sevgiyle Allah'a bağlanır. Dünyada ve ahirette gerçek dostunun yalnızca Allah olduğunu, dolayısıyla rızası aranacak olanın da ancak O olduğunu anlar. Bu güçlü sevginin yanı sıra Allah'tan şiddetle korkar. Allah "... Allah'tan korkup-sakının ve gerçekten bilin ki, siz O'na döndürülüp-toplanacaksınız." (Bakara Suresi, 203) ayetiyle insanlara Kendisinden korkup sakınmalarını bildirmiştir.
Allah korkusu kişinin Allah'ın büyüklüğünü bilmesinden ve O'nun gücünü takdir edebilmesinden kaynaklanır. Allah'ın makamının Yüceliğini ve sonsuz kudretini kavrayan bir insan, O'nun rızasına uygun bir yaşam sürmediği takdirde İlahi adaletin bir gereği olarak Allah'ın intikam alıcı, azap edici sıfatlarının muhatabı olacağını bilir. Çünkü Kuran ayetlerinde Allah'ın inkar edenler için dünyada ve ahirette hazırlamış olduğu azap çok detaylı olarak anlatılmış ve bu duruma karşı tüm insanlar uyarılıp korkutulmuştur. İnanan kişi, hayatının her anında bu bilinçle hareket eder. Allah korkusu, onun dünya hayatının eninde sonunda sona erip, tüm insanların Allah'ın huzurunda yaptıklarından hesaba çekileceklerini bir an bile aklından çıkarmamasını sağlar. Her anını bu azabın şuurunda geçirir. Bu şuur açıklığı da kişinin Allah'ın azabıyla karşılaşmaktan yana doğal olarak bir korku duymasına ve bundan dolayı da 'sakınmasına' sebep olur.
Sakınma kişinin Allah'ın haram kıldığı ve razı olmayacağı tavırlarda bulunmaktan şiddetle kaçınmasıyla ve O'nun emirlerini yerine getirmekte hiçbir gevşekliğe kapılmamasıyla ortaya çıkar. Allah'tan korkup sakınan ihlaslı bir insan hangi tavrından Allah'ın razı olmayacağını bilir ve hemen bunu düzeltmek için harekete geçer. Örneğin nefsinde mala karşı bir düşkünlüğü varsa bunu fark eder. Böyle bir durumda sırf mala olan düşkünlüğünden kurtulmak için, bütün imkanlarını Allah yolunda hayırlı işlerde kullanılması için seferber eder. Bu, kişiye fayda getirecek bir ahlaktır. Ayrıca ihlasa en uygun olan tavır da budur. İhlası kazanmak isteyen bir kimse, içinde mala ve mülke yönelik böyle bir zaafın olduğunu fark ettiğinde, hemen Allah'ın 'malınızı Allah yolunda infak edin' şeklindeki emrini hatırlamalı ve yine "Allah'tan güç yetirebildiğiniz kadar korkun" ayetini düşünerek Allah'ın beğenmeyeceği bir tavır içerisinde kalmaktan korkmalıdır. Her ne kadar nefsi aksini emretse de Allah'ın ayetinde emrettiği gibi sevdiği şeylerden infak edebilmelidir. Ayette şöyle buyurulmaktadır:
Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttaki olanlar da bunlardır. (Bakara Suresi, 177)
Allah "Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah'tan korkup-sakının, dinleyin ve itaat edin..." (Tegabün Suresi, 16) ayetiyle insanlara güçlerinin yettiği kadar Kendisinden korkmalarını emretmiştir. Bu ayetin bir gereği olarak iman eden insan hiçbir zaman için Allah'a karşı olan imanını, korkusunu yeterli görmez. Hayatının son anına kadar kalbindeki Allah korkusunu ve sakınma gücünü artırmaya çalışır. Çünkü Kuran ayetlerinde "Allah'tan korkup sakınanlar" olduğu gibi "Allah'tan içleri titreyerek korkup sakınan kimseler" olduğundan da bahsedilmiştir.
Ayetlerde şöyle buyurulmaktadır:
Gerçek şu ki, Rablerinden gayb ile (O'nu görmedikleri halde) içleri titreyerek-korkanlara gelince; onlar için bir mağfiret (bağışlanma) ve büyük bir ecir vardır. (Mülk Suresi, 12)
"... Rablerinden içleri saygı ile titrer, kötü hesaptan korkarlar." (Rad Suresi, 21)
Allah korkusu ile ihlas birbirlerine paralel olarak gelişir. İman eden kişi ayetin bir gereği olarak Allah'tan güç yetirebildiği kadar korkabilmek için çaba harcar. Bu çabanın bir diğer adı da ihlastır. İhlası sayesinde "Ey iman edenler, Allah'tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa öylece korkup-sakının ve siz, ancak Müslüman olmaktan başka (bir din ve tutum üzerinde) ölmeyin." (Al-i İmran Suresi, 102) ayetiyle bildirilen şekilde Allah'tan korkup sakınmayı başarır. Allah korkusunun artması sonucunda oluşan derinlik ve hassasiyet ise kişinin daha da sakınmasına ve daha da ihlaslı davranmasına neden olur. Ayrıca "Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve (sizi) O'na (yaklaştıracak) vesile arayın..." (Maide Suresi, 35) ayetiyle de bildirildiği gibi Allah'a yakınlaşacak vesileleri görebilen ve bu fırsatları değerlendirebilen ihlaslı bir insan haline gelir.
Böyle bir insan Allah'tan içi titreyerek korktuğu için Kuran ahlakını hayatına geçirme konusunda gevşeklik gösteremez. Karşısına çıkan ibadet fırsatlarını görmezlikten gelerek umursuz davranışlarda bulunamaz. Her an her yerde, ister kalabalık içerisinde isterse yalnız olsun Allah'ın kendisini görüp duyduğunu unutmaz. Gücünün yettiği en güzel tavrı göstermediği takdirde Allah'ın azabıyla karşılaşabileceğini bilerek hareket eder. Allah korkusunun artmasıyla birlikte bu şuur sürekli olarak güçlenir ve böylece hayatının her anında yaptığı her işte Allah'ın cehennem tehdidini hatırlayarak ihlasından asla ödün vermemiş olur.
Alıntı ile Cevapla
Alt 13 Şubat 2008, 15:44   Mesaj No:25
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: İhlas


ALLAH'TAN BAŞKA HİÇ KİMSEDEN KORKMAMAK
İman eden bir insanın yükümlülüklerinden biri de "Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Oysa kıyamet günü yer, bütünüyle O'nun avucu (kabzası)ndadır; gökler de sağ eliyle dürülüp-bükülmüştür. O, şirk koştuklarından münezzeh ve Yücedir." (Zümer Suresi, 67) ayetiyle hatırlatılan gerçeğin şuurunda olarak 'Allah'ı gereği gibi takdir edebilen bir iman seviyesine gelebilmek'tir. Allah'ı takdir edebilmek, O'nu tüm isimleriyle tanıyıp, O'nun bu isimlerinin tecellilerini hayatın her anında görüp kavrayabilmekle mümkün olur. Çünkü insan ancak Allah'ın büyüklüğünü kavrayabildiği takdirde O'ndan korkup sakınabilir ve ancak bu şekilde samimi bir imana ulaşabilir.
İnsanın Allah'ı takdir edebilmek için şuuruna varması gereken gerçeklerden biri 'Allah'tan başka bir güç ve kuvvet olmadığı'dır. Allah'ı gereği gibi takdir edemeyen insanlar dünya hayatının hep dıştan görünüşüne aldanır ve hayatlarına bu aldanışları doğrultusunda yön verirler. Dünya hayatında önemli görülen, para, itibar ya da makam gibi özelliklere sahip olan insanları gözlerinde büyütür, onları dünya hayatını çekip çevirebilen, çevrelerindeki insanları yönlendirebilen güç ve iktidar sahipleri olarak görürler. Bundan dolayı da onların gözüne girebilmeye, onların takdirlerini kazanabilmeye çalışırlar. Aynı mantığın bir gereği olarak onların tepkisini almaktan şiddetle çekinir ve onlardan gelebilecek bir zarara hedef olmamak için de ciddi korkulara kapılıp, onlardan sakınırlar.
Eğer bu insanlara inançlarını soracak olursanız aralarında Allah'a iman ettiklerini söyleyen kimselerin de bulunduğunu görürsünüz. Ancak ne var ki Allah'ı tanıyıp bildiklerini söyleyen bu insanlar, kendilerinden korktukları insanların Allah'tan bağımsız hareket edebilen varlıklar olduklarını düşünürler. Bu da onların ibadetlerindeki ihlaslarını kırmakta, onları çekindikleri ya da değer verdikleri bu insanların memnuniyetlerini hedefleyerek birşeyler yapmaya yöneltebilmektedir.
Oysa Allah dilemediği sürece insanlara bir hayır ulaştırabilecek ya da onlara bir zarar isabet ettirebilecek hiçbir güç yoktur. Allah Kuran ayetleriyle bu inancın geçersizliğini insanlara açıklamıştır. Konuyla ilgili ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
Andolsun, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, elbette "Allah" diyecekler. De ki: "Gördünüz mü-haber verin; Allah'tan başka taptıklarınız, eğer Allah bana bir zarar dileyecek olsa, O'nun zararını kaldırabilirler mi? Ya da bana bir rahmet vermeyi istese, O'nun rahmetini tutup-önleyebilecekler mi" De ki: "Allah, bana yeter. Tevekkül edecek olanlar, O'na tevekkül etsinler." (Zümer Suresi, 38)
… De ki: "Şimdi Allah, size bir zarar isteyecek ya da bir yarar dileyecek olsa, sizin için Allah'a karşı kim herhangi bir şeyle güç yetirebilir? Hayır, Allah yaptıklarınızı haber alandır." (Fetih Suresi, 11)
İşte bu nedenledir ki Allah "... Onlardan korkmayın, Benden korkun, üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım. Umulur ki hidayete erersiniz" (Bakara Suresi, 150) ayetiyle insanlara Allah'tan başka hiç kimseden korkup çekinmemelerini hatırlatmıştır. Kişiye katıksız bir iman ve ihlası kazandıran bu iman seviyesini Peygamberlerin ahlaklarında da görebilmek mümkündür. Kuran'ın "Ki onlar (o Peygamberler) Allah'ın risaletini tebliğ edenler, O'ndan içleri titreyerek-korkanlar ve Allah'ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter." (Ahzab Suresi, 39) ayetinde elçilerin Allah'tan başka hiç kimseden korkmadıklarına dikkat çekilmiştir.
Allah'ı gereği gibi takdir edebilen her insan Allah'tan başka hiçbir güç olamayacağını bilir ve O'ndan başka hiç kimseden korkmaz. Allah dilemedikçe hiçbir şeyin olamayacağını bilir ki, bu da onun sürekli olarak halis niyetle, katıksızca, sadece Allah'a yönelerek ibadet yapabilmesini sağlar. Bir iyilik yapacaksa bunu insanların tepkisini almaktan korktuğu için değil, eğer yapmazsa Allah'ın emrine uymamış olacağı için yapar. Aynı şekilde yaptığı bir işten ya da bir tavrından vazgeçeceği zaman da bunu yine insanların gazabına uğrayacağını düşündüğü için değil, Allah'ın rahmetini kazanabilmek ve O'nun azabından sakınabilmek için yapar.
Sözgelimi bulunduğu işyerindeki çalışan herkesten bir hayır kuruluşuna bağışta bulunulması talep edildiğinde kimi insanlar bu teklifi Kuran ahlakının bir gereği olarak değerlendirirler. Verdiklerini tamamen Allah korkularından dolayı verirler. Kimileri ise eğer herkes bağışta bulunurken kendileri para vermeyecek olurlarsa işyerlerindeki diğer kişilerin "ne kadar cimri", "bir tek o bağışta bulunmadı" ya da "parası yok herhalde" gibi ithamlarda bulunacaklarını düşündükleri için bağışta bulunurlar. İnsanların gözünde böyle bilinmemek, onların olumsuz kanaatlerini kazanmamak için içten içe hiç istemedikleri halde verdiklerini öfkeyle verirler. Hiç şüphesiz bu sadakanın Allah Katında karşılığı, ihlas sahiplerinin sadakalarının karşılığından çok farklıdır. Çünkü bu kişiler ihlaslarını zedelemiş ve Kuran ahlakından uzaklaşmışlardır. Yaptığı işi sadece Allah korkusundan dolayı yapan ise ihlaslı davrandığı için Allah Katında güzel bir karşılık umabilir.
İnsanlardan çekinenlerle Allah'tan korkarak hareket edenler arasındaki farklılıklara bunun tam tersi durumlarda da rastlanır. Örneğin yine çalıştığı işyerinde haksız yere menfaat sağlamayı alışkanlık haline getiren bir kimse olduğunu varsayalım. Eğer bu kimse kendisine, yaptığının Allah Katında çirkin karşılanacağı hatırlatıldığında etkilenmiyor, ama yaptığı ahlaksızlıkların işyeri çalışanlarına deşifre edileceği söylendiğinde tavrından vazgeçiyorsa, bu kişinin samimiyetinden bahsedebilmek mümkün değildir. İlk anda bakıldığında söz konusu kişi kötü olan bir tavrını terk etmiştir, ama bunu Allah korkusundan değil de insanlardan çekinmesi nedeniyle düzelttiği için ihlassız hareket etmiş olur. Ancak bu yaptığından geri dönmesi için önünde her zaman için bir fırsat vardır. Yaptıklarından dolayı samimiyetle tevbe edip, tavrını düzeltirse, o andan itibaren yapacağı amellerinde ihlası elde edebilir. İşte ihlası kazanmak isteyen bir insanın günlük hayatta sıkça rastlanabilen bu örneklerden gerekli sonuçları çıkarıp ibret alabilmesi ve nefsini bu yönlerde eğitebilmesi son derece önemlidir. Eğer Allah'ın dışında çekindiği tek bir varlık ya da tek bir makam varsa ihlası elde edebilmek için bunlardan kesin olarak arınması gerekmektedir.
Alıntı ile Cevapla
Alt 13 Şubat 2008, 15:45   Mesaj No:26
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: İhlas


HER İŞTE ALLAH'IN RIZASININ EN ÇOĞUNU GÖZETMEK
Karşılaştığı her olayda olabilecek en ihlaslı tavrı göstermek isteyen bir insanın her işinde "Allah'ın rızasının en çoğu"nu kazanma arayışı içinde olması gerekir. Allah'ın bu emri "… Artık hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah'adır..." (Maide Suresi, 48) ayetinde geçen "hayırlarda yarışınız" sözleriyle insanlara hatırlatılmıştır. Bir başka ayette ise şu şekilde buyurulmuştur:
"Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda yarışır öne geçer. İşte bu, büyük fazlın kendisidir." (Fatır Suresi, 32)
Ayette de bildirildiği gibi, Allah'a iman ettikleri halde 'orta bir yol tutan' insanlar da vardır, 'hayırlarda yarışıp öne geçenler' de. İhlas sahibi bir Müslüman hayırlarda yarışmaktadır. Hayatının her anında Allah'ın razı olacağı tavırları göstermek için ciddi bir çaba sarf etmekte, elindeki tüm imkanları kullanarak salih kullardan olmaya çalışmaktadır.
Dini yaşamada orta yolu tutanlar ve hayırlarda yarışanlar arasındaki farkı şu şekilde açıklayabiliriz; insan hayatı boyunca pek çok olayla karşılaşır. Hayatına nasıl bir yön vereceği, olaylar karşısında nasıl bir tavır alacağı, nasıl bir ahlak göstereceği konusunda her zaman için çeşitli seçeneklerle karşı karşıya kalır. Seçim ise tamamen kendi vicdanına kalmıştır. Bu seçenekler arasında her zaman için Allah'ın rızasına uygun olmayan alternatifler de vardır. İman eden bir insanın dikkati bu din dışı seçeneklere karşı son derece açıktır. Dolayısıyla da bu ihtimalleri kayıtsız şartsız reddeder ve Allah'ın rızasına uygun olan tavrı seçer. Bu noktada önemli olan ise şudur: seçenekler henüz sona ermemiştir. Halen karşısında alternatifler vardır. Ve bunların hepsi de, Kuran ahlakına uygun tavırlar olabilir. Ancak yine de bu durum insanı kandırmamalıdır. Kişinin bu aşamada vicdanını ve dikkatini bir kez daha devreye sokup, Allah'ın rızasını gözeterek bir kez daha seçim yapması gerekmektedir. Eğer insan kendisine 'orta bir yol'u değil de, 'yarışıp öne geçenlerden' olmayı ideal edinmişse, o zaman hangi kararı verirse Allah'ın en çok razı olacağını kolaylıkla anlar. Dolayısıyla karşısına çıkan tüm bu alternatifler arasında Allah'ın en fazlasıyla razı olacağı, dolayısıyla kendisinin de en fazla ecri kazanıp, Allah'a yakınlıkta en fazla yolu katedebileceğini umduğu tavrı seçer. Bu yaptığı tercihin diğerlerinden farkı ise, nefsin hiçbir şekilde karışmaması ve katıksızca Allah'ın rızasını hedeflemesidir. İşte bu vicdani titizlik de ona ihlası kazandırır. Kuran'da iman edenler arasında yarışıp öne geçen salih kimselerden şu sözlerle bahsedilmiştir:
"Onların hepsi bir değildir. Kitap Ehli'nden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah'ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar. Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır." (Al-i İmran Suresi, 113-114)
İnsanın karşısında binlerce alternatif olduğunda bile, tüm bunlar arasından Allah'ın en razı olacağı seçeneği görebilmesi son derece kolaydır. Allah'a yakınlaşma arayışı içerisinde olan ve olaylara iman gözüyle bakan bir insan için bu alternatif yanıp sönen bir ışık kadar net ve belirgindir. Örneğin insan gününü nasıl geçireceği konusunda Allah'ın rızasının en çoğuna göre bir seçim yapması gerektiğinde karşısında pek çok alternatif olduğunu görür. Tüm gününü evde oturup spor yaparak ve televizyon izleyerek geçirebilir. Spor yapmanın sağlığını korumak için önemli olduğunu, televizyon izlemenin de kültürünü artıracağını söyleyerek bunlarda Allah rızasını gördüğünü söyleyebilir. Ama dünya üzerinde dinsiz akımlar bu kadar güç kazanmışken, İslam topraklarında savunmasız kadınlar, yaşlılar ve çocuklar "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için öldürülürken, savaşlar, çatışmalar ve ahlaki yozlaşma bu derece artmışken, iman eden bir insanın tüm gününü spora ve televizyona ayırması vicdanlı bir tavır olmaz. Bunun yerine Kuran ahlakının mükemmelliğini diğer insanlara anlatıp, onların da ahiretlerine vesile olmaya çalışması hiç şüphesiz diğerinden daha hayırlı bir davranış olacaktır. Çünkü bu "Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır." (Al-i İmran Suresi, 104) ayetiyle de bildirilmiş, her Müslümanın üstlenmesi gereken bir sorumluluktur. Bu alternatife yöneldiği takdirde öncelikli olarak kendi ahireti için ibadette ve salih bir amelde bulunmuş olur. Bunun yanı sıra, ayetin hükmünü yerine getirip, din ahlakını tebliğ ettiği ve başkalarının da hidayetlerine vesile olduğu için ecir kazanmış olacaktır. Bu davranışın kişiye Allah'ın rızasını daha çok kazandırabileceği ise son derece açıktır.
Allah bu duruma Kuran'da şöyle bir örnek vermiştir:
Hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram'ı onarmayı, Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad edenin (yaptıkları) gibi mi saydınız? (Bunlar) Allah Katında bir olmazlar. Allah zulmeden bir topluluğa hidayet vermez.
İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cehd edenlerin Allah Katında büyük dereceleri vardır. İşte 'kurtuluşa ve mutluluğa' erenler bunlardır. (Tevbe Suresi, 19-20)
Ayetlerden de anlaşılabileceği gibi hacılara su dağıtmak ya da Mescid-i Haram'ı onarmak da Allah'ın rızasına uygun olan hayırlı davranışlardır. Ancak imkanları olduğu halde ibadetlerini bu davranışlarla sınırlayan kimselerin kendilerini kandırmamaları ve yaptıklarını yeterli görmemeleri son derece önemlidir. Çünkü kıyas yapıldığında bunların Allah yolunda malıyla ve canıyla mücadele eden bir insanın davranışlarıyla bir olmadığı görülür. İnsanın daha güzelini, daha hayırlısını ya da takvaya, Kuran ahlakına daha uygun olduğunu bildiği bir tavır varken bundan daha azını tercih etmesi ihlasa uygun bir davranış olmaz. Çünkü bu vicdanını tam olarak kullanmaması, biraz da olsa nefsine pay ayırması, biraz da olsa kendi rahatından ve kendi menfaatlerinden yana hareket etmesi anlamına gelir. Oysa Kuran'a uygun olan, yapılması gereken iş ne kadar nefsine ters, ne kadar zor olsa ve ne kadar fedakarlık gerektirse de her zaman için Allah'ın rızasını kazanabilmeyi, nefsinin menfaatlerine tercih etmesidir. Bu şuur mümine ihlası, birbiri ardınca gelen salih amelleri dolayısıyla da Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazandırır.
Alıntı ile Cevapla
Alt 13 Şubat 2008, 15:45   Mesaj No:27
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: İhlas


KARŞILIĞI SADECE ALLAH'TAN BEKLEMEK
İhlası kazanmak isteyen bir insan, şu gerçeğin kesin olarak bilincine varmalıdır; insan dünya hayatında yaptıklarının karşılığını ancak ve ancak Allah'tan beklemelidir. Kişinin yaptığı işi Allah'ın rızası, rahmeti ve cenneti dışında herhangi bir karşılık umarak yapması ihlası kırıp, kişiyi samimiyetsizliğe sürükler. Çünkü Allah'ın vereceğinin dışında, insanlardan maddi ve manevi menfaatler besleyerek yapılan bir iyilik insana kazançtan ziyade kayıp getirir. İnsan bu düşünceyle yıllarca Allah yolunda hizmet etse bile, bu yaptıklarını sadece Allah'ı razı etmek için yapmadığı sürece, gerçek anlamda ihlası kazanmamış demektir. Ancak niyetine Allah'ın rızası dışında birşey katmadan yaptığı ibadetler kişiye büyük bir ecir ve sevap kazandırabilir.
Allah "Şüphesiz, bu Kur'an, en doğru yola iletir ve salih amellerde bulunan mü'minlere, onlar için gerçekten büyük bir ecir olduğunu müjde verir." (İsra Suresi, 9) ayetiyle salih amelin 'büyük bir ecirle' karşılık bulacağını bildirmiştir.
Bediüzzaman Said Nursi de eserlerinde insanın kurtuluşunun ancak ihlas ile mümkün olacağını söylemiş, insana ihlası kazandıracak olanın ise sadece Allah'ın rızasını gözetmek olduğunu şöyle belirtmiştir:
"… Medar-ı necat (kurtuluş vesilesi) ve halas (kurtuluş), yalnız ihlastır. İhlası kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlaslı amel, ağırlıklarla hâlis olmayana tercih edilir. İhlası kazandıran hareketlerdeki sebebi, sırf Allah'ın bir emri ve neticesi Allah'ın rızası olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlahiyeye karışmamalı." 5
Bediüzzaman bir sözünde insanın bir kişiye karşı duyduğu muhabbetin de ihlaslı olabilmesi için karşılıksız ve sadece Allah rızası için olması gerektiğini vurgulamıştır:
Herşeyde bir ihlas var. Hattâ muhabbetin de ihlas ile bir zerresi, ağırlıklarla resmî ve ücretli muhabbete tercih edilir. İşte bir zât bu ihlaslı muhabbeti şöyle tabir etmiş:
"Ben muhabbet üzerine bir rüşvet, bir ücret, bir mukabele, bir mükâfat istemiyorum. Çünkü karşılığında bir mükâfat, bir sevab istenilen muhabbet zaîftir, devamsızdır." 6
İşte ihlası kazanmak isteyen bir kimse bu gerçeği kesin olarak kavramalıdır. Çünkü yaptığı ameller ancak bu şekilde salih amel olabilecek ve ancak bu yolla Allah'ın rızasına, rahmetine ve cennetine ulaşabilecektir.
Ancak şeytan her zaman için insanı farklı düşüncelere sürüklemek ve onu Allah'ın rızası dışında menfaatler aramaya yöneltmek ister. "Zaten bu yaptıklarımı Allah'ın rızasını kazanabilmek için yapıyorum, bunun yanında bir parça da kişisel menfaatler ummanın bana ne zararı olabilir ki", "Hem Allah'ın rızasını kazanırım, hem de çevremde biraz itibar kazanmış olurum", "Ben iyilik yapacağım ama karşılığında onlar da bana iyilik borçlu olsunlar" ya da "Fedakarlıkta bulunurum, ama herşeyin bir karşılığı var" gibi mantıklar hep şeytanın katıp karıştırmasıyla ortaya çıkar. Ancak bu düşüncelerin her biri de kişiyi Allah'ın rızası dışında karşılıklar aramaya ittiği için ihlası kazanmasını ve salih amellerde bulunmasını engeller.
Said Nursi sözlerinde ihlasın, insanın sadece Allah'ın kendisine verdikleriyle sevinip bunlara kanaat göstermesiyle elde edilebileceğine dikkat çekmiştir. Bediüzzaman'ın burada üzerinde durduğu nokta ise, kişinin diliyle kanaat ettiği gibi kalbinde de Allah'ın verdikleriyle yetinip sevinmenin teslimiyetini yaşaması gerektiğidir. Çünkü insan Allah Katında asıl olarak kalbindeki niyetinden sorumlu tutulacaktır:
"… Sahabelerin Kuran'da övgüye mazhar olan cömertlik (kendisi muhtaç olduğu halde başkasına nimet vermek) hasletini kendine rehber etmek! Yani, hediye ve sadakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek ve dine hizmetin karşılığında gelen maddi çıkarları istemeden ve kalben talep etmeden, sırf Allah'ın ihsanı bilerek, insanlardan minnet almayarak ve dine hizmetin karşılığında da almamaktır. Çünkü, dine hizmetin karşılığında dünyada birşey istenilmemeli ki, ihlas kaçmasın. Gerçi hakları var ki, ümmet onların maişetlerini (yaşamak için gereken ihtiyaçlarını) temin etsin. Hem zekata da müstehaktırlar. Fakat bu istenilmez, belki verilir. Verildiği vakit de "hizmetimin ücretidir" denilmez. Mümkün olduğu kadar kanaatkarane, başka ehil ve daha çok hak etmiş olanların nefislerini kendi nefsine tercih etmek (Haşr Suresi, 9) ayetinin sırrına mazhariyetle, bu müthiş tehlikeden kurtulup ihlası kazanabilir…" 7
Yine bir başka sözünde ise Bediüzzaman "Bu dünya hizmet yurdudur, ücret almak yeri değildir. Salih amellerin ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, âhirettedir. O bâki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek, âhireti dünyaya tâbi' etmek demektir. O salih amelin ihlası kırılır, nuru gider. Evet o meyveler istenilmez, niyet edilmez. Verilse, teşvik için verildiğini düşünüp şükreder." 8 diyerek insanın tüm karşılığı ahirete bırakmasının daha hayırlı olacağına dikkat çekmiştir.
Gerçekten de insanın Allah'ın rızası dışında beklediği her karşılık dünyaya aittir ve bu da dünyayı ahirete tercih etmek anlamına gelir. Bu kişi belki dünya nimetlerinden faydalanacak, ama ahiretteki sonsuz güzelliklerden mahrum kalacaktır. Oysa insan sadece Allah'ın rızasını ve ahireti hedefleyerek niyetine hiçbir katık katmadan salih amelde bulunursa, Allah ona hem dünya hem ahiret nimetlerini verecektir. Allah "Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz." (Nahl Suresi, 97) ayetiyle iman edenlere bu güzel müjdeyi vermiştir.
Kuran'da peygamberlerin bu konuda gösterdikleri üstün ahlaka dair pek çok örnek verilmiştir. Ayetlerde tüm elçilerin gönderildikleri topluluklara 'yaptıkları hizmetlerin karşılığında Allah'ın rızası dışında hiçbir ücret beklemediklerini' bildirdiklerinden şöyle bahsedilmektedir:
(Hz. Hud) Ey kavmim, ben bunun karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Akıl erdirmeyecek misiniz? (Hud Suresi, 51)
(Hz. Nuh) Ey Kavmim, ben sizden buna karşılık bir mal istemiyorum. Benim ecrim, yalnızca Allah'a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim. Onlar gerçekten Rablerine kavuşacaklar. Ancak ben sizi, cahillik etmekte olan bir kavim görüyorum. (Hud Suresi, 29)
Bediüzzaman Said Nursi de, insanın ancak peygamberlerdeki bu ahlaka özenerek ihlası kazanabileceğini hatırlatmıştır:
… Bir makama çoklar aday olur. Maddî ve manevî her bir ücrete çok eller uzanabilir. O noktadan zahmet ve rekabet doğup; dostu düşmana, anlaşmayı muhalefete çevirir. İşte bu müdhiş illetin merhemi, ilâcı ihlastır. Yani Allah'ın rızasını nefsin rızasına tercih etmekle ve hakkın hatırı, nefsin ve enaniyetin hatırına galib gelmekle "Eğer yüz çevirecek olursanız, ben sizden bir karşılık istemedim. Benim ecrim, yalnızca Allah'a aittir. Ve ben, Müslümanlardan olmakla emrolundum." (Yunus Suresi, 72) ayetinin sırrına mazhar olup, insanlardan gelen maddî ve manevî ücretten istiğna etmekle (Allah'tan başka kimsenin minneti altına girmeme) Kuran'da "... Peygamberlere düşen apaçık bir tebliğden başkası değildir" (Nur Suresi, 54) ayetinin sırrına mazhar olup hüsn-ü kabul (iyi bir kabul) ve hüsn-ü tesir (iyi bir etki) ve teveccüh-ü nâsı (insanların ilgisini) kazanmak noktalarının Cenab-ı Hakk'ın vazifesi ve ihsanı olduğunu ve kendi vazifesi olan tebliğde dâhil olmadığını ve lâzım da olmadığını ve onunla mükellef olmadığını bilmekle ihlasa muvaffak olur. Yoksa ihlası kaçırır.9
Alıntı ile Cevapla
Alt 13 Şubat 2008, 15:46   Mesaj No:28
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: İhlas


İNSANLARIN RIZASINDAN ARINMAK, SADECE ALLAH'IN RIZASINA YÖNELMEK
Bediüzzaman Said Nursi, ihlası kazanmanın şartlarını konu ettiği yazılarından birinde "Amelinizde Allah rızası olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti lazım gelirse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk'ın rızasını esas maksad yapmak gerektir."10 sözleriyle insanların rızasından arınıp sadece Allah'ın rızasını kazanmaya yönelmenin önemine değinmiştir. Onun bu sözünde vermiş olduğu örnek, ihlasın anlaşılması bakımından son derece önemlidir; gösterdiği bir tavırdan dolayı dünyadaki tüm insanlar bir kişiye karşı cephe alsa, hiçbiri ondan razı olmasa, Allah razı olduktan sonra hiçbir ehemmiyeti yoktur. Çünkü tüm bu insanların kalbi zaten Allah'ın kontrolündedir; Allah dilerse onların hepsini razı eder.
Bunun yanında gösterdiği bir tavırdan dolayı eğer Allah bu kişiden razı olmayacaksa, tüm dünya ondan razı olsa, ona minnet duysa bunun hiçbir önemi olmaz. İnanan bir kimse bunun Allah katında hiçbir kıymeti olmadığını ve Allah razı olmadığı sürece insanların razı olmuş olmasının ahiretten yana kendisine birşey kazandırmayacağını bilir. Rızasını kazanacağı güruh sayıca kalabalık, mal ya da makamca güçlü bir kitleden oluşuyor olabilir. Ancak bunların her biri de Allah'ın izni ile hayat bulmuş ve birgün toprağın altında çürüyüp tüm güç ve kudretlerini kaybedecek olan aciz varlıklardır. Bu nedenle ahirette ne kalabalığın, ne sağladıkları desteğin, ne de dile getirilen takdirlerin hiçbir faydası olmayacaktır. Baki olan ve rızası kazanılmaya asıl layık olan sadece Allah'tır. İnsana daimi bir ihlas anlayışını kazandıracak olan da işte bu gerçeği kavrayarak, 'insanların rızasından sıyrılıp, sadece Allah'ın rızasını kazanmaya yönelmek'tir. Kuran'da bu anlayış şöyle bir örnekle açıklanmıştır:
"Allah (ortak koşanlar için) bir örnek verdi: Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahipleri de çok ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu? Hamd, Allah'ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar. Gerçek şu ki, sen de öleceksin, onlar da öleceklerdir." (Zümer Suresi, 29-30)
İnsanın Allah'ın dışında herhangi bir başka varlığın rızasını düşünerek hareket etmesi Kuran'da 'şirk' ya da 'Allah'a ortak koşmak' olarak ifade edilmiştir. Yukarıda yer alan ayette ise Allah, kişinin insanların rızasını arayıp Allah'a ortaklar koşmasını, pek çok sahibi olan bir köleye benzetmiştir. Allah'a katıksız bir iman ile katıksızca kulluk etmesini ise yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir kimsenin durumuna benzetmiştir. Allah, Kendisi dışında tüm varlıkların birgün mutlaka ölümle karşılaşacaklarını hatırlatarak insanları sadece Allah'ın rızasına yönelmeleri konusunda düşünmeye davet etmiştir.
İnsanın bu konuda nefsinin telkinlerine karşı da son derece uyanık olması ve nefsini kendini kandırmadan dürüstçe değerlendirmesi gerekmektedir. Çünkü nefsin en büyük arzularından biri de Kuran ahlakına zıt olarak, insanların hoşnutluğunu, beğenisini ve takdirini kazanabilmektir. Nitekim çoğu insan yaptığı pek çok işi kendi istek ve tercihleri doğrultusunda değil de, sırf çevrelerinden takdir toplayabilmek ve bu takdir ile de toplumda bir yer edinebilmek için yapar. Dolayısıyla da bu insanların hayatlarını yönlendiren ana mantık 'insanların rızasını kazanabilme arzuları' olur.
Pek çoğunuz bazı insanların kendi aralarında "Sonra etraftan ne derler?", "Bunu etrafa nasıl açıklarız", "Etrafa rezil olduk", "İnsan içine çıkamayız ki" gibi sözler sarf ettiklerini sıkça duymuşsunuzdur. Bu sözler genellikle bu insanların birbirleri için ne diyeceklerini, haklarında nasıl düşüneceklerini, olayları nasıl değerlendireceklerini son derece önemli görmelerinden kaynaklanır. Öyle ki kimi zaman yanlış bir tavırda bulundukları için vicdani bir rahatsızlık duymaz, ama bunu insanların öğrenmesinden dolayı huzursuzluk duyarlar. Oysa ortada yanlış bir davranış varsa asıl önemli olan bunu Allah'ın bilmesidir. Ve insanın bu durumu telafi etmek için yönelmesi gereken makam da yine sadece Allah'ın makamıdır. Eğer kişi hatasından dolayı Allah'a karşı bir sorumluluk hissetmiyor, ama insanlara karşı bir mahçubiyet ve utanç duyuyorsa bu, o kişinin insanların rızasını Allah'ın rızasından daha üstün gördüğünü gösterir. Bu insanlar dinin pek çok hükmü hakkında evlerinde gösterdikleri hassasiyet ve kararlılığı sokakta iken göstermezler. İnsanların nasıl yorumlayacağını düşünerek, onların rızalarını Allah'ın rızasına tercih edebilirler. Yazlık ve deniz kenarında bulunan bir semte gittiklerinde farklı, muhafazakar kimselerin oturduğu bir yere gittiklerinde farklı tavırlar sergilerler. Müslümanların yanında iken farklı, onlardan uzaklaşıp başka bir şehre ya da ülkeye gittiklerinde farklı bir ahlak gösterirler. Kimi zaman bu mantıkları doğrultusunda ibadetlerini de göz ardı edebilirler. Oysaki ihlaslı bir tavırda bunların hiçbiri olmaz. İhlas sahibi bir insan her nereye ya da her kimin yanına giderse gitsin, Allah korkusunda, takvasında kararlı davranır. Kuran'ın "(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah'ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten 'tutkuya kaptırıp alıkoymaz'; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar." (Nur Suresi, 37) ayetinde hiçbir şart ve durumun gerçek Müslümanların tavırlarına etki edemediğine dikkat çekilmiştir.
İşte ihlası kazanmak isteyen bir müminin, cahiliye toplumlarında yaşamın en temel dayanağı olan "insanlar ne der" mantığından tamamen kurtulması gerekir. Çünkü insanların hoşnutluğuna dair endişeler yaşandığı sürece insanın katıksız bir ihlas anlayışından bahsedebilmesi mümkün değildir.
İşte insanın ihlası kazanabilmek için her zaman için niyetini halis tutması ve katıksızca Allah'ın rızasına yönelmesi gerekmektedir. Allah dilemediği sürece rızası kazanılmış olan insanların kişiye bir faydası olmaz, ama Allah'ın rızasını, desteğini, sevgisini ve hoşnutluğunu kazanan bir insan, tüm bu insanların kendisine sağlayacağı desteği zaten kazanmış demektir. İhlasla hareket ettiği için Allah zaten ona dünyada da ahirette de en güzel hayatı yaşatacak, ona hiçbir insanın sağlayamayacağı desteği sağlayacak, hiçbir insanınkiyle kıyaslanamayacak bir dostluğu nasip edecektir. Bir sözünde Bediüzzaman Said Nursi de bu önemli gerçeğe şöyle değinmiştir:
… Rıza-yı İlahî kâfidir. Eğer o yâr ise, herşey yârdır. Eğer o yâr değilse, bütün dünya alkışlasa beş para değmez. İnsanların takdiri, istihsanı (beğenisi, hoş karşılaması), eğer böyle işde, böyle amel-i uhrevîde illet ise, o ameli ibtal eder. Eğer tercih ediliyorsa, o ameldeki ihlası kırar. Eğer müşevvik (teşvik edici) ise saflığını izale eder. Eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak, istemeyerek Cenab-ı Hak ihsan etse, o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü tesiri namına kabul etmek güzeldir ki... buna işarettir. 11
Ey nefis eğer takva ve ameli salih ile Halikini razı etti isen, halkın rızasını tahsile luzum yoktur, o kafidir. Eğer halk da Allah'ın hesabına rıza ve muhabbet gösterirlerse iyidir. Şayet onların ki dünya hesabına olursa kıymeti yoktur. Çünkü onlarda senin gibi aciz kullardır. Maahaza ikinci şıkkı takip etmekte şirk-i hafi olduğu gibi, tahsili de mümkün değildir. Evet bir maslahat için sultana "müracat eden adam sultanı" irza etmiş ise, o iş görülür. Etmemiş ise halkın iltimasıyla çok zahmet olur. Mamafih yine sultanın izni lazımdır. İzni de rızasına mütevakıftır." 12
Alıntı ile Cevapla
Alt 14 Şubat 2008, 22:00   Mesaj No:29
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: İhlas


VİCDANI GÜÇLENDİRMEK
Vicdan Allah'ın insana doğru yolu göstermekle görevlendirdiği bir güçtür. Yaşamının son anına kadar, nefsinin kötülüklerine, şeytanın kışkırtmalarına ve Kuran dışı her türlü tavra karşı insanı uyarıp korkutur. Ona Allah'ın razı olacağı tavrı, Kuran'a uygun olan davranışları ilham eder. Karşılaştığı her olayda vicdanının sesine kayıtsız şartsız uyan bir insan ihlası da kazanmış olur. Çünkü ihlas da zaten insanın vicdanını en son noktasına kadar kullanabilmesidir. Nefsiyle çatışsa ya da zorlukla karşılaşsa da, vicdanlı davranmaktan taviz vermemesidir.
İşte bu nedenle ihlası kazanmak isteyen bir kimse öncelikle vicdanını gereği gibi kullanıp kullanmadığını gözden geçirmelidir. Eğer zaman zaman vicdanını durdurabiliyor, ondan gelen sese kulak vermiyor ve bile bile nefsinden yana tavır koyabiliyorsa bu durumda vicdanını Kuran'a uygun şekilde kullanmıyor demektir. Daha da önemlisi "Hayır; insan, kendi nefsine karşı bir basirettir. Kendi mazeretlerini ortaya atsa bile." (Kıyamet Suresi, 14-15) ayetleriyle de bildirildiği gibi her insan kendisine fısıldanan sesin vicdan olduğunu ve bu sesi hangi mazeretleri öne sürerek bastırdığını bilir.
Vicdan insan için büyük bir nimet ve rahmettir. Bediüzzaman Said Nursi'nin de "Akıl tatil-i eşgal etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sanii unutamaz. Kendi nefsini inkar etse de O'nu görür, O'nu düşünür, O'na müteveccihtir" 13 ya da "... her vicdanda iki pencere olan Sani'-i Zülcelal marifetini insan kalbine daima tecelli ettiriyor." 14 sözleriyle ifade ettiği gibi insan gaflete dalsa bile, vicdanı dalmaz. Kendisi nefsine kapılacak olsa bile vicdanı kapılmaz, kendi samimiyetsizliğe meyletse, şeytana uyacak olsa vicdanı yine de uymaz. Kısacası insan bilerek ya da bilmeyerek hata yapabilir, ama vicdanı asla doğru yoldan şaşmaz, asla hata yapmaz.
Ancak ne var ki vicdan körelebilir. Eğer insan vicdanı kendisini doğru yola çağırdığı halde bu sese karşı vurdumduymaz bir tavır gösterirse, vicdanının sesini sürekli olarak bastırmayı alışkanlık haline getirirse bu durumda onun etkisini zayıflatmış ve vicdanını köreltmiş olur. Vicdan yine kişiyi uyarıp doğruya çağırır, ama o artık bu sesten etkilenmeyecek, onu dinlemeyecek ve önemsemeyecek hale gelmiştir. Dolayısıyla da bir müminin vicdanının kabul etmeyeceği pek çok tavır ve davranış kolaylıkla bu kişinin vicdanından geçebilmeye başlar. Bu insan Allah'ın beğenmeyeceği, Kuran'a uygun olmayan bir davranışta bulunup, şeytanın ardı sıra giderken artık vicdan azabı duymaz olur. Kuran dışı bu tavrı, içinde hiçbir sıkıntı duymadan rahat rahat yapabilecek hale gelir. Örneğin bir ülkede savaşın başladığı ilk günlerde her insan ölen savunmasız kadınları, çocukları, kundaklarındaki bebekleri görüp çok büyük bir vicdani rahatsızlık duyar. Birşeyler yapmak, bu kişilere yardım etmek ister. Ancak ilerleyen günlerde hergün gazetelerde aynı haberleri okumak, televizyonda aynı haberleri izlemek bu kişinin vicdanını köreltir. Artık ölüm haberleri ya da çekilen zulümle ilgili bilgiler onun vicdanında bir etki oluşturmaz. Ne bir sıkıntı duyar, ne de vicdani bir sorumluluk. İşte bu vicdanın körelmesidir. Vicdan körelmesinde ise kesintisiz bir ihlastan söz edebilmek mümkün olmaz.
İhlası kazanabilmek için kişinin öncelikle Kuran'a uygun bir vicdan duyarlılığı elde etmesi gerekir. Bu ise kişinin Allah korkusunu artırması ile mümkün olur. Kişi Allah'ın her an her yerde kendisini görüp duyduğunu, tüm yaptıklarını Katında saklı tuttuğunu, kendisini bunlardan hesaba çekeceğini derinlemesine düşünmelidir. Ölümün an meselesi olduğunu, bir an sonra kendisini Allah'ın huzurunda hesap verirken bulabileceğini ve eğer Allah'ın bildirdiği ahlakı göstermemiş, vicdanını gereği gibi kullanmamış ise de sonsuz cehennem azabıyla karşılaşabileceğini açık bir şuurla kavramaya çalışmalıdır. Eğer Kuran'ın bu mühim gerçeklerini tam anlamıyla kalbine sindirirse vicdanındaki bu körelme yerini güçlü bir vicdan duyarlılığına bırakacaktır. Vicdandaki bu hassasiyet ile birlikte de kişi her an karşılaştığı her olayda vicdanının sesini dinleyerek ihlaslı davranabilecektir.
Alıntı ile Cevapla
Alt 14 Şubat 2008, 22:00   Mesaj No:30
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: İhlas


DÜNYA HAYATININ GEÇİCİLİĞİNİ ANLAMAK
Dünyanın dört bir yanında belki de istisnasız tüm insanların dilinde ya da en azından zihninde olan bir konu vardır; uzun yaşayabilmek, hatta mümkünse hiç ölmemek… Bilim adamları yüzyıllardır bu konuda ciddi araştırmalar yapmakta ve insanları daha uzun yaşatabilmenin bir formülünü bulmaya çalışmaktadırlar. Ancak ne var ki bugüne kadar bu çalışmalarda hiçbir gelişme kaydedilememiştir. Çünkü Allah "Senden önce hiçbir beşere ölümsüzlüğü vermedik; şimdi sen ölürsen onlar ölümsüz mü kalacaklar? Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz." (Enbiya Suresi, 34-35) ayetleriyle her insanın ölümlü olarak yaratıldığını ve eceli geldiğinde mutlaka bu gerçekle yüz yüze geleceğini bildirmiştir.
İnsanlar her ne kadar düşünmek ya da kabullenmek istemeseler de gerçek budur; insan ölümlüdür. Dünya hayatı ise son derece kısa ve geçicidir. Her insan denenmek üzere, ortalama altmış yetmiş yıl süren bir zaman dilimi için dünyada bulunmaktadır. Bu nedenle insanın planlarını dünya hayatı üzerine kurması, geçici bir sebeple bulunduğu mekanı asıl hayatı kabul edip, sonsuza kadar asıl hayatını yaşayacağı ahireti unutması çok büyük bir hatadır.
Bu gerçek her insanın rahatlıkla anlayabileceği kadar açık ve sadedir. Ancak "O amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır." (Mülk Suresi, 2) ayetiyle bildirilen dünyadaki imtihan ortamının oluşabilmesi için Allah dünya hayatını süslü kılmıştır. İnsanların büyük çoğunluğunun dünya hayatının menfaatlerinden daha fazla yararlanabilmek için adeta bir yarış içerisine girmiş olması, insanı aldatmamalıdır. Çünkü gaflet içinde bocalayan çoğunluğun bir ölçü olmayacağı Kuran ayetleriyle insanlara bildirilmiştir. Mal yığıp biriktirmeye çalışanlar, makam sahibi olabilmek için inançlarından ödün veren kimseler, insanların gözünde yer edinebilmek ya da itibar sahibi olabilmek için şekilden şekile giren insanlar yanlış idealler peşinde koşmaktadırlar. İnsanın bir tiyatro sahnesinde seyrettiklerini gerçek sanarak, sahnelenen senaryo doğrultusunda bir tavır ortaya koyması ne kadar mantıksız, ne kadar komik ve ne kadar küçük düşürücü ise, dünya hayatını gerçek sanarak büyük bir hırs ve koşuşturmacayla buraya yönelik menfaatlerin peşinde koşan kimselerin durumu da bundan farksızdır.
Ancak unutulmamalıdır ki kendilerini sadece dünya hayatına adayan insanlar gibi, "hem ahireti hem de dünya hayatını birlikte kazanayım" düşüncesinde olan kimseler de hatalı bir tavır içerisindedirler. Dünya hayatı insanlar için bir nimet olarak yaratılmıştır. İnsan bu dünyadaki tüm güzelliklerden en fazlasıyla yararlanacak, nimetlerden en güzel şekilde istifade edecektir. Ancak hiçbir zaman için bunları kendisine ideal edinmeyecek, hırsla bu nimetlere yönelmeyecektir. Tüm bunları din ahlakını en güzel şekilde yaşayabilmek, Allah'ı takdir edebilmek, Allah'ın kendisine lütfettiklerini görüp şükredebilmek için kullanacaktır. İnsanın "hem Allah'ın rızasını kazanacak şekilde bir yaşam süreyim, hem de dünya hayatının menfaatlerinden olabildiğince yararlanayım" şeklinde bir mantık ile hareket etmesi ihlasını zedeleyen bir tavır olur.
Allah Kuran'da geçen "Güç ve basiret sahibi olan kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u da hatırla. Gerçekten Biz onları, katıksızca (ahiretteki asıl) yurdu düşünüp-anan ihlas sahipleri kıldık. Ve gerçekten onlar, Bizim Katımız'da seçkinlerden ve hayırlı olanlardandır." (Sad Suresi, 45-47) ayetleriyle peygamberlerden örnek vermiş ve asıl makbul olanın katıksızca ahireti düşünüp ona göre hareket eden kimselerin davranışları olduğunu hatırlatmıştır. Allah böyle bir ihlasla Kendisine yönelip ahireti isteyen kimselere zaten dünya hayatının en güzel nimetlerini verir. Dolayısıyla da ihlastan uzaklaşarak "hem dünya hem ahiret benim olsun" diyen insan her ikisinden de gereği gibi nasibini alamazken, katıksızca ahirete yönelen kimse hem dünya hem de ahiret hayatının nimetlerini kazanır.
Bediüzzaman Said Nursi de "Evvelâ sebebi, sırr-ı ihlastır. Çünkü dünyada geçici zevkler, kerametler tam nefsini mağlub etmeyen insanlara bir maksad olup, uhrevî (ahirete yönelik yaptığı amellere) ameline bir sebeb teşkil eder, ihlası kırılır. Çünkü amel-i uhrevî ile dünyevî maksadlar, zevkler aranılmaz. Aranılsa sırr-ı ihlası bozar." 15 sözleriyle nefsin tam eğitilmemiş olmasından dolayı ahiretin yanında dünyayı da amaç edinmenin ihlası kıran, ahirete yönelik salih amellerde bulunulmasına engel teşkil eden bir tavır olduğuna dikkat çekmiştir.
Yine bir başka sözünde ise Said Nursi dünya hayatını en mutlu ve en güzel şekilde yaşayanın, 'dünyayı bir misafirhane olarak kabul eden kimse' olduğunu belirtmiştir. Çünkü bu düşünce söz konusu kişiyi Allah'ın rızasını kazanmaya ve ihlaslı davranmaya yöneltmektedir.
Görüyorum ki: şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki, dünyayı bir askeri misafirhane telakki etsin ve öyle de izan etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telakki ile, en büyük mertebe olan rıza mertebesini çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına daimi bir elmasın fiatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir.
Evet, dünyaya ait işler, kırılmaya mahkum şişeler hükmündedir; sonsuz ahirete ait işler ise gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inadlı talep ve hakeza iddetli hisler, ahirete ait işleri kazanmak için verilmiştir. O hissiyatı, şiddetli bir surette fani dünya işlerine yöneltmek, fani ve kırılacak şişelere, baki elmas fiatlarını vermek demektir. 16
Bediüzzaman bu sözünde dünya hayatını kırılacak bir şişeye, ahireti ise bir elmas parçasına benzetmiştir. Dünya hayatına kapılarak ihlastan uzaklaşan kişi bu değersiz cam şişe için elması feda eden kimse gibi ahiretini kaybetmektedir. Dünyanın bir misafirhane olduğunu anlayan kimse ise bu hataya düşmeyerek dünyada da ahirette de en güzel hayatı yaşamaktadır.
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 5 Kişi okuyor. (0 Üye ve 5 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Sadien Duha insirah ihlas & Medineweb.net enderhafızım Sesli-Görüntülü-Dinle 1 18 Ocak 2022 08:21
Abdüssamed Ihlas & Medineweb.net enderhafızım Sesli-Görüntülü-Dinle 1 07 Temmuz 2015 15:33
Bediüzzaman: Kurban arefesinde 1000 ihlas okunur EyMeN&TaLhA Risale_i Nur (Said Nursi) 0 02 Ekim 2014 10:13
ihlas (kitabut tevhid) MusabBinumeyr Tevhid Ve Şirk Konuları 0 05 Mayıs 2012 22:46
Arefe günü bin ihlas okumak Seher Yeli Dua Bölümü 4 30 Eylül 2008 00:09

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.