|
Konu Kimliği: Konu Sahibi serpil,Açılış Tarihi: 21 Aralık 2013 (15:12), Konuya Son Cevap : 21 Aralık 2013 (15:12). Konuya 0 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
21 Aralık 2013, 15:12 | Mesaj No:1 |
Durumu: Medine No : 43 Üyelik T.:
03 Temmuz 2007 | KELAM-tüm haftalar- KELAM-tüm haftalar- KELAM 1. Hafta İMAN-KÜFÜR KONUSU İMAN İman, eman vermek, emin kılmak, kalbi güven, itimat etmek, sükuna kavuşmak anlamlarına gelen bir terim olup, ikrar ve itiraf, iz’an ve kabul manaları doğrultusunda, Hz. Peygamberin, Allah tarafından getirdiği bilgileri, mutlak tasdik etmek demektir. İmanın tezahürü, Ehl-i sünnet bilginlerinin geneline göre, kalp ile tasdiktir. Bunun yanında, imanın göstergesi, kalp ile tasdik, dil ile ikrar, aza ve organlarla amel etmek şeklinde formülleştirilmiştir. Amelin bir iman göstergesi olduğu hususu, itikadi İslam mezhepleri arasında daha çok Haricilik ve Mu’tezile tarafından dillendirilmiştir. İmanın kalp ile tasdik olduğu, İmam Matüridi, Eş’ari, Bakıllani, Cüveyni, Gazzali, Ebü’l-Muin Nesefi, Şehristani, Fahreddin Razi ve Amidi gibi bilginler tarafından onaylanmıştır. Nitekim Kur’an’daki bazi ayetler de bu tür bir anlayışa referans olmuştur. İmanın kalp ile tasdik, dil ile ikrar olduğunu düşünen bilginler arasında Pezdevi (ö. 482/1089) Serahsi ö. 490/1097) gibi kimseler vardır. Öte yandan imana kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve bunların uygulanması anlamına gelen amel etmek şeklinde yaklaşan âlimler arasında Mu’tezile, Hariciler ve Şia’nın Zeydiyye kolu mensupları gelmektedir. Mu’tezile bilginleri söz konusu görüşlerine, “Allah imanınızı zayi edecek değildir” (el-Bakara2:43), “Kim İslamdan başka bir din ararsa ondan bu girişimi kabul edilmeyecektir” (Al-i İmran3/19) anlamlarını içeren ayetleri referans olarak kullanmışlardır. Bu ana mezheplerin yanında İmam Malik, Evzai, Şafii, Ahmed b. Hanbel, İbn Hazm, İbn Teymiyye gibi bilginler de imanın üç değerlendirmeyi içerisinde barındırması gerektiği kanaatinde olmuşlardır. İMANIN DERECELERİ 1. İcmali iman. İnanılması gereken inanç konularına toptan ve özlü bir şekilde inanmaktır. Kelime-i şehadet ile formülleştirilen bu tarz iman, mü’min olmanın temel şartıdır. Bu tür bir iman şekline, “iman el-amme” denmiş olup, inanmanın temel alt basamağını oluşturmaktadır. 2. Tafsili iman. İcmali iman konularının üstüne bina edilmiş inanç nesneleri olup, ayrıntılı ve kapsamlı bir imanın ifadesidir. Buna göre bir mü’minin imanın altı şartı olarak bilinen hususlara inanması ve bunların detaylarını öğrenmesi gerekmektedir. Bu bağlamda Kelam bilginleri imanın artıp eksilmesi tartışmasına girmişlerdir. Sonuç itibarıyla aynı hedefe yönelik bir arayış göstermiş olsalar da, Eş’ariler imanın artıp eksilebileceğini, Matüridiler de imanın kuvvetlenip zayıflayabileceğini kabul etmişlerdir. Buna göre buradaki tartışma ve ayrışma, lafzidir. İnanılan nesnelerin sayısal boyutuna bakmaksızın, akli ve bilinçli bir şekilde iman da, “tahkiki iman” olarak nitelenmiş ve ideal mü’min prototipi olarak takdim edilmiştir. Bu bağlamda Ehl-i sünnet bilginleri mukallidin imanının sahih olup olmadığı tartışmasına. girmişler ve Ehl-i sünnet’in büyük çoğunluğunun mukallidin imanının sahih olabileceği kanaatine sahip olmuşlardır. Mukallid dinî konularda akli düşünceyi (nazar) ve yaratılmışlar üzerinde fikir yürüterek yaratana yönelme (istidlal) yapabilecek kapasitede olmakla birlikte bunu terk ediyorsa, bu şahıs günahkar olur ve dinden çıkmaz. Bununla birlikte her mü’min imanını taklitten tahkik boyutuna çıkarmak zorundadır. Zira Kur’an’da “Ey iman edenler, Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba, daha önce indirdiği kitaba da iman edin!” (en-Nisa4:136) buyurulmuştur. Buradaki hitap, mü’minlere iman etmeleri gereken nesneler belirtilmektedir. Dolayısıyla ayet, mü’minlere, inandıkları konularda bilinçli olmaları gerektiği yolunda uyarıda bulunmaktadır. İMAN VE İSLAM İLİŞKİSİ Ehl-i sünnet bilginlerinin çoğuna göre iman ve İslam terimleri aynı anlama gelmektedir. Zira iman, yüce yaratıcının buyruklarına gönülden inanmak olduğu gibi, İslam da bu buyruklara itaat edip, teslim olmaktır. Kutsal buyruklara teslim olma eylemi, yüce kudretin kabulü ve tanınmasıyla gerçekleşir. Bu durumda iman, İslam’ı zorunlu kılar; İslam’da imanın zorunlu bir ön gereğidir. Teknik bir yaklaşımla İslam terimi daha genel, iman ise daha özeldir. Yani her tasdik, teslimdir. Her teslim ise tasdik değildir. Daha özel bir ifade ile, her iman İslam’dır, her İslam ise iman değildir. Her ne kadar Ehl-i sünnet bilginleri “Amel, imandan bir cüz değildir” demiş olsalar da, bu yaklaşımın İman-İslam tanımıyla doğrudan bir ilişkisi yoktur. KÜFÜR İnsanlar inanç bakımından, mü’min, müşrik ve kâfir olmak üzere üç kategoriye ayrılmaktadır. Bu sınıflandırmaya münafık alınmamıştır. Zira buradaki tasnif, dışa yansıyan ifade ve tutum bağlamında değerlendirme yapılmıştır. Küfür, gerçeği örtmek, hakikati inkâr etmek anlamında olup, iman edilmesi gereken şartlardan tümünün veya birisinin reddedilmesi demektir. Kalben din buyrukları inkâr ve yalanlayan kimsenin bunu dili veya davranışlarıyla dışa vurmasıyla gerçekleşir. Küfürde asıl olan dini inanç konularının reddedilmesi (inkâr) veya yalanlanmasıdır. Burada kâfir olarak nitelendirilen kimse, alternatif bir inanç modeli ortaya koyabilir ki bu, Kur’an’ın temel iman konularına aykırı olur. Bu nedenle kafir, doğrudan iman konularına karşı çıkabileceği gibi, onların yerine hiçbir semavi dayanağı olmayan yeni bir inanç sistemi ortaya koyabilir. ŞİRK Tevhid inancına aykırı olmak demektir. Şirkteki temel veri, vahdaniyet akidesinin zıddını kabul etmek ve bunu söz veya fiille dışa yansıtmaktır. Şirkin temel yapısında, zat, sıfat ve fiillerinde Allah’a ortak koşma bulunmaktır. Bu durumda aşkın varlık olan Allah’ın statüsünde kabul edilen her şey birer şirk kanıtıdır. Şirkte inkâr yer bulmaz ancak inandığı yüce varlığa eşdeğer başka varlıklar ileri sürülür. Çok geniş kapsama alanına sahip ve öncelikle niyette odaklanan şirki Kur’an, “Allah'tan başkasına tapmayalım, O'na hiçbir ortak koşmayalım ve Allah'tan başka kimimiz kimimizi Rab edinmesin” (Ali İmran 3:64) ifadesiyle özetlemiştir. Bu nedenle Kur’an puta tapanları müşrik olarak nitelendirdiği gibi, “Gördün mü o tanrısını canının istediği edineni?” (el-Furkan 25/43) ayetiyle gizli şirke işarette bulunmuştur. KÜFÜR VE ŞİRK KARŞILAŞTIRMASI Küfür, öncelikle iman esaslarından tümünü veya bir kısmını ya da birisini inkâr etmek suretiyle gerçekleşir. Küfürde, imanın zıt eylemi mevcuttur ve reddetmeye veya kabul etmemeye yönelik bir karakter bulunmaktadır. Şirk ise, tamamen İslam dininin ana umdesi olan tevhid inancının aksinin kabul ve gerçekleştirilmesidir. Küfür daha çok kalbin eylemi iken, şirk fiiliyata yönelik bir uygulamadır. Ancak her ikisinde de ana etken, niyettir. Şirkte Allah’ı inkâr bulunmaz ama O aşkın varlığa eşdeğer bir kabul söz konusudur. Buna göre kâfir, Hz. Peygamber'in getirdiklerinin hepsini tasdik eden mü’minin karşısında bulunan; müşrik ise, muvahhidin zıddı olan kimsedir. ALLAH’IN VARLIĞININ İSPATI (İSBÂT-I VÂCİB) İSPAT METODLARI İlk dönem bilginlerinden Ebû Hanîfe’ye (ö. 150/767) göre, mârifetullah konusunda nazar ve istidlâl metodunu kullanmak herkese vâcibdir. Zira nazar ve istidlâl ferdi, Allah’ın birliğini, O’nun sıfatlarını, adâlet ve hikmetini anlamaya ulaştırır. Ancak bu, her şahsın anlayış seviyesine uygun bir şekilde gerçekleşir. İmâm Eş‘arî ise, mârifete kitab, sünnet, icmâ ve aklî deliller ışığında ulaşılabileceğini ileri sürmüştür. Mârifetullahın aklen zorunlu (vâcib) olduğu görüşünde olan İmâm Mâtürîdî de, bu konuda aklı ön plana çıkarmış, sadece naslardan elde edilen bilgilerin mârifetullahı sağlamayacağını belirterek, bu hususta taklitçiliği reddetmiştir. Mu‘tezile’nin çoğunluğuna göre ise kul için Allah’ı bilmek aklî ve nazarî olarak vâcibdir. Kādî Abdülcebbâr (ö. 415/1024) Allah’ın varlığının isbatı ve tanınması konusuna büyük önem vermiştir. Ebû Ali el-Cübbâî (ö. 303/916) ile Kādî Abdülcebbâr’a göre, mârifetullaha müşâhede, taklîd ve nakil metodu ile ulaşılamaz. Allah ve sıfatları ancak hüccet ve O’nun fiilleri üzerinde düşünmek suretiyle anlaşılabilir. Bu durumda bazı Ehl-i sünnet bilginlerinin mârifetullah görüşünün bir yönüyle Mu‘tezile bilginleriyle paralellik arzettiği söylenebilir. Eş‘arîlerin çoğunluğu, Allah’ın ancak vahiy yoluyla tanınabileceği görüşündedir. Onlara göre mârifetullahın nakil ile vâcib olduğu konusunda nas ve icmâ vardır. Bu bilginlerin “icmâ” ile Eş‘arî âlimlerinin konuyla ilgili müşterek kanaatlerini kastettikleri anlaşılmaktadır. Allah’ın varlığının bilinmesinin herkese gerekli (vâcib) olduğunu belirten Ehl-i sünnet bilginleri, bunun isbatının ise akıl yoluyla yapılması gerektiğini, bu nedenle aklî istidlallere dayanmadan benimsenen bir imanın, sahibini şüphe ve vesveseden uzaklaştırmayacağını özellikle vurgulamışlardır. İslâm âlimleri bu konuda yazdıkları delilleri, illet-malûl ilişkisi; hakikat-muhakkak alâkası; şart-meşrût bağlantısı; delil-medlûl ilişkisi şeklinde dört ana maddede özetlemektedirler. HUDÛS DELİLİ Evrenin yaratılmışlığı önermesine dayanarak Allah’ın varlığını isbat etmek üzere başvurulan klasik kozmolojik delillerden biri olan hudûs, kelâm literatüründe terim olarak “bütünüyle tüm evrenin mevcudiyetine yokluğun tekaddüm etmesi, bu varlıkların bir zamanlar yok iken, sonradan var edildikleri olgusunu” ifade eder. Her asırda insanlar, varlık ve olaylara bakarak evreni yaratan ve yöneten üstün bir kudretin mevcudiyetini kavramaya ve O’nun varlığını kanıtlamaya çalışmışlardır. Bu amaçla başvurulan delillerden biri de “varlık ve olayların bir yokluğun ardından yaratıldığı” şeklindeki öncüle dayanarak, bu durumda bir var edicinin (muhdis) bulunmasının aklî bir zorunluluk olduğu şeklindeki akıl yürütmedir. İslâm bilginlerinin çoğunluğunun yaklaşımları doğrultusunda, hudûs deliline, Hz. İbrâhim’in, evrenin yaratıcısını arayışını konu edinen âyetlerin (el-En‘âm 6/75–79) ışık tuttuğunu ileri sürmüşlerdir. Bu âlimler kanalıyla Mu‘tezile mensuplarına intikal eden delili, Basra Mu‘tezile ekolünün kurucusu olan Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf geliştirmiştir. Eş‘arî’de açık bir şekilde görülmeyen, Ehl-i sünnet kelâmcılarıyla filozoflar tarafından kullanılagelen hudûs delilini, sünnî kelâmcılar içinde en ayrıntılı bir biçimde ve derin bir vukufla ilk defa açıklayarak işleyen bilgin İmâm Mâtürîdî, olmuştur. Kelamcılara göre hudûs, “haber, duyu ve istidlâl” şeklinde özetlenebilecek olan bilgi vasıtalarının her üçüyle de sabittir. İMKÂN DELİLİ İslam filozofları ve kelamcılar varlığı iki kategoride incelemişlerdir. Buna göre, varlığı kendinden diğer bir tabirle zorunlu varlık (vacibü’l-vücud) ile varlığı bir başkasına muhtaç olan ya da mümkün varlık (mümkinü’l-vücud) şeklinde bir sınıflandırma yapılmıştır. Bu delil öncelikle Kindî (III/IX yy), Farabî ve İbn Sina tarafında kullanılmıştır. Âlemin mümkün varlık statüsünde olduğu bu nedenle de var olmak için bir başkasına muhtaç olduğu tezini işleye imkân delili, daha çok felsefi bir karakter taşımaktadır. Kelam bilginleri de daha sonraları bu delile sahip çıkmışlardır. Ana tema itibarıyla vacip bir varlığın kanıtlanmasına yönelik olan hudus deliline benzerlik arz etmekle birlikte, tabiattaki varlıkların, var olmaları için kendiliklerinden güç yetirebilecek bir yapıda olmadığı tezine dayanmaktadır. GĀYE VE NİZÂM DELİLİ Tabiatta fevkalâde hassas ve ince bir nizâmın hâkim olduğu, bunun kendiliğinden veya şuursuz maddenin vasıflarına sahip tabiatüstü bir varlığın yaratması ve devam ettirmesiyle mümkün olabileceği esasına dayanan bu delil, ilk çağdan itibaren günümüze kadar bütün düşünürlerin dikkatini çekmiştir. Kur’an’ın da özüne uygun olan Gāye ve nizam delili, erken dönemlerden başlamak üzere İslâm mütefekkirlerinin pek çoğu tarafından işlenmiştir. İnâyet, hikmet ve itkān olarak da adlandırılan, İslâm filozofları ile kelâmcıların müştereken kullandıkları bu delil, “âlemin birbirine uygun bir sebep ve gayeler sistemi arzetmesi” ve “bu sebep ve gayeler manzûmesinin, âlim ve âkıl bir yaratıcı tarafından yaratılması” şeklindeki iki önermeden oluşmaktadır. Görüldüğü üzere Gāye ve nizâm delili, tabiatın kuruluş ve işleyişini incelemek suretiyle tesbit edilebilecek olan olağanüstü ince ve hassâs dengelerin önceden belirlenen bir gayeye yönelik olduğu, plan ve gayenin bulunduğu yerde planlayıcı ve hedef belirleyicinin de bulunmasının zorunlu olduğu düşüncesine dayanır. 2. Hafta SELBÎ SIFATLAR Allah’a iman, yalnız O’nun zâtına inanmaktan ibaret olmayıp; aynı zamanda Allah hakkında vâcib olan kemâl sıfatlarını ve vasfedilmekten münezzeh bulunduğu noksan sıfatları bilmeyi ve inanmayı icabettirir. Nitekim isbât-ı vâcib konusu, Kur’ân-ı Kerîm’de çok fazla yer almamış ve Allah Teâlâ’dan bahseden âyetlerin çoğunda, daha çok O’nun sıfatları konu edinilmiştir. Bu âyetlerde bilhassa tevhid üzerinde durularak, Allah’ın şeriki ve benzeri olmadığı ısrarla vurgulanmış, ayrıca âlemi yaratan bu yüce varlığın üstün nitelikleri ortaya konmuştur. İslâm bilginleri de buradan hareketle, Allah’a nispet edilmesi ya da ondan nefyedilmesi gereken sıfatlar üzerinde durmuş ve bu sıfatları tesbit etmeye çalışmışlardır. Sıfatlar konusu, Allah’ın varlığı bahsinden daha çok karmaşık ve girift bir husustur. Nitekim felsefe ve kelâm bilginleri arasında, isbât-ı vâcib hakkında belli bir görüş yakınlığı söz konusu iken, sıfatlar konusunda, isbat ve inkâr gibi birbirine tamamen zıt iki farklı yaklaşım göze çarpmaktadır. Konunun bir problem olarak ortaya çıkmasında en önemli etken tevhid akīdesidir. Şehristânî’ye göre sıfâtullah problemi erken dönemlerde ortaya çıkmış ve Allah’ın sıfatlarını ilk nefyedenlerden birisi Vâsıl b. Atâ (ö. 131/748) olmuştur. Mu‘tezile mezhebinin kurucusu olarak bilinen Vâsıl ile kendisini takip eden âlimler, siga bakımından sıfat olan hay, âlim, kâdir gibi müştak kavramları, Allah’a izâfe etmişler ve bunları “sıfât-ı ma’neviyye” olarak adlandırmışlardır. Bunun yanında bu manevi sıfatların köklerini oluşturan ve Ehl-i sünnet bilginlerince “sıfât-ı me‘ânî” olarak isimlendirilen, hayat, ilim, kudret gibi mastar sigasındaki kelimeler, Mu‘tezile âlimleri tarafından Allah’a nispet edilmemiştir. Buna göre Mu‘tezile meselâ “Allah âlimdir” önermesini kabul etmekle birlikte, “Allah ilim sahibidir” hükmünü benimsemez. Zira onlara göre, “Allah âlimdir” derken, O’nun zât ve sıfatı aynı anda düşünülür. Ancak “Allah ilim sahibidir” denilince, Allah’ın zâtından ayrı olarak “ilim” diye müstakil bir mâna tasavvur edilmiş olur. Allah’ın sıfatı olarak kabul edilecek olan bu kavramın da, zâtı gibi kadîm olması gerekiyor. Bu durumda ise Allah’ın zâtı yanında bazı kadîm mânaların (sıfatların) varlığı kabul edilmiş olur. Bu ise kadîm zât-ı ilâhi dışında pek çok varlığın (ta‘addüd-i kudemâ) kabul edilmesi demektir. Mu‘tezile, beş temel prensibinden (usûl-i hamse) biri olan “tevhîd” anlayışına ters düştüğü gerekçesiyle sıfât-ı me‘ânî’yi reddetmiştir. Öte yandan Ehl-i sünnet bilginleri tarafından sübûtî sıfatlar arasında sayılan, kelâm ve irâde, Mu‘tezile’ye göre fiilî sıfat kabul edildikleri ve Allah’ın zâtı ile kâim bulunmadıkları (hâdis oldukları) gerekçesiyle böyle bir mahzûr taşımamaktadır. Asıl itibarıyla bütün itikādî İslâm mezheplerinin temel sorunu olmakla birlikte bu konunun özellikle Ehl-i sünnet kelâm kitaplarında geniş bir şekilde yer almasında en önemli etkenin, Mu‘tezile bilginlerinin konuyla ilgili görüşlerine karşı tenkit yöneltme ihtiyacı olduğu söylenebilir. Bilginler, isim ve sıfatların Allah’ın vahdâniyetinin delilleri olduğunu belirtmek suretiyle, konunun tevhid anlayışıyla doğrudan bağlantılı olduğunu ifade etmişlerdir. SIFAT-I HASSA: VÜCUD Allah’a nispet edilecek şekilde bir sıfat terimi Kur’an’da yer almamaktadır. İslam bilginleri de Kur’an’daki isimler doğrultusunda Allah’a bir takım nitelemeler nispet etmişler ve bunlara “sıfât” demişlerdir. Sıfatlar, daha çok kelam ilminin ilgi alanı olmuştur. Kelamcılar sıfatları zatî (tenzihî), sübutî¸ haberî ve fiilî olmak üzere dört kategoride incelemişlerdir. Bu sınıflandırmada “var olmak” anlamında olan “Vücud” sıfatını Allah’a daha özel bir statüde nispet ederek, diğerlerinden ayırmışlardır. Buna göre Allah’ın en temel niteliği olan vücud şu özelliklere sahiptir: Varlığına, yokluk sebkat etmemiştir. Yani varlığının başlangıcı yoktur. Vacibü’l-vücud (zorunlu varlık) olup, vacip li-zatihi (varlığı kendisinden) olan Allah’a, yokluk(adem) asla yol bulamaz. Yani O aşkın varlığın sonu yoktur. Buna göre O, ezeli ve ebedidir. Vacibü’l-Vücud varlık, mürekkep değildir. Yani katışıksız, arı ve durudur. Diğer varlıkların temel özelliği olan atom, cevher ve arazdan oluşmaz, birleşik değildir. Vücud sıfatı İslam düşünürleri arasında Allah’ın “sıfat-ı hassa”sı olup olmadığı konusunda fikir birlikteliği yapamamışlardır. Selbi/Tenzihi Sıfatlar Allah Teâlâ’nın yaratılmış varlıklara herhangi bir şekilde benzemediğini, O’nun noksanlıklardan münezzeh olduğunu bildiren tenzihî (selbî) sıfatlar, adeta insanlara Allah’ın ne olmadığını anlatmaktadır. Tenzîhî sıfatlar akaid literatüründe selef, kelâm, felsefe ve tasavvuf yöntemlerini benimseyenlerin tamamı tarafından ele alınmıştır. Bunlardan kelâmcılar, “O gökleri ve yeri yaratan, size kendilerinizden eşler ve hayvanlardan da çiftler yaratmıştır. Sizi bu suretleüretip duruyor. O'nun benzeri gibi birşey yoktur. O, öyle işiten, öyle görendir.” Mealindeki Şûrâ sûresinin 11. âyetinin ışığında ve konuyla ilgili naslardan faydalanarak bu sıfat grubuylailgili bazı terimler tesbit etmiş, bunlarla belli bir liste oluşturmuşlardır. Bunlar genellikle vücûd (yokluğu düşünülmemek), kıdem (varlığının başlangıcı olmamak), bekā (varlığının sonu olmamak), muhalefetün li’l-havâdis (yaratılmışlara benzememek), kıyâm binefsihî (varlığı için bir başkasına muhtaç olmamak) ve vahdâniyet (şeriki bulunmamak) şeklinde olmak üzere altı sıfat olarak belirlenmiştir. Bununla birlikte bu hususta büyük bir titizlik gösteren İslâm filozoflarının da etkisiyle, tenzîhî sıfatlar zenginleşmiş ve yukarıdaki maddelere bazı ilâveler yapılmıştır. Öte yandan Mu‘tezile ve Şîa bilginlerinin çoğunluğu, Ehl-i sünnet âlimlerinin kabul ettikleri tenzîhî sıfatları aynen benimsemişlerdir. Ehl-i Sünnet’e göre Allah âlemin yaratıcısı olması sebebiyle, bütün varlıklardan önce ezelî olarak var (mevcûd) olandır. Bununla birlikte Allah’ın var olması, zaman kavramıyla bağlantılı değildir. Şâyet Allah önceden yok iken daha sonra var olsa idi, O’nu var edici bir başka varlığa ihtiyaç duyulurdu. Bu durumda o ilk varlığa da bir başka var eden aranırdı ki bu da teselsülü gerektirirdi. Allah’ın yaratılmışlara hiç bir açıdan benzemediğini (muhâlefetün lil-havâdis), O’nun eşi, dengi ve benzerinin bulunmadığını bildiren bilginle, Allah’ın zâtının tam olarak bilinemeyeceğini kaydederler. VAHDÂNİYET Allah’ın eşi ve benzeri bulunmadığı anlayışından hareket eden bilginlere göre, âlemde birden fazla yaratıcı bulunması durumunda bunlardan biri, bir nesnenin yaratılmasını, diğeri de ademini (yokluk) isteyecek, böylece bu iki ilâh arasında bir irâde çatışması vuku bulacak dolayısıyla, ikisinin de irâdelerini gerçekleştirmesi mümkün olmayacaktır. Ayrıca bunlardan birinin murâdını gerçekleştirmesi halinde ise, diğerinin mecbûr, makhûr ve muztar duruma düşmesi sebebiyle, ilâh olamayacağı ortaya çıkacaktır. Ehl-i sünnet kelâmcıları tevhidi, zât, sıfât ve efâl olmak üzere üç kategoride ele almıştır. Ayrıca onlar, tevhidin, ancak Allah’ın isim, sıfat ve fiil ile yaratma vasfında, zâtının bir olarak bilinmesiyle tamamlanabileceği konusunu önemle vurgulamışlardır. KIDEM İslâm âlimlerinin, kıdem sıfatının Allah’a nispeti konusunda ittifak etmekle birlikte, kadîm isminin âyet ve hadislerde yer almamış, sahabe ve tabiînden hiçbir kimsenin bu konuda herhangi bir rivâyette bulunmamıştır. Bu niteliği işleyenler filozoflardan etkilenen bir kısım bilginler olduğu şeklinde itirazlar ileri sürülmüştür. Ehl-i sünnet bilginlerinin çoğuna göre, Allah’ın zaman bakımından âlemden öncedir (kıdem-i zamânî). BEKĀ Allah’ın varlığının sonsuzluğunu anlatan “bekā” terimi, sözlükte “sebat ve devam etmek, kesintiye uğramadan geleceğe doğru sürüp gitmek” anlamlarına gelir. Zıddı “fenâ” terimidir. Ehl-i sünnetin geneline göre, Allah’ın varlığına herhangi bir yokluğun gelemeyeceği mânasındadır. Onlara göre Allah’ın bedî‘, bâkī ve kayyûm isimleri O’nun bekā ile vasıflandığını göstermektedir. Nitekim Allah’ın “vech”inin bâkī olduğunu belirten âyetde yer alan (er- Rahmân 55/27) “vech”in, “zât” şeklinde yorumlanmasından dolayı, bekā sıfatına delil teşkil etmektedir. Bekā , evrenin yaratıcısı olan Allah’ın ezelden beri varlığını ifade eden kıdem sıfatı ile yakından alâkalıdır. “Kıdemi sabit olanın ademi muhâldir” hükmü gereğince, ezelden beri mevcut olan Allah’ın geleceğe doğru da sonsuz olarak var olacağını kabul etmek mantık bakımından zorunludur. Allah’a nispet edilen bekānın hangi sıfat grubu içinde kabul edileceği tartışma konusudur. Nitekim O’nun bir bekā sıfatı ile bâkī olup olmadığı konusunda kelâmcılar ihtilaf halinde olmakla birlikte, bu görüş ayrılığının itikādî açıdan önemli bir husus olmamıştır. Buna göre Bekā sıfatının, varlığın sürekli olması anlamına gelmektedir. Bu durumda Allah’ın isimlerinden olan “bâkī” ile “dâim” arasında bir fark yoktur. Bekā’nın sıfât-ı nefsiyye veya sıfât-ı sübûtîyyeden bir sıfat kabul edilmesi konusunda kelâmcılar arasında görüş ayrılığı vardır. Bu sıfatı, hayat, ilim ve kudret gibi sıfât-ı me‘ânî’den kabul eden İmâm Eş‘arî’ye göre Allah kendisine özgü bir bekā ile bâkīdir. Yine bekānın, vücûd gibi bir sıfât-ı nefsiyye olduğunu düşünen Bâkıllânî ve Cüveynî gibi Eş‘arî bilginlerine göre, bu sıfat zât ile özdeş olup, ondan ayrı bir sıfat olarak düşünülemez. Cüveynî’ye göre bekā, zâtın üzerine zâit bir sıfat olmamakla beraber, zâtî sıfatlar arasında yer almaktadır. Bu görüşüyle Eş‘arî’den farklı düşünen Cüveynî, sıfatların ezelî olarak nitelenmesinde, onlara yeniden bir bekā nispet etmenin gerekmediği kanaatindedir. Mâtürîdîlerin çoğunluğuna göre ise Allah, zâtıyla bâkīdir. MUHALEFETÜN LİL-HAVADİS Allah’ın sonrada vücut bulun varlıklara hiçbir yön ve şekilde benzememektedir. Bunu kelam bilginleri “muhalefetün lil-havadis” şeklinde tanımlamışlardır. Nitekim Vacibü’-vücud olan Allah, hiçbir şekilde bir başka varlığı ihtiyaç duymaz. Allah’ın zat, sıfat ve fiillerinde bir başka mevcuda benzerliği olmadığına göre, onların temel niteliklerinden olan ihtiyaç özelliğinden de münezzehtir. Böylece O aşkın varlık, kendi yarattığı varlıklara muhalefet eder, yani onlardan bütün yönleriyle ayrışır. KIYAM Bİ-NEFSİHİ Bir yere ihtiyaç duymaksızın ve bir müessir ve tahsis ediciye gereksinim duymadan varlığı kendi zatıyla kaim olan Allah, kayyumiyet niteliğine sahiptir. “Kuşkusuz Allah, bütün âlemlerden müstağnidir” (el-Ankebut 6) şeklindeki Kur’an ifadesi bu niteliğe işaret etmektedir. Evrendeki varlıklar varlıklarını sürdürebilmek için, başka bir mevcuda ihtiyaç duyar. Hava, su, toprak ve güneş gibi temel varlıklar, sürekli bir dönüşüm içerisinde birbirlerinin varlığını ayakta tutarlar. Zira bunlar hadis (sonradan olma) ve mümkün (oluş zorunluluğu bulunmayan) nesnelerdir. Oysaki Allah’ın en temel niteliği zorunlu varlık (Vacibü’l-Vücud) olmasıdır. Var olmak için bir başkasına ihtiyaç duymadığı gibi, mevcudiyetini sürdürmek için de diğerine gereksinim duymaz. Bu nedenle O’nun varlığı kıyam bi-nefsihi niteliğine sahiptir. Ehl-i sünnet bilginlerine göre Allah’ın sübuti sıfatları, zatı ile kaim ezeli manalardır. Bunlar aşkın varlığın zatının ne aynısı ne de gayrisidir (lâ hiye aynuhû velâ hiye gayruhû). Bunun anlamı, “bu sıfatlar Allah’ın zatından ayrı olarak birer mefhum şeklinde ayrı varlıklardır. Yine bu sıfatlar harici âlemde zatından ayrı ve başka müstakil bir varlık düşünülmesi mümkün değildir” demektir. 3. Hafta Kur’ân-ı Kerîm’de, Allah’ın zâtı hakkında bilgi verilirken, O’nun zâtına nispet edilmesi gereken nitelik ve isimler veya insanların yücelterek taptıkları varlıklardaki eksiklikler dikkatlere sunulmak suretiyle, yüce yaratıcının sıfatları ortaya konmuştur. Kur’an, insanların Tanrı yerine koyarak taptıkları put ve benzeri varlıkların özelliklerini anlatmak suretiyle, insanları “Tanrının nasıl bir varlık olduğu” fikrine ulaştırmak istemiştir. O, insanın kendi eliyle yaptığına nasıl tapabildiğine dikkat çekmiş, bu şekildeki bir varlığın insana ne gibi yarar ve zarar getireceğini sorgulamıştır (bk. es-Sâffât 37/95). Bu ve benzeri âyetler, “nasıl bir Allah’a inanmalı?” sorusunu cevaplamak konusunda insanlara bir takım bilgiler sunmaktadır. Naslarda genellikle “esmâ-i hüsnâ” şeklinde geçen ve siga bakımından sıfat olan bu kelimeler, “mânevî sıfatlar” olarak adlandırılmıştır. Ehl-i sünnetkelâmcıları, bu türemiş kelimelerin köklerini oluşturan masdarları da bir sıfat grubu olarak kabul etmişler ve bunlara “sıfât-ı me‘ânî” (mâna sıfatları) demişlerdir. Hayat, ilim, sem‘, basar, kudret, irâde ve kelâmdan ibaret olan bu sıfatlar, Mu‘tezile bilginleri tarafından bu şekliyle benimsenmemiştir. Bu ekolün kelâmcılarının çoğunluğunun esmâ-i hüsnâyı ve dolayısıyla sıfât-ı ma’neviyye’yi(mânevî sıfatları) kabul etmelerine rağmen, “müstakil mânalar” olarak düşündükleri me‘ânî sıfatlarını reddetmelerini, onların Allah’ı sıfatlardan tecrit etme olarak anlaşılmaması gerekir. Onların “tevhid” konusundaki aşırı titizliklerinden kaynaklanan bu temayülü, “sıfatları toptan reddetmek” şeklinde yorumlamak, en azından tarafsızlıkla bağdaşmamaktadır. HAYAT Hayat, “diri olmak” anlamına gelen ve Allah’a atfedilen sübûtî sıfatlardandır. Râgıb el-İsfehânî Kur'ân-ı Kerîm’de yer alan “hayat” kavramını altı grup içinde incelemekte, bunların beşinin“fânîler” için kullanıldığını söylemekte, Allah’a mahsus olan hayatın ise “ölümsüzlük” (bekā) anlamına geldiğini belirtmektedir. Buna göre Allah’ın isimlerinden biri olarak Kur'an’da geçen “hay”, hakkında ölüm geçerli olmayan varlık anlamına gelmektedir. Öte yandan diğer bütün sübuti sıfatlar, ancak hayat ile anlam kazanmaktadır. Zira âlim, mürîd, kadîr, semi ve basîr olan varlık, aynı zamanda hayat sıfatına da sahiptir. Hayat niteliğine sahip olmayanın yaratıcı olması mümkün değildir. Allah, ölmeyen diridir. Sünnî kelâmcılarla Mu‘tezile bilginleri arasında tartışma konusu olan sıfât-ı me‘ânî’nin (mâna sıfatlar) mevcudiyeti meselesi, tabii olarak hayat sıfatı için de gündeme gelmektedir. Buna göre Allah’ın “hay” olduğu noktasında ittifak halinde olan âlimler, bu ismin kökünü oluşturan “hayat ”şeklindeki bir kavramın müstakil bir mâna ve sıfat olarak, zât-ı İlâhiyyeye nisbet edilmesi konusunda ihtilaf etmişlerdir. Ehl-i sünnet bunu ilmî ve mantikî bir zaruret olarak kabul ederken, Mu‘tezile naslarda yer almadığını belirttiği bu tür bir istidlâli, tevhid açısından sakıncalı sonuçlar doğuran bir akıl yürütme olarak kabul etmektedir. Bâkıllânî hayat sıfatının herhangi bir istidlâle ihtiyaç bırakmayacak şekilde sahibi olan Allah’ın bu sıfata sahip olmamasının düşünülemeyeceğini belirtmek suretiyle aklî açık ve bedîhî olduğunu belirtir. Gazzâlî de sonsuz bir ilim ve kudret bir istidlâl yöntemini kullanmıştır. İLİM Allah’ın ilminin ezelî olduğunu ve bu sıfatın akılla bilinebileceğini belirten bilginler, âlemdeki âhenk, tenâsüb ve düzeni buna delil olarak gösterirler. Zira mükemmel bir âhenk ve uyum içinde bulunan tabiatın, âlim olmayan bir zâtın eseri olması mümkün değildir. İlmi, “bilinmeyen şeylere muttali olmak” şeklinde tanımlayan kelamcılar, bu sıfata ayrı bir önem atfederler. Yer ve gökteki her şeyin Allah’ın bilgisi dâhilinde olduğu; Allah’ın, her hâdiseyi oluşumundan önce nasıl olacağını bildiği şeklindeki anlayışından hareket eden Ehl-i sünnet âlimleri, bu gerçeğin “O’nun ilminin ezelî ve her şeyi kuşatıcı olduğunu” vurgulayan âyetlerle Kur'an’da açıkça ifade edildiğini belirtirler (el-En‘âm 6/59, Fâtır 35/11). Onlara göre Allah’ın ilmi, mâlumâtla sınırlı olmayıp, sonsuzdur. Bu nedenle her bakımdan sınırlı olan insanların bilgileri de O’nun tarafından yaratılmıştır. Öte yandan bilginler, Allah’a “âlim” denilebileceğini ancak O’nun “ârif” olarak isimlendirilemeyeceğini, sadece âlim mânasında kullanılması halinde O’na “ârif” denilebileceğini belirterek, ilâhî ilmin akıl yürütme ve bazı mukaddimelere başvurma gibi özelliklerden münezzeh olduğunu vurgulamışlardır. “İşitmek, duymak, işitme duyusu” gibi anlamlara gelen “sem‘” ile “görmek, bilmek, sezmek; görme duyusu ve göz” anlamlarına gelen “basar”, Cenâb-ı Hakk’ın işitme ve görmeye konu olan şeyleri tam olarak idrak ettiğini ifade eden iki kemal sıfatıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de sem‘ ve basar kelimeleri masdar kalıbıyla Allah’a ait bir sıfat olarak geçmemekle birlikte, türevleriyle birlikte “sem”; nazar ve rü’yet kelimelerinin türevleriyle birlikte basar (el-Hucurât 49/8; el- Hadîd 57/4; el-Mülk 67/19; Âli İmrân 3/77; Tâhâ 20/46; el-Alak 96/14), pek çok âyet ve hadiste yer almaktadır. Konunun ayrıntılarında kendi aralarında tam bir görüş birliği içinde olmayan Mu‘tezile kelâmcılarıyla bazı İslâm filozofları, Cenâb-ı Hakk’ın “semi‘” ve “basîr” oluşunu, O’nun ilim sıfatının bir ifadesi olarak değerlendirirler. Kelâm bilginlerinin çoğunluğuna göre, diğer sübûtî sıfatlar gibi kadîm olan bu iki sıfat, işitilebilen ve görülebilen her şeye sonsuz olarak tealluk eder. Bununla birlikte bu sıfatların kadîm olması, onların tealluk ettiği şeylerin de kadîm olmasını gerektirmez. KUDRET Güç ve kuvvet anlamlarına gelen kudret kelimesi, Allah için kullanıldığında “O’nun her şeye muktedir olması” anlamını ifade eder. Kudret, irâde sıfatıyla doğrudan bağlantılıdır. Zira bir şey irâde edildikten sonra, kudret tezahür eder. Allah’a nispet edilmesi gerekli olan yetkinliklerden birinin de kudret olduğunu belirten Ehl-i sünnet bilginlerine göre, O’nun kādir olduğunu anlamanın en kolay yolu, ilâhî fiillere bakmaktır. Zira evrende tam bir düzen ve âhenk içinde vuku bulan olaylar, Allah’ın kudretiyle gerçekleşmektedir. Bunlar sadece Allah’ın ilim sıfatının değil, aynı zamanda irâde ve kudret sıfatlarının teallukuyla oluşmaktadır. Bazı bilginler, kudretin teallukunun sınırlı olduğu görüşünü savunan Gazzâlî’nin, bu konuda felsefeden etkilendiği ve isâbetli düşünmediğini ileri sürmüşlerdir. Zira Allah, sınırsız bir kudrete sahiptir. Kudretin bu varlıkların farklı şekillerde oluşmasında sınırlı bir tealluka sahip olduğu ise söylenebilir. Yani kudret bir şeyin yokluk (adem) sahnesinden varlık (vücud) sahasına çıkması konusunda etkili olduğunda, ona bütün yönleriyle müessir olur. Hayrın ve şerrin yaratıcısı olan Allah’tan başka bir yaratıcı düşünülemeyeceğini, ancak meselâ zülmü yaratanın zâlim olmasından dolayı Allah’ın asla zâlim olarak nitelenemeyeceği kabul edilmiştir. Ebû İshak el-İsferâyînî, bu konuyla alâkalı olarak Allah’ın kendisine şerîk yaratıp yaratmayacağı ve evlat edinip edinmeyeceği gibi sorulara, kudret sıfatının mâduma tealluk etmeyeceğini, bu nedenle de bunların mümkün olmayacağı şeklinde cevap verir. Öte yandan İbn Hazm’ın Allah’ın evlat edinmeye kādir olduğu şeklindeki görüşünün isâbetli olmadığı vurgulanmıştır. Nazzâm ve Ali el-Esvârî dışındaki birçok Mu‘tezile bilgininin, Allah’ın zülüm ve kizbe kādir olduğunu kabul ettiklerini rivayet edilmiştir. Ehl-i sünnet’e göre Allah’ın kudreti, her makdûra tealluk eder. Binaenaleyh her takdir edilen şey O’nun kudretiyle meydana geldiğine, O da zülümden münezzeh olduğuna göre, Allah asla zâlim ve yalancı olamaz. Meşiyyet (meşiet) lafzı da irâde ile eş anlamlı olan bir kelimedir. İRÂDE Sözlükte seçmek, dilemek ve istemek anlamlarına gelen “irâde”; Allah’ın kemal (yetkinlik) ifade eden sıfatlarından biridir. “Revede” kökünden türeyen irâde, kendisiyle bir şey istenilen demektir. Bir varlığın veya olayın belirli bir şekilde, muayyen bir zaman ve mekânda meydana gelmesini sağlayan Allah’ın irâdesidir. O’nun irâdesi dışında oluşan hiçbir varlık veya olay yoktur. İrâdenin zıddı olan irâdesizlik ve mecbûriyet, Allah hakkında düşünülemez. Bir şeyin olması veya olmaması, olacaksa ne zaman, nerede ve nasıl olacağı gibi hususlar konusunda, bunlardan birini tahsis ve tercih, irâde sıfatıyla gerçekleşir. Yine Ehl-i sünnet’e göre Allah, bu sıfat ile ezelî olarak muttasıftır. Şayet Mu‘tezile’nin kabul ettiği gibi Allah’ın irâdesi hâdis olsaydı, onu var kılan bir başka irâde daha gerekirdi. Bu ihtimalin teselsülü gerektireceği ise ortadadır. Bilginlere göre, kadîm olan ilâhî irâde, bütün murâd alanını kapsayacak bir mahiyettedir. Basra ekolü Mu‘tezile kelâmcılarının, Allah’ın hâdis bir irâde ile mürîd olduğunu ileri sürmeleri ise, şayet irâde yaratılmış olsa, Allah’ın bunu kendi nefsinde yaratması gerekir. Bu ise O’nun mahall-i havâdis olmasını gerektireceğinden muhal olacağı için kabul edilemez bulunmuştur. Eşyanın mümkün olan birçok ahvâl ve nitelikler arasından, belli bir şekilde var edilmesini, irâde sıfatının delili olarak kabul eden bilginlere göre, bu sıfatın en bâriz özelliği, bir şeyi benzerlerinden ayırmaktır. Mahlûkatın küçük-büyük, güzel-çirkin, ağır-hafif gibi farklı niteliklere sahip olduğunu belirten İslam alimleri, bir varlığın hâlen sahip olduğu niteliklerin dışındaki niteliklerle de vasıflanmasının aklen câiz olduğunu dolayısıyla hâl-i hazırdaki durumun, bir tahsisin sonucu olduğunu kaydederler. Onlara göre irâdenin kapsamı bütün murâd edilenler ile bütün kāinattır. Ehl-i sünnet’e göre, mahlûkatın varlığı kudrete; varlıklarda görülen mükemmellik ilme; iki mümkünden birinin tercih edilmesi de irâdeye delâlet etmektedir. Bu sebeple aklî açıdan da Allah’ın söz konusu niteliklerle vasıflanması gerekmektedir. KELAM Kelâm, diğer sıfatlar arasında farklı bir özelliğe sahiptir. Çünkü hiçbir ilâhî sıfatın doğrudan bir tecellisi olmadığı halde, bu sıfatın ürünü olarak elimizde Kur’ân-ı Kerîm mevcuttur. Bu yüce kitap Allah’ın kelâmlarından birini teşkil ederken, aynı zamanda insanın okumasına,ezberlemesine, dinlemesine ve yazmasına elverişli olan maddî bir malzeme halindedir. Bundan dolayı kelâm sıfatı, bu yönüyle, İslâm tarihinde hicrî I. yüzyılın sonlarından itibaren“halku’l-Kur’ân” adlı bir problemin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Sıfatlar konusunda eser yazan müelliflerin, bu problem etrafında dönen tartışmaları işlemeleri, kelâm sıfatına daha farklı bir boyut kazandırmıştır. Ezelî bir kelâm ile mütekellim olan Allah Teâlâ’nın kelâmının, harfsiz, sessiz ve şekilsiz olup canlıların konuşmasına benzemediği şeklindeki Ehl-i sünnet’in genel görüşüne göre kelâmullah, Arapça’da Kur’an, Süryânî dilinde İncil, İbrânice olarak da Tevrat’tır. Akıl da kelâm sıfatını Allah hakkında gerekli görülmüştür. Zira bütün insanlarda bulunan bir vasfın, Yaratıcıda daha da mükemmel olarak bulunması gerekir. Allah’ın bu sıfatla muttasıf bulunduğunu kabul etmeyen kimse, peygamberlerin varlığını da reddetmesi gerekir. Zira Allah’ın elçileri, Mu‘tezile’nin zannettiği gibi O’nun mahlûk kelâmını değil, hâdis olmayan kelâmını tebliğ etmişlerdir. Ehl-i sünnet bilginlerine göre, aklın mahlûkatın kendisiyle vasıflanmasını mümkün gördüğü kemal sıfatlar, Allah hakkında mutlak anlamda gereklidir. Kelâm da yaratılmışlar için bir yetkinlik olduğuna göre, Allah’ın mutlaka bu sıfatla muttasıf olması gerekir. Mu‘tezile âlimlerinin çoğunluğuna göre, Allah ezelî olarak mütekellim olmayıp, O sonradan kendisinin yarattığı (hâdis) bir kelâm ile konuşmaktadır. Zira bu bilginlere göre mütekellim, kendisinden kelâm sâdır olan kimsedir. Bu nedenle kelâm, fiilî bir sıfat olup Allah’ın zâtıyla kāim olan ezelî bir nitelik değildir. Ehl-i sünnet âlimleri, Mu‘tezile’nin bu anlayışına itiraz ederek, konuşma fiilinin de gerçekte Allah’ın yaratmasıyla oluştuğunu kaydederler. Ona göre kelâm sıfatı yaratma, rızık verme ve diriltme gibi fiilî ve hâdis sıfatlardan değildir. Bu nedenle mütekellim olan Allah için, mahlukātın olmamasıyla var olması arasında herhangi bir fark yoktur. Kur’an’ın yaratılmışlığı (halku’l-Kur’ân) meselesi, İslâm düşünce tarihinde üzüntü ve acı hatıralar bırakan bir dönemi hatırlatagelmiştir. Ahmed b. Hanbel gibi selef bilginleri için bir “mihne” dönemi yaşatan bu düşüncenin asıl üzücü yönü, fikir özgürlüğüne bir darbe niteliği taşımasıdır TEKVİN Tekvin, yaratmak , yoklukta n varlık sahasına çıkarmak anlamında olup, hak , tahlik, icad, ihdas ve ihtira terimleriyle genel olarak aynı anlama gelmektedir. Benzersiz olarak bir şeyi yaratmak diye de tercüme edilebilecek olan bu sıfa tın uygulama alanı evrendir. Buna göre yaratılmış bir mahiyette olan her “şey”, tekvin sıfa tının sonucudur. Tekvin sıfatının, müs takil bir konumda olup olmadığı hususu, Ehl -i sünnet kelamcıları arasında tartışma konusu olmuştur. Matüridiyye bilginleri Allah’ın fiili sıfatlarını, bir bolum altında işlemeksizin, onu, tekvin sıfatı içerisinde değerlendirmişlerdir. Buna göre tekvin, Yüce Ta nrı’nın fiiliyatına yönelik boyutu temsil etmektedir. Bu durumda Matüridiyye bilginlerine göre sübuti sıfatlar sekizdir. Eş’ari âlimlerine göre tekvin, ilim ve kudret gibi hakiki bir sıfa t olmayıp, izafi ve itibaridir. Bu dur umda tekvin müs takil bir sıfa t değildir. Tekvin sıfatının işlevsel yönü, fiili sıfatlar tarafında n yürütülmektedir. Bu durumda fiili sıfatlar da olduğu gibi, tekvin sı fa tı da hadis yani değişkendir. Eş ’arilere göre tekvin müstakil ve ezeli bir sıfat kabul edilirse, onun taalluku olan mükevven (varlıklar), ezeli olması gerekir. Bu doğrultuda tekvin, mükevven ile aynı kabul edilmelidir. Matüridiler ise tekvinin, mükevvenden fa rklı olduğu görüşündedirler. Tekvin ezeli bir sıfattır, mükevven ise, mahlûk olup, hadis tir. Buna göre tekvin, yaratanın bir ni teliğidir. Her iki mezhep arasındaki tar tışma, tek nik bir yapıdadır. Sıfatın taalluk ettiği nesne, Ma türidilere göre sıfa ta yöneli k değildir, o nede nle aralarında doğrudan bir bağlantı söz k onus u olamaz. Sıf at, Za t-ı İlahiye aittir. Eş’a rilere göre ise sıfat, taalluk ettiği nesneye yöneliktir. Nesnenin hadis olması, sıfatın da hadis olmasını gerektirir. Bu nedenle Eş’arilere g öre fiili sıfatlar hadistir. FİİLÎ SIFATLAR Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatları anlatılırken, bunların taaluku olarak âlem ve içindeki varlıklara dikkat çekilmiştir. Allah’ın, evrenin var edilişi, şekillendirilişi ve yönlendirilişiyle ilgili olan bu tür sıfatları, Allah-âlem ilişkisinde, sıfatların rolünü ve etkinliğini ortaya koymaktadır. Tahlîk (yaratma), terzîk (rızık verme), inşâ (bir araya getirerek yaratma), ibdâ (benzersiz olarak yaratma), ihyâ (diriltme), imâte (öldürme) gibi terimlerle ifâde edilen bu fiiller, Allah’ın fiilî sıfatlarını oluşturmaktadır. İmâm-ı A‘zam’dan itibaren Hanefî-Mâtürîdî bilginler fiilî sıfatları diğerleri gibi Allah’ın zâtına zâid kadîm nitelikler kabul etmişler ve bu tür sıfatların hepsini “yapmak, yaratmak, oluşturmak” anlamına gelen “tekvîn” terimiyle ifade etmişler ve bunu zâtla kāim ve kadîm bulunan sübûtî sıfatlara sekizinci bir sıfat olarak eklemişlerdir. Selef âlimleri de ilâhî fiillerin zât ile kāim ve kadîm sıfatlar olduğunu kabul etmişlerdir. Eş‘arîler, ilâhî fiillere müstakil bir sıfat statüsü tanınmasına gerek görmemişler, ilim sıfatına kudret ve irâdenin de eklenmesiyle ilâhî fiiller sisteminin tamamlanabileceğini kabul etmişlerdir. Buna göre filler doğrudan sıfat olmayıp ilim, kudret ve irâdenin bir anlamda fonksiyonlarını (taaluklarını) temsil ettiğinden kadîm değil hâdistir ve pek tabii olarak zât ile kāim değildir. Mu‘tezile kelâmcıları ise irâde ve kelâm sıfatlarını da katmak suretiyle bütün fiilî sıfatları hâdis telakkî etmiş ve zât ile kāim olmadığını söylemişlerdir. HABERÎ SIFATLAR Naslarda sabit olmakla birlikte zâhiri mânaları itibarıyla aşkın varlığa nisbet edilmeleri mümkün görünmeyen bazı kavramlar vardır. İslâm akaidinin zengin tenzih literatürünün istisnaî bir alanını teşkil eden bu tür nitelemeler kelâm tarihi boyunca “haberî sıfatlar” başlığı altında incelenegelmiştir. Bu türden olmak üzere Kur’ân-ı Kerîm’de zâhirî mânalarıyla yüz (vech), göz (ayn, a’yân), el (yed); hadislerde parmak (isba‘), ayak (kadem) gibi uzuvlar, ayrıca bazı âyet ve hadislerde “istivâ”, “nuzül” ve “mecî” gibi beşerî fiiller Allah’a nisbet edilmiştir. Muhafazakâr âlimler, bu tür sıfatların ifade ettiği zâhirî ve beşerî anlamların Allah hakkında söz konusu olmadığı kanaatinde olmakla birlikte, bunları yorumlamayıp, meselenin iç yüzünü Allah’a havale etmeyi uygun görmüşlerdir. Mu‘tezile’nin başlattığı daha sonra Ehl-i sünnet kelâmcılarının da benimsediği te’vil metoduna göre ise haberî sıfatlar, İslâm akaidinin genel prensipleri ve Arap dili’nin kural ve özellikleri çerçevesinde mecazî mânalarına bağlı olarak yorumlanmalıdır. Bazı itikādî İslâm mezhepleri vech’i (yüz), zât; yed’i (el), kudret; ayn’ı (göz), ilim; istivâ’yı, istîlâ olarak yorumlamıştır. Cehmiyye, Mu‘tezile, Mâtürîdiyye ve Eş’ariyye’nin müteahhirînin görüşü genelde bu istikamettedir. İmâm Eş‘arî’nin el-İbâne ile el-Luma‘ adlı eserinde bu konuda farklı yöntem izlediği gözlenmektedir. el-Lüma‘da sıfatlar te’vil edilmezken, elİbâne’de aklî yorumlara yer verilmiştir. Bâkıllânî’nin de haberî sıfatları te’vil etmediği Ayrıca göze çarpmaktadır. İbn Hazm, Kur’an ve sahih hadiste geçen bu sıfatların Allah’a nispet edilmesi gerektiğini ancak bunların te’vil yapılmaksızın naslarda geçtiği şekilde kabul edilmesini vurgular. İbn Berrecân ve Beyhakī gibi meseleye Selef metodu açısından yaklaşan bilginler ise, bu sıfatları Allah’a nispet etmekle birlikte, yorum yapmamayı tercih etmişlerdir. Müşebbihe, Mücessime ve Kerrâmiyye gibi bir kısım İslâm mezhepleri de bu konuda teşbih ve tecsime düşmüştür. Ayrıca Dârimî (ö. 280/894) gibi bazı Selef âlimleri, hadislerde yer alan (Müslim, “Salâtü’l-müsâfirîn”, 172; Müsned, II, 258) ve sıfât-ı haberiyye’den olan "nüzûl"ü, “yukarıdan aşağıya inmek” şeklinde bir hareket olarak anlamak suretiyle teşbihi andıran bir anlayış ortaya koymuşlardır. İslâm âlimleri haberî sıfatlar konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bunun nedenlerinden birisi, Kur’an’da yer alan, bazı âyetlerin muhkem, bazılarının da müteşâbih olduğunu belirten “Sana bu muazzam kitabı indiren O'dur. O'nun bir kısmı anlamları kesin olup kitabın temelini oluşturan ayetlerdir. Diğer bir takımları da anlamları benzeşik olanlardır.”mealindeki âyet (Âli İmrân 3/7) etrafında da farklı görüşler bulunmasıdır. Bir kısım bilginlerin müteşâbihatı sadece Allah’ın bilebileceğini belirttiklerini, ancak bunları kendisinin de aralarında bulunduğu ilimde rüsûh kesbetmiş olanların da bilebileceğini kaydeder. Haberî sıfatlar konusuna, seleflerine nispeten farklı yaklaşan Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, bu sıfatların, Allah’ın tasarrufunu anlatmak üzere birer misal olarak kullanıldığını kaydeder. Örnek olarak hadiste geçen esâbi‘/parmaklar (Müslim, “Kader”, 17; İbn Mâce, “Dua”, 2; Müsned, II, 168) kelimesini gösteren müellif, bununla Allah’ın sıfatlarının anlaşılması için misal verildiğini kaydeder. Ona göre âyetlerde geçen yedullah gibi terkiblerde sembolik bir ifade bulunduğunu, zira elin insanlar için de bir tasarruf âleti olduğunu kaydeder. Ehl-i sünnetin çoğunluğuna göre Allah’ın sıfatları hakkında bazı bilgiler verip de akıl ile çelişen hadislerin, yoruma tâbi tutulması gerekir. Zira bu tür rivâyetler, akaid açısından ancak yorumlandıkları takdirde sahih bir anlam ifade ederler. Bilindiği üzere akıl ile din aynı kökten beslenip büyüyen iki dal gibidir. Akıl, dinin doğruluğunun tasdikçisi olduğundan onu yalanlayıcı olamaz. Bu, bir anlamda aklın kendisi ile çelişmesi demektir. Birçok kelâm âlimi yaptığı tasnifte, aklî hükümleri vâcib, câiz ve müstahil olmak üzere üçe ayırmıştır. Onlara göre din bunlardan vâcib ve müstahil konusunda herhangi bir hüküm bildirmemiştir. Çünkü din, mahsusât ve zarûriyyâtın beyanı için değil, sadece câizin tayini ve hükmünün beyanı için gelmiştir. Bu nedenle şayet nasların zâhiri, akla aykırı olursa, te’vil gerekir. Bilginler, naslarda el, iki el, avuç, parmaklar, bilek ve kol gibi zâhirî anlamlarıyla Allah’a nispet edilmemesi gereken bazı niteliklerin, teşbihe sebep olduğu kanaatindedirler. İnançla ilgili görüşlerini daha çok sıfatlar konusu üzerinde yoğunlaştıran Selefiyye ulemâsı, naslarda geçen bütün sıfatları Allah’a nispet etmiştir. Haberî sıfatları naslarda geçtiği şekilde kabul eden bu bilginler, onların mecazî anlama hamledilerek yorumlanmasını kabul etmemiş, teşbihi reddetmelerine rağmen, zaman zaman teşbihi andıran bir tür görüşlere sahip olmuşlardır. Nitekim onların"nüzûl" konusunu incelerken girdikleri, Allah’ın bu esnada arşta bulunup bulunmadığı şeklindeki tartışma buna örnek teşkil eder. Allah’ın sıfatları, üzerinde en fazla tartışma yapılan dinî konulardan birisidir. Tevhidi korumak maksadıyla ta‘tile yaklaşan veya tenzihe fazla meyledenler de aslında naslarda yer alan isim ve sıfatları inkâr etmemişlerdir. Nitekim Gazzâlî, tenzihe en çok önem veren İslâm filozoflarının ulûhiyet görüşünü tenkide tâbi tuttuğu halde onların sıfatları inkâr ettiğini ileri sürüp tekfir cihetine gitmemiştir. Öte yandan Mu‘tezile bilginleri sıfatları iki gruba ayırmıştır. Birinci grup, siga bakımından da sıfat olan hay, âlim, kādir gibi müştak kelimelerdir. Mu‘tezile bu sıfatları Allah’a izafe etmiş ve bunlara sıfât-ı ma‘neviyye demiştir. İkinci grup ise sıfât-ı ma‘neviyyenin köklerini teşkil eden hayat, ilim, kudret gibi masdar sigasındaki kelimelerdir. Bunlara da sıfât-ı me‘ânî denilmiştir. Mu‘tezile âlimleri bu sıfatları Allah’a izafe etmemiştir. Buna göre Mu‘tezile bilginleri “Allah alîmdir” hükmünü kabul ettiği halde “Allah ilim sahibidir” fikrini benimsememiştir. Onlara göre Allah hakkında “alîmdir” denildiğinde, O’nun zât ile sıfatı aynı anda düşünülür. Hâlbuki “Allah ilim sahibidir” denildiğinde, O’nun zâtından başka “ilim” diye müstakil bir mana tasavvur edilmiş olur. Allah’ın sıfatı olarak kabuledilen bu mana da zâtı gibi kadîm olacaktır. Bu durumda Allah’ın zâtı üzerine zâid, kadîm manaların (sıfatların) varlığı kabul edilmiş olunur ki bu, kadîmlerin çoğalması (ta‘addüd-i kudemâ) demektir. Bu ise İslâm dininin tevhid prensibine aykırıdır. Mu‘tezile bilginlerinin bu görüşleri Ehl-i sünnet bilginleri tarafında kabul görmemiş ve bu bilginler “Mu‘attıla” olarak nitelendirilmiştir. Mu‘tezile’nin “bütün sıfatları inkâr edenler” anlamındaki Muattıla’dan kabul edilmesi isâbetli görünmemektedir. Onların çoğunluğu Kur'an’da bulunan ilâhî sıfatları –ki bunların çoğu kelime türü bakımından sıfat sigasında olduğundan isim diye anılmaktadır- zât-ı İlâhiyyeye nisbet etmekte tereddüt göstermemiştir. Bu nedenle bu bilginler ile Sünnî kelâmcılar arasında bulunan sıfat anlaşmazlığı, meselenin özünden çok, şeklini ve tekniğini ilgilendirmektedir. Ehl-i sünnet bilginleri Allah’ın zât-ı ulûhiyyetine yakışmayan her türlü niteliği selbî sıfatlar kapsamında incelemişler, burada Eş‘arî geleneğine tabi olanlar sübûtî sıfatları yedi sıfat olarak ele almışlardır. Bu sıfatlar içinde özellikle kelâm sıfatı üzerinde durulmuş ve sık sık Mu‘tezile bilginlerinin görüşlerini eleştiriye tabi tutulmuştur. Kur’an ve hadislerde yer alan bu tür ifadeler Ehl-i sünnetçe, birer misal olarak kullanıldığı kabul edilmiştir. Böylece onlar Selef ulemasının bu konudaki görüşlerini isâbetli bulmamışlardır. Bununla birlikte, kendisini ilmî kapasite ve olgunluk bakımından yeterli gören kimselerin, bunlar üzerinde düşünmesi ve yorum yapması; kendisini bu niteliklere sahip görmeyenlerin ise teşbihe düşmeksizin bu sıfatları olduğu gibi kabul etmelerinin daha isâbetli olacağını bildirmişlerdir. Zira bu bilginlerce, inançla ilgili konularda aklın ön planda olmasını gerekli görülmüş, hatta kader, ruh ve âhiret ahvali gibi hususlarda aklın hareketini kısıtlayıcı anlayışlara karşı çıkılmıştır. Bu nedenle bazı Hanbelîlerin, sıfatlar konusunda aşırı muhafazakâr tavır sergilemesi bir taassup olarak nitelendirilmiştir. 4. Hafta Ölçü, miktar, bir şeyi belirli bir ölçüye göre tanzim etmek ve belirlemek anlamlarına gelen kader terimi, Allah’ın ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyi bütün ayrıntılarıyla ve boyutlarıyla, zaman ve mekân tayini içerisinde bilmesi ve bilgi doğrultusunda gerçekleşmesidir. Buna göre kader öncelikle Allah’ın ilim sıfatına yöneliktir. Bu ilahi bilgi doğrultusunda aşkın varlığın irade etmesi ve kudretiyle varlık sahasına getirmesidir. Kader anlayışına göre Allah içindeki bütün ayrıntılarıyla evreni, belli bir ölçü ve kurallar içerisinde düzenlemekte ve takdir etmektedir. Kaza ise, emir, hüküm ve yerine getirme anlamında olup, Allah’ın ezeli ilmiyle takdir ettiği olay ve nesneleri, o bilgi doğrultusunda gerçekliğe dönüştürmesi ve yaratmasıdır. Buna göre kader, plan ve program olup, kaza da, bu plan ve programın gerçekleştirilmesi ve uygulanmasıdır. Bu tanım Mâtürîdilerin görüşleri doğrultusundadır. Eş’arîlere göre kaza, Allah’ın varlıkları ezelde bilmesi ve takdir etmesidir. Buna göre kaza, Mâtürîdilerin kader tanımıyla uyuşmaktadır. Kader ise, ilahi ilimde takdir edilen her şeyin vakti gelince, kutsal irade doğrultusunda kudret sahasına çıkarılması, yani yaratılmasıdır. Eş’arîlerin bu yaklaşımı, Mâtürîdilerin kaza anlayışıyla bağdaşmaktadır. Kader ve kaza inancı, Allah’ın sübuti sıfatlarıyla alakalı bir konudur. Evrenin bir plan ve program dâhilinde işlediği, hiçbir oluşum ve gelişmenin tesadüfî ve kendiliğinden olmadığı, her şeyi belirli bir gaye ve amacı doğrultusunda hareket ettiği anlayışına dayanmaktadır. Kader konusunun çözüm zorluğu arasındaki ilk neden, insan iradesi ve eylemlerinin izahındaki muğlâklıktır. Buna göre iradenin yetki alanı yanında, her irade edilenin yerine getirilemeyişi gözlemlenmektedir. Öte yandan konuyu açıklamaya yönelik gösterilen çabalarda, ayet ve hadislerin parçacı bir okumaya tabi tutularak, Kur’an’ın ana temasıyla ilintili olmaksızın, bağlamlarından koparılarak ele alınışıdır. Bu doğrultuda konuyla alakalı ayetlerin, tek yönlü okunması, aynı mealdeki ayetlerin dikkate alınması yanında, bireylerin mizaç, eğilim, yaklaşım tarzı ve kişilikleri doğrultusunda yapılan tercih yönlendirici bir rol oynamaktadır. Kader konusuna yönelik açıklamalardaki çıkmazlardan birisi de, Allah’ın sıfatlarının tek yönlü işlenmesidir. Mesela sadece Allah’ın ilim sıfatıyla probleme yaklaşıldığında, çözüm eksik kalır. Bu sıfat yanında kudret ve hikmet boyutu da dikkate alınmalıdır. Bir başka göz ardı edilmemesi gereken husus ise, zaman olgusudur. Zamanla kayıtlı olan insan, zamanın yaratıcısı olup, onunla hiçbir şekilde konumlandırılmayan Allah’ı, zamansal bir varlık olarak değerlendirmesi, yani kendi konumu doğrultusunda Tanrıyı ele alması, kader konusunun açıklık kazanmasına bir başka engeldir. İNSANIN FİİLLERİ Kader, Allah’ın eylemleri ile insanın fiillerinin sınırını tespit etmeye yönelik bir inanç konusudur. İnsan fiilleri, bizzat kendi iradesiyle gerçekleştirdikleri ile istem dışı oluşturdukları olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Bunların ilkine “ihtiyari fiiller”, ikincisine ise “ızdırari fiiller” denmektedir. Izdırari fiiller, nefes alma, kalp atışı, kan dolaşımı, doğum yeri ve cinsiyet gibi fiziksel eylemlerden oluşmaktadır. Beynimizin yönlendirmesi ve irademizin etkisiyle oluşan eylemler ise, ihtiyari fiiller kategorisine girmektedir. Bireyin sorumlu tutulduğu alan, bilinciyle oluşturduğu bu ihtiyari eylemleridir. Ehl-i sünnet’e göre insanı ve onun fiillerini yaratan Allah’tır. Ancak eylemlerin oluşumunda ana faktör olan irade, insanın eylem tercihindeki sorumluluğunu temsil etmektedir. KÜLLİ-CÜZ’İ İRADE ve ISTITAAT Sözlükte seçmek, belirlemek, istemek ve yönelmek anlamlarına gelen irade, iki veya daha fazla hareket tarz ve alanından bir tanesine yönelmek demektir. Ehl-i sünnet bilginlerine göre ezeli ve ebedi (kadim) zaman üstü olan irade, sınırsız olup, hiçbir kayıt altına alınamaz. Bütün evren O’nun iradesinin ilim ve kudrete yansımasıdır. Ehl-i sünnet mezhebinin temsilcileri olan Eş’arî ve Mâtürîdilere göre insanın kendisine özgü bir iradesi vardır. Ancak Eş’arîlere göre bu irade, Allah’ın her şeye hakim olan iradesinin kontrolü altındadır. Mâtürîdileri göre ise, ezeli irade sahibi olan Allah, bu iradenin tasarrufunu tamamen kulun kendisine vermiştir. Eş’arîlere göre ise, insanda “bil-kuvve” yani fiile dönüşmemiş tarzında bir irade bulunmaktadır. Eş’arîler insandaki iradeye “külli irade” demişlerdir. Bu ise Allah tarafından kula verilmiş olan, yapıp yapmamaya yönelik bir seçme yeteneğidir. Cüz’i irade ise, külli iradenin, iki taraftan birine aktif biçimde yönelmesinden (bil-fiil irade) ibarettir. Buna göre önce külli irade (istemek) harekete geçer, ardından cüz-i irade devreye girer (yönelmek) ve irade-i ilahiyeye Tevfik ederse onu yaratır, yani fiil gerçekleşir. Mâtürîdiler bu cüz-i iradeye “azm-i musammem” yani kesinleşmiş karar, ihtiyar ve kasıt, yönelme adını vermektedirler. Yukarıda her şeyin yaratıcısının Allah olduğu söylenmişti. Ancak bu kulun tercihiyle bağlantılı olan bir yaratmadır. Bunda yüce yaratıcı için bir zorunluluk yoktur. Buna göre fiili seçmek (kesb) kula, bunu yaratmak (halk) da Allah’a aittir. Allah burada hikmet, ilim ve adaleti doğrultusunda bir yaratma gerçekleştirmektedir. Bütün bunlar, O’nun evrende uyguladığı adetullah ve sünnetullah ve tabiat kanunlarının kuralları doğrultusunda uygulanmaktadır. Mu’tezile ve Mâtürîdilere göre bu kurallar topluluğu yine Allah’ın iradesiyle gerçekleşmektedir. Kul, eylemlerinde ilahi bir baskı ve zorlama (cebr) altında değildir. Ancak tamamen hür ve serbest de değildir. Bunun yanında mutlak cebri ifade eden ayetler de mevcuttur. (ez-Zümer 39/62, er-Ra’d 13/8, el- Kamer 54/49, et-Tevbe /51, el-A’raf 7/178, ed-Dehr 76/30) Ayrıca aynı ayette hem cebir hem de hür iradeye yönelik Kur’an ifadeleri de bulunmaktadır. Bu tür ayetleri kendi bağlamları ve Kur’an’ın temel kabulleri doğrultusunda okumak gerekmektedir. Bu veriler arasında yapılacak bir sentez ile kader konusu daha belirginleşebilir. Cehm b. Safvan’ın (ö. 128/745) öncülüğünü çektiği rivayet edilen Cebriyye mezhebine göre, insanda hiçbir şekilde özgür irade bulunmamaktadır. O, Allah tarafından önceden takdir edilmiş plan ve program çerçevesinde hareket etmek zorundadır. Mu’tezileye göre ise, insan hürdür. İnsanlar eylemlerini Allah’ın kendisine vermiş olduğu yaratma kudretiyle yaratır. Bu fiillerin gerçekleşmesinde yaratıcının müdahelesi yoktur. Zira kulun eylemlerini Allah yaratmış olsaydı, onları sorgulamaması gerekirdi. Mu’tezile bilginleri bu görüşlerine en-Nisa 4/123, el-A’raf 7/23, Tur 52/21, el-İnsan 76/3 gibi ayetleri dayanak olarak kullanmıştır. Kelami bir terim olarak istitaat, taat ve itaat kökünden gelip, güç, kuvvet ve takat anlamındadır. Mu’tezileye göre istitaat, fiilden önce bulunur ve buna “istitaat kable’l-fiil” denilir. Ancak bu fiilin gerçekleşmesi anında da mevcuttur. Böylece fiil gerçekleşir. Ehl-i sünnet’e göre ise istitaat fiille birlikte bulunur ve buna “istitaat ma’a’l-fiil” denir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, Mu’tezilenin kulun bizzat kendisine bir yetkinlik vermesi, Ehl-i sünnet’in ise bu yetkinlikten kulu mahrum bırakmasıdır. Klasik kelam kitaplarında iki tür istitaatten bahsedilmektedir. İlki, hakiki güç anlamına gelen istitaat ki, fiil ancak bununla gerçekleşir. Ancak bu kulun sorumluluk kaynağı değildir. İkincisi ise, fiili meydana getirmek için aletler ve sebeplerin selamette olması (elverişli) gerekir ki buna “Selametü’l-alat ve’l-esbab” denilmiştir. Ancak kul bu şekilde sorumlu tutulabilsin. Burada Matüridiler ile Mu’tezile arasında bir bakıma yakınlık mevcuttur. zira Matüridilere göre insandaki kuvvet iki zıt fiili meydana getirmeye elverişlidir görüşündedirler. Ancak onlar, Mu’tezile gibi, kula yaratıcılık vasfı vermemektedirler. KESB Ehl-i sünnet’in Eş’arî okulunun bilginlerine göre insanda yaratılmış bir kudret vardır ve bu, insanın yaptığı işler üzerinde bir etkinliği yoktur. İnsan bir fiili gerçekleştirmek için fiile yaklaştığında (iktiran) Allah, eylem öncesi kulda bir kudret yaratır. Kulun fiille alakası, o fiilin gerçekleştirilen yer olmasıdır. Burada kulun kudretinin fiilin gerçekleşmesinde bir etkisi yoktur. Kul şeklen ve tarifinde zorlanılan bir iradeye (kesb) sahiptir. Bu irade de Allah’ın iradesine bağlıdır. Eş’arîler, insanda bulunan cüz’i iradeyi yaratılmış ve ilahi iradeye bağlı kabul etmelerinden dolayı ikinci derecede bir cebre düşmekle suçlanmışlardır. Buna “Cebr-i mutavassıt” denmiştir. Ehl-i sünnet’in diğer okulu olan Mâtürîdilere de, kula mutlak irade (tefviz-i mutlak) veren Mu’tezile’ye yakın bir anlayış ortaya koymaları nedeniyle “tefviz-i mutavassıt” denmiştir. Mâtürîdilere göre insanda fiillerin meydana gelmesinde etkin olan bir kudret vardır. Şöyle ki, insanda iki türlü irade vardır. İlki, külli iradedir. Allah tarafından kula verilmiş¸tercih aracı kabul edilen seçme yeteneğidir. İkincisi ise, cüz’i irade olup, külli iradenin iki ve daha fazla alternatiften birisine yönelmesidir (temayül). Bu cüz’i irade bir hal olup, zihnin dışında somut bir varlığı yoktur. Harici bir varlığı olmadığı için de yaratılmış değildir. Mâtürîdiler, irade hürriyeti konusunda Mu’tezile’ye yakın bir görüş bildirmekle birlikte, fiillerin Allah tarafından yaratıldığını kabul etmek suretiyle onlardan ayrılır ve bu anlayışla Eş’arîlerle paralel düşünürler. İlahi irade ile insan iradesi arasındaki ilişki, mezheplerin görüşleri doğrultusuna şu örnekle betimlenebilir: Bir kimse birisini silahla öldürür. Cebriye mezhebine göre o şahıs silahla ateş etmeseydi, kurban yine bir şekilde ölecekti. Mu’tezile düşüncesine göre o şahıs silahla ateş etmeseydi, ölmeyecekti. Ehl-i sünnet âlimlerine göre ise, o şahıs ateş etmeseydi, karşısındakinin ölüp ölmeyeceği bizce meçhuldür. Zira kader, sebep sonuç ilişkisi doğrultusunda tezahür eder. Sebebe ayrı, sonuca ayrı bakmaz. Kader bağlamında maktulün ölümü, o şahsın ateş etmesiyle tahakkuk etmiştir. Bu nedenle kader konusunda konuşmak, bazı hadislerde men edilmiştir. Konunun uzmanlarınca tartışılması ise, farklı bir husus olup, gereklidir. Genel anlamda Mu’tezile bilginlerinin, insan eylemlerinde vermiş oldukları yetkinlik, realite ile bağdaşmamaktadır. Zira her istediğini gerçekleştiremeyen insan, eylemlerinde tamamen hür değildir. Zira öncelikle Allah her şeyin yaratıcısıdır. İnsan ve fiilleri de buna dâhildir. Buna göre her şeyi tamamen insana mal etmek, tutarlı görünmemektedir. İnsanı rüzgârın önündeki yaprak veya programlanmış bir bilgisayar gibi düşünen Cebriye’nin de teorisi yine realite ile bağdaşmamaktadır. Zira insanın tercih yeteneği bulunmakta ve birçok eylemini kendi kararları doğrultusunda gerçekleştirmektedir. Konuya en tutarlı yaklaşım, Ehl-i sünnet tarafından gerçekleştirilmiştir. Ne tam hürriyet ne de tam bir cebir anlayışı sergilemeyen Ehl-i sünnet bilginleri, hem Kur’an verilerine hem de realiteye muvafık görüş ortaya koymuşlardır. Onlara göre insan, Allah’ın müdahale etmediği bir alanda özgürdür ki, o da iradenin tasarrufu yani yönlendirilmesidir. Öte yandan Ehl-i sünnet uleması, Allah’ın her şeyi bildiğini kabul etmektedir. Cüziyyat ve külliyata da şamil olan bu bilgi, insanın iradesine yaptırım gücüne sahip değildir. Zira bilgi, vakıaya yöneliktir. O nedenle onlar “ilim, maluma tabidir” demişlerdir, yani nasıl olacaksa, Allah öyle bilir. Buna göre olaylar ve eşyaların oluş biçimleri, Allah’ın bilgisinden dolayı değil, oldukları için Allah bilmiştir. Burada Allah’ın bilgisinin eşyanın oluş şekline göre bir sınırlandırılması yoktur. Bu veriler doğrultusunda şu soruya cevap vermek gerekir: “Kader değişir mi?”. kader değişmez, zira kader sonuçta gerçekleşen olgudur. Sonuç nasıl olursa olsun, o kaderdir. Karşı kaldırımdaki işine giden bir insan, “bugün kaderimi değiştirip arka sokaktan döneceğim” derse ve bunu uygularsa, yine kaderini gerçekleştirmiş olur. Zira olan şey kaderdir. O gün kaderinde arka sokaktan dükkânına gitmek varmış. Öte yandan o gün kaderinin yine her günkü gibi olduğunu o şahıs nereden bilecek? Kader kayıtlarının işlendiği evrensel bilgisayar diye adlandırabileceğimiz Levh-i mahfuz’a normal insan bilgisi ulaşamaz. O nedenle o şahıs, o günkü kaderini bilemez, bilemeyeceği için de hükümde bulunamaz. Bu bağlamda “Madem Allah, bizim cennet veya cehenneme gideceğimizi biliyor, o halde neden dünyaya gönderip bir sürü problem ve sıkıntılara maruz bırakıyor, doğrudan gönderse olmaz mıydı?” şeklindeki bir soru anlamsızdır. Zira Yüce Tanrı, insanları yaptıklarına göre muaheze etmekte, sorgulamaktadır. Eğer dünyaya gelmemiş olsa idik, yani cennet veya cehennemi gerekli kılacak amellerde bulunmasa idik, cennet veya cehenneme gitme bilgisi oluşmazdı. O nedenle yaşanmadan verilen hükümler, Kur’an verileri çerçevesinde zulüm olurdu. Bununla birlikte Allah zamanın yaratıcısıdır. Bu nedenle O, zamana bağlı değildir. Buna göre “önce”, “sonra” gibi ifadeler, Allah hakkında geçerli değildir. Nitekim “Allah evreni yaratmadan önce ne yapıyordu?” türü bir soru da anlamsızdır. Zira Tanrı hakkında öncelik ve sonralık söz konusu değildir. Allah zaman üstü aşkın varlıktır. O’nun mahiyet ve nitelikleri bize benzemez. Ancak insan, bir değerlendirme yaparken, hep kendi şartları doğrultusunda hükümde bulunur. Bu ise ilahi alan için büyük bir yanlıştır. Allah ezeli ilmiyle her şeyi bilir. Buna göre O yüce kudret açısından geçmiş, gelecek ve bulunulan an, hep birdir. Yani çemberin başlangıcı ve sonu olmadığı gibi, evrendeki oluşum da daireseldir. Doğru bir çizgi şeklindeki bir anlayış ve oluşum insan için geçerlidir. Bu nedenle başlangıç ve son, önce ve sonra kavramları evren içerisindekiler için söz konusudur. Allah her şeyi, zaman üstü olarak, insani tabirle an olarak tek bir bilgi yani değişmeyen bir ilim ile bilir. Eş’arîliğin kesb teorisi çok muğlâk olmakla birlikte, Mâtürîdilik ile aralarında ciddi bir fark bulunmamaktadır. En azından sonuç itibarıyla aynı hedefe ulaşmaktadırlar. Kader inancı, bireyi evren hakkındaki başıbozukluk anlayışından kurtarır. Evrenin yüce bir idarecisi olduğu, her şeyin bir plan ve program dâhilinde hareket ettiği inancı, insanı ümitsizlik ve güvensizlikten kurtarır. O nedenle kader inancı, mümine yaşama gücü ve direnci verir. Her şeyin tesadüfî bir gelişme içerisinde olduğu düşüncesi, insanlara yeis ve karamsarlık verir. Öte yandan mü’minler geçmişte olan ve musibetler kader, gelecekle ilgili işlerde ve olumsuz eylemlerinde ise teklif noktasında bakmaları gerekmektedir. bu anlayış mü’minlere yaşama karşı güç verir ve iradesini kuvvetlendirir. Bu nedenle bazı bilginler, insan Mu’tezili gibi düşünmeli, ama vakıa karşısında kaderci bir yaklaşım sergilemelidir demişlerdir. 5. Hafta ECEL Kader konusuyla bağlantılı olarak ele alınan ecel terimi, tayin edilmiş zaman demektir. Bu doğrultuda Ehl-i sünnet’e göre her şeyin, her toplumun ve bireyin belirli bir tayin edilmiş ömrü bulunmaktadır. Nitekim bu hususu Kur’an “Her ümmetin bir eceli vardır. Vakti gelince ne bir an geri kalırlar ne de bir an ileri gidebilirler” (el-A’raf 7/34) ayetiyle bu hususa açıklık getirmiştir. Konuyla ilgili benze mealde başka ayetler de bulunmaktadır (el- Vakıa 56/60, Yunus 10/49, el-Münafikun 63/11) Bir şekilde bazı teknolojik gelişmelerin katkısıyla veya iyi beslenme ile ya da tabiat şartlarının müsaade etmesiyle oluşan ve hadiste belirtildiği şekliyle sadaka türü iyiliklerin ömrü uzatması gibi hususlar, ecel konusunda bir problem oluşturmaz. Zira ecel, yaşanılan ömür, belirli yaşam dilimi demek olduğuna göre, yaşanılan her an, ecel dairesi içerisindedir. Bu durumda ömrün azalması veya artması, yine ecel alanı içerisindedir. Yani ecelde bir değişme söz konusu değildir. Mu’tezile bilgin Kadi Abdülcebbar’a göre, kalabalık bir topluluğun çeşitli toplu hastalıklar nedeniyle bir anda ölmeleri mümkün olduğu gibi, bireylerin de tabii bir ömürle yaşamlarını yitirmeleri de mümkündür. Maktülün eceli gelmeden öldüğü tarzındaki bir yaklaşım doğru değildir. Zira ölen kimsenin yaşaması da ölmesi de mümkündür. Bu akli yönden eşittir. Her iki ihtimal de eşit derecededir. Buna göre ecel, Allah’ın bir kişi hakkında öleceğini bildiği belli bir vakittir. Onun takdim veya tehiri caiz değildir. Aslında Allah, her şeye kadir olduğu için, buna da gücü yeter. Ama O, tabiatta belli kurallar çerçevesinde hareket etmektedir. Bu kurallar da Allah’ın iradesi doğrultusunda oluşmuştur. Kadi Abdülcebbar’ın görüşleri (Mu’tezile) ile Mâtürîdilerin yaklaşımları benzerlik arz etmektedir. Ehl-i sünnet’e göre, hayat gibi ecel de Allah’ın bilgisi, takdiri ve yaratması doğrultusunda şekillenmektedir. Bu konuda hem Eş’arîler hem de Mâtürîdiler, konuya Allah’ın ilmi çerçevesinde bir yaklaşımda bulunmaktadır. ECEL-İ MÜSEMMA: Kur’an-ı Kerim’deki “Sizi çamurdan yaratan ve sonra bir ecel tayin eden O’dur. Belirli bir ecel (ecel-i müsemma) O’nun katındadır” (el-En’am, 6:2) ayeti doğrultusunda, müsemma olan bir ecelden bahsetmektedirler. Müfessir Fahreddin er-Razi’ye göre, her insan için birisi tabii ecel (ecel-i müsemma) diğeri de kaza sonucu gerçekleşen ecel (ecel-i ihtirami veya kaza) olmak üzere iki ecel vardır. Ecelin değişmeyeceğini bildiren Kur’an ayetleri, daha çok müsemma ecel ile alakalıdır. Ancak insan için şartlı bir ömür söz konusudur. Bazı ayet ve hadislerde isyan edenlerin bu günahtan vazgeçmeleri halinde ömürlerinin uzayacağı, ayrıca iyilik yapma, sadaka verme ve sıla-i rahim gibi bazı amelleri gerçekleştirenlerin de yaşam süreçlerinin uzatılacağı ile ilgili naslar konusunda, henüz gelmeyenin tehir edileceği anlamı çıkacağından, tehir edilenin ecel olmayıp, ecel sahibi kimseler olduğu şeklinde bir yaklaşımda bulunulmuştur. Sadaka gibi hususlar ise, ömrün bereketli olması şeklinde yorumlanmıştır. Elmalılı Hamdi Yazır’ın ifadesiyle, ya tabii veya ihtirami bir ecel vardır. Zira fiilen vaki olacak olan ecel, bunların ancak birisidir. Diğeri ise bir imkandan ibarettir. İmkan ise, sonsuzluğu içermektedir. Ancak bunlardan bir tanesi vuku bulur. Bu nedenle ecel dendiğinde, vaki olan tek alternatif göz önüne alınmalıdır. Bu verilere göre değişmeyen ecel (ecel-i müsemma), insanın ölüm vaktidir. İnsan ömrünün bütün ayrıntılarıyla yazıldığı yer olan Levh-i mahfuz ise, bu ecelin belirtildiği alandır. Bu nedenle Levhi mahfuz’daki bilgilerde bir değişme söz konusu değildir. Zira Levh-i mahfuz, Allah’ın bilgi boyutunu içermektedir. Ancak İslam alimleri Levh-i mahfuz’dan ayrı olarak bir de Levh-i mahv ve isbat’tan bahsetmektedirler. Bu alandaki bilgiler sürekli güncellenmektedir. Bu ise, Ecel-i muallak ile bağlantılı olup, dünyadaki değişen oluşumlarla alakalı farklı bir boyuttur. Müslümanlar hem dua, hem de tedbir almakla mükelleftirler. Bu doğrultuda bir mü’min, bu dengeyi korumak zorundadır. Kur’an ve hadis verilerinde bu yönlü teşviklerde bulunulmuştur. Zaman ve zemini bilinmeyen ölüm vaktinin, bu şekilde kapalı tutulması, insana bu tür bir dengeni sağlanması yolunda bir irşattır. Kur’an-ı Kerim’deki “Biz onlara ve babalarına iyi geçimlikler verdik de ömürleri uzadı” (el- Enbiya, 21:44) gibi ayet ifadelerinde, insan neslinin ömrünün periyodik olarak değişebileceğini, çevresel fonksiyonlar, ekonomik imkanlar, teknolojik gelişmeler doğrultusunda, insanlık ömrünün farklılık arz edebileceğini göstermektedir. Sonuçta bir neslin, topluluk veya bireylerin ömürlerindeki değişikliğin bir sonu bulunduğu, ecel ile orantılı olarak bir nihayeti olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle ecelde bir değişim söz konusu olmamaktadır. Zira ne kadar değişir ve gelişirse gelişsin, bir tabii ömürleri bulunmaktadır. İşte bu son an, eceli oluşturduğu için, ecel değişmemektedir. Zira sonuçta bu son, Allah’ın ilminde yer almaktadır. İnsanların ise İlahi ilme ulaşma yetkinliği bulunmamaktadır. Yukarıdaki ayetlere göre, mesela katilin haksız yere öldürdüğü şahıs, kendi eceliyle mi ölmüştür, yoksa kendi ecelinden başka bir etki sonucu mu ölmüştür? Bu soruya “Evet” cevabı verilirse, isabet edilmiş olunur. Hayır denilirse, bu öldürülen şahsın eceli ne zamandı? Bu soru karşısında, “Allah’ın bilebileceği bir vakit” denilebilir. Eğer o kimse öldürülmemiş olsaydı, o vakit Allah onun hayatını takdir edip, belli bir yaşama sahip olacaktı, gerçekte bu hayatı sürdüremediğine göre, Allah’ın bildiği zaman, onun öldüğü zamandır. Eğer o öldürülmemiş olsaydı,daha uzun zaman yaşayacak, kâfir olacak ve cehenneme gidecekti. Oysaki yukarıda kaydedilen ayetin beyanına göre bu imkânsızdır. Eğer katil, Mu’tezile’nin inancına göre, o şahsı öldüremeseydi, elbette o kimse yaşamaya devam edecekti. Öyleyse katil, öldürülen maktulun ecelini kısaltmaya veya ileri bir tarihe atmaya kadirdir. Bu ise, insanın, bir başkasının ölümünü öne almaya veya ertelemeye gücünün yettiğini göstermektedir. Bu tür bir anlayış ise, İslam dininin temel karakteriyle bağdaşmamaktadır. Genel olarak Mutezile ve Şîa insanların iki eceli olduğunu ve ömürlerinin uzayıp kısalabileceğini savunurken, Ehl-i sünnet umumiyetle muhkem ayetlere dayanarak insanların bir tek eceli bulunduğunu, bunun da ölümleriyle gerçekleşen vakit olduğunu kabul etmiştir. Ecelin kaza ve kadere imanın bir parçasını teşkil eden itikadı bir mesele olduğu ve bunun daha ziyade ilâhî ilim ve iradeyi ilgilendirdiği dikkate alınırsa, insanlar için önceden belirlenen değişmez bir ecel takdir edildiğini benimseyen görüşün daha isabetli olduğunu söylemek mümkündür. Zira kişilerin sağlık kurallarına uyup uymayacakları, bu konuda ne gibi gelişmelerin ortaya çıkacağı, herhangi bir kaza veya katil hadisesiyle karşılaşıp karşılaşmayacakları hususu ilâhî bilgi ve iradenin kapsamı dışında değildir. İnsanların ecelleri sadece Allah tarafından bilindiğine ve kendilerince keşfedilmesi mümkün olmadığına göre yaşamak için gerekli tedbirleri almaları kulluk vazifelerinin bir gereğidir. RIZIK Yine kader konusuyla bağlantılı olarak işlenen ve benzer bir değerlendirmeye tabi tutulan bir başka konu da, rızık meselesidir. Kur’an gerçek rızık vericinin (Rezzak) Allah olduğunu belirtir. (er-Ra’d 13/16, el-İsra 17/30, el-Ankebut 29/62, er-Rum 30/37) Mu’tezile’ye göre rızık, tamamen kulun girişim ve çabasıyla orantılıdır. Yani kulun elindedir. Bu konuda ilahi bir müdahele mümkün değildir. Eş’arîlere göre kul girişim özgürlüğüne sahip olmuş olsa da, bu tavır onun, Allah’ın kendisine ezelde takdir etmiş olduğu rızkın ölçüsüne yanaşmasına vesile olur. Mâtürîdilere göre ise rızık, Allah’ın tabiatta koymuş olduğu kanunlar çerçevesinde kulun çabası sonucu elde edilir. Bu çabalama yeteneği ve alanını bilen Allah, onun ne kazanacağını bilir. Dolayısıyla ezeli bilgi sahibi Tanrının zaman üstü tavassutu ile (rakîb) kulun rızkını bilir yani belirler. O nedenle insan ne fazla ne de az rızkını tüketmeden dünyadan ayrılmaz. Konuyla ilgili hadis olarak rivayet edilen bir bilgiye göre, bir kimse elindeki yiyecekle birlikte Hz. Peygamberin yanına gelir ve “Bu benim rızkım mıdır?” diye sorar. O şahsın amacı, rızkındır denilse, atacak, rızkın değildir denilse yiyecekti. Bunun üzerine Hz. Peygamber “Yersen rızkıdır” diyerek, rızık konusuna açıklık getirmiştir. Ehl-i sünnet’e göre haram da bir rızıktır. Mu’tezileye göre ise haram, bir rızık değildir. Zira hayrın ve şerrin yaratıcısı Allah’tır. Allah’ın harama rızası olmamakla birlikte, iradesi bu doğrultuda tecelli etmiştir. Haram yemek de bir vakıa olduğuna göre, var olup geçekleşen her şey, Allah’ın iradesi doğrultusundadır. Zira O’nun istemediği hiçbir şey meydana gelmez. Ehl-i Sünnet ve Cemaate göre, rızıklar taksim edilmiş olup, muttakinin takvası ve azgının azgınlığıyla artıp eksilmez. Allah’ın tekeffül ettiği/üstlendiği rızık, gıdadır. Mu’tezile ise, bireyin çabasına göre rızkın artıp ve eksileceği kanaatindedir. Yine onlara göre rızık, çalışılarak kazanılan servete sahip olmaktır. Mu’tezile, “sıkıntı ve zorluklar Allah Teâlâ’nın kazasıyla olmayıp, kulun yapıp etmeleriyle başına gelir. Çünkü Allah, sıkıntı ve zorluğu istemez ve onlara hükmetmez” demiştir. Ehl-i sünnet’e göre ise, çaba ve gayret, rızkın sebebi olup, kazanç Allah’tandır. Çünkü, insanın yönelmesi, sebep olup, rızık Allah Teâlâ’dandır. Rızkı insanın çalışmasının sonucu olarak görmek doğru değildir. Elbise giymek, sıcaktan ve soğuktan korunmak için sebeptir. Sıcak ve soğuktan koruyan ise Allah’tır. Sıcak ve soğuktan koruyanın, elbise giyme işi olduğunu söylemek tevhid inancına aykırıdır. Yediği haramdan dolayı insanın yerilmeyi ve cezalandırılmayı hak etmesi, rızık konusunda iradesiyle kötü sebeplere tevessül etmesinden dolayıdır. Helal olsun, haram olsun, herkes kendi rızkını tam olarak alır. Zira insanın gıdalanması hem haram hem de helal ile gerçekleşir. Bir kimsenin başka birisinin rızkını yemesi tasavvur edilemediği gibi, bir başkasının da onun rızkını yemesi düşünülemez. Zira Allah’ın takdir ettiği bir rızkı, başkası paylaşamaz. HİDAYET-DALALET Kur’an-ı Kerim’de “Allah dilediğini hidayete erdirir, dilediğini de dalalete düşürür” buyurmaktadır. (er-Ra’d 13:27) Buna göre Allah’ın dilediğine hidayet, dilediğine de dalalet yaratması caizdir. Bu konuda Allah’ın dışında hakiki bir fail yoktur. Bazen hidayet başka varlıklara nispet edilmiş olsa da, peygamberler ve Kutsal kitaplar gibi, bu mecazidir. Dalalette bazen şeytan ve putlara nispet edilmiş olsa da, yine aynı değerdedir. Zira gerçek anlamda Hadi ve Müdill Allah’tır. Allah’ın bir kimse hakkında dalalet yaratması, o kulun ihtiyarını ve tercihini kötü bir şekilde yönlendirmesinden, irade-i cüziyyesini olumsuzluğa yöneltmesinden dolayıdır. Yoksa kulun iradesinin aksine, zorlama bir biçimde insanın iradesini köyü yola yönlendirmek olur ki, bu Kur’an’ın genel verisine aykırıdır. İnsanda zuhur eden şey, hayır ise, buna Tevfik, saadet ve ikbal; şer ise ona da hizlan, şakavet ve idbar denir. Bazı hadislerde yer alan ve şakinin said, saidin de şaki olabileceğini bildiren hadislerin sıhhati tartılışmış ve bu doğrultuda kelam mezhepleri arasında farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Buna göre Eş’arîler, şakinin said; saidin de şaki olabileceğini kabul etmemişlerdir. Mâtürîdiler ise bunu mümkün kabul etmişlerdir. Genel anlamda Eş’arîler ile Mâtürîdiler arasındaki farklı yorumlarda olduğu gibi, buradaki tartışmanın da lafzi oldu kabul edilmiştir. Hidayet, Mu’tezileye göre, hak olanın açıklanmasıdır. Dalalet ise, Allah’ın insanı dall (sapık) olarak adlandırmasından ibarettir. Ehl-i sünnet kelamcılarına göre ise hidayet, hidayete erme (ihtida) fiilinin yaratılmasıdır. Allah bir kimseye hidayet etti ama hidayete ermedi gibi ifadeler, delil ve rehberlik etmek manasındadır. Nitekim “Kuşkusuz sen istediğini hidayete erdiremezsin” (el-Kasas 28:56) şeklindeki ayet, Ehl-i sünnet’in bu konudaki görüşlerinin kaynağını oluşturmaktadır. SALAH-ASLAH İnsan için en iyi ve uygunu anlamına gelen aslah, daha çok Mu’tezile eksenli bir tartışma konusudur. Onlara göre insanın maslahatına çıkar ve yararına en uygun ne ise, onu yaratmak Allah’a vaciptir. Aksini düşünmek mümkün değildir. Zira O, kulları için en iyisini yapan ve yaratandır. Ehl-i sünnet’e göre ise, Allah hakkında böyle bir zorunluluk yoktur. Zira bu Allah’ın iradesinin yok sayılması anlamına gelmektedir. Ayrıca her olumlu sonuç için, Allah’a hamd, minnet ve şükranda bulunmanın anlamı kalmazdı. HİKMET Mu’tezile bilginlerine göre Allah’ın bütün fiillerinde hikmet vardır ve bu hikmet, vücup ve zaruret boyutundadır. Yani Allah’ın fiillerinde hikmet bulunması bir zorunluluktur. Mâtürîdilerin görüşleri ile Mutezile arasında benzerlik bulunmaktadır. Ancak Mâtürîdilere göre Allah’ın bütün fiillerinde hikmet bulunmakla birlikte, bu hikmet bir tür zorunluluk olmayıp, lütuf ve ihsan bağlamındadır. İmam Şafii, Ahmed b. Hanbel, İmam Malik, İbn Teymiyye gibi bilginlerin bu görüşte olduğu kabul edilmektedir. “İmkanat içerisinde bu alemden daha mükemmeli yoktur” diyen Gazzâlî’nin de bu görüşü benimsediği ileri sürülmüştür. Eş’arîlere göre, Allah’ın fiillerinde bir takım garaz, maksat ve illetlerin ileri sürülmesi, O’nun iradesine aykırıdır. Çünkü fiillerde Allah’ın bir illet ve hikmetle bağlantılı olması, O’nun şanına aykırıdır. Böyle bir anlayışa göre, fiilin hikmetle bağlantılı olması, o fiilin mükemmelleşmesini sonuç verir. Zira Eş’arîlere göre, evrende hastalık, felaket ve afetler gibi bir takım olumsuzluklar da bulunmaktadır. Eğer Allah’ın her fiilinde bir hikmet aranacak olursa, bu tür vakıaların olmaması gerekir. Allah’ın tamamen hür serbest ve iradi olan fiilleri, herhangi bir etkene bağlı değildir. Bu hikmet veya başka bir neden olsun, durum değişmez. Zira “fail-i muhtar” olan Allah, “mücibün bizzat” değildir. TEKLÎF-İ MÂL YUTÂK Allah’ın kulunu gücünün yetemeyeceği dini sorumlulukla mükellef tutulmasına “Teklif-i mala yutak” denilir ki, anlamı, güç yetirilemeyen emirlerle mükellef tutulması demektir. Kur’an-ı Kerim’de “Allah, insana gücünün yetmediği şeyi teklif etmez” (el-Bakara 2:286) buyurulmuştur. Bu ayete göre teklif-i mala yutak caiz değildir. Zira bu duadaki“tahmil/yükleme” ifadesi, bir çok bilgine göre “teklif’ mahiyetinde değildir. Bunun yanında Allah’ın meleklere “Bunarın isimlerini bana haber verin” (el-Bakara 2:31) buyruğu gibi ayetler, başka anlama hamledilmiş ve onların acizliklerini göstermeleri yolunda bir buyruktur denmiştir. İki zıddın bir arada oluşturulması, bir kimsenin aynı anda birkaç yerde bulunması, bir cismi yaratmak, araçsız havada uçmak gibi yapılması mümkün olmayan oluşumların gerçekleştirilmesi talebi, teklif-i mala yutak kategorisinde değerlendirilmektedir. Mu’tezile bilginlerine göre Allah’ın bu tür eylemlerle insanı sorumlu tutması caiz değildir. Zira onlara göre, me’murun emredileni yapabilmesi için, onda buna yönelik bir güç bulunması gerekir. Buradaki kudretten maksat, “sebep ve aletlerin sağlıklı ve uygun bir şekilde olması demektir. Yine onlara göre, bu tür bir teklif Allah’ın adaletiyle uyuşmaz. Hikmetiyle de bağdaşmaz. Eş’arîlere göre ise, mülkünde tek yetkili olan ve sorgulanamaz bir mahiyette bulunan Allah, kullarına istediği teklifte bulunabilir. Bu O’nun irade, hikmet ve adaletine aykırı olmaz. Zira mülk sahibi, mülkünde istediği gibi tasarruf eder ve bunda herhangi bir zulüm bulunmaz. Matüridilerin görüşü de, Mu’tezile yönündedir. Onlara göre fiille birlikte (ona mukarin) bulunan kudret ki buna “istita’at ma‘al fiil” denir, fiili meydana getiren güçtür. Eş’arilerin yukarıdaki kanaatte olmasının ana nedeni, cebr-i mutavassıt anlayışıdır. Zira onlara göre böyle bir kudret gerçek olmayıp, mevhumdur. Matüridiler ve Mu’tezile ise, böyle bir kudreti, mevhum olarak değil, hakiki ve etkili bir güç olarak kabul etmektedirler. Fiilin gerçek nedeni de bu kudrettir. 6. Hafta PEYGAMBERLİK MÜESSESESİNE İMAN İslam dininde peygamberlere iman ulûhiyetten sonra gelen temel esaslardandır. Ulûhiyet ve nübüvvet ilişkisi dinî bir sistemin ana iskeletini oluşturmakta ve bu iki unsur dinin temel ve çatısını teşkil etmektedir. Bu ana yapı kitap, melek, ahiret gibi diğer iman esaslarını da kapsar. Ulûhiyet, nübüvvet ve diğer iman esasları birbirlerinin tamamlayıcısı olup birine inanma diğerine de inanmayı gerektirir. Dinî bir sistemde bu ikisinden hareketle diğer iman esaslarının varlığı anlaşılmış olur. Bu sistem içinde ister tümevarım isterse tümdengelim yoluyla olsun “kim, kime, ne, nasıl, niçin” gibi sorulara alınacak cevaplar, iman esaslarının tamamını çözüme kavuşturacak kadar birbirleriyle girift bir örgüye sahiptir. Nübüvvet müessesesinin bu tarihî, sosyal ve dinî gerçekliğinden dolayıdır ki İslâm âlimleri Kur’ân-ı Kerîm'de adları açıklanan ve açıklanmayan tüm peygamberlere ve nübüvvet müessesesine inanmanın iman esası olduğu ve iman etmeyenlerin de kâfir oldukları hususunda İttifak etmişlerdir. Binaenaleyh nübüvvetin temel iman esaslarından sayılması, Allah Teala ile ilişkinin gerçek anlamda ancak nübüvvetle kurulabilmesi, nübüvvet müessesesini vazgeçilmez konuma yükseltmiştir. Bu itibarla genel anlamda insanlık tarihi içinde nübüvvet müessesesinin mevcudiyeti, insanoğluna gerektiği şekilde Rabbi tanıma ve O’nun emir ve yasaklarını öğrenme imkânını sağlamıştır. PEYGAMBERLERE İMAN. Peygamberlere iman, Âmentü'de sayılan İslam dinî’nin altı iman esasından biridir. Aralarında hiçbir ayırım yapmaksızın bütün peygamberlere ve kendilerine verilen suhuf ve kitaplara iman etmek farzdır. Böylece peygamberlere iman bu şekilde icmalî olarak gerçekleşir. Yahudiler, peygamberlik konusunda tam bir tekelci-inhisarcı anlayışa sahiptir. Onlara göre peygamber, İsrâiloğullanna mahsustur ve yalnız onlardan gelmiştir. Bir Yahudinin, sadece Hz. Musa, Harun ve diğer israiloğulları soyundan gelen peygamberle imân etmiş olması onun, Yahudi mümin olmasına yeterlidir. Diğer peygamberleri inkâr etseler bile bu, onların imânına zarar vermez. Onlar Hz. İsâ ve Hz. Muhammed'e inanmazlar. Hıristiyanlara gelince onlar öncelikle Hz. İsa’ya iman ettiklerini söylemekle birlikte Hz. Musa, Hz. İbrahim gibi geçmiş bir çok peygamberleri de kabul ederler. Ancak özellikle son peygamber Hz. Muhammed'i inkâr ederler. Ayrıca onların peygamberlik anlayışı özellikle Hz. İsa hakkında Yahudilik ve İslamiyet’ten çok farklıdır. Hıristiyanlar Hz. İsa’nın bir insan değil, Tanrının oğlu olduğuna, onda hem insan hem ilah özelliğinin bulunduğuna ve insanların saadeti için kendisini feda ettiğine inanırlar. Bu itibarla özellikle bir Hıristiyan’ın başka peygamberlere inanmasa da, sadece Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğuna ve insanların saadeti için kendisini feda ettiğine inanması onun Hıristiyan mümin olması için yeterlidir. Hâlbuki her millete bir uyarıcı gönderildiği ilkesiyle İslamiyet evrensel bir peygamber anlayışını ortaya koyduğu gibi, peygamberleri Allah tarafından seçilmiş salih kul olduklarını belirtmekle de peygamberlerin özellikleriyle ilgili yanlış inanışları düzeltmiştir. Peygamberlere iman tam olarak şu hususlara inanmakla gerçekleşebilir: a) Peygamberlerin Allah’a ve O’nun bildirdiklerine iman edip onları yerine getirmekle mükellef bir kul olduğunu kabul etmektir. b) Peygamberlerin insanlara doğru yolu göstermek için Allah tarafından gönderildiğine inanmak. c)Peygamberlerin Allah'tan getirdiği bütün bilgilerin doğru olduğuna inanmak. d)Peygamberlere özgü zorunlu (vâcib), imkânsız (muhal) ve mümkün (caiz) sıfat ve özellikleri bilip, tasdik etmek. e)Peygamberler arasında fazilet açısından değil, Allah’ın peygamberleri olmaları açısından hiçbir ayırım gözetmeden hepsine inanmak. f) Kur’an’da adı geçmeyenlere icmalî olarak-topluca; adı geçenlere ise tek tek iman etmek. PEYGAMBERLİKLE İLGİLİ KAVRAMLAR Peygamberliğe ilişkin birbirlerini tamamlayan bazı temel kavramların bilinmesine ihtiyaç vardır. Bu kavramlar şunlardır: Vahiy, Resul-Rüsul, Risalet; Mürsel-mürselûn; Nebî- Enbiyâ, Nübüvvet; Ba’s-Bîset; Peygamber; mucize ve olağanüstü haller. Vahyin Tanımı Vahiy sözlükte “gizlice söylemek ve bildirmek, fısıldamak, işaret etmek veya gizli söylenen söz, ilham” manalarına gelir. Terim olarak ise "Allah Teâlâ'nın dilediği hakikatleri söz veya mâna şeklinde, doğrudan ya da melek vasıtasıyla peygamberlere gizlice bildirmesi" demekdir. Vahyin mahiyetini insan aklı kavramaktan aciz olduğu gibi peygamberler de bunun mahiyetini açıklayamamış veya açıklamalarına izin verilmemiştir. Vahiy peygamberler tarafından yaşanan aklî-kalbî, ruhî ve hissî özelliklere sahip derunî bir insanî keyfiyet ve ilâhî sırlardan olduğundan, vahyin mahiyetini ancak onu nefislerinde tadan peygamberler bilebilirler. Peygamber seçip gönderme Allah’a ait olduğu gibi, seçtiği peygamber kullarına istediği zaman ve mekânda dilediği kadar ve şekilde vahiy göndermek de Allah Teala’ya aittir. Bu itibarla vahiy vehbîdir; kesbî değildir; yani peygamberler istedikleri zaman vahiy elde edemezler; aksine Allah vahyi istediği zaman ve mekânda, dilediği kadar ve dilediği şekilde peygamberlerine iletir. Vahye muhatap olan peygamberler kendi iradeleri dışında olağanüstü bir şekilde idrak ettikleri bu bilgilerin Allah tarafından gönderildiğini kesin olarak bilir ve inanır. Vahiy Çeşitleri Sadık Rüya-Vasıtasız Vahiy-Vasıtalı Vahiy Vahyin İmkânı Vahiy, Allah Teala’nın insanlar içinden seçtiği peygamberleri, kendi İlahî Zatı ve vahiy meleği arasında gerçekleşen aklî-kalbî derunî bir ruhî keyfiyet olarak tarihî, sosyal, tecrübî bir gerçektir. Özü itibariyle de mümkündür. Akıl bunu imkânsız görmez, göremez. Zira görünen varlık ve olayların olduğu kadar görülmeyen varlık ve olayların olduğu bilinmektedir. Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm’de görülen ve görülmeyen varlıkların bulunduğuna dikkat çekilmiş (69/38-41); böylece dolaylı olarak vahyin imkânına işaret edilmiş ve şu husus anlatılmak istenmiştir: İnsanoğlu bütün varlıkları görebilecek bir şekilde yaratılmış değildir ve varlıklar da insanın gördüğünden ibaret değildir. Sizden üstün nitelikte yaratılan peygamberler, sizin göremediğiniz varlıkları görüp onlarla irtibat kurabilir. Bu imkânsız bir şey değildir. Resul (Rüsul, Risalet) Resul, Arapça bir kelimedir ve sözlükte “belli bir görevle gönderilmiş kimse, elçi, peygamber” demektir. Resul’ün çoğulu Rüsul; mastarı ise “risalet” tir ve “elçilik, sefaret” demektir. Terim olarak resul, ilahî hakikatleri mükelleflere bildirmek üzere Allah tarafından özel olarak seçilip görevlendirilen elçi, demektir. Mürsel de “Resul” ile aynı anlamdadır ve “yollanmış, gönderilmiş kişi, elçi” demektir. Kelimenin çoğulu “Mürselûn” dur. Allah tarafından insanları irşad ve ikaz misyonuyla gönderilmiş olmaları açısından Peygamberlere “mürsel” denilmiştir. Nebî (Enbiyâ, Nübüvvet). Nebi Arapça bir kelimedir ve sözlükte “haber ve bilgi getiren, haber veren, haberci, ulak, kurye veya kendisine haber verilen kimse” anlamına gelmektedir ve çoğulu “Enbiya”dır. Terim olarak Nebî "Allah'tan haber getiren zât" demektir. Nübüvvet ve nübûet ise bu kelimenin mastarıdır ve “ilahî habercilik, tanrı haberciliği” demektir; Farsça da peygamberlik manasına gelir ki ki "yükseklik" demektir. Bu manaya göre Nebî Allah katında makamı yüksek olan zat demek olmaktadır. Nebî-resul ilişkisine gelince İslam âlimleri ıstılah anlamında resul ile nebi kavramlarını karşılaştırarak bunlar hakkında farklı iki kanaat izhar etmişlerdir. Bunlardan bir kısmı resul ve nebi terimleri arasında fark gözetmemiş ve ikisinin müteradif yani eş anlamlı olduğunu belirtmişlerdir. Mesela Taftazânî, Nebî ve Resul arasında fark gözetmeyerek şöyle tanımlamıştır: "Nebi, Allah'ın kendine vahyettiğini insanlara tebliğ için gönderdiği insandır; Resul de aynıdır. " Mu'tezile'ye göre de ıstılahta nebî ile resul arasında fark yoktur. Çünkü Allah Tealâ, Hz. Muhammed'e hem "Nebî", hem de "resul" olarak hitap etmiştir. Bu görüşe göre peygamberlerin her birine nebi denilebileceği gibi resul de denilir. Daha çok kabul edilen edilen görüşe göre ise Resul ile Nebi arasında ince ayrım vardır. Buna göre kendisine müstakil suhuf-kitab ve şeriat gönderilen Allah elçilerine Resul; kendilerine müstakil kitap ve şeriat gönderilmeyip önceki peygamberin şeraitine göre amel eden Allah elçilerine de Nebi denir. Hz. Musa ile Harun, Hz. İbrahim ile İsmail arasında olduğu gibi. Bu noktada Resul daha özel, nebi ise daha genel olmaktadır; yani her Resul nebidir, fakat her Nebi resul değildir. Diğer bir deyişle her resul nebidir; ancak bazı nebiler resuldür. BA’S-BÎSET Ba’s “biriyle göndermek, uykusundan uyandırmak, öldükten sonra diriltmek” anlamlarında kullanılan“ba’asa” kelimesinden türetilmiş Arapça bir kelimedir. Ba’s, ismi meful anlamında “gönderilmiş kişi, elçi, peygamber” anlamında da kullanılmaktadır. Bîset de, aynı kökten mastar olup “gönderme, yollama, elçilik” demektir. PEYGAMBER Peygamber, Farsça’dır ve kelime olarak “Haber alan, haber getirip götüren, ulak” anlamına gelmektedir. Terim anlamında peygamber, Allah Teala’nın beşer kulları arasından seçip vahiyle şereflendirerek, emir ve yasaklarını insanlara ulaştırmak üzere görevlendirdiği Allah elçisi, demektir. MUCİZE Kelime anlamıyla mucize, “aciz ve çaresiz bırakan” demektir. Istılah anlamında ise peygamber olduğunu iddia eden bir şahsın elinde kendi davasında uygun olarak olağanüstü bir şekilde yaratılan Allah’ın bir fiili ve işidir. PEYGAMBERLİK MÜESSESESİNİN TEMELLERİ Nübüvvetin dinî temelleri Peygamberliğin gerçekliği yani peygamberlerin varlığı ve bir iman esası oluşu Kur’an-ı Kerîm’deki bir çok ayet, peygamber kıssaları ve ilgili hadislerle (peygamberin adlarını, onlara ait bazı özellikleri, onların kıssalarından ve onlar dönemlerindeki olaylardan bahseden hadislerle) sabittir. Nübüvvetin Aklî Temelleri Nübüvvet, sadece dinî bir doğru ve gerçek değil, aynı zamanda aklî, aklî olduğu kadar tarihî, sosyal bir realitedir. Risaletin aklî gerçekliği kelâm literatüründe daha ziyade “nübüvvetin imkânı” konusu altında ele alınmıştır. Nübüvvet/risalet, aklen imkân dâhilinde olup, imkânsız/muhal değildir. Diğer bir deyişle akıl, salih insanlar içinden bir kısmının Tanrı tarafından özel olarak görevlendirilmesini mümkün-olabilir bir şey olarak kabul eder. Çeşitli kelam ekollerinin yaptığı gibi, risaletin aklen mümkün olduğunun ispatı, genel anlamda biri ulûhiyyet makamı (Allah’ın zat ve sıfatları açısından) diğeri de insanın bazı ontolojik yetersizliklerine nispetle insan açısından ele alınarak incelenmiştir. Risaletin Ulûhiyet Makamı Açısından Mümkün Oluşu Ehl-I sünnet kelamcılarının çoğunluğuna göre Peygamber göndermek Allah Teala’nın caiz/mümkün sıfatlarındandır. Onlara göre, Allah tarafından peygamber gönderilmesi aklen mümkündür, imkânsız değildir. Onlardan Mâverâünnehir Matürîdî kelâmcılarına göre, Allah’ın peygamber göndermesi hikmeti gereği vacip-zorunludur. Burada bahsedilen vacip, Mu'tezile'nin anladığı manada değil; Cenâb-ı Hakkın ilmi, kudreti, hikmeti ve keremi sonsuz olduğu için böyle bir Yüce Varlıktan ancak umumi hayır ve güzel şeyin meydana gelmesi uygundur, manasındadır. Eş'arîlere göre ise Allah'ın fiillerinde hiçbir sebep-ta'lil aranmaz. Peygamber göndermekte insanoğlunun hayrına birtakım hikmetler ve menfaatler olsa bile bu hikmet ve menfaatler Allah’ın peygamber göndermesini gerektirmez. Bu itibarla Eşarilere göre Allah’ın peygamber göndermesi mümkün bir şeydir. Onlar Nübüvvetin aklen mümkün olduğunu Allah’ın ilim, kudret, irade, yaratma, mütekellim/konuşan, malikü’l-mülk, olması, rahmet, adalet gibi sıfatlarına dayandırarak ispatlamışlardır. Zira tüm bu sıfatlar Allah’ın peygamberler göndermesinin aklen mümkün olduğunu, imkânsız olmadığını ortaya koymaktadır. Mu'tezile ise salah-aslah prensiplerinden hareketle Allah’ın peygamber göndermek zorunda olduğunu(vücup ale’llah) ileri sürmüşlerdir. Onlara göre Allah, insanlara peygamber göndermek zorundadır; çünkü peygamber göndermesi kulların yararınadır(aslah). Fani ve aciz olan kullar, sonsuza uzayıp giden problemlerin üstesinden gelemezler. Bu konuda onlara yardımcı olacak, problemlerini çözecek bir peygambere ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyacı bilen Allah Teala’nın kulların yararına olan bir şeyi terk etmesi ve onları yüz üstü bırakması hikmet dışı olduğu gibi, belli işlerden sorumlu tutması da adaletsizliktir. Hikmet ve adalet dışı iş yapmak Allah'ın şanına yakışmaz. O halde Allah, peygamber göndermelidir. Mu'tezile, bu görüşüyle Allah’ın iradesini sınırlandıracak ölçüde peygamberlik ve vahyin gerekliliğini savundukları için Ehl-i sünnet kelamcıları tarafından eleştirilmişlerdir. Risaletin İnsan Açısından Mümkün Oluşu Ehl-i sünnet kelamcıları konuya insan açısından bakarak da nübüvvetin mümkün olduğu söylemişlerdir. Bunu da insanın bazı temel ontolojik yetersizliklerine, fani, aciz, tecrübeyle öğrenen bir varlık olmasına dayandırmışlardır. Nitekim insanlar doğuştan sahip oldukları bedensel, aklî, ruhî ve psikolojik kabiliyet ve özellikler bakımından birbirlerinden farklıdırlar. İslâm düşüncesinde, İbnü'r-Râvendî ve Ebû Bekir Râzî gibi birkaç kişî dışında peygamberliğin gerekliliğine karşı çıkmış, nübüvvete itiraz etmiş kişi ve gruplar yoktur. Kelam kaynaklarında Berâhime ve Sümeniyye adıyla anılan Hint inançlarının peygamberliğe yönelik tenkitleri olmuş ve bunlar peygamber göndermenin imkânsız olduğunu iddia etmişlerdir. Onların bu görüşünün yanlışlığı kelam kaynaklarında uzun uzadıya delillerle ortaya konmuştur. Risalet Müessesesinin Tarihî Gerçekliği Peygamberlik müessesesi aklen mümkün olduğu gibi fiilen de vuku bulmuş olması peygamberliğin mümkün bir şey olduğunu gösterir. Çünkü bu âlem, mümkünü’l-vücuttur; yani olması ve olmaması eşit ihtimalde olan bir varlıklar ve oluşlar bütünüdür. Risalet ve peygamberler de bu mümkün âlemin bir cüzüdür, onun içinde bulunmaktadır; o halde peygamber göndermek ve peygamberlerin varlığı mümkündür. Bunun yanı sıra risalet tarihî bir olgu ve realitedir. Tarihte belli zaman ve mekânlarda gerçekleşmiş, olup bitmiş bir olaydır. Zira insanlık tarihi içinde bir peygamberler sınıfının mevcut olduğu aklın özellikle yalan üzere birleşmelerini imkânsız gördüğü bir topluluğun verdiği haberle (mütevatir haber) bilinen bir gerçektir. Kutsal kitaplar da peygamberler zümresinin varlığını desteklemekte ve haber vermektedir. Risaletin Ferdî-Sosyal Gerçekliği Peygamberlik, ferdî bir olgu, bireysel bir realitedir. Toplum içinden seçilen belli salih kişilerin peygamber olması, onların vahiyle fert olarak muhatap olması açılarında ferdî bir olgu olduğu kadar peygamberlerin başka insanlarda olmayan özel donanımlara sahip olmaları açısından da orijinal ferdî bir gerçektir. Peygamberlik belli bir zamanda muayyen bir toplum içinde gerçekleştiği, peygamberler de toplum içinden seçildikleri ve hayatları boyunca toplum içinde mücadelelerini sürdürüp yaşadıkları için sosyal bir olaydır. Bu yönleriyle nübüvvet sosyal bir realitedir. Peygamberliğin ferdî ve sosyal olgu ve gerçek olmaları onlara iman etmeyi ve tabi olmayı akıl gerekli görmektedir. PEYGAMBERLERE OLAN İHTİYAÇ Peygamberlik insanların dünya ve âhiret mutluluğu için gerekli bir müessesedir. Her şeyden önce peygamberlere ihtiyaç olduğu Allah Teala’nın ilk insan Hz. Âdem’i ilk peygamber olarak göndermesiyle; keza Âdem’den sonra da Hz. Muhammed dahil bir çok peygamber (Kur’an’da 25, hadislerde 124 veya 224 bin peygamber) göndermiş olmasından bellidir. Zira Allah abesle iştigal etmekten münezzehtir. Peygamberlere olan ihtiyaç ilahî açıdan (tümdengelim, dedüktif) ve çeşitli ihtiyaçları ve yetersizliklerine bakılarak insanî açıdan (tümevarım, endüktif) değerlendirilerek incelenmiştir. İnsanî açıdan nübüvvete olan ihtiyaç ise, aklî, psiko-sosyal ve ahlakî ihtiyaç açılarından olmak üzere incelenebilir. Ulûhiyet Makamı Açısından Peygambere Olan İhtiyaç Tümdengelim yani müessirden esere bakış açısı, peygamberlere ihtiyaç olduğunu ortaya koymaktadır. Yüce Allah, kemal sıfatlarıyla evreni yaratmakta ve her an onda tasarrufta bulunmaktadır. Bu ise Allah'ın hem külli olarak evrenle hem de evrendeki varlık türleri ve tek tek tüm varlıklarla, dolayısıyla insanla ilişkili olmasını, isim ve sıfatlarıyla âlemde ve ondaki varlık türleri ve fertlerinde tecelli etmesini ifade etmektedir. Çünkü Yüce Allah’ın sübûtî isim ve sıfatları, kâinatta gerçek anlamda etkin ve fonksiyonel olan ve aktif biçimde âleme yansıyan hakikî isim ve sıfatlardır. Buna göre Allah'ın pek çok isim ve sıfatları doğrudan veya dolaylı olarak peygamberlere ihtiyaç olduğunu gösterir. İlahî rahmet açısından düşünüldüğünde şöyle denebilir: Sonlu, eksik ve âciz olan insan, dünyada adeta sonsuz problemlerle karşılaşmakta ve bunların çözümünde yetersiz kalmakta; çözümde yetkin olduğunu düşündüğü hususlarda da hata ve yanılgıya düşmektedir. Allah Teala rahmet ve merhametinden kaynaklanan bir lütuf ve ihsan olarak insanı bu çaresizlik ve sıkıtından kurtarmayı murat etmiştir. Böylece yetkin olmadığı konularda insanı yeterli hale getirecek, yetkin olduğu konularda da hata ve yanılgıya düşmeden, boşa emek ve zaman harcamadan kurtaracak, kısa yoldan hedefe götürecek bir yol gösterici olarak daha ilk andan itibaren mükellef kullarına peygamber göndermiştir. İlahî irade açısından düşünüldüğünde Yüce Allah’ın mürîd/irade sahibi bir varlık olması, bu irade sıfatının âlemde dolayısıyla insanda da tezahür etmesini ifade eder. Böyle olunca da Allah Teala, insanları iradeli varlıklar olarak yaratmakla, insanlar içinden bazı salih kullarını özel görevle peygamber olarak seçmekle kendi iradesini insanlık âleminde de göstermiş olur. O halde peygamberlerin mevcudiyeti Allah’ın irade sahibi bir varlık olduğunu ve iradesi gereği peygamberler seçip gönderdiği anlaşılır. Allah Teala’nın mütekellim olması da insanoğlunun peygamberlere olan ihtiyacı gösterir. İnsanî Açıdan Peygambere Olan İhtiyaç İnsanın aklî yetersizliği peygamberlere ihtiyaç hissettirir: İslamiyet akla büyük önem vermekle beraber, aklın her şeyi kavrayabilecek güçte olmadığını da kabul eder. Çünkü birçok meseleler akıl ile ölçülemez. Meselâ insan nedir, nereden ve niçin gelmiştir, nereye gidecek, sonu ne olacaktır; hayatın ve ölümün manası nedir; ölümden sonra ruh yaşamaya devam edecek mi? gibi soruların cevabını tek başına akıl ile çözümlemeye kalkmak, şimdiye dek mümkün olmamıştır? Filozofların açıklamaları birer varsayım, tahmin olmaktan öte gidemediği gibi, bu konularla ilgili birinin açıklamaları bir diğeri tarafından tenkit edilmiştir. Bu gibi konulara pozitif ilimler de felsefe gibi tatmin edici cevap verememişlerdir. Akıl, doğru bir ulûhiyet anlayışına (Marifetullaha) ulaşmada; iman esaslarını tespit etmede(itikada); Allah’a nasıl kulluk etmeyi öğrenmede (ubudiyette); ölüm ötesi hayata ait konuları bilmede(meadda) ilahî emir ve yasakları bilmede (helal-haramlarda gibi konularda vahye yani peygamberlerin varlığı ve rehberliğine şiddetle ihtiyaç duyar. İnsanın psiko-sosyal ihtiyaçları peygamberlere ihtiyaç hissettirir. İnsanoğlunun çeşitli psiko-sosyal ihtiyaçları, peygamberlerin varlığına ve onların getirdikleri ilahî hakikatlere muhtaç olduğunu göstermektedir. Çünkü insanoğlu iletişim kurma imkânına kavuşma; inanma ihtiyacının, taklit duygusunun ve ölümsüzlük duygusunun tatmini açılarından insan peygamberler muhtaçtır. Çünkü öncelikle insan konuşan, kendisiyle konuşulan, çeşitli vasıtalarla iletişim kuran-kurulan bir varlıktır. Kendi cinsleriyle olduğu kadar canlı-cansız diğer varlıklarla da iletişim ve irtibat sağladığı tecrübeyle sabit bir hakikattir. Allah Teala tek tek insan kullarıyla özel iletişim kursa bile bu özel manevî iletişim izafî, göreceli olur ve sadece sahibini, ferdî bağlar. Allah Teala kapsayıcı, sorumluluk yükleyici resmî iletişimi ise ancak peygamberler vasıtasıyla kurar. Peygamberler vasıtasıyla ilahî beyanlar ve buyruklar insanlara resmen bağlayıcı olarak iletilir. İnsanın Rabbi ile olan iletişim ihtiyacı sağlanması için peygambere ihtiyaç vardır. İkinci olarak insan inanan bir varlıktır; inanma ona yaratılıştan verilen, genetik özelliklerinden biridir; bu yüzden insan inanma ihtiyacındadır. Peygamberler insanoğlunun bu içgüdüsel inanma ihtiyacını doğru şekilde karşılar ve tatmin eder. Peygamberler olmasaydı, insan bu fıtrî inanma ihtiyacını batıl, yanlış konulara (mü’menün bihlere) yöneltecektir. Üçüncü olarak insan taklit eden, bir çok şeyi taklit ederek ve görerek öğrenen bir varlıktır. Bu itibarla da iyilik ve nasıl kaçınabileceği konularında örnek alabileceği, kendisine tabi olabileceği kendi cinsinden örnek ve güzellikleri nasıl yerine getirebileceği; kötülük ve çirkinliklerden model varlıklar arar. Peygamberler güzel ahlakları ve örnek kişilikleriyle insanın bu “örnek ve model arayış” ihtiyacını karşılarlar. Son olarak insan aklı ve ruhu, mutlak olarak yok olmayı istemez, sonsuzebedî olarak varlığını devam ettirmek ister. Onun bu ebediyet arzusunu ancak ebedî ahiret âlemi inancı karşılar. Ahiret hakkında doğru bilgiler vererek insanın bu ölümsüzlük duygusunu tatmin eden peygamberlerdir. Ahlakî Erdemlerin Belirlenmesi Açısından: Peygamberler getirdikleri ilahî bilgilerle ve bunları kendileri bizzat yaşayarak insanın oldukça güç olan öfke, kin, haset, kıskançlık, korkaklık, şehvet gibi psikolojik zaaflarını ve aklın mütereddit yapısını gidermiş, aklî ve ruhî melekelerini geliştirmiş, olgunlaştırmış ve onların kamil insanlar olmalarının örneklerini ve ilkelerini sunmuşlardır. Böylece insanoğlu, kuvve-i akliyede “hikmeti”; kuvve-i gazabiyyede “şecaati” ve kuvve-i şeheviyyede “iffeti” ancak peygamberler vasıtasıyla öğrenebilmiş, onların örnek kişilik ve hayatlarında pratikte nasıl uygulanacağını ve uygulandığında nasıl sonuçlar vereceğini öğrenmiş ve müşahede edebilmiştir. Müminlerin ve binlerce veli zatların varlığı bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. Medeniyet Unsurları Açısından: Nebevî bir ilk hareket olmaksızın (tahrîku’n-Nebevî) medeniyet mümkün değildir ve olmamıştır. İnsanlığın medeniyet alanında tekâmülü ancak peygamberler eliyle olmuştur. İnsanlık tarihi bunun açık örneğidir ve ilk insan ilk peygamber olması bunu açıkça ortaya koymaktadır. Medeniyet, teknik, sanat, zanaatlar ve ziraat gibi tüm medeniyet unsurlarının çekirdekleri ve temelleri ilahî yol göstermeler sayesinde peygamberler tarafından gerçekleştirilmiştir. Peygamberlerin bir çoğunun çeşitli sanat ve zanaat dalında“pîr” kabul edilmiş olması, onların mucizelerinin insan ufkunu genişletmesi ve ilmî gelişmelerde ufuk açarak ilimlerin nihaî sınırlarını bu belirlemesi gerçeği göstermektedir. Sosyal düzen ve adeletin sağlanması açısından: İnsan yaratılışı gereği sosyal bir varlık olduğu kadar düzen, uyum, ahenk ve huzur içinde yaşamak isteyen bir varlıktır. Ayrıca o sadece toplumsal hayatta değil, doğal yaşamda da uyum ve ahengin, adaletin var olmasını ve sürdürülmesi ister. Uyum, ahenk ve adalet isteyen sosyal bir varlık olan insanın hem cinsleri ile barış ve uyum içinde yaşamasının kurallarını, dünyevî ve uhrevî mutluluğunu sağlayacak davranışları kendi kendine tespit etmesi imkânsız denecek kadar zordur. Ayrıca insan kendi düzeyinde bir varlığın değil, kendinden çok yüce bir varlığın yol göstericiliği ve adaletine daha çok güvenir, itimat eder. Bu yüce kaynak ilmi ve rahmeti her şeyi kuşatan Rabbü’l- âlemin ve O’nun gönderdiği peygamberleridir. İnsanoğlu peygamberlere inanıp itaat etmekle kendisi gibi bir insana değil, Allah’a itaat etmiş olur. bilgisinden başka bir şey olamaz. Bu bilgiyi de peygamberler insanoğluna sunmuştur. PEYGAMBERLİĞİN SÜBUTÜ VE DELİLLERİ Peygamberliğin sabit oluşu ve ispatı biri, Peygamberin kendisi; ikincisi, peygamberin zamanında yaşayan ve peygamberi gören insanlar; üçüncüsü, onun zamanında veya daha sonra yaşasın peygamberi görmeyen insanlar açısından olmak üzere üç açıdan ele alınmıştır. Peygamber açısından, peygamberlik-risalet, peygambere kendisine vahiy gelmekle gerçekleşir. Hangi çeşit vahiy alırsa alsın vahiy alan kişi, kendisinin peygamber olduğunu anlamış ve ona inanmış olur. Peygamberi gören-görmeyen diğer insanlar açısından ise bir kimsenin gerçek peygamber olup olmadığı ancak beyan, tebliğ/mesaj, mucize ve mütevatir haberle sabit olur, ispat edilir. Beyan olmadan yani kişi kendisinin peygamber olduğunu açıklamadan onun peygamber olduğunun anlaşılması mümkün değildir. Böyle bir açıklama olmaksızın kişinin elinde olağanüstü olaylar zuhur etse de o kimsenin peygamber olup olmadığı anlaşılmaz. Zira bu harikulade hallerin keramet ve istidraç olma ihtimali vardır. Tebliğ olmadan da bir kimsenin peygamber olduğu anlaşılmaz. Zira kendisinin peygamber olduğunu söylediği halde vefatına dek hiçbir tebliğde bulunmayan ve her hangi bir mesaj sunmayan bir peygamberin peygamber olduğu anlaşılmaz. Mucize de diğer insanlar açısından bir peygamberlik göstergesi, ölçütüdür. Kendisinin peygamber olduğunu ilan eden kişi, iddiasını ispat edecek doğrultuda mucize/mucizeler göstermedikçe peygamberliği sabit olmaz. Peygamberin gösterdiği mucizeye şahit olan inanmamak konusunda kişi serbesttir, dilerse inanır, dilerse inanmaz. Kişinin gösterilen mucizeye ve kimse için peygamber, iddiasını ispat etmiş olur. Bundan sonra inanıp peygambere inanıp inanmamada serbest olması, peygamberin gösterdiği mucizedeki yetersizlikten veya aklî bir imkânsızlıktan değil; inanmanın bir akıl ve irade meselesi olmasındandır. Peygamber mucizesini göstermekle davasını ispatlamış, muhataplarının akıl ve iradelerine kapı açmış olmakta, inanıp inanmamayı da muhataplarına bırakmıştır. Mütevatir haber de peygamberliğin ispat edilmesi için gereklidir. Peygamberlik iddiasında bulunan kişiyi ve gösterdiği mucizesini görmeyen insanlar açısından nübüvvet, ancak mütevatir haberle sabit olur. Zira peygamberlik iddiasında bulunan şahsın hak peygamber olduğunu anlamaları için sağlam bir haber ve bilgiye sahip olmaları gerekir. Bu itibarla üçüncü şahısların ve sonraki nesillerin ellerinde mütevatir haberden başka bir kaynak bulunmamaktadır. Sonraki nesillere sağlam ve orijinal olarak intikal etmiş olan kutsal kitaplar da mütevatir haber demektir. Kendisine mütevatir haber veya sahih kutsal kitap ulaşmış kimseler için peygamberlik iddia eden kimsenin peygamberliği ispat edilmiş olur. Günümüzde bu delillerin hepsi ancak Peygamber Efendimiz (sav) için mevcuttur. Peygamberimizin, başta Kur’ân mucizesi olmak üzere, pek çok mucizesi bize tevatür yoluyla ulaşmıştır. PEYGAMBERLERİN SIFATLARI/ÖZELLİKLERİ Peygamberlerde Bulunması Zorunlu Olan (Vacip) Sıfatlar Sıdk: Sıdk, “doğruluk ve dürüstlük” demektir. Peygamberler hakkında "sıdk" vacip-zorunlu; Sıdk’ın zıddı olan yalancılık-kizb ise peygamberler hakkında imkânsız yani müstahildir. Fetânet: Fetanet, “akl-ı selim sahibi, çok akıllı ve zekî olmak” demektir. Peygamberlerin fetanet sahibi olmaları zorunlu; fetanetin zıddı olan "gabavet, ahmaklık ve akıl ve anlayış özürlü" olmaları imkânsızdır, mümtenidir. Tebliğ: Tebliğ, sözlükte “bildirmek, ulaştırmak”; terim olarak da “peygamberlerin Allah tarafından gönderilen buyrukları olduğu gibi ümmetlerine eksiksiz ulaştırmaları” anlamına gelir. Peygamberlerde tebliğ sıfatının bulunması zorunlu; teblîğin zıddı olan “ketm-gizlemek, saklamak” bulunması ise imkânsızdır. Peygamberlerin dini tebliği tebyîn, talîm, temsil, kontrol, düzeltme ve tezkiye gibi hususları içerir. Onların ilahî buyrukları tebliğ etmesi demek, aynı zamanda tebyîn (dinî esaslan açıklama), talîm (öğretme), temsil (kendisinin uygulaması) öğrettiklerini kontrol ve düzeltme ve tezkiye (ümmetini kötülüklerden arındırma) ifade etmektedir. Kur'ân'da peygamberlerin görevinin apaçık tebliğden ibaret olduğu (16/35; 13/40); peygamberin tebliğ edileni açıklamak (16/44, 64); okumak, öğretmek, kötülüklerden arındırmak (2/129,151; 3/164; 62/2) olduğu belirtilmiştir. Emanet: Emanet, “güvenilir olmak, itimat edilir olmak” demektir. Peygamberler için "emânet" sıfatı vacip; onun zıddı olan "hıyanet" ise müstahîl-imkânsızdır. İsmet/Günahsızlık: İsmet, “günah işlememek, ve Allah tarafından günahtan korunmuş (ma'sûm) olmak” demektir. Peygamberler, hem kendileri günahlardan kaçmışlar hem de Allah onları günah işlemekten korumuştur. Onlar, özellikle peygamberlikle görevlendirildikleri andan itibaren ilâhî koruma altına alınmışlardır. Peygamberlerin beşer olmalarının tabii bir sonucu olarak hiç hata-kusur etmemeleri ise imkânsızdır. Çünkü tam hatasızlık-kusursuzluk tamamen Allah'a ait bir niteliktir. Peygamberler, melekler gibi günah işlemeyecek şekilde yaratılmış, günah işlemeye güç yetiremeyen kimseler değildir. Aksine onlar bir beşer oldukları için günah işleme kabiliyetine sahip olsalar da onlar bir taraftan kendi fetanet, irade, ihlas ve samimiyetlerine bağlı olarak günahlardan kaçarlar; diğer yandan misyonları için elzem olmasına binaen Allah Teala’nın özel koruması ile günahlardan muhafaza edilirler. Böylece günahlardan masumiyet, peygamberden günahtan kaçınma; Allah’tan günahtan koruma şeklinde çift yönlü gerçekleşir. Böylece onlar sorumlu bir kul olma durumundan çıkmazlar. İsmet Allah’ın bir lütfu olduğu için denetim, gözetim altındaki peygamber, hür iradesiyle aktif biçimde hep hayra ve iyiliğe yönelir, kötülüklerden kaçınır. Ehli Sünnet, Mutezile ve Şii kelâmcılar, peygamberlerin ismet sıfatına sahip oldukları konusunda hem fikirdirler. Bunlara göre peygamberler, peygamberlikten önce ve sonra küfür ve şirkten, her türlü büyük günahtan korunmuşlardır. Ehl-i sünnet âlimlerinin büyük çoğunluğuna (cumhura) göre vahiyden sonra peygamberlerin unutarak ve yanılarak, şaşırarak (sehven) büyük günah işlemeleri caizdir, mümkündür. Bu durum ismet sıfatına bir zarar vermez. Şiîler, ismet sıfatını sadece peygamberlerde değil, başta on iki imam olmak üzere imamlara da olduğunu ileri sürmüşlerdir. Vahiyden sonra peygamberlerin kasten ve sehven küçük günahlar işlemesi caiz görülmüştür. Onlar insan olmaları sebebiyle günah derecesinde olmayan bir takım kusurlar yaparlarsa da, onların bu hata ve kusurları Allah'ın kendilerini uyarması ve ondan vazgeçirmesi ile mutlaka düzeltilir. PEYGAMBERLERDE BULUNMASI İMKÂNSIZ OLAN SIFATLAR Bazı sıfat ve özelliklerin peygamberde bulunmaları aklen ve dinen imkânsızdır. Bunlara peygamberlerde bulunması imkânsız (muhal, müstahil, mümtenî) olan sıfatlar denmektedir. Bu müstahil sıfatları şöyle ifade edilmiştir: Sıdk’ın zıddı olan “Yalancılık-kizb”; emanetin zıttı olan “İhanet ve hainlik”; fetanetin zıttı olan “Kıt akıllılık ve ahmaklık, zekâ özürlülük”; tebliğin zıttı olan “ketm, ilahî buyrukları açıklamayıp gizlemek veya değiştirmek” ve ismetin zıttı olan “günahkârlık” tır. İkinci olarak Peygamberlerin tanrı, Tanrının bir cüzü veya oğlu olmaları aklen ve dinen imkânsızdır. Üçüncü olarak Peygamberlerin mümin olmaması aklen ve dinen imkânsızdır; yani onların mümin olması zorunludur. PEYGAMBERLERİN DİĞER ÖZELLİKLERİ Peygamberlerin Beşer Olması: Peygamberler insandır. Her peygamber diğer insanlarla insan olmakta noktasında ortak özelliklere sahiptir. Onlar gibi doğar, büyür, uyur, acıkır, yer-içer, beslenir, evlenir, aile kurar, tabiat şartlarından etkilenir, sever-kızar, sevinir-üzülür, hastalanır ve ölür. Peygamberlerin Ölümlü Olması: Peygamberler nefis/can sahibi her varlık gibi ölümlü varlıklardır. Peygamberlerin Erkek olması: Peygamberler insan olmaları itibariyle belli bir cinsiyete sahip olmalıdırlar. Bu noktadan bakıldığında peygamberlerin insanî vasıflarından biri de onların erkek olmasıdır ve peygamberler tarihi onların erkek olduğunu göstermektedir. Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'de bahsedilen tüm peygamberlerin erkek olması ve yine peygamberlerden bahsedilirken "erkekler-rical” (12/109; 16/43; 21/7) diye söz edilmiş olması da vakada peygamberlerin erkek olduğunu ortaya koymaktadır. İslam kelamcıları ve âlimleri arasında kadınlardan peygamber olup olmadığı konusunda fikir ayrılığı bulunmaktadır. Matürîdilere göre peygamberlerin erkek olması şarttır. Eşarîlere ve ayrıca İbn Hazm’a, Kurtubî’ye, Zâhirîlere göre kadından da peygamber olabilir. Onlar Hz. Musa’nın annesi (28/7) ve Hz. Meryem (3/42; 19/17) gibi bazı peygamber annelerine vahyedilmesinden hareketle Hz. Havva, Sare, Hâcer, Hz. Musa’nın annesi, ve Hz. Meryem’in peygamber olduklarını ileri sürmüşlerdir. Matüridilere ve çoğunluğa göre peygamberlik için sadece vahiy almış olmak yeterli değildir; tebliğ de şarttır. Hz. Musa’nın annesi ve Hz. Meryem ‘e vahyedilmişse de erkek peygamberlerin aksine bunlar aldıkları vahiyleri insanlara tebliğ etmekle görevlendirilmemişlerdir. Bu itibarla onlar peygamber sayılmamalıdır.. Peygamberlerin Seçilmiş Olması: Peygamberlerin en temel özelliklerinden birisi de onların belli bir toplum içinde yaşayan seçkin asil soydan gelen salih insanlar arasından Allah tarafından seçilmiş olmalarıdır. Bu onlar için mümkün sıfatlarında birisidir. Zira onları seçen ve tercih eden Allah Teala olduğuna göre seçilip seçilmemeleri mümkündür. Peygamberlerin Mükellef Olması: Peygamberlik, beşeriliğe münafi değildir; insan olmayı ortadan kaldırmaz; “külfete de mani olmaz” yani teklifi-sorumluğu ortadan kaldırmaz. Aksine peygamberlik, görevin önemi ve makamın üstünlüğü nispetinde sorumluluğu artırır ve hassaslaştırır. Güç ve Bilgilerinin sınırlı Olması: Peygamberlerin güç ve bilgileri sınırsız değildir. Allah Teala bildirmedikçe gaybı bilemezler. Gaybı bilmek mutlak olarak Allah’a aittir. Peygamberlerin Hasbî Olması: Bir şeyi sırf Allah için yapma ve yapmama düşüncesi olarak tanımlanabilecek olan ihlas, peygamberlerin en belirgin ahlakî niteliklerinden biridir. Onlar bütün işlerinde ihlasa erdirilen salihlerdir. Peygamberlerin Kendi toplumlarının Diliyle Gelmesi: Allah Teala her peygamberi toplumlarıyla kolay anlaşabilsin, iletişim kurabilsin, söyledikleri anlaşılsın diye kendi kavminin diliyle göndermiş, onlara gönderdiği vahyi de aynen aktarabilmeleri için o dilde indirmiştir. Peygamberler Kimsenin Vekili Olmaması: Peygamberler din adına ne Allah’ın ne de insanların vekili değildirler; Allah da onlara vekalet ve kefalet vermemiştir. Sadece peygamberler değil melekler de Cenabı Allah’ın vekili değildir. Cenabı Allah her şeyin en güzel vekili, ama hiçbir şey Allah’ın vekili değildir, olamaz. Peygamberler din adına diğer insanların da vekil veya koruyucusu değildirler. Böyle olmadıkları için de diğer insanların yaptıklarından sorumlu değildirler; onlara inkâr ve isyan ettikleri takdirde başlarına gelebilecek azaptan onları kurtarabilecek yetkileri yoktur ve onların mesuliyetini yüklenip onlar adına diyet ve kefaret ödemek zorunda değildirler. Peygamberlerin Korkusuz Olması: Peygamberler insanların en cesurudurlar. Onlar “O peygamberler ki Allah’ın buyruklarını duyururlar, Allah’tan korkarlar ve O’dan başka kimseden korkmazlar.”(33/39) buyrulduğu üzere marifetullah’daki üstün bilgilerine bağlı olarak da yalnızca Allah Teala’dan korkarlar; peygamberlik görevlerini en ağır şartlarda bile yerine getirmeye çalışırlar, Allah uğrunda mücadele ederken hiçbir gevşeklik, zaaf ve yılgınlık göstermez (3/146) ve hiçbir şeyden korkmazlar. Onlar, canlarına, ailelerine, mallarına yönelik hiçbir tehditten korkup görevlerini yerine getirmekten geri durmazlar. PEYGAMBERLERIN GÖREVLERİ TEBLİĞ İlahî Hakikatleri Tebliğ: Tebliğ yani duyurma-bildirme, Peygamberlerin hem zorunlu bir sıfatı hem en temel görevleridir. Tebliğ onların zorunlu bir sıfatı olması açısından peygamberler mübelliğ/ilahî hakikatleri aynen bildiren zatlardır. Tebliğ, aynı zamanda peygamberlerin en temel varlık sebebidir. Tebliğ, şu unsurları içerir: bildirmek, müjdelemek/tebşir, uyarmak/inzar ve öğüt-nasihat. Bildirme tüm mükelleflere; tebşir, özellikle müminlere; inzar ise özellikle kafir ve günahkarlara yöneliktir. Peygamberler ilahî hakikatleri herkese bildirir, müminleri müjdeler, kâfirleri uyarır, ihtar eder. Bildirme-duyurma, Allah’tan vahyedilen tüm ilahî buyrukları aynen insanlara bildirmek ve duyurmaktır. Tebşir, müminleri Allah’ın kendilerlinden razı olması, dünyada yardım, zafer, nimet ve mutluluklar ahirette ise olağanüstü nimet ve imkânlarla donatılmış sonsuz mutlu bir cennet hayatı ile müjdelemektir. İnzar ise kâfirleri, zalimleri, günahkârları Allah’ın sevgi ve rahmetinden mahrum kalmakla, dünyada sıkıntılı, ahirette ise sonsuz acı ve elemlerle dolu cehennem hayatı ile uyarıp tehdid etmektir. İman Esaslarını Tesis: Tüm Peygamberler, öncelikle “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka ilah yoktur.” (11/84) örneğindeki gibi Allah Teala’nın varlık ve birliğine inanmaya ve yalnız O’na ibadet etmeye davet etmişlerdir. Onlar Allah Teala’nın varlık ve birliğini insanlara bildirmiş, öğretmiş ve çeşitli delillerle ispatlamış; ulûhiyet inancına ilişkin yanlış inanç ve tasavvurları düzeltmiş; eşsiz isim ve sıfatlarıyla O’nun yüce zatının varlığını ulûhiyete layık şekilde bir Allah anlayışı sunmuşlardır. Peygamberler Allah şuurunda/marifetullah’da insanlığa küfürden halî, şirkten âri mükemmel bir tevhid anlayışı sunmuşlardır. Diğer tüm iman esaslarını doğru şekilde onlar öğretmişlerdir. İbadet Esaslarını, helal ve haramı beyan: Bütün peygamberler Namaz, oruç, hac, zekât, kurban, sadaka gibi Allah Teala’nın razı olduğu farz ibadetlerin neler olduğunu, bunların nasıl, ne zaman, nerede, ne kadar ve ne şekilde yerine getirileceğini insanlara hem bildirmiş hem de bizzat kendileri uygulamışlardır. Helal ve haramları bildirmiş; cezalarını tatbik etmişlerdir. Mazeret Kapısını Kapamak: Peygamberler, aklen vâcib olanı pekiştirmek (te'kîd), aklen imkânsız olanın meydana gelemeyeceğini ortaya koymak ve aklen mümkün olanı açıklamışlardır. Bu itibarla Peygamberlerin en temel görevi, insanların ahirette dinî hakikatlerden haberleri olmadığı, bundan dolayı mazur görülmeleri gerektiği şeklinde Allah’a mazeretler ileri sürmelerini geçersiz kılmak, itiraz kapılarını kapamaktır. Yüce Allah, peygamberler göndermemiş olsaydı onların böyle bir itirazda bulunmaları mümkün olacak, dinen sorumlu olmayacaklardı. Allah Teala insanların bu tür bahaneler ileri sürmelerinin önüne geçmek için peygamberlerini göndererek kendi ilahî buyruklarını onlara bildirmiştir. Şahitlik Etmek: Peygamberlerin bir görevi de şahitlik etmektir. Onların bu şahitliği, hem kendi görevlerini yaptıkları, hem ümmetlerinin hali hakkında hem de hayatta bulundukları sürece ümmetleri üzerinde denetleyici, ıslah edici konumda oldukları anlamına gelmektedir. Temsil Tüm Peygamberlerin kendilerine gelen vahiyleri aynen tebliğ ve ilan ettikten sonraki görevleri “temsil” dir. Temsil, peygamberlerin kul olarak ibadetle ilgili ahkâmı bizzat yaşamak; muamelat, ukubatla ilgili ahkâmı uygulamak ve ahlakî faziletlerde örnek olmakla gerçekleşir. PEYGAMBERLERİN SAYISI Kur'ân-ı Kerîm'de insanlara gönderilen peygamberlerin sayısı hakkında herhangi bir bilgi verilmemiştir. Ancak “Her ümmetin bir resulü vardır.” (10/47); “Andolsun ki biz her ümmete bir resul göndermiş bulunuyoruz.” (16/36) şeklindeki ayetlerde bildirildiği üzere her bölge ve millete ilâhî buyrukları tebliğ eden müjdeleyici ve uyarıcı olarak resul ve nebiler peygamberlerin gönderildiği açıklanmıştır. Kur’an’da Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattıklarımız var, " kıssalarını anlatmadıklarımız da var." (40/ 78) bildirildiği üzere bu peygamberlerden bir kısmının adı zikredilmiş, bir kısmından ise hiç söz edilmemiştir. Bazı hadislerde peygamberlerin sayısı hakkında bilgi verilerek, nebilerin sayısınn 124 bin (bir başka rivayette 224 bin), bunların içinden 315 tanesinin de resul olduğu belirtmiştir. (Hanbel, Müsned, V, 265- 266; Ebû Nuaym, el-Hilye, I, 167). Fakat mezkûr âyette, "Peygamberlerden sana kıssalarını anlattıklarımız var, kıssalarını anlatmadıklarımız da var." buyurulduğu için, peygamberler hakkında kesin bir sayı belirtmek uygun değildir. Çünkü bir sayı belirlenmesi durumunda peygamberlerin sayısı bu rakamdan çokolursa, peygamber olanların peygamber sayılmamaları; eğer peygamberlerin sayısı bu rakamdan az olursa, o zaman da peygamber olmayanların peygamber kabul edilmesi sakıncası ortaya çıkar. İlaveten konuyla ilgili bu hadisler kesin bilgi ifade etmediğinden buna dayanarak sayı belirlemek de isabetli değildir. Bu sebeple her hangi bir sayı belirlemeden, "Hz. Âdem'den Hz. Muhammed dahil tüm peygamberlerin hepsineinandım. Hepsinin hak ve gerçek olduklannı kabul ettim" demek uygun görülmüştür. Böylece peygamberlere icmali olarak iman, geçekleşmiş olur. Ancak Kur'an'da adı geçen her peygambere ayrı ayrı iman etmek farzdır ve bu da peygamberler hakkındaki tafsilî imanı oluşturur. Kur’an’da adı geçen peygamberler 25 tane olup bunlar; Hz. Adem, Nûh, Elyesâ, Eyyûb, Hûd, İbrahim, Ismail, Lût, Idrîs, İlyâs, Şuayb, Musa, Hârun, Dâvûd, Süleyman, İshak, Sâlih, Yakub, Yahya, Yunus, Yusuf, Zekeriyyâ, Zülkifl, İsâ ve Muhammed aleyhimü's-selâm'dır. Bu adı geçen peygamberlerden 18 tanesi bir arada En'âm suresi 83-86. ayetlerde zikredilmiştir. Değişik ayetlerde de diğer bazı peygamberlerin adları zikredilmiştir. (3/33; 7/65; 11/61, 84; 21 /85; 33/40) Kur’an’da adları geçmekle birlikte Üzeyir, Lokmân ve Zülkarneyn'in peygamberlikleri ise ihtilâflıdır. PEYGAMBERLERİN DERECELERİ. Peygamberlerin hepsi Allah Teâlâ'nın hidayete eriştirdigi seçkin ve üstün insanlardır. İnsanlar ve cinler içinde onlardan daha üstün varlık yoktur. ilâhî vahye muhatap olma, Allah’ın kendilerinden razı olduğu, risalet vazifelerini eda eden salih kullar olmaları açısından peygamberlerin aralarında fark yoktur. Böyle olmakla birlikte peygamberler vahiy alış şekli, peygamberliğinin devam ettiği süre ve coğrafyası açısından aralarında bir üstünlük söz konusudur. Çünkü peygamberlerin bir kısmına ilâhî kitap, bazısına sayfalar(suhuf) verilmiş, bir kısmına kitap ve suhuf verilmemiş; Hz. Musa gibi bazıları Allah'la doğrudan konuşarak vahiy almış, bazılan ise vahye Cebrâil aracılığı ile ve diğer vahiy şekilleriyle muhatap olmuştur. Keza kimi peygamber belli bir kavme gönderilmiş, kimileri bir peygambere yardımcılıkla (Hz. Harun’un Hz. Musa’ya, Hz. İsmail’in babası Hz. İbrahim’e yardımcı peygamber olması gibi) görevIendirilmiş; son peygamber Hz. Muhammed ise bütün insanlara gönderilmiştir. Bu itibarla kendi aralarında derece farkının bulunması tabiidir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de "O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir." (2/253) buyurularak peygamberlerin aralarında fazilet derecesi olduğu bildirilmektedir. Bütün Muhammed'dir. Çünkü mezkur ayette peygamberlerin en üstünü ve faziletlisi Peygamberimiz Hz. geçen "Allah'ın bir çok derecelerle yükselttiği kişi" ifadesinden kasıt, Peygamberimizin (sav) olduğu ifade edilmiştir. Hz. Muhammed’in diğer peygamberlerden üstün yönleri şöyle sıralanabilir: (1) Peygamberimiz (sav) yaratıkların en şereflisi ve Allah'ın en sevgili kuludur. Zira âyette "Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz" (3/110) buyurulmuştur. Bir topluluğun en hayırlı ümmet olması, o ümmetin uyduğu peygamberinin de en üstün varlık olmasını gerektirir. (2) Hz. Muhammed’in (sav) peygamberliği zaman ve mekân ve mükellef varlıklar açısından evrenseldir; peygamberliği kıyamete kadar insan-cin bütün mükellef varlıkları kapsamaktadır. Öteki peygamberler ise belli bir zaman diliminde muayyen topluluklara gönderilmişlerdir. (3) Peygamber Efendimiz (sav) son nebi ve son resuldür. Ondan sonra hiç bir peygamber gelmeyecektir. (4) Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği İslam dini en son ve en mükemmel dindir; kıyamete kadar devam edecektir. İslâmiyet, önceki dinlerin hükümlerini kaldırmıştır."Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladim ve sizin için din olarak İslâm'dan razı oldum." (5/3) ayeti bu gerçeği bildirmektedir. (5) Hazreti Resul’ün getirdiği Kur'ân kendi zamanında hem ezberlenmiş hem de yazı ile tesbit edilmiştir. Orijinal haliyle korunabilmiş ilâhî mesaja sahip Hz. Peygamber'den başka bir peygamber yoktur. Bütün bunlara göre peygamberliği kıyamete dek evrensel olan, insanlığa kıyamete kadar geçerli değerli bir kitap ve ona bağlı olarak mükemmel bir din getiren son peygamber Hz. Muhamed peygamberlerin en üstünüdür. Bununla birlikte kaynaklarda Peygamberler, ulu’l-azm peygamberler, resuller ve nebiler olarak derecelere ayrılmıştır. Ulü’l-Azm Peygamberler: Fazilet sıralamasında ilk sırada yer alan peygamberler, ulu’l-azm olan peygamberdir. “Azim, sebat ve kararlılık sahibi peygamberler” anlamına gelen “ulu’-azm” tamlaması, aldıkları ağır görev ve yüklendikleri sorumluluk karşısında hiç bir yılgınlık, tereddüd, korku ve acizlik göstermeden, tebliğ görevlerini yerine getiren, bütün zorluklara göğüs germede azim ve sebat gösteren peygamberlere verilen bir isimdir. Bazı âlimlere göre peygamberlerin hepsi azim ve sebat sahibi olmakla birlikte çoğunluğa göre ulu’-azm peygamberler beş tane olup bunlar Hz. Nûh, İbrahim, Musa, Îsa ve Muhammed'in (sav) dir. Ulu’l-azm peygamberlerin bu beş peygamber olduğunu söyleyenler, bu görüşlerine "(Ey Muhammed)Hani biz peygamberlerden söz almıştık; Senden, Nûh'tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu Isa'dan da. Biz onlardan pek sağlam bir söz aldık." (el-Ahzâb, 33/7) ve "Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye Nûh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı." (eş-Şûrâ, 42/13) mealindeki ayetleri delil göstermişlerdir. Resuller: Fazilet sıralamasında ulu’l-azm peygamberlerden sonra kendilerine yeni bir kitap-suhuf ve şeriat verilen resul peygamberler gelir. Bunlar da Hz. Davud, Hz. Mûsa, Hz. İsâ ve Hz. Muhammed’dir. Peygamberlerin bir kısmının diğerlerinden üstün kılındığını belirten âyetlerde üstün kılınanların isimleri de açıklanmıştır. Bunların dışında Hz. Nûh ile Hz. îbrâhim'in üstün derecelere eriştirilen peygamberlerden oldukları bildirilmiştir. (6/83; 33/7) Nebiler: Fazilet sıralamasında resullerden sonra kendilerine müstakil suhuf-kitap ve şeriat verilmeyip önceki resullere tabi olan nebi peygamberler gelir. Bütün bunlara göre peygamberlerin en üstünü resul ve nebi olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammeddir. Ondan sonra –ister resul ister nebi olsun- Ulu’l-azm peygamberler, sonra diğer resul peygamberler, sonra da nebi peygamberlerdir. Her peygamber ise meleklerden ve tüm mükellef varlıklardan yani insan ve cinlerden üstündür. Değerlendirme Soruları 1. Vahiy kavramını tanımlayınız ve vahiy çeşitlerini sıralayınız. 2. Mucizenin şartlarını sıralyınız. 3. Peygamberlerin zorunlu sıfatlarını sıralayınız. 4. Peygamberlerin görevlerinde olan tebliğ hangi unsurları içerir açıklayınız 5. Ulu’l-azm peygamber ne demektir; ulu’l-azm peygamberleri sıralatınız. 7. Hafta HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİ VE OLAĞANÜSTÜ HADİSELER HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİNE İMAN. Hz. Muhammed'in peygamber olduğuna inanmak Müslüman olmanın şartlarındandır; yani farzdır. Bu husus bir çok ayet ve hadislerle sabittir. HZ. MUHAMMED’İN SON PEYGAMBER OLMASI. Allah Teala, ilk insan Âdem’i (as) aynı zamanda ilk peygamber olarak göndermiş ve ondan itibaren her kavme bir yol gösterici ve rehber ve her ümmete bir peygamber göndermiştir. Nihayet nübüvvet müessesesini de resul ve nebi olarak Hz. Muhammed ile sonlandırmıştır. Hz. Peygamber Efendimizin bizzat kendisi de kendisinden sonra hiçbir peygamber gönderilmeyeceğini çeşitli vesilelerle bildirmiştir. Mesela Hz. Ali’ye verdiği önem ve kendi yanındaki itibarını ifade ederken Ali’ye şöyle buyurmuştur: “Benimle sen, Hz. Musa ile Hz. Harun gibiyiz. Ancak benden sonra hiçbir peygamber gelmeyecektir.”(Buharî ,Fedâil, 9; Tirmizi, Menakıb, 20.) HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİNİN EVRENSELLİĞİ Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman etmiş olmanın şartlarından biri de onun peygamberliğinin evrensel olduğunu kabul etmektir. İslam’ın ve Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin evrensel oluşu, hem zaman ve mekân itibariyle kıyamete kadar geçerli olması hem de tüm mükellef canlıları kapsaması demektir. Bu itibarla başka bir gezegende, galaksi ve zaman diliminde olunsa bile O’nun peygamberliği geçerlidir. Onun risaletinin tüm mükellef varlıkları kapsaması da yani insan ve cinleri içermesi demektir. Bunu gösteren bir çok aklî-naklî delil bulunmaktadır. İkinci olarak Son din olduğuna göre, Allah’ın rahmet, merhamet, kerem, adalet gerektiren bir çok isim ve sıfatları İslam’ın ve O’nun peygamberinin evrensel olmasını gerektirir. Üçüncü olarak Hz. Muhammed’in ve tebliğ ettiği dininin çeşitli ırk ve dilden değişik coğrafyalardaki binlerce insan tarafından hüsnü kabul görmesi, kendisine gereği şekilde sımsıkı tabi oldukları ölçüde huzur bulmaları ve gelişmeleri, İslam’ın ve O’nun peygamberinin evrensel özellikte olduğunun en önemli göstergelerindendir.Buna ilaveten Peygamber Efendimiz (sav), Rum hükümdarı Hirakl, Mısır meliki Mukavkıs, Habeş meliki Necaşi, İran hükümdarı Kisra gibi çeşitli hükümdarlara mektuplar yollayarak bu evrensel peygamberliğini bizzat uygulayarak da ortaya koymuştur. HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİNİN İSBATI (MUCİZELERİ) KUR’AN-I KERÎM Kur’an şu gibi açılardan en büyük mucizedir: her türlü tahrip ve tahriften korunmuş olması; Ümmî bir peygamber’in elinden çıktığı halde son derece beliğ, veciz hakikatler içermesi; Kur’an’ın tamamının, on suresinin hatta bir suresinin bile benzerinin yapılamaması; ihtiva ettiği hakikatlerin hiç birinin yanlışlığının ortaya konulamaması; binlerce hafız tarafından aynen ezberlenebilmesi hususlardır. Bu itibarla Hazreti Muhammed Efendimize nübüvvetini kanıtlayan en büyük mûcize olarak Kur'ân-ı Kerîmdir. Hz. Peygamber bir hadislerinde "Hiçbir peygamber yoktur ki, onlara kendi zamanlarındaki insanların inandıkları bir mucize verilmiş olmasın. Bana mucize olarak verilen ise ancak Rabbimin bana vahyettiği Kur’andır." (Buharî, İtisam,1) buyurarak bu mucizeye dikkat çekmiştir. Önceki Kutsal Kitaplarda Hz. Muhammed’den Bahsedilmesi Geçmiş ilâhî kitaplarda (Tevrat ve İncil) yer alan bazı isim, sıfat ve nitelendirmeler Hz. Muhammed’in peygamberliğine delildir. Çünkü Tevrat ve İncil’de Hz. Muhammed'in adı, vasıfları ve getireceği mesajları, buna ilaveten ashabına ait özellikleri yer almakta, O’nun nübüvvetini müjdeleyen ve onun peygamber olarak insanlara gönderileceğini haber veren ifadeler bulunmaktadır. Bazı Ehl-i kitap âlimlerinin bu gerçeği gizleyip onun peygamberliğini tasdik etmemeleri bu delili geçersiz kılmaz. Zira şayet Tevrat ve Incil'de Hz. Muhammed'in nübüvvetine ilişkin haberler bulunmasaydı hem Ehl-i kitap âlimlerinden bazıları asla ona inanmazdı, muhalifler derhal bunu açıklayarak Hz. Peygamber aleyhinde kullanırlardı hem de Kur'an'da bu hususa dikkat çekilmesi anlamsız kalırdı. Tevrat ve İncil nüshalarında Hz. Muhammed’in peygamberliğine işaret eden bir çok ifadeler yer almaktadır. Mesela “Onlar için kardeşleri arasından, senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağzına koyacağım” (Ahd-i Atik, Tesniye Bâbı, âyet: 18) ve “Mûsa demiştir: Rab size kardeşleriniz arasından benim gibi bir peygamber çıkaracak, her ne söylerse onu dinleyeceksiniz. Ve bütün peygamberler, Samuel-İsmail ve sıra ile gelenler, hep söylenen bu günleri ilân ettiler.” (Ahd-i Cedid, Rasullerin İşleri, Bâb: 3, âyet: 22) Bu ifadelerde Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İshak’ın soyundan gelen İsrail Oğulları’na Hz. Mûsa’nın “kardeşleriniz” şeklinde hitap etmesi, İshak’ın kardeşi Hz. İsmail’in soyuna, yani İsmailoğulları’na işarettir. İsmailoğulları’ndan gelecek olan peygamber ise ancak Hz. Muhammed (sav) olabilir; çünkü İsmail soyundan yalnızca Efendimiz(sav) gelmiştir. Keza Hz. Mûsa, “benim gibi” sözüyle Hz. Muhammed’i kasdetmektedir. Çünkü cihad, getirdiği kanun ve hükümler, koyduğu cezalar, cemaati arasında sözünün dinlenir olması gibi hususlarda Hz. Mûsa’ya benzeyen, Hz. Yûşa ve İsa değil, Peygamberimiz Hz. Muhammed’dir. Yine Kitab’ı-Mukaddes’te “Rab, Sina’dan geldi ve onlara Sâir’den doğdu; Paran dağlarında parladı ve mukaddeslerin on binlerin içinden geldi. Onlar için sağında ateşli ferman vardı.” ifadeleri geçmektedir. (Tesniye, Bab: 33, âyet: 2) Buradaki “Sina’dan gelme”, Hz. Mûsa’ya; “Sâir’den doğma”, Hz. İsa’ya; “Paran dağlarında parlama” ise, Hazreti Muhammed’in Mekke’de çıkacağını ifade eder. Paran, Arapça okunuşuyla Faran, Mekke’nin eski isimlerinden biridir; Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin Bölümünde de Hz. İsmail’in Paran çölünde oturduğu anlatılmaktadır. (Bâb: 21, âyet: 21). Yuhanna İncil’inde “Rab, size başka bir Faraklit verecektir; ta ki daima sizinle beraber olsun.” (Yuhanna, Bâb: 14, âyet: 15) ve “ ben gitmezsem, Faraklit gelmez... ve O geldiği zaman günah, salâh ve hüküm için dünyayı ilzâm edecektir.” (Yuhanna, Bâb: 15, âyet: 7-8) ifadeleri yer almaktadır. Buradaki âyetlerde Faraklit olarak geçen kelimenin aslı Yunanca’da ‘Piriklitos’ olup, Arapça ‘Ahmed’ kelimesinin karşılığıdır. ‘Ahmed’ Peygamber Efendimiz’in ismi olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim’de de O’nun İncil’de ‘Ahmed’ olarak geçtiği açıkça ifade edilir. Dinler tarihi araştırmaları Hz. Peygamber'in nübüvveti hakkındaki haberlerin sadece Tevrat ve Incil ile sınırlı olmadığını, aksine çok daha eski dinlerin kutsal metinlerinde de yer aldığını kanıtlamaktadır. Buna göre eski devirlerden itibaren hemen tüm dünlerde "bir kurtarıcının geleceği müjdesi" verilmiştir. Mesela Zerdüştlüğün kutsal kitabi Zend-Avesta'da "âlemlere rahmet anlamına gelen" Saoşyant adında birinin insanlara rehber olarak gönderileceği ve putları kıracağı belirtilmiştir. Hint kutsal kitaplarından Vedalar ve Puranalar'da "Övülmüş-Muhammed” adlı bir bilgenin çıkacağı; arabasının göklere ulaşacağı (Mi'rac); büyük zaferlerinden birini 300 (Bedir Savaşı), birini ise 10.000 kişiyle (Mekke'nin fethi) kazanacağı; babasının "Allah’ın kulu-Abdullah”, annesinin de "güvenilir-Âmine” adını taşıyacağı zikredilmiştir. Budizm'in kurucusu Buda da “merhamet, rahmet ve sevgi” anlamına gelen Maitreya adında birinin çıkacağını ve kendisinin başlattığı işi tamamlayacağını bildirmiştir. (Aydın, DİA, “Beşâirü’n-nübüvve” md.) Bütün bunlar Hz. Peygamber'in geçmiş kutsal kitaplarda müjdelendiğini ve dolayısıyla onun gerçek bir peygamber olduğunu ispat eden çok önemli delillerdendir. Ayrıca Kur’an’da da Tevrat ve İncil’de Hz. Muhammed’in gönderileceği bildirildiği vurgulanmıştır. Nitekim “Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı olarak buldukları o okuma-yazma bilmeyen ümmî nebî Resul’e tabi olurlar…” (7/157). Hz. İsa da kendisinden sonra Hz. Muhammed’in peygamber olarak gönderileceğini söylediği Kur’an’da şu ayetle bildirilmiştir: “Bir zamanlar Meryem oğlu İsa şöyle demişti: Ey İsrailoğulları! Ben Allah’ın size gönderdiği Resulüyüm. Önümdeki Tevrat’ın tasdik edicisi ve benden sonra gelecek olan ve adı Ahmed olan bir resulün müjdesiyim.” (61/6). Hz. Peygamber Efendimiz nübüvvetle görevlendirilip insanları imana davet edince, Kur’an’da da işaret edildiği üzere (2/146; 6/20; 17/107-108) bazı Ehl-i kitabın âlimlerinin oğullarını tanıdıkları gibi onu tanıyıp derhal iman etmiş olmaları, o zamanki Ehl-i Kitab’ın elinde mevcut olan Tevrat ve İncil’de Hz. Muhammed’e hakkında doğru bilgilerin olduğunu göstermektedir. HZ. MUHAMMED’İN ÖRNEK AHLÂKA SAHİB OLMASI Hazreti Muhammed’in, dost-düşman herkesin itiraf ettiği ömür boyunca üstün ahlaka sahip olması, O’nun peygamberliğinin en büyük delillerindendir ve ahlakî mucizesidir. Hazreti Resul’ün güzel ahlakı şu üç yönden onun hak peygamber olduğunu ortaya koymaktadır: (a) O’nun en yüksek ve en güzel ahlâkı temsîl etmesi; (b) her türlü güzel ahlâkın zirvesinde bulunması; (c) yüksek ahlâkın bütününe, hiç birbirini nakzetmeden ve zıddının sahasına girmeden sahip olması. Nübüvvetten Önceki Hayatının Nezihliği Hz. Muhammed’in Peygamberlikten önceki hayatı O’nun peygamberliğini gösteren önemli delillerdedir. Zira çocukluk devresinde yakınlarının müşahedeleri ve gençliğinde ferâset sahiplerinin kendisinde sezdikleri manalar, O’nun gelecekte önemli bir şahsiyet olacağına işaret etmekteydi. Ümmîliğinin Peygamberliğine Delil Olması Hz. Muhammedîn risaletten önce okuma-yazma bilmediği, yani ümmî olduğu hem naslarla hem de tarihî realite olarak sabittir. Tüm hayatında eğitim-öğretim adına kimseden bir şey öğrenmediği çok iyi bilinmektedir ve bu konuda hiçbir ihtilaf bulunmamaktadır. O’nun peygamberlik öncesi böyle bir hayatından sonra birdenbire tüm Arap edebiyatçılarına meydan okuyan bir beyânla ortaya çıkıp onları bu zamana dek benzerini getirmekten aciz bırakması, elindeki hârika fermânın ilâhî beyan kendisinin de Allah’ın peygamberi olduğunu açıkça gösterir. Hz. Muhammed’in Emin ve Doğru Sözlü Olması: Başta Mekkeli müşriklerin, inkârcıların ve Ehl-i Kitap mensuplarının Hz. Muhammed’in emin ve doğru sözlü olduğuna şahit olması O’nun peygamberliğine delildir. Kendinden Emin Olarak Konuşmasını Peygamberliğine Delil Olması: Hazreti Peygamber’in daima kendinden emin bir biçimde konuşup davranması da O’nun gerçek peygamber olduğuna delalet etmektedir Azim ve Kararlılığının Delil Olması Her türlü sıkıntı, hakaretlere maruz kalması ve çeşitli dünyevî imkânlar teklif edilmesi karşısındaki tutumu O’nun (sav) peygamberliğine delildir. Tebliğ Ettiği hakikatleri kendisinin yaşamasının Peygamberliğine delil olması: Bir insanın doğru ve güzel bir dava ile ortaya çıkması kadar getirdiği prensipleri bizzat kendisinin tatbik edip, davasına mükemmel bir nümûne olabilmesi de çok önemlidir. Verdiği bilgilerin doğruluğunun peygamberliliğine delil olması Peygamber Efendimiz’de en üst seviyede gerçekleşmiş bulunmakta ve çeşitli alanlarda verdiği bilgilerin yanlış çıktığı şimdiye kadar tespit edilmemiştir. SİMASININ PEYGAMBERLİĞİNE DELİL OLMASI Peygamberimizin (sav) çehresi o denli hakikat, güven, huzur telkin eden, olgunluk, sükunet, sevgi yansıtan, sevecenlik uyandıran vakur ama sempatik bir özelliğe sahip olması ayrı bir delildir. ÜSTÜN KARAKTERLİ İNSANLAR YETİŞTİRMESİNİN DELİL OLMASI Hazreti Peygamber, İslâm'ı cahil bir toplum içinde tebliğe başlamış, onlara kitabı ve hikmeti açıklamış, hukukî ve dinî hükümleri öğretmiş(2/151); onların ahlâkını mükemmelleştirmiş, halkının pek çoğunu çok kısa bir zamanda bilgi ve erdem yönünden olgunlaştırarak kendilerinden Allah’ın razı olduğu ve tüm inananlar için örnek şahsiyetler haline getirmiştir. Sahabe’nin bu dinî, tarihî bir gerçek olan marifet, ilim ve ahlakî erdemlilikleri O’nun peygamberliğinin en önemli delillerinden kabul edilmiştir. MUCİZELERİNİN PEYGAMBERLİĞİNE DELİL OLMASI Peygamber Efendimiz’in (sav) gösterdiği bütün çeşitleriyle mucizeleri O’nun peygamberliğinin en büyük delilleridir. Hz. Muhammed’in Aklî-manevî mucizesi Peygamber Efendimiz’e verilen en büyük ve kalıcı mûcize, lafız ve edebî güzelliği ile muhtevası itibariyle "erişilmez bir bilgi mûcizesi" olan Kur'ân-ı Kerîm olduğunda ihtilâf yoktur. Efendimiz (sav) zamanında şiir, belâğata (güzel söz söyleme) çok önem verildiği için ve belki âhir zamanın en tesirli ve güçlü silâhı ‘söz söyleme sanatı’ olacağından, kendisine en büyük mucize olarak bütün şair hatip ve edipleri susturan Kur’ân mucizesi verilmiştir. Hz. Muhammed’in Haberî Mucizeleri Hz. Peygamber’in geçmişle alâkalı verdiği haberler nübüvvetinin delillerindendir. Zira O’nun geçmişte yaşanmış tarihî olaylara, şahıslara ilişkin verdiği haberlerin şimdiye dek yanlışlığı ortaya konamamıştır. Başta Kur’an’daki peygamberler kıssaları bunun en büyük delilidir. Ayrıca Hazreti Resul’e kendi devrinde bir çok Hıristiyan ve Yahudi âlimi Tevrat ve İncil’de yer alan konularda çeşitli sorular sormuşlar ve hep doğru ve muknî cevaplar almışlardır. Üstelik O Zât (sav), sorulan sorulara düşünüp araştırarak cevap vermediği gibi böylesi konuşmalar için her hangi bir hazırlık da yapmıyordu. Böyleyken geçmiş peygamberlerin hayatını ve ümmetlerine ait kıssaları; onların konuşma tarzlarına, içlerinde besledikleri duygu, his ve psikolojik durumlarına varıncaya kadar teferruatıyla anlatıyordu. Ayrıca anlattıklarını sadece tasvirî olarak anlatılan tarihi sahneler olarak değil, peygamberlerin ve ümmetlerinin başlarından geçenleri kıyamete kadar tekerrürle yaşanacak içtimaî, insanî ve tarihi birer düstûr, hakikat ve ibret sahneleri olarak takdim ediyordu. Aynı zamanda fevkalâde bir mana zenginliği, eşsiz bir belâğat ve fesâhat, görülmemiş bir üslûp inceliği, beyân selâseti ve edebî güzellik de taşıyordu. O’nun (sav) geçmiş ümmetlere ait verdiği haber ve malûmatın hiç biri, on dört asırdır yapılan ilmî araştırmalar ve arkeolojik kazılarla yalanlanamamış, hatta, tam tersine her geçen gün yeni buluşlar ve gelişmelerle doğrulanmıştır. Hz. Peygamber Efendimiz’in gelecekle alâkalı haberleri de nübüvvetinin delillerindendir. Çünkü bir insanın bırakın gelecekle ilgili hâdiseleri, içinde yaşadığı hadiseleri bile en ince noktalarına kadar anlatması öyle kolay değildir.İçinde yaşadığımız zamanla alâkalı hakikatbu iken, en büyük politikacı, sosyolog ve dâhiler dahil kim yüz veya yüzlerce sene sonrası için kesin ifadelerde bulunabilir? Bu mevzûda yapılabilecek olanşey, sebep-netice prensibine, bir takım tarihi kanunlara ve tecrübelere dayanılarak bazı tahminlerde bulunmaktan ibarettir. Ayrıca gaybı Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği Kur’anî bir realitedir. Bu itibarla ilerde zuhûr edecek hâdiseler hakkında kesin söz söylemek, ancak Cenâb-ı Allah’a ait bir iştir. Bununla birlikte, şayet bir insan çıkıyor ve gelecekte olacaklara dair çok kesin ifadelerle bazı açıklamalarda bulunuyor ve dedikleri aynen çıkıyorsa bu durum, o kimsenin Allah’ın bildirmesine mazhar bir peygamber olduğunu açıkça gösterir. Bu konuda Kur’ân ve hâdislerinde çokça misaller vardır. Kur’an’da zikredilen geleceğe ait haberî mucizelere örnek olarak şu iki husus gösterilebilir: Rumlar’ınmağlûp oldukları, fakat dokuz yıl içinde galip gelecekleri ve bunun îmân edenleri sevindireceği bildirilmiştir. (30/1-5). Şartların hiç müsâit olmadığı bir zamanda, şartları Müslümanların aleyhine gibi görünen ve Sahabe’nin âdeta infiâline yol açan Hudeybiye Antlaşmasının hemen ardından Mekke’nin fethedileceği, Müslümanlar’ın emniyet içinde Mescîd-i Haram’a girecekleri ve İslâm’ın bütün dinlere üstün geleceği tam bir katiyetle müjdelenmiştir. (48/1-5; 27-28) Keza kendisinden yaklaşık 2500 yıl önce yaşamış olan Mısır Firavunu’nun cesedinin sonrakilere ibret olsun diye denizden çıkarılıp korunacağını bildirmiştir; (Yûnus,10/92) ki 1881 yılında Krallar mezarı keşfedilince Firavunun cesedi de çürümemiş halde bulunarak bir ibret levhâsı olmak üzere İngiltere’de bir müzede teşhîre konmuştur. Peygamber Efendimiz (sav), kendisinden sonra vukû bulacak pek çok hâdiseleri, adeta televizyon ekranından seyrediyormuşçasına teferruatıyla haber vermiş ve verdiği bu haberler aynen çıkmıştır; daha çıkacaklar da vardır. Mesela Peygamber Efendimiz (sav) Bedir Savaşı gününde düşman Kureyş ordusundan kimlerin nerede öleceklerini eliyle tek tek işaret ederek önceden haber vermiş ve bildirdiği şekilde olmuştur. (Müslim, Cennet, 17). Daha Mekke’deyken Habbab b. Eret’e “Allah bu Din’i tamamlayacak; düşmanlarını mağlûp edecek ve İslâm milleti muzaffer olacaktır. Öyle ki, bir kadın devesine binip, San’a’dan Hadramut’a kadar dört günlük çölü geçecek de, Allah’tan başka kimseden korkmayacaktır” buyurmuş ve daha Hulefâ-i Raşidîn devrinde bu ihbarı aynen gerçekleşmiştir. “Osman, Kur’ân okurken katledilecek.” diye uyarmış; “Hayber kalesinin fethi Ali’nin eliyle olacak” diye müjdelemiş; Ebû Zerr’in yalnız yaşayıp yalnız öleceğini bildirmiş; Ehl-i Beyt’ten kendinden sonra ilk vefat edenin kerimesi Hz. Fatıma olacağını söylemiş; sahabe’den Ümm-ü Harâm’ın Kıbrıs seferine iştirâk edeceğini; İstanbul, Mısır, İran, Hindistan, Kudüs ve Kıbrıs gibi beldelerin fethedileceğini haber vermiş ve verdiği haberler aynen gerçekleşmiştir. Üstelik Resulullah Efendimiz (sav) gelecekle ilgili verdiği bu gibi haberlerde hiç bir zaman “zannederim, umarım, tahmin ederim, belki, büyük ihtimal” gibi şüphe ve zan taşıyan ifadeler değil, daima “olacak, göreceksiniz, yapacaksınız” şeklinde tamamen net ve kesin ifadeler kullanmıştır. Hz. Muhammed’in Hissî-Maddî Mucizeleri Peygamber Efendimiz’in bazıları Kur’an’da işaret edilen çoğu ise hadislerde yer alan bir çok hissî mucizeleri vardır. Onun hissî mucizelerinin bir özelliği mucizelerinin tamamının her yerde, herkesin gözü önünde cereyan etmemesi, umumî olmaması, daha ziyade sınırlı sayıdaki insanlar önünde cereyan etmiş olmasıdır. Bu durum konuyla ilgili hadis rivayetlerinin ahad kalmasını ve rivayet farklılıklarına yol açmıştır. Şayet her zaman ve herkesin önünde sürekli mucizeler göstermiş olsaydı, o zaman aklın hikmet-i vücûdu kalmaz ve insanlar, iradeleri ellerinden alınarak cebren iman etmeğe zorlanmış olurlardı. Bunun neticesinde de, kulluk teklifi ve imtihan sırrı ortadan kalkardı. Bu sebeple, meselâ ayın ikiye ayrılması gibi büyük bir mucize, gecenin belli vaktinde, kısa bir zaman içinde, az sayıda müşahidin gözleri önünde meydana gelmiştir. İkincisi O’nun hissî mucizelerinin çoğunu, yalan üzerinde birleşmesi mümkün olmayan topluluk tarafından nakletdilmiş; bazıları ise bu seviyede bir cemaat tarafından nakledilmese de, diğer sahabelerin buna itiraz etmemeleri, onları da âdeta aynı manevî tevatür gibi bir rivâyet kuvveti kazandırmıştır. Üçüncüsü bir yerde gösterilen herhangi bir hissî mucizenin daha başka yerlerde benzerleri veya aynıları gösterildiğinden hiç bir mucizesini inkâra yol yoktur. Böyle olmakla birlikte Hz. Peygamber'in hissî mucizeleri tevatür ile değil, haber-i vâhid ile sabit oldukları için kesin bilgi vermezler. Bu sebeple de O’nun hadislerde zikredilen hissî mucizelerini inkâr etmek küfür olarak nitelendirilmemiştir. Hazreti Peygamberimiz’in hissî mucizelerinden biri Kur’an-ı Kerîm’de yer alan İsra mucizesidir. “Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, (Muhammed) kulunu, Mescid-i Haram’dan çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir.”(17/1) ayeti bu mucizeyi bildirmektedir. “Sonra yaklaştı ve sarktı; iki yay aralığı kadar, belki daha da yakın. (Allah O anda) kuluna vahyedeceğini vahyetti. (Muhammed’in) gözüyle gördüğünü (gönlü) yalanlamadı.” (53/8-11) ayetinde de Mirâc mucizesine dikkat çekilmiştir. Ayrıca, hadislerde bu kudsî-mucize yolculuğun teferruatı zikredilmektedir. (İsra ve miraç hakkında bk. Hamdi Yazır, Hak Dinî Kur’an Dili, IV, 3145) Ayın ikiye aynlması (inşikâk-ı kamer) mucizesi Kur'ân'da geçmektedir. Nitekim “Saat yaklaştı ve ay yarıldı. Fakat hala bir ayet görseler yüz çevirip ‘bu güçlü bir sihirdir.” derler.” (54/1) ayeti buna delalet etmektedir. Ayın ikiye aynlması (inşikâk-ı kamer) mucizesinin Kur'ân'da geçtiği için tevatüren sabit olduğuna dair görüşler bulunmakla birlikte, anılan âyetin kıyâmetin yaklaştığı sırada kozmik düzenin bozulması sırasında yaşanacak gelecekteki bir olaya işaret ettiğine dair farklı tefsirler de vardır. Bu sebeple âyet sübut açısından kati, anlam açısından apaçık değildir, zan ifade etmektedir. İnşikak-ı kamer olayı hadislerde de yer almaktadır. Abdullah b. Mes’ud rivayet ettiğine göre “Bir defa biz Mina’da Resulullah’la (sav) birlikte iken, ansızın ay iki parçaya ayrıldı. Bir parçası dağın arkasında, bir parçası da O’nun önünde idi. Bunun üzerine Resulullah(sav) bize: “Şâhid olun” buyurdular.” Bedir savaşında Resulullah bir avuç toprağı savaşmakta oldukları Mekkeli müşriklerin yüzlerine savurmuş, savrulan o bir avuç toprak onların gözlerine girerek görmelerini engellemiştir. Bu mucizeye “(Ey Muhammed) Attığın zaman da sen atmadın bilakis Allah attı.” (el-Enfal, 8/17) ayetinde işaret edilmiştir. Hadislerde yer aldığı üzere çeşitli zaman ve mekânlarla farklı vesilelerle Hz. Peygamber’in elinde çok miktardaki yemek ve sular bereketlenerek bir çok mümini doyurmuş ve ihtiyaçlarını karşılamıştır. Mesela Ümmü Süleym’in evinde az miktarda arpa ekmeğini parçalara ayırtarak üzerine biraz yağ akıtılıp karıştırarak hazırlanan yemekten onar gruplar halinde toplam yetmiş veya seksen kişinin yiyip doymuştur. (Buharî, Eyman, 22; Müslim, Eşribe, 142) Keza Peygamber(sav) ashâbı ile birlikte Zerva’da içinde su bulunan bir kap istemiş ve avucunu suya sokmuş, derken parmaklarının arasından kaynamaya başlamış, orada bulunan üç yüz kadar ashabı abdestalmışlardır. Hayber kalesinin fethi esnasında Hz. Ali’nin ağrıyan gözlerine Resulullah (sav) mübârek tükrüğünü sürüp dua etmesi üzerine Hz. Ali derhal iyileşmiştir. (Buhârî, Fadailu’ssahabe, 9) Medine’de İlk zamanlar yanında hutbe okuduğu hurma kütüğünün minber yapıldıktan sonra, Allah Elçisi'nin her minbere çıkışında inlemeye başlaması, bunun üzerine Peygamberimizin onun yanına gidip okşar gibi elini kütüğün üzerinde gezdirmiş ve kütük iniltilerini kesmiştir. (Buharî, Menakıb, 25; Tirmizi, Menakıb, 6) PEYGAMBERLİĞİN SÜBUTU (MUCİZELER) Mûcizenin Tanımı: Mucize deyimi, Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde geçmemektedir. Kur’an’da bu kelime yerine bu manayı ifade için "âyet, bürhan, beyine, sultan” kelimeleri kullanılmıştır; hadisçiler de "delil" ve "alâmet" tabirlerini kullanmışlardır. Fakat kelamcılar bunlar yerine mucize kelimesini tercih edip kullanmışlardır. Bu itibarla mucize terimi, Kur’anî ve nebevî bir tabir değil, kelamî bir tabirdirdir. Kelime olarak Mucize, "âciz ve çaresiz bırakan şey" demektir. Terim olarak ise "peygamber olduğunu söyleyen kimsenin iddiasını doğrulayacak nitelikte, hiç bir bilimsel yönteme başvurmadan gösterebildiği tabiat kanunlarını aşan harika olay" veya “peygamberlik iddiasında bulunan bir zatın, bu iddiasının doğru olduğunu ispatlamak için Allah Teala’nın peygamberinin elinde yarattığı olağanüstü bir şey” dir. Mucizenin Şartları ●Mucize gerçekte Allah'ın fiilidir. "Peygamberin mucizesi" denilmesi mecazî anlamdadır. Mucize, peygamber vasıtasıyla gerçekleştiği ve peygamberin doğruluğunu gösterdiği için ona mucize denmiştir. Yüce Allah’ın izni, iradesi ve kudretine bağlı olarak peygamberler vasıtasıyla gerçekleşen hissî mucizeler alışılagelen doğal kanunlar hükmündeki yapıyı değiştiren ilâhî fiillerdir. Bu açıdan sadece peygamberin istemesiyle veya onlardan mucize isteyenlerin istekleriyle meydana gelmezler. ●Mucizenin, eşyanın alışılmış düzenine aykırı, tabiat kanunlarını aşan bir olay olması gerekir. ●İnsanların aynısı veya benzerini yapmaktan aciz kalmaları gerekir. ●Mucizenin, peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin elinde meydana gelmesi gerekir. ●Mucize, peygamberlik iddiasıyla birlikte olmalıdır. Peygamberlikten önce veya bu iddiadan çok sonra olmamalıdır. ●Mucize, peygamberin isteğine ve iddiasını uygun olmalı, iddiasını yalancı çıkarıcı olmamalıdır. ●Mucizede inkârcılara karşı bir meydan okumayla birlikte olmalı ve onları aciz bırakmalıdır. Mucizenin İmkânı Ehl-i sünnet kelamcılarına göre mucizelerin varlığı aklen mümkün, dinen ve tarihen sabittir. Aslında hayatın doğal seyrine göre olagelmektedir. Bu nadir olağanüstü olayların halen de zaman zaman gerçekleşmesi, onların istisna ve nadirattan olan olağanüstü olaylar öteden beri peygamberler gibi bazı şahısların varlığına bağlı olmadığını, aksine Ezelî-ebedî olan Allah Teala’nın varlığına bağlı olduğunu gösterir. Böyle olunca olağanüstü olaylar evvel emirde Allah’ın fiilidir; O’nun varlığının, ilim, irade ve kudretinin delilidir. Olağanüstü hadiseler belli bir şahsın varlığına değil, öncelikle Allah’ın varlığına bağlı olan O’nun fiilleri olduğu için olağanüstü olaylardan biri olan mucizelerin varlığının da aklen mümkün olduğu, imkânsız olmadığı ortaya çıkar. Çeşitli olağanüstü hadislerden biri olan ve peygamberlerin elinde gerçekleşen mucizelerin de belli bir zaman ve mekânda gerçekleşen dinî ve tarihi bir vaka olduğuna ise tarih ve tüm ilahî dinler şahittir. Mucizeler semavî kitaplar ve tevatürle sabit olmuş tarihî gerçeklerdir. Ehl-i sünnet kelamcılarına göre Allah’ın insanlara peygamber göndermesi aklen muhal değil, imkân dâhilinde olunca, gerçek peygamberle sahtesini ayırt etmeye yarayacak bir delil olması gerekir. Bu delil, mucizedir. O halde mucizenin varlığı da imkân dâhilinde olur. Çünkü peygamber göndermek mümkünse onun gerçek peygamber olduğunu kanıtlayan mucizenin meydana gelmesi de mümkündür. Allah Teala’nın varlığına inanlar için mucizeler aklen imkânsız değildir. Zira evreni ve onda cereyan eden kural ve kanunları Allah yaratmıştır, öyleyse O’nun bilinen bu kanunlardan başka bize olağanüstü gelen başka türden özel kanunlar yaratması da mümkündür, imkânsız değildir. Mutezile de Ehli Sünnetle aynı görüştedir ve onlar da mucizelerin aklen mümkün olduğunu ve Allah’ın izniyle peygamberlerin elinde gerçekleşen Allah’ın fiili olduğunu kabul etmişlerdir. İslam Filozofları ise mucizeyi kabul etmekle birlikte onlara göre peygamberler kendilerinde bulunan özel bir kudretle (kuvve-i zatîye) mucizeler gösterirler. Onlarda sadece kendilerinde bulunan özel fıtrî kudret ve özellikle varlıklar ve bu özel güçle tabiatta tasarrufta bulunarak istedikleri zaman mucize meydana getirirler. Materyalistler-Dehriyye, Allah’ın varlığını kabul edip peygamberlerin varlığını inkar eden Deistler, Pozitivistler gibi bazı çevreler tarafından mucizenin olabileceği kabul edilmemiştir; bu görüşlerine de tabiatta determinizm olduğu, sebep-sonuç arasında zorunlu bir ilişki bulunduğu gerekçe gösterilmiştir. Mucizeleri bu gibi çevreler tümden inkâr ederken bazıları da mucizeleri bir tür tabiat kanunu sayarak izah etmeye çalışmışlar ve dolaylı olarak inkara yeltenmişlerdir. Mesela Hz. Musa’nın denizi yarması olayını tam o zamana denk gelen bir med-cezir olayı ile açıklamak gibi. Mucizelerin inkar edilemeyeceği çeşitli açılardan ortaya konulmuştur. Şöyle ki Öncelikle Mucizeleri inkâr etmek, Allah’ın varlığını, Kur’ân’ın Allah Kelâm’ı olduğunu ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr etmek demektir. Halbuki bu hakikatler için bir çok delil varken; inkârcının elinde de inkârını haklı çıkaracak tek bir delil bulunmamaktadır. İkinci olarak Önceki peygamberlerin mucize göstermiş olduğu kutsal kitaplarda kaydedilmekte, Yahudi ve Hıristiyanlarca da kabul edilmektedir. O halde, benzer hâdiselerin bir başka peygamberde tekerrürü için bir engel yoktur. Bir peygamber için bir kere gerçekleşebilen olağanüstü bir olayın başka peygamberler için de gerçekleşmesi mümkündür. Üçüncü olarak Tabiatta cereyan eden sıradan-normal hadiseleri de olağanüstü hadiseler olan mucizeleri de yaratan Allah’tır. Tabiat kanunlarını yaratan Yüce Zat, diğer bazı özel kanunları olan mucizeleri de yaratarak yaratmadaki çeşitliliğini göstermiş olmaktadır. Çünkü O, “yaratmanın her türlüsünü en iyi bilendir.” Dördüncü olarak Kâinat ve içindekilerin hepsi, olup-olmama, olacaksa şu veya bu zaman, mekân ve şekilde olma ihtimali eşit olan bir imkânlar âlemidir. Bu imkanlar âleminde bize mucize olarak gelen nadirattan olan olaylar bulunduğuna göre bunlar da bu imkanlar âlemine dahildir. O halde mucizelerin varlığı mümkündür. Beşinci olarak Kâinatta, zaman gibi kuvvetler ve iradeler de izafîdir. Nasıl insanlar arasında kuvvet, zeka, irade vs. farklılıkları varsa, aynı şekilde, insanüstü ve insanaltı varlıklar arasında da kudret farklılığı vardır. Meselâ, cinlerin ve meleklerin kuvvet daireleri belirli sahalarda bizden çok geniş; karıncanın gücü de bizden çok aşağıdadır. 100 karıncanın bir araya gelip bir yılda yaptığı işi bir insan bir dakikada bozup yeniden yapabilir ve bu karıncalar için âdeta bir mucizedir. İşte bütün kudretlerin üstünde, kudreti için bir şeye, gücü yetip-yetmeme meselesi olmayan, dolayısıyla bu kudret karşısında zerre ile kürenin aynı olduğu Allah (cc) vardır. Ve Allah için olağanüstülük söz konusu olmadığından, o kullarının eliyle dilerse bir şeyi bize göre mucize olarak dilerse âdiyâttan bir iş olarak yaratır. Altıncı olarak Aklın iki türlü tecrübe sahası vardır. Birincisi, daha önce misli ya da benzeri geçmemiş, dolayısıyla kıyasa imkân bulunmayan hâdiseler sahasıdır. Bunlar, bazen tek ve münferid vakâ olarak kalır; bazen de misli ve örnekleri çoğalır gider. İnsanın ilk yaratılışı ile Hz. İsa’nın yaratılışı, bu sahanın birinci şıkkına örnektir; yani, bu annesiz-babasız yaratılış bir daha tekerrür etmemiş, dolayısıyla aklın kıyas imkanı kalmamıştır. İkincisi, kıyasa ve ilmin kanunlarına tâbi olan misli ve benzeri geçmiş vakıaların sahasıdır. Bu sahada alışagelen sebep ve kanunlar İlâhî icraata bir perde olarak göründüğünden, akıl daha çok bunlarla meşgul olur. Bu sebeple benzeri olmayan ilk yaratılışı –ki mucizeler böyledir.-, sırf münferid ve benzeri yok diye inkâra kalkışmak, en azından düşünce noktasında aklın sahasını daraltmak ve insanın haddini bilmemesi, dolayısıyla mantıklı hareket edeyim derken mantıksızlık sergilemektir. Yedinci olarak Allah Teala, bu âlemde sebepler ve kanunlar çerçevesinde hikmetle icraatta bulunagelmektedir. Böyle olmakla birlikte Yüce Allah, ne sebepler ve kanunlar dâhilinde icraatta bulunmak ne de mutlaka her işinde ‘hikmet’i gözetmek mecburiyetinde değildir. Allah için herhangi bir mecburiyet söz konusu olamaz. Bu yüzden hiç bir şeye mecbur olmadığını göstermek, akılların ve kalplerin sebep ve kanunlar ağına takılıp kalmasını önlemek, ihtiyâr ve irâdesini apaçık ortaya koymak, insanların dikkatini kendi Yüce Varlığına çevirtmek ve onları sınamak için Allah, zaman zaman peygamberlerinin elinde mucizeler yaratarak istisnai icraatta bulunması mümkündür. Mucize Çeşitleri Konusuna Göre Mucizeler Hissî Mûcizeler: Bu tür mucizelere kevnî veya maddî mucizeler de denilmektedir. Bunlar doğrudan duyulara hitap eden, tabiat kanunlarının normal seyrinin dışında ve üstünde meydana gelen mucizelerdir. Bu tür mucizeler Allah Teala’nın kendi koyduğu tabiat kurallarına istediği her an müdahale edebileceğini, onları geçici olarak değiştirebileceğini gösteren ilahî fiiller olup, sonuçları itibariyle inanmak isteyenlerin imanına, inkâr etmek isteyenlerin de inkârına vesile olurlar. Hissî mucizelerin diğer özellikleri ise şunlardır: hissî mucizeler peygamberin yaşadığı dönemdeki insanlara hitap eder. Belli zamanla (geçici bir süre) ve mekânla sınırlıdırlar. Sonraki nesillerin bunları tasdik edip inanması ancak sadık-doğru haberle mümkündür. Bunların bir kısmı insanların hidayetlerine bir kısmı ise helâklerine vesile olmuştur. Kur’an’daki geçmiş peygamberlerin kıssalarındaki mucizeler, bu tür mucizelerin en güzel örnekleridir. Mesela Hz. Salih’in kayanın içinden çıkan deve mucizesi (26/141-158); Hz. İbrahim’i içinde atıldığı halde ateşin yakmaması (21/67-70); Hz. Musa’nın ejderhaya dönüşen asa, ışıklı el mucizeleri (20/17-22) ve kızıldenizin asa ile yarılması; Hz. Musa’nın ve israiloğullarının geçip Firavun ve ordusunun boğulması mucizesi (26/61-66); israiloğullarına gökten hazır bıldırcın eti ve helva indirilmesi(2/57); Hz. İsa’nın Allah’ın izniyle çamurdan kuş yapıp üfleyince canlı bir kuş olması, ölüleri diriltmesi, anadan doğma körü iyileştirmesi mucizesi (5/110); havarilerinin isteğiyle gökten sofra indirmesi (5/114-115) ve Hz. Peygamber’in İsra ve miraç mucizesi (17/1) gibi bir çok mucize bu türe örnektir. Haberî Mûcizeler. Peygamberlerin herhangi bir yönteme veya melek aracılığıyla aldıkları vahiylere dayanarak verdikleri geçmiş, gelecek ve şimdiki durumla ve bilimsel metoda baş vurmaksızın doğrudan Allah'tan ilgili haberlerden oluşur. Hz. Îsa’nın insanlann evlerinde ne yediklerini ve ne sakladıklarını haber vermesi (5/110) şimdiki hale ait haberî mucize; Hz. Peygamber'in geçmiş peygamberlerle kavimleri arasında geçen olayları ve bu olaylarda cereyan eden konuşmaları ayrıntılı olarak bilip bunlan Ehl-i kitap âlimlerinin yanında anlatması geçmişe ait haberî mucizelere örnektir. Kur’an’da Bizanslılar'ın İranlıları savaşta mağlûp edeceklerinin bildirilmesi (30/1-4); hadislerde geçtiği üzere Resulullah’ın Bedir savaşında düşmanlardan kimlerin nerede öldürüleceklerini haber verip haber verdiği şekilde aynen geçekleşmesi; Kisrâ’nın saltanatının yıkılacağını; Islâm dininin doğuda ve batıda yayılacağını ve İstanbul’un fethedileceğini önceden haber verip bunların aynen gerçekleşmesi ise geleceğe ilişkin haberî mucizelerdir. Aklî Mûcizeler. Bu mucizelere manevî mucizeler veya bilgi mucizeleri de denilmektedir. Peygamberliğin doğruluğunu ispatlayan en güçlü ve etkili delil bu tür mucizelerdir. İnsanların özellikle akıl ve vicdanlarına hitap eden, onları düşünmeye ve gerçekleri kavramaya yönelten, bu şekilde peygamberliğin ve getirdiklerinin hak olduğunu ispatlayan en güçlü delillerdir. Bu mucizeler, hissi mucizeler gibi belli bir mekân ve zamana hitap etmez; aksine her asırdaki insanın akıl ve vicdanına hitap ederler. Peygamberlerde bulunan emanet, dürüstlük, doğru sözlülük, ihlas, cesaret, merhamet, azimli olma gibi üstün kişilik özellikleri; temiz ve asil bir soydan gelmeleri; bedensel ve aklî her hangi bir özüre, insanları tiksindirecek kalıcı hastalık ve noksanlıklara sahip olmamaları; mesajlarının akıl ve vicdana uygunluğu; peygamberlikten önceki hayatlarında nübüvvetle ilgili araştırma yapmamış olmaları gibi özellikler aklî mucizelere örnektir. Fonksiyonlarına Göre Mucizeler Hidayet Mucizeleri: Bunlara irşad mucizeleri de denilmektedir. Bu tür mucizeler inkârcıların huzurunda onlara meydan okuyarak (tehaddî) yapılan ve onları acze düşürecek şekilde meydana gelen hissî mucizelerdir. Bu mucizeler, kelâm kaynaklarında ileri sürülen mucizenin bütün şartlarına sahiptirler. Bu tür mucizeler, doğruları kabule meyilli, önyargıdan uzak, sağduyu sahibi akl-ı selim kişilerin kanaatlerinin oluşmasında müspet tesir ederek onların iman etmelerine vesile olurlar. Ayrıca bu mucizelere inanmayanlar hemen helak edilmez ve konu üzerinde düşünüp karar vermeleri için mühlet verilir. Hz. Salih’in kayanın içinden çıkardığı deve mucizesi (7/73; 11/64; 26/155); Hz. Mûsâ'nın asasının ejderhaya dönüşerek sihirbazların sihirlerini yutmaları sonucu sihirbazların Kur’an-ı Kerîm mucizesi bu tür mûcizelerdendir. iman etmesi ( 7/116-122); Peygamber Efendimizin (sav) Nusret ve İkram Mucizeleri: Bunlar, müminlerin huzurunda onlardan gelen bir talep olsun veya olmasın gerçekleşen, onların maddî ihtiyaçlarını karşılayan, imanlarını ve hayatın zorluklarına karşı dirençlerini kuvvetlendiren, belli bir zaman ve mekânla sınırlı hissî mucizelerdir. Bunlar aynı zamanda müminlerin kuvve-i manevilerini güçlendiren, iman ve itminanlarını artıran Allah’ın ikram ve ihsanlarıdır. Bu açıdan onlar Allah’ın müminlere sırf ilahî lütuf ve ikramdır. Olağanüstü olmaları açısından mucize özelliğinde olmakla birlikte mucize gösterme iddiası ve bir meydan okuma özelliğine sahip olmaları şartı yoktur. Hz. Musa’ya inanan israiloğullarına gökten hazır bıldırcın eti ve helva indirilmesi; Musa’nın asasını vurup taşlardan her gruba bir tane olmak üzere oniki pınardan su fışkırması; sıcaktan bunaldıklarında gökten kendilerini gölgeleyen bulutun gelmesi mucizeleri (2/57, 60; 7/160); Hz. İsa’nın havarilerine gökten yemeklerde donatılmış hazır sofra gönderilmesi (5/112-115)bu tür mucizelerdendir. Keza Sevgili Peygamberimiz’e ve müminlere Bedir savaşında binlerce meleklerin yardıma gelmesi, aniden yağmur yağması ve müminlerin kalbinde korkunun kaldırılıp huzur ve güvenin yerleştirilmesi (3/123-128; 8/9-11) mucizeleri Kur’anda zikredilen bu tür bazı nusret mucizeleridir. Keza Hz. Peygamber’in Hudeybiye günü elini bir kırba suyun içine sokup dua ederek birkaç avuç suyun çoğalarak orada bulunan bin beş yüz sahabeye yetmesi; Hendek savaşı sırasında bir sofralık az bir yemeğin Efendimiz’in duasıyla çoğalarak orada bulunan bin kadar kişinin yemekten yiyip doyması da böyledir. Helak Mucizeleri: Bunlar, mucizelere şahit olmalarına rağmen inanmayan veya peygamberlerini hafife alıp ona inanmadıklarını göstermek için “madem peygamber olduğunu söylüyorsun ve inanmazsak helak olabileceğimizi iddia ediyorsun, öyleyse bizi helak edecek bir mucize yap.” diyerek kendilerinin helak olmasına sebep olacak bir mucize talebinde bulunmaları üzerine gerçekleşen helak edici hissi mucizelerdir. Hz. Nûh'un kavmini yok eden Tûfan mûcizesi, Hz. Sâlih'in kavmi Semûd'u, Hz. Hüd'un kavmi Âd'ı, Hz. Şuayb'ın kavmi Medyen halkını helak eden Korkunç Gürültü-çığlık mûcizesi, Hz. Lût'un kavmini yok eden Zelzele ve Taşyağmuru mûcizesi, Hz. Mûsâya karşı direnen Firavun ve ordusunu boğan Denizin yanlması mûcizesi bu tür helâk mûcizelerine örnektir. DİĞER OLAĞANÜSTÜ HALLER Dinî İçerikli Olağanüstü Haller İrhâsât: Kelime olarak “duvar, bina gibi her hangi bir şeyi sağlam yapmak” demek olan Arapça “erhasa” fiilinden türetilmiştir. Çoğulu İrhasâttır. Istılah olarak irhas, Peygamber olacak şahsın peygamberlikten önce peygamber olacağına işaret eden olağanüstü olaylara denir. Hz. İsa'nın beşikte iken konuşması (19/29-33) ve Hz. Muhammed'e risaletten önce bazı ağaçların ve taşların selam vermesi gibi hadiseler "irhâs"tır. Keramet: Kelime olarak keramet “şeref, değer, azizlik, kerem, bağış, ihsan” demektir. Çoğulu kerâmâttır. Terim olarak keramet, salih müminlerin elinde peygamberlik iddiası ve kâfire karşı meydan okuma olmaksızın Allah’ın lütfuyla meydana gelen harikulade olaylardır. Bir velînin kerameti, kendisine tabi olduğu peygamberinin mucizesi olarak kabul edilmiştir Çünkü o mümin veli, kendi peygamberine uymak suretiyle o şerefli mertebeye yükselmiştir. Olağanüstülük açısından mucize ile keramet aralarında fark yoktur. Fark, mucizenin peygamberde, kerametin velide meydana gelmesi; ayrıca mucizede peygamberlik iddiası var, keramette yoktur. Ehl-i Sünnet evliyanın kerametini aklen caiz-mümkün, dinen fiilen sabit görürken, Mu'tezile'nin çoğu caiz görmemiştir. Mu'tezile'nin velilerin kerametini inkâr etmeleri; harika olayların Allah'ın fiili olup, kulların fiillerinden olmaması, kuların fiilerinin ise alışılmış işlerden ibaret olması fikir ve düşüncesinden ileri gelmektedir. Me'ûnet: Meûnet, kelime olarak “yardım etmek, imdada yetişmek” demektir. Allah Teala’nın bir lütuf ve ihsanı olarak veli olmayan bir müminde, onun irade ve kasdı olmaksızın harika bir olayı yaratarak o mümine yardım ve ihsanda bulunmasıdır. Mesela darda kaldığı zamanda kendisini bu sıkıntıdan çok ilginç bir şekilde kurtarması veya bir ihtiyacını ummadığı zaman ve şekilde karşılaması meûnete örnektir. İstidrâc: Kelime olarak “bir işte aşama aşama, ağır ağır ilerleme” anlamına gelen Arapça“daraca” fiilinden türetilmiştir. Buradan hareketle istidraç kelime olarak “değeri, hakkı olmadığı halde talihi yaver gidip işleri düzgün gitme, şerde muvaffak olma” demektir. Terim olarak ise istidraç, kâfir ve günahkâr kişilerden arzu ve isteklerine uygun olarak meydana gelen olağanüstü olaydır. İhanet: Kâfir ve günahkâr kişilerden, arzu ve isteklerinin zıddına olarak meydana gelen olağanüstü haldir. Meselâ peygamberlik iddiasında bulunan yalancılardan Müseylimetü'l- Kezzâbın (ö.12/633) tek gözü kör olan bir adama, gözü iyi olsun diye dua ettiğinde tam tersine adamın gören gözünün de kör olması bu çeşit harika olaylardandır. Dinî İçerikli Olmayan Harikalar Sihir: Belli teknik ve metodlar kullanılarak her insanın yapamayacağı bazı ilginç ve harika olayların sihirbaz denilen kişiler tarafından yapılmasıdır. Olağanüstü olmakla birlikte sihir ile mucize arasında farklar bulunmaktadır. Bunlar: (a) Mu'cize, ilâhî bir fiildir. Sihir ise sihirbazın fiilidir. (b) Sihir, bir takım teknik ve metotlar kullanılarak yapılabilen bir harika olup bu yüzden tabiî ve ruhî sebeplerin sonucudur; bir tür gizemli ilimdir. Sihir ve her ilmin normal bir takım öğrenme yolları, uygulama teknik ve usülleri olduğu için o teknik ve sebepleri öğrenip uygulayan herkesin elinde tabiî olarak Allah sihir denilen o şeyi yaratır ve o kimse o işi başarmış olur. Sebeplerine sarılarak elde edilen bir olduğu için sihir mümkinâttan olup, hârikalardan değildir. Mucizelerde ise her hangi bir metot ve teknik kullanılmaz. (c) Mu'cize, peygamberlerin elinde yaratılan, inkarcıların muhalefetlerini önlemek ve peygamberleri teyid etmek amacını taşır. Sihirbazların böyle bir maksadı yoktur. Sihirbazlar, kendilerinin ahlâk öğreticileri olduklarını ileri sürmez ve ilâhî bir din yaydıklarını söylemezler. Peygamberler ise insanları daima hayra çağırmışlar, onları ahlâk yönünden yükseltmeye gayret göstermiş, kötülüklerle savaşmışlardır. (d) Mucizeyi tasdîk etmek şart olduğu halde, sihrin tasdîk olunmasına gerek yoktur. DEĞERLENDİRME SORULARI. 1. Hz. Muhammed’in son peygamber olduğu nasıl bilinir? 2. Önceki Kutsal Kitaplarda Hz. Muhammed’den bahsedilmekte midir? Nasıl? 3. Bir Kelam terimi olan mucize yerine ne gibi kavramlar kullanılmıştır? 4. Mucizenin şartları nelerdir? 5. Mucize tanımının tüm özelliklerine sahip olan mucize çeşitl/çeşitleri hangisidir? 8. Hafta İLAHÎ KİTAP KAVRAMI. İLAHÎ KİTAPLARIN GEREKLİĞİ VE KİTAPLARA İMAN. Kelime olarak “yazmak ve yazılı belge” anlamına gelen Kitap kavramı; terim olarak “Yüce Allah’ın insanlara yol göstermek üzere peygamberine vahyettiği ilahî hakikatleri ihtiva eden yazılı ilahî belgelere” denir. Kitap, kelimesinin çoğulu “Kütüb”dür. İlahî Kitaplara, Allah tarafından müteal bir âlemden indirildikleri için "Kütüb-ü münzele" ; Allah Teala’ın azametine işaret eden yönü ve metafizik âleme işaret etmesi açısından “Semavî Kitaplar”; lafız-söz ve içerik olarak aıl itibariyle onlarda hiçbir beşer katkısının bulunmamasından dolayı da “İlahî Kitaplar” denmiştir. Yahudi ve Hıristiyanlara ilâhî kitap olarak Tevrat ve İncil verildiğinden onlara da “Ehl-i Kitap” denilmiştir. “Kitap” kelimesi Kur’an’da üç anlamda kullanılmıştır: Başta bizzat kendisi için; ikinci olarak diğer ilahî kitaplar için; üçüncü olarak da ahirette hesap esnasında her insanın dünyada yaptıklarını içeren belge olan “amel defteri” için de “Kitap” denmiştir, (İsra, 17/14). İlâhî suhuf-kitaplar, Allah Teala’nın ilim, irade, kudret, tekvin gibi bir çok sıfatının yanı sıra doğrudan O’nun kelâm sıfatı ve “mütekellim” ismi ile ilgilidir ve bunların tezahürleridir. Onlar, Allah’ın ezelî ilminden iradesiyle dilediği kadarını kelam sıfatının tezahürü olarak Peygamberlerine vahiy yoluyla bildirdiği mesajının ortaya çıkmış şeklidir. KUTSAL KİTAPLAR Allah kelâmı olmaları bakımından kutsal kitaplar arasında hiçbir fark yoktur. Böyle olmakla birlikte şu gibi hususlarda aralarında fark vardır: i) kendilerine gönderilen peygamber ve ümmetleri; ii) içerdikleri hakikatler; iii) üslup zenginliği ve hacim açılarından birbirlerinden farklıdırlar. Özellikle bir kısmı az hacimli, küçük, sayfalar ve risaleler halinde; diğerleri ise büyük hacimde ve bir kîtap şeklindedir. Mevcudiyetleri açısından Allah tarafından indirilmiş vahiyler olan ilahî metinler, üç kısımda incelenebilir. (1) Tamamen kaybolmuş, hiçbir eseri kalmamış olan ilahî metinler. İlahî suhuf/sayfalar, böyledir. (2) Çeşitli şekillerde bozulup değiştirilmiş olarak günümüze kadar gelebilen, elde mevcut metinlerdir. Bunlar tahrif ve tebdil edildikleri için ilahî metinler-kitaplar olmaktan çıkmıştır. Bugünkü Tevrat, Zebur ve İncil, metinlerin böyledir. (3) Allah Teala’nın vahyettiği şekilde orijinal olarak günümüze dek gelebilen ilahî metinlerdir. Bu da Kur’an-ı Kerîm’dir. İLAHÎ SAHİFELER (SUHUF-U İLÂHİYYE). Suhuf, Arapça “sahîfe” kelimesinin çoğuludur. Sahife’nin diğer bir çoğulu da “Sahâif” tir. Türkçede üzerinde yazı bulunan parçalar, özelliklede de “yazılı kâğıt parçaları” anlamında “sayfa, varak, yaprak” demektir. Böylece kelime olarak suhuf “sayfalar, yazılı kâğıt parçalan" demektir. Terim olarak ise erken dönemlerde çeşitli topluluklara gönderilen peygamberlere verilen Allah kelamı vahiy hakikatlerini içeren birkaç sayfadan veya parçadan oluşmuş risale, kitapçık, tablet ve levhalara suhuf denilmiştir. Kur'an-ı Kerîm’e suhuf kelimesi birisi, kelime anlamı olarak “amel defteri” manasında; diğeri terim anlamında olmak üzere iki şekilde geçmektedir. Amel defterlerine “açılmış sayfalar-Suhuf-u Müneşşere, kıymetli sayfalar-Suhuf-u Mükerreme ve temizlenmiş sayfalar-Suhuf-u Mutahhare“denilmektedir. (bk. 74/52; 81/10; 80/13-14; 98/2-3) Ayrıca Kur’an-ı Kerim’e de sayfalar halinde kayda geçirildiği için “suhuf” denilmiştir. (80/13; 98/2) Ancak suhuf tabiriyle, büyük İlahî Kitapların dışında kalan ve Allah tarafından bazı peygamberlere indirilen küçük risâle veya tabletler kastedilmektedir. Terim anlamında ilahî Sayfalar-suhufların varlığı, ayet, hadislerle sabitdinî ve tarihî bir hakikattir. Kur'an-ı Kerim'de "Suhuf-u Ûla-ilk sahifeler" olduğu bildirilmiş Hadislerde gelince hadislerde suhuf-sayfalar hakkında bilgi verilmişse de bu bilgiler oldukça sınırlıdır. Mesela bir rivayette Hz. İbrahim’e verilen suhufun ramazan ayının ilk gecesinde nazil olduğu bildirilmiştir.2 Bunun ötesinde bazı rivayetlerde Hz. Âdem'e ve Hz. İbrahim’e on; Hz. Şît'e elli; Hz, İdris'e otuz suhuf verildiği kaydedilmektedir. Ayrıca Ebû Zer'den (v. 32/652) rivayet edilen bir hâdise göre ise, sahifelerin toplam sayısının yüz olduğu; bunlar ellisi Hz. Şît’e; otuzu Hz. İdris'e; onu Hz. İbrahim’e, on sayfası da Tevrat’tan evvel Hz. Musa'ya verilmiştir.3 Bu iki rivayet arasında fark bulunmaktadır. ilkinde Hz. Adem’e on sayfa zikredilmişken ikincisinde Hz. Adem yok, bunun yerine Hz. Musa’ya Tevrat’tan önce verilen on sayfa vardır. Bu itibarla yüz sahifeden ellisi Şit’e, otuzu İdris’e, onu İbrahim’e verilmiştir. Geriye kalan on sahifenin Adem veya Musa peygambere verildiği hakkındaki iki hadis rivayet bakımından ihtilaflıdır. Peygamberlere verilen suhuftan hiçbiri zamanımıza ulaşamadığından muhtevalan bilinmemektedir. Bununla birlikte Kur'an’ın beyanlarından anlaşıldığı kadarıyla suhuf Allah'ın varlığı-birliği, sıfatlan, peygamberlik, kader, âhiret gibi akaid meselelerinin yanı sıra ibadet, muâmelât ve ahlâka ilişkin bilgileri içermesi muhtemeldir. (Yazır, a.g.e., VII, 5768-5769) Hiç kuşkusuz ilâhî bir dinin içerdiği bütün ilke, hüküm ve kurallarını kapsamakta olması açısından son ilâhî kitap olan Kur'ân-ı Kerîmin ilahî sayfalarısuhufu ilahiye’yi de kapsadığını söylemek gerekir. Suhufların özellikleri: insanlığın ilk dönemlerindeki bir kısmının adları belli olmayan peygamberlere gönderilmiş olması; tabletler, levhalar ve çeşitli malzemeler üzerinde yazılmış olması; birkaç sahifeden ibaret olmaları; çeşitli sebeplerden dolayı bugün mevcut olmamasıdır. Onlardaki tafsilatı bilme imkânı olmadığı için yapılması gereken icmali iman ile Allah’ın bazı peygamberlere suhuf gönderdiği gerçeği ile bunların asıllarına inanmaktır. İLAHÎ KİTAPLAR TEVRAT Tevrat, İbranîce bir kelime olup, sözlükte, “kanun, şeriat ve öğreti” anlamlarına gelir. Hz. Musa'ya indirilmiştir. Bugün bozulmamış bir nüshası bulunmayan Tevrat’a, Ahd-i.Atîk veya Ahd-i Kadîm-Eski Ahid de denmektedir. Tevrat'ın aslının Allah’ın Hz. Musa’ya bir defada göndermiş olduğu Allah kelâmını içeren ilahî kitap olduğuna inanmak farz, inkârı küfürdür. Çünkü Tevrat’ın Musa’ya gönderilen Allah kelamı olduğu ayetlerle sabittir. Kur'an-ı Kerîm'in 16 ayetinde Tevrat kelimesi geçmektedir. Cenab-ı Hak, Tevrat ve İncil'in Hz. İbrahim'den sonra (3/65); Kur'an-ı Kerim'den önce indirildiğini (3/3); Tevrat'ta bir hidayet ve nur bulunduğunu (5/44); Hz. İsa'ya yazı, hikmet, Tevrat ve İncil'in öğretildiğini (3/48); Tevrat'ı tasdik edici olarak İncil'i (5/46) ve Kur’an’ı, gönderdiğini (3/50; 5/110; 61/6); bunun için Tevrat, İncil ve Kur'an'ın dosdoğru tutulması gerektiğini (5/66-68) beyan buyurmuştur. Kur'an'da Tevrat’ın bazı özellik ve içeriğinden bahsedilmiştir. Mesela Tevrat’ın Hz. Musa’ya ve Harun’a verildiği (21/48); insanları hidayete sevk eden, hakkı batıldan ayıran bir Furkan (2/53); bir nur, bir zikir ve bir hidayet kaynağı (6/91; 21/48); İsrâiloğullan'na miras olarak bırakıldığı bildirilmiştir, (40/53). Keza Tevrat’ta ümmî bir peygamberin geleceği yazılı olduğu halde Yahudilerin bunu gizleyerek veya metninden çıkartıp yerine başka şeyler yazarak onu tahrif ettikleri Kur’an’da özellikle bildirilmiştir. Kur'an'ın bu beyanı modern araştırmalar ve bazı Yahudilerce de kabul edilmektedir. Bugün Yahudilerce muteber sayılan ve Âhd-i Atik'in ilk bölümünü oluşturan Tevrat, vahiy mahsulü olmadığı gibi beşerî bir kitap olarak bile değişikliğe maruz kalmış; uzun süre şifahî olarak nakledilmiş, bugün nispet edildiği şahıslar tarafından değil, başka kişilerce yazılmıştır. Müfessirler Ehl-i Kitabın, Tevrat sözü ile Hz. Musa'nın yazdığı söylenen Tevrat'ın ilk beş kitabını kastettiklerini; Hıristiyanların ise Tevrat kelimesini Ahd-i Atik adı verilen kitapların hepsi için kullandıklarını; Hz. Musa kavminin Tevrat'ı muhafaza edemediklerini özellikle vurgulamışlardır. Bugün Yahudilerce muteber kabul edilen en eski metnin nüshası 820-850 yıllarında milâttan önce mevcut olan metinden istinsah edilmiştir. Ahd-i Atik'te belirtildiğine göre Hz. Mûsâ'nın ahit sandığına koymak üzere Kohenler'e teslim ettiği Tevrat kaybolmuş, Hz. Süleyman zamanında açılan sandıktan iki taş levhadan başka bir şey çıkmamıştır. Rabbanî kaynaklara göre de Tevrat ilâhî unsurlar ihtiva etmekle birlikte aslî yapısını koruyamamış; devamlı değişikliğe uğrayaraktedrici olarak oluşmuştur. Türkiye'de bu orijinal adıyla bilindiği gibi, Ahd-i Atik adıyla da tanınır. Bugün bütün dünyada “Kitab-ı Mukaddes” adıyla yayınlanan külliyat, Yahudilik ve Hıristiyanlığın bütün kitaplarını bir arada sunmaktadır. Bugün Tevrat'ın, Yahudîler ve Protestanların benimsedikleri İbranîce nüsha; Katolikler ve Ortodoksların benimsedikleri Yunanca nüsha ve Sâmirîlerin kabul ettikleri Sâmirîce nüsha olmak üzere üç meşhur nüshası bulunmaktadır. Bu nüshaların gerek aralarında gerekse kendi içlerinde pek çok çelişkileri bulunmaktadır. Aslında Tevrat, tüm metinleri içine alan Tevrat Kitabı; bir de bu Tevrat kitabının içindeki özel bir bölüm olan Tevrat bölümünü içermektedir. Yani Tevrat, hem tüm metinleri içine alan Kitab’ın ismi hem de bu Kitap içindeki özel bir bölümün ismidir. Dinler tarihçileri toplam 39 kitabı içeren Tevrat'ı, Birinci bölüm, Tevrat (Kanun Kitabı-bölümü); ikinci bölüm Nebiim (Nebiler Kitabıbölümü); üçüncü bölüm, Ketûbim (Yazılar Kitabı-bölümü) olarak üç bölüme ayırmaktadırlar. Tevrat bölümü, Hz. Musa'nın ilk beş kitabını ihtiva eder. İslâm âlimlerine göre Allah tarafından Hz. Musa'ya verilen asıl Tevrat budur. Bu Tevrat, ilk beş babdan, yani Tekvin, Huruç-Çıkış, Levlililer, Sayılar ve Tesniye'den meydana gelmektedir. Nebiim bölümü, Altıncı kısım olan (Yeşu)'dan başlar, yirmi ikinci kısım (Neşidelerin Neşidesi)'ne kadar devam eder. Ketubim Bölümü, yirmi üçüncü kısım olan İşaya'dan başlar, otuz dokuzuncu yani son kısım olan Malaki ile sona erer. Mevcut Tevrat’a onun tahrif edildiğine delalet eden bir çok çelişkiler ve ifadeler bulunmaktadır. a) Tevrat’ta Tanrı’yı mahlûklara benzeten teşbih ifâdeleri, (antropopatizm) bulunmaktadır. b)Yine Tevrat’ta Allah’ın azamet ve kutsiyetine yakışmayan ifadeler, acizlik nispet eden sözler bulunmaktadır. c) Tevrat’ta birbiriyle çelişik bir çok ifadelerin varlığı da onun değiştirilip ve tahrif edildiğini gösteren başka bir husustur. d) Tevrat’ta peygamberlerin zorunlu sıfatlarından olan ismet ve sıdklarıyla bir arada düşünülmesi mümkün olmayan ifadeler yer almaktadır. ZEBUR Zebur, kelime olarak "yazılı kitap" demektir. Terim olarak ise Hz. Dâvûd’a verilmiş ilâhî kitaptır. Büyük bilgin Zeccac ise Zebur'un "Hikmetli kitap" manasına geldiğini ve "Zebûr" kelimesinin "menetmek" manasına gelen "Zebr" kökünden türediğini açıklamıştır. Bu Kitab’a da halkın zararına olan hususları meneden şeyleri bildirdiği için Zebûr denilmiştir. Hz. Dâvûd, Hz. Mûsâ'dan sonra gelen bir peygamberdir. Zebur’un Hz. Davud’a verildiği ayetle sabit olduğu için her ne kadar orijinal haliyle elde mevcut olmamasına rağmen onun Allah kelamı olduğuna iman etmek farzdır. Kur'ân-ı Kerîm'de "Dâvûd'a da Zebûr’u verdik.” (17/55; krş. 4/163;) buyrulmuş;“Andolsun, Tevrat'tan sonra Zebur'da da yazmışızdır ki, arza ancak salih kullarım mirasçı olur." (21/105) denilmiş; ve Zebur'un Tevrat'tan sonra nâzil olduğu, yeryüzüne ancak salihkişilerin mirasçı olacakları bildirilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s) de ehl-i kitaptan bir fırkanın Zebur okuduklarını beyan buyurmuşlardır. Zebur ilâhî kitapların en küçüğü olup, yeni dinî hükümler getirmemiştir. Zebur'un İbranice asıl metni manzumdur. Zebur, doğruluğu terkeden, ahlâkî kaideleri tanımayan, kötülük ve günah içinde yüzen Yahudi kavmine Allah olarak Yahudilerin, "Tevrat'tan sonra kitap gelmeyecektir" yolundaki iddiaları Zebur'un Hz. yolunu göstermek için nâzil olmuştur. Bütün bunlardan ayrı Davud'a verilmesiyle nakzedilmiştir. Bugün tahrif edilmiş haliyle mevcut olan Zebur, ilahî metinler mecmuası şeklinde olan Kitab-ı Mukaddes içinde “Mezmurlar” adıyla Eski Ahid'de yer almaktadır. Bugün yeryüzünde Zebur'a tâbi bir millet bulunmamakla beraber, gerek Yahudiler, gerek Hıristiyanlar ibadet ve ayinlerinde dua niyetiyle Zebur'dan-Mezmurlardan parçalar okumaktadırlar. İNCİL. İncil, kelime olarak “müjde, talim ve öğreti” anlamına gelir. Yunanca "Evangelion"; “iyi haber, müjde” demektir. İncil kelimesi, esas itibariyle Hz. İsa'nın hayatını, mucize ve faaliyetlerini, söylediği hikmetli sözleri, tebliğ etmiş olduğu şeriat hakkındaki hakikatleri anlatmak için kullanılmıştır. Terim olarak İncil, Allah tarafından İsrail oğullarına iletmek üzere Hz. İsa verilmiş olan Allah kelamıdır. Elde tahrif edilmiş şekliyle mevcut olan bugünkü İncil’e Ahd-i Cedîd-Yeni Ahid de denir. İncil’in Isrâiloğullarına peygamber olarak gönderilmiş olan Hz. İsa’ya verildiği bir çok ayetle sabit dinî bir hakikat ve tarihî bir gerçektir. Kur'ân'da "Kendinden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak peygamberlerin izleri üzerine, Meryem oğlu İsa'yı arkalarından gönderdik. Ve Ona, içinde doğruya rehberlik ve nur bulunmak, önündeki Tevratı tasdik etmek, sakınanlara bir hidayet ve öğüt olmak üzere İncil'i verdik." (5/46) buyrulmaktadır. İncil’in İsa’ya (a.s) verildiği ayetlerle sabit olduğu için İncil'e, Allah’dan İsa'ya indirildiği orijinal şekliyle inanmak, kitaplara imanın gereklerindendir. Ancak bugün Tevrat ve Zebûr gibi İncil’in de aslı mevcut değildir. İncil’de insanların Allah'ın birliğine ve Hz. İsa’nın peygamberliğine iman etmeye davet edildiği halde daha sonra Hıristiyanlar tarafından tahrif edildiği, tevhid akidesi yerine teslîs inancı konulduğu; Hz. İsâ'nın beşer peygamber olduğu gerçeği de onun cisme bürünmüş (bedenlenmiş) bir tanrı olduğu inancı ile değiştirilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm bu inançların aılsız-geçersiz olduğunu beyan etmiştir. (bk. 5/13-14, 75, 116-118) İncil, Hz. İsa'nın sağlığında yazılı kitap hâline getirilmemiştir. En erken yazılan İncil, İsa'dan sonra70'li yıllarda kaleme alınmıştır. Dolayısıyla Hz. İsa'nın tebliğ ettiği hakikatler anında kaydedilememiş, sonradan yazılan İncillere insan sözü karışmış ve böylece kitabın aslı tahrife uğramıştır. İncil’e Ahd-i Cedîd de denilmektedir. Bu isimlendirme milâttan sonra II. asrın sonlarına doğru ortaya çıkmıştır. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde Ahd-i Cedid, İncil ve Havarîler bölümüne ayrılırken daha sonra üç kısma ayrılmıştır. Bunlar, a) Tarihî Kitaplar: Dört İncil ve Resullerin İşleri. b) Tâlimî Kitaplar: Pavlos'un Mektupları ile Katolik Mektupları c) Peygamberlik: Yuhanna vahyi. Miladî II. asrın ilk yarısına kadar bir tane İncil'den söz edildiği halde, daha sonra birbirini tutmayan neredeyse her gruba ait yüzlerce İncil nüshaları ortaya çıkmış ve Hıristiyan âleminde büyük ihtilâflar meydana gelmiştir. Bunun üzerine Bizans İmparatoru Konstantin milâdî 325 tarihinde, İznik’te Hıristiyan inançlarını tespit için bir ruhanî meclis toplamış (İznik Konsili) ve bu mecliste bugünkü dört İncil kabul olunarak hepsine birden Ahd-i Cedîd adı verilmiştir. Dolayısıyla bugün Ahd-i Cedid, denilince bu dört İncil anlaşılmaktadır. Suriye'li Hıristiyanlar Matta; Yunanistan'dakiler Luka; Roma'dakiler Markos İncili'ni kullanmışlardır. Yuhanna Incili ile bu sayı dörde çıkmaktadır. Hıristiyanlar kilise tarafından kabul edilen bu dört İncil'in Hz. İsâ döneminde yazılmadığı gerçeğini itiraf etmektedirler. Şu gibi hususlar İncillerin orijinal olmadığının delillerinden bazılarıdır: a) Tanrı'yı insana indirgemek ve insanı da ilahlaştırmak suretiyle akla ve vahye aykırı inançlar içermesi; b) Hz. İsa Ârâmîce konuştuğu halde mevcut bütün İncillerin Grekçe yazılması; c) Hz. İsa dönemine ait yazma nüshalarının bulunamaması; d) başlangıçta bir tane İncil'in varlığından söz edilirken sonradan bunların çoğalıp Ahd-i Cedîd metinlerinin oluşması gibi. Bütün bunlara rağmen Allah Teala’nın Hz. İsa’ya İncil adlı ilahî bir kitap verdiğine icmali olarak iman etmek; eldeki İncillerin çoğunluğu itibariyle vahiy ürünü ilahî kelam olmadığına inanmak gerekir. Barnaba İncili: Günümüzde Ahd-i Cedid’i oluşturan dört İncil olan Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncillerinden başka bir de Barnaba İncili bulunmaktadır. İncillerin aslına en yakın olanı Barnaba İncili’dir. Barnaba (Barnabas) da Hz. İsa'nın havarîlerinden olup, Markos'un amcaoğludur. Bu İncil’in orijinal nüshası Viyana Kütüphanesi'nde bulunmaktadır ve Barnaba İncil’inin bir özelliği, Kur'ân'a çok yakın olması ve Peygamberimizin geleceğini müjdelemesidir. Hz. İsa'nın üç yıl gibi kısa bir sürede peygamberlik tebliğini yaymaya çalıştığı sırada Barnaba zamanının büyük bir kısmını onun yakın takipçisi olarak geçirmiştir. Hz. İsa'dan öğrendiklerini ve duyduklarını bir kitapta toplamış ve bu kitaba adına izafeten "Barnaba İncili" denilmiştir. Ancak kitabını ne zaman yazdığı kesin olarak bilinememektedir. Barnaba İncili m.s. 325'e kadar İskenderiyye kiliselerinde kabul edilmiştir. İsa'nın doğumundan sonraki birinci ve ikinci asırlarda, Tevhidi desteklemiş olan İraneus'un (M.S. 120-200) yazılarında elden ele dolaşmıştır. M.S 325'te meşhur İznik Konsülü toplandığında Teslis akîdesi, Pavlus Hıristiyanlığının resmi doktrini olarak ilân edilip Kilisenin resmi İncilleri olarak Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri seçilince Barnaba İncili de dahil olmak üzere diğer tüm İnciller'in okunması ve elde bulundurulması yasaklanmıştır. Bu yasaklanan İncillere “Apokrifa İnciller-halktan gizlenmiş" İnciller denilmiştir. Papa'nın, M.S. 383'te Barnaba İncili'nin bir kopyasını ele geçirdiği ve kendi özel kütüphanesinde sakladığı da bilinmektedir. Barnaba İncil’ini diğer İncillerden ayıran çok önemli özellikleri vardır. Buna göre (1) Barnaba İncili, Hz. İsa'nın ilâh veya Allah'ın oğlu olduğunu kabul etmez. (2) Hz. İbrahim'in kurban olarak takdim ettiği oğlu Tevrat'ta belirtildiği ve Hıristiyan inançlarında anlatıldığı gibi İshak değil, Hz. İsmâil’dir. (3) Beklenen Mesih Hz. İsa değil, Hz. Muhammed'dir. (4) Hz. İsa çarmıha gerilmemiş, Yahuda İskariyoth adında biri ona benzetilmiştir. KUR'ÂN-I KERÎM Kur’an kelime olarak “okumak; toplamak, bir araya getirmek, cem etmek” anlamına gelen“karae” den gelmektedir. Okumak anlamı alındığında Kur’an, ism-i meful olarak “okunan şey” demektir. Cem etmek anlamı alındığında ise ism-i fail olarak “ayetleri cem eden, bir araya toplayan.” demek olur. Terim olarak ise Kur’an, “Allah tarafından tüm mükellef canlılara gönderilen Hz. Muhammed’e Arapça olarak vahyedilen, günümüze kadar orijinal haliyle Mushaflarda yazılı olarak gelen, okunmasıyla ibadet edilen, cin ve insanların benzerini yapmaktan aciz kaldığı son ilâhî kelâmdır.” Kur’an-ı Kerim, toplam yüz on dört sûredir; Fatiha sûresi ile başlayıp Nâs sûresi ile son bulmuştur. Kur'an surelerinin bir kısmı Mekke'de indirildiğinden "Mekkî", bazıları Medine'de indirildiğinden "Medenî" diye nitelendirilmiş ve yirmi iki küsur yılda tamamlanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm'in, bizzat Kur’an’da yer alan sayısı elliyi geçkin başka isim ve sıfatlan da bulunmaktadır. Bunların en meşhurları, Kitab, Furkân (hak ile bâtılı ayıran), Tenzîl (Allah katından indirilmiş), Tezkire (öğüt), Zikir (Allah'ın zikri olan kitap), Hakk (gerçek), Nûr, Kelâmullah, Hablullah (Allah'in ipi), Hakîm, Hüdâ, gibi isim ve sıfatlardır. Bunlar içinden Furkan, Zikir ve Nur, isim ve sıfatları hem Kur’an hem de Tevrat ve İncil için de kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm, genel olarak kendinden önceki kitapları tasdik etmiş, fakat onların koymuş olduğu bazı hükümleri ortadan kaldırarak yeni hükümler koymuştur. Kur’an’a iman şu esasları içerir: (a) Kur'an’ın Arapça lafzı ve manasıyla Cebrail vasıtasıyla tüm mükelleflere tebliğ edilmek üzere Hz. Muhammed’e gönderilmiş son Allah kelâmı olduğunu bilip inanmak. (b) Lafzı ve mânasıyla mûcize olup benzerinin meydana getirilmesinin imkânsız olduğunu bilip inanmak. (c) Kur’an’ın son ilahî Kitap olduğuna; geçmiş ilâhî kitaplann asıllarını tasdik edip şerî hükümlerini kaldırmış olduğuna inanmak. (d) Kur’an’ın orijinal şekliyle günümüze dek gelmiş olduğuna inanmak. (e) Kur'an'ın tamamına ve her bir ayetinin doğru olduğuna inanmak. Kur'ân'ın Nüzûlü (İndirilmesi) Kur'ân-ı Kerîm, Yüce Allah'tan Hz. Peygamber'e Cebrâîl aracılığıyla Arapça olarak toptan bir defa değil, yirmi üç yılda ayet ayet, sure sure şeklinde vahyedilmiştir. Kur'ân, Ramazan ayında, Kadir gecesinde indirilmeye başlamıştır. Kur’an âyetlerinin vahyedilişi bazen doğrudan, bazen de esbab-ı nüzul denilen belli bir olay ve vesilelerle gerçekleşmiştir. Kur’ân'ın Yazılması, Toplanması ve Çoğaltılması. Kur'ân-ı Kerim’in yazılması özetle şöyle olmuştur: Ayetler Peygamber Efendimiz’e her indiğinde bizzat Allah tarafından ezberlettirilmiş; O’nun (sav) tarafından ezberden sesli olarak yanında bulunan sahabîlerine okunmuş, ashab da Peygamberimizin emriyle âyet ve sûreleri ezberlemiş ve namazlarda okumuşlardır. Ezberlenen âyet ve sûreler, ayrıca Resulullah’ın emri ve gözetiminde vahiy kâtipleri tarafından yazılmış, ayetlerin hangi sûreye konulacağını ve nasıl düzenleneceğini Peygamber Efendimiz vahiy kâtiplerine söylenmiş; böylelikle her ayet kendi yerinde kayıt altına alınmıştır. Ayetler iki nüsha olarak yazılır, bir nüshası Hz. Peygamber'in, bir nüshası da sahabîlerin yanında muhafaza edilirdi. Buna ilaveten Hazreti Cebrâîl her yıl gelir, o yıla kadar getirdiği âyetleri baştan sona kadar Peygamber Efendimize tekrarlar, sonra Hazreti Resul de Cibril’e ayetleri aynen okuyup tekrarlardı. Son âyetlerin de gönderilerek Kur’an’ın tamamlandığı yıl, Cebrâîl iki kez gelmiş, bütün Kur'ân'ı baştan sona Peygamberimize bizzat okumuş, Resulullah de O’na okumak suretiyle okuduklarını son kez karşılaştırmışlardır. Böylece Kur'ân-ı Kerîm Resûlullah’ın hayatında ve onun gözetiminde baştan sona tamamıyla yazılıp kayıt altına alınmış ve namaz ibadetlerini yerine getirebilmek için sahabîler tarafından da ezberlenmiştir. Kur’an’ın kitap haline getirilmesine gelince; Hz. Peygamber hayatta iken vahiy devam ettiğinden hepsi kayıt altına alınan ve ezberlenen Kur'ân'ın tamamının tek cilt kitap halinde toplanması mümkün olmamıştır. Kur’an’ın kitap halinde toplanması ilk halife Hz. Ebu Bekir zamanında gerçekleştirilmiştir. Hz. Ebû Bekir döneminde yapılan Yemâme Savaşı'nda yetmiş hafızın şehit olması sonucu, Hz. Ömer’in teklifiyle ayrı ayrı parçalar halinde yazılı olarak bulunan Kur'ân, toplanmış ve bir kitap haline getirilmiştir. Kur’an’ın kitap halinde toplanması işi meşhur hâfız ve vahiy kâtibi Zeyd b. Sâbit başkanlığında oluşturulan bir heyete verilmiştir. Bu komisyon tarafından Kur'an sahifeleri Mekke lehçesi esas alınarak bir araya getirilmiş ve bu asıl nüshaya "İmam Mushaf" adı verilmiştir. Kur’an bir cilt kitap haline getirilince Medine Mescid-i Nebevî’de, daha sonra da Mekke’de Kabe-i Muazzama’da halka sunulmuş, hiç kimsenin en küçük bir itirazı olmamış, böylece sahabenin icmasıyla Kur’an Kitap haline getirilmiştir. Bu Kur'ân halife Hz. Ebû Bekir'e teslim edilmiş; Ebu Bekir de vefatından kısa süre önce bu Kur’an’ı Hz. Ömer’e teslim etmiş; Hz. Ömer de kızı ve Peygamber Efendimizin eşi Hz. Hafsa'ya emanet etmiştir. Kur’an’ın çoğaltılmasına gelince; 25/ 648 senesinde Azerbaycan ve Ermenistan seferinde ordudaki Şamlılarla Iraklılar arasında bazı ayetlerinin okunuşunda ihtilâf çıkması, Ordu komutanı Huzeyfe b. Yeman’ın durumu halife Hz. Osman'a bildirerek ihtilafın giderilmesini istemesi Kur’an’ın çoğaltılmasına vesile olmuştur. Hz. Osman, ashab ile de istişare ettikten sonra tüm İslâm topraklarında Hz. Ebu Bekr'in emriyle derlenmiş olan Kur’an (İmam Mushaf) okunmasını, başka lehçe ve ağız ile yazılmış diğer nüshaların yasaklanmasını kararlaştırmış; ayrıca Zeyd b. Sâbit başkanlığında bir komisyon toplanarak Ana Kur'ân'ın çoğaltılmasını emretmiştir. Hz. Hafsa'daki İmam Mushaf alınarak bu heyet tarafından yedi nüsha şeklinde çoğaltılmış ve Medine, Mekke, Şam, Kûfe ve Basra gibi İslam dünyasının önemli merkezlerine gönderilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm'in Mucize Oluşu. Kur’ân’ı Kerîm belli bir beşerî dil şartlarıyla Arapça gönderilmiş olmasına rağmen hem lafız hem manasıyla büyük ebedî ve aklî bir mucizedir. Arap edebiyatının zirvede olduğu bir dönemde inmiş, Araplara bir benzerini getirmeleri için meydan okumuş olmasına rağmen, Arapların Kur’an’ın benzerini yapmaktan aciz kalmaları Kur’an’ın Allah’ın bir mucizesi olduğunu gösterir. Kur'ân-ı Kerîm, manâ bakımından da mucizedir. Çünkü Ümmî olan Hz. Muhammed'in (a.s.), Allah'tan aldığı vahiy ile insanlara bildirdiği Kur'ân en yüksek ahlakî değer ve ilmî gerçekleri kapsamaktadır. İlmin sonradan ulaştığı gerçekleri, Kur'ân asırlarca önce haber vermiş, hiçbir bilimsel gelişme onun içeriği ile ters düşmemiştir. Aksine çeşitli bilimsel gelişmeler Kur'ân'ın anlaşılmasını kolaylaştırmıştır. Bunun yanı sıra Kur'an’ı Kerim’in mucize oluşu çeşitli bakımlardan ele alınabilir. (a) Kur'an'ın Ümmi bir insanın elinde ortaya çıkışı O’nun mucize olduğunu gösterir. (b) Ayetlerinin birbiriyle çelişmeyişi Kur'an’ın mucize olduğuna delildir. (c) Geçmiş ve gelecek gayba dair doğru haberler verişi Kur'an'ın mucize olduğuna delildir. (d) Kur'an'ın Kevnî, ilmî, bilimsel gerçeklerden haber vermesi O’nun mucize olduğunu gösterir. MÜMİNİN DİĞER KUTSAL KİTAPLAR KARŞISINDAKİ KONUMU. İlahî metinlerin bir kısmını oluşturan ilahî sahifelerden-suhuf günümüze ulaşan hiçbir şey yoktur. Bu itibarla onların varlığına ve içindekilerin hepsinin Allah kelamı olduğuna icmali olarak iman etmek yeterlidir. Tevrat, Zebûr ve İncil adlı ilâhi kitaplar gelince, bunların orijinalleri değil, tahrif edilmiş nüshaları mevcuttur; bu halleriyle Yahudiler ile Hıristiyanlar tarafından kutsal kitap olarak inanılmaktadır. Bu muharref kitaplar konusunda yapılması gereken, Allah tarafından Tevrat’ın Hz. Musa ve Harun’a; Zebûr’un Hz. Davud’a ve İncil'in de Hz. İsa'ya indirildiğini icmalî olarak tasdik etmektir. Bu muharref ilahî kitapların içeriklerini değerlendirme durumunda kalındığında, bazı dinî hükümlerin/şeraitlerin değişebileceğini, bununla birlikte temel iman, ibadet, ahlak esaslarının değişmezliği ilkesini göz önüne alarak yapılması gereken, Tevrat, Zebûr ve İncil’de yer alan bilgileri Kur'ân-ı Kerîm ve sahîh hadîslerle karşılaştırmaktır. Onlarda geçen bilgiler, a) Kur’an ve sahih hadislerde geçenlere uyduğu takdirde, onların doğruluğunun kabul edilmesi gerekir. Meselâ, cennet ve cehennemin varlığı, Hz, Adem'in topraktan yaratılması, Hz. Musa'nın asasıyla denizi yarması gibi. b) Onlarda yer alan bilgiler, Kur’an ve sahih hadislerle çelişiyorsa bu bilgileri, kabul etmemek gerekir. Meselâ Allah'ın üç unsurdan meydana geldiği, meleklerin Allah'ın kızları olduğuyla ilgili yer alan konular gibi. Çünkü bu tür ifadeler Tevhid esasına ve Allah’ın sıfatlarına kesinlikle aykırıdır. c) Kutsal metinlerde yer alan bilgiler, âyet ve hadîslerde geçmediği takdirde ise yapılması gereken: (i) bu bilgilerin İslâm'ın itikad, amel ve ahlâk esaslarına zıt olup olmadığını araştırmaktır. Şayet aykırı ise kabul edilmez ve ret edilir. (ii) Eğer aykırı değillerse, bu takdirde o konuda gerçeği ancak Allah'ın bileceği söylenerek her hangi bir görüş beyan etmekten kaçınmak gerekir. Meseleyi bu şekilde Allah’ın ilmine havale etmek daha ihtiyatlı bir tutum olarak kabul edilmiştir. Zira onlarda yer alan bu tip bir bilgi kabul edilecek olursa, bu bilginin kutsal kitapların orijinalerinde bulunma ve bulunmama ihtimali vardır. Bulunuyorsa ve ret edilecek olursa Allah tarafından bildirilmiş bir hakikatin inkâr edilmesi durumu ortaya çıkar; ki bu inkar, kutsal kitaplara iman esasına ters olduğu için tehlikelidir. Bu itibarla bu gibi durumda her hangi bir kanaat izhar etmemek en selametli ve ihtiyatlı yol olarak kabul edilmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz de bu konuda Kur’an’ın tutumunu bize örnek göstererek şöyle bir tutum içinde olunmasını salık vermiştir: "Ehl-i kitabı tasdik de etmeyiniz, tekzib de. ‘Biz, Allah’a ve bize indirilene, İbrahirn, İsmail, İshâk, Ya'kûb ve esbâta i peygamberlere verilenlere, hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah'a teslim ndirilene, Musa ve İsa'ya verilenlere, Rableri tarafından diğer olduk, deyin.’ (el-Bakara 2/136) 9 ve keza “Ehl-i kitap size bir şey naklederse, onları tasdik de etmeyiniz tekzip de etmeyiniz. Eğer haber verdikleri şey batıl ise asla tasdik etmeyiniz.” DEĞERLENDİRME SORULARI. 1. İlahî Kitap ne demektir? 2. Sahifeler ile ilahî Kitapların ortak ve farklı yönleri nelerdir? 3. Barbanaba İncili’nin özellikleri nelerdir? 4. Kur’an’ın ismi değiştirilebilir mi? Neden? 5. Kur’an hangi yönlerden mucizedir? 9. Hafta 9. MELEKLER ÂLEMİ Melek anlayışı İslam’ın varlık ve âlem anlayışıyla doğrudan alakalıdır. İslâmî varlık anlayışına göre varlık, zorunlu varlık (vacibu’l-vücud) ve mümkün varlık (mümkinü’l-vücud) olmak ikiye ayrılmaktadır. Vacibu’l-vücud ile varlığı kendinden olan, varlığı ve varlığını sürdürmek için kendinden başka hiç bir şeye ihtiyaç duymayan Allah Teala kasdedilir. Mümkinü’l-vücud ile de Allah’tan başka sonradan yaratılan-hâdis olan tüm varlıklar, yani âlem kastedilmiştir. Âlem ise duyularla algılanan maddî varlıklar-kesif ve duyu ötesi manevî varlıklar latif olarak iki gruba ayrılmıştır. Maddî-kesif varlıklara gelince bunlar, insan dâhil belli bir maddî varlığa, fizikî yapıya, hacme sahip olan üç boyutlu varlıklardır. Bu varlıklar belli bir fiziki yapıya ve bünyeye sahip oldukları için beş duyuyla algılanabilir ve varlıkları aklen de anlaşılabilir; yani akıl bunları varlığını imkânsız görmez göremez. Duyularla algılanabiidikleri ve aklen idrak edilebildikleri için varlıkları konusunda tartışma söz konusu olmadığı gibi, itikad alanına da girmezler. Latif-manevî varlıklar ise, onların belli bir bünyeleri ve mevcudiyetleri bulunmakla birlikte yapıları maddî olmadığı için duyularla algılanamazlarsa da varlıkları aklen imkânsız da görülemez. Duyuların alanı dışında fakat aklın alanı içindedirler. Duyuların dışında oldukları için bu latif-manevî varlıklar âlemine gayb âlemi de denilmiştir. Haklarında duyularla objektif bilgi edilemez. Akıl onların mevcudiyetlerini imkânsız göremese de haklarında kesin bilgi de elde edemez; sadece varsayımlarda bulunabilir veya zann-ı galip derecesinde bilgi edinebilir. Bu duyu ötesi latif-manevî varlıklar hakkında peygamberlerin verdikleri haberlerle bilgi sahibi olunur ve akıl desteklenir. Ruh, melek, cin, iblis, şeytan bu tür latif varlıklardandır. Duyu ötesi latif varlıklar da kendi içinde ulvî latif varlıklar ve süflî latif varlıklar olarak ikiye ayrılır. Ruh ve Melek bu birinci gruba; cin, iblis ve şeytan ikinci gruba girmektedir. MELEKLERE İMAN Melek kelimesi sözlükte "kudret, kuvvet, götürme ve elçilik yapma” anlamlarına gelen “eleke; leeke; meleke” köklerinin birinden türemiş olup "elçi; güçlü-kuvvetli; tasarruf eden ve idare eden» anlamlarına gelmektedir. Melek, kelimesinin çoğulu “melâike”dir. Tekil ve çoğul haliyle bir çok ayette geçmektedir. Terim olarak melek, çeşitli şekillere bürünebilen, insanın gücünün yetmediğiişleri yapabilen, Allah’a itaatten ayrılmayan, cinsiyetleri bulunmayan Allah’ın yarattığı duyu ötesi, görülmeyen latif-nuranî varlıklardır. Meleklere iman, İslâmiyet’tin altı iman esaslarından birini oluşturmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'de bir çok ayette meleklerin varlığına dikkat çekilmiş ve onlara inanılması emredilmiş; onlara iman etme müminlik şartı ve sıfatı; inkarı kâfirlik ve küfür özelliği kabul edilmiştir. Mesela "Bu Peygamber Rabbinden kendisine ne indirildiyse iman etmiştir ve müminler de iman ettiler. Her biri ‘Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler…” ( 2/285); ve “Asıl hayırlı amel işleyen o kimsedir ki Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitab’a ve bütün peygamberle iman eder…” (2/177) ayetleri meleklere imanın şart-farz ve müminlik vasfı olduğunu göstermektedir. Ayrıca “Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail ve Mikâil’e düşman olursa bilsin ki Allah da inkarcı kafirlerin düşmanıdır.” (2/98) ve “Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse o tam anlamıyla sapıtmıştır.” ( 4/ 136) ayetleri de meleklere inanmamanın kâfirlik özelliği ve küfür olduğu açıklamaktadır. Vahye yani Kitaplara, peygamberliğe, hatta gaybiyyât denilen âhiret ve kabir hayatı, hesap, cennet, cehennem, havz gibi ahiret hallerine inanmak, ancak meleklere iman etmekle mümkün olur. O halde peygamberlere ve semavî kitaplara inanmadan önce onlara peygamberlik görevini bildiren, vahyi ve kitapları indiren "meleklerin varlığı" na kesin olarak inanmak şarttır. Meleklere gerektiği şekilde iman etmeyen, diğer tüm iman esaslarını kabul etse bile mü’min vasfını kaybeder. Böyle bir kimse, zaten melekler aracılığıyla gerçekleşen diğer iman esaslarına da ister istemez inanmamış olacaktır. 9.3. MELEKLERİN VARLIK VE MAHİYETLERİ Meleklerin varlığı dinen, kesin naslarla (ayet ve sahih hadislerle) ve icma ile sabit, aklen mümkündür. Melekler aslî yapıları itibariyle nuranî-ruhanî varlıklar oldukları için normal durumda duyular alanının dışındadırlar. Böyle olmakla birlikte melekler Allah’ın izni doğrultusunda istedikleri zaman çeşitli maddî surete bürünerek görünebilir, işitilebilir varlıklara dönüşebilirler ve böylece duyuların alanına girebilirler. Bu yüzden melekler mutlak anlamda duyu dışı yani tecrübe alanı haricinde değillerdir. Meleklerin neden yaratıldığına ilişkin Kur'ân-ı Kerîm'de kesin bir bilgi bulunmamakla birlikte ilgili hadislerde meleklerin nurdan yaratıldığı bildirilmiştir. Nitekim Hz. Âişe'den (v. 58/678) rivayet edilen bir hadiste Peygamber Efendimiz "Melekler nurdan” yaratıldığını bildirmiştir.1 Meleklerin insanoğlundan önce yaratıldığı çeşitli ayetlerde bildirilmiştir.( 2/30-34; 7/11; 15/28,30) Kur'an ve hadislerde yer alan meleklerle ilgili bilgiler göz önüne alındığında meleklerin hayalî ve tümüyle soyut varlıklar değil, aksine belli bir nuranî bedene sahip, şuurlu, gerçek canlı varlıklar oldukları anlaşılmaktadır. Buradan hareketle Kelamcılar göre melekler, yer işgal edenmütehayyiz, gözle görülmeyen latif varlıklar (ecsâm-ı latîfe); İslam filozofları göre ise melekler bilgi, güç-kuvvet bakımından insanlardan çok üstün, yer tutmayan-gayr-i mütehayyiz soyut cevherlerdir. Selefiyye ulemasına gelince onlar, meleklerin gaybî varlıklar yani gayb âlemindeki canlılar olduklarını, bu yüzden mahiyetlerinin bilinemeyeceğini belirtmişler ve bu yüzden en güvenli tutumun onların varlığına naslarda verilen bilgiler ışında inanmak gerektiğini, bunun ötesinde her hangi bir yorumda bulunmanın doğru olmayacağını vurgulamışlardır. Meleklerin mahiyeti hakkında XIX. ve XX. yüzyılda İslam dünyasında pozitivizmin etkisiyle farklı çağdaş değerlendirmelerde bulunanlar çıkmıştır. Mesela bir kısmı meleklerin “tabiat kanunları” olduğunu ileri sürmüş; bazısı onları maddenin mikro-dalga boyutu kabul etmiş; kimisi de melekleri salt enerji ve kuantumvarî bir yapı olarak nitelemişlerdir. Hâlbuki naslarda sergilenen melek tasvir ve tasavvuruna dikkat edildiğinde onların vahiy getirme, suçlu fert ve kavimleri cezalandırma, amelleri kayda geçme, insanlara yardım etme, canları alma, cennet ve cehennemi yönetme gibi her iki âleme yönelik faaliyetlerde bulunduğu göz önüne alındığında bu tür yorumların isabetli olmadığı görülecektir. Melekler, akıl ve ruh gibi vardır. Onlar duyularımızla algılanmasa da peygamberler görmüşler, onlarla konuşmuşlar ve Cebrail’in elçiliği ile Allah Teâlâ'nın vahyine mazhar olmuşlardır. Bir çok sahabenin de onları çeşitli maddî suretlerde gördükleri tarihî bir realitedir. Meleklerin duyularla algılanamaz oluşu, inkâr edilmeleri için bir gerekçe olamaz. Akla ve pozitif bilimlere dayanılarak, meleklerin varlık veya yokluklarına dair kesin deliller ileri sürülemez. Çünkü melekler, gözlem ve deneye dayanan pozitif bilimlerin ilgi alanı dışında kalan fizik ötesi varlıklardır. Pozitif bilimlerin henüz açıklayamadığı akıl, ruh, bilinç gibi pek çok şeyin varlığını kabul edildiği halde sırf duyuların ve pozitif bilimlerin alanının dışında olması gerekçe gösterilerek meleklerin varlığı inkâr edilemez; akl-ı selîm, meleklerin varlığını kabullenir, imkânsız görmez, göremez. Meleklerin görünmeyişleri, mevcut olmadıklarından veya asla görünmez olduklarından değil, bizim normal şartlarda onları görecek kabiliyyet üzere yaratılmadığımızdandır. Var olduğu bilinen, ilim yoluyla isbat edilen, hissedilen fakat görünmeyennice varlıklar vardır. Yine kâinatta, var olduğu halde duymadığımız pek çok seslerin varlığını inkâr etmek de mümkün değildir. Mesela akıl, ruh, x ışınları, radyo aktivite, güneşin ultraviyole ışınları, yer çekimi, hava basıncı, vücudda hissedilen ağrılar, sızılar, elemler, haz ve lezzetler, sevmek, nefret etmek gibi mefhumlardan gibi hakikaten var olan fakat gözle görünmeyen mevcutlar vardır ve bunlar ilmî olarak kabul edilmektedir. Ayrıca Meleklerin yokluğuna dair akıl kesin deliller ileri süremediğine ve meleklerin varlığı akıl açısından mümkün görüldüğüne, üstelik bu konuda ayetler ve sahîh hadîsler bulunduğuna göre, âkil kişiye düşen meleklere inanmaktır. Onun içindir ki bütün müslümanlar, Kur'an'ın haber verdiği ve aklın da varlığını inkâr edemediği meleklere iman edegelmişlerdir. Meleklerin mahiyetiyle ilgili farklı görüşler beraberinde onların görülüp görülemeyeceği tartışmasını ortaya çıkarmıştır. Ancak tartışma meleklerin peygamberlere görülüp görülmemesinden ziyade peygamber olmayan kişilerin onları görüp göremeyeceği noktasındadır. Zira peygamber meleği görmekle kalmaz, sesini de işitir, onunla konuşur, ondan vahiy alır; zaten onu peygamber yapan niteliklerin başında da peygamberlerin meleklerle görüşebilmeleridir. Bu sebeple melek bir peygamber için elle tutulur, gözle görülür bir realitedir. Melek aslî yapısı itibariyle gayr-i maddî bir varlık olduğu için peygamber onu bazen insan bazen de başka şekillerde görür. Nitekim Cebrail, ekseriya insan şeklinde, daha çok sahabeden Dıhye (r.a) kılığında görünmekle birlikte Hz. Peygamber onu kendi orijinal şeklinde gördüğü de olmuştur. Bir defasında da Peygamber Efendimiz Cebrâil'i altı yüz kanadı İle birlikte görmüştür. (Buharî, Bed’u’l-halk, 7) Bütün bunlardan Kur'ân'a ve Sünnete göre melekler asli yapıları itibariyle duyu ötesi nurdan yaratılmış lâtif varlıklar olmalarına rağmen, Cenab-ı Hak onlara, gerektiğinde çeşitli maddî suretlere, insan şekline bürünerek görünme ve konuşma gücünü bağışlamış olduğu net olarak anlaşılmaktadır. MELEKLERİN ÖZELLİKLERİ Kur’an’da meleklerin bir çok özelliklerine dikkat çekilmiştir. Buna göre meleklerin bazı ortak özellikleri ile görev ve konum farklılıklarına göre farklı özellikleri de vardır. Kur’an ve hadislere göremeleklerin şu gibi özellikleri yer vardır. Melekler Adem’den Önce Yaratılmıştır: Allah Teala melekleri Hz. Adem’den ve dolayısıyla insan soyundan önce yaratmıştır. Şu ayet bu gerçeği dile getirmektedir: “Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir melek yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle sana tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesad çıkaracak, orada kan dökecek birini mi yaratacaksın? dediler. Allah onlara: Sizin bilmeyeceğinizi ben bilirim, dedi." (2/30) Meleklerin gecegündüz sürekli Allah'ı hamd ile tespih etme, O'na secdede bulunma, övme, takdis etme ve emredildikleri her şeyi eksiksiz yapmaları (2/30; 7/ 206; 21/19; 42/5) meleklerin maddî varlık olmadıklarının da en açık delillerindendir. Zira özel olarak Allah tarafından himaye edilen peygamberler hariç, maddî her hangi bir varlığın hiç yorulmaması, hata yapmaması mümkün değildir. Meleklerde beşere ait özellikler yoktur: Melekler nuranî latîf varlıklardır. Yemeiçme, erkeklik-dişilik, gençlik-ihtiyarlık, evlenme, uyuma, yorulma, usanma gibi beşere ait fiil ve özelliklerden arınmışlardır. "Göklerde ve yerde kimler varsa Allah’a aittir. O'nun huzurunda bulunanlar, O'na ibadet hususunda kibirlenmezler ve yorulmazlar; bıkıp usanmadan gece-gündüz Allah'ı tesbîh ederler." (21/19-20); "Putperestlere sor: ‘Kızlar, Rabbinin de erkekler onların mı; yoksa biz melekleri onların gözü önünde kız olarak mı yarattık?’ Onlar kesinlikle yalan söylüyorlar da ‘Allah doğurdu.’diyorlar.” (37/149-152) ve "Ahirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar. Halbuki onlann bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise şüphesiz hiç bir hakikat ifade etmez." (53/27-28)2 Melekler günahsız masum varlıklardır: Melekler her türlü kötülük, şer ve günahlardan korunmuşlardır. Onlar asla Allah'a isyan etmez, O’nun emrinin dışına çıkmazlar. Hangi iş için yaratılmışlar ise o işi yaparlar. Bu itbarla Melekler, "emanet" sıfatıyla muttasıfdırlar. Mesela Hazreti Cebrail, Allah’tan aldığı vahiyleri harfiyen Resulullah’a (sas) iletmiş, kendisine emanet edilen ilahî kelamı koruma ve yerine ulaştırmada hiçbir hatası olmamış, ve bundan dolayı kendisine Kur’an’da “Arşın sahibi Allah katında çok itibarlı, çok güçlü ve çok şerefli resul/Resûlün kerîm elçi” ( 81/19-20) denmiştir. Melekler yaptıkları işleri Allah'a itaat ve kulluk olarak yaparlar, yalnız O'na kulluk eder, daima O’nu tesbîh ve takdis eder, O’na olan saygı ve sevgilerinden dolayı haşyetle ürperir, korkarlar. Meleklerin bu özelliklerine çeşitli ayetlerde temas edilmiştir. (16/50-51; 66/6; 21/26-28). Melekler Görülebilir ve Görünebilirler: Kur'ân-ı Kerîm'de meleklerin insan suretinde erkek kılığına bürünerek bazı peygamberlere, kadınlara ve topluluklara göründüğü ve onlarla konuştukları açıkça zikredilmiştir. Mesela Allah Teala, meleklerin erkek kılığında Hz. İbrahim’e ve karısına göründüklerini, o ikisiyle konuşarak onları yaşlılıklarına rağmen bir erkek evlât ile müjdelediklerini (11/69-73; 15/51-60); ardından Hz. Lût'a ve kavminden bazılarına göründüklerini bildirmiştir. (11/77-82; 15/60-74) Keza Cebrail'in (a.s) Hz. Meryem'e insan şeklinde görünerek ona tertemiz bir erkek çocuk dünyaya getireceği söylediği (17/21) ve Hz. Peygamber'in Cebrail’i apaçık ufukta ve Sidretü’l-münteha’da gördüğü de Kur’an’da haber verilmiştir.( 81/23; 53/6-7;13-17) Peygamber Efendimiz’in yanı sıra beraberindeki sahabenin Hz. Cebrâil'i insan şeklinde görüp peygamberimize iman, İslam, ihsan, kıyamet ve kıyamet alametlerinden sorup konuştuklarına şahit olduğu meşhur Cibril hadisinde yer almaktadır.3 Böyle olmakla birlikte Kur'an-ı Kerîm’de Resulullah’ın beşer olmasına itiraz ederek bir meleğin peygamber olarak gönderilmesini veya meleği görmek istediklerini söyleyen müşriklere cevap olarak meleklerin görünen varlıklar olmadıkları vurgulanmış ve bu istekleri reddedilmiştir. (15/8; 17/92-95; 25/21-22) Keza bazı ayetlerde Müminlere yardım için görmedikleri askerler gönderildiğinin (9/26; 33/9) haber verilmesi de meleklerin aslî yapılarıyla kaldıkları sürece normal şartlar da insan tarafından görülemeyeceği ifade edilmiş olmaktadır. Melekler Şuurlu, Konuşan Canlılardır: Kur’an’da meleklerin fizikötesi bir alemde Allah Teala ile konuştuğu açıklandığı gibi(2/30; 7/11; 18/50); meleklerin bu âlemde Hz. İbrahim, Lut, Zekeriya, Hz. Muhammed ve Meryem ile temessül ederek konuştukları (15/59-60; 11/77-82; 3/39; 42-45); âhiret aleminde de cennetlikler ve cehennemliklerle konuşacakları (4/97); bazı hadislerde de kabirdeki ölülerle konuşup onları sorguladıkları bildirilmiştir. Melekler çok güçlü, kuvvetli ve heybetlidirler: Meleklerin çok güçlü ve kudretli oldukları (53/5; 81/20); çok büyük gövdeli ve sert tabiatlarının bulunduğu (66/6) ayetlerle sabittir. Keza "Melekler göğün etrafındadır. O gün Rabbin'in Arşını, bunların da üstünde sekiz melek yüklenir." (69/17) ayeti de meleklerin son derece güçlü ve kudretli olduklarını ifade etmektedir. Çünkü Arş, Allah'ın yarattığı en büyük varlığı ifade ettiğine ve bunu kıyamet gününde sekiz melek taşıyabileceğine göre, bu âyet meleklerin son derece güçlü ve kuvvetli varlıklar olduğunu ortaya koymaktadır. Melekler Çok Hızlı Hareket Eden Kanatları Varlıklardır: Kur'ân-ı Kerîm'de meleklerin kanatlarının ve ellerinin mevcut olduğu (6/93; 35/1) bildirilmiş; hatta bir kısmının ikişer, üçer, dörder ve daha fazla kanatları olduğu ifade buyrulmuştur. (35/1) buyurulmuştur. Kur'an'da meleklerin kanatlarının bulunduğu bildirilmekle birlikte onların bu kanatları kuşların kanatlan gibi somut ve maddî kanat olarak anlaşılabileceği gibi, görevlerini en seri şekilde yapabilmelerini sağlayan hız ve kudretin sembolü olarak da anlaşılmıştır. Onların kanatlarının mahiyetini ise ancak Allah ve onları asıl şekilleriyle gören peygamberler bilebilirler. Melekler kanatlı varlık olmalarına bağlı olarak çok kısa zamanda çok uzak mesafelere gidebilen çok hızlı varlıklardır. Allah’ın izni ile onlar bir anda yer ve gökleri dolaştırabilir. Bir âyette "Melekler ve Rûh (Cebrâîl), oraya bir günde yükselip çıkar ki mesafesi (dünya yılı ile) elli bin yıldır. " (70/4) buyurularak, onların ne derece süratli oldukları haber verilmektedir. Elektiriğin ve ışığın saniyedeki hızı düşünülürse –ki saniyede 300.000 kilometredir- Allah Teala’nın da melekleri aynı hızda, hattadaha büyük hızda yaratması rahatça kabul edilebilir. Melekler gaybı bilemezler: Melekler bilgisi sadece Allah'a ait olan konuları, yani mutlak gaybı bilemezler. Onlar bir şeyi sadece Allah'ın öğrettiği kadarıyla bilebilirler. Allah Teala’nın, Âdem'e tüm isimleri öğretmesi, sonra da bu isimlerin verildiği varlıkları meleklere sorduğunda meleklerin bu isimleri bilememeleri ve "Seni noksan sıfatlardan tenzîh ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan ancak sensin" (2/31-32) diyerek kendi bilgilerinin sınırlı olduğunu ve ancak Allah’ın bildirip öğrettiği kadarını bildiklerini itiraf etmeleri, meleklerin gaybı bilmedikleri bariz olarak göstermektedir. Meleklerde şeytanî ve nefsanî kötü ahlak özellikleri yoktur: Melekler, iblis ve inkârcılar gibi Allah’a kulluk etmekten yüksünüp kibre kapılmazlar. Nitekim şeytan kibrinden dolayı Allah’ın Adem’e secde emrine karşı çıkmış ve melekler ise tereddüdsüz itaat ederek secdeye kapanmışlardır. (7/11-12; 35/73-74) “Kuşkusuz Rabbinin katındakiler O’na kulluk etmekten kibirlenmezler.” (7/206) ayeti de bu hususu göstermektedir. Melekler, kibirlenip büyüklük taslamadan Allah’a kulluk etme konusunda, iblis, şeytan, cin ve insanlar hariç göklerde ve yeryüzünde bulunan tüm canlılarla ortak özelliktedirler. Şu ayet bu gerçeğe işaret etmektedir: “Göklerdekiler ve yeryüzündeki tüm canlılar ve melekler büyüklük taslamadan Allah’a secde ederler.”(16/49) Melekler korkan varlıklardır. Meleklerde keyfiyetini anlayamasak bile bir tür korku(havf) vardır. Ancak melekler başka varlık ve olaylardan değil, yalnız Rabbü’l-âleminden korkarlar. Nitekim “Onlar kendi ötelerindeki Rablerinden korkarlar ve kendilerine ne emredilirse onu yerine getirirler.” (16/50) ayeti bu gerçeği açıklamaktadır. MELEKLERİN GÖREVLERİ Hangi tür ve çeşit olursa olsunlar melekler, hiçbir zaman kendiliklerinden bir işe başlamaz veya bırakmazlar. Onlar daima Allah Teala tarafından kendilerine verilen tüm görevleri eksiksiz yerine getiren itaatkâr varlıklardır. Meleklerin görevleri şöyle sıralanabilir. Allah’a kulluk ve ta’zim: Meleklerin en temel görevi Allah’a daimi kulluktur. Onlar Allah'ı hamd ile tespih eder, yalnız O’na secdede bulunurlar, gece gündüz Allah’ı över ve O’nun Mukaddes Zat’ını her türlü eksikliklerden uzaklaştırır ve her türlü kemal sıfatlarıyla övgüde bulunurlar. Şu ayetler buna örnektir. “Muhakkak ki Rabbinin huzurundakiler… O’nu tesbih eder ve ve yalnız O’na secde ederler.” (7/206) ve “Melekler de Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar.” (42/5; 2/30) Peygamberlere vahiy ve haber getirmek: Allah Teala, insanlar gibi meleklerden de elçiler-resuller seçtiğini bildirmiş(22/75; 35/1); Hz. İbrahim’e ve Hz. Lut’a insan kılığında haberci melekleri resul-elçi gönderdiğini açıklamıştır. Ancak vahiy getirmekle özel olarak görevli olan melek Hazreti Cebrail’dir. (a.s) Bu doğrultuda elçi meleklerin elçilik görevi doğrudan peygamberlere yöneliktir. Ancak elçi-resul olarak gelen meleklerin bir kısmı Allah’ın helak edileceklerini haber verme gibi belli bir haberi getirmekle; özellikle Cebrail gibi bir kısmı ise her türlü içeriğe sahip ilahî hakikatleri içeren Allah kelamını-vahyi getirmekle vazifelidirler. Nitekim “…muhakkak ki Cebrail Allah’ın izniyle Kur’an’ı kendinden öncekileri doğrulayıcı ve müminlere bir hidayet ve müjde olarak senin kalbine indirmiştir…” (2/ 97) ayeti değil sadece Cebrail’in Allah kelamı Kur’an’ı getirdiği, getirdiği Kur’an’ı Hz. Peygamber’in kalbine yerleştirdiğini de bildirmektedir. Başka bir ayette de Allah Teala "Allah, kullarından dilediğine kendi emrinden bir ruh (vahiy) ile "melekleri" indirerek şöyle der: (insanları) uyarın ki; benden başka (tapılacak) ilâh yoktur. Benden korkun." (16/2)buyurarak ilâhî kelamı olan vahyi getiren meleğin sadece Cebrail olmadığını, belki O’na yardımcı olan diğer vahiy meleklerinin bulunduğunu ve bunlar vasıtasıyla, dilediği seçkin kulları olan peygamberlerine indirdiği anlaşılmaktadır. Peygamberlere salat ve selam getirmek: Kur’ân-ı Kerîm'deki "Allah ve melekleri Peygamber'e salavat getirirler. Ey iman edenler siz de ona salât ve selam getirin.” (33/ 56) ayeti meleklerin bir vazifesinin de peygamberlere salat ve selam getirmek olduğu açıklanmıştır. Meleklerin salat ve selamı hem onlara olan saygı ve hürmetlerini göstermek hem de onların makam ve derecelerinin artırılmasına vesile olmaktadırlar. Peygamberlere ve müminlere destek olup manevî güç vermek: Meleklerin önemli vazifelerinden biri de peygamberleri destekleyerek onlara kuvvet vermek, karşılaştıkları güçlükleri kolaylaştırmak ve üzüntülü anlarında onları teselli etmektir. Kur’an’da Hz. İsâ'nın Rûhu’lkudüs/ Cibril ile desteklendiği ( 2/87; 253; 5/110.) bildirilmiştir. Mesela bir ayette şöyle buyurulur: "…Meryem oğlu İsa'ya apaçık deliller verdik, onu Ruhu'l-Kudüs ile destekledik." (2/87) Melekler sadece peygamberler değil, müminlere de darda kaldıkları, bunalıp sıkıştıkları zaman yardımda bulunur; sıkıntılı ve üzüntülü anlarında teselli ederler. Mesela "Rabbimiz Allah'tır deyip dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerlerine (müjdeci) melekler iner. Onlara: Korkmayın, mahzun da olmayın, size vadedilen Cennetle sevinin. Sizin dünya hayatında da, ahirette de dostlarınız Biziz." (24/30-31) ve"Hani siz Rabbinizden imdat (yardım) istemiştiniz. O da; "Ben size birbiri ardından gelen bin melekle imdat ediyorum" diye duanızı kabul etmişti." (8/9-10) Keza Allah ve âhiret gününe inananların Allah katından bir ruh-melek ile desteklendiği (58/22); Allah Teala’nın savaşta darda kalan Peygamber Efendimiz’e ve yanındaki müminlere üç bin, beş bin melekle yardım edildiği bildirilmiştir.(3/123-125) Ayrıca melekler, kâfirleri de çeşitli sıkıntılara maruz bırakırlar. Kur’an’da Allah’ın meleklere, müminlere destek vermelerini, kâfirlerin boyunlarına ve parmaklarına vurmalarını emrettiği haber verilmiş (8/12); kâfirler ve azgınların canlarını azap vererek aldıkları "Melekler, yüzlerine, arkalarına vururak ve ‘tadın yakıcı cehennem azabını.’diyerek o kafirlerin canlarını alırken onları bir görseydin.”( 8/50; bk. 47/27) ayeti ile açıklanmıştır. Müminleri iyi-hayırlı işlere teşvik etmek: Melekler, şeytanların ve nefs-i emmarenin aksine genel olarak tüm insanları ve özellikle de müminleri Allah’ın razı olacağı iyi işleri yapmaya teşvik ederler; insanın kalbine doğruyu ve gerçeği ilham ederler. Peygamber Efendimiz (sas) "Âdemoğluna şeytanın vesvesesi ile meleğin ilhamı vardır. Şeytanın vesvesesi, kötü şeylerle tehdit edip korkutması ve hakkı yalanlamasıdır. Meleğin ilhamı ise hayır ve iyi şeyleri vaad ve tavsiye etmesi, hakkı tasdik etmesidir. İçinde böyle bir şey bulan kişi, onun Allah'tan olduğunu bilsin ve Allah'a hamd etsin. Diğerini bulan ise Şeytan'dan koruması için Allah'a sığınsın.” 4 buyurmuş; sonra da Rasulullah şu ayeti okumuştur: “Şeytan siz fakirlikle tehdit eder ve sizin cimri olmanızı emreder. Allah ise size katından mağfiret ve lütuf vadeder. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir.” (2/263) Müminler için istiğfarda bulunmak, dua etmek ve ahirette şefaat etmek: Başta Arşı taşıyan melekler ve Arşın etrafında bulunanlar olmak üzere bir kısım melekler, müminlerin bağışlanmaları için istiğfarda bulunur ve onların lehine dua ederler. Nitekim şu ayetler bu hakikati ifade etmektedirler: "Arşı taşıyanlar ve onun etrafında dolaşanlar… müminlerin bağışlanması için yalvarırlar ve "Ey Rabbimiz, Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır; tövbe edip senin yolunda gidenleri bağışla. Ey Rabbimiz, onları, babalarından, zevcelerinden, zürriyetlerinden iyi olanları da vaat ettiğin cennete sok… Onları kötülüklerden koru.” (40/7-9) ve “Melekler yeryüzünde bulunanların bağışlanmaları için yalvarırlar.” (42/5) ve "Melekler de sizin affedilmeniz için yalvarırlar.” (33/43) Meleklerin bir kısmı ahirette mümünlere şefat edecektir. Şefaat kıyamet gününde günahkâr müminlerin bağışlanması için Allah katında itibarı yüksek olanların Allah'a yalvarması demektir ki bazı hadislerde meleklerin şefaat edeceği bildirilmiştir. Canlıları ve insanı koruyup gözetmek: Her insanın arkasında ve önünde onu koruyup gözeten melekler bulunmakta ve hem kayıt tutmakta hem de belli ölçüde gözetip korumaktadır. “Üzerinde bir koruyucu/hâfız bulunmayan hiçbir nefis-canlı yoktur.” (86/4) ve “ Her biri için onu önden ve arkadan takip eden melekler/Muakkibât vardır.” (13/11) ayetleri bu gerçeğe delalet etmektedir. Bunlara Hafaza veya Muakkibât melekler denmektedir. İnsanın söz ve fiillerini kaydetmek: Kur’an’da her insanın yanında onun yapmakta olduklarını kaydeden meleklerin olduğu bildirilmiştir. (82/10-12) İnsanın sağında ve solundaki bu iki melek kişinin söz ve fiillerini kaydetmektedirler. Bu husus Kur’an’da şöyle ifade edilmiştir: “İki Melek/mütelakkiyân insanın sağına ve soluna oturarak yaptıklarını kaydetmektedir. İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında onu gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (50/17-18) İlahi Cezaları İnfaz Etmek: Bir kısım melekler, ilâhî cezaları uygulayan icra elemanları gibidir. Onlar, kâfirler hakkında takdir edilen cezaları yerine getirmektedir. Kur'an’da kendilerine elçi olarak melek gönderilmesini isteyen kâfirlere "Gökyüzünün beyaz bulutlar ile yarılıp meleklerin bölük bölük indirildikleri gün, gerçek mülk, çok merhametli olan Allah'ındır. O gün kâfirler için de pek çetin bir gündür." (Furkan: 25/25-26) diye cevap verilmiştir. Bu ayet, meleklerin inmesi ile söz konusu olan şeyin günahkâr kulların başına geleceği söylenen ceza olduğunu göstermektedir. Ayrıca Hz. İbrahim’e ve Hz. Lut’a erkek kılığında üç meleğin gelerek Hz. Lut kavmini helak edeceklerini bildirmesi sonra da Lut’un (a.s) kavminin helak edilmesi de bir kısım meleklerin toplumlara ilahî ceza haberinin getirilmesi ve icra edilmesi görevlerinin bulunduğunu göstermektedir. Cennet ve Cehennem İşlerini Yürütmek: Meleklerin görevlerinden bir diğeri de cennet ve cehennem işlerini yürütmektir. Bu tıpkı bu âlemde kâinat işlerini Mikâil (a.s) başkanlığında yürüten melekler gibi; ahirette de cennet ve cehennem işlerini Allah Teala’nın iradesi doğrultusunda yürüten melekler bulunmaktadır. Bu meleklere genel anlamda cennet ve cehennem bakıcıları-görevlileri anlamında “Hazene-i cennet ve Hazene-i cehennem” denilmektedir. Cennetdeki meleklerin görevi cennet işlerini icra etmek, cennet ehlini selam ve güzel sözlerle cennete almak, müminlerle ilgilenmek ve onlara cennet nimetlerini ikram etmektir. Cennet Meleklerinin idarecilerinin adı Rıdvan’dır. Cennet meleklerine de mutlak manada “Hazene-i cennet/cennet bakıcıları-gözeticileri” adı verilmiştir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “…Oraya varıp ta cennetin kapıları açıldığında, cennet bekçileri (hazenetühâ) onlara: “Selam size, tertemiz ne hoş oldunuz! Artık ebedi kalmak üzere buraya girin“ derler.“ (39/73) Cehennem meleklerinin görevi de oradaki işlerini yürütmek, cehennemliklerin cezalarını infaz etmektir. Cehennemdeki görevli meleklere Zebanî; idarecilerine de Malik denilmektedir. Arşı Taşımak: Meleklerin bir kısmının görevi Allah’ın Arşını yüklenmektir. Bunlara Hamele-i Arş denir. Bu melekler Allah’ı hamd ile tesbih eder, O’na yürekten bağlı ve müminleri affetmesi için Allah’a yalvarırlar. (40/7). Kur’an-ı Kerim’de kıyamet gününde Arşı yüklenip taşıyacak meleklerin sayısının sekiz (adet veya saf) olduğu şöyle bildirilmiştir: “Melekler de onun çevresindedirler. O gün Rabbinin Arş’ını onların üstünde sekiz (cins veya saf) melek yüklenir.” (69/17) Eceli Gelenlerin Canlarını Almak: Meleklerin görevlerinden biri, tüm canlı varlıklardan yaşama süresi dolanın Rabbu’l-Alemin’in emriyle canlarını almaktır. Bunlara, ölüm melekleri denir; bunların başı, dört büyük ve mukarreb melekten biri olan Azrail’dir (a.s). Kur’an’da şöyle buyurulur: “De ki, size vekil kılınan ölüm meleği/Melekü’l-mevt canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.” (32/11) bu ayetteki Melekü’l-mevt, Hazreti Azrail’dir. Azrail’in (a.s) aynı işle görevli yardımcıları bulunmaktadır ki şu ayette ölüm meleklerinin birden çok olduğu ifade edilmiştir:“...Artık birinize ölüm gelince, elçilerimiz onun canını alırlar....” (6/61) Bu ayetlerden hareketle İslam âlimlerinin büyük çoğunluğu da ölüm meleğinin bir tane olduğu; ancak çok yardımcı melekleri bulunduğunu kabul etmektedir. Bu durumda ruhların alınması işini organize eden Melekü’l-mevt olan Azrail; uygulayanlar emrindeki yardımcıları; canlıda ölümü yaratmak suretiyle bilfiil öldüren ise Allah Teala’dır. Kâinatı İdare etmek ve ilâhî kanunları icra etmek: Melekler metafizik âlemde yaşayıp o âleme ait işlerle meşgul olmazlar. Aksine onların bu âlemle de çok yakın ve sıkı ilişkileri vardır. Bu itibarla onların bir kısmı Allah’ın bu âleme yönelik emirlerini yürütmekle vazifelidirler. Kur'an'da Arşı taşıyan ve Arşın etrafında dolaşan meleklerin bulunduğunun bildirilmesi “hamele-i Arş” (39/75; 40/7) ve bunların fonksiyonları düşünüldüğünde meleklerin tabiat kanunlarının yerine getirilmesinde etkili oldukları anlaşılır. Çünkü arş, kâinatın ilâhî varlık tarafından idaresini gösteren bir semboldür ve bunu taşıyan melekler de bu idarenin temini hususunda kullanılan vasıtalardır. Keza Kur’an’da âlemi idare edenler üzerine yemin edilmesi (79/5); dünya yılıyla süresi elli bin yıl olan bir gün içinde Cebrail ve diğer bazı meleklerin âlemde hareket ettiklerinin(70/4); insanların canı alan ölüm meleği ve meleklerinin olduğunun(32/11), meleklerin yalancı peygamberlerin ve kâfirlerin canını pençelerini onlara uzatarak, yüzlerine ve arkalarına vurarak sert bir şekilde canlarını alacaklarının (5/ 93; Enfâl, 8/50) bildirilmesi, meleklerin kâinat ve insanlarla ilgili bir çok işleri yürütmekle görevli olduklarını göstermektedir. Keza Allah’ın iradesi doğrultusunda Mikâil’in kâinatın işlerini yürütmesi, İsrafil’in bu âlemin sonunu getirecek Sur’u korumak ve ona üfürerek yıkım emrini yerecek olması; hadiste ana rahminde teşekkül eden her canlı için bir doğum meleğinin olduğunun bildirilmesi de aynı hususa ilişkin ayrı bir delildir. Sur’a Üfürmek: Her varlık gibi âlem içindekilerle birlikte yıkılıp yok edilecektir. Allah Teala yalnız kendisinin bildiği zamanda kendi emriyle bu işi başlatacak ve alemin yıkımı gerçekleştirecek olan bazı melekler görevlendirmiştir. Bu melek, Hazreti İsrafil’dir. O, alarm ve siren fonksiyonu gören Sur’a üflenmek suretiyle mevcut âlemin sonunu getirecek kıyameti başlatacak ve yıkımı gerçekleştirecektir. İsrafil’in (a.s) görevleri; kıyametin kopmasını, sonra ölülerin dirilmesini bildiren Sur’u iki defa üflemektir. Bu sebeple Sur meleği diye bilinir. Bu çok önemli hadisenin kesin delili şu ayeti kerimedir: "Sur üfürülünce, Allah’ın dilediğinden başka göklerde ve yerde ne varsa hepsi (düşüp) ölür(ler). Sonra Sur’a bir daha üflenince, (ölüler dirilerek) ayağa kalkıp bakışır dururlar" (39/68) Sabah ve İkindi Namazlarında Bulunmak; Namaz kılanlarla birlikte Amin demek. Bir takım melekler iştirak etmek veya şahitlik etmek üzere müminlerin kıldığı belli vakit namazlarına katılırlar. Bir ayette bu hususa işaret edilerek şöyle buyurulmuştur: "Bir de sabah namazını kıl; çünkü sabah namazı şahitlidir." (17/78) Buhari ve Müslim’in rivayet ettiği bir hadis de konuya ışık tutmaktadır. Buna göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Birbiri ardınca birtakım melekler gece, birtakım melekler de gündüz, sizin aranıza gelirler. Bunlar sabah namazı ile ikindi namazında toplanırlar. Sonra sizin aranızda geceleyenler semaya çıkarlar. Rableri kullarının hallerini pekala bildiği halde onlara kullarımı ne halde bıraktınız? diye sorar. Melekler: Onları namaz kılarken bıraktık. Kendilerine vardığımız zaman dahi namaz kılarken bulduk, derler." Bir kısım melekler de müslümanlar cemaatle namaz kılarken yanlarına gelir, onların okuyuşlarını dinler ve Fatiha’yı okudukalarında da “amin“ derler. Nitekim Hazreti Resul, imam’gazaba uğramışların ve sapıkların yoluna değil.’ ayetini okuyarak Fatiha suresini bitirdiği zaman “amin deyin, zira melekler de amin der; imam da amin der. Her kim meleklerle beraber amin derse geçmiş günahları bağışlanır." buyurmuştur. Cuma namazına iştirak etmek ve hutbe dinlemek: Meleklerden kimileri Cuma günleri cuma namazına gelenleri tesbit etmekte ve hutbe okunurken içeri girerek hutbeyi dinlemektedir. Ebu Hureyre’den nakledildiğine göre Efendimiz (sav) şöyle bildirmiştir: "Cuma günü olunca, mescidin kapılarından her birinde, evvel geleni ve daha sonra gelenleri sırasıyla yazan melekler bulunur. İmam, minbere çıkmak üzere geldiği zaman defterleri kapar ve hutbeyi dinlemeye gelirler. Erken gelen, bir deve kurban etmiş gibidir. Daha sonraki bir sığır, ondan sonrası bir koç kurban etmiş gibi sevap alır. " ( Tac, 1/63) Kur’an Okunmasını Dinlemek Üzere Yeryüzüne İnmek: Bir kısım meleklerin Kur’an okunurken Allah’ın kelamını dinlemek için müminlerin yanına geldikleri bazı hadislerde bildirilmiştir. Mesela Üseyd b. Hudayr adlı sahabî bir gece hurma harmanında Kur’an okurken biraz ilerdeki atının aniden huysuzlandığı ve şahlandığını görmüş fakat okumaya devam etmiş; ancak at tekrar şahlanınca Üseyd, atının oğlu Yahya’yı çiğnemesinden korktuğu için çocuğun yanına gitmiş; oraya gidince kendi başının üstünde içinde kandile benzer tuhaf gölgeler görmüş sonra bu ışıltılı gölgeler göğe doğru yükselip gitmişler. Üseyd ertesi sabah durumu Rasulullah’a anlatınca Rasulullah (s.a.v.): "Onlar meleklerdi; seni dinliyorlardı; eğer okumaya devam etseydin, sabaha kadar seni dinlerler, halk ta onları görür, halktan gizlenmezlerdi." buyurmuşlardır. Zikir Meclislerinde Bulunmak: Bazı hadislerde de bir takım meleklerin Allah adının anıldığı, dinî hakikatlerin konuşulup görüşüldüğü mekanlara geldikleri bildirilmiştir. Mesela Buharî ve Müslim’in naklettiği uzunca bir hadise göre Rasulullah (s.a.v.) Allah’ı zikreden zikir ehlini arayıp bulmak üzere yollarda dolaşan melekler olduğunu, bunları bulunca onların yanına gelip onları dünya semasına kadar kanatlarıyla kuşatıklarını, Allah Teala da kullarının durumunu onlardan daha iyi bildiği halde o meleklere "Kullarım ne diyorlar?" diye sorduğunu, meleklerin de "Seni tesbih ediyorlar, seni tekbir ediyorlar ve seni yüceltiyorlar." diye Allah huzurunda şahitlik ettikleri cevap verdikleri ifade edilmiştir. İlim Ehlini Kutlamak ve Saygı Göstermek: Bir kısım melekler, ilmî ve bilimsel araştırma yapan imanlı ilim ehlini bu yaptıkları işlerden dolayı tebrik etmek, onlara yardım, işlerini kolaylaştırma ve saygı amacıyla kanatları yerlere sererler. Hazreti Peygamber: “Şüphesiz melekler ilim tahsil edenin yaptıklarından duydukları memnuniyetleri sebebiyle kanatlarını ilim talibinin ayaklarının altına sererler." Buyurmuştur. Bu melekler özellikle âlim olan müminlere rahmet dualarında bulunurlar. 20) Müminlere sebat ve azim ilham etmek kâfirlerin yüreklerine korku salmak da melekelrin fonksiyonları arasında zikredilmiştir. Şu ayette meleklerin bu fonksiyonuna işaret edilmiştir: "Hani Rabbin meleklere: 'Muhakkak ben sizinle beraberim; haydi iman edenlere destek olun; Ben kâfirlerin yüreğine korku salacağım; vurun boyunlarına, Vurun onlann bütün parmaklarına' diye vahyediyordu." (Enfâl, 8/12). MELEKLERIN GÖREVLENDİRİLMESİNİN HİKMETİ Allah Teala’nın her şeye gücü yeter; herhangi bir şeyi yaratır ve yok ederken meleklerin aracılığına veya sebeb durumunda olmasına veya meleklerin belirli bir görev almasına muhtaç değildir. Çünkü melekleri yaratan, onlara o gücü ve görevleri veren de Allah’tır. Allah Teala’nın melekleri yaratması ve çeşitli vazifeler vermesi, onlara muhtaç olduklarından dolayı değildir. Bu hizmetlerin onlar tarafından yapılması da zorunlu değildir. Mesela Hak Teala, Cebrail olmadan peygamberlerine vahyetmeğe; Azrail olmadan ruhları almaya kadirdir. Kıyametin vukuu için, İsrafil’in sura üfürmesi mutlaka gerekli değildir. Fakat hikmet sahibi olan Allah Teala, Melekleri belli işlerle görevlendirmiş olmasının bir hikmeti, böylelikle Allah Teala’nın kullarına ilahî kudretini ve yaratıcı mutlak hakimiyetini göstermiş, insanlara akıllarının daha kolay anlayabileceği ve hayatlarında alışık oldukları tarzda örnek bir alem işleyiş modeli sunmuştur. MELEKLERİN SAYISI Melekler duyu ötesi nuranî varlıklar oldukları için onların sayısını bilimsel yöntemlerle tespit etmek mümkün değildir. Bu itibarla onların hem varlığına hem de sayılarına ilişkin bilgiler ancak sadık-doğru haberle elde edilebilir. Bu sadık haber ise Kur’an ve sahih sünnettir. Kur’an’da ve hadislerde tüm melek çeşitlerini içine alacak şekilde meleklerin sayısına ait kesin bilgi verilmemektedir. Ancak bir ayette cehennem işleri ile görevli melekler olduğundan bahsedilirken"Rabbinin ordularını, kendisinden başkası bilemez" (74/31) ve “ göklerin ve yeryüzünün orduları Allah’ındır.” (48/4, 7) buyurularak meleklerin sayısının bilinemeyecek kadar çok olduğuna dikkat çekilmiştir. Bu ayetlerde “Allah’ın orduları” ndan maksat, melekler olduğu ifade edilmiştir. Keza bazı ayetlerde cehennem meleklerinin sayısının ondokuz olduğu, onların sayısının açıklanmasının ise sadece bir imtihan vesilesi olduğu bildirilerek en azından cehennemdeki meleklerin sayısı konusunda bilgi verilmiştir. (Müddessir, 74/31) MELEKLERİN ÇEŞİTLERİ Kur'an'da pek çok ayette meleklerin çeşitli görevleri belirtilmiş, yaptıkları işlerin önemine ve özelliğine göre aldıkları özel isimler beyan olunmuştur. Yerlerde ve göklerde, Kürsî'de ve Arş etrafında, Beytu'l-Ma'mur ve Sidre-i Müntehâ'da, Cennet ve Cehennemde sayısız melekler vardır. İlgili ayetler ışığı altında melekler, bulundukları mekânlara, görevlerine göre taksim edilebilir. Melekleri bulundukları mekan-yerlere göre Semavî ve Arzî melekler diye iki ana gruba ayırmak mümkündür. Semavî meleklerden kasıt, bu âlemi değil, fizikötesi âlemdir. Semavî-metafizik âlem melekleri kendi içinde Semavî-Arşî melekler ve Semavî-Arşî olmayan melekler olarak ikiye ayrılabilir. Arzî Meleklerden maksat ise bu fizik âlemdeki meleklerdir. İnsanı daha çok ilgilendirmesi bakımından arzî olarak isimlendirilmişlerdir. “Mele-i a’l’a” melekleri (37/8; 38/69) Semavî-Arşî olmayan meleklere işaret etmektedir. Keza “Biz ancak Rabbimizin emri ile ineriz. Önümüzde, arkamızda ve bunlar arasında olan her şey O’na aittir.” (19/64) ayetinde zikredilen melekle de bunlardır. Semavî-Arşî meleklere gelince, Arşı taşıyan ve Arşın etrafındaki meleklerdir;(40/7-8). Arzî melekler ise bu alemle doğrudan ilişkili çeşitli görevlerle vazifeli tüm melekler arzî melekler çeşitine girmektedir. Doğum meleği denebilecek olan rahimlerdeki canlılara can üfleyen melekler; Ölüm meleği, kâinat işleriyle alakalı melekler, Kiramen katibin ve Hafaza melekleri gibi. Bulundukları yerlere göre meleklerin şöyle bir tasnifi de yapılablir: Dünya melekleri, metafizik âlem melekleri, ahiret melekleri ve her iki âlem melekleri şeklinde tasnif edilebilir. Bu âlemdedünyada görevli olanlar meleklere, Mikail (a.s), doğum ve ölüm melekleri, Kiramen kâtibin ve Hafaza melekleri; metafizik âlem meleklerine Mukarrebûn veya Hamele-i Arş melekleri; sadece ahiret âleminde görevli olan meleklere Münker-Nekir, Cennet ve cehennemdeki melekler, Cennet meleklerinin reisi Rıdvan, Cehennem meleklerinin reisi Malik gibi melekler örnektir. Dört büyük melek ve diğer melekler ise her iki âlemle irtibatlı olan meleklerdir. Melekler fonksiyonlarına ve gördükleri işlere göre de aşağıdaki şekilde sınıflandırılmıştır. DÖRT BÜYÜK MELEK CEBRAİL: Cebrail, kelime olarak Allah'ın kulu (Abdullah) ve Allah'ın kuvveti(Cebrullah, Ceberûtullah) anlamına gelir. Bu durumda Cebrail kelimesi, bu meleğin yenilmez bir kuvvet ve Allah katında büyük bir şeref ve makam sahibi olduğunu ifade eder. "Kur’ân, şüphesiz değerli bir elçinin-Cebrâîl'in getirdiği sözdür. O elçi güçlü, Arş'ın sahibi Allah katında çok itibarlıdır. O orada saygın, güvenilen bir el-çidir." (81/19-20) âyeti bunu açıkça göstermektedir. Istılahta ise Cebrail, Peygamberlere vahiy getirmekle görevli olan Vahiy meleğinin adıdır. Cebrâil’in, görevi Allah ile peygamberleri arasında elçiliktir; yani Allah'tan aldığı emir ve hükümleri peygamberlere aynen bildirmektir. Kur'an-ı Kerîm de Hz. Muhammed’e (s.a.s.) onun vasıtasıyla indirilmiştir. Bu husus şöyle ifade edilmiştir: "(Ey Muhammed!) Uyaranlardan olman için Kur'an'ı senin kalbine apaçık Arapça diliyle Ruhu'l-Emin (Cebrâil) indirmiştir." (eş-Şuâra, 26/192-195) Hazreti Cebrâîl, Kur’an’da çeşitli isimlerile anılmıştır. Bu isimler Cibrîl (2/97, 98; 66/4); Resûl-i kerîm (81/19); Rûhu'l-emîn (26/193); Rûhu'l-kuds (2/87; 5/110) Rûh’dur. (19/17; 70/49; 97/4) Bazı hadislerde Cebrail’in bir adının da Nâmûs-ı Ekber olduğu belirtilmiştir.11 Cebrâîl’e (a.s), meleklerin en üstünü, en büyüğü ve Allah'a en yakını olduğu için ona Seyyidü'l-melâike (meleklerin efendisi) denmiştir. Cebrâil (a.s.) çeşitli suretlere girebilir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) onu vahyin başlangıcında Hira'dan Mekke'ye gelirken, bir de Mirâc'dan dönüşte Sidretü'l-Münteha'da kendi aslî şekliyle görmüştür. Cebrâil (a.s.) bazan yakışıklı ve genç bir sahabî olan Dıhye el-Kelbî'nin sûretinde insan kılığına girerek Rasülullah’a (s.a.s.) vahiy getirmiştir.12 Cebrâil, İsrâ ve Mirâc hadîsesinde Rasûlullah’a Mekke'den Kudüs'e ve oradan Sidretü'l-Münteha'ya kadar eşlik etmiştir. MİKÂİL: Mîkâîl (a.s) dört büyük melekten biridir ve kâinattaki tabiî olayları, canlıların rızklarını idare etmekle görevlidir. Mikail’e iman etmek de meleklere imanın bir gereğidir; inkârı küfürdür. Kur’ân-ı Kerîm'de sadece bir yerde geçmekte olup şöyle buyrulmaktadır: "Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cibrîl'e ve Mîkâîl’e düşman olursa muhakkak ki Allah da kâfirlerin düşmanıdır." (2/98) AZRÂİL: Ölüm meleğinin adıdır. Kur'ân’da Azrâil ismi geçmemektedir. Ancak "De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği(Melekü’l-mevt) canınızı alacak, sonra Rabbiniz’e döndürüleceksiniz." (32/11) ayetinde de geçtiği üzere görevi, ölüm sırasında canlıların ruhunu almak olduğu için Melekü'l-mevt (ölüm meleği) adıyla da anılmıştır. Kur’an’da canlıların ruhlarını alan meleğin bir tane olduğunu ifade eden “Melekü’l-mevt” ayetinin yanı sıra, birden fazla ölüm meleklerinin varlığına delalet eden ayet de vardır. “O kimseler ki nefislerine zulmederlerken melekler-melâike canlarını alırlar.” (5/ 97) ve “O halde melekler onların yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını alırken nasıl olacaklar.” (47/ 27) ayetleri bunu göstermektedir. Bazı ayetlerde ise yaşama süresi dolan insanların canlarını alan meleklerden “Resullerimiz-elçilerimiz” olarak bahsedilmiştir. Nitekim “ birinize ölüm geldiği zaman resullerimiz-elçilerimiz onun canını alırlar ve onlar görevlerinde asla hata yapmazlar.” (6/ 61) buyrulmuştur. Can almakla görevli melekler, temiz ve pak müminlerin ruhunu alırken "Onlar, meleklerin, 'Size selâm olsun. Yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık cennete girin' diyerek tertemiz olarak canlarını aldıkları kimselerdir.” (Nahl 16/32) diyerek onlara selâm vererek alacaklardır. Naziat suresinin ilk iki ayetinde geçen (79/1-2) naziat ve naşidat kelimelerinden hareketle Müminlerin ruhunu acıtmadan kolayca alan bu meleklere Nâşitât denmiş; kâfirlerin ve isyankârların canlarını zorla çekip alan meleklere de Nâzi'ât denmiştir. Bazı sahih hadislerde salih amel sahibi mü’minlere ölüm meleğinin daha yumuşak davrandığı ve ölümün onlar için daha kolay olacağı, buna karşılık ölüm meleğinin kötülük ve isyan içinde olanlara görevini daha sert ve acımasız uygulayacağı ve böyle kişilerin ölümlerinin daha zor olacağı beyan edilmiştir. Ancak bu husus, kesin ve sürekli geçerli bir kanun hükmünde değildir. İSRAFİL: İsrafil isminin İbranice kökenli olduğu, bazı değişiklerle İsrafil haline getirildiği, “şan ve şeref” anlamında olduğu söylenmiştir. Dört mukarreb ve büyük melekten biridir. Başlıca görevleri kıyametin kopmasını başlatan, sonra da ölülerin dirilmesini bildiren Sur’u iki defa üflemektir. Bu sebeple Sur meleği diye bilinir. Kur'ân-ı Kerîm'de İsrâfîl adı geçmemektedir. Bununla birlikte birçok ayette Sûr’a üfleneceği meçhul sığasıyla haber verilmektedir. Mesela “Sûr’a üfürüleceği gün de mülk O Allah’ındır.” (6/73) ve "Sur üfürülünce, Allah’ın dilediğinden başka göklerde ve yerde ne varsa hepsi ölürler.. Sonra Sur’a bir daha üflenince, (ölüler dirilerek) ayağa kalkıp bakışır dururlar" (39/68) Hadislerde ise İsrafil’in adı dört büyük melek içinde zikredilmiştir.15 İsrafîl, Sûr’a iki defa üfürecektir. İsrâfil'in birinci üflemesi ile yer ve gökteki bütün canlılar ölecek ve dünya hayatı sona erecektir. İkinci defa üflemesiyle de bütün canlılar dirilecek ve ahiret hayatı başlayacaktır Sûr'un ilk üflenişine "nefha-i ûlâ"; ikinci üflenişine "nefha-i sâniye" denilir. Birinci üfürüşde kâinattaki tüm varlıklar hepsi dehşet içinde sarsılacağı için buna Nefha-i feza; dehşet içinde sarsıldıktan sonra yıkılıp öleceklereri için de dir Nefha-i saik denmiştir. İsrafil’in Sur’a ikinci üfürüşünde de canlılar kabirlerinde diriltilip derhal süratle diriliş meydanı olan Mahşer’e doğru sevk edileceklerdir. Ölülerin diriltilip Mahşer’e doğru gitmek üzere kabirlerinden dışarı çıkarılmalarına da Nefha-i kıyâm denmektedir. MUKARREB MELEKLER Bu meleklere İlliyyûn ve kerûbiyyûn melekleri de denilmektedir. Bu meleklerin özellikleri Kur’an’da zikredilmiştir. Buna göre Mukarreb Melekler, Allah Teâlâ’ya en yakın, en şerefli meleklerdir; onlar Allah’a ibadet etmekte asla yüksünmez ve kibirlenmezler; hiç usanıp bıkmadan sürekli Allah’ı tesbih ederler. "Ne Mesîh ve ne de Allah'a yakın melekler/el-melâiktü’l-mukarrebûn, Allah'ın kulu olmaktan yüksünüp çekinmez.." (4/172).Bir başka ayette ise Allah’ın huzurunda bulunanların O'na ibadette kibirlenmedikleri, hiç bıkıp usanmadan gece-gündüz O'nu tesbih ettikleri bildirilmiştir. (21/19-20) Arşı taşıdıklan ve Arşın etrafında bulunan, Allah'ı hamd ve tesbih eden melekler de bunlar içinde sayılmaktadır.( Mümin, 40/7) HAMELE-İ ARŞ MELEKLERİ Arşı yüklendikleri için bu meleklere “Arş Taşıyıcıları” anlamında bu isim verilmiştir. Kur'ân'da onlardan bu meleklerin nerede bulundukları ve ne yaptıkları belirtilerek "Arş'ı yüklenen ve ve Arşın çevresinde bulunan melekler, Rableri'ni hamd ile tesbîh ederler, O’na iman ederler, Müminlerin de bağışlanmasını isterler." (Mü'min 40/7) buyrulmuştur. Hamele-i arş ile etrafındaki meleklere aynı zamanda Kerûbiyyûn (Allah'a en yakın melekler) de denir.16 Arşın etrafında bulunan meleklerin sayısı bilinmemekle birlikte Kur'ân-ı Kerîm, kıyamet günü bizzat Arşı taşıyan Arş Meleklerinin sayısının sekiz olduğunu açıklamıştır. " Gök yarılmış ve o gün bitkin bir hale gelmiştir. Melekler onun(göğün) etrafındadır. O gün Rabbin'in arşını, bunların da üstünde sekiz melek yüklenir." (69/16-17) Bu ayetteki “sekiz” ifadesi, “sekiz adet” veya “sekiz saf” olarak anlaşılmıştır. Arşın mahiyetini bilmediğimiz gibi bu meleklerin arşı taşıma keyfiyetini de bilemiyoruz. Bununla birlikte hakkalarında bir kısmî bir tasavvur oluşması için bazı hadislerde onların büyüklük ve azametini ifade eden yönleri dile getirilmiştir. Mesela Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Size arşı taşıyan meleklerden bahsetmem konusunda bana izin verildi. Onlardan her birisinin kulak memesi ile boynunun arasındaki mesafe yedi yüz yıldır" KİRÂMEN KÂTİBÎN MELEKLERİ Kirâmen Katibîn, “şerefli yazıcılar” demektir. Her insanın iyi-kötü tüm söz ve fiillerini kaydeden meleklerdir. "Muhakkak sizin üzerinizde gözetici-hafız çok şerefli yazıcılar-kirâmen katibîn vardır ki bunlar yaptığınız amel ve işlerin hepsini bilirler." ( 82/10-12) ayeti buna delaet etmektedir: Bu melekler, ahirette hesap gününde insan “Bu kitaba ne olmuş, küçük büyük hiç bir şey bırakmayıp saymış.” (18/49) demekten kendini alamayacağı kadar en küçük teferruatıyla her ferdin tüm söz ve davranışlarını kaydedeceklerdir. Bu Melekler, iki tane olup insanın daima sağ ve solunda yer alır; sağdaki melek insanın iyi söz, fiillerini; soldaki ise kötü söz ve fiilleri tespit edip kaydetmekle görevlidir. Şu ayet buna delalet etmektedir: "Hatırla ki insanın hem sağında hem solunda oturan ve onun amellerini tesbit etmekte olan iki de melek vardır. O insan bir söz atmaya dursun mutlaka onun yanında hazır olan gözcü(melek)vardır." (50/17-18) Kirâmen Katibîn Meleklerinin sayıları bilinmemekle birlikte, her insanın sağ ve solunda birer tane olduğuna göre onları sayıları kıyamete dek gelecek olan insanların iki katı olması gerekir. Bu meleklerin bir adı da "İki kaydedici görevli-melek insanın sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadırlar. İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında kendisini gözetleyen/Rakîb yazmaya hazır/Atîd bir melek bulunmasın." (50/17-18) ayetinde belirtildiği üzere Rakîb ve Atîd’dir. Bu meleklere “Yazıcı Resuller-elçiler” de denilmektedir. Nitekim "Yoksa onlar, bizim kendilerinin sırlarını ve gizli konuşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, öyle değil; yanlarındaki elçilerimiz/Rusülüna yazmaktadırlar." (43/80) ayetinde bu isimlendirme açıkca belirtilmiştir. Kirâmen Kâtibîn meleklerinin görevi sadece bu dünyaya özgü değildir. Onlar bu dünyada insanları korudukları, iyi-kötü tüm söz ve işlerini kaydettikleri gibi, hesap esnasında da yapılan işlere ahirette şahitlik edeceklerdir. Nitekim "Sûr'a üfürülür; işte bu, geleceği vadedilen gündür. Herkes, yanında bir sürücü ve bir de şahitle beraber gelir."( 50/20-21) ayeti bu hususa işaret etmektedir. Kiramen Katibin meleklerinin tuttuğu defterler-kayıtlar "Biz her insanın amelini (amel defterini) boynuna doladık. Kıyamet gününde onun için (her bir insan için amelleri yazılmış) bir kitab çıkarırız ki, açılmış olduğu halde o (insan) buna kavuşur; kitabını oku, bu gün sana karşı bir hesab görücü olmak bakımından nefsin yeter (denilir)" (el-İsrâ: 17/13-14) ayetinde de ifade buyurulduğu üzere mahkeme-i kübrâda sahiplerine verilecektir. HAFAZA MELEKLERİ Hafaza ve hâfızîn “Hâfız” kelimesinin çoğuludur. Hafaza meleklerinin varlıkları ayet ve hadislerle sabit dinen kesin bir gerçek, aklen mümkün bir hakikattir. Bu meleklere insanı korudukları, görüp gözettikleri için “Hafızîn-koruyucular” ve “Hafaza” de denilmiştir. “Muhakkak üstünüzde bekçiler/hafîzîn, çok şerefli yazıcılar/Kirâmen Kâtibin bulunmaktadır.”( 82/10-11) ayetinde bu meleklerden bahsedilmektedir. En’âm suresinde de Hafaza meleklerinden “Kulları üzerinde tasarrufta bulunan O’dur ve üzerinize bekçiler/hafaza gönderir.” (6/61) bahsedilmiş ve sadece “Hafaza” ismi zikredilmiştir. Bu meleklere “takipçiler” anlamına gelen “Muakkıbât” da denilmektedir. “Onun önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu koruyan takipçiler/Muakkıbat vardır.” (Rad, 13/11) Bazı hadislerde de hafaza meleklerinden bahsedilmiştir. Mesela bir hadiste Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Bir müslüman bir rahatsızlığa düşünce Allah onu koruyan hafaza meleklerine şöyle emreder: "Kulumun normal halindeyken her gün ve gecede yapagelmekte olduğu iyiliklerin sevabını ona bu hastalık müddetince yazın." (Dârimî, Rikâk, 56) MÜNKER NEKİR Ölümden sonra kabirde ölüyü sorgulamakla görevli olan iki melektir. Münker ve Nekîr, “Bilinmeyen, tanınmayan, değişik kılık ve kıyafette olan” demektir. Mezardaki ölüye hiç görmediği şekilde görünecekleri için bu iki meleğe Münker-nekir isim verilmiştir. Bu meleklerin adları Kur’an’da değil, hadislerde geçmektedir.18 Nitekim konuyla ilgili Ebu Hüreyre'den nakledilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Ölü defnedildiğinde, ona gök gözlü simsiyah iki melek gelir. Bunlardan birine Münker diğerine de Nekir denir. Ölüye: "Bu adam (Rasûlüllah) hakkında ne diyorsun?" diye sorarlar. O da hayatta iken söylemekte olduğu üzere "O, Allah'ın kulu ve Rasûlüdür. Allah'tan başka Allah olmadığına, Muhammed’in (s.a.s.) O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim." der. Melekler de "Biz zaten böyle söylediğini biliyorduk " derler. Sonra kabri kare şeklinde yetmişe yetmiş dönüp onlara haber versem mi?" diye sorar. Onlar da: "kendisini en çok sevdiği eşinden başkasının genişletilir ve aydınlatılır. Sonra ona "Yat!" denir. Ölü "Aileme uyandırmadığı damat gibi uyu." derler. Böylece Cenab-ı Allah onu tekrar diriltinceye kadar uyur. Eğer münafık ise, "İnsanların söylediklerini duyup aynısını söylerdim, bilmiyorum." der. Melekler de "Böyle söylediğini zaten biliyorduk" derler. Sonra kabir toprağına "Onu sıkıştır" denir. Toprak onu kaburga kemikleri birbirine geçinceye dek sıkıştırır. Allah onu tekrar diriltinceye kadar kendisine bu şekilde azap edilir." (Tirmizi, Cenâiz: 70.) Keza Enes b. Malik’ten rivayet edilen bir başka hadiste ise Peygamberimizin şöyle haber vermiştir: "Kişi kabrine konup ailesi ve arkadaşları onu orada bırakıp gittikleri ve o kişi gidenlerin ayak seslerini duyduğu zaman iki melek gelip onu oturturlar ve 'Sen şu zat, yani Muhammed hakkında ne söylerdin?' diye sorarlar; o kişi mü'min ise'Şehâdet ederim ki O, Allah'ın kulu ve peygamberidir' der. Bunun üzerine ona eğer sen mümin olup da bu soruya doğru cevap veremeseydin, şu cehennemde girecektin anlamında 'cehennemdeki şu yerine bak! İşte onu, cennetten bir yer ile değiştiriyoruz' Mümin, bunların her ikisini de görür. Şayet kabre konan kişi münafık ve kâfir ise ona da 'Sen şu zat hakkında ne der idin?' denildiğinde, 'bilmiyorum, insanlar ne derlerse ben de onu derdim' cevabını verir. Bunun üzerine, 'Ne doğru bildin, ne de uydun' denilip, ona demirden bir topuz ile öyle bir vurulur ki, insan ve cinlerden başka bütün varlıkların duyduğu bir çığlık atar." Kur'ân-ı Kerîm'de bu iki meleğin adından söz edilmediği gibi kabirde ölünün sorguya çekileceğine dair açık bir ifadeye de rastlanmaz. Ancak bazı âyetlerin buna işaret ettiği, hattâ bazılarının tamamen kabir suali ile ilgili olduğu Ehl-i Sünnet alimleri ittifakla kabul edilmiştir.20 Nitekim "Allah, îman edenleri dünyada da âhirette de değişmeyen sağlam-sabit söz üzerinde sabit kılar. Zâlimleri ise saptırır. Allah dilediğini yapar." (14/27) âyetinde geçen “âhiretten“ maksat kabir; "sabit söz''den maksat da "Kelime-i Şehadet''tir denmiştir. İbn Mâce, Sünen adlı eserinde şöyle demektedir: "Allah, iman edenleri sabit bir söz ile metanetli kılar" âyeti, kabir azabı (sorgusu) hakkında indi. Ölüye kabirde; "Senin Rabbin kim?" diye sorulur. O da; "Rabbim Allah'tır, Peygamberim Muhammed (s.a.s.)'dir" diye cevap verir. İşte mümin ölünün bu cevabı; "Allah iman edenleri sâbit söz ile dünya hayatında ve ahirette metanetli kılar" meâlindeki âyetin ifadesidir. Bu hadis, kütübü sittenin hepsinde rivayet edilmiştir. Bazı rivayetlerde kabirde ölüye sorulan sorular; "Rabbin kim; peygamberin kim; dinin nedir?" diye üçe çıkarılmıştır. Münker ve Nekir'in kabirdeki sorularıyla ilgili pek çok hadis varid olmuştur. Bu ahad haberler, lafızları itibariyle tevâtür derecesine ulaşmamışlarsa da, bu konudaki hadislerin çokluğu, konuyu manevî mütevâtir derecesine yükseltir. CENNET VE CEHENNEM MELEKLERİ Cennet ve cehennem meleklerinin varlıkları bir çok ayetin yanı sıra hadis ve icma ile sabit olduğu için inkâr edilemez. Bu melekler, cennet ve cehennemdeki işleri yürütmekle görevli meleklerdir. Bunlar içinde bir kısmı cennet ve cehennem bekçiliği, bir kısmı cennet ve cehennemdeki hayatı, müminlerle ilişkileri düzenleyen meleklerdir. Bu meleklerinin sayısı bilinmemektedir. Cennet bekçilerine Hazene-i cennet; cehennem bekçilerine de Hazene-i cehennem denilmektedir. Hazene-i cennet, cennete gönderilen müminleri "Rablerine karşı gelmekten sakınanlar gruplar halinde cennete sevk edilir, oraya gelip kapıları açıldığında cennetin bekçileri(hazenetühâ) onlara ‘Size selam olsun, tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin buraya’ derler.” (39/73) ayetinde görüldüğü üzere selam ve tatlı sözlerle karşılayarak içeri alan alacaklardır. Bazı hadislerde de cennet bekçisi melekten bahsedilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadisinde: "Ben kıyamet gününde cennetin kapısına gelerek açılmasını isteyeceğim. Cennetin bekçisi: Sen kimsin? diyecek; Ben de: Muhammed'im diyeceğim. Bunun üzerine: Ben ancak sana açmaya memur oldum. Senden önce hiçbir kimseye açmayacaktım, diyecektir. ” Çeşitli bölümleri olan Cennet içinde de melekler vardır ve onlar da tıpkı cennet muhafızları gibi müminleri selam ve hürmetle karşılayacak, onlara güzel sözlerle muamele ve hizmet edeceklerdir. Nitekim Adn cennetlerindeki melekler de salih olan babaları, eşleri ve çocuklarıyla birlikte aileler halinde Adn cennetine giren müminlerin yanına her kapıdan gelerek "Sabrınıza karşılık size selâm olsun! Dünya yurdunun sonu ne güzeldir." diyecekleri haber verilmiştir. (13/23-24) Muhafızları ve içindeki çeşitli bölümlerde sayıları bilinmeyen melekleri bulunan cennetin meleklerinin başkanı da vardır. Cennet meleklerinin başkanına Rıdvân denilmiştir. Cehennem meleklerine gelince cehennemin de bekçileri, içinde görevlileri ve başkanları vardır. Cehennem bekçisi meleklere “Hazenetü’l-cehennem”; içindeki görevlilere Zebânî (Alak, 96/18); Cehennem meleklerinin başkanına da Mâlik (Zuhruf, 43/77) denir. Peygamber Efendimiz (s.a.v), rüyasında kendisine cehennem ehlinin durumu gösterilirken, önündeki ateşi yakmakla meşgul birine gözü takılır. Kim olduğunu sorduğunda: "Cehennem bekçisi Mâlik’tir" cevabını alır. Cehennem bekçileri-Hazene-i cehennem kâfirler gruplar halinde cehenneme gönderilince onları sert ve kınayıcı sözlerle karşılayarak cehenneme atacaklardır ve onları kınayarak "Size, içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi?, diyecekler.” Kâfirlerden de “evet geldi.” Cevabını alınca onları cehenneme atacakları bildirilmiştir. (39/71-72) Bu muhafız melekler, iri gövdeli, sert tabiatlı Allah'ın buyruklarına karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan meleklerdir (66/6). Cehennemdekiler, bu hazene-i cehennem meleklerinden azabın hafifletilmesini her istediklerinde “Size peygamberleriniz açık deliller getirmediler mi?, soracak ve onlar da “evet, getirdiler” diye cevap verince onları azaplarıyla baş başa bırakacaklardır.(Mümin,40/49-50) Zebanî’ye gelince Kur'ân’da dokuz âyette25 "Zebânî" kelimesine atıflar bulunmakta; "ez- Zebâniyye" şeklinde ise yalnız bir âyette (Alak, 96/18) geçmektedir. Âyette geçen "ez-Zebâniyye" kelimesi "İten kimse" demektir.26 Bu cehennem meleklerine, insanları şiddetle cehenneme ittikleri için "zebânî" denmiştir. Kur’an’da zebanîlerin Sakar Cehenneminde olduğu ve sayısının ondukuz olduğu açıklanmış, onların melek olduğu özellikle belirtilerek "Sen biliyor musun sakar nedir? O, hem (bütün bedeni helâk eder, hiçbir şey) asla bırakmaz, hem (eski hale getirip tekrar azap etmekten) vazgeçmez. İnsanın derisini kavurur. Üzerinde on dokuz melek vardır. Biz cehennemin işlerine bakmakla ancak melekleri görevlendirmişizdir. Onların sayısını da inkârcılar için sadece bir imtihan yaptık." denilmiştir. (Müddessir 74/27-31) HARÛT-MARÛT Harût-Marût hakkında farklı görüşler ileri sürülmekle beraber yaygın kanaate göre Bâbil halkını kötülüklere, özellikle şeytanların öğrettikleri sihre karşı uyarmak, hayrı ilham etmek üzere gönderilmiş iki melektir. Ancak Bâbilliler bu İki meleğin ilhamıyla keşfettikleri bir takım güçleri, asıl maksatlarının tersine olarak sihir ile bâtıl ve haram şeylerde kullanmışlar, onlann hayır için bildirdikleri gerçekleri küfür ve diğer kötü işlere vesile yapmışlardır. Bu husus Kur’an’da şöyle bildirilmiştir: “…şeytanlar, insanlara sihri ve Babil’de Harût ve Marût’a indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki o ikisi (Harut ve Marût) ‘biz ancak imtihan için gönderildik; sakın kafir olma’ demeden hiç kimseye bir şey öğretmezlerdi. İnsanlar ise o ikisinden karı ile kocasının arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Fakat Allah’ın izni olmadıkça onlar bununla hiç kimseye zarar veremezlerdi. Onlar kendilerine fayda vereni değil de zarar veren şeyleri öğrenirlerdi…” (2/102). Kur'ân-ı Kerîm’de mezkur ayetten başka onlarla ilgili bilgi bulunmamaktadır. Buhârî'de sadece Harût-Mârût adı geçmekte diğer bazı hadis kaynaklarında ise Harût-Marût, insan gibi arzu, istek ve hırsları olan varlıklar olarak tasvir edilmektedir. (Hanbel, Müsned, II, 134) Ancak Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde yer alan bu rivayeti müfessirler bozuk ve kabul edilemez olduklarını belirtmişlerdir. Kitab’ı-Mukaddes’te Harût-Marût’la ilgili olarak nakledilen rivayetlerin aslı yoktur. Bu hikâyelerde Nûh tûfanı günlerinde bazı ruhanî varlıkların dünya âlemdeki kızların güzelliğine kapılarak yeryüzüne indikleri, güzel kızlarla evlenerek beşerî zevk aldıkları, Allah Teâla'nın da onları cezalandırıp ruhlar alemine dönmelerine müsaade etmediği kaydedilmektedir. (Tevrat, Tekvin, 6/1-5; İncil, Matta, 9/34) MELEKLERİN ÜSTÜNLÜĞÜ Bu konu kelam kaynaklarında tafdil meselesi olarak geçmektedir. Bu husus imanı ilgilendiren temel bir itikad konusu olmamakla birlikte mümin insanın değerini ortaya koyması açısından önemli görülerek âlimler tarafından meleklere iman konusu kapsamına alınmıştır. Bu konuda temel iki ana görüş bulunmaktadır. Mâtürîdîler'in büyük çoğunluğuna göre insanoğlu meleklerden üstündür. Bunlar gerekçe olarak Allah’ın meleklere "Adem'e secde etmelerini” emretmesini (2/34) ileri sürmüşlerdir. Zira derecesi aşağı olanın üstün olana secde etmesi hikmetin gereğidir; Allah meleklere Adem’e secde etmeleri emrini verdiğine göre insan türü melek türünden üstündür, demişlerdir. İslam filozofları, Mu’tezile ve bazı Eş’arî kelâmcılarına göre ise melekler, insandan üstündür. Bunlar meleklerin, kâmil ve soyut ruhtan yaratılmış olmalarını, peygamberlerin meleklerden vahiy aracılığıyla bilgi öğrenmelerini, âyet ve hadîslerde sürekli olarak meleklerin peygamberlerden önce zikredildiğini dikkate alarak, meleklerin insanoğlundan üstün olduğunu kabul etmişledir. Bunlar ayrıca delil olarak şeytanın cennette Hz. Âdem ve eşini "…Melek olursunuz diye rabbiniz bu ağaçtan yemeyi size yasakladı.” (7/20) diye kandırmasını, onların da melek mertebesine çıkmak için yasak ağaçtan yemelerini ileri sürmüşlerdir. Bunlar ayrıca meleklerin masum ve Allah'a daha yakın olusunu, hırs ve arzuların kaynağı olan maddî yapıdan arınmış bulunuşunu da onlann üstünlüğü için delil getirmişlerdir. Ehl-i Sünnet âlimlerinin büyük çoğunluğu ise insanlarla melekler arasındaki üstünlük konusunu şu şekilde sıralamışlardır: (1) Allah Teala katında Peygamber Efendimiz (sas) tüm yaratılmışların en faziletlisidir. Bu hususda kat’i icma vardır. (2) Bütün peygamberler, melek peygamberler-rasuller olan dört büyük melekten ve diğerlerinden üstün ve faziletlidir. (3) Resul/peygamber Melekler, peygamber olmayan bütün insanlardan üstündür. Bu hususta da icma vardır. (4) Takva sahibi olan salih mü’minler, sıddıklar, şehitler, meleklerin (rasulleri hariç) tamamından daha faziletlidir. Çünkü Allah Teala insan için Kur’an’da “Halife” tabirini kullanmış; melekler hakkında ise böyle bir terkim-şeref ifade eden bir tabir kullanmamıştır. Keza Hz. Âdem bütün meleklerden daha bilgili idi. Alim olanın alim olmayana üstün oluşu hakkında ihtilaf yoktur. Kur’an-ı Kerim’de de: “De ki bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer: 39/9) buyurulmuştur. Ayrıca melekler yaratılışları gereği günah işlemez, ne emredilirse onu yaparlar. Böyle olunca günah işleyebilen ve işleyen salih mü’minlerin onlardan üstün olmasının sebebi, insanın şeytan, nefis, dünya sevgisi, şehvet hırsı... gibi çeşitli engellerle etrafının çevrilmiş olması, fakat meleklerin böyle olmamalarıdır. Melekleri ne Allah yolundan çevirecek şeytanları, ne her arzu ettiğini yapmağa teşvik edecek nefisleri vardır; Ne de birbirlerini hak yolundan çevirmek için en küçük faaliyetleri yoktur. (5) Meleklerin peygamber olmayanları ise kâfir, münafık, müşrik ve amelsiz ahlâksız ve büyük günah işlemekten kaçınmayan müminlerden üstündür. Değerlendirme Soruları 9.10.1. Meleklere inanma neden bir iman esasıdır? 9.10.2. Meleklerin beş görevini açıklayınız. 9.10.3. Meleklerin beş özelliğini belirtiniz. 9.10.4. Hafaza meleklerinin başka adı var mıdır? Görevleri nedir? 9.10.5. Rıdvan ile Malik kimdir? Özellikleri nedir? 10. Hafta Cin, kelime olarak “örttü, gizledi, sakladı,” manasına gelen Arapça "cenne" fiilinden türetilmiş, çoğul bir kelimedir; “cinler” demektir. Cin kelimesinin tekili ise "cinnî" dir. Buna göre cinin kelime anlamı, “duyularla algılanamayan tüm gizli varlıklar” demektir. Bu görünmez varlıkların erkeklerine cinnî, dişilerine cinniyye; cinlerin atalarına da cân denilir. Farsça'da cin karşılığında perî ve dîv-dev kelimeleri kullanılır. Terim olarak cin kavramına gelince biri genel diğeri özel olmak üzere iki anlamı vardır. Genel terim anlamıyla cin kelimesi, insan türünün karşıtı olan duyularla algılanamayan tüm görünmez varlıkları kapsar. Bu durumda cin kelimesi, melek ve şeytanları da içine aldığı için en kapsamlı kelimedir; duyularla algılanamayan görünmez gizli varlık anlamında her melek ve şeytan, cindir; fakat her cin, melek veya şeytan değildir. Cinnin bu kapsamlı genel terim anlamına göre gizli varlıklar kendi içinde üçe ayrılır. (a) Melekler gibi, Sırf hayırlı olan görünmez varlıklar. (b) Şer-kötü olan görünmez varlıklar. İblis ve şeytanlar gibi. (c) Hayır ve şerli olan görünmez varlıklar. Cinler gibi. Cinnin bu genel anlamı kabul edilmekle beraber İslâm âlimlerinin çoğunluğu meleklerin cinlerden ayrı bir varlık türü olduğunu belirtmişler ve cin kelimesinin insan ve melek dışında üçüncü bir varlık türünün adı olarak kullanılması gerektiğini belirtmişlerdir. Buna göre Cin, duyularla algılanamayan gizli varlıkların bir kısmını ifade etmek için kullanılmaktadır ve özel terim anlamıyla cin “Allah tarafından şuur ve irade sahibi olarak yaratılmış, ilâhî emirlere uymakla yükümlü duyularla algılanamayan gizli varlık türü.” demektir. Cinlerin varlığı Kur’an, Sünnet ve ümmetin icması ile sabittir. Onların varlığı akıl tarafından da mümkün kabul edilmiştir. Kur’an’da müstakil olarak “Cin suresi“ nin bulunması; ilaveten "Ben cinleri ve insanları sadece bana ibadet etsinler diye yarattım." (51/56) “Ey cin ve insan toplulukları göklerin ve yerin katmanlarını aşmaya gününüz yeterse aşın…“(55/33); “Ey cin ve insan toplulukları içinizden size ayetlerimi anlatan ve bu gününüzün gelip çatacağını size bildiren resuller gelmedi mi?..“ (6/130) gibi ayetler de Allah’ın onlara hitap etmesi cinlerin mevcudiyetine kesin delildir. Eski çağlardan beri yanlış-doğru vasıflarla cinlerin varlığına inanılagelmiştir. Eski Yunanlılar, Romalılar, Sabiîler, Süryânîler, cahiliyye dönemi müşrik Arapları cinlerin varlığını kabul etmiş; üstelik onları ilâh derecesine çıkararak tanrılaştırmışlar; Allah'a ortak koşmuşlar ve onlardan korunmak için kurbanlar kesmiş veya sihir yapmışlardır. Allah Teala cinler hakkındaki bu tür inanışların batıl olduğunu özellikle vurgulamış ve işin doğrusunu bildirerek bozuk inanç ve anlayışları tashih etmiştir. Mesela "Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa ki onları da Allah yaratmıştır. Bilgisizce O’na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Hâşâ, O Allah, onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir."( 6/100) ve "Allah ile cinler arasında da bir soy birliği uydurdular. Andolsun, cinler de kendilerinin hesap yerine götürüleceklerini bilirler. Allah, onların isnat etmekte olduklarından yücedir, münezzehtir." (37/ 158) ayetleriyle bu gerçek vurgulanmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de bildirilen hakikatlere göre cinler insan türünden önce var edilmiş; yakıcı, her şeye nüfuz edici ateşten (nâr-ı semum) saf ateşten (mâric) yaratılmış insanlar gibi mükellef canlılardır. Cinlere de peygamber gönderilmiş, içlerinden iman eden ve etmeyenler olmuştur. Hz. Muhammed insanlara olduğu gibi cinlere de ilâhî emirleri tebliğ etmiştir. Peygamber Efendimiz (sav) cinlerle konuşmuş, Cin suresinin sebebi nüzulü ile ilgili rivayetlerde olduğu üzere onlara Kur’an okumuştur. Bazı hadislere göre Resûl-i Ekrem geceleyin bir grup cinle bir arada bulunmuş, onlara Kur'an okumuş, sabah olunca da durumu ashabına anlatıp yaktıkları ateşin kalıntılarını kendilerine göstermiştir. Keza Abdullah b. Mesud’un anlattığına göre bir gece Hazreti Peygamber, yanındaki bir grup ashabını bırakarak yanlarından ayrılmış ve sahaba kadar geri dönmemiştir. Sabah olunca ashap Resulullah’ın Hira’dan geldiğini görünce tüm aramalarına rağmen kendisini bulamadıklarını ve nerede olduğunu sormuşlar; bunun üzerine Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Bana cinlerden davetçi geldi. Onunla beraber gittim, onlara Kur’an okudum“1 Hadislerde de her insanın yanında bir cin bulunduğu; cinlerin müminlere vesvese vermeye çalıştıkları, ancak Kur'an okunan yerde etkilerini kaybettikleri ifade edilmiştir. Hadislerdeki bu cinlerin, Kur'ân’da "cin şeytanları" olarak söz edilen kötü cinler olduğu kabul edilmiştir. Kulak hırsızlığı yapmak suretiyle gökten haber alan ve doğruyanlış öğrendiklerini arkadaşları vasıtasıyla sihirbaz veya kâhinlere ulaştıran cinler de cin şeytanları olarak kabul edilmiştir. Akıl açısından cinlerin varlığı imkânsız değildir. Allah Teala’nın ilim ve kudreti sonsuz olduğundan dileği zaman ve mekânlarda dilediği özelliklere sahip varlıklar yaratmış ve yaratacaktır. Bu itibarla cinlerin varlığı, Allah Teala açısından her hangi bir varlığı yaratma gibi sıradan bir şeydir. Öte yandan duyularla algılanamayan varlıkların olduğu akıl ve ilim tarafından onaylanmış bir realitedir. Hangi cinsten olursa olsun duyu ötesi varlıkların mevcudiyeti kabul edilince duyu ötesi cinlerin varlığı da kabul edilmiş olur. Ancak akıl ve ilim şu ana dek cinlerin mahiyet ve özellikleri hakkında kesin bilgi elde edebilmiş değildir. Bu durumda duyularla algılanamayan görünmez varlıklar olduğu için cinler hakkında tek bilgi kaynağı olarak doğru haber (haber-i sadık) yani Kur'ân-ı Kerîm ve sahîh hadîsler kalmaktadır. Bu iki kaynak, cinlerin varlığını kesin biçimde haber vermektedir; şartlanmadan uzak akl-ı selim de bunu imkânsız görememektedir. Cinlerin varlığı kesin naslarla yani ayet ve sahih hadislerle sabit olduğu için de onların varlığına ve naslarda bildirildiği özelliklerine inanmak zorunlu; inkârı küfürdür. İslâmî kaynaklarda cinlerin mahiyeti ve mevcudiyeti, özellikleri, insanlarla ilişkileri, peygamberleri, âhiretteki durumları gibi hususlar onlarla ilgili tartışmaların ana konularını oluşturmuştur. İslâm filozoflarından Fârâbî, cinleri “konuşmayan ve ölmeyen canlılar” olarak İbn Sînâ da "çeşitli şekillere girebilen, hava gibi latif canlı" olarak kabul etmişlerdir. Ancak onların bu anlayışları Kelamcılar ve müfessirler tarafından kabul görmemiştir. Kelâm âlimlerine göre cinlerin varlığı sadece vahiy yoluyla bilinip ispat edilebilir, akıl da bunu imkânsız görmez. Kelâm âlimleri cinlerin mahiyeti konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Cinler kendi başına kaim olan gayri maddî cevherlerden oluşmuştur. Bu görüşü benimseyenlerden biri Gazzâlî’dir. Cinler maddî cevherlerden oluşur. Ebü"l-Hasan el-Eş'arî, Bâkıllânî başta olmak üzere Eş'arîler'in çoğunluğu bu görüşü benimsemiştir. Onlara göre cisimler mahiyet itibariyle birbirine eşit olduğu, hayat için bünye şart olmadığından Allah cinleri duyularla idrak edilebilen bünyeleri olmaksızın yaratmıştır. Cinler mürekkep olmayan- basît cisimlerdir. Hayat için bünyeyi şart koşan Mutezile âlimleri ile Ebû Ya'lâ el-Ferrâ ise cinlerin basit cisimlerden ibaret olduğunu kabul etmişlerdir. Cinlerin de cismanî bir bünyesi-bedenleri olabilir; ancak insanın her bünyeyi görmesi gerekmediği gibi, görebildiklerinin de her cüzünü göremediği de malum bir hakikattir. Cinler, tanımlanamaz müteşabih varlıklardır. Ünlü bilgin İbn Haldun duyularla algılanamadıklarından ve neye delâlet ettikleri bilinemediğinden Kur'an'da geçen melek, ruh, cin gibi kavramların müteşâbihattan kabul edilmesi gerektiğini söylemiştir. İnsanlar tarih boyunca tanrı dışında görülmeyen, olağanüstü başka varlıklara da inanmışlar, çeşitli devirlerde ve coğrafî bölgelerde bu varlıkların iyilerine ve kötülerine değişik isimler vermişlerdir. Bunlar bazen tanrılaştırılmış veya ikinci dereceden tanrısal varlıklar olarak görülmüş, bazen da insanî nitelikler içinde düşünülmüştür. Eski Asurlular, Bâbillilerde kötü ruh ve cin inancı vardı; yaratılışları insanlardan farklı olan cinlerin değişik sınıflan bulunmaktaydı. Mesela çölde tuzak kurup insanlara musallat olmak için bekleyen Utukku adlı cinler; Gallû denilen cinsiyetsiz cinler; Labartu denilen dişi cinlerin olduğuna inanılırdı. Bu dişi cinlerden özellikle çocukları korumak için boyunlarına afsunlu tabletlerden muska asılırdı. Eski Mısırlılar da cinleri genellikle yabani hayvan, yılan ve kertenkele gibi sürüngen veya kara vücutlu insan şeklinde yaratıklar olarak tasavvur etmişler; cinlerin delilik, sara gibi hastalıklara sebep olduklarına, büyücülerin cinleri kullanarak insanlara korkunç rüyalar gösterdiklerine, insanlara ve hayvanlara zarar verdiklerine inanmışlardı. Yahudilik'te eski Mezopotamya kültüründeki yarı insan, yarı keçi ve tüylü olarak tasvir edilen putperestlerin tanrısı Satir, Yahudilerce harabelerde bulunduğuna inanılan cinnî varlıklar olarak inanılmıştır. Sonraki Yahudi kutsal metinlerinde, özellikle Kabala denilen mistik gelenekte eski İran din ve kültürünün etkisiyle şekilsiz-gölge gibi cinler, adları, özel görevleri bulunan birçok önde gelen cinlerle birlikte tasvir edilmiş; yarı melek, yarı insan olarak ıssız yerlerde yaşayan, geceleri ortaya çıkan varlıklar olarak kabul edilmiştir. Hıristiyanlık'ta da cin anlayışı vardır. Hıristiyan cin telakkisi daha çok milâttan önce II. ve I. yüzyıllardaki Yahudi kaynaklarından etkilenmiş; meleklerle birlikte yaşayan insan kızlarından yasak ilişki sonucu bir dev sınıfı oluşup bunların da zamanla bir kötü ruhlar zümresine dönüştüğüne inanılmıştır. Yeni Ahid'e göre cinler insanın içine girip hastalık yaparlar; onlar ancak Tanrı'nın adı anılarak bedenden çıkarılabilir. XV ve XVI. yüzyıllarda cinnî inançlar zirveye çıkmış, ayrıca Avrupa'da ve daha sonra Amerika'da cadı ve büyücülük büyük bir ilgi görmüştür. Reformcular da çarpık cin inancını kabul etmişlerdir. Ancak İlmî ilerlemeler sonucu Protestan ülkelerde bu konu eski itibarını kaybetmiştir. Bununla birlikte cin çıkarma, Protestanlığın bazı kollarında ve doğu kiliselerinde hâlâ uygulanmaktadır. İslâm öncesi Arap toplumu cinleri yeryüzünde oturan ilâhlar olarak kabul ediyor, meydana gelen pek çok olayı onların yaptığına inanıyorlardı. Kureyşliler, cinlerle Allah arasında soy birliğinin olduğunu ileri sürüyor, cinleri Allah'a ortak koşuyor ve cinlere tapıyorlardı. Onlar cinlerin de kabile ve gruplar halinde yaşadıklarına, birbirleriyle savaştıklarına, fırtına gibi bazı tabii olayların cinlerin işi olduğuna inanıyorlardı. İnsanları öldürdüklerini, kaçırdıklarını, bazı cinlerin ise insanlara yardım ettiklerini, cinlerle evlenen insanların olduğunu kabul ediyorlardı. Cinlerin başta yılan olmak özere çeşitli hayvanların suretine girdiklerine, genellikle tenha, kuytu ve karanlık yerlerde yaşadıklarına, insanlar gibi yiyip içtiklerine, hastalıkları onlann getirdiğine, delilerin cinlerin istilâsına uğramış kişiler olduğuna inanılıyordu. Çağımızda cinlerin mahiyetlerinin "saf ateş/mâric” varlıklar olmaları dikkate alınarak karbon asidinden; "dumansız ateşten” yaratıldıkları göz önüne alınarak canlılığını ruhtan alan ve ezelde var edilen ışınlardan, ufolardan veya enerjiden; bazı hadislerde hastalıkların sebebi olarak gösterilmeleri dikkate alınarak mikroplardan ibaret olduğu tarzında birtakım görüşler ileri sürülmüştür. Ancak bunlar ilmî bakımdan temellendirilememiş bazı teoriler niteliğindedir. Zira duyu ötesi varlıklardan olmaları sebebiyle onlar hakkında sadece sahih nakil yoluyla doğru bilgi edinebilir, naslarda belirtildiği kadarıyla yetinilmelidir. CİNLERİN ÖZELLİKLERİ Cinlerin varlıkları ve özellikleri Kur’an ve sahih hadislerden öğrenilmektedir. Çeşitli ayetlerde onların varlık ve özelliklerine dikkat çekilmiş; hadislerde de onlardan bahsedilmiştir. Buna göre: Cinler ateşten yaratılmıştır: Allah cinleri ateşten yaratmıştır. Cinlerin atası sayılan“Cânn” nın halis-saf ateşten yaratıldığı "Cinleri öz ateşten-mâric yarattı." (55/15) ayetiyle ve bu ateşin zehirli olduğu da "Cinleri de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık." (15/26-27) ayetiyle bildirilmiştir. Cinlerin ateşten yaratıldığı bazı hadislerde de zikredilmiştir. Hz. Aişe’den rivayet edilen bir hadise göre insan çamurdan, melekler nurdan, cinler de ateşten yaratılmıştır. (Müslim, Zühd, 60) Cinler insanoğlundan önce yaratılmıştır: Kur’an’da cinlerin insanlardan önce yaratıldığı "Andolsun biz insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık. Cinleri de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık." (15/26-27) ayetiyle açıkça bildirilmiştir. Cinler mükellef varlıklardır. Cinler mükellef canlılar oldukları için insanlar gibi iman etmek ve ilâhî emirlere itaat etmekle yükümlüdürler. Mükellef oldukları için de içlerinde mümin ve kâfirler, iyi ve kötü karakterli olanlar da bulunmaktadır. "Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (51/56), "Ey cin ve insan topluluğu, İçinizden size ayetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?" (6/130) ve " Andolsun, cinler de kendilerinin hesap yerine götürüleceklerini bilirler. Allah, onlann isnat ede geldiklerinden yücedir, münezzehtir." (37/ 158) ayetleri onların şuurlu, iradeli, mükellef canlılar olduklarını açıkça göstermektedir. Cinlerin de mümin ve kâfirleri, salih hayırlı ve şerli-kötü olanları bulunmaktadır. Kur’an bu gerçeği “Muhakkak ki bizlerden salih olanlar var olmayanlar var.Biz çeşit çeşit yollara ayrıldık…. ve muhakkak ki bizlerden Müslümanlar var; hak yoldan sapanlar var. Müslüman olanlar, işte onlar hakkı arayanlardır. Hak yoldan sapanlara ise cehenneme odun olmuşlardır.” (72/11, 14) şeklinde cinlerin ağzından naklederek bildirmektedir. Cinler mükellef olduğuna göre onlara peygamber gönderildiği noktasında İslâm âlimleri arasında ittifak vardır. Bununla birlikte cinlere gönderilen bu peygamberlerin insan veya cin türünden oluşu hususunda görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Bir görüşe göre cinlere gönderilen peygamberin melek olması gerekir; bazılarına göre cinlere gönderilen peygamberler cin türündendir; bir üçüncü görüşe göre cinler arasından uyarıcılar seçilmiş, onlar da insanlara gelen beşer peygamberlerden aldıkları bilgileri cinlere tebliğ etmişlerdir. Ancak Âlimlerin çoğunluğu ise cinlere kendi türlerinden peygamber gönderilmediği, insanlara gönderilen peygamberlerin aynı zamanda cinlerin de peygamberleri olduğu görüşündedir. Bunlara göre Hz. Muhammed'in peygamberliği, tüm insanlar gibi cinleri de kapsamaktadır. Peygamber Efendimiz (sav) cinlere de gönderilmiş bir peygamber olduğu için "İki topluluğun peygamberi-- Resûlü's-sekaleyn" unvanını alması ve vahyinin cinleri de kapsaması ona özgü bir özelliktir. Cinler duyularla algılanmayan gizli varlıklardır. İslam âlimlerinin çoğuna göre cinler aslî yapıları olarak duyu ötesi canlılar oldukları için asıl şekilleriyle görülemez; çünkü Allah insanların gözünde böyle bir yetenek yaratmamıştır. Ancak görünmeyen varlıklar olmakla birlikte, asla görünemez de değillerdir; kendi istediklerinde görünebilecek çeşitli şekillere girebilirler. Ünlü Eşarî mütekellim Taftazânî, cinlerin hava tabiatlı latif cisimler olduklarını, bu yapısal özellikleri sebebiyle çeşitli şekillere girip insanın yapamadığı ilginç şeyler yapabildiklerini, söylemiştir.3 Diğer bir kısım âlimlere göre cinler asıl şekilleriyle insanlar tarafından görülebilir. Mesela Hz. Süleyman onları sadece görmekle kalmamış emrinde çalıştırmıştır. Mutezile âlimleri de latif cisimlerden oluşmaları sebebiyle cinlerin fiilen görülemeyeceğini, ancak görülmelerinin teorik olarak imkânsız olmadığını kabul etmişlerdir. Cinlerin güç ve kudretleri sınırlıdır: Cinler, insandan daha güçlü ve kudretli olmakla birlikte güç ve kudretleri, imkânları sınırlıdır. Bütün cinler Allah'ın sonsuz kudret ve gücü karşısında acizdir ve davranışlarından ötürü Allah'a da karşı sorumludur. Müminlerin onlardan korkmamaları gerekir. Cinler artık özellikle Peygamberimiz’in (sav) gönderilmesinden sonra cehalet ve fetret zamanlarında yaptıklarını yapamaz duruma düşmüşler; eskisi gibi gökte meleklerin birbiriyle konuşmalarını dinlemek, onlardan haber çalmak için yanlarına sokulamaz olmuşlardır. Çünkü üzerlerine ateşten kıvılcımlar gönderilmeye başlanmıştır. Cinlerin insanların yapamayacağı bazı işleri yapabilecek yetenekte yaratılmış olduğu Kur’an’da Hz. Süleyman kıssasında dikkat çekilmiştir. Hz. Süleyman Sebe Melikesi’nin tahtını Yemen'den getirtmek istediğinde cinlerden bir İfrit, daha Hz. Süleyman yerinden kalkmadan tahtı getirebileceğini söylemesi (27/39) onların insandan çok daha güçlü ve hızlı olduklarını göstermektedir. Allah Teâlâ, cinleri Hz. Süleyman’ın emrine vermiş (38/35-39; 34/12-13; 27/38-39) O da cinleri ağır ve meşakkatli işlerde kullanmıştır. (Sebe' 34/12-13). Cinlerde cinsiyet vardır. İslam âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre cinler evlenip çoğalırlar, yer içerler, doğar, büyür ve ömürleri insanlannkine göre çok daha uzun olsa da ölürler. Bazı âlimlere göre “İnsanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kişilere sığınırlar…” (72/6) ayeti cinlerde erkeklik ve dişilik olduğuna işaret etmektedir. Cinler gaybı bilemezler. Cinlerin mutlak gayba dair bilgileri yoktur. Nitekim âyette"Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Sonunda yere) yıkılınca anlaşıldı ki cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı" (34/14) buyurularak, onların gaybı bilmedikleri açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Hz. Aişe’den rivayet edilen bir hadis de cinlerin gaybı bilmediklerini ifade etmektedir. Buna göre Peygamber Efendimiz’e (sav) kâhinlerin gaybtan haber verdikleri iddiası sorulmuş; O da onların hiçbir değerinin bulunmadığını beyan etmiş; soruyu soran kâhinlerin söylediklerinin bazen doğru çıktığını söyleyince Resulullah “Bu durum kulak hırsızlığı olup, cinlerin yüzlerce yalanla beraber kâhin dostlarına fısıldadığı sözlerden ibarettir.” 4 buyurmuştur. Ancak cinlerin uzun ömürlü olmaları, gizli görünmez varlıklar olmaları, Hz. Muhammed’in (sav) risaletinden önceki dönemlerde meleklerden haber çalmaları5 sebebiyle, insanın bilmediği geçmişe ve şu ana ait bazı olayları bilebilirler. CİN-İNSAN İLİŞKİSİ İnsanoğlunun en temel yaşama alanı dünyadır ve bu dünyayı canlı cansız çeşitli türden varlıklarla paylaşmaktadır. Cinlerin yaşama alanları insanınkinden daha geniş olmakla birlikte onların yaşama alanlarından biri de dünyadır. Bu açıdan dünya, diğer milyonlarca canlı-cansız varlık türleiyle bereber cinler ve insanların da ortak yaşama alanlarından birini oluşturmaktadır. Aynı ortak mekânlarda yaşama zorunda olma ise ister istemez bu ortak alanlarda yaşayan varlıklarının birbirleriyle belli şartlar altında ilintili olmasını ve ilişki kurmalarını mümkün kılar. Bu doğal bir durumdur. İnsanoğlunun aynı atmosfer altında ve mekânlarda birlikte yaşamak zorunda kaldığı cansızlar âlemi, bitkiler, hayvanlar ve milyarlarca mikrobik varlıkların mevcudiyeti düşünüldüğünde bunun ne denli zorunlu, zorunlu olduğu kadar da doğal olduğu anlaşılır. Ortak fiziko-sosyal alanlarda yaşansa bile her varlık türünün kendi fıtrî özelliklerinin bir gereği olarak kendine özgü yaşama alan ve şartları da Allah tarafından yaratılmıştır. Bu yüzden aynı mekânlarda yaşamalarına rağmen her varlık türü diğerinin hayatlarını idame ettirmesine engel olmamakta, olamamaktadır. Ancak istisnaî durumlarda birbirlerine müdahale ederek onların yaşama standartlarını bozabilmektedirler. Öte yandan normal şartlarda cinlere, insanın akıl ve iradesini ortadan kaldıracak veya kısmen felçe uğratacak imkânlar verilmemiştir. Bazı durumlarda insanları bir takım psikolojik hastalıklara maruz bırakabilmeleri; tıpkı mikropların varlığı gibi insanın bio-psişik yapısının direncinin zayıfladığı, dış müdahalelere açık olduğu durumlarda ve bazı zararlı haşarat ve yırtıcıların insana ancak belli şartlarda zarar verebilmeleri gibidir. İnsan tüm zararlı haşarat ve yırtıcılara ise aklı ve iradesiyle galip gelmekte, değil onlardan zarar görmek daha çok onları kendi istek ve faydaları doğrultusunda kullanmaktadır. Cinlerin insana zarar verme ihtimali de bu çerçevede düşünülmelidir. Ayrıca insanların cinlerin etkisi altına kalma konusunda inanan-inanmayan ayırımı söz konusu değildir. Bütün bunlardan daha da önemlisi kainatta meydana gelen ve gelmeyen her şeyin Allah Teala’nın ilmi, iradesi ve izniyle olduğu; hiçbir şeyin tesadüf eseri olmadığı; hiçbir varlığın da başı boş bırakılmadığı düşünüldüğünde cinlerin insana, insanın cinlere; diğer varlıkların birbirlerine O’nun ilahî iznî olmadan her hangi bir şey yapamayacağı anlaşılmış olacaktır. Bu genel çerçeveden sonra şunu ifade etmek gerekir ki İslam âlimleri arasında insanlarla cinler arasındaki etkileşim konusunda görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Cinlerin insanlara vesvese vermek gibi bazı etkilerinin olabileceği hususu prensip olarak kabul edilmiştir. Mesela Ebü’l- Yüsr el-Pezdevî gibi Sünnî âlimler, cinlerin sadece vesvese vermek suretiyle insanlara etkili olabileceğini kabul etmektedirler. Ehl-i sünnet âlimlerine göre insanlarla cinlerin birbirlerine tesir etmeleri mümkün görülmüştür. Zira Kur'an'da, faiz yiyenlerin kıyamet günü şeytanın çarptığı kimselerin kalkışı gibi kalkacakları belirtilmiş; bir hadiste de şeytanın insan bedeninde kanın dolaştığı gibi dolaştığı bildirilmiştir. Buna göre şeytanlar gibi cinlerin de insanları etkileyebileceği ve meselâ onları saralı hale getirebileceği sonucuna varılabilir. Cinlerin insanlar üzerinde etkili olabileceğini benimseyenlerin bir kısmı bunun daha çok sihir ve büyü ile ortaya çıktığını söyleyerek cinlerin bu nevi işlerde kullanılabileceğini ileri sürmüşlerdir. Ancak önde gelen âlimlerin çoğunluğu, cinlerin tesirinden kurtulmak veya ona maruz kalmamak için Kur'an okuma dışında herhangi bir yola başvurulmasını tasvip etmemişlerdir. Mu'tezile'den Amr b. Ubeyd ve Kadî Abdülcebbâr gibi âlimler bu hususta Sünnî görüşü paylaşırken büyük bir kısmı da cinlerin insanlar üzerinde hiçbir etkisinin bulunmadığı kanaatindedirler. Bütün bunlarla birlikte inananlar üzerinde şeytanın bile hâkimiyetinin olmayacağını ifade eden âyetlerden (14/22; 16/99) hareketle, normal şartlarda inancı sağlam olan bir mümine herhangi bir etkisinin olmayacağı ortadadır. Şu halde Müslüman bir kimsenin cinlerden korkmaması ve Allah’ın izni olmadan, bir varlığın başka bir varlığa zarar veremeyeceğine gönülden inanması gerekir. Öte yanda sadece cinlerden değil, insanın kendi hemcinsinden, küçük-büyük diğer varlıkların zararlarından Allah’a sığınması da inanan insanın mümince bir tavrıdır. Nitekim Hz. Peygamber çeşitli dualarında semavî-arzî hastalık, musibet, felaketlerden Allah’a sığındığı gibi çeşitli zararlı haşarat, yırtıcı gibi varlıklardan da Allah’a sığınmıştır. Bu itibarla diğer varlıklardan gelebilecek zararlara karşı Allah'a sığınmak gerektiği gibi, cinlerden gelmesi muhtemel zararlara karşı da Allah’a sığınmak gerekir. Peygamber Efendimiz (sav) de cinlerin muhtemel zararlı etkilerine karşı Ayetü'l-kürsî'yi ve Felâk ve Nâs surelerini okuduğu ve tavsiye ettiği bilinmektedir.6 Bütün bunlara ilaveten tarih boyunca insanoğlunun akıllı-akılsız diğer canlılar ve yaratıklardan çok kendi cinsinden muzdarip olduğu, onlardan zarar gördüğü ve görmekte olduğu da en bilinen gerçeklerden olduğu unutulmamalıdır. Bunun ötesinde halk arasında yüz felci rahatsızlığına yakalananları cinlerin çarptığı kanaatinin dinî ve bilimsel hiçbir dayanağı olmadığı gibi, eski kitaplarda sara (epilepsi) hastası olan kişilerin, cinlerin etkilemesi ve tasallutu sebebiyle hastalandığına “cin çarpmasına uğradığı” dair rivayetlerin de ilmî bir dayanağı yoktur. Gerçi Kur’an’da on bir yerde “cinler uğramış, cinlenmiş-mecnûn” ifadeleri geçmektedir. Ancak“cin çarpmasına” örnek gösterilen bu ayetlerin içeriklerine bakıldığında Kur’an’daki bu ifadelerin müşrikler ve münkirlerin Hz. Peygamber’e yönelttikleri iftira ve ithamlar olduğu, onların zan ve iftiralarını ifade eden sözler olduğu görülür. Bir kısım ayetler ise onların bu iftiralarına cevap sadedinde zikredilmiştir. Zira müşriklerin anlayışına göre yüce makamlardan insanlara gelen bilgilerin kaynağı cinlerdi. Peygamber Efendimize de (sas) vahiy gelmeye başlayınca müşrikler bu bilgileri cinlerin ilham ettiğini, Hz. Peygamber’in de cinlendiğini zannetmişler ve O’na “mecnun” demeye başlamışlardır. (bk.15/6; 37/36; 44/14) Aslında onlar Hz. Peygamber’e “kahin, büyücü, büyülenmiş ve şair” (17&47; 25/8; 51/39,52; 69/42) derken de aynı düşünceyi taşıyorlardı. Kur’an’da cinlerle insanlar arasındaki ilişki Hz. Süleyman kıssasında zikredildiği üzere Hz. Süleyman’ın onları emrinde çalıştırması hariç, hep olumsuzdur. Hz. Peygamber’den önceki dönemlerde Cinlerin, dünyada zihniyet ve inanç olarak kendilerine yakın gördükleri kişilerikâhinleri aldatmak ve yönlendirmek için Mele-i a’la’yı dinleyip bazı bilgiler elde ettikleri(15/18; 37/10); ancak daha sonraları buna engel olmak için üzerlerine ateş topları/şihap gönderildiği, yıldızlar atılarak taşlandıkları bildirilmiştir. (15/18; 37/10; 72/9) Hz. Aişe’den rivayet edilen bir hadiste de Peygamber Efendimiz (sav) cinlerin bilgi hırsızlığı yaptıklarını ve bununla uydurdukları yalan haberlerle kahin dostlarına fısıldadıklarını bildirmiştir. Cinlerin insanlarla hatta Mele-i a’la sakinleri olan diğer manevî-ruhanî varlıklarla olan ilişkisini gösteren bu örnekler, en azından Hz. Peygamber’den önceki dönemlerdekilerinin, sağlam bir karakter yapısı ortaya koymadıkları, değil diğer insanlara karşı kendi dostları saydıkları kâhinlere karşı bile sahtekâr, yalancı, aldatıp kandıran bir tip sergiledikleri görülmektedir. ŞEYTAN-CİN İLİŞKİSİ Cinlerle İblis ve şeytan arasında ontolojik-yapısal ve bazı özelliklerde müştereklik bulunmaktadır. İblis ve Şeytan hammadde olarak ateşten yaratılmışlardır ve İblis cinlerdendir. Duyularla algılanamamaları, kısa zamanda çok mesafe almaları gibi bazı niteliklerde ve bazı şartlar altında insan akıl ve iradesini zaafa uğratmada aralarında benzerlik vardır. İBLİS İBLİS KAVRAMI İblis kelimesi “ümitsiz olmak, hayret ve dehşete düşmek; hayırsız olmak” anlamlarına gelen Arapça "Eblese" fiilinden veya bu fiilin mastarı olan “İblâs” tan türemiştir; çoğulu “Ebâlîs ve Ebâlise” dir. Böylece kelime anlamıyla İblis “hayırsız olan, Allah’ın rahmetinden ümidini kesen, zarara uğrayan, şaşkınlığa düşen” demektir.8 İşlediği Allah’a isyan günahı kendisini sonsuza kadar hüsrana uğratması ve kendisi de Allah’ın rahmetinden ümit kesmesi sebebiyle Şeytana, ‘İblis’ dendiği söylenmiştir. İblis kelimesi Kur'an-ı Kerim'de bir yerde “Şeytan” olarak (34/20) onun dışındaki toplam on bir yerde ise şeytanların atası “İblis” olarak geçmektedir. Özellikle Meleklerin Âdem’e secde etmelerinin emredildiği ayetlerde İblis olarak zikredilmiştir. Mesela “O zaman meleklere: Âdem’e secde edin’, dedik. Onlar derhal secde ettiler. Ancak İblis, kibirlendi ve yüz çevirdi, böylece kâfirlerden oldu.” (2/34; bk. 7/11; 15/31-32) İblis, Allah’ın emrine karşı gelmesi ve O’nun huzurunda küstahlık yapıp kibirlenmesi, Adem’i kıskanıp soyuna kin gütmesi gibi sebepler yüzden huzurdan kovulmasıyla şeytana dönüşmüş; Allah’ın ve insan soyunun düşmanı kesilmiştir. İBLİS’İN VARLIK VE MAHİYETİ. İblis ve Şeytan’ın gözle görülemeyen duyuötesi varlıklar olduğu ayet ve hadisler, icma ile sabit bir hakikattir. Dinî bildirim olmaksızın akıl tek başına onların varlığını ispat edemezse de inkâr da edememektedir. Bu itibarla sırf aklî olarak onların varlığı mümkündür; imkânsız değildir. Kesin dinî delillerle varlıkları sabit olduğu için İblis ve şeytanların varlığını kabul etmeme dinî bir gerçeği inkâr ve küfürdür. İblis’in mahiyetine gelince Kur’an’da onun cinlerden olduğu “İblis, cinlerden idi, fakat Rabbinin emrinden çıktı.” (18/50) ayetiyle açıkça bildirilmiştir. “Allah cinleri halis ateşten yarattı.”(55/15), “ Cinleri de daha önce dumansız zehirli ateşten(nar-ı semûm) yaratmıştık.” (15/27) ayetleri de cinlerin yaratılış maddesinin ateş olduğunu bildirdiğine; İblis de varlık türü olarak cinnî olduğuna göre İblis de ateşten yaratılmış olmaktadır. Ayrıca Kur’an’da geçtiği üzere İblis’in kendisi de ateşten yaratıldığını söylemiş, üstelik bu durumu Âdem’e karşı bir üstünlük sebebi olarak algılamıştır. Allah Teala, imtihan gereği meleklerin Âdem’e secde etmelerini emrettiğinde İblis secde etmemesinin gerekçesi olarak kendi yaratılış hammaddesini göstermiş; asıl üstünlüğün Allah Teala’nın bir varlığa verdiği değer olduğunu unutup hammaddesinin kaliteli olduğu zannına kapılarak ‘ben Âdem’den daha hayırlı ve üstünüm, çünkü beni ateşten onu ise toprak ve çamurdan yarattın.’ iddiasında bulunmuştur. (bk. 7/12; 17/61; 38/76) Bütün bu delillere göre İblis cinlerle aynı hammaddeden ateşten yaratılmıştır. İblis, cinlerin ve şeytanların babası “Ebu’ş-Şeyâtin” kabul edilmiştir.9 Naslar böyle söylemekle birlikte İblis’in melek, cin veya başka tür bir varlık olup olmadığı hususu İslam alimleri arasında tartışmalıdır. Birincisi, Abdullah b Abbâs, Abdullah b Mes'ûd ve Saîd b. Müseyyeb gibi sahabenin içlerinde bulunduğu bir kısım âlimlere göre İblîs başlangıçta meleklerden biri iken Allah Teala’nın buyruğuna karşı çıkıp isyan etmesi yüzünden bu konumundan kovulmuştur. İkincisi, Râğıb Isfahânî’ye göre şeytan, melek ve cinler dışında üçüncü bir ruhanî varlık türüdür ve İblîs, bunların ilkidir.10 Üçüncü olarak Ehl-i sünnet kelamcıları ve Müfessirlerin ekserisinin de içlerinde yer aldığı İslâm âlimlerinin çoğunluğu ise İblîs'in meleklerden değil, cinlerin atası olduğu kanaatindedir. Çoğunluğun kanaati olan bu üçüncü görüştekilerin ileri sürdükleri delillerden bazıları şöyledir: Kur'ân’da “İblis cinlerdendi; Rabbi'nin emrinden dışarı çıktı.” (18/50) buyrularak İblîs’in Allah isyankar cinlerden olduğu, melek olmadığı bildirilmiştir. Buna ilaveten "Hani biz meleklere: Âdem'e secde edin, demiştik. Derhal secde ettiler; ancak İblis kibrine yediremedi ve yüz çevirdi; böylece kâfirlerden oldu." (2/34) anlamındaki âyet de, onun melek olmadığını gösterir. Çünkü melekler, Allah’a isyan etmeyen, günah işlemeyen masum varlıklar olduğuna halde İblis, isyan ederek günah işlemiş ve hatasında ısrar etmiştir. Onun bu özelliği meleklerden olmadığını gösterir. ŞEYTAN. ŞEYTANIN VARLIĞI VE MAHİYETİ Şeytan kelimesi, Arapça ya “şatana: uzak olmak, karşı çıkmak, muhalefet etmek” veya "şayata: yanmak ve helâk olmak” fiilinden türetilmiş bir cins isimdir. Çoğulu “Şeyâtîn” dir. Şatana’dan geldiği kabul edildiğinde Şeytan, kelime olarak “hayır ve rahmetten uzaklaştırılmış, şerde aşırı gidip çizgiyi aşan varlık”; Şayata’dan geldiği kabul edildiğinde ise “ateşten yaratılmış, helake uğramış yüzü sararmış varlık” demektir. Terim olarak ise Şeytan, “ azgınlık ve kötülükte çok ileri giden, kibirli, asi, insanları saptırmakla uğraşan, varlığı kesin gözle görülmeyen duyu ötesi gizli varlık” demektir. Şeytanın varlığı ayet ve sahihlerle sabittir. Şeytan, ateşten yaratılmıştır. Şeytanın mahiyetine gelince bu konuda farklı görüşler bulunmaktadır. Kelâmcıların çoğunluğuna göre şeytan görünmez latîf bir cisim; İslâm filozoflarına göre görünmez soyut nefistir. Mutasavvıfların bir kısmı kelâmcıların, bir diğer kısmı İslâm filozoflarının görüşünü benimsemiş; bir grubu da şeytanı her insanın içine yerleştirilmiş bulunan nefis olarak kabul etmiştir. Ancak konuyla ilgili ayet ve hadislerden İblis ve şeytanın yapısal bünyeleri itibariylegözle görülmemesine rağmen, insan zihninin dışındaki dış alemde mevcut olan gerçek bir varlık olduğu anlaşılmaktadır. O, yapısal olarak hem meleklere hem insana zıt, insana düşman, ona nüfuz edebilen ve dıştan etkileyebilen, sanal olmayan gerçek bir varlıktır. Nefis ise insanın içindedir ve insana yabancı değildir. Kur’an’da şeytan kelimesinin bir çok ayette “şeyâtin-şeytanlar” şeklinde çoğul kullanımından anlaşıldığına göre cin türünden bir çok şeytanlar olduğu gibi, insanlardan da yandaş ve dostları anlamında şeytanlar vardır. Mesela “Böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı (içi bozuk dışı süslü ve aldatıcı) sözler söylerler." (6/112-113) ayeti hem cin ve insanlardan şeytanların bulunduğunu hem de onlarınen esaslı işlerinin insanları saptırmaya çalışmak olduğuna dikkat çekmektedir. Buna göre Cin şeytanı olduğu gibi, insanlardan da şeytanlar vardır. İnsan şeytanı görüldüğü halde, cinnî şeytan görülmez; eserleri ile bilinir. İnsan şeytanları cin şeytanına tâbi, ona bağlıdır. İnsanoğlunun Âdem’den olması gibi, yaratılışta her cins, bir “ilk fert” ile başladığından, “şeytan” denilince, bu cinsin ilk ferdi olan ve atası sayılan ilk şeytan, yani “İblis” akla gelir. Allah'a isyan ederek böbürlenen ve insan neslinin ilk ferdi olan Adem’e (a.s.) secde etmeyen İblis, ilk şeytandır, şeytanların atasıdır.11 İnsanın, insan şeytanları haline gelmesi yapısal olarak değil, fonksiyon açısından şeytanlaşması demektir. Diğer bir ifadeyle bir kısım insanlar farkında olarak veya olmayarak görüş, tutum ve eylemleriyle şeytan fonksiyonu görmekte böylelikle bedensel olarak insna kalsalar bile fonksiyon olarak şeytan misyonu ifade ettiklerinden şeytanlaşmış; böylece şeytanın dost ve yaranı konumunda olmuşlardır. Yüce Allah insanı, yol gösteren bir melekle desteklediği gibi onun yanına, kendisine vesvese veren, kötülüğü süslü gösterip teşvik eden ve fitneye çağıran bir de şeytan vermiştir. Bu konuda peygamberlerle diğer insanlar arasında hiç bir ayırım yapılmamıştır. (6/112-113) Bazı hadislerde her insanı kötülükleri süslü-cazip gösterip yasakları çiğnemeye teşvik ederek saptırmaya gayret eden bir şeytanının olduğu Hz. Peygamber tarafından bildirilmiştir. Hz. Peygamber, Hz. Aişe’nin bir sorusu üzerine: "Her insanın yanında bir şeytan vardır" buyurmuş, "Senin de mi ey Allah'ın elçisi?" diye sorduğunda da Resulullah: "Evet, öyle; fakat Rabbim ona karşı bana yardım etti, o da bana teslim oldu" cevabını vermiştir. ŞEYTANIN ÖZELLİKLERİ İblis ve şeytan yaratılışta cin türü varlıklardan olduğu için cinlerin özelliklerinde ortaktırlar. Bu yüzden hareketle şeytanlar da ateşten yaratılmıştır; İblis, bir tane Şeytan ise birden çoktur. Şeytanın cinler ve insanlardan kendi misyonu doğrultusunda kullandığı yardımcıları vardır. “Muhakkak Şeytanlar-şeyâtîn sizinle mücadele etmeleri için dostlarına-evliyâihim telkinde bulunacaktır.” (6/ 121) ayetindeki “şeyâtîn” kelimesi birden çok şeytanın varlığına; “evliyâihim-dostları” kelimesi de dost ve yandaşları olduğuna delalet etmektedir. Şeytan duyularıyla algılanamayan, duyu ötesi habis-kötü bir varlıktır. Onlar, gözle görünmeseler birlikte tamamen de görünemez değillerdir; kendi istediklerinde çeşitli şekillere görünebilirler. Hz. Peygamber döneminden önceki devirlerde ve hadislere göre Hz. Peygamberin sağlığında insan şekline görünmüşlerdir. Cin ve Şeytanlar ise insanları ve zaaf noktalarını görmektedirler. “…O şeytan ve yandaşları sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler." (7/ 27) ayeti bu gerçeği ifade etmektedir. Kısa zamanda çok uzun mesafeler alacak kadar çok hızlı ve süratlidir. Çok acelecidir. Bundan dolayı Allah’ın Âdem’e secde emri üzerinde düşünmeden karar vermiş ve bu isyanı sonucu lanetlenmiştir. Peygamber Efendimiz (sav) de aceleciliğin şeytandan teenninin ise rahmandan olduğunu buyurmuştur. İnsanoğlunun en büyük daimi düşmanıdır. Doğumdan ölüme kadar insan hayatının her safhasında insanı kandırmaya çalışır. “Muhakkak şeytan, insanın apaçık düşmanıdı.r” (17/53); “Muhakkak şeytan sizin apaçık düşmanınızdır siz de onu düşman kabul edin.” (35/6) gibi ayetler ile ilgili hadisler bu gerçeği bildirmektedir. Şeytan çok hilekâr ve aldatıcıdır. Bu yüzden bir adı da Kur’an’da geçtiği üzere“Ğarûr-çok hilekar, sahtekar” demektir. Kur’an’da insanı çok aldatması açısından dünya hayatı ile şeytana ortak bir terimle “ğarûr” denmiştir. (31/33; 35/5) Ayrıca Kur’an’da şeytanın yeminle şöyle dediği: “ ‘Madem öyle’ dedi, ‘ yemin ederim ki beni azdırmana karşılık ben de onları saptırmak için onların doğru yolu üstüne oturacağım, onlara önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından sokulacağım. Sen de onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.”( 7/16-17) bildirilerek şeytanın hile ve tuzaklarının çeşitli olduğuna ve insanoğlunu saptırmak için çok hırslı olduğuna dikkat çekilmiştir. Şeytan, sadece müminlere değil, etkisi altına aldığı, dost ve yaranı olarak kabul ettiği insanlara bile yalan söyler ve onları dünya ve ahirete en umulmadık zamanda yalnız bırakır. Mesela müşrikleri Müslümanlarla savaş yapmaya sevk etmek için başta onlara “bugün insanlardan size galip gelecek yok. Ben de sizin yardımcınızım.” diyerek kışkırtır; onları helak olmanın içine atan savaş başlayınca da müşriklerden yüz çevirip onları terk eder; üstelik bu davranışını da haklı göstermek için hak ve batılı birbirine karıştırarak şu gibi bahaneler ileri sürer: “Ben sizden kesinlikle uzağım. Ben sizin görmeyeceğiniz şeyleri görüyorum. Ben Allah’tan korkarım…”(8//48) Şeytan zayıftır ve gücü sınırlıdır. Şeytanın, akıl ve iradelerini ortadan kaldırmak suretiyle insanlar üzerinde bir sulta ve baskısı yoktur; insan üzerindeki olumsuz etkisi de asıl itibariyle oldukça azdır. “Muhakkak şeytanın hilesi çürüktür.” (4/ 76) ayeti onun etkisinin zayıf ve sınırlı olduğunu göstermektedir. Özellikle samimi müminler üzerinde etkisi hiç yoktur. Zira o müminler, iradelerinin de hakkını vererek günahlardan kaçınmakta, şeytanın hilelerinin çeşitli olduğunun bilerek devamlı teyakkuz halinde bulunarak Allah’a sığınmaktadır. Yüce Allah da her işte olması gerektiği gibi Kur'ân okunduğunda da kovulmuş şeytandan kendisine sığınılmasını emrettikten sonra, Allah'a içtenlikle inanıp, ibadet eden, yasaklarını çiğnemeyen kimseler üzerinde şeytanın hiçbir etki ve hâkimiyetinin olmayacağını şöyle bildirmiştir: "Kur'ân okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın! Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rableri'ne tevekkül edenler üzerinde o şeytanın hiç bir hâkimiyeti yoktur. Onun hâkimiyeti, ancak onu dost edinenlere ve onu Allah'a ortak koşanlaradır." (16/98-100) ve “Muhakkak o benim kullarım yok mu, onlar üzerinde senin (şeytanın) hiçbir güç ve saltanatın yoktur.” (17/65) Şeytanın kendisi de ahirette “…Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi davet ettim, siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin." (14/22) diyerek insanlara karşı fazla güçlü olmadığını da itiraf edecektir. Şu husus unutulmamalıdır ki aslında İblis ve şeytan iradesi çok zayıf, aceleci, kindar, kibirli, peşin hükümlü gibi özellikleriyle insanın aklî ve iradî melekeleriyle kıyas kabul edilemeyecek kadar ahmak ve güçsüz bir varlıktır. Allah Teala’yı bilip-tanıdığı, cennette meleklerle birlikte olduğu halde Rabbü’l-âleminin sadece Âdem’e secde emri gibi tek bir imtihanında isyan ederek yıkılıp gitmiştir. Halbuki insanoğlu ve özellikle müminler hayatları boyu bir çok imtihandan geçmelerine rağmen imanlarında sebat etmek suretiyle aklı selim ve iradelerinin hakkını vermişler; şeytandan daha akıllı, güçlü ve iradeli olduklarını göstermişlerdir. Buna ilaveten Şeytanın aldatmacaları konusunda Cenab-ı Allah’ın bir çok ayette insanoğlunu sık sık uyarması, şeytanın insandan çok güçlü olmasından dolayı değildir; aksine hile ve aldatmalarının çok çeşitli olması, insanı saptırmaktan asla vazgeçmemesi, insanın zaaflarını iyi bilmesi, bu gayesine kilitlenmesinden kaynaklanmaktadır. İblis ve şeytanın cinlerden farklı tarafları da bulunmaktadır. Cinler mükellef varlıklar olarak kendilerine peygamberler gelmiştir. İblis ve şeytan için böyle bir durum söz konusu değildir. Cinlerin mümin-müslüman ve kafirleri varken; şeytanların hepsi kafirdir, lanetlenmiştir. ŞEYTAN İNSAN İLİŞKİSİ İblis ve şeytanlar sürekli telkinde bulunmak, vesvese vermek şeklinde insana bazı etkileri olsa da insan akıl ve iradesi üzerinde tam bir etkisi yoktur. Hatta yaratılışları gereği akıl, irade, bilgi açısından insanlardan üstün de değillerdir. Zira Allah Teala, insanoğlunu âlemde “halife” olarak yaratmış; cinlere, İblis ve şeytanlara böyle bir paye vermemiştir. Âdem’e dolayısıyla insanoğluna tüm isimleri öğretmiş olduğu halde meleklere ve cinlere öğretmemiştir. Tüm isimlerin insanoğluna öğretilmiş olması, onun cinlerden ve cin soyundan gelen şeytanlardan daha kabiliyetli olduğunu göstermektedir. Hz. Ömer’in (ö.23/644) şeytanın kendisiyle karşılaşmaktan korktuğu bir dereceye ulaşması da insanın şeytandan kabiliyetli olduğunu, şeytanın insan üzerinde mutlak etkisinin bulunmadığını göstermektedir. Nitekim ümmetince örnek alınması için Hz. Peygamber O'na şöyle hitap etmiştir: "Ey Hattâb oğlu Ömer, şeytan asla seninle karşılaşamaz. Sen bir yolda giderken, o muhakkak senin yolundan başka bir yola yönelir gider.”13 Ayrıca salih müminleri aldatamadıkları da Kur’an’da bildirilmiş ve şeytanın kendisi de bu gerçeği itiraf etmek zorunda kalmıştır. Nitekim “ İblis: "Rabbim beni saptırdığın için and olsun ki yeryüzünde fenalıkları onlara güzel göstereceğim; ancak onlardan ihlaslı kulların hariç, onların hepsini saptıracağım" dedi. Allah şöyle dedi: "Benim gerekli kıldığım dosdoğru yol budur; kullarımın üzerinde senin bir gücün ve nüfuzun olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır ve cehennem onların hepsinin toplanacağı yerdir" dedi. (15/39-43; 17/61) ayetleri şeytanın insan üzerinde mutlak güç ve etkisi olmadığına; insana karşı göreceli olarak bir şaşırtma kabiliyeti olduğunu göstermektedir. İblis önceleri meleklere birlikte bulunurken Hz. Âdem'in çamurdan, kendisinin ise ateşten yaratıldığı bahane ederek Allah’ın Âdem’e secde emrine isyan etmesi yüzünden İblislikten şeytana dönüşerek Allah’ın lanetine uğramıştır. Şeytan, her iki maddenin yaratıcısının Allah olduğunu kabullenmesine rağmen, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki hammadde arasındaki maddî farklılığa takılmış; asıl olanın emrin konusunu ne olursa olsun Allah’ın emrine itaat etmek olduğunu; bunun bir imtihan olduğunu gözden kaçırmıştır. Allah Teala’nın dilediğine istediği konum ve makamı verme yetkisinin sadece O’nda olduğunu da unutmuştur. Böylece İblis’in bu kibir ve büyüklenmesi sadece Âdem’e değil, Rabbü’l-âlemine yönelmiştir, hatasında ısrar etmiş ve sadece Âdem’e değil tüm âdemoğullarına düşman kesilmiştir. Böylesine ağır bir suçtan, yani Allah’ın emrine karşı gelme; hatasını anlayıp tevbe ve istiğfarda bulunacağına, kendini haklı göstermeye çalışmak için bahaneler üretmeye çabalama; üstelik yaptığı emre itaatsizlik suçunun sorumluluğunu Allah’a atma; Âdem’e olan haset ve kinini onun tüm soyuna yöneltme gibi suçlar yüzünden ilahî rahmetten uzaklaştırılmıştır. Allah Teala, böylece şeytanlaşan İblisi huzurundan kovmuş, fakat şeytanın cezasının kıyamet gününe kadar ertelenmesi isteğini kabul ederek bu zamana kadar, Allah'ın insanları bir imtihan gereği olarak saptırmaya çalışması için ona süre tanımıştır. Şu ayet bu hususu bildirmektedir: "Allah: 'Öyle ise, in oradan! Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık; çünkü sen aşağılıklardansın' buyurdu. İblîs: de 'Bana, insanların tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver.’ dedi. Allah: 'Haydi, sen mühlet verilenlerdensin' buyurdu. İblîs dedi ki: 'Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve Sen onlann çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın!' dedi." (7/13-18). Şeytanlaşan İblîs, Allah'ın huzurundan kovulduktan sonra, Âdem ve eşine yönelik ilk iş olarak Hz. Adem ve eşi Havvâ'yı yanıltarak onlann cennetten çıkarılmalarına sebep olmuştur (2/35-38; 7/19-24.) Şeytanın yalan ve hilesiyle cennetten çıkarılan Âdem ve eşi, şeytanla birlikte birbirlerine düşman olarak kıyamete dek orada yaşamak, orada ölmek ve orada diriltilmek üzere yeryüzüne indirilmişlerdir. (2/36; 38; 7/24; 20/123) Öte yandan Şeytan, Âdem’e secde emriyle imtihan edilip bu imtihanı kaybettiği gibi, insanoğlu da Şeytanın varlığı ve çeşitli hileleriyle imtihan edilmekte ve böylece kendi kalitesini ortaya koyma durumundadır. Bu imtihan gereği Allah’ın izin vermesine bağlı olarak şeytanlar, nereden geldiğinin farkında olmaksızın kendisine uyan insanları etkileyip bir çok psikolojik yönlendirmelerde bulunabilir, insanların mallarına, evlatlarına ortak olabilir. “Sana uyanlardan gücün yettiğini sesinle aldatıp kötülüklere kaydır, süvarilerinle yayalarınla onların üzerinde baskın ol, mallarına evlatlarına ortak ol, kendilerine vaatlerde bulun. Şeytan insanlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez.” (17/ 64) Kendi iradeleriyle azgınlığa devam edenler, şeytanın kendilerini çepeçevre kuşatmasına, kendilerinin de şeytanın esiri olmalarına sebep olurlar, (Mücâdele 58/19). Dünyada insanları çeşitli hile ve sahte vaatlerle haktan uzaklaştıran şeytan, ahirette onları işledikleri ile baş başa bırakacak, bu konuda kendisini suçlamamalarını söyleyecektir: "Hesap işi bitirilince, şeytan diyecek ki: 'Şüphesiz Allah size gerçek olanı vadetti, ben de size vadettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi davet ettim, siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah'a) ortak koşmanızı reddettim. Şüphesiz zalimler için elem verici bir azap vardır." (İbrahim 14/22). ŞEYTANIN HİLELERİ Allah Teala bir çok ayette mümin kâfir ayırımı yapmaksızın insanları şeytan konusunda sık sık uyarmış; onu hilelerine dikkat çekmiştir. Cenab-ı Allah insana olan merhameti, sevgisi ve adaleti gereği şeytanın gücünün çok zayıf olduğunu bildirmiş; insanı kandırmak için çok değişik yollar kullandığını ve asla vazgeçmediğini bildirerek de insanoğlunu defaten uyarmıştır. Mesela“ Ey Âdem, bu iblis hem senin hem de eşin için büyük bir düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın..., dedik.” (20/117) ve "şeytan, sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman sayın. O, kendi taraftarlarını ancak ateş ehlinden olmaya çağırır." (35/6) gibi ayetlerle insan soyunun amansız düşmanı olduğunu bildirmiştir. Şeytanın başarısı, onun kuvvetinde değil; insanın zaaflarını insanın aleyhine kullanabilmesinden ve birini bırakıp bir başka metoda başvurarak sürekli bunları tahrik etmekle meşgul olmasından dolayıdır. Şeytanın kullandığı ve insanı da şeytana tutsak eden nefsanî zaaf ve hastalıklar vardır. Bunlar: kin, haset, kıskançlık, öfkegazap, şehvet, kibir, şımarıklık, aşırı sevinç, zulüm, azgınlık, inkâr, nankörlük, cimrilik, korkaklık, şüphe, kararsızlık, cehalet, gaflet, gösteriş, isyankârlık, inatçılık, tahakküm, haddi aşma, mala düşkünlük iman ve amel zayıflığı, Allah'ın affı ve merhametinden ümit kesme gibi duygu ve düşüncelerdir. Şeytanın çok çeşitli olan tuzak ve hilelerinin bazıları şöyledir: Şeytanın kullandığı en büyük silâh, insanı gurura sevk etmektir. Gururun esas anlamı, aldanmak ve bu aldanışla eşya ve olayları çarpık görmektir. Şeytan insanın zaaflarını bildiği için onun bu zaaflarını nerde, ne zaman ve nasıl kullanacağını bilir ve ona göre davranır. Ayrıca o, insanın zaaflarını, kötü yönlerini tahrik edip ön plana çıkararak insanı etkiler ve yönlendirir. Allah’ın varlığını inkâr ettirmek veya unutturmak: Şeytanın en büyük gayesi insanlara Allah’ın varlığını inkar ettirmek; bunu yapamıyorsa tevhid inancından saptırarak şirke düşürmek; bunu da yapamıyorsa onlara Allah’ı unutturmak ve gaflete düşürmektir. İnsan işlediği tüm günahları Allah’ın varlığını kabul etmediği veya O’nun varlığından gafil bulunduğu esnada yapar. Yaratıcının varlığına inanan, O’nun her şeyi bilip gördüğünü ve insanı yaptıklarından hesaba çekeceğine inanan kimsenin bile bile O’nun huzurunda günah işlemesi pek mümkün değildir. Bu yüzden şeytan işin başında Allah’ın varlığını inkâr ettirerek insanı her türlü günah ve çirkinliği yapmaya açık-hazır hale getirir. İnkâr ettirmeyi başaramıyorsa şirke düşürür veya O’nun varlığını geçici olarak unutturarak günah işlemesine zemin hazırlar ve teşvik eder. Bu üç açıdan nicelerini aldattığı ortadadır. “Şeytan onları etkisine aldı da kendilerine Allah’ı hatırlamayı unutturdu. İşte onlar şeytanın yandaşlarıdır. İyi bilin ki şeytanın yandaşları hep kayıptadır.” (58/19) ayeti de bu hakikati göstermektedir. İman konularında batıl düşünce ve inançlar fısıldamak; şüpheler ortaya atmak. Şeytan başta Allah’ın varlığını inkar ettirmek, şirk koşturmak, isim ve sıfatlarında yanlış düşünce ve inançlara sevk etmek; O’nun rahmetin ümit kestirmek veya azabından emin uzak kalma hissi vermek; ahirette hesabı inkar ettirmek gibi konularda insanları Allah Teala hakkında yanıltır, sapkın inançlara veya şüphelere düşürür. Bu hususa Kur’an’da şöyle işaret edilmiştir: “ O şeytan size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." (2/169). Bir hadiste de şeytanın Allah’ın varlığı hakkında şüpheler attığına dikkat çekilmiştir. Bu hadise göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Sizden birinize şeytan gelir ve “Bunu kim yarattı, şunu kim yarattı? Sonunda da Rabbini kim yarattı? diye sorup durur. Şeytanın bu soruları Allah’ın varlığını sorgulamaya varınca o kişi hemen E’uzubillahi mineşşeytanirracîm, diyerek Allah’a sığınsın ve bu şekilde soru sormaya son versin.” İnsanları olmayacak hayallere sevk etmek ve boş vaatlerle ümitlendirmek: Kur’an’da onun bu hilesine dikkat çekilerek şöyle buyurulmuştur: "Şeytan insanlara, vaatlerde bulunur, onları ümitlendirir. Şeytan insanlara gururdan-aldanmadan başka bir şey vaat etmez." (4/120; bk. 17/64) ve “İrtidat edip dinden dönenleri şeytan fitlemiş ve uzun emellere sürüklemiştir.” (47/25) İblis, Âdem ve eşininin yasak ağaçtan yemelerini sağlamak için insanın iki temel arzusunu kullanmış, onları yedikleri takdirde melek olacakları veya ebediyen cennette kalıp ölümsüz olacakları vaadiyle kandırmıştır. (7/20-21) Allah Teala da bu olayı anlatarak Adem ve eşinin başına gelen akıbeti bildirmiş ve insanoğlunu şöyle uyarmıştır: "Ey Âdem oğullan! Şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek İçin elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın…” (A'râf 7/ 27). Günahları süslü ve cazip göstermek: Kötülükleri güzel veya makul göstermek şeytanın en önemli hilelerinden biridir ve o bu konuda mahir olduğunu yeminle ifade etmiştir. “İblis dedi ki: Rabbim, Andolsun ki beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara günahları süslü göstereceğim ve onların hepsini azdıracağım…” (15/39) Şeytan, ilk insandan itibaren insan soyuna kötülükleri ve günahları süsleyip güzel göstermek suretiyle insanları haktan uzaklaştırmaya çalışmaktadır. "Şeytan onlara işlerini süslü gösterdi de (iman etmediler)" (16/63); “ Fakat Şeytan onlara yaptıkları şeyleri süslü göstermiştir.” (6/43) Şeytanın kötülük ve çirkinlikleri süslemesi, insanın hata ve yanlışlarına bir takım bahaneler üretmesi, makulleştirici gerekçeler ürettirmesi, insanın fayda ve çıkarına olduğunu zannettirmesi ve cazip göstermesi gibi bir takım aklî ve psikolojik yollarla olur. İnsana tövbe etme ve salih ameller işlemek için çok zamanının olduğu hissini vermek: Şeytan, insanlara çok yaşayacaklarını dair ümitler vererek ölümü uzak gösterir, “nasılsa tövbe ederiz, Allah da bizleri affeder” diye düşündürerek insanı Allah’ın affediciliğiyle kandırır. Daha çok zaman var, hissine kaptırarak tevbe etmekten, salih ameller işlemekten alıkoyar; böylece insanın günah işlemesini kolaylaştırır. Böylece insan günahlara dalar, hayırlı ve salih ameller yolunda harcaması gerektiğini ömrünü, enerjisini ve malını boşu boşuna tüketir. Kur’an’da bu hususa dikkat çekilerek şöyle buyurulmuştur: “ Ey insanlar, Allah’ın vadi gerçektir, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o çok sahtekâr şeytan da Allah hakkında (affına güvendirerek) sizi kandırmasın..” (35/5-6) Allah’ın merhamet ve bağışlamasından ümit kestirmek: Şeytanın bir başka hilesi de insanı önce Allah’ın af ve merhametinin sonsuz, günahları da küçük göstererek günah işlemeye teşvik etmektir. Kişi günahlara daldıktan sonra da Allah’ın affında ümidini kestirir, insanın çirkef bir hayattan kurtulma çabasını yok ederek büyük bir umursamazlık içinde günahlara dalmasını sağlar. Zaten İblis de Allah Teala’nın Âdem’e secde emrine isyan ettikten sonra tevbe ve istiğfar edeceğine O’nun merhametin ümit kesmiş ve bu yüzden şeytanlaşmıştır. Cenab-ı Allah da insanın ne kadar günahkâr bir durumda olursa olsun asla Allah’ın rahmet ve affından ümit kesilmemesini emretmiş ve Allah’ın ümit kesmenin bir şeytan ve küfür özelliği olduğunu, kendi yüce Zatı’nın her günahı affedebileceğini bildirmiştir. (Zümer, 39/53; Hicr, 15/56; Yusuf, 12/87) İnsanlar arasında kin ve düşmanlık duygularını körüklemek: şeytanın bir hilesi de insanların arasına kin, haset, kıskançlık tohumları saçmak suretiyle, kardeşler, eşler, aileler, fertler, toplumlar arasında kargaşa ve huzursuzluğu yaymaktır. Kavga, dövüş ve cinayetler de şeytanın telkiniyle olmaktadır. Şeytan böylece: hem insanlara günah işletmiş; hem insanlar arasındaki fıtrî birlikte yaşama ve kardeşlik duygularını ortadan kaldırmış olur, hem de bu birlik ve beraberliğin doğuracağı hayırlı amellere ve faaliyetlere engel olarak fert ve toplumun gelişmesinin önüne geçer. Allah Teala da “Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan insanın apaçık düşmanıdır.” (17/53) buyurarak insanın şeytanın bu tür hilesine dikkat çektiği gibi, bu tuzağa düşmemenin yolunun insanlarla güzel ve nezih tutum içinde olunmasını salık vermiştir. Onun bu kirli hilesinden dolayıdır ki Kabil, Habil’i öldürmüş; Hz. Yusuf’un kardeşleri Yusuf’u ölümüne kuyuya atmışlardır. Şeytanlar fitne, fesat ve bozgunculukta ne kadar başarılı olurlarsa atası İblîsin o kadar çok gözüne girer. Bunu başaran şeytanların İblis katındaki derecesinin daha saygın ve yüksek olacağı Hz. Peygamber tarafından şu şekilde açıklanmıştır: "İblis tahtını suyun üzerine kurar. Sonra bölük bölük askerlerini gönderir. Askerlerinin makamca kendine en yakını, fitnesi en büyük olanıdır… Askerlerinden biri gelerek, 'şöyle şöyle işler yaptım' der. O da 'sen hiç bir şey yapmadın' cevabını verir. Sonra bir diğeri gelir ve 'o insanı karısı ile arasını açıncaya kadar terk etmedim' der. Bu söz üzerine İblîs o askerini kendine yaklaştırır ve 'sen ne kadar iyisin' diyerek takdir eder." İnsanı çeşitli vesveselere boğmak, endişe ve korkulara sevk etmek: Şeytan asılsız vesvese, vehim ve şüpheleri insanın aklına getirir; onların psikolojisini bozar, dirençlerini azaltır. Böylece onları suretiyle sağlıksız kişiler haline getirir; insanın kendine ve topluma faydalı bir kişi olmasına engel olur; dolayısıyla onun salih ameller işlemesinin de önüne geçmiş olur. İşleri insanlara çeşitli kuruntular vermek olan ve her insanın yanında bulunan şeytanların bulunduğunu bazı hadislerde zikredilmiştir. Mesela bir hadise göre Resulullah (s.a.v) Hz. Aişe’ye "Her insanın yanında bir şeytan vardır." demiş, Hz. Aişe "Senin de mi ey Allah’ın Resulü?" diye sorunca da şöyle buyurmuştur: "Evet öyle; fakat Rabbim ona karşı bana yardım etti de o da Müslüman oldu.” Şeytan insanı çeşitli korku ve endişelere sevk etmek suretiyle de onu saptırmak istemektedir. Şeytan geçim endişesi, fakirlik, makam ve mevkiini kaybetmek gibi çeşitli konularda insanları endişe ve korkuya düşürerek onların daha hayırlı bir hayat sürmelerine, salih amel işlemelerine engel olmaktadır. Mesela insanları fakirlikle korkutur; böylece yardımlaşmaya, sadaka ve zekat vermeye engel olur. Şeytanın bu hilesini Allah Teala “ Şeytan sizi fakirlikle korkutup çirkin şeylere teşvik ediyor.”( 2/268) ifadesiyle bildirmiştir. Şeytan bu tür korkularla insanı hayırdan alı koymakla kalmaz, aynı zamanda yasaklanan tutum ve davranışlara da sürükler; hayra engel olduğu gibi tam tersi işler de yaptırır. Mesela fakirlik endişesine düşürerek hayır ve hasenata engel olduğu gibi, bu endişenin bir sonucu olarak da insanı cimriliğe sevk eder; geçim, sağlık ve namus endişesiyle doğmamış ve doğmuş çocukları öldürtür. İsrafı teşvik etmek: Şeytanın insanı hayır ve salih amel işlemekten alı koyma aldatmacalarından biri de şuursuz tüketim olan israfı teşvik etmesidir. O, insanın kazandığını istediği gibi harcama özgürlüğüne sahip olduğunu, imkânlarının ve sağlığının bozulmayacağını düşündürerek şuursuzca tüketme ve israf etmeyi teşvik eder. Böylece asıl harcaması gereken miktardan fazla harcamalar yaptırarak kendisi, aile ve toplum hayatı için gerekli olan, kendisine sevap ve Allah’ın rızasını kazandıracak olan hayırlı amellerden alıkoyar; mal ve servetini hayırlara sarf etmesini nasip ettirmez. Allah Teala bu yüzden israfı şeytan fiili, israf edenleri de şeytanların kardeşi olduğunu şu beyanıyla bildirmiştir: "Şu bir gerçek ki, israfla saçıp savuranlar, şeytanın kardeşleridir ve şeytan, Rabbine karşı çok nankördür." (17/27) Haramları helal göstermek veya haramları önemsetmemek: Şeytanın hilelerinden biri de alkol, kumar, falcılık, putları kutsamak, fuhuş, faiz, helal yolları bırakıp haram yollardan kazanç sağlamak gibi her türlü haramı, çirkinliği, edepsizliği ve aşırılığı normal-helal göstermek, teşvik etmektir. (2/268; 275; 24/21) Bunu başaramıyorsa bu günahları önemsetmemek, unutturmak; hayırlı işleri geciktirmek ve erteletmek; kötü şeyleri ve nefsin isteklerini ise önceletip hemen yaptırmak suretiyle de insanı aldatır. Kur’an’da şeytanın bu tür hilelerine karşı özellikle dikkat çekilerek “İçki, kumar, putlar-dikili taşlar, fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin ve sokmak; sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister.” (5/90-91) ve "Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yiyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır.." (2/168) buyurulmuştur. Şeytanın aldatma ve tuzaklarından kurtulmanın yolu, öncelikle şeytanın bu tür hilelerini, insanın kendi zaaf ve nefsanî duygularının neler olduğunu iyi bilmek; bunlardan gelecek etki ve yönlendirmelerden kaçınmak; İslâm'ı samimi bir şekilde yaşamak ve Allah'a sığınmaktır. Kur’an’da da “Ne zaman şeytandan kötü bir düşünce gelip seni dürtüklerse hemen Allah’a sığın. Çünkü O işiten ve bilendir. Takvaya erenler var ya; onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğu zaman (Allah’ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.” (7/200-201) ve "Kur'an okuyacağın zaman, -Eûzü billahi mineşşeytanirracim, diye- kovulmuş şeytandan Allah'a sığın." (16/98-100) buyurulmuştur. ŞEYTANA UYANLARIN AHİRETTEKİ KARŞILAŞACAĞI HALLER. Allah Teala, ahirette şeytanlara uyanların yaşayacağı durumları, Kur’an’da gözler önüne sererek insanoğluna olan rahmet ve merhametini bir kez daha göstermiştir. Cenab-ı Allah tüm insanlara hitâben de şöyle buyurmuştur: "...Ey insanoğulları! Ben size, şeytana tapmayın, o sizin için apaçık bir düşmandır. Bana kulluk edin, doğru yol budur, diye bildirmedim mi? And olsun ki, o sizden nice nesilleri saptırmıştı, düşünmez miydiniz? İşte bu, size söz verilen cehennemdir. Bugün, inkârcılığınıza karşılık oraya girin.” (36/59-64). Ayrıca Rabbü’l-âlemîn, ahirette insanları yoldan çıkaranlara da seslenerek şöyle diyecektir: "Allah onların hepsini bir araya topladığı gün: “Ey cinler-şeytanlar topluluğu! Siz İnsanlarla çok uğraştınız.” der. İnsanlardan onlara uymuş olanlar ise: "Rabbimiz! Biz birbirimizden yararlandık ve bize tayin ettiğin sürenin sonuna ulaştık " derler. Allah da buyurur ki: "Allah’ın dilediği hariç, içinde ebedî kalacağınız yer Cehennemdir.." (6/128) Ahirette şeytanlarla insanlar birbirini itham edip suçlayacaklar; kâfirler cehennemde kendilerini yoldan çıkaran cin ve insan saptırıcılarından intikam almak isteyecekler ve “Kafirler cehennemde Rabbimiz, cinlerden ve insanlardan bizi sapıtanları göstere de aşağılıklardan olsunlar diye onları ayaklarımız altında ezelim.” (41/29) diyeceklerdir. Buna karşılık şeytan da kendisine kananları kınayacaktır. Nitekim bir kıyamet sahnesinde şeytan, kendisine uyanları kınayacak ve şöyle diyecektir: "Hesap görülüp iş bitirilince şeytan diyecek ki: "Doğrusu Allah size gerçeği vaat etti; ben de size vâdettim ama, sonra vadimden döndüm. Zaten benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu; sadece çağırdım, siz de geldiniz. O halde, beni değil kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Beni Allah'a ortak koşmanızı daha önce kabul etmemiştim; doğrusu zalimlere can yakan bir azâb vardır” der.” (14/22) ŞEYTANIN YARATILMASININ HİKMETLERİ. İslam âlimleri her şeyin olduğu gibi şeytanın yaratılmasında da bir takım hikmetlerin bulunduğunu söylemişlerdir. Bunlar şöyle ifade edilebilir: Ezdad Açısından: Allah Teâlâ varlıklar birbirlerinden ayırt edilebilsin ve aralarındaki fark insanlar tarafından kolaylıkla anlaşılabilsin diye gece-gündüz, yaz-kış, sıcak-soğuk, güzel-çirkin gibi zıtlarıyla birlikte yaratmıştır. Şeytan da yaratıkları en temiz ve şereflilerinden olan, hak ve hayrı tavsiye eden meleklerin varlığına zıt-mukabil olarak yaratılmıştır. Esmâ-ilâhî açısından: Allah Teala’nın celal-azamet ve cemal sıfatları vardır. Celal-azamet ifade eden Kahhar, Müntakim, Hisâb, Hâfid, Müzill, Mu’iz, Adl, Dârr, Şedîdü'l-ikâb, Serî'u'l-hisab gibi isimlerinin tecellî edeceği varlıkların bulunması gereklidir. Bu varlıklar da İblis, şeytan onun izinde giden yandaşlarıdır. Şayet insanlar ve cinler melek yatılışında olsaydı veya şeytan yaratılmasaydı anılan isimlerin eseri ve sonucu ortaya çıkamazdı. Allah Teala’nın Rahman, Rahim, Kerim, Cemil, Gafûr, Settar gibi rahmet, mağfiret, her türlü güzellikle ve iyilik ifade eden isim ve sıfatlarının mükellefler varlıklarda tecelli etmesi, sonuçlarının ortaya çıkması gereklidir. Eğer şeytan yaratılmamış olsaydı, Cenabı Allah'ın bu tür cemal ve kemal sıfat ve isimlerinin tecellî etmesi mümkün olmazdı. Peygamber Efendimiz de (sav) bu hususa işaret ederek şöyle buyurmuştur: "Eğer sizler günah işlemeseydiniz, Allah muhakkak ki sizleri yok eder; fertleri günah işleyip af ve bağışlanma dileyecek ve bu vesile ile Allah'ın da kendilerini bağışlayacağı bir toplum getirirdi.” Sorumluluk Açısından: Şeytan yaratılmamış olsaydı, imtihan sırrı ortadan kalkar; insanların irade ve ihtiyarlarıyla Allah'a kulluk ve itaatten söz etmelerinden söz edilemezdi. Zira belli fiillerin ibadet, tâat, hayır, güzel ve iyi oluşu ancak zıtlarının varlığı ile bilinebilir ki insanlara şer ve çirkin fiillerde yol gösteren şeytandır. Değerlendirme Soruları 10.4.1. Cin ne demektir? Beş temel özelliğini belirtiniz. 10.4.2. Cinlerle şeytanların ortak ve farklı yönlerini açıklayınız. 10.4.3. İblis ile şeytan arasında nasıl bir ilişki vardır? 10.4.4. Şeytanın hilelerinden beşini belirtiniz. 10.4.5. Şeytanın hilelerinden kurtulmak mümkün müdür? Nasıl, açıklayınız. 11. Hafta 11Âhireti İspat Metodu Bilindiği üzere altı iman esası kelamcılar arasında teoride; ilâhiyat, nübüvvet ve semiyyat adı altında ele alınmaya çalışılmıştır. Bu esaslardan üçüncüsü olan semiyyât konularında ise insanın dünya hayatından sonra başlayıp ebediyen devam edecek olan ikinci hayatı; âhiret hayatıyla ilgili olan temel konular ele alınmaktadır. Başta âhiret hayatının temellendirilmesiontolojik gerçekliği ve bunun insan psikolojisiyle ilgili yönleri konunun en anlaşılması gereken temel yapılarını ifade etmektedir. Hiç şüphesiz tüm inanç esaslarında olduğu gibi tanrı-insan-tabiat eksenli insanın hem bu dünya ve hem de öte dünyayla olan irtibatı dikkate alındığı bunun insan için hangi düzeyde hayatını kuşatan bir inanç zeminini oluşturduğu ve buradan bir takım sonuçlar doğurması gerçeği meselenin ele alınması ve göz önünde bulundurulması gereken yönünü oluşturmaktadır. İslâm’ın üç ana unsuru olan itikad, amel ve ahlâki boyutların insanın hayatını kuşatan yönleriyle onu şekillendirmesi yalnızca bu dünyaya özgü olmamış, ebedi hayatın devamlılığına inanan inanç yapısı kozmolojik bir sonla nihayete eren ancak öldükten sonra yepyeni bir hayatın başlangıcı ve devamlılığı düşüncesiyle de bağlantılı olmuştur. Nitekim bu inanç, ibadet ve ahlâk esasları, el-Bakara, sûresinde ( 2/177 toplu olarak verilmiştir. Buradan hareketle bu dünya hayatından öte dünyaya ve öte dünya hayatından bu dünya hayatına gidiş ve gelişlerin insan zihninde bıraktığı bir yapılanmanın ve bunun pratik sonuçları yönünden yansımaları söz konusu olmuştur. Dünyanın sonlu ve öte dünya hayatının bu dünya hayatının sonunda bu dünya hayatına göre şekilleneceğinin bir amentü esası olarak inanılması, insanı eylemlerini kontral altına alma, sınırsız ve yöntemsiz kendi doğrularıyla yaşamanın ötesinde yüce yaratıcının belirlediği inançlarla hayatını idame ettirmesi gerçeğini doğurmuştur. Kısacası insanın ebedi hayatını ebedi bir saadet içinde geçirmesinin, ilahi mutluluğu yakalamasının yolu, bu dünyadaki öte dünya inancının kendisine kazandırdığı ruh hali ve bu halin eylemleriyle bu dünyadaki eylemlerine yansımasına bağlıdır. Ebedi mutluluğu, ebedi sonsuz hayatın varlığını ruhsal yönden zihinsel anlamda tatmayan, zihinsel anlamda ve kalben doğrulayarak gönülden bağlanmayanın ebedi saadetinin mutlulukla sürmesinin bir gerçekliği yoktur. İnsan sonlu bir ruh haliyle bir hiçliğe itilmişliğin, ya da öldükten sonra hayatın bir anlamının olmadığının inanç halini alması temel yapıda başta Allah olmak üzere ilahi sistemin belirlediği yapıyı benimsememiş olacaktır. Böyle bir zihinsel yapı insanın kendi inançlarını, doğrularını yerleştireceği ve yaşamın anlamının insani değer yargılarıyla ve insani belirlenimlerle günü birlik hesaba çekilmeyen hakkaniyet esaslarının göz önünde bulundurulmadığı, hiçbir kural tanımayan bir ben merkezli kurallar bütünlüğünün hayata geçirilmesini sağlayacaktır. İnsanı amaçları olmayan, sorgulanmayan, yaptıklarından sorumluluk duymayan, kuralsız, zalim, gaddar, hakları hiçe sayan bir yapıyla bürünecektir. Hayat değerlerin yok sayıldığı bir zihin yapısıyla güçlülerin güçsüzleri keyfilikleriyle hayat sahnesinden sildikleri, onları zorbalıklarıyla yaşamı yaşanmaz hale getirdikleri bir alan hale gelecektir. Sonun bur hiç olduğu, hayatın anlamının yalnızca bu dünya hayatındaki zevk ve sefadan ibaret olduğu düşüncesi beraberinde bu dünya hayatının geçici zevklerinin adeta fetişist bir konumda sonsuzluğun kendilerinde olduğu anlayışını getirecektir. Bunun sonu ise dünyada insanın dilediğince ve dilediği kurallar doğrultusunda yaşamaktır. Ahiret, “evvel”in karşılığında “son” anlamında “âhir” kelimesinin müennesidir. Kelime Kur’an-ı Kerîm’de birçok âyette terkipler şeklinde kullanılmıştır. Bu kullanımlardan en çok tekrarlananları yalın ve terkip hallerinde görülen el-âhire, el-yevmü’l-âhir, ed-dâru’l-âhire, enneş’etü’l- âhira kelimeleridir. Bu kullanılış şekillerinden de anlaşılacağı üzere âhiret mefhumu ile dünya mefhumu arasında sıkı bir münasebet vardır. Âhiret dünya hayatını takip eden, ona benzer fakat daha değişik ve ölümsüz bir hayattan, ebediyet âlemine ait çeşitli merhaleler ve hallerden ibarettir. Kelam ilminin tanımında yer alan “mebde ve meâd itibariyle” terkibinde, kelâm ve felsefe kitaplarında sıkça kullanılan “başlangıç” anlamına gelen “mebde”nin mukabili“me’ad” kavramı da âhiret karşılığında kullanılmıştır. Bu kelimenin kullanılmasının ve yerleşik hale gelmesinin sebebi Kur’an’da sık sık geçen dönüş yeri ve varılacak son nokta anlamındaki merci ve masîr kavramlarıyla örtüşüyor olmasıdır. Ebedi yaşamın ifadesi olan âhiret hayatı, geniş anlamda kabir hayatını da içine alan, dünya hayatından sonraki hayattır. Kelime daha dar anlamda ise, sûr’a ikinci kez üflenmesiyle başlayan ve Allah’ın dilemesine bağlı olarak sonsuza dek sürecek olan bir hayattır. (Hûd 11/105-108). Âhiret hayatı yukarıda ifade edilen anlamlarıyla birlikte İslam düşüncesinde iman esaslarından biri olarak, birçok âyette Allah’a imanla birlikte zikredilmiştir. Bu âyetlerde önemi vurgulanmış, dünya hayatına nispetle âhiret hayatının daha hayırlı ve devamlılığı yönüyle önceliğine vurguda bulunulmuştur. (el-‘A’lâ, 87/16-17; ed-Duhâ, 93/4). Bu nedenle ahretin hayatının varlığının ispat edilmesi gerektiği ve de buna bağlı olarak varlığını inanmayanlarla bu doğrultuda mücadele edilmesi gerektiği üzerinde çokça durulmuştur. İslâm inanç esaslarının her yönüyle âhiretin varlığına inanılması gereken bir imanla bağlı olması, bunun önemini daha da artırmaktadır. Her şeyde önce belirtilmesi gerekli olan Âhiret İnancı, iptidai kavimler dahil, tanrının varlığını kabul eden hemen hemen bütün din ve düşünce sistemlerinde mevcut olduğudur. Bununla birlikte âhiret hayatının mahiyeti konusunda farklı değerlendirmeler yapılmış, konuyla ilgili olarak farklı açıklamalar dile getirilmiştir. Eski Ahid’de dünya hayatından sonra ruhun ölmezliğine ve dünyada işlenen günahların tesbit edildiğine işaretler bulunduğu gibi ölümden sonra Allah’ın görüleceği, yapılan amellere karşılık verileceği de ifade edilir (bk Eyüb, 14/14-22, 19/25-29; Daniel, 12/21. Bununla beraber Matta İncilinde (22/23-30), Sadükî mezhebine bağlı yahudilerin Hz. Musa'dan naklettikleri bir meseleyi tartışma konusu yaparak âhireti inkâr fikrine meylettiklerinden bahsedilir. Yeni Ahid’de âhiret ve mücâzat inancı açık bir şekilde mevcuttur (bk Matta, muhtelif bablar; Markos, 12/18-27; Luka, 20/ 27-38) Kur’an’da Hz. Nüh, İbrahim, Yûsuf, Mûsâ, İsa ve diğer peygamberlerin kendi ümmetlerine âhiret akidesini telkin ettikleri ifade edildiği gibi (bk. Yûsuf, 12/101, Meryem19/33; Tâhâ, 20/55; eş-Şuarâ, 26/81-102; Nûh, 71/I7-18), Allah’a ve âhiret gününe inanan yahudi, Nasârâ ve Sâbiîler’in kurtuluşa erecekleri beyan edilmekte (bk el-Bakara, 2/62, el- Mâıde, 5/69) ve “kendisinden önceki ilâhî kitapları doğrulayıcı” olarak gönderilen Kur’an’ı âhirete inananların kabul edeceği haber verilmektedir (bk. el-En’âm, 6/921). Kur’ân-ı Kerîm’den önceki semavî kitapların gerek otantik gerekse apokrif kabul edilen nüshalarında âhiret inancına yer verilmekle beraber, konu hiçbir zaman Kur’an’daki kadar açık ve müessir bir şekilde ifade edilmiş değildir. Kurân-ı Kerîm’de yüzden fazla terim ve deyim kullanılarak âhiret akîdesi işlenmekte konuyla ilgili âyetler hem Mekkî hem de Medenî sûrelerde sık sık tekrarlanmaktadır. Bu tekrarın, konunun önemini vurgulamak, sorumluluk duygusunu pekiştirmek, dünya ile âhiret arasındaki psikolojik mesafeyi kısaltarak müminin ruhunu yüceltmek ve hayatını ebedîleştirmek gibi hedeflere yönelik olduğu söylenebilir. Birçok sûrede kâinatın, özellikle insanın yaratılışından, evrenin idare edilişinden ve hayatın akışından bahseden âyetlerle âhiret hayatını tasvir eden âyetler yan yana yer almıştır Kur’an’ın tasvirine göre dünya, genel özellikleriyle, geçici bir faydalanış ve aldanış vesilesidir. Asıl hayat âhiret hayatıdır, huzur ve sükûn sadece ölümsüz âlemdedir (bk. el-Ankebût, 29/64; el-Mü’min, 40/39; el-Hadîd, 57/20). Her ne kadar ölüm geride kalanlar için acı ve hasret dolu bir olay ise de imanlı gönüller için fânilikten ebedîliğe geçişi sağlayan bir vasıtadır. Ölüm tabii olarak ürkütücüdür. Ancak asıl hayatın ikinci âlemde başlayacağına inananlar, ölümün ebedî yokluk olmadığını kabul ederler. Henüz hayattayken âdeta bu yeni hayatın özlemini duyarlar. Kütüb-i Sitte’de yer alan bir hadise göre Hz. Peygamber, “Kim Allah'a kavuşmayı arzu ederse Allah da ona kavuşmayı ister; kim Allah'a kavuşmayı istemezse Allah da ona kavuşmayı istemez” buyurmuş, yanında bulunanlar, “Hiçbirimiz ölümü hoş karşılamayız” deyince sözlerine şöyle devam etmiştir: “Durum sandığınız gibi değil. Gerçek şu ki mümin olan bir kimsenin son nefesleri yaklaşınca Allah’ın hoşnutluğu ve lütuflarıyla müjdelenir; artık ona göre Allah’a kavuşmaktan daha sevimli bir şey bulunamaz” (Buhârî, “Rikâk”, 41; Müslim, “Zikr”, 14, 16-18). Âhiret konusunun aklî ve nakli olmak üzere iki yönü vardır. İnsan vücudunun ve içinde yaşadığımız kâinatın fâni olduğunu, öldükten sonra tekrar dirilmenin de imkân dâhilinde bulunduğunu kabul etmek konunun aklî yönünü, kıyametin nasıl kopacağı ve âhiret hayatının nasıl başlayıp devam edeceği hususu ise naklî yönünü oluşturur. İlk dönemlerden itibaren filozoflar da eskatoloji ile meşgul olmuşlardır. Onların konuyla ilgilenmesi inanç açısından değil, yaratılış felsefesi, ahlâk anlayışı ve ruhun ölmezliği açısındandır. Âhiret hayatı beş duyunun idrakleriyle sınırlı bulunan pozitif ilimlere konu teşkil etmez. Bu sebeple onunla ilgili olarak İlim adına kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Ne var ki ilim adamı da düşünen ve duyan bir insandır. Şahsî temayülleri ve ilmî yorumları sonunda âhiret konusunda müsbet veya menfi bir kanaate varabilir. Âhireti ispat konusunda da en belirleyici kaynak olarak şüphesiz Kur’an-ı Kerîm’in ifadelerini dikkat almak gerekir. Bu konudaki ifadelerini genel hatlarıyla şu şekilde ele alabiliriz: İlk Yaratılış Âhiretin varlığını kabul etmeyenlere karşı Kur’an-ı Kerîmin dile getirdiği en önemli husus ilk yaratılış gerçeğidir. İnsanları ve bütün canlıları yoktan yaratan yaratıcının onları yeniden yaratmasının hatırlatılması ve bunun yüce yaratıcı için çok daha kolay olduğunun ifade edilmesi bu konuda en büyük delildir. Hz. Peygambere gelerek Kur’an’ın ifadesiyle “Kendi yaratılışını unutarak bize bir mesel verdi: “Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?” demesine karşılık, Hz. Peygamber’e “De ki: “Onları ilk defa yaratan diriltir, hem O, yaratmanın her türlüsünü bilir.”, (Yâsin, 36/78-79) demesinin emredilmesi, inkârcıların meselenin sadece bir yönünün zihinsel anlamda düşünceye konu edinildiği, hâlbuki meselenin yalnızca bir boyutunun ele alınmaması gerektiğini hatırlatmaktadır. Hiç şüphesiz aklen burada meselenin iki taraflı ele alınması gerekmektedir. Ayette konu edinilen “yaratma”nın yalnızca bir yönü değil diğer yönleri de düşünülmeli; Allah’ın, yaratmanın her türlüsünü, hayale bile gelmez şekillerini, mekanizmalarını bileceği, hatırlanmalıdır. Zira bir şeyi ilk defa yapmaya muktedir olanın, aynı fiili ikinci kez yapmasının kendisi için yapması daha kolaydır. Üstelik mutlak kudret sahibi için zorluk ve kolaylık olarak algılanması doğru değildir. “Mahlûkları ilkin yoktan yaratan, ölümden sonra da dirilten O’dur. Bu diriltme O’na göre pek kolaydır.”, (Rûm, 30/27) âyetinde belirtildiği gibi bu kolaylık aslında insanlar nezdinde meselenin anlaşılmasının sağlanması içindir. Böylelikle insan aklının konuyu zihinsel anlamda düşünmesini sağlamak böylelikle bunu “iade”ye delil teşkil edecek bir formda sunulmasını sağlamıştır. Yaratılmışlarla Ahirette Diriltme Arasında Kıyaslama Yapmak Kur’an-ı Kerîm’in ahireti inkâr edenlerle ilgili olarak getirdiği bir diğer delil de insanların kabul ettiklerinden daha zor olanı gündeme getirerek inkâr ettikleri ahiret gerçeğini hatırlatmaktır. Hiç şüphesiz buradaki zor olma insanlara oranla olan bir zorluktur. Bu çerçevede göklerin ve yerin yaratılması insanların duyu vasıtalarıyla müşahede alanı içinde algıladıkları bir husustur ve bu insanların zorluklarıyla birlikte Allah’ın kudretine konu olması yönünden gerçekleşen bir husustur. Nitekim “O kâfirler şu gerçeği hâla anlamadılar mı ki; gökleri ve yeri yaratan ve yarattıktan sonra hiçbir yorgunluk çekmeyen Allah, ölüleri diriltmeye de, haydi haydi kadirdir!”, (Ahkâf, 46/33) âyetinde Allah’ın daha zor olduğu anlaşılan evrendeki bu varlıklara nispetle ölülerin diriltilmesi insan idraki açısından dikkat çekilmektedir. Bir anlamda ahiretin anlaşılamaması ve inkârcıların tutumlarının yanlışlığına vurguda bulunarak buradaki çarpıklığa işaret edilmektedir. “O her şeye kâdirdir” ifadesiyle de yaratma konusunda, yaratmanın bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamayı tavır olarak sergileyenlerin tutumlarının tutarsızlığı dile getirilmektedir. Ebedilik arzusu Kur’ân-ı Kerîm’in âhireti ispat metodu, “Nereden geldim, nereye gidiyorum?” sorusuna tatminkâr bir cevap bulmaya dayanır. Düşünen her insanın sormaya mecbur olduğu bu sorunun birinci kısmında materyalist izahı benimsemeyen, kendisine ve içinde yaşadığı tabiata hâkim, mutlak kudrete sahip bir yaratıcının varlığına inanan kimse, söz konusu sorunun ikinci kısmında da aynı düşünce tarzını devam ettirerek öbür âlemin ölümsüzlüğünü kolaylıkla benimser. Bundan dolayı Allah'a imanla âhiret gününe iman Kur’an’da sık sık ve birlikte zikredilmek suretiyle bunun ne kadar önemli bir ilke olduğuna dikkat çekilmiştir. Dünyaya ilk gelişinde pek âciz bir canlı olan insan, hayatının daha sonraki devrelerinde fizyolojik ve psikolojik yönden gelişip tabiatın en mükemmel varlığı haline gelir. Ondaki ruhî ve fikrî gelişme devam ederek kendisinde ebediyet duygusu meydana getirir. İnsanın, iyi düşünmeden, ilk bakışta yok oluş gibi telakki ettiği ölümden korkması veya Öbür âleme inanmayanlarla ona hazırlıklı olmayanların ölümden ürkmesi de bu ebediyet duygusuna bağlanabilir. O halde daha mükemmel ve ölümsüz bir âlem olan âhiretin varlığını benimsemek insanın tabii yaratılışında bulunan bir özelliktir. Ancak dünya hayatının cazibesi, kişinin fıtratındaki ölümsüzlük duygusunu unutturup tabiatındaki seyri durdurabilir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de âhireti inkâr etmenin bu gayri tabiiliğine şöyle işaret edilmektedir: “İyi bilin ki Allah'ın laneti, kişileri Allah yolundan döndüren, onu eğriltmek isteyen ve âhireti inkâr eden zalimlerin tepesinedir” (Hûd, 11/18-19). Adalet duygusu Genel olarak insandaki fıtrî özelliklerden biri de adalet duygusudur. Dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir dönemde sürekli olarak adaletin hâkim olduğunu söylemek mümkün değildir. Haksızlığı görüp de derinden rencide olan insan büyük bir hesap gününün gerçekleşeceğine inanmak ister, iyi ile kötünün, zalim ile mazlumun hesaplarının görüleceği o gün Kur'an'ın ilk sûresinde “yevmü’d-dîn” diye vasıflandırılmış ve bu sûrenin beş vakit namaz içinde okunması emredilmiştir. Kur’an’da kıyametin daha çok, adalet ve hesap verme mefhumlarıyla birlikte tasvir edilmesi de bu gerçeğin bir başka şekilde ifadesi sayılmalıdır. Kâinatın akıllara durgunluk veren bir incelik ve ahenk içinde kuruluş ve işleyişi öteden beri düşünürlerin ilgisini çekmiş, tabiat ilimlerindeki gelişmelerden sonra ise bilginlerin bu konudaki duyguları hayranlığa dönüşmüştür. Kur’ân-ı Kerîm’de insanın da bir parçasını teşkil ettiği kâinatın gayesiz yaratılmadığı (bk. el-Enbiyâ, 21/16; Sad, 38/27), yeri, göğü, ayı, güneşi, kısacası bütün imkânlarıyla onun insanın emir ve hizmetine verildiği ifade edilmiştir (bk. İbrahim, 14/33; el-Hac, 22/651). Bu mertebeye yüceltilmiş olan insanın hemcinslerine ve yaratanına karşı elbette ki bazı görevleri olacaktır. O. bu ulvî duyguyu vicdanının derinliklerinde hisseder ve bu görevleri yerine getirmek için hayatı boyunca çaba harcar. Böylesine kâmil bir iman ve iyi amel sahibi olan bir kimsenin mükâfatını tam olarak alması aklın ve vicdanın bir gereğidir. Üstelik dünya hayatı boyunca insanlar zekâ kabiliyet, sağlık, servet vb. bakımlardan eşit durumda değildir. Fakru zaruret açılarıyla ölenler olduğu gibi zenginlik zevkleri içinde gözlerini hayata kapayanlar da vardır. Şayet fakir kötü, zengin iyi bir insan idiyse adalet yerini bulmuş denebilir; fakat durum tersine ise, ömrünü acılar içinde geçiren dürüst ama fakir insanın mükâfat göreceği ikinci bir hayat gereklidir. Ahiretin varlığını zaruri kılan başka sebepler de vardır. Hakikat ve kemal anlayışlarını bunlar arasında saymak mümkündür. İnsanların birçok konuda farklı görüşlere sahip oldukları ve herkesin kendi görüşünün doğruluğuna inandığı bir realitedir. Çelişen görüşlerin hepsini doğru kabul etmek de mümkün değildir. O halde hakikatin bütün açıklığıyla ortaya çıkacağı ve herkes tarafından anlaşılıp benimseneceği bir gün olmalıdır. Öte yandan insan, diğer varlıkların aksine, kemalini kendi gayretiyle elde eder. Bilgi veya marifet ile elde edilecek olan bu kemal, ölünceye kadar bedenin çeşitli fonksiyonlarıyla gerçekleşir. Bu fonksiyonlar bitince kemale erme son noktasına ulaşır ve çekilen bunca zahmetin karşılığını görme, yani ruhun manevî hazları tatma dönemi başlar. Bu da ancak ölümden sonra gerçekleşecek bir husustur. Şu halde ruhu bu lezzetten mahrum bırakmak, ne kemal ne de adalet prensibiyle bağdaşır (bk. Fuzûlî, s. 79-80). Her şeye rağmen âhiret vakıasının doğrudan idraki -bir inanç konusu olduğu, duyuların ötesinde bulunduğu ve her yaşayana göre şu anda mevcut olmayıp gelecekte gerçekleşeceği için-mümkün değildir. Konuyla ilgili olarak sıralanan bütün deliller akla ışık tutmaktadır-, kabul veya red kararı akıl ile kalbin iş birliğine bağlıdır. Ufku dar, iç dünyası fakir olanlar sathî bir düşünüşle, "Çürümüş, zerresi kalmamış kemikleri kim diriltebilir?" tarzındaki bir şüpheye kapılabilir. Böyle bir tereddüdün. “Nereden geldim, nereye gidiyorum?” şeklinde ifade edilen başlangıç ve sonuç probleminin sonuç kısmıyla ilgili olduğu şüphesizdir. Kur’ân-ı Kerîm, “Onları ilkin yaratan, tekrar diriltir” (Yâsîn, 36/79) demek suretiyle problemin başlangıç felsefesine dayanır ve ateist bir telakkiden veya mantıksız bir düşünüşten çıkan söz konusu itiraza cevap verir. Başlangıca İnanan sonucu da kabul etmek zorundadır. Yani tabiatın kendi kendine değil, tabiatüstü mutlak kudret sahibi bir halik tarafından yaratılıp idare edildiğini kabul edenler, onun ikinci hayatı da yaratıp devam ettireceğine inanmakta güçlük çekmezler. Sorumluluk Duygusu İslâm akaidinin üç ana esasından birini teşkil eden âhiret inancı her şeyden önce insanda sorumluluk duygusu meydana getirmekte ve bu yönüyle hem hukukî hem de ahlâkî müeyyide olmaktadır. Dünya hayatında insanın zorluklarla, haksızlıklarla mücadele ettiği halde bunları ortadan kaldıramadığı, neticede elem çektiği bir gerçektir. Mutlak adaletin tecelli edeceği, iyiliğin mükâfatlandırılması için bütün engellerin ortadan kalkacağı ebediyet âleminin varlığına inanmak, insan için büyük bir teselli kaynağı ve yaşama sevincidir. Cenâb-ı Hak, insanların atası olan Âdem’i “kendi eliyle” yarattığını, ona ruhundan üflediğini ve onu meleklerin secdesine vesile kılıp yeryüzünde kendi halifesi tayin ettiğini beyan etmektedir (bk. el-Bakara, 2/30; Sâd, 38/71-75); bu mânada Allah’tan gelen insanın fena bulmayıp yine ona dönmesi kaçınılmaz bir sonuçtur. Yaratılış hikmetini unutmayan ve insanlık şuurunu yitirmeyen kişinin ruhu bundan başka hiçbir şeyle tatmin bulamaz. Kur’ân-ı Kerim, diğer ilâhî kitaplarla mukayese edilemeyecek kuvvette âhiret akîdesini telkin etmektedir. Bununla birlikte İslâmiyet dünyadan el etek çekmeyi hiçbir zaman tasvip etmez. Dünya başlangıç, âhiret sonuç olduğuna göre ikisi arasında denge kurmak gereklidir. İnsan âhirete hazırlanırken dünya nimetlerinden nasip almayı da unutmamalıdır (bk. el-Kasas, 28/ 77). Önemli olan, dünyanın cazibesine kapılıp âhiret saadetini ihmal etmemektir. Çünkü, “dünya âhirete nispetle geçici ve değersiz bir metâdan ibarettir” (er-Ra’d, 13/26). “Âhiret yurduna gelince, asıl hayat, huzur ve sükûn oradadır” (el-Ankebût, 29/64; el-Mü’min, 40/39). Hz. Peygamber’in, “Allahım! Asıl hayat âhiret hayatıdır, asıl saadet ebediyet saadetidir!” (Buhârî, “Cihâd”, 33; “Salât”, 481) tarzında başlayan duası bu gerçeğin bir ifadesidir. Ahiretin gerçekliği konusu, insanın psikolojik muhtevasında ve dış dünyada bulunan bunca delile rağmen yine de inkâr edilebilmektedir. İnsanın Başıboş ve Amaçsız Yaratılmayışı da Âhirete İnanmayı Gerektirir. İnsan başıboş, amaçsız yaratılan bir canlı değildir. Yaratılış amacını gerçekleştirmek ve insana yükümlülüklerini yerine getirmekle mükelleftir. Ahiret insanın bu dünyadaki eylemlerine göre şekilleneceğine göre, insanın halife kılınmasının ve bir takım vazifelerle sorumlu olması onu bu noktada eylemlerini kontral etmeye müspet bir şekilde fiillerini yapmasını gerektirir. İnsanın amaçsız olmaması ve diğer canlı varlıklardan düşünen varlık olarak yaratılması ve bunun da insan olmasının gereği olması, onu yarına hazırlanması ve iyilik ve kötülüğün netice itibariyle daha sonrasında değerlendirilme bilinci onu bu dünyada eylemlerini istenilen doğrultuda yönetmeyi gerektirir. Nitekim Kur’an-Kerîm de insanın amaçsız yaratılmadığını ısrarla vurgulamaktadır. “Bizim sizi boşuna yarattığımızı, Bizim huzurumuza dönüp hesap vermeyeceğinizi mi sandınız?” “Öyleyse artık şu gerçeği bilin ki Allah yüceler yücesidir. Gerçek hükümran O’dur. O’ndan başka tanrı yoktur. Pek değerli arşın Rabbidir” (Mü’minûn, 23/115-116). Bütün canlıların gayesi, Allah’ın kendilerine verdiği imkânları, hilkate uygun bir şekilde kullanmaktır. Yine Kur’an-ı Kerîm insanın başıboş bırakılmadığını, onun bir nutfeyle (sperm) başlayıp alaka safhası (aşılanmış yumurta) olarak devam eden ve nihayet insan halinde yaratılışını belirterek, Allah’ın mutlak kudretiyle tekrar diriltmeye gücünün yeteceğini belirterek, âhiretin varlığının mümkün olduğunu vurgulamaktadır. Ahiret Halleri İnsanın ölümüyle onun âhiret hayatı başlamış olur. Bir hadiste, kabrin âhiret duraklarının ilki olduğu belirtilmiştir (bk. Tirmizî, “Zühd”, 5; İbn Mâce, “Zühd”, 321). Kıyametin kopmasına kadar sürecek olan bu zamana berzah hayatı denilmiştir. Ancak çeşitli merhaleleri ve kendine has halleriyle tasvir edilen âhiretin gerçekleşmesi, bugünkü dünya nizamının bozulmasından sonra olacaktır. Âhiret hayatını kıyametin kopması, hesabın görülmesi ve hesap sonrası ebedî hayatın başlaması şeklinde üç merhalede ele alıp incelemek mümkündür. Kıyametin Kopması Kur’ân-ı Ke-rîm’de saat kelimesiyle ifade edilmiş ve bu anı Allah'tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği belirtilmiştir. Beklenmedik bir zamanda ve çok süratli olarak gerçekleşecek olan bu olayın dehşetine gökler de yer de dayanamayacak, o günün şiddetinden çocukların saçları ağaracak, emzikli kadınlar bebeklerini unutacak, hamileler çocuklarını düşürecek ve bütün insanlar şaşkına dönecektir (bk. el-A’râf, 7/187; el-Hac, 22/1-2; el-Müz-zemmil, 73/17). Kur’ân-ı Kerîm’de kıyametin tasviriyle ilgili âyetlerden anlaşıldığına göre, bu olay kâinatta mevcut kozmik düzenin bozulmasıyla başlayacaktır. Fakat bunun ne zaman olacağı kimseye bildirilmemiş, sadece “belki de yakın olduğu” ifade edilmiş (bk. el-Ahzâb, 33/63; eş-Şûrâ 42/171) ve alâmetlerinin belirdiği haber verilmiştir (bk. Muhammed, 47/18). Hz. Peygamber de orta parmağıyla şahadet parmağını göstererek kendi dönemi ile kıyametin kopmasının iki parmağı gibi birbirine yakın olduğunu söylemiştir (bk. Buhârî, “Rikâk”, 39; Müslim, “Fiten”, 133-135). Ancak naslarda geçen bu tür zaman belirlemelerini, birkaç bin yılın önemsiz bir küsur sayıldığı jeolojik ve kozmolojik zaman kavramı içinde yorumlamak gerekir. Buna göre kıyametin kopuşu gibi büyük bir kozmik olayın ne zaman gerçekleşeceğini söylemek, hatta tahmin etmek mümkün değildir. Zaten İslâm literatüründe konuyla ilgili ciddi sayılabilecek herhangi bir zamanlama da mevcut değildir. Hadis literatüründe, kıyametten önce ortaya çıkacak olan kıyamet alâmetleriyle ilgili oldukça geniş bilgi vardır. Bir kısmının sağlamlık bakımından tenkide tâbi tutulabileceği bu tür rivayetlerin muhtevasını iki grupta mütalaa etmek mümkündür. Bunlardan birincisi dinî emirlerin ihmal edilmesi ve ahlâkın bozulması tarzındaki manevî faktörlerdir. İkincisi ise deccalin ortaya çıkışı, Hz. Îsâ’nın dünyaya dönüşü, kozmik düzenin bozularak güneşin batıdan doğup doğudan batması gibi mevcut tabiat kanunlarını aşan olaylardır. İslâm tarihinin erken devirlerinden itibaren, sosyal ve siyasî çalkantılar yüzünden dinî ve ahlâkî hayatın zayıflamaya başladığı tarzındaki şikâyetlerin ortaya çıktığı bilinmektedir. Bu tür şikâyetlerin gittikçe artış gösterdiği de bir gerçektir. Ancak bu nevi sosyal olaylardan hareket ederek dünyaya ömür biçmek ve kıyametin gelişi için zaman belirlemek isabetli olmaz. Dünyanın son günlerinde meydana geleceği haber verilen olağan üstü hadiseler de ancak kendi dönemleri ve oluşum şartlan içinde değerlendirilebilir; bu tür olaylar hakkında önceden zaman belirleyici tahminlerde bulunmak mümkün değildir. Kıyametin nasıl kopacağı hususu Kur’an’da ayrıntılı sayılacak bir şekilde anlatılmıştır. Buna göre görevli melek tarafından sûr’a üflenecek, Allah’ın diledikleri hariç, göklerde ve yerde kim varsa düşüp ölecek, ikinci üfleyişte ise herkes diriltilip mahşere gitmeye hazır olacaktır (bk. ez-Zümer, 39/68). Birçok âyet kıyametin kopuşunu büyük bir kozmik değişim olarak tasvir eder: Gök yarılacak, güneş dürülecek, yıldızlar dökülecek, denizler kaynayıp kabaracak, dağlar yerinden kaldırılıp yürütülecek ve ufalanıp atılmış yün haline gelecek; kısacası hem yer hem de gökler şekil değiştirecektir (bk. İbrâhîm, 14/48; Tâhâ, 20/105-107; et-Tekvîr 81/1-3; el-İnfitâr, 82/1-3, el-Kâria, 101/ 1-51). Âhirette Hesabın Başlaması Sûra ikinci üfleyişten sonra kabirlerdekilerin tekrar diriltilmesi ve mahşerde toplanmasıyla olacaktır. Kurân-ı Kerimde hesap meydanına hareketin bir davetçinin (İsrafil) çağrısıyla olacağı, kişilerin çağrıya karşı koymadan koşuşan çekirgeler gibi belli bir hedefe doğru ilerleyeceği ifade edilir (bk. el-Kamer, 54/6-8; el-Meâric, 70/43-44). Bu yolculuğun tasviri hakkında çeşitli hadisler de rivayet edilmiştir. İslâm inancına göre kıyamet gününde insanların hesaba çekilmesi belli kayıtlara bağlı olarak yapılacaktır. Bunlara Kur’an’da kitâb (yazılı belge) adı verilmekte (bk. el-İsrâ 17/13-14), Türkçe’de ise amel defteri olarak bilinmektedir. Amel defteri, yazıcı melekler tarafından tutulmakta ve kişinin dünyadaki bütün söz, fiil ve bazan da niyetleri hayır ve şer olarak değerlendirilerek bu deftere geçirilmektedir (bk. el-Kehf, 18/49; el-İnfitâr, 82/10-12). Söz konusu yazılı belgenin mahiyeti hakkında herhangi bir şey söylemek mümkün değildir. Allah Teâlâ hiçbir vasıta ve malzeme kullanmadan her şeyi kuşatan sınırsız bir ilme, muhasebe ve muhakemeye ihtiyaç hissettirmeyecek mutlak bir adalete sahip olduğu halde, onun hesap günündeki icraatını bu tarzda yürütmesi, bütün sırların ortaya çıkarılacağı o gündeki aleniyeti sağlama ve gerçeklerden herkesi haberdar etme hikmetine bağlı olsa gerektir. Kıyameti tasvir eden ve kula ait sorumluluk sınırlarını çizen çeşitli âyet ve hadislerden anlaşılacağı üzere, bütün mükellefler her şeyden önce imandan sorguya çekilecektir. Bundan sonra kul haklarının, daha sonra da Allah ile kul arasındaki hakların hesabı görülecektir. Müslüman âlimlerin çoğunun kanaatine göre, ilâhi vahye samimiyetle inananlar, kul hakkı veya diğer günahları sebebiyle bir süre cezalandırılsalar da sonunda kurtuluşa ereceklerdir. Fakat kendilerine bildirildiği halde ilâhî tebligata inanmayanlar ebedî hüsrana uğrayacaklardır. Âhiret gününde kulun tâbi tutulacağı hesabın sonucu, Kurân-ı Kerîm’de, “terazilerin ağır yahut hafif gelmesi” şeklinde ifade edilmiştir. Nasıl olacağını Allah’tan başka kimsenin bilmediği bu terazide tartıları ağır gelenler kurtuluşa erecek ve mutlu bir hayat süreceklerdir. “Tartılar”ı hafif gelenler ise kendilerini hüsranda bulacaklardır (bk. el-A’râf, 7/8-9; el-Mü’minûn, 23/102-103; el-Kâria, 101/6-8). Kur’an terminolojisinde kurtuluş cennet, rızâ ve cemâli, hüsran da cehennem, elem ve mahrumiyeti ifade eder. Rızâ. kurtuluşa erenlerin Allah’tan, Onun da kendilerinden hoşnut olmasıdır ve bütün maddî nimetlerin üstündedir (bk. et-Tevbe 9/72; el- Fecr, 89/27-30; el-Beyyine, 98/8). Cemâl de Cenâb-ı Hakk’a bakmak ve O’nu görmektir (bk. el- Kıyâme, 75/22-25; el-Mütaffifîn, 83/151). Hüsrana uğrayanlar bu nimetlerden mahrum olacakları gibi çeşitli elem ve azaplara da mâruz kalacaklardır. Cennet ve cehennem hayatını tasvir eden birçok âyet ve hadisin ve ayrıca âhiret hayatıyla ilgili diğer nasların üslûp ve muhtevasına bakıldığı takdirde, bu ikinci hayatın sadece ruhlar âleminde başlayıp süreceğini ileri sürmek, bu hayat içinde bedenlerin rol almayacağını söylemek aşın bir te’vil olur. Bu sebepledir ki Gazzâlî “haşr-i cismânî”yi inkâr eden filozofların bu kanaatini İslâm dışı telakki etmiştir. Âhiretle ilgili nasların ihtiva ettiği maddî unsur ve tasvirler, insanlar tarafından idrak edilebilmesi için dünyadakilere benzetilirse de bunların temel özellikleri itibariyle tamamen ayrı şeyler olduğu şüphesizdir. Ebedî âlemin kanunlarını fâni âlemin kanunlarıyla mukayese etmek ve birinin şartlandırdığı mantıkla diğeri hakkında hüküm vermek elbette ki yanlıştır (bk. es-Secde, 32/17; Buhârî, “Bed’ü’l-halk”, 8; Müslim, “İmân”, 312). Cennet ile cehennemin ve âhiret hayatının ebedîliği hemen hemen bütün İslâm âlimlerinin benimsediği bir husustur. Saadet yurdu olan cennetin ebedîliğine itiraz edilmemekle beraber, elem ve azapla dolu cehennem hayatının sona erebileceğini veya cehennem halkının azaba karşı bağışıklık kazanabileceğini ileri sürenler olmuştur. Hz. Ömer. İbn Mes’ûd. Ebû Hüreyre ve Ebü Saîd el-Hudrî tarafından benimsendiği rivayet edilen bu görüşe taraftar olanlar arasında İbnü'l-Arabî, İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye de bulunmaktadır (bk. İbn Kayyim, s. 280-315). Kabir Hayatı ve Ahvali Âhiret hayatını kıyametin kopması, hesabın görülmesi ve hesap sonrası ebedî hayatın başlaması şeklinde üç merhalede ele alıp incelemek mümkündür. Âhiret hayatını da kendi içinde ölümden sonra mahşerdeki dirilişe kadar olan zaman ve mahşerdeki dirilişten sonsuz bir şekilde devam edecek olan hayat olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Konuyu insan hayatının dünya hayatı da dikkate alınarak değerlendirmeye tabi tutulduğunda kabir hayatı dünya hayatıyla mahşerdeki dirilme arasındaki ayrı bir bir hayat olarak değerlendirilmektedir. Nitekim bu iki âlemi birbirinden ayırması nedeniyle bu hayat iki şey arasındaki engel anlamında “berzah” kelimesiyle isimlendirilmiştir. Diğer taraftan Hz. Peygamber tarafından “Âhiret duraklarının ilki” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 63) olarak isimlendirilmesi de bu hayatın ahiretin başlangıcını teşkil ettiği anlaşılmaktadır. Ancak meselenin insanın ölümüyle gerçekleşen ve genellikle insanların öldükten sonra bir kabre konulmaları ve buradan mahşere kadar geçen süreyi kapsamasından dolayı da “kabir hayatı” denilmiştir. İnsanların farklı ortamlarda vefat etmeleri bir kabre konulamamaları bu gerçeği değiştirmemekte, çoğunluk dikkate alınarak bu şekilde isimlendirilmektedir. Örneğin insanın denizde boğulması sonucu belirli bir kabre konulamaması bu gerçeği değiştirmemekte, bu noktada insanların geneline mesele hamledilmektedir. Meselenin bir diğer yönü ise insanın beden ve ruhi gerçeklikleri dikkate alınarak ele alınana değerlendirme cihetidir. İnsan ruhunun yalnızca bedenle birlikte bir kimliği söz konusuysa, insanın ölümüyle birlikte cesedinin bozulması ve yok olmasıyla ölümden sonra bir takım ahvalden bahsedilmesinin anlamı yoktur. İnsanın ruhunun bedenden ayrı bir varlığını düşünme durumunda ise onun bedenin yok olmasıyla ruhunun yaşayışını kabul etmişlerdir. Bu duruma göre mademki hayat devam ediyorsa kabirde bu hayata dair bir takım hallerden bahsetmek yerinde olacaktır. Meselenin aklî bir takım çıkarımlarla değerlendirilmesi bir yana asıl anlaşılmasını sağlayacak yönü bu meselede bilgilerimizin kaynağının nakle dayanmasıdır. Zira âhiret hayatı başlangıcını teşkil eden kabir ve kab3ir hayatının mahiyetini oluşturan hususlar aklın değer yargılarıyla ölçülebilecek boyutta olmadıklarıdır. Mesele bu yönüyle gayb3i bir özellik taşımakta ve duyu algılarıyla algılanamayacak ölçüdedir. Öyleyse konuyla ilgili bilgi kaynaklarımız Kur’an-ı Kerîm ve Hz. Peygamberden rivayet edilen haberlerdir. Aklın konuyla ilgili asıl fonksiyonu Kitap ve Sünnette konuyla ilgili rivayetleri ve muhkem ve müteşabih olma yönünden, özellikle sünnetin sıhhat ve mana yönünden değerlendirmeye tabi tutulmasıdır. Yoksa aklın kitap ve sünnetin bütünüyle devre dışı bırakarak kendisinin aklın idrak alanı dışındaki hususlarda bilgi üretmek değildir. Kısacası haberin sıhhat derecesinin araştırılarak, doğru olma durumunda onu tasdik etmek, inanmaktır. Öyleyse konuyla ilgili haberler dikkate alındığında kabir ahvalinin; kabirdeki sorgu, kabir azabı ve kabir nimeti olarak değerlendirildiği anlaşılmaktadır. Kısa başlıklar altında bu konudaki bilgileri rivayetler çerçevesinde ele alabiliriz: Kabir Sorgusu Ölen kimsenin kabre vardığı zaman ilk karşılaşacağı şey sorguya tabi tutulmasıdır. İnsanın ölümünün ardından kabre konulmasıyla başlayacak olan bu sorgu, münker ve nekir adlı iki meleğin iman ve İslam’a dair sorularıyla başlar. İnsanların bu iki meleğin sorgularına dair verecekleri cevaplar onların dünyadaki yaşantılarına bağlı olarak belirlenir. Dünyadaki yaşantısının mümin bir yaşantı olması durumunda meleklere kolaylıkla cevap verir ve bunun karşılığı olarak kendisine verilen nimet ve mutluluk içinde kalır ve kıyametin kopmasının ardından âhiretteki makamlarına kavuşmayı arzulayarak bekler. Dünya hayatında mümin olarak yaşamamış, küfür ve isyan üzere yaşamış ve öylece ölmüş olanlar ise, sual meleklerinden müthiş bir şekilde korkarlar; sorulan sorular karşısında şaşırarak cevap veremezler. Bunun sonucu olarak azap başlar, cehennemdeki yerleri gösterilir ve kıyametin kopmasını isterler. Kabre konulan insanın sorguya çekileceğinin delili mana yönünden mütevatir derecesine ulaşmış hadisler ve haberlerle ulaşmış hadislerdir. “Allah iman edenleri hem dünyada hem âhirette o sabit söz üzerinde sağlam bir şekilde tutar. Zalimleri ise şaşırtır. Allah elbette dilediğini yapar.” (İbrahim, 14/27), âyeti kabir suali hakkında nazil olduğu rivayet edilmiştir. Ölü, kabre konulup mezar üzerindeki insanların çekilmeye başladığı bir sırada münker ve nekir adlı iki melek tarafından sorguya çekilir ve özellikle son peygamber Hz. Muhammed hakkındaki fikri sorulur. Mümin olan kimse onu Allah’ın kulu ve elçisi olarak benimsediğini beyan eder; kâfir ise, “Bilmiyorum, ben de çevremdeki insanların kanaatini paylaştım” (Buhârî, “Cenâiz”, 86; Müslim, “Cennet”, 73-74), diye cevap verir. Kâfir ve münafıklara da cehennem kapılanı açılır, oradaki azap kendilerine gösterilir. Kâfirler ve münâfıklar kabirde azap görecekler, müminler ise nimetler içinde, sıkıntısız yaşayacaklardır. Gerçek mükâfat ve ceza görme yerinin ahiret hayatı olduğunu, kişinin yaptıklarının karşılığını ahrette zaten göreceğini, bu sebeple de kabirde ayrıca bir cezalandırmanın ilahi adaletle bağdaşmayacağını ileri süren bazı Mu’tezile kelamcıları, Ehl-i sünnet’in kabir hayatının varlığı konusundaki ileri sürdükleri âyetleri yorumlamışlar ve kabir hayatını inkâr etmişlerdir. Bir kısım Mu‘tezile kelamcısı ise kabirde sürekli değil özel ve geçici olarak azabın olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Kabir Azabı Kabir azabı duyular ve akıl yürütmeyle bilinemez. Konuyla ilgili bilgilerimiz nakle dayanır. Bu konu vahiy yoluyla sabit olan gaybî konulardan biridir. Bazı âyetlerin konuyla ilgili işaretleri bu konuda delil olarak kabul edilmiş, kabir azabıyla ilgili çeşitli hadislerin açık beyanları da ayrıca bu konuda delil olarak ileri sürülmüştür. Bu konuda kabir azabına dair Ehl-i sünnet âlimlerinin ileri sürdüğü deliller şu âyetlerdir: 1. Firavun ve taraftarlarının sabah akşam ateşe arzedildiğini, kıyamet gününde de en şiddetli azaba mâruz bırakılacakları buyurulmuştur (Mü’min, 40/46). Bu âyetin kabir azabına delili olması firavun ve taraftarlarının daha şiddetli bir azaba sokulmalarının emredileceğinden hareketle burada, “daha önce sabah ve akşam arz edilecekleri azap”, kabir azabı olarak yorumlanmıştır. 2. Nûh kavminin suda boğulmasının ardından ateşe atıldığını (Nûh, 71/25) bildiren âyet de kabir azabı olarak anlaşılmıştır. Çünkü âyette boğulmalarını müteakip hemen azaba sokuldukları haber verilmiştir. Ölümün hemen peşinden berzah âleminin gelmesi dikkate alınarak, buradaki Nuh kavminin ateşe girmesi kabir azabı olarak tanımlanmıştır. Bunların dışında, iyilerle kötülere dünyada ve âhirette yapılacak muamelenin aynı olmayacağını münafıkların iki defa azap gördükten sonra büyük bir azaba mâruz bırakılacağını kâfir ve münafık olanlara cehennemdeki büyük azaptan önce yakın bir azabın tattırılacağım belirten âyetler de kabir azabına işaret eden deliller arasında zikredilir. Diğer âyetler: Ama kim Benim zikrimden yüz çevirirse kitabımı dinlemez ve Beni anmaktan gaflet ederse, ona dar bir geçim vardır ve Biz onu kıyamet günü kör olarak diriltir, duruşmaya getiririz. (Tâhâ, 20/124) Çevrenizdeki bedevîlerden ve Medine ahalisinden öyle münafıklar vardır ki onlar nifak işinde mahir olmuşlardır. Pek sinsi hareket ettikleri için sen onları bilemezsin, ama biz pekiyi biliriz. Biz onları çifte cezaya çarptıracağız. Sonra da müthiş bir azaba itileceklerdir. (Tevbe, 9/101) – O kâfirlerin dönüş yapmaları ümidiyle, onlara en büyük azaptan önce, dünyada açlık, musîbet, esaret, ölüm gibi peşin bir azap tattıracağız. (Secde, 32/21) – Muhakkak ki o zalimlere bundan başka azap da vardır; fakat onların çoğu bunu bilmezler. (Tûr, 52/47) Kabir azabının olduğunu ifade eden pek çok hadis de vardır. Bunlardan birinde Hz. Peygamber kabirde azap gören bazı kimselerin sesini işitmiş, “Eğer ölülerinizi defnetmeniz endişesi olmasaydı, kabir azabının bir kısmını sizlere işittirmesi için Allah’a dua ederdim” (Müslim, “Cennet”, 17), buyurmuştur. Değişik zamanlarda ashabına da “Kabir azabından Allah’a sığınınız”, diye emretmiş ve kendisi de kabir azabından Allah’a sığınmıştır. Bu çerçevede bir defasında Benî Neccâr bahçelerinden birinde bulunan müşrik kabirlerinin yanından geçerken azap sesini duyunca, yanındakilere kabir azabından Allah’a sığınmalarını emretmiş, onlardan birinin; “Ya Rasulallah, onlar kabirlerinde azap mı olunuyorlar?” diye sorması üzerine de şöyle cevap vermiştir: “Evet, onlar kabirlerinde öyle bir azapla azap olunuyorlar ki, azabın şiddetinden çığlıklarını hayvanlar işitir.” (Ahmed b. Hanbel, I, 225) Kabirde kâfir, müşrik ve münâfıkların azap göreceği gibi, mü’minlerden günahkâr olan bazıları da azap görecektir. Ancak bu azab imanı olmayanlara daimi olacak, günahkâr müminlerin ise daha hafif ve geçici olacaktır. Nitekim İbnu Abbas konuyla ilgili olarak şunları anlatmıştır: “Resulullah (s.a.v.) (bir gün) iki kabre uğradı ve: “(Bunlarda yatanlar) azab çekiyorlar. Azabları da büyük bir günahtan değil” buyurdular. Sonra sözlerine şöyle devam ettiler: “Evet! Biri, nemimede (laf getirip götürmede) bulunurdu. Diğeri de idrardan kaçınmazdı.” Hz. Peygamber (s.a.v.) daha sonra yaş bir hurma dalı istedi, ikiye böldü. Birini birinin üzerine dikti, birini de öbürünün üzerine dikti. Sonra da: “Belki bunlar yaş kaldıkça azapları hafifler!” buyurdular.” Gıybet ve kovuculuk yapmak ölüye ağıtlar yakarak ağlamak borçlu olarak Ölmek yalan söylemek, zina etmek, faiz yemek, içki içmek gibi fiillerin kabir azabına sebep teşkil ettiği yine hadislerde bildirilmektedir. Hadislerde kabrin sıkması kişiye sabah akşam cehennemdeki yerinin gösterilmesi gibi azap şekillerinin bulunduğu da haber verilmiştir. Kabir azabının kâfirler ve günahı çok olan müminler için kıyamete kadar devam edeceği, günahı az olan müminler içinse geçici olacağı kabul edilir. Yukarıda sayılan bu günahlar nedeniyle kabir azabının olmasından hareketle dile getirilmeyen daha büyük günahlar nedeniyle kabir azabının olacağı belirtilmiştir. Bazıları kabir azabını cesedin yok olup gitmesi, çürüyüp toprak olmasından hareketle cesedi çürüyüp giden ölenin azabı veya nimeti hissedemeyeceğini iddia etmişlerdir. Bu düşünce ise kabir hayatının idraki için cesedin sağlam olmasının şart olmadığı, kabirdeki azap veya nimetin idrak edileceği bir hayatın cesedin herhangi bir parçasında yaratılacağı ve onunla kabir hayatının idrak edileceği düşüncesiyle reddedilmiştir. Üstelik böyle bir hayatın genel olduğu ve kabir hayatının bir şekilde yaşanacağı, böylesi bir hayat için ölenin mutlaka bu hayatı tadacağı, her türlü ölenlerin hangi koşulda olursa olsun, kabre konulmamış olmaları da dahil olmak üzere bunu kabir hayatının şartlarını yaşayacakları düşüncesi benimsenmiştir. Bu hayatın bir gerçeğini oluşturan azabın bedene mi ruha mı uygulanacağı hususu ise tartışma konusunu oluşturmuştur, konuyla ilgili olarak farklı değerlendirmeler yapılmıştır . Örneğin, Kerrâmiyye ve Sâlihiyye mensupları kabirde ölünün hayat olmaksızın azap veya nimet göreceğini iddia etmiş, azap veya nimetin idraki için hayatın şart olmadığını söylemişlerdir. Âlimlerin çoğunluğu ise hayat olmadan azap veya nimetin idrak edilemeyeceği fikrini benimsemekle birlikte bu hayatın niteliği hakkında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Selefiyye âlimleri kabir hayatını nitelemenin mümkün olmadığını söylerken bazıları kabir hayatının sadece bedenle olacağını, bazıları ise sadece ruhla yaşanacağını belirtmişlerdir İbn Hazm ve İbn Kayyim el-Cevziyye, kabir âleminde azap veya nimeti idrak edecek olanın yalnız ruh olduğunu savunmuşlardır. Ehl-i sünnet çoğunluğuna göre kabirdeki sual, azap ve nimet hem ruha hem bedene yöneliktir, zira bazı hadislerde sual esnasında ruhun bedene iade edileceği bildirilmiştir. Eş’arî ve Mâtürîdî âlimlerinin çoğunluğu, ölünün cesedinde azabın acısını veya nimetin lezzetini hissedecek kadar bir hayatın yaratılacağını söyleyerek ruhun cesede aynen iade edileceğini ifade etmekten çekinmiş, kabirdeki ölünün hayatına dair kesin bir şey bilinemeyeceğini kaydetmiştir. Ölü üzerinde azap veya nimetin belirtilerini göremeyişin sebebi, duyulara kabir âlemini idrak etme yetisinin verilmemiş olmasıdır. Her ne kadar Eş’arî, Mu’tezile’nin kabir azabını inkâr ettiğini söylüyorsa da Kâdî Abdülcebbâr, daha sonra Cebrîyye’ye intisap eden Dırâr b. Amr dışında kabir azabını inkâr eden bir Mu’tezilî âlimin bulunmadığını belirtir. Kabir Nimeti Kabirde nimetin varlığına delâlet eden âyetlerle ve mana yönünden tevatür derecesine ulaşan hadislerle sabit olduğu kabul edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de konuyla ilgili olarak delil olarak kabul edilen âyetlerden birisi şehidlerle ilgili âyettir. Şehidlerle ilgil olarak Kur’an-ı kerîm’de şöyle buyurulmuştur: (Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar hayatta olup, Rab’lerinin katında yaşarlar, rızıklanırlar. Allah’ın lütfundan ihsan ettiği nimetlere kavuşmaktan dolayı sevinç içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine kavuşmayan müstakbel şehitlere, “kendilerine hiçbir korku olmayacağına ve üzüntü hissetmeyeceklerine” dair de müjde vermek isterler.) (Âl-i İmrân3/169-) Yine benzeri bir diğer 3ayet olan “Allah yolunda öldürülenler hakkında “ölü” demeyin. Bilakis, onlar diridirler, fakat siz bunun farkında değilsiniz.” (Bakara 2/154) âyetinde de bu vurgulanmıştır. Ehl-i sünnet’e mensup âlimler bu âyetleri gerçek anlamıyla anlaşılması gerektiğini kabul etmişler burada te’vil yapılmasını doğru bulmamışlardır. Bakara süresindeki âyette yer alan, “Fakat siz bunun farkında değilsiniz” ifadesi, sözü edilen hayatın mahşerde değil berzah âleminde vuku bulduğunu göstermektedir. Çünkü berzah âlemindeki hayatın bilinememesine karşılık, herkes aynı âlemde bulunduğundan mahşerdeki hayat bütün insanlar tarafından idrak edilecektir. Âyetlerde şehidlerin nimetlere mazhar kılınacağının bildirilmesi, kabirde azap görmeyen diğer müminlerin de nimete kavuşacağına işaret sayılır, zira azaptan kurtuluş da aslında bir nimettir. Kur’an’da, Allah yolunda hicret edip de savaşta öldürülen yahut eceliyle ölenlerin Allah tarafından güzel bir rızık ve nimete eriştireceklerini ve memnun olacakları bir yere yani cennete konulacaklarını beyan eden âyetlerde şehid mertebesine çıkmayan müminlerin de kabirde iyi bir hayat yaşayacağına işaret vardır. Ayrıca kabir suali ve azabıyla ilgili hadislerin hemen hepsinde sorulara cevap veren müminlerin kabirlerinin genişletilip aydınlatılması, kabirlerin cennet bahçelerinden bir bahçe haline getirilmesi, müminlere sabah akşam cennetteki yerinin gösterilmesi onların için birer nimettir. Yine müminlere kabirlerinde iyi amellerinin arkadaşlık etmesi de birer nimet olarak kabul edilmiştir. Değerlendirme Soruları 11.1. Ahireti ispatla ilgili ileri sürülen delilleri açıklayınız? 11.2. Ahiret hallerini genel başlıklar halinde değerlendiriniz? 11.3.1. Kabir sorgusuyla ilgili akli ve nakli delilleri araştırınız? 11.3.2. Kabir azabıyla ilgili akli ve nakli delilleri araştırınız. 3.3.5. Kabir nimetiyle ilgili akli ve nakli delilleri araştırınız. 12. Hafta “Cehennem” kelimesinin kök itibariyle hangi dilden geldiğiyle ilgili ortak bir görüş yoktur. Kelimenin “derin kuyu; hayırsız, uğursuz” anlamına gelen Arapça asıllı bir kelime olduğu tarzındaki görüş dilcilerce tereddütle karşılanmış, İbranice asıllı olduğu üzerinde durulmuştur. Kur’ânın yetmiş yedi âyetinde yer alan cehennem, herhangi bir sözlük anlamı taşımaktan çok kâfirlerin, münafıkların, zalimlerin, gerçeğe boyun eğmeyenlerin azap görecekleri yer olarak tasvir edilir. Âyetlerin birçoğunda cehennem “mesvâ, me’vâ” kelimeleri veya “azâbü cehennem, nârü cehennem” terkipleriyle kullanılmıştır. Kur’an’da, kötülerin âhirette cezalandırılacakları yeri ifade eden başka kavramlar da mevcuttur. Bu kelime veya terkipler bütünüyle cehennemin adı değil amellerine göre cehennemliklerin azap edilecekleri tabakalar veya azap çeşitleri olarak kabul edilmiştir. Meselâ “cehennem ateşi” anlamındaki “nâr” kelimesi, cehennem azabının çeşitli şekillerinden sadece yakıcı olanını ifade eder. “Saîr”, “hutame” gibi diğer kelimeler de nârın yakıcılığını tasvir eder. Cehennem birçok hadiste de Kur’ândaki kullanımına paralel olarak yer almıştır. Cehennemin İsimleri Genel anlamda cehennemi, azap türlerini veya onun bölümlerinden birini ifade etmek üzere çeşitli kelimeler kullanılmıştır. Muhtemelen cehennemin yedi kapısı olduğunu beyan eden âyet sebebiyle bunlardan yedisi özellikle önem kazanmıştır: Cehennem Cehennem tabakalarına ait yedili tasnif sisteminde azabı en hafif olan en üst tabakadır. Sünnî âlimlere göre burası günahkâr müminlerin azap yeri olacak, bunların azabı sona erdikten sonra ise boş kalacaktır. Bu durumda cehennem genel olarak âhiretteki azap yerinin bütününün, özel olarak da en üst tabakasının adı olmaktadır. Cahîm “Kat kat yanan, alevi ve ısı derecesi yüksek ateş” anlamında olup yirmi altı âyette (örnek olarak bk. Bakara, 2/119; Maide, 5/10; Tevbe, 9/113) ve bazı hadislerde geçmektedir. Kur’an’da daha çok cehennem yerine, birkaç âyette de “tutuşturulan yakıcı ateş” anlamında kullanılmıştır. Hâviye “Uçurum, derin çukur” mânasınadır. Kur’an’da sadece bir yerde zikredilmiş (el-Kâria, 101/9-11) ve aynı yerde “harareti yüksek ateş” diye de tefsir edilmiştir. Cehennemin adı olarak bir hadiste de geçmektedir. Hutame “Kırmak, ufalayıp tahrip etmek” anlamındaki hatm kökünden mübalağa ifade eden bir sıfattır. Kur’an’da yer aldığı bir tek sûrede (Hümeze, 104/4-5), “Allah’ın yüreklere kadar tırmanan tutuşturulmuş ateşi” diye açıklanmıştır. Cehennemin bütününe ait bir isim olabileceği gibi belli bir kısmını ifade etmek üzere de kullanılmış olabilir. Tutuşturulmuş şiddetli ateş karşılaştığı her şeyi yakıp tahrip eder ve onun en iç kısmına kadar işler. Leza “Hâlis ateş” anlamına gelen kelime Kur’an’da bir yerde geçmekte (el-Meâric, 70/15-16) ve “bedenin uç organlarını söküp koparan” diye nitelendirilmektedir. Saîr “Tutuşturmak, alevlendirmek” anlamındaki sa’r kökünden sıfat olup Kur’ân-ı Kerîm’de biri fiil şeklinde olmak üzere on yedi âyette (örnek olarak bk. Fatır, 35/6;Şûra, 42/7; Ahzâb, 33/64) yer alır. Çoğunlukla cehennemin bir adı olarak, bazen de “tutuşturulmuş, alevli ateş” mânasında kullanılmıştır. Aynı kullanılış hadislerde de mevcuttur. Sakar “Şiddetli bir ısı ile yakıp kavurmak” anlamındaki sakr kökünden isimdir. Dört âyette cehennem kelimesi yerine kullanılmış, bunlardan Müddessir süresinde (74/28-29), “yaktığı şeyi tüketircesine tahrip etmekle birlikte sönmeyip yakmaya devam eden ve insanın derisini kavuran” şeklinde nitelendirilmiştir. Kur’an’da cehennem için kullanılan başka kelime ve terkipler de mevcuttur. Beş âyette“azâbü’l-harîk” terkibi içinde yer alan harîk “yakıcı, yangın” veya “ateş” mânasını ifade etmektedir. Bir âyette, “Erkek ve kadın müminleri -sırf iman etmeleri sebebiyle- işkenceye tâbi tutup da tövbe etmeyenler için cehennem azabı ve yangın azabı vardır” denilmekte ve cehennemdeki cezalandırmanın ateşle olacağı belirtilmektedir. On iki âyette geçen “hamîm”, “kaynar su” anlamında olup cehennemdeki azap türlerinden biri olmak üzere cehennemliklere içirileceği ve başlarından aşağı döküleceği beyan edilir. Aynı kökten türeyen ve bir âyette geçen“yahmüm”, hamîm mânasına gelebileceği gibi “ısı derecesi yüksek kapkara duman” anlamında da olabilir. “Temas ettiği şeyi zehir gibi etkileyip dokularına işleyen sıcak rüzgâr” mânasındaki “semûm” da cehennem azabının türlerinden olmak üzere iki âyette yer almıştır. “Hapishane, derin çukur” anlamındaki “siccîn” kelimesinin cehennemin veya oradaki vadilerden birinin adı olduğu kabul edilmiştir. Çeşitli sûrelerde yirmi yedi defa geçen “veyl”, bir kötülük ve musibetin vukuu halinde, “Yazıklar olsun, vay haline!” anlamında kullanılan bir ünlem olmakla birlikte bir kısım müfessirler bunun cehennemdeki bir kuyunun, vadinin veya dağın adı olduğunu söylemişlerdir. Cehennem için kullanılan terkiplerden biri “dârü’l-bevâr” (İbrâhîm, 14/28), bir diğeri de “sûü’d-dâr”dır. Tîn sûresinde, 95/5 yer alan “esfele sâfilîn” aşağıların aşağısı tabiri, Katâde ve Mücâhid gibi müfessirlerce cehennem mânasına alınmıştır. Kur’ân’da cehennemle ilgili olarak yer alan isimlerin hemen hepsinin, uhrevî cezaların en yaygını olacağı anlaşılan ateş ve buna ait çeşitli etkileri ifade ettiği söylenebilir. Hadis kitaplarının bir kısmında, “bûlüs hapishanesi, hüzün kuyusu, lemlem vadisi, hebheb vadisi, kallût nehri” gibi Hz. Peygamber tarafından kullanılan cehennemle ilgili bazı isimler de vardır. Müddessir sûresinde geçen (74/17) “saûd” kelimesi “güçlük ve meşakkat” anlamı taşımakla birlikte bazı rivayetlerde cehennemdeki bir dağın adı olduğu kaydedilmiştir. “Sarp yokuş, aşılması zor geçit” mânasındaki “akabe” kelimesi, Kur’ân’da “köle azat etmek, açlık gününde yakını olan bir yetimi veya yerde sürünen bir yoksulu doyurmak” gibi ahlâkî meziyetler için kullanılan mecazi bir ifade olduğu halde bazı âlimlere “cehennem, oradaki bir dağ, aşılması zor geçit” veya “cehennem üzerindeki sırat” mânasına alınmak istenmiştir. Cehennem Tasvirleri Dinler tarihi alanındaki araştırmalar, hemen bütün dinlerde ölümden sonra ikinci bir hayat yaşanacağı, orada insanlara dünya hayatında yaptıklarının karşılığı olarak mükâfat veya ceza verileceği düşüncesinin mevcut olduğunu göstermiştir. İnsandaki adalet duygusu ve müeyyide anlayışı da âhiret hayatındaki ceza ve mükâfatın varlığını gerekli kılar. Bir konuda insanların çoğunun fikir birliğine varması, aklın da bunu tasvip etmesi o konunun hak olduğunun en büyük delilidir. Genellikle bütün dinlerde, özellikle de bunların semavî olanlarında ölüm sonrasındaki cezalandırmanın cehennemle, mükâfatlandırmanın da cennetle olacağı kabul edilmiştir. Kur’an ve Sünnet’te ve bunlara dayanan veya başka etkilerle oluşan cennet ve cehennem tasvirleri oldukça zengindir. Bazı İslâm âlimlerinin, geniş halk kitlelerini etkilemek amacıyla cehennem tasvirlerinde zaman zaman kendilerine has pedagojik anlayış ve metotlar çerçevesinde mübalağalı üslûp ve ifadeler kullandıkları, doğruluğu belgelenemeyen haberler naklettikleri de görülür. Cehennemin yapısı ve işleyişiyle ilgili, Kur’an dışındaki nakillerin sıhhatiyle doğruluğu sabit nasların anlaşılması problemleriyle karşılaşılmaktadır. İslâm kelâmcıları, âhiret hayatıyla ilgili nasların müteşâbih grubuna girdiğini ve asıl anlamları dışında mecazi mânalar da taşıyabileceklerini kabul etmişlerdir. Çünkü âhiret âlemi duyularla algılanamadığı gibi duyu verilerine dayanan akıl yoluyla da tek başına idrak edilemez. Bu sebeple diğer âhiret hallerinde olduğu gibi cehennem konusunda da nassa bağlı kalmanın en doğru yol olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte inanç sahibi herkesi ilgilendirdiği için ebedî hayatla orada görülecek ceza ve mükâfat hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüş ve bir nevi âhiret edebiyatı oluşturulmuştur. Konunun deney âlemi dışında oluşu da farklı yorumların yapılmasını sağlamıştır. Kur’ân’da cennet nimetlerinin hiçbir nefsin anlayamayacağı bir mahiyet taşıdığı ifade edilmiş, bir kudsî hadiste de iyi kullar için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir zihnin tasavvur edemediği nimetler hazırlandığı haber verilmiştir. Bazı âlimlerce, naslarda tasvir edilen cennet nimetleri ve cehennem sıkıntıları ile dünyadaki benzerleri arasında mevcut münasebetin mânada ve mahiyette değil sadece isimlerde ve kelimelerde olduğu ileri sürülmüştür. Naslarda hâkim olan temaya göre insanla Allah arasındaki aslî münasebet sevgi ve rahmete dayanır. Esmâ-i hüsnâ içinde kâinata ve özellikle insana yönelik olanlardan sadece iki veya üçü kahır ve gazap ifade etmekte, diğerleri karşılıklı rızâ ve muhabbet anlamını içermektedir. Asıl olan kulun itaat etmesi, Allah’ın dünya ve âhirette mükâfatlandırmasıdır. Ceza aslî unsur olmayıp kötülüklerin önlenmesi için bir tedbirdir. Mükâfat ve ceza ile ilgili çeşitli naslardan elde edilen sonuç şudur ki en büyük mükâfat saadet içinde ebediyet, en büyük ceza da ıstırap ve yok oluştur. Kur’ân’da cehennem tasviriyle ilgili âyetler onun yapısından çok işleyişini, yani azap türlerini konu edinmiştir. Ancak münafıkların cehennemin en aşağı tabakasında olacağını ve cehennemin yedi kapısının bulunduğunu ifade eden âyetlerle cehennemdeki “dar, mekân”dan bahseden âyet ve “derin kuyu” demek olan hâviye’den söz eden âyetlerde cehennemin yapısı hakkında bazı bilgiler verildiği görülmektedir. İslâm âlimleri cehennemin yedi kapılı oluşu üzerinde durmuşlardır. Ebüssuûd’a göre kapıların daha az veya daha çok değil de yedi oluşu, oraya girmeye sebep olan vasıtalarının aynı sayıda olmasıyla ilgilidir. Elmalılı ise şu yorumu yapmaktadır: İnsanın mükellefiyet organları beş duyu ile kalp ve tenasül uzvudur. Manevî anlamdaki kalp kapısı açık olursa kişi doğru yoldan yürüyerek cennete girer, aksi takdirde yedi organ mükellefi yedi çeşit azaba sürükler. Nitekim cennet ehlinden söz eden âyetlerde onların kalplerinde kin ve kötülüğün bulunmadığı ifade edilir. Bazı âlimler, Kur’an’da yer alan “yedi kapı” ifadesinden gerçek anlamdaki kapı mefhumunu anlamışlar ve cehenneme gireceklerin sayısının çok olması sebebiyle kapıların da çoğaltıldığını kabul etmişlerdir. Nitekim Zümer sûresinde (39/71) inkârcıların cehenneme grup grup sevk edileceği ve yanına vardıklarında kapılarının açılacağı beyan edilir. Yedi kapının, cehenneme gireceklerin dinî hayat durumuna göre azap açısından farklı nitelikler taşıması ve girenleri farklı mekânlara götürmesi de mümkündür; Hicr süresindeki ilgili âyetin devamı da bunu göstermektedir. Diğer bazı âlimler ise yedi kapının cehennemin yedi tabakasına işaret ettiğini kabul etmişlerdir. Üst üste katlar şeklinde düşünülen tabakaların en üstte bulunan birincisinin cehennem, en altta bulunan yedincisinin hâviye olduğu bu âlimlerce benimsenmiştir. Cehennem, azabı en hafif, hâviye ise en şiddetli olanıdır. İkisi arasında kalan tabakalar, cehennemin isimleri sayılırken söz konusu edilen tabakalar olup bunlar yukarıdan aşağıya lezâ, hutame, saîr, sakar, cahîm tabakalarıdır. Bunların sıralanmasında farklılıklar göze çarptığı gibi buralarda cezalandırılacak kişilerin kim olduğu konusunda da farklı telakkiler mevcuttur. Hemen bütün Sünnî âlimler, azabı en hafif olan birinci tabakada günahkâr müminlerin bir süre kaldıktan sonra buradan çıkarılacağını, yedinci tabakada ise münafıkların azap göreceğini kabul ederler. İkinci tabakadan itibaren de Yahudiler, Hıristiyanlar, Sâbiîler, ateşe tapanlar ve müşrikler cezalandırılacaktır. Ancak yedi kapı ifadesini yedi tabaka şeklinde anlamak, Kur’an’da geçen bazı isimlerle bunları adlandırmak ve sakinlerini belirlemek ilmî bir esasa dayanmamaktadır. Nitekim Kurtubî, âhiret halleriyle ilgili meşhur eserinde yedi kapı-yedi tabaka etrafındaki görüşlerden söz ederken bu konuda sahih hiçbir naklin mevcut olmadığını belirtmekte ve Kur’an’da yer alan cehennem isimlerinin onun belli bir yerinin değil tamamının adı olduğunu söylemektedir. İbn Kesîr de Hz. Peygamber’e nispet edilen ve yedi tabakadan bahseden hadisin sahih olmadığını kaydeder. Kur’ân’da cehennemin tasviriyle ilgili olarak ayrıca etrafını saran bir duvardan da söz edilir. Sürâdik kelimesiyle ifade edilen bu ihata duvarını, kelimenin sözlük anlamından faydalanarak “ateşten veya dumandan oluşmuş bir engel” olarak açıklamak mümkündür. Cehennemin yapısına dair hadis literatüründe yer alan rivayetlerin sahih olanlarından anlaşılan tek şey, onun çok geniş ve derin bir mekân oluşudur. Fecr sûresinin kıyameti tasvir eden âyetleri içinde, “0 gün cehennem getirilecek ve o gün insan her şeyi anlayacak” (Fecr, 89/23) mealindeki ilâhî beyana dayanarak cehennemin fiilen hareket ettirileceğini söylemek isabetli değildir. Fahreddin er-Râzî’nin belirttiği ve müfessir Elmalılı Muhammed Hamdi’nin de tercih ettiği gibi bu âyette söz konusu edilen getiriliş, cehennemin kıyamet halkına gösterilmesinden ibarettir. Nitekim yine kıyameti tasvir eden Şuarâ süresindeki âyette, “Cehennem azgınlara gösterilir” (26/91) denilmektedir. Bu ve benzeri rivayetlerle amaçlanan üslûbundan da anlaşılacağı üzere, pedagojik amaçlarla kıyametin dehşetini anlatmayı hedeflemiştir. Eserleriyle geniş halk kitlelerine tesir etmeyi amaçlayan bazı müellifler, eski kültürlerden de faydalanarak kıyamet halleri, cennet ve cehennem hayatıyla ilgili etkileyici ve düşündürücü açıklamalar yapmışlardır. Ancak zühd ve rekâik türüne giren bu eserler, az çok hayalî unsurlar taşımaları sebebiyle İslâm âlimleri tarafından inanca veya pratiğe dair konularda mesnet kabul edilmemiştir. Cehennem tasvirleriyle ilgili yapılan ve zaman zaman hayali unsurları da barındıran bu eserler, İslâm inanç esaslarının tespiti maksadıyla değil terbiye amacıyla telif edilmiştir. Cehennemin Şu anki Varlığı İnanç bakımından önem taşımamakla birlikte cehennemin ve dolayısıyla cennetin hâlen yaratılmış olup olmadıkları ve yaratılmış iseler nerede bulundukları kelâm kitaplarında tartışılmıştır. Bu konuda İslâm bilginlerinin çoğu cennet ile cehennemin halen mevcut olduğunu kabul ederken Cehmiyye, Mu’tezile ve Hâricîler’den bir grup bunların kıyametin vukuundan sonra yaratılacağını ileri sürer. Ancak halen mevcut olduklarını benimseyenler de dahil olmak üzere bütün âlimler bu ceza ve mükâfat yerlerinin kıyametten önce iskân edilmeyeceği noktasında fikir birliği içindedirler. Özellikle bazı hadislerde yer alan ve cennet ile cehennemin halen meskûn olduğunu andıran ifadeler te’vil edilmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın âyetlerini inkâr edenlerin “ileride” cehenneme atılacakları ifade edilmekte, ayrıca inkârcı Firavun taraftarlarının “kıyamet koptuğu zaman” azaba duçar olacağı haber verilmektedir. Mu’tezile’nin yanında yer alan gruplara göre amacına hizmet etmeyen cennet ile cehennemin önceden yaratılmış olması Allah’a nispet edilemeyecek abes bir şeydir, bunların mevcudiyetini ileri sürenler nerede bulunduklarını ispat edememektedirler. Kıyametin kopmasından önce her şeyin helak olacağını ifade eden âyet gereğince cennet ile cehennem eğer mevcutsa önce yok edilecek, sonra tekrar yaratılacaktır; böyle bir işlemin hikmetten uzak olduğu açıktır. Bunların mevcut olduğunu kabul eden grup ise delil olarak cennetten çıkarılan Âdem ile Havva’nın Kur’an’da yer alan kıssalarını, yine Kur’ân-ı Kerîm’de cennet ile cehennemden söz edildiği yerlerde kullanılan mazi sigalarını ve her iki yerin Hz. Peygamber’e gösterildiğini ifade eden bazı hadisleri zikreder. Buna karşılık Âdem’in bir süre iskân edilip sonra çıkarıldığı cennetin ebediyet cenneti değil yüksek bir mevkide bulunan bir bahçeden ibaret bulunduğunu söyleyen âlimler de vardır. Muhyiddin İbnü’l-Arabî ise, cennet ile cehennemin halen inşa halinde olduğunu ve bunun kıyamete kadar devam edeceğini, her ikisinin mükelleflerin iyi ve kötü amelleriyle inşa edilecekleri görüşünü ileri sürmüştür. Cennet ile cehennemin halen mevcut olduğunu savunanlar, yerleri hakkında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Cennetin yukarıda arşın artında, cehennemin aşağıda arzın altında bulunduğu görüşü epeyce taraftar toplarken nerede olduklarının bilinmediğini, hatta âhiret âleminin şimdiden mevcut olup cennet ile cehennemin orada yer aldığını söyleyenler de vardır. Ancak ortaya konan bu fikirler güvenilir dayanaklardan yoksun göründüğü gibi yer küresi ve gezegenlerle ilgili bilgilere de ters düşmektedir. Cehennem Ehli Dünyada işlenen günahlara karşılık âhirette uygulanacak cezanın yeri anlamındaki cehenneme sadece “lâyık olanlar” girer. Rahmeti gazabını aşmış bulunan Allah, “dilediğini hak ettiğinden fazla mükâfatlandırdığı halde” kimseye hak ettiğinden fazla azap vermez. Yaratıkların en şereflisi kılınan insan, Allah’ı tanımak gibi üstün bir yetenekle donatıldığına göre, kâinatın yaratıcı ve yöneticisini tanıyıp O’nu tazime dönüşen bir sevgi ile sevmedikçe, selim yaratılış istikametinden ayrılıp inkâra yöneldiği sürece cehennem ehlinden sayılmaya lâyıktır. İbnü’l- Arabî, mücrimler diye nitelendirdiği cehennemlikleri; hiçbir tanrı kabul etmeyenler, Firavunlar gibi tanrılığı kendilerine nispet edenler, Allah’a ortak koşanlar ve münafıklar olarak dört gruba ayırır. Uhrevî cezadan kurtulmanın yegâne çaresi imanı, Allah ile kul arasında bir sevgi telakki eden Kur’ân, Allah’tan kula yönelik sevginin gerçekleşebilmesi için bütün semavî kitapları kucaklayan son ilâhî mesajın tebliğcisi, geçmiş nebîlerin tasdikçisi, son peygambere uymayı şart koşmuştur. Önceki peygamberlerin ümmetleri de dönemlerinde nebilerine samimiyetle uymuşlarsa ebedî cezadan kurtulmuşlardır. İman kişinin düşünme ve duyuş yeteneklerini geliştirerek eğitir ve onu erdemli insan haline getirir. Bu sebeple Allah her şeyden müstağni olduğu halde müminden, davranışlarını aralarındaki sevgi paralelinde düzenlemesini ister. İnsanlar fert, aile ve toplum olarak erdemli davranışlara muhtaçtırlar. Bu açıdan iman ile davranışlar arasında sıkı bir münasebet kurulmuş, hemen bütün kurtuluş vesileleri iman-amel mutabakatına bağlanmıştır. İslâm tarihinin ilk dönemlerinden itibaren, müminlerde göze çarpacak davranış bozukluklarının yani günahların ebedî mutluluk açısından doğuracağı sakıncalar üzerinde durulmuştur. Havâric ve Mu’tezile âlimleri, samimi bir tövbe ile telâfi edilmeyen büyük günahların muhabbet ilkesini ortadan kaldıracağını kabul ederek faillerinin inkârcılar zümresine gireceğini ve ebedî olarak cehennemde kalacağını söylemişlerdir. İslâm tarihinde daima büyük çoğunluğu oluşturan Ehl-i sünnet âlimleri ise irade zaafı ve benzeri faktörlerle işlenecek günahların kalpteki imanı, dolayısıyla hâlik ile mahlûk arasındaki muhabbeti yok etmeyeceğine kani olmuşlardır. Açık inkâr dışında kalan günahları işleyenlerin, bir süre cehennemde cezalandırılsalar bile eninde sonunda oradan çıkıp cennete gireceklerini kabul etmişlerdir. Meryem sûresinde cehennemden ve onun ehlinden bahsedildikten sonra “İçinizden oraya gitmeyecek hiçbir kimse yoktur” (19/71) denilmektedir. Buradaki gidişin yorumu hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Söz konusu âyetlerden edinilen ilk kanaat, müminler de dahil olmak üzere herkesin cehenneme uğrayacağı ve onu göreceği şeklindedir. Fakat bu ziyaret doğrudan cennete gireceklere bir zarar vermeyecektir. Cennet ile cehennem halkı arasında vuku bulacağı haber verilen karşılıklı konuşmalardan, cehennemliklerin cennetteki nimetlerden haberdar olacakları anlaşılmaktadır. Cehennem azabı ile cezalandırılacak kişiler, ilgili âyetlerin ışığı altında tasnife tâbi tutulacak olursa epeyce grup ortaya çıkar. Bir ana fikir vermek amacıyla Tanrı hakları ile kul haklarına tecavüz edenler şeklinde bir gruplandırma yapmak mümkündür. Hukukullaha tecavüz, halik ile mahlûk arasında tabii olarak mevcut bulunan sevgi alâkasını kesmek yani iman yolunu terk edip inkâra sapmak şeklinde özetlenebilir. Bu tecavüz türü küfür, şirk, nifak, Allah’ın âyetlerini ve peygamberlerini tekzip gibi kavramlarla birçok âyette dile getirilerek eleştirilmiş ve mücrimler diye nitelendirilen bu mütecavizler için “Allah’ın düşmanları” tabiri kullanılmıştır. Yanılmak kulun âdeta bir özelliği ise bağışlamak da Allah’ın en çok vurgulanan bir sıfatıdır. Ancak kul hatalarında ısrar eder ve “suçu kendisini çepçevre kuşatırsa” muhakkak ki ebediyen cehennemde kalır. Kul hakkına tecavüz edenlerle ilgili birçok âyet ve hadis mevcuttur. Âyetlerde bu kişiler hakkında zalim, katil, kibirli, inananlara işkence yapan, yetim malı yiyen gibi vasıflar verilmektedir. Çeşitli hadislerde, mümin oldukları anlaşılan, fakat günahları sebebiyle cehenneme giren kimselerin secde halindeyken yere temas eden organlarına, iman mahalli olan kalplerine, Allah korkusundan yaşaran ve Allah yolunda uykusuz kalan gözlerine cehennem ateşinin nüfuz etmeyeceği belirtilmiştir. Cehennem Azabının Ebediyeti Naslar çerçevesindeki İslâmî telakkiye göre Allah ile kul arasındaki bağın ulûhiyyet açısından rahmete, kulluk açısından tazime dönüşen bir muhabbete dayanması esas alınmış olmakla birlikte eğitilmesi çok zor olan insanlar için azap diğer dinlerde olduğu gibi İslâm’da da bir müeyyide olarak kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de cehennem azabı çeşitli etkileriyle yakıcı olan ateşle tasvir edilmiştir. Başlıca azap âyetlerinin incelenmesinden anlaşılacağı üzere ateş maddî; yakıtı insanlar ve yanma özelliği olan taşlardan ibarettir. Bu ateş alevlenen, sönmeye yüz tuttukça tekrar tutuşturulan, vücudu saran, tahripkâr yakıcılığı ile bedeni pişirip parçalayan ve iç organlara kadar nüfuz eden bir ateştir. Mürselât sûresinde (77/32-33) cehennem ateşinin develer ve saraylar kadar kıvılcım saçtığı belirtilir. Bir hadiste, dünya ateşinin kemiyet ve keyfiyet açısından cehennem ateşinin yetmişte biri olduğu ifade edilmiştir. Bir âyetin dolaylı, bir hadisin de açık ifadesine göre cehennemin yakıcı ateşi gibi dondurucu soğuğu da bir azap türüdür. Çeşitli âyetlerde cehenneme gireceklerin simalarından tanınacakları, perçemlerinden ve ayaklarından yakalanarak yüzleri üstü ateşe atılacakları, cehennemin kaynamaktan doğan uğultusunu duyacakları, hiddetli ve dehşetli görüntüsünü müşahede edecekleri anlatılır. Yine Kur’an’ın beyanlarına göre cehennemlikler kaynar sular, zincirler, ateşten elbiselerle cezalandırılacaktır. Cehennem azabının şiddet ve dehşetini ifade eden bu tasvirlerin gerçekte vuku bulmayacağı, caydırıcı bir müeyyide olarak insanların bunlarla sadece korkutulduğu şeklinde bir iddianın ileri sürüldüğünü kaydeden İbn Teymiyye, söz konusu iddianın dinin emir ve yasaklarını hiçe saymayı amaçladığını söyler. Böyle olsaydı ilâhî beyanların bütün inceliklerine vâkıf bulunan Hz. Peygamber’le bazı ashabın en azından kendi hayatları açısından umursamaz bir tavır içine girmeleri gerekirdi. İbâhî-bâtınî zihniyetli kişilerin öne sürebileceği bu iddiaya mesnet olmak üzere Kur’ân’dan gösterilen delil de aslında bu görüşü destekler nitelikte değildir. Cehennemin veya azabının sonsuzluğu konusu ise İslâm’dan önceki inanç sistemlerinde tartışılmıştır. Dinler tarihi alanında yapılan çalışmalar uhrevî cezanın mevcudiyetini benimsemeyen hiçbir din mensubunun bulunmadığı ve genellikle cezanın hak edildiği kadar devam edip bir gün sona ereceğini ortaya koymuştur. Kur’ân’da bildirildiğine göre yahudiler, kendilerinden cezaya lâyık olanların bir süre azap gördükten sonra cehennemden çıkarılacağını söylüyorlardı. İslâm literatüründe konu ile ilgili görüşler farklı noktalar öne çıkarılarak ele alınmakla birlikte meselenin, âsi müminlerin azabının devamlı olup olmamasıyla, kâfirlerin azabının ebedi olup olmayacağı noktalarında toplandığı görülür. Bunları şu şekilde özetlemek mümkündür: 1. Kâfirlere uygulanacak azap ebedîdir. Bu görüş Ehl-i sünnetin çoğunluğu ile Mu‘tezile, Şîa ve Hâricîler tarafından benimsenmiştir. 2. Bir diğer görüş ise söz konusu azabın uzun asırlar devam ettikten sonra bir gün sona erecek olmasıdır. Ashaptan Hz. Ömer, Hz. Ali Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes‘ûd, Abdullah b. Amr, Ebû Hüreyre, Câbir b. Abdullah ve Ebû Saîd el-Hudrî; tâbiînden Abd b. Humeyde, Şa ‘bî ve İshak b. Râhüye bu görüştedirler. Ayrıca Cehm b. Safvan ve bazı şiî fırkalarla birlikte Mevlana Celâleddîn-i Rûmî, İbn Teymiyye, İbn Kayyım el-Cevziyye, İbnü’l-vezîr ve İsmail Hakkı İzmirli gibi âlimler bu grupta yer almışlardır. 3. Cehenneme giren kişi hiçbir şekilde oradan çıkmaz ve sonsuz olarak orada azap görür. Bu görüş Havâric ve Mu‘tezile’ye aittir. 4. Müminler cehennemden çıkarılarak cennete yerleştirilirler, kâfirlerin azabı ise ebediyen devam eder. Ehl-i sünnetin kanaati budur. Cehennemin ebediyeti konusundaki karşıt iki görüşten ilkinin temsilcilerinden Cehm b. Safvân ve Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf diğer âlimlerden farklı olarak âhiret hayatını sonlu kabul ettiklerinden cennet nimetleri yanında cehennem azabının da sona ereceği görüşündedirler. Zira mantıkî olarak hadis olan bir şey ebedî olamaz. Ancak bu görüş itibar görmemiştir. Çünkü hem ilâhî kudreti hem de ilâhî rahmeti sınırlamakta, ayrıca ebediyet fikrini ortadan kaldırmaktadır. Ebü’l-Hüzeyl’in, İbnü’l-Arabî’nin görüşüne benzer şekilde cehennem için ileri sürdüğü yorumu cennete de teşmil etmesi, cehennem azabını hissetmenin ve cennet nimetlerinden zevk almanın bir gün sona ereceği sonucuna götüren bir telakki olup bu da âlimlerce ciddiye alınmamıştır. Kelâm kitapları ve konu ile ilgili diğer eserlerin çoğunun, cehennem azabının ebediyetini benimsediklerine dair görüşleri tartışılmış, isabetli bulunmamıştır. Çünkü bilindiği kadarıyla içlerinde Hz. Ömer, Ali ve İbn Abbas’ın da bulunduğu sekiz kadar sahâbî ite tabiîn ve onları takip eden nesillerden önemli bazı âlimlerle İbn Teymiyye ve onu izleyenlerden oluşan bir grup âlim cehennem azabının bir gün sona ereceğini kabul etmişlerdir. Bunların bir kısmına göre azapla birlikte cehennemin kendisi de yok olacak, diğer bir telakkiye göre ise cehennem boş kalacaktır. Hatta azabı sona eren kâfirlerin cennete girecekleri bile iddia edilmişse de bu görüş taraftar bulmamıştır. Azabın ebediyetini savunanların dayanakları, Kur’ân-ı Kerîm’de çok defa tekrar edilen ve“ebediyet” veya “uzun zaman” mânası taşıyan “huld” kavramı; bunun üç âyette “ebeden” kaydıyla tekit edilmesi (Âl-i İmran, 4/169; Cin, 72/23; Nisa, 4/169), azabın devamlılık arz edeceğini ve orada ölümün bulunmadığını belirten diğer âyetler ve bu hususları teyit eden hadislerdir. Onlar ayrıca hak ile bâtıl veya iman ile küfür arasındaki farkı, dinî hamiyetten gelen samimi bir duygu ile korumak istemişlerdir. Bu görüşü savunanlara göre kâfirler eninde sonunda azaptan kurtulacaksa haklı ile haksız ve iyi ile kötü arasında fazla bir fark kalmamış olacaktır. Ayrıca azap ve cezanın müeyyide gücü de önemli ölçüde zayıflayacaktır. Buna karşılık azabın bir gün sona ereceğini savunanlar ise şu delilleri ileri sürmüşlerdir: 1. Bazı âyetlerde (En’âm, 6/128 ve Hûd, 11/106-108) istisnalar vardır, bu da azabın ebedi olmadığını gösterir. Buradan hareketle bazı âlimler bu âyette (Hûd, 11/107) yer alan cehennemliklerin cezası hakkında “Rabbin dilediğini yapar”, 108. âyette cennetlikler hakkında ise “kesintisi olmayan ihsan” buyrulmasından cennetin ebedî, cehennem azabının ise sonlu olacağı neticesi çıkarmışlardır. 2. Nebe sûresinde (18/23) yer alan; “sınırlı bir zaman dilimi” mânasına gelen “ahkâb” kavramı da azabın ebedî olmadığını gösterir. 3. Adalet ilkesi ve “ilâhî rahmetin gazabını kuşatması da” (Buhârî, “Tevhîd”, 15, 22, 28, 55; Müslim, “Tevbe”, 14-16; İbn Mâce, “Sıyâm”, 48) azabın ebedi olmadığının delilidir Yukarıda dile getirilen deliller çerçevesinde mesele ele alındığında konunun anlaşılmasında insan zihnini zorlayan yönleri bulunmaktadır. Her şeyden önce ebediyet anlamına gelebilecek âyetlerin çokluğuna rağmen fâniliğe delâlet eden istisna âyetlerine ebediyet taraftarlar tatminkâr bir yorum getirememişlerdir. Ayrıca azabın süresini sınırlandıran “ahkâb” kavramı da tarafsız bir şekilde ebediyet lehine yorumlanamamıştır. Adalet ilkesine gelince, kişiyi azaba sürükleyen küfür ve inkâr insan ömrü ile sınırlı olduğu halde uhrevî cezanın ebedî olması suç ve ceza dengesi açısından tereddütlere yol açmıştır. Meselenin çözümü için suç ve ceza dengesinin kemiyette değil keyfiyette aranmasının gerektiği şeklinde ortaya konan yorum da tatminkâr görünmemektedir. Beşerî adalet mekanizmaları elden geldiğince haklı ile haksızı birbirinden ayırmaya çalışsa da mutlak adaleti sağlayamamaktadır. Allah, birçok âyette, âhiret hayatında mücrimlerin mutlaka ayrı bir statüye tâbi tutulacağını açıklamıştır. Bu bakımdan iyi ile kötünün farklı şartlarda, farklı sonuçlarla karşılaşacağı şüphesizdir. Kur’an ile birlikte bütün semavî kitaplarda yer alan bu temel hükmü yok farz edecek bir yorumun isabetli olmayacağı açıktır. Ancak suçluya uygulanacak cezanın sonsuza kadar ateş ve cehennem olması gerekli değildir. Tabiatı dolduran sayısız canlılar içinde duygu ve düşünce gibi yüksek iki yeteneğe sahip kılınan insanın bedenine yönelik olumsuz bir eylem nasıl ceza niteliği taşırsa onu arzuladığı, gelişmesi ve yücelmesi için muhtaç olduğu bazı şeylerden yoksun bırakmak da ceza niteliği taşır. İslâm inancına göre ilâhî ruhun üflenişi ile değer kazanmış olan insanın ebedî mutluluğu ancak Allah’ın rızâsına kavuşmak, O’na muhatap olmak, O’nun cemâlini müşahede etmekle gerçekleşir. Cehennemdeki insan bir gün gelip de azaptan kurtulacak olsa bile kudsî âlemin dışında kalmak gibi büyük bir cezadan kurtulamayacak, eğer ölecek olursa cennette ebedîleşenlerin aksine yok oluşun karanlıklarına gömülecektir. Yücelerin yücesiyle ebediyete kadar beraber olmaktan O’nun rahmet ve cemâl âleminde yer almaktan büyük bir saadet tasavvur edilemeyeceği gibi bundan mahrum olmaktan büyük ceza da düşünülemez. A‘raf Sûr, dağ ve tepenin yüksek kısımları anlamına gelen a‘raf kelimesi, cennetle cehennemin arasında bulunan surun ve yüksek kısmının adıdır. Urf kelimesinin çoğuludur. Yüksekçe olan her şeye arf denilir. Meşhur görüşe göre a‘raf, cennet ile cehennem arasındaki sûrun yüksek tepeleri, demektir. Diğer bir görüşe göre de irfan kökünden türediği kabul edilmiştir. Nitekim Hasan el-Basrî (r.h)’dan a’râf’ın, marifet kelimesinden geldiği ve cennetliklerle cehennemlikleri simalarından tanıyan kimseler, anlamına geldiği rivayet edilmiştir. Kelime bu haliyle Kur’ân’ın bir sûresinin ismidir. Sûrede “el-‘arâf” ve ashabu’l-‘arâf kelimeleri yer almakta ve bunlarla ilgili müfessirlerce farklı yorumlar yapılmaktadır. Bu yorumlar arasında ‘arâfla ilgili olarak genel kabul gören görüş ‘arâf’ın cennetle cehennem arasını birbirinden ayıran bölgedeki surun yüksek kısmının adıdır. Nitekim bu görüşü el-‘arâf sûresi 46. âyetteki “İki taraf arasında bir perde, A’râf üzerinde de cennetlik ve cehennemliklerin her birini simalarından tanıyacak kimseler vardır ki onlar, henüz cennete girmemiş, fakat girmeyi şiddetle arzular olarak cennetliklere “selamün aleyküm” diye seslenirler” ifadesi doğrulamaktadır. Ashabu’l-a’râf’la ilgili farklı değerlendirmelerin en bilinenleri şunlardır: 1. İyi ve kötü amelleri eşit olan mü’minlerdir. Bunlar cennete girmeden önce cennetle cehennem arasında bir süre bekleyip, daha sonra Allah’ın lütfuyla cennete gireceklerdir. 2. Ahirette müminlerle kâfirleri tanıyacak olan meleklerdir. 3. Cennet ve cehennem ehlini birbirinden ayırarak haklarında şehadette bulunacak olan, peygamberler, şehidler ve âlimler gibi konumları yüksek şahsiyetlerdir. 4. Amelleri cennet ve cehenneme girmeyi gerektirecek durumda olmayan, herhangi bir peygamberin tebliğini işitmemiş, fetret ehli olarak ölenler, müşriklerin buluğ çağına erişmeden ölen çocukları ve gayri meşru evlilikten doğan çocuklardır. Bu değerlendirmelerden tercih edilen görüş birinci görüş olarak kabul edilmiş, diğerleri Kur’an ve sünnetin ruhuna uygun bulunmamıştır. Arâfta bulunanların cennete girmeyi şiddetle arzu ettikleri halde oraya henüz girmeden cennetlikleri selamlamaları, gözleri cehennem ehline çevrilince de “Rabbimiz bizi bu zalimler ehliyle birlikte bulundurma!” diye dua etmeleri de bu görüşü doğrulamaktadır. Bu ifadenin aynı zamanda, bu niyazda bulunan zümrenin âkıbetinin henüz belli olmadığı da dikkate alındığında ikinci ve üçüncü görüş olarak dile getirilen meleklerin veya yüksek konumda olanların; peygamberlerin, şehitlerin ve salih kişilerin ‘arâf ehlinden olmaları düşüncesini geçersiz kılmaktadır. Zira masumiyeti bilinen ve Allah’ın emirleri dışında herhangi bir fiilde bulunmayan, günah işlemeyen meleklerin bu niyazda bulunmaları düşünülemez. Cennette en yüksek derecelere nail olacağı bildirilen, cehenneme girmeleri söz konusu olmayan peygamberlerin şehitlerin ve salih kulların da ‘arâfta olmaları söz konusu olmaz. Ayrıca Hz. Peygamber tarafından günahı ile sevabı birbirine eşit olanların a’rafta kalacakları da bildirilmiştir. Bu nedenle tefsir ve kelâm âlimlerinin çoğunluğu bu görüşü tercih etmişlerdir. Nitekim el-‘araf sûresinin ashabu’l-‘araf’’la ilgili âyetleri öncesine baktığımızda önce cehennemliklerin durumları anlatılmakta onların akıbetleri dile getirilmekte akabinde müminlerin durumları tasvir edilmektedir. Müminlerin cennetteki durumları, Allah’a hamd edişleri, cehennemliklere kendi durumları ve onların durumlarıyla ilgili seslenişleri anlatılmakta, ardından iki taraf arasındaki perde ve burçların yer aldığı iki tarafı da simalarından tanıyan ‘ârâf ehlinin bulunduğu belirtilmektedir. (el-‘Araf, 7/40-49) Cennet Cennet kelimesi “örtmek, gizlemek” anlamındaki cenn kökünden bir isimdir. “Bitki ve ağaçlar ile toprağı örten bahçe” mânasınadır. Âhiret hayatında müminlerin ebedî saadet yurdu olan yerin bu şekilde adlandırılmasının sebebi, genel görünümüyle dünya bahçelerine benzemesi veya eşsiz nimetlerini insan idrakinden gizlemiş olması şeklinde açıklanmıştır. Kelimenin batı dillerinde, İbranice ve Farsçada benzer anlamda karşılıkları kullanılmıştır. Cennetin İsimleri Kur’ân-ı Kerîm’de müfred, tesniye ve cemi şekillerinde kullanılmıştır. Bu kullanımlarda dünyadaki bağ bahçe, Âdem ile Havva’nın iskân edildiği mekân, Hz. Peygamber’in, yanında Cebrail’i gördüğü sidretü’l-müntehânın civarında bulunan me’vâ cenneti ve âhiret cenneti anlamlarında kullanılmıştır. Cennet çeşitli hadislerde de hem bahçe hem âhiret cenneti anlamında yer almıştır. İslâm literatüründe cenneti ifade etmek üzere kullanılan isimleri şu şekilde sıralamak mümkündür: Cennet Ebedî saadet yurdunu ifade etmek üzere Kur’ân, muhtelif hadisler ve diğer İslâmî eserlerde yer alan isimler içinde en çok kullanılan, içindeki bütün mekân ve imkânları kapsayacak şekilde muhtevası geniş olan bir terimdir. İslâm literatüründe ebedî saadetle ilgili vaadler, özendirici anlatım ve tasvirler genellikle cennet ismi etrafında yoğunlaşmış, dil ve edebiyat alanında da daha çok bu kelimeye yer verilmiştir. Diğer isimler tekil olarak kullanıldığı halde cennetin çok sayıdaki âyette “cennât” şeklinde çoğul olarak da yer alması, saadet yurdunun belli bir bölgesinin değil tamamının adı olduğunu gösterir. “Bol su kaynaklarına sahip bulunan yeşil bahçe” anlamındaki ravza “cennât” kelimesine muzaf olduğu gibi (eş-Şûrâ, 42/22), bir âyette (er-Rûm/15) cennet kelimesi yerine tek başına da kullanılmıştır. Cennetü’n-naîm Bu terkip on âyetin üçünde tekil, diğerlerinde “cennâtü’n-naîm” şeklinde çoğul olarak geçmektedir. Naîm, insana mutluluk veren maddî ve manevî bütün güzellikleri ifade etmektedir. Buna göre “cennâtü’n-naîm”, “mutluluklarla dolu cennetler” mânasına gelir. “Naîm” kelimesinin bir âyette cehennemin isimlerinden olan “cahîm”in zıddı olarak kullanılması, diğer bir âyette de cennetle ilgili tasvirin baş tarafında tek başına yer alması, onun cennet isimlerinden biri gibi kabul edilebileceğini göstermektedir. Adn En belirgin anlamı ile “ikamet etme” veya “ikamet edilen yer” demektir. Âyetlerde cennât kelimesiyle birlikte tekrarlanarak “ikamet edilecek cennetler” mânasında kullanılmıştır. Firdevs Arapça’ya muhtemelen Farsça’dan girmiştir. “İçinde üzüm bulunan bağ bahçe” anlamına gelir. Bir âyette “cennât” kelimesiyle, bir âyette de “âhiret cenneti” mânasına tek başına kullanılmıştır. Firdevs cennetin tamamını ifade eden bir isim olabileceği gibi onun ortası, en yüksek ve en değerli bölgesinin özel adı da olabilir. Hüsnâ Müfessirlerin büyük çoğunluğu tarafından Yunus sûresinin 26. âyetinde yer alan “hüsnâ” kelimesi cennet anlamında kullanıldığı kabul edilmiştir. Buna göre âyet, örneğin, şu şekilde tercüme edilmiştir: “İyi ve güzel davranışlarda bulunanlara en güzel mükâfat yani cennet ile daha da fazlası var.” Aynı âyetteki “ziyade”den maksat da cennette Allah’ı görme şerefine nail olmak, olarak yorumlanmıştır. Dârüsselâm “Maddî ve mânevi âfetlerden, hoşa gitmeyen şeylerden korunmuş olma” mânasındaki selâm ile “ev, yurt” anlamındaki “dâr” kelimesiyle oluşan bir terkiptir. İki âyette cennetin adı olarak zikredilmiştir. Cennetin esenlik yurdu olduğu şüphesizdir. Allah’ın seçilmiş kulları olan müminlerin ölüm sonrası hayatlarının hem kendi aralarında, hem de kendileriyle melekler ve Allah arasında geniş kapsamlı bir “selâm” kavramı içinde sonsuza kadar sürüp gideceği ondan fazla âyette ifade edilmiştir. Yine sonsuz sürekliliğin, ihtiyaç bırakmayan zenginliğin, zillete yer vermeyen şeref ve üstünlüğün, sadece orada bulunduğu gerekçesiyle gerçek esenliğin ancak cennette bulunabileceği ifade edilmiştir. Dârülmukâme “Asıl durulacak yer, ebedî ikamet edilecek yurt” anlamındadır. Cennete girenlerin Allah’a hamd ve şükür sırasında bulundukları mekân için kullanılan bir tabirdir. Yukarıda belirtilenlerin dışında cennet’in başka isimleri de vardır. Bu isimler, ed-dârü’1- âhire, dârü’l-âhire, âkıbetü’d-dâr, ukbe’d-dâr şeklinde terkipler halinde kullanıldığı gibi, “Biz onları özellikle “âhiret yurdu”nu düşünen ihlâslı kişiler kıldık” (Sad, 38/46) âyetinde olduğu gibi tek başına “ed-dâr” kelimesi cennet anlamında da kullanılmıştır. Bu tür kullanımlar, asıl huzur ve saadet ülkesinin müminler için yalnız âhiret yurdu olduğu esasına dayanmaktadır. “Konak, köşk” mânasına gelen gurfe kelimesi de, Kur’ân-ı Kerîm’de cennetle birlikte ve onun bölümleri anlamında kullanıldığı gibi tek başına cennetin ismi olarak kullanılmıştır. Cennet Tasvirleri Başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere İslâm literatüründe cennet tasvirleriyle ilgili metinler çok geniş hacimlere ulaşmaktatır. Bu durum, halik ile mahlûk arasındaki münasebet ve insanın kâinat içindeki yeri konusunda İslâm’ın benimsediği ana temanın bir gereği olmalıdır. Cennetin tasviri konusu ile tefsir, hadis ve kelâm âlimleri meşgul olduğu gibi tasavvuf ehli, edebiyatçılar, geniş halk kitlelerine hitap etmeyi amaçlayan eğitimciler de ilgilenmişlerdir. Cennet, insanlık tarihi boyunca ardı arası kesilmeyen dünya sıkıntıları içinde kıvranan, hayattan zevk alamayan, idealindeki mutluluğu yaşadığı düzen içinde bulamayan insanların özlediği bir âlem olmuştur. Bu sebeple birçok müellif tarafından yapılan cennet tasvirlerinin bir kısmı naslara dayalı olmaktan çok kendi ideal veya hayallerinin ürünü niteliğinde olmuş ve özledikleri mutluluk âleminin çizgilerini taşımıştır. Kur’ân’da cennet tasvirine dair âyetler cehenneme dair olanlara nispetle daha fazladır. Sahih hadisler ise genellikle cennete girmeyi veya bundan mahrum olmayı gerektiren tutum ve davranışlarla cennet ehlinin vasıflarını konu edinmiştir. Duyu organlarının ve akıl yürütmenin dışında kalan âhiret hayatı, tamamıyla nakle bağlıdır ve bu rivayetlerin de sahih ve güvenilir olması vazgeçilmez bir zarurettir. Geniş halk kitlelerine hitap etmeyi amaçlayan vaaz ve irşad kitapları ile ruhî duyuş ve sezişleri yansıtan telakkiler bir yana, genel olarak İslâm bilginlerinin cennet tasviri hakkında benimsedikleri görüş onun mahiyetinin bilinemeyeceği şeklindedir. Çünkü mümin kullar için âhiret hayatında hazırlanmış mutluluk vesilelerinin hiç kimse tarafından tahayyül edilemeyeceğini ifade eden âyetten başka “Ben sâlih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşer zihninin tasavvur edemeyeceği mutluluklar hazırladım” mealindeki kudsî hadis olarak rivayet edilen meşhur metin de bu hususu açıkça belirtmektedir. Dünya hayatında beş duyu ve akıl alanlarındaki idrakler tabiat şartlarıyla kayıtlı olduğuna göre naslarda geçen tasvirleri aynı şartlar çerçevesinde veya hayal gücüyle değiştirerek algılamak gerekir. Nitekim bazı âyetlerde, cennet ve nimetleriyle ilgili dünya ve âhiret idrakleri arasında benzerliklerin bulunduğu ifade edilmiştir. İbn Abbas’tan yaygın olarak rivayet edilen, “Cennette isimlerden başka dünyayı andıran hiçbir şey yoktur” ifadesi, ikisi arasındaki mahiyet farklılığını belirten bir söz olsa gerektir. Cennet sadece bağ ve bahçelerden ibaret olmayıp bunların yanında kendilerine has maddelerden oluşan nesneleri ve tesisleri de mevcuttur. İman ve iyi davranış sahibi kimselerin ebediyet âleminde “cennetlerin has bahçelerinde yaşayacaklarını ifade eden âyette yer alan ve sözlük anlamları bakımından her ikisi de “bahçe” anlamına gelen ravzât ile cennât kelimelerinden ikincisine “tesis” mânasını vermek gerekir. Birçok âyette iyilere vaad edilen cennetin çoğul şekliyle kullanıldığına bakılırsa birden fazla tesisin bulunduğu ve her mümine bir mesken hazırlandığı anlaşılır. Cennetin göklerin ve yerin “arz”ı kadar olduğunu ifade eden âyetlerin tefsiri için şu farklı görüşler ileri sürülmüştür: 1- Cennetin tasavvur edilemeyecek kadar geniş olduğunu ifade eden bir benzetmedir. Buna göre arz “en” yani genişlik demektir. Bir alanın dar cephesini genellikle onun genişliği oluşturduğuna göre cennetin uzunluğu bu teşbih çerçevesinde çok daha fazla olacaktır. 2- Cennet dünya hayatında insanoğlu tarafından kavranabilen kâinat kadar değerlidir. 3- Madde âleminin insan idrakine sunuluşu gibi cennet de onun bilgi ve idrakine sunulmuştur. Bu yorumlar içinde en çok tercih edilen birinci görüştür. Cennetin sekiz kapışının olduğu ilk dönemlerden beri kabul edile gelmiştir. Ancak cehenneme ait yedi kapının mevcudiyeti Kur’ân’da açıkça zikredildiği halde cennetin sadece kapılarının bulunduğu ifade edilmiş ve sayıları hakkında herhangi bir işarette bulunulmamıştır. Zümer süresinde (39/73), kıyamet günü cennet kapılarının açılışından bahseden âyette “vav” harfinin sekiz sayısını ifade ettiğini ileri sürenlerin ilmî bir delile dayanmadıkları kabul edilmiştir. Cennetin sekiz kapısının olduğu bazı hadislere dayanmaktadır. Kur’an’ın beyanları dikkate alındığında “güzel meskenler”, “üst üste kurulmuş konaklar” ve “ev” kavramları kullanılmak suretiyle onun maddî mânada eleman ve tesislerden oluştuğu anlaşılır. Cennet hayatıyla ilgili bazı tasvirler de bu gerçeği vurgulamaktadır. Cennet ehli için çadırların kurulacağının, cuma günleri güzel kokular saçan rüzgârların estiği bir çarşıda dolaşacaklarının belirtilmesi, bunu ifade eder mahiyettedir. Cennet tasviriyle ilgili hadislerin içinde firdevs ile adn’in özel durumları olduğu görülür. Rahman sûresinde ayrı ayrı tasvir edilen iki çift cennete bir açıdan açıklık getiren bir hadise göre firdevs cennetleri dört adet olup ikisinin bütün süsleri ve eşyaları altından, ikisinin de gümüştendir; müminlerin cemâl-i ilâhîyi müşahede edecekleri yer ise adn’dir. Kur’ân’da cennet farklı yönleriyle tasvir edilir. Mahiyet yönünden bilinemeyen cennet tasvirleri görünüş itibariyle fiziki tasvirlerden ibarettir. Bu tasvirlerden bazıları şunlardır: Cennette yakıcı sıcak ve dondurucu soğuk bulunmaz (el-İnsan, 76/13). İçinde bozulmayan su, tadı değişmeyen süt, içenlere lezzet veren şarap ve süzme baldan ırmaklar ve meyvelerin her çeşidi sunulur (Muhammed, 47/15). Suyu zencefille kokulandırılmış tatlı su pınarı (el-İnsan, 76/18) yer alır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu tasvirlerin mahiyetlerine yönelik açıklamalar da maddi tasvirler hâkimdir. Bu anlamda cennet şarabının baş ağrıtmadığı, sarhoşluk vermediği, içenlere zevk verdiği ve bembeyaz bir kaynaktan çıktığı (es-Saffât, 37/45-47), orada türlü türlü meyveler, hurmalıklar, nar ağaçları (er-Rahman, 55/68), bağlar (en-Nebe, 78/32), dikensiz sedir ve salkımları sarkmış muz ağaçları (el-Vâkıa, 56/28-29), çeşit çeşit kuş etlerinden (el-Vâkıa, 56/21) söz edilmektedir. Sözlük anlamı itibariyle“bağ, bahçe” anlamındaki cennet kelimesi de örtme ve gizliliği barındırmaktadır. Bu da bu gizliliği sağlayan maddi unsurlarla anlatılır. Bunların başında ağaçlar gelir. Bu tasvirler âdeta dünyada geniş bir ormanın içinde yer alan yemyeşil, farklı boyutlarıyla insanın müşahede ettiği ağaçları andırmaktadır. Bu çerçevede çeşitli âyetlerde gölgelerden, dallardan, sarmaş dolaş olmuş koyu yeşilliklerden, meyveleri kolayca toplanabilen ağaçlardan bahsedildiği gibi özel olarak hurma, nar, reyhan, kiraz, muz gibi ağaç ve bitkilerden de söz edilir. Buhârî ile Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber cennette, idmanlı ve hızlı bir at binicisinin, gölgesinde yüz yıl koştuğu halde sonuna ulaşamayacağı kadar büyük bir ağacın bulunduğunu ifade etmiştir. Hadisin çeşitli rivayetlerini nakleden İbn Kesîr’in Ahmed b. Hanbel’den aktardığı bir rivayette söz konusu ağaç “şeceretü’1-huld” olarak adlandırılmıştır. Hadiste zikredilen ağacı bir ağaç türü olarak anlamak, “yüz yıl”ı da çokluktan kinaye saymak mümkündür. Daha çok halka hitap eden dinî- edebî eserlerde söz konusu edilen tûbâ ağacının mevcudiyeti ise kesin değildir. İman ve güzel amel sahipleri için iyi bir ebediyet hayatının hazırlandığını ifade eden âyette “tûbâ” kelimesi ise, sözlükte “iyilik ve güzellik, iyi ve güzel karşılanan her şey” anlamına gelir. Cennet Hayatı Cennet hayatıyla ilgili olarak nasların birleştiği husus insanların arzularının gerçekleşeceği, ebedi olacağıdır. Dünya hayatında duyu organlarıyla algılanamayan meleklerin insanlara hizmet ettiği, onları koruduğu, Allah yolunda yürüyenler için esenlik dilediği Kur’an’ın çeşitli beyanlarından anlaşılmaktadır. Âhiret âleminde melekler inançlı ve dürüst insanlara görünmeye başlayacaklar ve yeni hayata intibakları sırasında korku ve üzüntüye düşmemelerini telkin ederek onlara şöyle diyeceklerdir: “Biz dünya hayatında da âhirette de sizin dostlarınız. Canınız ne isterse, gönlünüz ne dilerse burada sizin için hazırdır. Bütün bunlar, yarlıgayıcı ve esirgeyici Allah’ın bir ikramıdır.” Hz. Peygamber, çeşitli münasebetlerle cennetteki sınırsız imkân ve mutluluklardan söz ettiğinde yanında bulunanlar zaman zaman cennette at deve vb. şeylerin de bulunup bulunmadığını sormuşlar, o da, “Allah sizi cennete koyarsa orada canınızın arzuladığı ve gözünüzün hoşlandığı her şeyi bulursunuz” şeklinde cevap vermiştir. Hz. Peygamber, cennet hayatının imkân ve nimetlerinin mükemmelliğinden bahsetmekle birlikte ayrıntılı tasvirlere girmemiştir. Ebû Hüreyre’den nakledilen ve cennette ekin ekmek isteyenlerin bile bulunacağını belirten hadis Buhârî’de yer aldığı halde İbn Kayyim “Cennette ekin ekmekten söz eden başka bir hadisin mevcudiyetinden haberdar değilim; işin gerçeğini Allah bilir” şeklinde ihtiyatlı bir ifade kullanmıştır. Cennet Nimetleri Kur’ân ve sahih hadislerde mevcut beyanlara dayanarak cennet nimetlerinin ana özelliklerini şu şekilde tespit etmek mümkündür: 1- Sonsuz lüks ve konfor, 2- Sürekli barış ve huzur, 3- Cennet ehlinin bedenî ve ruhî bakımdan son derece güçlü ve yetenekli olmaları, 4- Manevî tatmin, 5- Allah’ı görmek, O’nunla konuşmak, 6- Bütün bunları saran bir ebediyet. İnsan türünün yaratılıştan itibaren manevî bir tekâmül çizgisi takip ettiği, genellikle semavî dinlerin ve özellikle İslâmiyet’in benimsediği bir telakkidir. İlâhî ruhun üflenişiyle hayat sahnesine çıkarılan ilk insanın meleklerden bilgili ve onların tazimine mazhar olacak kadar değerli olduğu çeşitli beyanlardan anlaşılmaktadır. İnsanın ikinci ve ebedî hayat sahnesine çıkarılışının da benzer bir nefha ile olacağı Kur’an’da haber verilmiştir. Bu iki nefha arasında dünya hayatı ile berzah âlemi vardır. İnsanın irade ve tercihini kullanarak tekâmülünü sürdürebileceği yer dünya hayatıdır ve buradaki manevî tekâmül iman ve sâlih amel ölçüsüne bağlanmıştır. Bir bekleyiş merhalesi olan berzah döneminden sonra başlayacak âhiret hayatında, dünyada tekâmüllerini sekteye uğratmayanlar öyle anlaşılıyor ki, fizyolojik ve psikolojik yönlerden son bir operasyon ve arındırmaya tâbi tutulduktan sonra cennete alınacaklardır. Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber kıyamet günü cennet kapısını ilkin kendisinin çalacağını ve ondan önce bu kapının kimseye açılmayacağını söylemiştir. Cennete giriş sırasında bütün müminler görevli melekler tarafından karşılanacak ve “Selâm olsun sizlere! Saadetler içinde olun, bir daha çıkmamak üzere cennete buyurun!” diyeceklerdir. Buhârî, Müslim ve Tirmizî’nin rivayetlerine göre, müminler dolunay veya parlak yıldızlar gibi ışıklar saçarak cennete girecekler, orada diledikleri gibi yiyip içtikleri halde insani ihtiyaçlar hissetmeyeceklerdir. Cennet halkı yorgunluk ve usanç duymayacakları için uykuya da ihtiyaç duymayacaklardır. Konu ile ilgili hadislerin bazı rivayetlerinde cennete girecek erkeklerin ataları Âdem’inki gibi bir bünyeye sahip olacakları, hatta 60 arşın boyunda bulunacakları anlatılır. Ayrıca bu erkeklerin daima otuz üç yaşında olmakla birlikte bıyıkları yeni terlemiş sakalsız gençler görünümü arz edeceklerinden de söz edilir. Kadınların ise çok güzel tenli ve çok değerli elbiselere bürünmüş halde bulunacakları ifade edilmiştir. Cennet ehlinin ruhî portreleri konusunda en çok vurgulanan özellik, onların gönüllerinde kin ve nefretin bulunmayacağı hususudur. “Gönüllerindeki kini söküp atacağız” şeklindeki ifadeler, cennete gireceklerin manevî bir arındırma operasyonuna tâbi tutulacağının delilidir. Yine ilgili âyet ve hadislerin beyanına göre cennette kusursuz bir ahlâkî hayat yaşanacak, cennetlikler arasında anlamsız ve gereksiz konuşmalar, suçlamalar olmayacak, tam bir dostluk ve kardeşlik hayatı hüküm sürecektir. Kötülüklerden korunmayı başaranlar meleklerden gelen iltifatlarla cennete gireceklerdir. Cennet meskenlerindeki yaygı, sergi vb. ev eşyasının son derece lüks olması yanında yiyecek ve içeceklerin, ayrıca giysilerin de olağan üstü zevk verici özelliklere, temizlik ve zarafete sahip olacağı muhtelif âyetlerde yer yer ayrıntılı olarak tasvir edilir. İbn Kayyim el-Cevziyye göre ise, cennet ehlinin yiyecek ve içeceklerine temas eden âyet ve hadislerdeki belirtilen cennet benzeri dünya nimetleriyle sadece isim benzerliği bulunmaktadır. Nitekim fevkalâde zevk veren cennet şarabı kadehler dolusu içileceği halde sarhoşluk ve rahatsızlık vermeyecektir. Cennet hayatının nimetleri bu cismanî zevklerden ibaret değildir. Cennet halkı asıl mutluluğu manevî tatminde bulacak, onlar nefes alıp vermek kadar tabii bir şekilde Allah ile irtibat kuracak, cemâlini müşahede ederek O’nunla konuşacaklardır. Aradaki derin mahiyet farkına rağmen uhrevî hayat dünya hayatına benzer şekilde devam edeceğine göre oradaki konfor da buradaki konforla bir bakıma bağlantılı olacaktır. Deney dünyasından aldığı izlenimler sayesinde idrak gücüne sahip olan insana bu idrakin sınırlarını aşan kavramlarla herhangi bir konuda fikir vermek mümkün değildir. Dünya hayatındaki cismanî zevklerin ruhun yücelişine engel teşkil ettiği genellikle kabul ediliyorsa da bunun uhrevî hayatta aynı mahiyette olacağı söylenemez. Kitlelere hitap eden dinlerin duyulur dünya ile paralellik arzeden bu üslûp ve metotları, özendirici ve etkileyici özelliklere sahiptir. Cinsiyetin insan hayatında önemli bir yer tuttuğu şüphesizdir. Kur’ân-ı Kerim’de de vurgulandığı üzere karşı cinsler hayatlarını birleştirmekle bedenî ve ruhî tatmin bulmaktadırlar. Aynı tatminin uhrevî hayatta da devam etmesi tabiidir. Cennet tasviriyle ilgili çeşitli âyet ve hadislere göre cennette hem dünya kadınları hem de huriler bulunacaktır. Âyetlerde geçen“tertemiz zevceler” ifadesi, hurilerle birlikte dünya kadınlarını da kapsamına almaktadır. Cennete giriş öncesinde müminlere uygulanacak bedenî ve ruhî arındırma operasyonu sonunda, kadınların cinsî hayatlarına olumsuz etki yapan, mutluluklarını bölen fizyolojik arızaların ve ruhî depresyonların tamamen giderileceği anlaşılmaktadır. Çeşitli âyet ve hadislerde cennet kadınlarının güzelliği, zarafeti ve çekiciliği konusunda canlı tasvirler mevcuttur. Ancak âlimler bu tasvirlerden huri kaydını taşımayanların bile hurilere münhasır olduğunu kabul etmişlerdir. Cennetteki cinsî hayatla ilgili tasvirlerde güzellik, çekicilik vb. faktörler kadınlara nispet edildiği halde bu tür tasvirlerin sağladığı özendirici sonuç ve avantajların genellikle erkekler için söz konusu edildiği ve kadının âdeta erkeğin zevklerini tatmin eden bir vasıta olarak gösterildiği şeklinde bir itirazın ileri sürülmesi mümkündür. Arap dilinde kadınlı erkekli bir topluluğa hitap edilirken veya onlara yönelik açıklamalar yapılırken müzekker sigaların kullanıldığı bilinmektedir. Ayıca hemen bütün milletlerin sanat ve edebiyatlarında kadın zarafet ve cazibenin odak noktası olarak kabul edilmiş, aşk şiirleri ve diğer sanat alanlarının ana teması kadın olmuş, büyük bir çoğunlukla kadın talep eden değil talep edilen konumunda bulunmuştur. Aynı üslûp ve yaklaşımın cennetteki cinsî hayatın tasvirinde de hâkim olduğu anlaşılmaktadır. Kimsenin bekâr kalmayacağı cennet hayatında erkeğe en az iki eş verileceği halde kadının birden fazla kocayaahip bulunmaması da aynı temaya bağlı olmalıdır. Gerçekten dünya hayatında kadın psikolojisi üzerinde sürdürülen çalışmalar, yapılan anket ve araştırmalardan onun monogam olduğu, gönül ve hayal âleminde sadece bir erkeğe yer verdiği anlaşılmıştır. Bu aynı zamanda insan türünün devamını sağlayan ana rahminin korunması, dolayısıyla nesebin tayini ve neslin bekası için de gereklidir. İman ve ameliyle cennete girmeye hak kazanmış aile fertleri arasında Allah katında değeri en üstün olan diğerlerini yanına alabilecektir. Dünyada birden fazla erkekle evlenmiş kadının cennette bakire olarak ilk evlendiği erkekle veya son kocasıyla bulunacağına dair iki rivayet yer alır. Başka bir rivayete göre ise huyu daha güzel olanla veya tercih edeceği kocasıyla beraber bulunacaktır. Dünya hayatında meşru evlenmelerle kurulan ailelerin cennette aynen devam etmesi nazarî olarak mümkün görülmekle birlikte cennete girmeye hak kazanamayanların, birden fazla evliliklerin veya evlenmeden ölen kadın ve erkeklerin durumu farklılıklar meydana getirecektir. Bu bakımdan cennetteki aile hayatını dünyadakinin devamı gibi telakki etmek isabetli görünmemektedir. Cennette bulunacak dünyalı kadın ve erkek kesimi arasında evlenme açısından kendiliğinden bir denkliliğin oluşması muhtemeldir. Bir hadiste belirtildiğine göre Allah cennet için yeniden bazı nesiller yaratacaktır. Kadınlı erkekli eşlerin sayısını tamamlamak ve dengeyi sağlamak için bu yeni nesillerden faydalanılması mümkündür. Dünya hayatında önemli bir mutluluk vesilesi olan çocuk yapmanın ve dolayısıyla üremenin cennette de olup olmayacağı da tartışılmıştır. İbn Kayyim, dünyadaki gibi bir üremenin cennette mümkün olamayacağını ispatlamaya çalışır. Bununla birlikte aynı müellife göre çocuğun ana karnında oluşumundan gençlik çağına ulaşıncaya kadar bütün evreleri bir anda tamamlaması suretiyle bir üreme imkân dahilindedir. Güvenilir bir kaynağa dayanmamakla birlikte cennette konuşulacak dilin Arapça olacağı yaygın bir kanattır. Cennete girmeden önceki kıyamet merhalelerinde Süryânî’ce konuşulacağı da ileri sürülmüştür. Cennet hayatı için düşünülen manevî zevk ve ruhî tatmin yollarından biri de müziktir. Bu konuda hadis kaynaklarında da bazı rivayetler yer almıştır. İman edip faydalı işler yapanların cennette zevk ve neşe içinde yaşatılacaklarını ifade eden âyet buradaki ruhî tatminin müzikle olacağı şeklinde yorumlanmıştır. Cennet müziğinin ağaç yapraklarının birbiriyle teması veya İsrafil’in sûru yoluyla oluşacağı da düşünülmüştür. Cennet ehlinin beden yapısı ve yeteneklerinden bahseden hadislerde, müminlerin Allah’a olan övgü ve tazimlerini derin bir sevgi ve samimiyetle dile getireceklerinden söz edilmesi yanında, Allah ile yapacakları konuşmalarda müzik nağmelerinden duyulan bir coşku ve bediî zevk halini yaşayacakları belirtilir. Büyük insan kitlelerine hitap etmeyi amaçlayan dinler, bütün talimat ve telkinlerinde, özendirici ve caydırıcı tedbirlerinde onların duygu, düşünce ve idrak seviyelerini hesaba katmışlardır. Bu sebeple semavî dinlerde, özellikle İslâmiyet’te naslar çerçevesinde yer alan cennet-cehennem tasvirlerini söz konusu bakışa göre değerlendirmek gerekir. Bedenî ihtiyaçları gideren ve cismanî zevkler sağlayan cennet nimetleri aslında cennet sakinleri için amaç değildir. Ulaşılmak istenen asıl hedef Allahın rızâsıdır. Cennette Rüyetullah Cennette Allah’ın görülüp görülemeyeceği konusu da tartışılan konulardandır. Rü’yetullah konusuna duyulan bu çok canlı ilgi ve merak, müslümanların, insanın en yüce gerçeği görerek tanıma şeref ve mutluluğuna lâyık seçkin bir varlık olduğu yolundaki temel değerlendirmelerini göstermesi bakımından da ayrıca önem taşır. Kur’ân-ı Kerîm’de ölümün gayb perdelerini kaldıran vesilelerden biri olduğu ifade edilir. Müminler ölüm sonrasındaki hayatta Allah’a yaklaştırılmış kullar olduklarına göre ulûhiyyet âleminin bazı sırlarına vâkıf olmalı, o muazzam gerçeklerin perdeleri onlar için aralanmalıdır. Bu sebeple sayılan pek az olan bazı Mu’tezilî bilginler dışında bütün İslâm âlimleri cennet ehlinin Allah’ı göreceğini kabul etmiş ve bunu insanoğlunun erişebileceği en büyük mutluluk olarak görmüşlerdir. Yunus sûresi 26. 3 âyetinde “İyi ve güzel davranışlarda bulunanlara en güzel mükâfat yani cennet ile daha da fazlasının verileceği” bildirilmektedir. Buradaki fazlalıktan maksat Hz. Peygamberin ifadesiyle (Müslim, “İmân”, 80; Tirmizî, “Cennet”, 16) rü’yetullahtır. Cehmiyye ve bir kısım mu’tezile’nin rü’yetullah’ı inkâr etme gerekçeleri Allah’ın yaratıklara benzetilmesidir. Ancak belirtilmesi gereken temel husus mahiyetleri itibariyle görmenin söz konusu olduğu noktada dünya hayatıyla âhiret âleminin mahiyet yönüyle birbirlerinden tamamen farklı olmasıdır. Şüphesiz Allah maddenin taşıdığı bütün nitelik ve özelliklerden münezzehtir. Hâlbuki insan kendisine nispetle belli bir açı içinde, belli bir mesafede bulunan ve görülme engeli bulunmayan cisimleri görebilir. Kelâm âlimleri, görme ve görülme şartlarının belli tabii kanunlara bağlı olduğunu, ancak ebediyet âleminde görme olayının gerçekleşmesi için bunların varlığının gerekmediğini kabul etmişlerdir. Müminlerin Allah’ı görmesi, O’nun zâtının şu anda bilinmeyen şartlar çerçevesinde kendilerine tecelli etmesi şeklinde olacaktır. Buna karşılık Allah’ın görülemeyeceğini ileri sürenlerin delilleri ise “Gözler O’nu idrak edemez” (el-En‘âm, 6/103) âyetiyle Hz. Mûsâ’nın talebine karşılık cenâb-ı Hakk’ın “Beni asla göremeyeceksin” (el-‘Arâf 7/143) âyetidir. Bu görüşlere karşılık Ehl-i sünnet ise Allah’ın görülmesinin aklen mümkün ve naklen sabit olduğunu ileri sürmektedir. Bu noktada Allah’ın görülmesinin şartını O’nun var olması, bununla birlikte görülme şartının kendine özgü olduğu, beşerî şartların olmasının gerekmediğini, ahirete has şartlarla görmenin gerçekleşeceğini ileri sürmüşlerdir. Ayrıca konuyla ilgili hadisleri de buna delil göstermişlerdir. Kur’anın “Yüzler vardır o gün pırıl pırıl, Yüce Rab’lerine bakakalır” (el-Kıyâme, 75/22-23) âyetiyle, müminlerin Allah Teâlâ’yı dolunay halinde ayı gördükleri gibi açıkça göreceklerini haber veren (Buhârî “Mevâkît”, 16,26; Tevhîd, 24; Müslim, “Îmân”, 81; “Zühd”, 1) hadis konunun nakli delilleridir. Cennet, cehennem ve âhiret hayatı sadece ruhlar âleminde değil ruh ve bedenden oluşan, ayrıca bağı, bahçesi, nehri, yapısı vb. bulunan bir maddeler ve realiteler dünyasıdır ve devamlıdır. Nasların içerdiği maddî unsurları, manevî ve ruhî anlatımlar veya sembollerle te’vil etmek mümkün değildir. Nitekim bütün kelâm âlimleri bu yönde düşünmüşler, buna karşılık filozofların çoğunluğu ile bazı mutasavvıflar âhiret hayatının cismanîliğini kabul etmediklerinden İslâmî naslardaki cismanî tasvirleri te’vil etmek gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Gazzâlî’nin filozoflara yönelik ağır eleştirilerinden sonra İbnü’l-Arabî de kelâmcıların görüşünü benimsemiş ve bir kısım sûfilerin, cennet ehlinin fevkalâde değişim kabiliyetlerine sahip olacaklarını, hâlbuki maddî bedenin buna elverişli olmadığını öne sürerek cesetlerin değil ruhların haşrolunacağına hükmetmelerini hatalı bulmuştur. Halen Mevcut Olup Olmadığı ve Ebediyeti İbn Kayyim, cennetin mevcudiyetini kabul edenlerin Âdem kıssasını delil olarak göstermelerini eleştirmekte ve Âdem’in iskân edildiği yerin ebediyet cenneti olup olmadığı konusunun bilginler arasında tartışmalara yol açtığını söylemektedir. Hâlbuki yaygın telakkiye göre cennetin varlığı Âdem kıssası ile sabit olmakta, cehennemin halen mevcudiyeti de onunla kıyaslanmaktadır. Cennetin halen mevcudiyeti kabul edildiği takdirde nerede bulunduğu meselesiyle karşılaşılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de genişliği göklerle yer kadar olduğu ifade edilen cennetin bu âlemdeki mekânı için belirgin bir şey söylemek mümkün değildir. Ebediyet âlemindeki yeri hakkında ise mutlak mânada gökte, dördüncü veya yedinci semada yahut yedi semanın üstünde ve arşın altında bulunduğu yolunda rivayet edilen hadislerin doğruluğu ispatlanamamıştır. Yalnız yaygın olarak cennetin yükseklerde bulunduğu kanaatine varılmıştır. Nitekim hem konu ile ilgili hadislerde yer alan “semâ” kelimesinde hem de “illiyyîn” kelimesinde bu anlam vardır. Bazı âyetlerde de cennet “yüksek” anlamındaki “âtiye” kavramı ile nitelendirilmiştir. İslâm âlimleri ebediyeti yetkinlik, fenayı da eksiklik olarak kabul etmişlerdir. Ebediyet rahmet ve saadet, fena ise gazap ve felâkettir. Seçkin kullara nihayetsiz saadet vaad edildiğine göre cennet, rızâyi ilâhî, Hakk’ın cemâlinin müşahede edilmesi gibi saadet vesileleri hiçbir zaman kesintiye uğramamalı, sona ermemelidir. Hz. Âdem’e üflenen ilâhî ruh ile varlık sahnesine çıkarılan insanlık âlemi yokluğa mahkûm edilmemelidir. Nitekim çeşitli âyetlerde cennetliklerin oradan çıkarılmayacağı, ölümü tatmayacakları, cennet nimetlerinin tükenmeyip sürekli olacağı ifade edilmiştir. Hûd sûresinde (11/106-108) cehennem azabı için ebediyet kaydı yer almadığı halde cennet hayatı için “tükenmeyen ve kesintiye uğramayan lütuf” ifadesi kullanılmıştır. İslâm âlimleri cehennemin veya azabının ebediyeti hususunda ashaptan itibaren ihtilâf ettikleri halde, Cehm b. Safvân hariç, cennetin ebediyeti konusunda ittifak etmişlerdir. Cehm b. Safvân’ın ilgi görmeyen bu fikri Allah’ın ilim, kudret ve rahmet sıfatlarını sınırlandırdığı gibi ebediyet kavramını da ortadan kaldırmaktadır. Âhirete İman ve İnkârın Olumlu ve Olumsuz Yansımaları Âhiret akidesinin beşerin huzur ve saadetini ya da bunun zıddı olan olumsuzlukları barındırması bakımından ifade ettiği önem her türlü izahın üstündedir. Bu noktada ahrete imanın önemini ve inkârını sonuçları bakımından birkaç madde hâlinde özetlemek mümkündür. Olumlu yönlerini şöyle zikredebiliriz: 1. Âhiret gününe inanan insanın ümidi daima tazedir; asla ümitsizliğe düşmez. Bu iman, onu maruz kaldığı her türlü musibet ve hastalığa karşı tahammül etmeye muktedir kılar. Çünkü böyle birisi, bunların hepsinin Allah’tan olduğunu ve dünyada bunlara rıza ile katlandığı takdirde karşılıkları, Allah’ın âhirette vereceğini bilir ve rahatlar. 2. Yakınlarının bir bir ölmesiyle maddi yıkıma uğrayan insan, öldükten sonra dirilmeye inanmakla teselli bulabilir. Ölümü yakın hisseden hastalar ve ihtiyarlar da bu inançlarıyla huzura erebilirler. 3. Bir insanın, gerçek mânâda vazife ve sorumluluk şuurunun gelişmesi de bütün eylemlerinin hesabının görülebileceği bir âhiret yurduna inanmasına bağlıdır. 4. Âhirete iman akidesi toplumun ıslahında da lüzumlu bir ilke olmasıdır. Şayet bu akide ortadan kalkacak olursa, güzel iş ve faaliyetler için teşvik edici herhangi bir faktör bulunamayacaktır. 5. İnsanın sınır konulamayan sonsuz ihtirasları meşru sınırların tecavüz edilmesine, zulmetmeye, başkalarının hak ve hukukunu çiğnemeye sevk edebilir. Onu bunlardan ancak hesap korkusu ve ceza endişesi alıkoyabilir. Âhireti inkârın insan hayatındaki olumsuz yansımalarını da şöyle özetleyebiliriz: 1. Ölümü bir ‘yok olma’ kabul eden bir insanın, zihninde kat’iyen bir güven ve sükûnet oluşmaz. Ebedî bir hayat düşüncesine sahip olmayan, her gün yaşamını yitirdiğini gözlemleyen bir insanın, içinde beliren ‘unutulma ve mahvolma’ düşüncesi, kalbine bir ok gibi saplanır ve onu tanımlanamayan bir ıstıraba sokar. 2. Âhiret inancı olmayan birisi için, dünyada en güzel ve tek doğru şey çıkar teminidir, özlemini duyacağı başka bir şey yoktur. Bunun sonucu olarak da o hep başkalarının hakkını yiyecek, hukukunu çiğneyecek ve fesat çıkaracaktır. 3. Âhireti inkâr edenlerin kendilerini gösteriş ve riyakârlıktan uzak tutmaları da mümkün değildir. Çünkü onlar, dünyevî menfaatlere ulaşmak için her bir zillete katlanmaya razıdırlar. 4. Yine âhirete inanmayanların gözünde suç ve günah kavramlarının da bir değeri yoktur. Bunların değeri ancak, çıkarlarına bir zarar söz konusu olduğu zaman vardır; iyilikler ve hayırlar aptallığın kendisidir, eğer kötülük kendileri için bir tehlike doğurmuyorsa, onlar için sakıncası yoktur. Değerlendirme Soruları 12.1.1. Cehennemim isimlerinin anlamlarını araştırınız. 12.1.3. Cehennemin şu anki varlığı hakkındaki görüşleri değerlendiriniz. 12.1.5. Cehennem azabının ebediliği hakkındaki değerlendirmeleri araştırınız. 12.3.1. Cennetin isimlerinin anlamlarını araştırınız. 12.4. Ahireti inkârın olumlu ve olumsuz yönlerini temellendiriniz. 13. Hafta Âhiret hayatı Kıyamet ve Kıyametin Meydana Gelmesi Sözlük anlamı itibariyle kıyamet kelimesi, kalkmak, ayaklanmak, doğrulmak ve dirilmek anlamlarına gelir. Terim olarak ise iki anlamı ifade eder: a. Kâinatın nizamının bozulması ve her şeyin alt üst edilerek yok olmasıdır. Kelime bu anlamıyla Kur’ân-ı Ke-rîm’de saat kelimesiyle ifade edilmiştir. b. Bir diğer anlamı ise ölen her şeyin yeniden dirilerek ayağa kalkması ve mahşere yönelmesidir. Bu evrenin/evrenlerin bağlı olduğu kozmik sistemlerinde meydana gelecek değişimin ardından ölülerin diriltilmesiyle başlayıp ebediyen devam edecek olan âlemdir. Bu anlamıyla “kıyama durmak” anlamında bir şeyin ayakta durması, gerçekleşmesi, yerine getirilmesi de kelimenin sözlük anlamının barındırdığı anlamla doğrudan bağlantılıdır. Nitekim namazın “ikame edilmesi” onun kılınmasıdır. Geniş anlamda kıyamet genel bir yok oluşun, kozmolojik anlamda varlıkların tamamının yok olması ve ardından dirilişin yeniden gerçekleşmesidir. İnsanın ölümünün küçük kıyamet olarak isimlendirilmesine karşılık, bu anlamıyla bütün varlık düzeyinin yok olarak yeniden gerçekleşmesi büyük kıyamet olarak kabul edilmiştir. Kelimenin Kur’an-ı Kerîmdeki benzer isimlerinin anlamlarında da bu gerçekleşecek olan yok oluşun ve yeniden dirilişin zaman ve mekan boyutunda değişik şekillerdeki nasıl gerçekleşeceğine dair nitelikleri dile getirilmiştir. 1. Kur’an-ı Kerîmdeki kıyamet kelimesinin benzer isimlerinden bazıları ve anlamlarını şu şekilde belirtebiliriz: Kıyamet Anlamındaki Benzer Kavramlar es-Sâat Kıyamet yaklaştı” âyetinde (el-A‘râf/187) olduğu gibi, zamanın bir parçası anlamındaki es-Sâat kelimesi günün yirmi dörtte biri, şimdi, vakti tayin eden alet ve kıyamet günü anlamlarına gelmektedir es-Sâat kelimesi Kurân-ı Kerîm’de kıyamet için kullanıldığında da değişik anlamlarda kullanılmıştır. Kelimenin bu anlamında kullanılan es-sâat kelimesinin üç anlamı vardır: aa. es-Sâatu’l-kübrâ: İnsanların kabirlerinden kaldırılıp hesap vermek üzere diriltilmeleri, anlamındadır. ab. es-Sâatü’l-vüstâ: Bir neslin yok olması, tamamen ortadan kalkması ac. es-Sâatü’s-süğrâ: İnsanın ölümüdür. Her insanın ölümü onun kıyametidir. “Allah’a kavuşmayı yalan sayanlar, gerçekten en büyük hüsrana uğramışlardır. Nihayet kıyamet saati kendilerini bastırıverince onlar, günah yüklerini sırtlarına yüklenerek: “Eyvah! Dünyada işlediğimiz kusurlarımızdan dolayı yazıklar olsun bize!” diyecekler. Dikkat edin: Ne fena yükler götürüyorlar! (el-En‘âm/31)” âyetinde bu belirtilmiştir. el-Vâkıa Kesin olarak meydana gelecek olay, gerçeğin ta kendisi olan büyük hadise” anlamındadır. Kurân-ı Kerîm’in 56. sûresinin adıdır. Bu sûrede, kıyamet öncesinde meydana gelecek bazı haller, insanların teşkil ettikleri üç sınıf ve onların âhiretteki âkıbetleri ile Allah’ın varlığının ve birliğinin bazı delilleri, Kur’ân’ın bazı vasıfları bildirilir. el-Hâkka Kıyamet isimlerinden biri olan bu kelime de Mekke’de nazil olan, ismini ilk âyetten alan, sûrelerden birinin adı olmuştur. Hakka “Kesin gerçek, vuku bulması muhakkak olan kıyamet” anlamına gelir. Sûrenin birinci kısmında daha önce yaşamış ümmetlerden peygamberleri yalancı sayanların âkıbetleri, ikinci kısımda ise Kur’ân’ın Allah’ın sözü olup Hz. Peygamberin müşriklerin iddialarından berî olduğu ispatlanır. Sûrenin bu genel muhtevasıyla, gerçekleşeceğinde aslâ şüphe olmayan kıyâmet olayının dehşeti, korkunçluğu anlatılır. el-Kâria Aynı zamanda 101. sûrenin de adı olan el-Kâria, kıyametin bir sıfatı olarak bu sûrenin ilk âyetinde geçen kelime, kâinatı oluşturan parçaların büyük bir gürültü ile birbirine çarpmasını, kıyametin dehşetini ve iyilerle kötülerin âkıbetlerini beyan eder. Kelime yine kıyametin diğer isimlerinden biri olan elhâkka’nın ne olduğuna dair ifadelerin ardından Âd ve Semûd kavimlerinin el-kâria’yı yalanladıklarını ifade etmede kullanılmaktadır. (el-Hâkka, 69/6) es-Sâhha Kulakları sağır edecek şekilde tiz ve yüksek bir sesin çıkması. (Abese, 80/33-34 el-Gâşiye Kelime olarak “kaplayan, saran” demektir. Korkusuyla bütün insanları sarıp kapladığı için de, kıyametin sıfatlarından biri olmuştur. Mekke’de nâzil olan el-Gâşiye sûresi de bu anlamıyla ilk âyetinde “(Şiddet ve dehşetiyle her şeyi) Sarıp kaplayacak olan(o felâket)in haberi sana geldi mi?” ifadesiyle Hz. Peygambere hitaben başlamakta ve kıyamet günü kâfirlerin karşılaşacakları meşakkatlerle müminlerin tadacakları mutluluktan sonra Allah’ın kâinatta tezahür eden üstün kudret ve hikmetinin bazı delilleri üzerinde tefekküre dâvet etmektedir. et-Tâmmetü’l-kübrâ Tâmmetü’l-kübrâ: Büyük felâket. (en-Nâziât, 79/34). Kur’an’da kıyamet konusuna sık sık temas edilir. Bu âyetlerin genel muhteva özelliklerine bakıldığında genellikle kıyametin kesinlikle gerçekleşeceği ve onun niteliklerine vurguda bulunulduğu görülür. Buradan hareketle kıyamete karşı insanların nasıl tavır takınmaları gerektiği üzerinde durulur. Varlığını inkâr edenlerin düşünmeleri gerektiği konusunda çağrıda bulunulur. İnanmayanların sonlarının acıklı durumu ve mutlaka gerçekleşecek olan kıyamet hususunda takınılan, küçümsenen tavrın sonucunun nasıl onları helake sürüklediği anlatılır. Kur’an’da kıyametin mutlak olarak kesin olarak gerçekleşeceği, gerçekleşme vaktinin yakın olduğu bildirilmekle birlikte zamanı bildirilmemiş, bunun bilgisinin yalnızca Allah’a mahsus olduğu belirtilmiştir. Bununla birlikte kıyametin nasıl gerçekleşeceğine dair hayli açıklayıcı ifadeler yer almış, bu hususta tablolar halinde insanın düşünmesine zemin hazırlayan kıyamet sahneleri takdim edilmiştir. Kıyamet esnasında görevli melek tarafından s3ure üflenmesiyle, Allah’ın dilediklerinin dışında gökte ve yerde bulunan tüm canlıların öleceği bildirilmektedir. Ayrıca genel bir kozmolojik çöküşle birlikte, tek tek kevnî hadiselerin gerçekleşmesine; dağların, yerlerinden sökün ederek birbirlerine çarpıp, paramparça olmaları, denizlerin birbirlerine katılacağı, güneş ve ayın bir araya getirileceği, yıldızların döküleceği; kısacası hem yer hem de göklerin şekil değiştireceği dile getirilmiştir. (bk. İbrâhîm, 14/48; Tâhâ, 20/105-107; et-Tekvîr, 81/1-3; el-İnfıtâr, 82/1-3, el-Kâria, 101/1-51.) Bütün bu muhtelif hadiselerin gerçekleşmesinde insanın tavırlarına dikkat çekilmekte, insanın acziyetine yüce yaratıcının kudretine vurguda bulunulmaktadır. Özetle söylemek gerekirse kıyametin nasıl kopacağı hususu Kur’an’da ayrıntılı sayılacak bir şekilde anlatılmıştır. Bu gerçekleşecek kıyametin zamanı ise Allah'tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği belirtilmiştir. Bunun yanında kıyametin ansızın gerçekleşeceği, beklenmedik bir zamanda ve çok süratli olarak gerçekleşecek olan bu olayın dehşetine gökler de yer de dayanamayacak, o günün şiddetinden çocukların saçları ağaracak, emzikli kadınlar bebeklerini unutacak, hamileler çocuklarını düşürecek ve bütün insanlar şaşkına döneceği, belirtilmiştir. (bk. el-A’râf, 7/187; el-Hac, 22/1-2; el-Müzzemmil, 73/17). Kur’ân-ı Kerîm’de kıyametin tasviriyle ilgili âyetlerden anlaşıldığına göre, bu olay kâinatta mevcut kozmik düzenin bozulmasıyla başlayacaktır. Fakat bunun ne zaman olacağı kimseye bildirilmemiş, sadece “belki de yakın olduğu” ifade edilmiş (bk. el-Ahzâb, 33/63); eş-Şûrâ, 42/171 ve alâmetlerinin belirdiği haber verilmiştir (bk. Muhammed, 47/18). Hz. Peygamber de orta parmağıyla şahadet parmağını göstererek kendi dönemi ile kıyametin kopmasının iki parmağı gibi birbirine yakın olduğunu söylemiştir (bk. Buhârî, “Rikâk”, 39; Müslim, “Fiten”, 133-1351.) Ancak naslarda geçen bu tür zaman belirlemelerini, birkaç bin yılın önemsiz bir küsur sayıldığı jeolojik göre kıyametin kopuşu gibi büyük bir kozmik olayın ne zaman ve kozmolojik zaman kavramı içinde yorumlamak gerekir. Buna gerçekleşeceğini söylemek, hatta tahmin etmek mümkün değildir. Zaten İslâm literatüründe konuyla ilgili ciddi sayılabilecek herhangi bir zamanlama da mevcut değildir. Hadis literatüründe, kıyametten önce ortaya çıkacak olan kıyamet alâmetleriyle ilgili oldukça geniş bilgi vardır. Bir kısmının sağlamlık bakımından tenkide tâbi tutulabileceği bu tür rivayetlerin muhtevasını iki grupta emirlerin ihmal edilmesi ve mütalaa etmek mümkündür. Bunlardan birincisi dinî ahlâkın bozulması tarzındaki manevî faktörlerdir. İkincisi ise deccalin ortaya çıkışı. Hz. İsa’nın dünyaya dönüşü, kozmik düzenin bozularak güneşin batıdan doğup doğudan batması gibi mevcut tabiat kanunlarını aşan olaylardır. İslâm tarihinin erken devirlerinden itibaren, sosyal ve siyasî çalkantılar yüzünden dinî ve ahlâkî hayatın zayıflamaya başladığı tarzındaki şikâyetlerin ortaya çıktığı bilinmektedir. Bu tür şikâyetlerin gittikçe artış gösterdiği de bir gerçektir. Ancak bu nevi sosyal olaylardan hareket ederek dünyaya ömür biçmek ve kıyametin gelişi için zaman belirlemek isabetli olmaz. Dünyanın son günlerinde meydana geleceği haber verilen olağan üstü hadiseler de ancak kendi dönemleri ve oluşum şartlan içinde değerlendirilebilir; bu tür olaylar hakkında önceden zaman belirleyici tahminlerde bulunmak mümkün değildir. Kıyamet Alametleri Küçük Alâmetler Kıyamet âlametleri şeklinde Türkçede yaygın olarak kullanılan bu kelimeye karşılık Arapçada eşrâtu’s-sâa, emârâtu’s-sâa ve alâmâtü’l-kıyâme gibi muhtelif kullanımları vardır. Nitekim konuyla ilgili yazılan eserlerin isimleri de bu isimlerle anılmaktadır. Kullanımlarda yukarıda farklı isimlerle anılan“dünyanın sona ereceği vakit”i ifade eden “sâat” ve “kıyâme” kelimeleriyle bunun belirtilerini, göstergelerini, işaretlerini ifade eden “eşrât”, “âyât”, “emârât”, “alâmât” kelimeleriyle bir tamlama oluşturmuştur. Nitekim aynı kullanım çeşitli yönleriyle Hz. Peygamberin nübüvvetini konu edinen“delâilu’n-nübüvve”, “alâmâtu’n-nübüvve”, “Mu‘cizâtü’n-nebî”, “hasâisu’n-nebî”, “şevahidü’n-nübüvve” gibi benzeri kalıplarda ve bu isimle yazılan eserlerde görülür. Her iki türde de meselenin daha iyi anlaşılmasını sağlayıcı anlatımlara yer verilmiştir. İleride olacağı kesin olanın öncesinde bir takım göstergelerin olması ya da bir takım oluşumların ilerideki sonucunu haber verme anlamında ele alınmasını gündemi getirmiştir. Üstelik meselenin ele alınmasında zihinsel bir değerlendirme yerine naklin konuyla ilgili haber verdiği haberlerle ele alınması kaçınılmaz olanın emarelerinin ne olduğunu merakla ele alan insan psikolojisi üzerinde etkili olmuştur. Aynı şekilde beklenen bir sonun insan üzerindeki izlerinin olumlu sonuçlarının olmasında bu alâmetlerin neler olduğu ve bu alametlerle kıyamete yakın bir zaman diliminde olunmasının sonucuna katlanma ruh halini sürekli tetikler durumda olmuştur. Kur’ân’ın apaçık beyanı, Hz. Peygamberin tertemiz hayatı ve eğittiği ashabı ile sürdürdükleri yaşama tarzı ortada iken, hâla iman etmeyen kimsenin beklediği tek şey kıyamettir. Ancak kıyametin bu anlamda ansızın gelmesi de düşünülemez. Kur’an bunu “Yoksa onlar, kıyametin kendilerine ansızın gelmesini mi gözlüyorlar? Zaten alâmetleri geldi bile! Ama kıyamet gelip çattıktan sonra, ibret almaları neye yarar ki!”, âyetiyle bunu dile getirmektedir. (Muhammed, 47/18). Bununla birlikte insanın kıyametin ne zaman gerçekleşeceğine dair beklentileri de kıyamet saatının pek yakın olduğunu beyan ederek sorulara bir şekilde cevap vermektedir. (Nahl, 16/1; Enbiyâ, 21/1; Necm, 53/56-57; Kamer, 54/1) Yukarıdaki âyette “Zaten alâmetleri geldi bile!” ifadesini her ne kadar bazı müfessirler “kıyamet alâmetleri” olarak yorumlarken bazıları da, âyetin öncesi ve genel muhtevasına dayanarak kâfirlerin başına gelecek olan hel3ak vakti olarak yorumlamışlardır. Yine bazı müfessirlerce “rabbinin bazı âyetleri” ve “sâat”, “gerçek va‘d” ve “hesabın yaklaştığı”nı haber veren âyetlerden hareketle burada “kıyamet”ten söz edildiği ve yaklaşan bu kıyametin de alametlerinden söz edilmesi gerektiği sonucuna varmışlardır. Bununla birlikte Kur’an’da yaygın bir şekilde hadis, tefsir ve kelâm kitaplarındaki bilindiği anlamda “kıyamet alametlerinden açıkça söz edilmediği, görüşü daha isabetli olarak benimsenmiştir. Hadislerde ise kıyamet alâmetleri anlamına gelen bir çok terim ve rivayet yer almaktadır. “eşrâtü’s-sâat”, “emârâtu’s-sâat” ifadeleri bunların en yaygın olanlarıdır. İslam bilginleri hadislerde kıyametle ilgili rivayetleri çeşitli özellikleri dikkate alarak tasnife tabi tutmuşlardır. Bu tasnifler: 1. Kur’an’da ve hadislerle zikredilenlere, (Serahsî ö. 483/1090) 2. Kıyametin kopmaya başladığı anda gerçekleşecek olanlara, (Tîbî ö. 743/1342) 3. Daha önceden zuhur edenler, zuhur etmekle birlikte devam edenler ve kıyamete yakın ortaya çıkacak olanlara göre, (Berzencî ö. 1103/1691) 4. Küçük ve büyük alâmetler,(ö.Nebhânî ö. 1350/1932) 5. Ahlâkî ve fiziki mahiyetteki alâmetlere göre, (Muhammed Ahmed Abdülkâdir) yapılmışlardır. Yapılan bu tasnifler arasında en yaygın olarak bilinen; küçük ve büyük al3ametler şeklindeki tasnifi dikkate alarak kıyamet alametlerini başlıklar altında zikredebiliriz. Kıyametin başlıca alâmeti, âhir zaman Peygamberinin gelmesidir. Nitekim o, kendisinden sonra kıyamete kadar başka bir peygamberin gelmeyeceğini bildirmek amacıyla, şehadet ve orta parmağını göstererek: “Benimle kıyametin durumu, bunların yakınlığı gibidir” buyurmuştur. 1. Küçük Alâmetler Hadis külliyatında kıyamet alametleri olarak takdim edilen kıyametin küçük alametleri olarak ifade edilen ve dini, ahlaki, sosyal ve siyasi içerikli mesajlar veren alametlerin belli başlıcaları şunlardır: a) Câriyenin efendisini doğurması (Müslim “Fiten”, 25; İbn Mâce, “Fiten”, 25; b) Yalın ayak ve çıplak kişilerin insanların başına geçmesi (İbn Mâce, “Fiten”, 25; c) İnsanların bina yapımında yarışmaları, d) İlmin azalması, cehaletin yaygınlaşması, e) Fitnelerin ortaya çıkması, f) Öldürme olaylarının çoğalması, g) Zinanın açıkca işlenmesi, içki tüketiminin artması, kadınların çoğalıp erkeklerin azalması, h) İki büyük müslüman ordusunun birbiriyle savaşması, I) Emanetin ehline verilmemesi. Yukarıda maddeler halinde belirtilen küçük alametler en yaygın olarak bilinenlerdir. Benzerlerini hadislerde görebiliriz. Bu hadislerdeki genel muhteva, fert ve toplumsal olarak insan ve toplumların bozuluş ve yıkılışların ilahi kanunlarını hatırlatmaktadır. Bu alametlerde değişik zeminlerde Hz. Peygamber tarafından bireysel anlamda insanın içinde bulunduğu şartlarda uyulması gereken kanunların ihlal edilmesi durumunda kaçınılmaz sonucun nasıl olduğunun bildirildiği anlaşılmaktadır. Doğan sonuçların bir yıkım olacağı ve bunun da bu yönüyle kıyametin; yok oluşun bir başlangıcı olduğu hatırlatılmaktadır. Bir başka ifadeyle hadislerde ekonomik yönden yozlaşmanın paranın belirli kurallarla ehil eller tarafından değil de türedi zenginlerle paranın yönetimine hakim olamayanlarca yöneltilmesi toplumsal bir yozlaşma olarak takdim edilmektedir. Ferdin İslam’ın yasakladığı içki, zina gibi ahlaki çöküşü doğuracak eylemler içinde bozulması da toplumsal yapıyı oluşturan kuralların bozulması anlamındadır. Kısaca sözü edilen emareler, fert ve toplumsal düzeyde yıkılışın habercisi anlamında sunulmuştur. “Sâat” anlamıyla kıyametin vakti belirlenmemektedir. Kıyametin göstergelerinin, ilahi kanunların kaçınılmazlığını vurgulamaktadır. Büyük Alâmetler Kıyametin kopmasının yaklaştığı veya fiilen başladığına delalet eden alâmetmerdir. Büyük alametlerin bir kısmı Kur’an’da da zikredilmiştir. Ancak bu âlametler açık bir şekilde değil işaret olarak alamet olarak değerlendirilmiştir. Büyük alametlerin bir kısmı da hadislerde zikredilmiştir. Hadislerde zikredilen bu alametler farklı rivayetlerde sıralanmıştır. Bu aylametlerden ye’cüc ve me’cüc, dâbbetü’larz, duhân ve ayın ikiye ayrılması Kur’an’da zikredilmektedir. Bazı müfessirler nüzül-ü Îsâ ve güneşin batıdan doğmasının da kuran tarafından işaret edildiği kanaatindedirler. Hadislerde ise güneşin battığı yerden doğması, deccâl, dâbbetü’l-arz, duhan, tek tek herkesin başına gelecek olan ölüm ve toplu olarak herkesin başına gelecek olan genel felâket, Îsâ b. Meryem’in nüzûlü, Ye’cüc ve me’cüc, biri doğuda biri batıda ve biri Arap yarımadasında olmak üzere üç büyük yer yarılmasının zuhur etmesi, rivayetleri yer almaktadır. Ye’cüc ve Me’cûc Ye’cüc ve Me’cûc kelimeleri Kur’an’da iki yerde geçmektedir. el-Kehf sûresinde (94-97) Zülkalneyn’in muasırı olan ve komşularını huzursuz eden yakıcı ve yıkıcı ve çapulcu bir milletten söz edilmektedir. Kur’an’da bu olay şu şekilde anlatılmaktadır: - “Nihayet iki dağ arasına ulaştığında, onların önünde, hemen hemen hiç söz anlamayan bir millet buldu. – “Ey Zülkarneyn!” dediler, “Ye’cüc ve Me’cüc bu ülkede bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onlar arasında bir sed yapman için sana bir vergi vermeyi teklif ediyoruz, ne dersin?” – O da şöyle cevap verdi: “Rabbimin bana verdiği imkânlar, sizin vereceğinizden daha hayırlıdır. Siz bana beden gücüyle yardımcı olun da sizinle onlar arasında sağlam bir sed yapayım.” – “Demir kütleleri getirin bana!” Zülkarneyn iki dağın arasını demir kütleleriyle doldurtup dağlarla aynı seviyeye getirince: “Körükleyin!” dedi. Tam onu bir ateş haline getirince, “Bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim” dedi. – Artık o Ye’cüc ve Me’cüc’ün, seddi aşmaya veya orada bir delik açmaya güçleri yetmedi.” (el- Kehf, 18/94-97). Ye’cüc ve Me’cüc hakkında bir başka 96-97. 3 âyetleridir: – Nihayet Ye’cüc ve Me’cüc’ün sedleri açılıp her tepeden dünyaya akın etmeye başladıkları, doğru vâdin vaktinin yaklaştığı sıra, işte o zaman, kâfirlerin gözleri birden donakalır. “Eyvah, bizlere! Biz bundan tam bir gaflet içinde idik, daha doğrusu kendimize zulmettik!” diyecekler.” Âyette geçen iki dağın ve seddin neresi olduğu, Zülkarneyn’in kimliği, ye’cüc ve me’cüc’ün kimler olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Konuyla ilgili özellikle tefsirlerde yapılan açıklamalar kesinlik ifade etmeyen açıklamalardır. Ancak burada söylenebilecek husus ye’cüc ve me’cüc yeryüzünde bir felaket olarak varlığını bir süre sürdüreceği gerçeğidir. Ye’cüc ve Me’cüc kelimeleri Arapçaya başka bir dilden girmiştir. Batı dillerinde buna “Yagug ve Magug” ismi verilmiş şeytanın zürriyeti olduğuna inanılmıştır. Bazı kimseler de yeryüzündeki insanların onda dokuzunun Ye’cüc ve Me’cüc olduğunu söylemişlerdir. İslâm inancına göre ise, Ye’cüc ve Me’cüc, esrât-i saattandır. Ye’cüc ve Me’cüc Kitap ve Sünnetle sabittir. Ye’cüc ve Me’cüc Kur’ân-i Kerîm’de iki âyette geçer: 1- “Onlar dediler ki: “Zülkarneyn, gerçek su iki Ye’cüc ve Me’cüc (bu) yerde bozgunculuk çıkaran (kabile) lardır” (Kehf, 18/94); 2- “Nihayet Ye’cüc ve Me’cüc (ün seddi) açılıp da her tepeden saldıracakları ve gerçek va’d olan (kıyamet) yaklaştığı zaman o küfr (ve inkar) edenlerin gözleri hemen belirip kalacak”(Enbiya, 21/96-97). Hz. Peygamber (s.a.s)’in hanımlarından Zeynep binti Cahs (r.a)’dan gelen bir rivâyette ifade olunduğuna göre, bir defasında telaşla Zeynep (r.a)’in yanına girerek; “Lâ ilahe illallah!.. Vukuu yaklaşan bir çerden, büyük bir fitneden dolayı vay Arabın haline? Bugün Ye’cüc ve Me’cüc’ün seddinden şunun gibi bir delik açıldı, buyurdu da, başparmağıyla onun yanındaki şehadet parmağını halkaladı. Bunun üzerine Zeynep b. Cahs; -Ey Rasûlüllah! İçimizde bu kadar iyi kimseler varken biz helak olur muyuz? diye sordu. Rasûlüllah; “Evet! Fisk ve fücur, fuhş ve ma’siyet çoğaldığı zaman helak olursunuz!” diye cevap verdi. (Tecrid Tercemesi, IX, 96). Tefsir kitaplarındaki bilgilerden öğrendiğimize göre, salih bir zat olan Zülkarneyn dindar kimsedir. İste bu zat Cenab-i Hakkin lütfuyla bir batıya, bir doğuya, üçüncü kere de kuzey tarafa doğru gitti ve iki sed arasında bir yere vardi ki, iste buradan Ye’cüc ve Me’cüc hücum ediyor, bozgunculuk çıkarıyor; ekinleri ve insanları yok ediyor. Orada halkın isteği üzerine, Zülkarneyn, Ye’cüc ve Me’cûc’ün zararından onları kurtarmak için bir sed yaptı. (Seddin yapimi bitince), artik Ye’cüc ve Me’cüc onu ne asabildiler ve ne de delebildiler (Kehf; 18/97). Enbiya sûresi 96-97. âyetlerinden de anlaşılıyor ki, Kıyamet kopmadan önce, onlarla bir takim insanlar arasında bir engel olarak yapılan sed açilacak; onlar insanlara saldıracaklardır. Bugün Kur’ân’da adi geçen sed var mıdır, yok mudur? Henüz mesele açıklığa kavuşmuş değildir. Yalnız bu sed Zülkarneyn tarafından yapılmıştır. Ye’cüc ve Me’cûc vardır ve bunların kıyamet kopmadan önce, ortaya çıkıp çekirgeler gibi bir çok yerleri yakıp yıkacakları kesindir. Dâbbetü’l-arz Her şeyden önce belirtilmelidir ki kıyamet alâmeti olan dabbe müteşabih bir kavramdır. Kavram hem Kuran'da ve hem de hadislerde geçmektedir. Ayette geçen “dâbbetü’l-arz” tabirinin “yeryüzünün canlanışı” anlamında bir deyim olduğu anlaşılıyor. Arap dilinde kelimenin aslını oluşturan “debb”, hafifçe de olsa hareket eden, yavaş yavaş yürümek, nüfuz etmek, emeklemek anlamlarına, her şeye hatta tren, otomobil gibi cansız şeylere de denebilir. Hastalık yavaş yavaş sirayet etti (dabbe’l-maraz), nehir yavaş yavaş aktı (dabbe’l-nehr), yavaşca yürütmek (idbâb), hayvan, yerde kımıldayan hayvan (dâbbe), ayı (debbu), tank (debâbe), emekleme, yavaş yürüyen, sürünen hayvan (debîb) kelimeleri bu köktendir. Fakat esas itibariyle canlılar hakkında kullanılır. Konuşma sıfatından dolayı çıkarılacak dâbbenin insan olacağı söylenmiştir. “Dabbe” kelimesi Kur’an’da tekil ve çoğul şekillerinde geçmekte bunlardan sadece birinde kıyamet âlâmetlerine konu olabilecek tarzda zikredilmiştir: “Kıyamet hakkındaki sözün gerçekleşme zamanı yaklaşınca onlara yerden bir dabbe (canlı) çıkarırız. O da insanların bizim ayetlerimize, inanmadıklarını söyler.” (en-Neml, 27/82-83). Kuran’ın, yerin, göğün, dağın, taşın, tabiatın, tarihin, güneşin, yıldızların, gecenin, gündüzün, tanyerinin, hatta insanın bizzat kendi ellerinin, gözlerinin, kulaklarının vs. dile gelip konuşturulması üslûbuna aşina olanlar için burada ne denmek istendiği gayet açıktır. Ayette geçen “debb” kelime kökünde yer alan “yavaş yavaş yürümek” ile “klm” kökünde yer alan“kelâm etmek, yaralamak, yara açmak” anlamları ifadeye “Yeryüzü dile gelip konuşacak, onlara üzerinde yaşadıkları sürece ne yaptıklarını bir bir haber verecek, günahlarını yüzlerine vuracak” anlamı da verilebilir. Böyle bir yorumun “varlığın dilini dile getiren”, “varlıkların sözcüsü olma durumundaki Kuran’ın” gelen üslûbuna uygun olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim böyle bir uslub Kur’an’ın başka âyetlerinde de görülmektedir. “ Sonra iradesi bir gaz halinde olan göğe yöneldi. Ona ve yere şöyle buyurdu: “İsteyerek de olsa, istemeyerek de olsa emrime gelin!” onlar da: “Gönüllü olarak geldik.” dediler.” (Fussilet; 41/11). “ Nihayet oraya ulaştıklarında kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları işleri söyleyip kendi aleyhlerinde şahitlik ederler. Derilerine: “Niçin aleyhimizde şahitlik ettiniz?” deyince onlar: “Bizi söyleten, her şeyi konuşturan Allah’tır. Zaten sizi ilkin yaratan ve sonunda da huzuruna götürüleceğiniz Rabbiniz de O’dur.” Siz, kulaklarınızın, gözlerinizin, derilerinizin, aleyhinizde şahitlik edecekleri bir günün geleceğine inanmıyor ve ondan sakınmıyordunuz, ayrıca siz, yaptıklarınızın çoğunu, Allah’ın bilmediğini sanıyordunuz.” (Fussilet; 41/20-22) Öte yandan bununla kıyametten önce “dabbetu’l-arz” diye bir yaratığın ortaya çıkacağı, onun kıyamet alâmetlerinden olduğu da ileri sürülmüştür. Bu konudaki rivayetleri sıralayan Râzî bu ayetin tefsirinde Allah'ın kitabında bunlara delâlet eden hiçbir delilin bulunmadığını söyler. Bu yorum “dabbe” kelimesine “bir yaratık” manası verilmesinden kaynaklanmaktadır. Burada bir isimden değil bir olaydan, bir fiilden bahsedildiğini düşünürsek, peri masallarına yatkın doğu kültürümüzde algılandığı şekliyle ağzından alevler saçan yedi başlı bir ejderhadan değil, bir dile gelmeden, bir tanık olmadan bahsedildiğini anlarız. Olay “Yeryüzünden canlı bir varlık çıkarmak” değil, mecazî olarak “Yeryüzünün canlı bir varlık gibi dile getirilişidir”. Şüphesiz bu Kur’an’ın tarihi olayları ve doğal çevreyi metafizik gerilim içinde konuşturan, hepsini tek bir organizma gibi kavrayan bakış açısının yansıtılmasıdır. Bu bakış açısına göre bütün oluş ve akış tek bir organizma olup bölünmez bir bütündür. Hepsi birbiriyle etkileşim ve iletişim halindedir. Örneğin yeryüzü üzerinde yaşayan tüm canlıların ne yaptığını bir gün dile gelip ortaya dökecektir. İçine gömülü cesetlere “Haydi çıkın hesap vermeye” diyecektir. Güneş, ay, yıldızlar vs. hepsi dile gelerek kendilerini tanrılaştıranları ifşa edecektir. Gece dile gelip bağrında ne günahlar işlendiğini bir bir haber verecektir. Dahası insanın bizzat kendi eli, ayağı, gözü, kulağı vs. dile gelip ne günahlar işlendiğini haber verecektir. Tirmizî Neml sûresinin 82. âyetinin tefsirinin söz konusu olmasında şu hadisi zikretmektedir: “Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) buyurdu ki: dâbbetü’l-arz berâberinde Hz. Mûsa’nın asâsı ve Hz. Süleyman(a.s)’ın mühürü olduğu halde çıkar. Asâ ile mü'minlerin yüzünü cilalar, mührü de kâfirlerin burnuna basar. Öyle ki, sofra ehli toplanınca biri diğerine (yüzündeki parlaklıktan dolayı) “Ey mü’min!” der, diğeri de (öbürüne, burnundaki mühür damgası sebebiyle): “Ey kâfir!”der. (Tirmizî, Tefsir, “Neml” .) “Kendilerine söylenmiş olan başlarına geldiği vakit” ifadesi “onlara azab vâcib olduğu zaman" “Allah onlara gazab ettiği zaman”; “Onlara hüccet vacib olduğu zaman” gibi farklı yorumlara tâbi tutulmuştur. Bütün bunların emr-i bi’lma’ruf ve nehy-i ani’l münker’i terketmenin sonucu meydana geleceği belirtilmiştir. Ayrıca, âyette geçen “kavl”den murat, onun ilgili olduğu şeydir, o da kıyamet saatidir, onun vukûu da kıyametin husûlüdür, öyle ise bundan maksat kıyametin yaklaşması ve alâmetlerinin zuhurudur, denmiştir. Dâbbe ile ilgili yapılan farklı, garib tanımlamalar zayıf rivayetlerdir. Râğıb İsfehânî’ye göre, “Dâbbe, tanıdığımızın hilâfına bir hayvandır ki, kıyamet sırasında çıkacaktır. Bir de denildi ki, “bununla cehalette hayvanlar menzilesinde olan eşrar (şerliler) murad olunmuştur.” Elmalılı da bu hadise dayanarak, bu dâbbenin maddî ve manevî hârikulâde bir kuvvet ve saltanat ile zuhur edip, Asayı Musa ile Mühr-ü Süleyman’ı haiz olan büyük bir şahsiyet olarak nitelemekte, kötülerden değil, iyilerden olduğunu; mü’minin yüzünü güldüreceğini ve kâfirin burnunu kıracağı yorumunda bulunmaktadır. Yukarıda zikredilen en-Neml sûresinin ilgili âyetinin devamında, “O büyük duruşma günü, her ümmetten ayetlerimizi yalan sayan birer cemaat toplarız, onlar bir araya getirilip Allah’ın huzuruna sevk olunurlar” ifadesi de dikkate alınarak burada zikredilen “dabbetü’l-arz”ın kıyamet öncesi gerçekleşecek bir alâmet değil, kıyametin vukuu ile ortaya çıkacak bir olay olduğu görüşünün daha isabetli olduğu dile getirilmiştir. Duhan Duhân Arapça’da dahn kökünden “tütmek, dumanı çıkmak” anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de iki âyette (Fussılet, 41/11; ed-Duhân, 44/10) yer alan kelime kırk dördüncü sûrenin de adını olmuştur. Her iki âyette de “duman” anlamında kullanılmıştır. Kelâm kaynaklarında kıyamet alâmetleri sayılırken bazı âyet ve hadislere dayanılarak duhâna da yer verilmiş, bu husus kıyamete çok yakın bir zamanda gerçekleşecek olağan üstü olaylar arasında sayılmıştır. Ancak Ehl-i sünnet’in, sem’iyyât alanına giren konularda bağlayıcı yorum ve tahminlerden kaçınma esası bu hususta da benimsenmiş ve duhânın, zuhuruna inanılması gereken bir kıyamet alâmeti olduğu belirtilmekle yetinilmiş, muhtevası konusuna girilmemiştir. “Duhân” kelimesinin geçtiği âyetlerden birisi olan “ Sonra iradesi bir gaz halinde olan göğe yöneldi. Ona ve yere şöyle buyurdu: “İsteyerek de olsa, istemeyerek de olsa emrime gelin!” onlar da: “Gönüllü olarak geldik.” dediler.” (Fussilet, 41/11) âyetinde dünyanın yaratılışından söz edilmektedir. İkinci âyet olan, “O halde sen göğün, bütün insanları saracak olan aşikâr bir duman çıkaracağı günü gözle. Bu, gayet acı bir azaptır.” ifadesi ise (ed-Duhân, 44/10) farklı bir şekilde geçmişte olmuş bir olay veya gelecekte meydana gelecek ve kıyamet alâmetlerinden birini haber veren “duhân”ı haber vermektedir. Kıyamet alâmetleriyle ilgili olarak kabul edilen bu ikinci âyet öncesi âyetlere bakıldığında Allah’ın birliği ve O’nun kâinata hâkim olduğu üzerinde durulduğu görülür. Daha sonra Allah’ın, rahmetinin bir eseri olarak insanlığı doğru yola iletmek üzere peygamberler gönderdiği bildirilir. Bütün bu uyarılara rağmen zamanlarını boşa geçirip oyalanmaktan başka bir şey yapmayan inkârcıları elem verici azap niteliğinde bir dumanın (duhân) saracağı, bu elîm azabın kaldırılması halinde iman edeceklerine dair söz verecekleri ifade edilir. Âyetlerin devamında ise onların bu sözlerinde durmayacakları şu sözlerle haber verilir: “Biz azabı geçici bir zaman için kaldıracağız, fakat siz yine eski halinize döneceksiniz. Onları müthiş bir yakalayışla yakalayacağımız gün öcümüzü mutlaka alırız.” (ed-Duhân, 44/15-16) Bu âyetlerde geçen duhân ve batşe-i kübrânın mahiyeti ve gerçekleşme zamanıyla ilgili olarak ileri sürülen görüşleri iki grupta ele almak mümkündür: a- Abdullah b. Mes’ûd’a nisbet edilen ve çoğunluğun benimsediği telakkiye göre Mekke müşriklerinin ve özellikle Kureyş’in İslâm’a karşı direnişinde ısrarlı olduğunu ve müslümanlara yönelik eziyetlerini arttırdığını gören Resûlullah onların Hz. Yûsuf dönemindekine benzer bir kıtlıkla cezalandırılması için Allah’a dua etmiş, duasının kabul edilmesi sonucunda Mekke halkı büyük bir kıtlığa uğramıştır. Bu kıtlık sırasında leş ve kemik yemek zorunda kalan ve açlıktan gözlerinde fer kalmayan Mekkeli müşrikler etraflarını duman kaplamış gibi görüyorlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber’e başvurarak bu felâketin kaldırılması için rabbine dua etmesini istemişler, kıtlık sona erdiği takdirde iman edeceklerine dair kendisine söz vermişlerdi. Fakat Resûlullah’ın duası üzerine sıkıntıları biraz hafifleyince direniş ve eziyetlerini daha da arttırmışlardı. Abdullah b. Mes’ûd’a göre söz konusu âyetteki duhân. Mekke döneminde gerçekleşen bu kıtlığa ve bunun sonucunda etrafı duman kaplamış gibi görme olayına, onu takip eden âyetlerde yer alan batşe-i kübrâ ise müşriklerin Bedir Gazvesi'nde uğrayacakları yenilgiye işaret etmektedir.. Duhân âyetinin kıyamet alâmetlerinden birini teşkil eden duhâna delalet etmediği şeklindeki kanaat, bu âyetin devamında yer alan, “Rabbimiz, azabı üzerimizden kaldır!” mealindeki âyetle bu isteğin cevabı olan, “Azabı üzerinizden biraz kaldıracağız” âyetiyle de desteklenmektedir. İlk dönem müfessirlerinden Taberî, söz konusu âyetin yukarıda temas edilen üslûp ve muhtevasının İbn Mes’ûd’un görüş ve yorumunu güçlendirdiğini vurgulamakta, bu sebeple de onun görüşünün tercih edilmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Son dönem âlimlerinden Şevkânî de eşrât-ı saat rivayetlerine dayanarak kıyamet alâmetlerinden sayılan bir başka duhân olayının kıyamete yakın bir zamanda gerçekleşebileceğini belirtmekte ve yukarıdaki âyette geçen duhân ve batşe-i kübrâ tabirlerinin o dönemde Kureyş’in başına gelen kıtlık ve Bedir yenilgisi olarak anlaşılmasının daha doğru olacağın; söylemektedir, b- Aralarında İbn Kesîr’in de bulunduğu diğer bir grup müfessir ise söz konusu âyette geçen duhânın, kıyametin yaklaştığı sırada ortaya çıkacak duman olduğu görüşünü benimsemektedir. Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas ve Zeyd b. Ali'ye izafe edilen bir görüş de bu yorumu desteklemektedir. Bu hususla ilgili rivayetlere göre, kıyamete yakın bir zamanda gökten inecek olan bu duman bütün dünyayı kırk gün kırk gece süreyle kaplayacak, yeryüzü âdeta bacasız bir fırın, içinde ateş yanmış bir oda gibi ısınacaktır. Müminler bu dumandan hafif nezleye tutulmuş (zükâm) gibi çok az etkilenecek, kâfir ve münafıklar ise şiddetle sarsılacak, âdeta sarhoşa döneceklerdir. Kur’an’da duhân kelimesinin geçtiği diğer âyette, Allah’ın duman/buhar, gaz) bulutu halinde bulunan göğe teveccüh ve tecelli ettiğine işaret edilmekte, ardından da ona ve arza, “İkiniz de ister istemez gelin” diye emrolunduğu ifade edilmektedir. İlmî tefsir metodunu uygulayan bazı yeni müfessirlerle mutasavvıflar bu âyette yer alan “tav’an ev kerhen” kelimelerini, yerküre ile onun en yakın seması arasındaki uyum zorluğunun bir işareti olarak kabul etmektedir. Günümüz jeofizik ve uzay araştırmaları da böyle bir intibak zorluğuna işaret etmekte, hayatın devamının ancak yerküre ile uyum halindeki bir atmosferle mümkün olduğunu ileri sürmektedir. Bu konuda dünya atmosferinin oluşumu örnek alınacak olursa arz ve sema uyumunun, öncelikle atmosferdeki gaz atom ve moleküllerinin kaçış hareketleriyle arzın çekim gücünün dengede bulunması gibi çok ince bir dengeye bağlı olduğu görülür. Duhânla ilgili olan rivayetler, genellikle insanın hayatını sürdürebilmesine en uygun ortama sahip bulunan dünyanın bu dengelerinin bozulmasını yansıtmaktadır. Birçok âyetin de kıyametin kopuşunu büyük bir kozmik değişim olarak tasvir ettiği bilinmektedir. Bu kozmik değişimin alâmetlerinden birini teşkil eden duhânın insanlık için bir uyarı olduğu da varsayılabilir. Dünyanın söz konusu hassas dengeleriyle çok yakından ilgili olan bu anlamı, yeryüzünde ve atmosferde meydana gelecek ve insan hayatını olumsuz yönde etkileyecek olan türlü değişimlerle, yaygın hale gelen tutum ve davranışların doğurduğu bütün olumsuz sonuçlara, bunlar karşısında alınacak tedbirlere müslümanların ilgisiz kalmamalarına önemli bir uyarı anlamını da taşıdığı düşünülebilir. Bazı yeni yorumlarda söz konusu âyette geçen duhân lafzı, gelecekte vuku bulacak bazı ilmî keşifleri gösteren, insanlığı yok edecek çeşitli nükleer silâhlarla bunların olumsuz etkilerinin bir işareti olarak kabul edilmektedir. Güneşin Batıdan Doğması Güneşin batıdan doğmasının hadislerle sabit ve Kur’an âyetleriyle işaret olunduğu çoğu âlimlerce kabul edilmiştir. Konuyla ilgili olarak buna işaret olarak En’âm sûresinin 158. ve kıyamet sûresinin 9. âyetleri delil gösterilmiştir. Birinci âyette iman etmeyenlerle ilgili olarak “ Onlar imana gelmek için ne bekliyorlar? Meleklerin inmesini mi? Rabbinin imha eden azabının veya Rabbinin kıyamet alâmetlerinden birinin gelmesini mi? Rabbinin alâmetlerinden biri geldiği gün, daha önce iman etmeyen yahut imanıyla hayır kazanmayan hiçbir kimseye o günkü imanlarının asla fayda vermeyeceği” haber verilmektedir. Aklî, hissî ve psikolojik yollarla kıyamet gerçeğinin ispatlandığı kıyamet sûresinin 9. âyetinde ise “Güneş ile ayın yan yana getirildiği zamandan” söz edilmektedir. Ebû Hureyre’den rivayet edilen bir hadiste, şöyle buyurulmaktadır: “Güneş battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmaz. Güneş battığı yerden doğduğu zaman, bütün insanlar toptan iman edecekler. Fakat işte o gün, daha önce iman etmiş veya imanında bir hayır kazanmış olmayan hiçbir kimseye imanı asla fayda vermez.” ( Buharî, “Fiten”, 25; “Rikak”, 40; Müslim, “İman”, 248; İbn Mâce, “Fiten”, 32) Bir diğer rivayette ise “Üç şey ortaya çıktığı zaman, hiçbir nefse daha önceden iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış ise o günkü imanı fayda vermez: Güneşin batıdan doğması, Deccâl ve dâbbetü’l-arzın çıkması.” buyurmuştur. ( Müslim, “İman”, 249; Ahmed b. Hanbel, II, 244) Güneşin batıdan doğmasıyla ilgili farklı yorumlar yapılmıştır. Bu yorumların geneline bakıldığında meselenin zahiri anlamda anlaşılması gerektiğini belirtenler ve meseleyi zahiri anlamda değil de mecâzi anlamda anlayanlar şeklinde iki genel başlıkta ele alabiliriz. Fiziki aleme yanıysan yönüyle kıyametin başlangıcının teşkil ettiği anda insanların kıyametin dehşetinden iman edecekleri bir anlamda gerçeğin bütün çıplaklığıyla anlaşılarak insanın teslimiyet içinde olduğu anlatılır. Bir anlamda insanın çaresizliği ve bu anda imanından söz edilir. Ancak bu hakikatle birlikte daha önce iman etmemişlerin bu durumlarının bir fayda salamayacağı anlatılır. Hadisin mecâze hamledilerek İslâm’ın güneşe benzetilerek en son battığı yer olarak batıdan yeniden doğması ve yükselmesine bir işaret olabileceği de görüş olarak ileri sürülmüştür. Bununla birlikte meselenin zahiri anlamda kozmik bir olay olarak güneşin batıdan doğması kıyametin başlangıcı, bilinen varlık düzleminin bilinen kurallarının aksine bir durumla yok olmasından söz edilmiş olmalıdır ki bu yönüyle bir alâmet teşkil etmesi söz konusu olmuş olsun. İnsanların böyle bir zamanda hakikatin anlaşılmasıyla teslimiyetlerinin fayda vermemiş olmalarının ifade edilmesi yokluğun başlangıcının, sistemin devrelerini kapatmak üzere olduğunun bir göstergesidir. Bu da kevnî bir başlangıçtır. Deccâl Kelime sözlük anlamı itibariyle “bir şeyi Örtmek, yaldızlamak veya boyamak” anlamlarına gelen decl kökünden türeyen bir sıfattır. “Deccâl” olarak kelime çok aldatan anlamındadır. Kur’an-ı Kerîm’de yer almaz. Hadis mecmualarındaki bazı rivayetlere göre deccâl rüzgâr gibi bir hıza sahip olmak, yağmur yağdırıp kurumuş bitkileri yeşertmek, bolluk veya kıtlık icat etmek gibi beşer üstü nitelikler taşır. Yanında su ve ateş bulunacaktır; fakat gerçekte onun suyu yakıcı ateş, ateşi de tatlı ve soğuk sudur. Kıvırcık saçlı olup bir gözü kör veya patlamış üzüm tanesi gibidir. Alnında “kâfir” veya “kfr” şeklinde bir yazı bulunur. Gençtir; kızıl, esmer veya parlak beyaz tenlidir. Cüsseli ve heybetli veya kısa boyludur. Âhir zamanda doğuda, Horasan veya İsfahan'da, Şam’da, yahut Şam ile Irak arasındaki bir yerde ortaya çıkıp yeryüzünde kırk gün kalacak, fakat bu günlerden biri bir yıl, biri bir ay, biri de bir hafta kadar sürecek, diğerleri ise normal günler gibi geçecektir. Rüzgâr gibi hızlı hareket edip yeryüzünü dolaşacak, sadece Kudüs’e, Mekke ve Medine’ye giremeyecektir. Önce peygamberlik, daha sonra ilâhlık iddiasında bulunacak, kendisine itaat edenleri cennetine koyacak, karşı çıkanları cehennemine atacaktır. Fakat gerçekte onun cenneti cehennem, cehennemi de cennettir. Medine’ye gelince Uhud dağının eteklerinde bekleyen melekler onu Şam'a yöneltecek ve Şam’da gökten inecek olan Hz. îsâ tarafından Filistin’in Lüd denilen yerinde öldürülecektir. Bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber zamanında Medine'de yaşayan ve kâhinlere benzeyen İbn Sayyâd adındaki yahudi asıllı bir kişinin deccâl olduğu düşünülmüştür. Diğer bazı rivayetlere göre, hıristiyanlann ileri gelenlerinden biri iken Şam'dan bir heyetle Medine’ye gelip müslüman olan Temîm ed-Dârî, yolculuk sırasında arkadaşlarıyla birlikte uğradıkları ıssız bir adada, adının“cessâse” olduğunu söyleyen bir hayvanın delaletiyle deccâl ile görüştüklerini, elleri ve ayaklan zincirle bağlı bulunan deccâlin zamanı gelince ortaya çıkacağını kendilerine söylediğini Hz. Peygamber’e anlatmış, o da deccâl hakkında duyduklarının daha önce ashaba söyledikleriyle benzerlik göstermiş olmasından dolayı memnuniyetini ifade etmiştir. İlgili rivayetlerin bazılarında ise deccâlin Bizanslıların elindeki İstanbul’un fethinden sonra ortaya çıkacağı bildirilmiştir. Görüldüğü gibi deccâl hadislerde maddî bir kimlikte, insan sûretinde, insanüstü güçlere sahip biri olarak tasvir edilmiştir. Hz. Nuh’tan itibaren bütün peygamberlerin kavimlerini deccâl fitnesine karşı uyardıklarını, Hz. Peygamber’in de dualarında daima onun şerrinden Allah’a sığındığını ve şerrinden emin olmak için Kehf sûresini okumayı (bir rivayete göre ezberlemeyi) ashabına tavsiye ettiğini bildiren rivayetler de mevcuttur. Deccâle dair rivayetlerin çoğunda ondan bir kişi olarak bahsedilirken bazılarında deccâllerden söz edilmiş, hatta otuz civarında deccâlin çıkacağı ifade edilmiştir. İslâm literatüründe deccâl konusu, daha çok hadislerden hareketle temellen-dirilmeye çalışılan itikadî bir mesele olarak incelenmiştir. Kur’an’da deccâlden bahsedilmemesine rağmen bazı müfessir ve muhaddislerle Saîd Eyyüb, Muhammed Avâd gibi araştırmacılar, açıkça olmasa bile Kur’an’da deccâle işaret eden âyetlerin bulunduğu konusundaki rivayetleri veya kendi görüşlerini serdetmişlerdir. Onlara göre, “Rabbinin bazı âyetleri geldiği gün, önceden iman etmemiş olan veya imanında hayır kazanmayan kimseye artık iman etmesi fayda vermez” mealindeki âyette geçen “bazı âyetler” ibaresiyle kastedilen hususlardan biri deccâldir. Zira Ebû Hüreyre ile diğer bazı sahâbî-ler “bazı âyetler”le güneşin batıdan doğması, dâbbetü'1-arz ve deccâlin kastedildiğini açıklayan hadisler rivayet etmişlerdir. Ayrıca Ehl-i kitabın, ölümünden önce mutlaka Hz. Îsâ’ya iman edeceğini, Hz. Îsâ’nın beşikte ve yetişkinlikte insanlarla konuşacağını, gökleri ve yeri yaratmanın insanları yaratmaktan daha zor olduğunu ve kıyamet alâmetlerinin geldiğini bildiren âyetlerde de dolaylı olarak deccâle işaret edilmiştir. Deccâle dair hadisleri açıklamaya çalışan âlimlerin bir kısmı ilgili rivayetler arasında çatışma bulunmadığını iddia ederken İbn Hacer el-Askalânî ile Ali el-Kârî’nin yanı sıra pek çok âlim, rivayetler arasında bir çatışmanın varlığını kabul etmekle birlikte bunların son tahlilde giderilebileceğini savunarak deccâlin âhir zamanda ortaya çıkacağı ve gökten inecek olan Hz. îsâ tarafından öldürüleceği görüşünü benimsemiştir. Aynı âlimler, birden fazla deccâlin çıkacağını bildiren rivayetleri de sahih görüp âhir za16 mandakinden önce birçok deccâlin çıkabileceğini söylemişler ve Hz. Ali'nin, kendisine peygamberlik isnat eden aşırı Şiîler’den Abdullah b. Kurre’yi deccâl olarak nitelendirmesini buna deli! göstermişlerdir. Ayrıca Firavun ve Nemrud gibi aşırı inkârcıları da deccâller arasında saymışlardır. Deccâlin sağ gözünün kör oluşunu ve alnında kâfir damgasının bulunuşunu zahirî mânada kabul edenler olduğu gibi inkârı temsil ettiği şeklinde yorumlayanlar da mevcuttur. İbn Hacer, deccâlin çıkacağı yerle ilgili rivayetlerdeki uyuşmazlığı gidermek amacıyla bunların tamamının netice itibariyle onun doğudan çıkacağına işaret ettiğini söylerken Said Nursi, bazı râvilerin kendi görüşlerini hadis metinlerine karıştırarak bir anlamda hadis uydurduklarını söylemiştir. Bu tür iltibasların deccâl hadislerinin diğer bazı metinlerinde de meydana geldiği anlaşılmaktadır. Deccâlin yeryüzünde kalacağı kırk günden bir günün bir yıl gibi geçeceğini bildiren rivayet de sarihleri yorum yapmaya sevketmiş ve bunu. deccâl fitnesinin ortaya çıkmasından ötürü üzülen müminlere bir günün bir yıl kadar uzun geleceği tarzında açıklamaya çalışmışlardır. Said Nursi bir günün bir yıl kadar uzun oluşunu, deccâlin altı ay gece ve altı ay gündüzün hüküm sürdüğü Kuzey kutbundan çıkacağına işaret saymıştır. Âlimlerin çoğunluğu ise bu rivayetlerin zahirî mânada anlaşılması gerektiğini savunmuşlardır. Deccâl rivayetlerini şerheden bilginlere göre Hz. Peygamber devrinde yaşayan İbn Sayyâd, âhir zamanda çıkması beklenen deccâl değil sayıları otuz civarında olduğu bildirilen deccâllerden biridir. Bazı âlimler, İbn Sayyâd rivayetiyle çelişen Temîm ed-Dârî rivayetini sahih kabul ederken hadisleri metin açısından tenkide tâbi tutmayı zaruri gören araştırmacılar bunu, müslümanların inancını bozmak gayesiyle İslâm’a sokulmuş bir rivayet olarak değerlendirirler. Akaid ve kelâm âlimlerinin deccâl konusundaki görüşleri farklıdır. Ebû Hanîfe, Ahmed b. Hanbel, Mâtürîdîve Eş’arî başta olmak üzere Selefıyye. Mâtüridiy-ye, Eş’ariyye ile Şîa ve Mu’tezile âlimlerinin çoğunluğu, Hz. Peygamber’e nispet edilen rivayetlere dayanarak âhir zamanda beşer üstü niteliklere sahip bir deccâlin çıkacağı ve Hz. Îsâ tarafından öldürüleceği görüşünde birleşmişlerdir. Muhtemelen ilk defa Muhammed b. Hüseyin el-Âcurrî (ö. 360/970) deccâl ile yahudiler arasında bağlantı kurmuş, son dönemlerde de M. Re-şîd Rızâ gibi bazı âlimler bu görüşe katılmışlardır. Yine muhtemelen ilk defa Ebû Ali el-Cübbâî. daha sonra da Tahâvî ile İbn Hazm, deccâlin göstereceği harikulade olayların bir aldatmaca olduğunu ve başvurduğu hileleri bilen herkesin benzer olayları gerçekleştirebileceğini söylemişler, onun cenneti ile cehenneminin görüntüden ibaret olduğunu bildiren bir rivayeti bunun delili saymışlardır. Kelâm âlimlerinin çoğunluğu, deccâlin çıkışını mitolojik bir üslûpla ifade eden rivayetleri yorumlamaya yanaşmazken Teftazânî. ilgili rivayetleri zahirî mânada anlamayı mümkün görmekle birlikte bazı âlimlerin bunları te’vil ettiklerini belirtmiştir. Buna göre deccâl şer ve bozgunculuğu temsil eden bir kavram olup âhir zamanda şerrin yaygın bir şekilde ortaya çıkacağını ifade eder. Çağdaş âlimlerden Mahmûd Şeltût, Teftâzânî’nin kullandığı ifade tarzından onun yapılan bu te'vili benimsediği ve deccâle ilişkin rivayetleri mutlaka zahirî mânada anlamayı gerekli görmediği sonucunu çıkarmıştır. Teftâzânî’nin, üstü kapalı bir şekilde de olsa deccâl kavramını yoruma müsait görmesinin, çağdaş âlimlerin te’vil kapısını açmalarına yardımcı olduğu söylenebilir. Bunlardan Muhammed Abduh deccâli, İslâm dininin ortadan kaldırmaya çalıştığı bütün hurafe, yalancılık ve kötülüklerin sembolü olarak yorumlamıştır. M. Reşîd Rızâ, klasik anlayışı tamamen reddetmemekle birlikte hocası Abduh’un görüşüne meylederek deccâl hadislerinden, daha ziyade maddî şehvetlerin galip geleceği, şerrin ve inkârcılığın yaygınlaşacağı sonucunun çıkarılması gerektiğini savunmuştur. Ona göre bunu yahudiler gerçekleştirecektir. Said Nursi ve Muhammed el- Behî’ye göre deccâl komünizm ve materyalizm, Muhammed Esed’e göre Avrupa medeniyeti, Saîd Eyyûb’a göre ise siyonizm şeklinde yorumlanmalıdır. Kâmil Miras’a göre deccâl tek bir kişi olmayıp küfrün sembolüdür ve küfrü yayan herkes deccâldir. Çağdaş yazarlardan Muhammed Selâme Cebr deccâlin şeytan olduğu kanaatindedir. Ömer Rıza Doğrul ise bu konuda oldukça ilgi çekici bir yorum yapmıştır. Ona göre, deccâl fitnesinden korunmak için Hz. Peygamber’in Kehf süresini (veya ilk ve son âyetlerini) okumayı tavsiye etmesi anlamlıdır. Zira bu âyetlerde Hz. Îsâ’nın hıristiyanlarca Allah’ın oğlu olduğuna dair iddialar yer almakta, dolayısıyla deccâl fitnesinin Hıristiyanlık akidelerinin yayılması şeklinde anlaşılmasını mümkün kılmaktadır. Hâricîler’in erken devir âlimleri, Ce-miyye ve bazı Mu’tezile kelâmcıları ile Abdülkerîm el-Hatîb, Abdullah es-Semmân, Mustafa es-Sadâvî gibi çağdaş bazı araştırmacılar, herhangi bir te’vile gerek görmeden deccâl inancını bütünüyle reddetmişlerdir. Zira onlara göre bu konuda kesin delil niteliğini taşıyan hiçbir nas yoktur. Hz. Peygamber’e nispet edilen rivayetler ise birbiriyle bağdaştırılamayacak derecede çelişkili bilgiler içermektedir. Bunlara dayanılarak “deccâlin çıkışı haktır” tarzında itikadı bir ilke ortaya koymak mümkün değildir. Esasen beşer üstü nitelikler taşıyan mitolojik deccâl inancı yahudilerle hıristiyanlara ait olup İslâm akaidine bu kültürlerden intikal etmiştir. Görüldüğü gibi İslâm âlimlerinin çoğunluğu, bir kısmı zayıf sayılmakla birlikte isnad açısından sahih kabul edilen bazı hadislere dayanarak âhir zamanda harikulade olaylar gösterme gücüne sahip deccâlin ortaya çıkacağına ve insanları dalâlete sürüklemeye çalışacağına, daha sonra da gökten inecek olan Hz. îsâ tarafından öldürüleceğine inanmıştır. Bu âlimlerden bazıları konu için Kur’ân-ı Kerîm’den de deliller bulmaya çalışmışlardır. Görüşleri giderek taraftar bulan bazı âlimler ise olağan üstü maddî unsurlarla tasvir edilen deccâl tipinin uzak bir ihtimal olduğunu kabul etmiş, fakat konuyla ilgili sahih rivayetleri dikkate almak suretiyle deccâl kavramını reddetmeden ilgili metinleri kısaca şerrin yayılması şeklinde te'vil etmeyi tercih etmişlerdir. Âlimlerin bir kısmı da deccâl kavramının İslâmî bir temeli bulunmadığını savunarak bu inancı bütünüyle reddetmiştir. Bazı âyetlerin deccâle işaret ettiği yolundaki iddia ilmî dayanaktan yoksundur. Bu âyetlerin bir kısmında Ehl-i kitabın ölümünden önce Hz. Îsâ’ya iman edeceği, îsâ'nın yahudiler tarafından öldürülmediği, aksine Allah'ın onu kendine yükselttiği belirtilmektedir. Bu âyetlerden. Hz. Îsâ’nın bedeniyle göklere yükseltildiğine ve âhir zamanda gökten inerek deccâli öldüreceğine dolaylı olarak işaret ettiği sonucu çıkarılmaktadır. Halbuki başka bir âyette Îsâ’nın Allah tarafından ruhunun kabzedildiği (teveffî) bildirilmiş ve onun bedenen değil ruhen Allah’a yükseltildiğine işaret edilmiştir. Zira Kur’an’da belirtildiği üzere bir insanın öldürülmesi, ruhunun alıkonması yani bedeninden tefrik edilmesi demektir. Bu da îsâ'nın bedenen göklere yükseltildiği ve dolayısıyla bu hususun deccâle işaret ettiği tarzındaki iddiayı geçersiz kılmaktadır. Ayrıca Hz. Muhammed’in nebilerin sonuncusu olması ilkesi, artık yeryüzüne bir daha peygamber gelmemesini gerektirir. İslâm ahkâmını uygulamak şartıyla da olsa Îsâ peygamberin tekrar gönderilmesi, nübüvvetin sona ermesi ilkesine ters düşmektedir. Zira geçmiş peygamberlerin birçoğu da kendilerinden önceki peygamberin getirdiği hükümleri uygulamıştır. Kıyametin kopacağına dair kesin bilginin mevcut olduğunu ifade eden âyetteki “le-ilmün” kelimesini “le-alemün” şeklinde okuyarak bu âyeti Hz. Îsâ’nın dünyaya tekrar gönderileceğine delil sayan ve bunun kıyamet alâmetlerinden biri olduğunu düşünen, buradan da dolaylı olarak deccâle bir işaret çıkaranlar olmuşsa da bu anlayış isabetli değildir. Çünkü âyetin devamında kıyametin kopacağından şüphe edilmemesi ve Hz. Peygamber’e uyulması istenmektedir. Eğer âyette kastedilen Îsâ olsaydı Hz. Peygamber’e uyulması emredilmezdi. Yine Îsa’nın hem beşikte hem de yetişkinlik döneminde insanlarla konuştuğunu ifade eden âyette yer alan yetişkinlik (kehl) dönemi konuşmasının Îsâ’nın âhir zamanda tekrar gelişi sırasında olacağını ve bu âyetin deccâle işaret ettiğini ileri sürmenin de ilmî bir dayanağı yoktur. Rabbin bazı âyetlerinin ortaya çıkacağını haber veren En'âm süresindeki âyetin de (16/58) deccâle işaret ettiğini söylemek isabetli görünmemektedir. Çünkü İbn Mes’ûd, Mücâhid, Katâde, Taberî gibi âlimlerce tercih edilen yoruma göre söz konusu âyetlerle kastedilen husus güneşin batıdan doğması hadisesi olup evrenin kozmolojik düzeninin bozulmaya başlayacağını ifade eder. Nitekim âyetin devamında, rabbin âyetleri zuhur edince iman etmenin sahibine fayda vermeyeceği bildirilmektedir. Hâlbuki deccâle ilişkin rivayetlerde Hz. Îsâ’nın onu öldüreceği ve daha sonra İslâmiyet’i hâkim kılarak dinî hayatı canlandıracağı ifade edilmektedir ki bu husus âyetin verdiği bilgiye tamamen aykırı düşmektedir. Bunların dışında kalan bazı âyetlerde de deccâle işaret edildiğine dair ileri sürülen görüşün geçerli bir delili yoktur. Kıyamet alâmetlerinin gelişinden bahseden âyette ise alâmetlerin geleceği değil geldiği bildirilmektedir. Bugün mevcut en eski ve en kapsamlı rivayet tefsiri olan Taberî’nin eserinde, bu âyetin tefsiri sırasında âyetin deccâle işaret ettiğine ilişkin hiçbir rivayet bulunmamaktadır. Ayrıca tâgût’tan ve Hz. Mûsâ ile Firavun arasındaki mücadeleden bahseden âyetlerin deccâle işaret ettiğini iddia etmenin de bir dayanağı yoktur. Sonuç olarak deccâl inancının Kur’ân-ı Ke-rîm’de yer aldığını söylemek ilmî açıdan mümkün değildir. Hadislere gelince, ilk hadis derleyicilerinden olan İmam Mâlik bir rivayet dışında deccâl hadislerine yer vermemiştir. Diğer hadis kaynaklarınca nakledilenlerin bazıları zayıf kabul edilmiştir. İsnad açısından sahih görülerek Hz. Peygamber’e nispet edilen rivayetlerin bir kısmı ise birbiriyle bağdaştırılamayacak derecede çelişkiler içermektedir. Hz. Peygamber devrinde yaşayan İbn Sayyâd’ın veya bir adada zincirlerle bağlı bulunan birinin deccâl olarak gösterilmesiyle deccâlin İstanbul’un fethinin hemen ardından ortaya çıkacağının nakledilmesi bu çelişkiye verilebilecek örneklerdendir. Aslında İstanbul’un fethinden sonra deccâlin çıkacağı haberi gerçeğe de aykırıdır. Hz. Peygamberin gerçeğe aykırı haberler vermesi düşünülemeyeceğine göre bu rivayetin isnad açısından sahih kabul edilerek Resûlullah’a nispet edilmesi aslında sahih olmasını gerektirmemelidir. Kızıl veya beyaz tenli, kısa boylu veya cüsseli, heybetli olduğunu belirten örneklerde olduğu gibi deccâlin şahsına ait özellikleri tasvir eden rivayetlerde de çelişkiler vardır. Bunlardan başka deccâlin bir taraftan ilâhlık iddiasında bulunacağını, diğer taraftan alnında “kâfir” yazısının mevcut olacağını ve bunun herkes tarafından okunacağını belirten rivayetleri mâkul bir şekilde bağdaştırmak da zordur. İlgili rivayetlerde deccâlin ulûhiyyet niteliklerine sahip gösterilmesi âlimleri bunların sıhhatinden şüphe etmeye sevketmiş, gerçek mabuda iman etmekle yükümlü bulunan insanları saptırması için deccâle peygamberinkinden üstün hârikalar verilmesi, ilâhî hikmete ve kâinatta sürüp giden sünnetullaha aykırı bulunmuştur. Sonuç olarak Kur’ân-ı Kerîmde deccâl ile ilgili hiçbir sarih ifade bulunmadığı açıktır. Hadis olarak rivayet edilen metinlerden elde edilebilecek en belirgin hüküm ise deccâlin yeryüzünde inkârcılığı yaymaya çalışan, mukaddes değerleri yok sayan ve şer faaliyetlerini destekleyen bir cereyan niteliği taşıdığıdır. Bu cereyanın muhtelif asırlarda temsilcileri olmuş, bundan sonra da olacaktır. Buna göre deccâl hârika bir varlık, belli bir şahsiyet ve tek bir insan olmaktan çok her dönemde şerri temsil eden bir tiptir. Deccâl ile ilgili çeşitli rivayetlerde yer alan olağan üstü maddî tasvir ve ayrıntılar ya isnad açısından sahih değildir yahut râvilerin sehivlerine mâruz kalmış veya onların indî yorumlarıyla karışmıştır. Bu tür rivayetler tevatür derecesine ulaşmadığından, ayrıca hicrî V. yüzyıldan itibaren mecazi mânalarına yorumlanmaları İslâm âlimlerince mümkün görüldüğünden maddî bir deccâlin varlığını benimsemeyenlere küfür veya dalâlet isnat etmek de doğru değildir. Hz. İsa’nın Gökten İnişi Kıyamet alametlerinden biri olarak kabul edilenlerden biri de Hz. İsa’nın nüzulüdür. Bazı hadislerdeki ifadelere göre, Hz. İsa kıyametin kopmasına yakın inecek, insanlar arasında adaletle hükmedip, Hz. Peygamber’in şeriatıyla amel edecek, Allah’ın takdir ettiği bir süre yeryüzünde kalacak, deccali öldürecek sonra ölecektir. Konuyla ilgili hadislerden birisi şöyledir: Hz. Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Resulullah (s.a.h.) buyurdular ki: “Nefsim kudret elinde olan Zat-ı Zülcelal’e yemin ederim! Meryem oğlu İsa’nın, aranıza (bu şeriatle hükmedecek) adaletli bir hakim olarak ineceği, istavrozları kırıp, hınzırları öldüreceği, cizyeyi kaldıracağı vakit yakındır. O zaman, mal öylesine artar ki, kimse onu kabul etmez; tek bir secde, dünya ve içindekilerin tamamından daha hayırlı olur.” Sonra Ebu Hureyre der ki: “Dilerseniz şu ayeti okuyun: “Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki, ölümünden önce O’nun hak peygamber olduğuna iman etmesin. Kıyamet gününde ise İsa onlar aleyhine şahitlik edecektir” (Nisa 159). (Buhârî, “Büyû”, 102, “Mezalim”, 31, “Enbiya”, 49; Müslim, “İman”, 242; Ebu Davud, “Melahim”, 14; Tirmizî, “Fiten”, 54. Konuyla ilgili hadislerden bir diğeri de Deccâlla ilgili açıklamaların yer aldığı ve Deccâlîn Meryem oğlu İsa tarafından yok edileceğiyle ilgilidir. Hadisde şöyle buyurulmaktadır: “Deccâl ümmetim arasında çıkacak ve kırk (zaman) kalacaktır. (Resûlullah’ın kırk gün mü, kırk ay mı, kırk sene mi, dediğini râvi bilmemektedir.) Derken Allah Meryem oğlu İsa’yı gönderecektir. O, Deccâl’i arayıp yok edecektir. Sonra, insanlar yedi sene duracak, iki kişi arasında düşmanlık olmayacaktır. Sonra Allah Şam tarafından soğuk bir rüzgâr gönderecek ve yeryüzünde kalbinde zerre kadar hayır yahut iman bulunan hiçbir kimse kalmayacak, hepsinin ruhunu kabzedecektir. Hatta biriniz bir dağın içine girmiş bile olsa, rüzgârda üzerine girerek ruhunu alacaktır. Bunun üzerine insanların kötüleri kuş hafifliğinde ve yırtıcı hayvan yaratılışında kalacaklar, ne bir iyilik tanıyacaklar, ne de bir kötülüğü men edecekler. Şeytan onlara görünerek “Bana uymuyor musunuz?” diyecek, onlar da “Bize ne emredersin?” cevabını vereceklerdir. Şeytan da onlara, putlara tapmayı emredecektir. Onlar bu halde, rızıkları bol, yaşayışları güzel devam ederken sonra Sûr’a üfürülecektir…” (Müslim, “Fiten”, 23; Ahmed b. Hanbel, II, 166.) Hadislerde Hz. İsa’yla ilgili bu bilgilere karşılık Kur’an’ın verdiği bilgileri ise şu şekilde ifade edebiliriz: Hz. İsa İsrail oğullarına gönderilmiştir (es-sâf 61/6). Babasız olarak dünyaya gelmiş (Âl-i İmran, 3/37, 45, 59), ruhu’l-kudüs tarafından desteklenmiştir (el-Bakara, 2/87, 253). Kendisine bir takım mucizeler verilmiş (el-Bakara, 2/87, 253; el-Maide 5/114; ez-Zuhruf, 43/63), Allah’ın elçisi olan (en-Nisâ, 4/171; es-sâf 61/6) bir insandır. İsrail oğulları onu yalancılıkla suçlamışlar, çarmıha germek istemişler, ancak Allah onu kurtararak kendi katına yükseltmiştir (Âl-i İmran, 3/55; en-Nisâ, 4/157-158). Ancak bu yükseltilme konusunun nasıl olduğu; ruhen mi yoksa ruh ve bedenle birlikte mi olduğu konusunda açıklık yoktur. Bu nedenle bu yükseltilmenin mahiyeti konusunda görüş birliğine varılamamıştır. Konunun anlaşılması hususunda bazı müfessirler ilgili âyetleri, onun kıyamet gününden önce dünyaya döneceği, dünyada yapacağı işler, kalış süresi ve nihayet eceli ile ölüp Hz. Peygamberin yanına defnedileceğiyle ilgili haberle ışığında tefsir ederek, ayetlerin zahirinde ifade edilmeyen bir anlamı benimsemişlerdir. Ayette yer alan, maddi ve manevi anlamda yükseltme anlamına gelen “ref” kelimesinin maddi anlamda yükselteme anlamında kullanarak buradan hareketle, Hz. İsa’nın tekrar dünyaya gönderileceğine hükmetmişlerdir. Ayrıca Âl-i İmran süresinin 55. âyetinde yer alan “Ey Îsâ, seni vefat ettirip katıma yükselteceğim.” ibaresinde de takdim tehir olduğunu ileri sürerek bunu tekit etmeye çalışmışlardır. Hadislerde sözü edilen Hz. İsa’nın yeryüzüne inmesini de böylece anlamaya çalışmaktadırlar. Bu düşünceye göre mademki Hz. İsa bedeni ile gökyüzüne çıkarılmıştır ve hâlen de ordadır, öyleyse bir gün gelecek yeryüzüne inecek ve son görevini yaptıktan sonra ölecektir. Yukarıda zikredilen benzeri hadislerin yanında “Andolsun, Kitâp ehlinden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce ona inanacak olmasın. kıyâmet günü de O, (Îsâ) onların aleyhine şâhid olacaktır.” (Nhisa, 4/159) âyetindeki “ölümünden önce” ve “O, kıyâmetin kopacağını gösterir bir ilimdir.” ifadelerindeki “o” zamirinin Hz. İsa’ya râci olduğunu, dolayısıyla İsa’nın kıyametin habercisi olduğunu kaydetmektedirler. Bazı müfessirler ise Hz. İsa’nın Yahudilerden korunduğunu, eceli gelince öldüğünü ve ruhunun ref edildiğini ileri sürmektedirler. Ehl-i kitaptan olanlar kendi ölümlerinden önce gerçeği öğrenip ona inanacaklar fakat bunun faydası olmayacaktır. Bu görüş sahipleri ayetlerde söz konusu olan “vefâ” kelimesinin zahirî manasında olduğunu, “vefat ettirme ve yükseltme” ifadesinde de takdim tehirin söz konusu olmadığın belirtmektedirler. “Ölümünden önce” ifadesindeki zamirin Hz. İsa’ya değil kitap ehline, “o kıyametin bildiricisidir” ayetindeki zamırın de kur’an’a raci olduğunu kaydetmektedirler. Hz. İsa tabiî bir ölümle ölmüştür. Onun nüzülü meselesi de inanılması zorunlu dinî bir mesele değildir. Bu noktada Kur’an’da sarîh bir ifade bulunmamaktadır. Hadisler de tevatüre ulaşmamıştır. Bu nedenle Hz. İsa’nın nüzülünü inkâr eden zarurât-ı diniyyeden bir şeyi inkâr etmiş sayılmaz. Zir mesele kat’î delillerle sübut bulmamıştır. Her şeyden önce nüzûl-i îsâ inancına dayanak teşkil eden rivayetlerdeki bilgileri sünnetullah ile telif etmek zordur. Değerlendirme Soruları 13.1.1. Kıyamet anlamındaki benzer kavramları ve aralarındaki farkları değerlendiriniz 13.1.2.1. Küçük alametler olarak dile getirilen alametlerin genel temasını araştırınız. 13.1.2.2. Büyük alametlerin akli ve nakli delillerini araştırınız. 14. Hafta Sûra ikinci üfleyişten sonra kabirlerdekilerin tekrar diriltilmesi ve mahşerde toplanmasıyla olacaktır. Kurân-ı Kerim’de hesap meydanına hareketin bir davetçinin çağrısıyla olacağı, kişilerin çağrıya karşı koymadan koşuşan çekirgeler gibi belli bir hedefe doğru ilerleyeceği ifade edilir (bk. el-Kamer, 54/6-8; el-Meâric, 70/43-44). Bu yolculuğun tasviri hakkında çeşitli hadisler de rivayet edilmiştir. İslâm inancına göre kıyamet gününde insanların hesaba çekilmesi belli kayıtlara bağlı olarak yapılacaktır. Bunlara Kur’an’da kitâb adı verilmekte (bk. el-İsrâ 17/13-14), Türkçe’de ise amel defteri olarak bilinmektedir. Amel defteri, yazıcı melekler tarafından tutulmakta ve kişinin dünyadaki bütün söz, fiil ve bazan da niyetleri hayır ve şer olarak değerlendirilerek bu deftere geçirilmektedir (bk. el-Kehf, 18/ 49; el-İnfitâr, 82/10-12). Söz konusu yazılı belgenin mahiyeti hakkında herhangi bir şey söylemek mümkün değildir. Allah hiçbir vasıta ve malzeme kullanmadan her şeyi kuşatan sınırsız bir ilme, muhasebe ve muhakemeye ihtiyaç hissettirmeyecek mutlak bir adalete sahip olduğu halde, onun hesap günündeki icraatını bu tarzda yürütmesi, bütün sırların ortaya çıkarılacağı o gündeki aleniyeti sağlama ve gerçeklerden herkesi haberdar etme hikmetine bağlı olsa gerektir. Kıyameti tasvir eden ve kula ait sorumluluk sınırlarını çizen çeşitli âyet ve hadislerden anlaşılacağı üzere, bütün mükellefler her şeyden önce imandan sorguya çekilecektir. Bundan sonra kul haklarının, daha sonra da Allah ile kul arasındaki hakların hesabı görülecektir. Müslüman âlimlerin çoğunun kanaatine göre, ilâhi vahye samimiyetle inananlar, kul hakkı veya diğer günahları sebebiyle bir süre cezalandırılsalar da sonunda kurtuluşa ereceklerdir. Fakat kendilerine bildirildiği halde ilâhî tebligata inanmayanlar ebedî hüsrana uğrayacaklardır. Sûr’a İkinci Üfleniş ve Ba‘s Sûr, sözlük itibariyle “boru, üflenince ses çıkaran boynuz” anlamındadır. Kıyametin habercisidir. Mahiyet yönünden bilinmemekle birlikte Hz. Peygamber tarafından boynuza benzetilmiştir. Kur’an’ı- Kerîm sûr’a iki kez üfürüleceğini haber vermektedir. ez-Zümer sûresi 68. âyetinde Sûra üflenir; Allah’ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde kim varsa çarpılıp cansız yere düşeceği bildirilmektedir. Yine bununla ilgili olarak bir başka âyette ise “sûra kuvvetle üflendiğinde, yer ve dağların yerlerinden kaldırılıp bir tek darbe ile çarpılıp paramparça edileceği ve o gündü kıyametin kopacağı, gök’ün yarılıp, parçalanacağı, iyice kuvvetten düşeceği, haber verilmektedir. (el-Hâkka, 69/13-15). İkinci kez sû’ra üflendiğinde ise, insanların ayağa kalkacağı, bir araya gelecekleri, suçlu kâfirlerin, gözleri (korku ve heyecandan) gömgök vaziyette mahşer meydanında, yüzleri kapkara, pek çirkin bir şekilde toplanacakları (Tâhâ, 20/102), insanların aralarında akrabalık bağının kalmayacağı, birbirlerini arayıp sormayacakları (el- Mü’minûn, 23/101) haber verilmektedir. Allah’ın diledikleri dışında göklerde ve yerde bulunanların hepsinin dehşete kapılacağı ve boyunları bükük olarak bölük bölük Allah’a gelecekleri (en-Neml, 27/87; en-Nebe, 78/18), kabirlerinden, çağıranın görülmemiş bir şeye çağırdığı gün, etrafa yayılmış çekirge sürüsü gibi bakışları perişan bir halde ve davetçiye koşarak çıkacakları, bildirilmektedir. Yine Kur’an onların durumunu haber verme hususunda onların kabirlerinden çıkıp sür’atle sanki bir hedefe varmak istercesine koştuklarını, gözleri yerde, kendilerini baştan aşağı bir zillet kaplamış durumda olduklarını haber vermektedir. (el-Meâric, 70/43-44). Birinci sûr ile ikinci sûr arasında ne kadar zamanın geçeceği bilinmemektedir. Bu konuda bazı rivayetler varsa da hiçbirinde kesin bir süre açıklanmamıştır. Sûra ikinci kez üfürülmesiyle bütün canlı yaratıkların hesap vermek üzere tekrar diriltimeleri demek olan ba‘s kelime anlamı itibariyle “diriltmek, göndermek ve sevk etmek, birini kaldırıp harekete geçirmek; uykudan uyandırmak,” anlamlarınadır. Kıyamet gününde Allah’ın âhiret hayatını başlatmak üzere Ölüleri yeniden canlandırması, onları kabirlerinden çıkararak hayata göndermesi” anlamındadır. Ba’s inancı bazı farklılıklarla birlikte İslâmiyet’ten Önce eski Mısır, İran, Çin ve Hint dinlerinde bulunduğu gibi, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da vardır. Kur’an’da ifade edildiği üzere Câhiliye devri Arapları’nın büyük bir kısmı ölümden sonraki dirilişi inkâr ederken bir kısmının buna inandığı bilinmektedir. Kıyamet hallerinden olan ba’s Kur’an, sünnet ve icmâ ile sabit olduğundan İslâm dinindeki iman esaslarından biridir, bunu inkâr eden dinden çıkmış kabul edilir. Kur’an’da kıyamet gününün mutlaka geleceği, kabirlerin açılacağı, yeryüzünün, içindeki ağırlıkları dışarıya atacağı ve Allah'ın insanları tekrar dirilterek yerden ot bitirir gibi topraktan çıkaracağı, bildirilmiş, “Cibril hadisi”nde de ba’s iman edilmesi gereken esaslar arasında sayılmıştır. Ehl-i sünnete göre ba’s kesin naslarla sabit olduğu gibi aklen de mümkündür. Mu’tezile ise mümine mükâfat, kâfire ceza vermenin Allah’a vacip olduğu şeklindeki temel görüşünden hareketle ba’sı mümkün olmanın ötesinde aklen zorunlu görmüştür. Kerrâmiyye de aynı kanaati paylaşmıştır. Şîa’nın konu ile ilgili görüşü Ehl-i sünnet'inkinden farklı değildir. “Yevmü’1-ba’s” ve “yevmü’l-hurûc” ismi de verilen o günde insanlar arasındaki soy yakınlığının fayda vermeyeceği, herkesin kendi derdine düşeceği ve bu yüzden kişinin kardeşinden, anne baba, eş ve çocuklarından kaçacağı, kimsenin birbirine bir şey sormayacağı, herkesin tek başına muhatap alınıp sorumlu tutulacağı, bazı yüzlerin ak, bazılarının kara olacağı şeklinde kıyametle ilgili bilgiler Kur’an’da ayrıntılı bir şekilde zikredilmektedir. Kur’an, ölümden sonra dirilişi hayretle karşılayan ve bu konuda kesin bilgi sahibi olmak isteyenlere cevap teşkil etmek üzere, ölmüş ve parçalarına ayrılmış bazı canlıların yeniden diril-tildiğini haber vermek suretiyle duyulur âlemden de insan zihnini diriliş gerçeğine yaklaştıncı örnekler sergilemektedir. Hadislerde anlatıldığına göre bir cuma günü gerçekleşecek olan yeniden diriliş, insandaki acbü’zzeneb adı verilen ve hiçbir zaman çürüyüp yok olmayan bedene ait maddî unsurların gökten inecek bir nevi hayat suyu sayesinde bir anda canlanmasıyla gerçekleşecek ve insan kabirden veya acbü’z-zenebin bulunduğu yerden bir bitkinin topraktan çıkışı gibi süratle canlanıp ortaya çıkacaktır. Bazı din bilginleri ba'sın, meniye benzeyen bir çeşit suyun gökten inip kabirdeki acbü’z-zeneble karışması sonucunda tahakkuk edeceğini söylemişlerdir. Bazıları ise bu açıklamayı uygun bulmayarak ilâhî kudretin bu tür vasıtalara muhtaç olmaksızın ölüleri diriltebileceği görüşünü benimsemişlerdir. İbn Kesîr’in naklettiği bir hadiste. İsrafil'in sûra ikinci defa üflemesinden sonra göklerle yeryüzü arasında bulunan ruhların kabirlerdeki cesetlere gireceği ve dirilişin böylece gerçekleşeceği anlatılır. Kıyamet tasvirleriyle ilgili hadislerde kabirden ilk defa Hz. Muhammed’in kalkacağı ve organları teşekkül etmiş düşük çocuklar dahil bütün insanların dirileceği bildirilir. Ayrıca ba’s sırasında kişilerin çıplak, tüysüz, sünnetsiz, sağlıklı ve otuz yaşlarında olacakları belirtilir. Ebû Dâvûd ise insanların ölümleri sırasında giyinmiş oldukları elbiselere bürünmüş olarak diriltileceklerini ifade eden bir hadis nakleder. Fakat Müslim’deki, “Her kul öldüğü hal üzere diriltilir” hadisi dikkate alınarak Ebû Davud’un rivayetindeki “elbise” kelimesi “iman ve amel elbisesi” anlamında te’vil edilmiştir. Hadislerde ba'sın aklen mümkün görülen bir hadise oluşu üzerinde durulmuş ve Kur’an’dakine benzer tarzda ispatlar yapılmıştır. Ba’s ile ilgili âyetler yeniden dirilişin cismanî olacağını göstermektedir. Nitekim ölüp toprağa karıştıktan sonra dirileceklerini akıllarına sığdıramayan inkârcılara, “Biz toprağın onlardan yiyip tükettiklerini de, geride bıraktıklarını da çok iyi biliriz, katımızda her şeyi muhafaza eden bir kitap vardır” şeklinde cevap verilmiş; çürümüş kemikleri göstererek, "Bunları kim diriltebilir?” diyenlere, “Onları ilk defa yaratan diriltecektir” buyrulmak suretiyle kemiklerin diriltilmesi ba’sın kapsamında gösterilmiş, böylece dirilişin cismanî olacağı vurgulanmıştır. Ayrıca cennet ve cehenneme, cennet ehli ve onlara verilecek nimetlere, cehennem halkı ve onlara uygulanacak azaba dair birçok âyet ve hadiste yer alan tasvirler âhiret hayatının cismanî olacağını, yani ruh ile bedenin birleşmesiyle kurulup devam edeceğini açıkça göstermektedir. Bu kadar açık ve kesin nasla-rı te’vil edip âhiret hayatının sadece ruhanî olduğunu iddia etmek, tutarlı te’vil çeşitlerinin hiçbiriyle bağdaşmaz. Bu sebepledir ki Gazzâlî bu tür te’villeri inkârla eşit tutmuş ve buna taraftar olan filozofları tekfir etmiştir. Ehl-i sünnet, Mu’tezile ve Şîa gibi ana İslâmî mezhepler yeniden dirilişin cismanîliğini kabul ederler. Bunu imkânsız görenlere karşı Kur’an, spermanın uygun ortamda gelişmesini tamamlayarak güçlü, güzel endamlı, akıllı ve mükemmel bir varlık haline gelinceye kadar geçirdiği gelişme sürecini, aynı şekilde kupkuru ve ölü toprağın yağmur suyuyla canlanışını ve çeşit çeşit bitkilerle bezenişini, yeniden dirilmenin mümkün olduğunu ispatlayan deliller olarak gösterir. Ayrıca Kur’an şunu da hatırlatır ki eğer insan bir çeşit ölüm sayılabilecek olan uykuya dalışından sonra tekrar hayata dönüşü üzerinde fikir yürütür veya kâinatın akıllara durgunluk veren kozmik işleyişini araştırırsa cismanî haşri anlamakta güçlük çekmez. Çünkü bunların gerçekleşmesi insanların ölümden sonra diriltil-melerinden daha kolay değil, aksine daha zordur. Kur’an tecrübe dünyasından aldığı bu nevi delillere dayanarak hem diriliş olayının aklî temellerini göstermiş, hem de bunu inkâr edenlerin hiçbir delile sahip bulunmadığına ve itirazlarının ilmî bir değer taşımadığına işaret etmiştir. Gazzâlî’ye göre yeniden dirilme hakkındaki şüpheler, bu dünyadaki benzer olayların mahiyetini iyi kavrayamamaktan ileri gelmektedir. Nitekim canlıların üremesi ve ceninin oluşumu hakkında bilgi sahibi olmayan bir kimseye, insan gibi yüksek bir varlığın döl suyu (nutfe) denilen bayağı bir nesneden yaratıldığı söylenecek olsa bunu kabul etmekte güçlük çekecektir. Şu halde canlıların hayata geliş biçimi dikkatle düşünüldüğü takdirde ilk yaratılışın ba’s denilen ikinci yaratılıştan daha şaşırtıcı olduğu kolaylıkla anlaşılacaktır. Esasen ölülerin diriltilmesinde önemli olan husus bunu gerçekleştirecek bir gücün bulunmasıdır. Sonsuz kudret sahibi yaratıcının varlığına inanıldığı takdirde ba’sın imkânsızlığı görüşü tamamen geçersiz kalır. Ehl-i sünnet kelâmcıları, toprağa karışan bedenin tamamen yok olması halinde bile ölümden önceki varlık ve keyfiyetleriyle yeniden diriltilebileceği görüşündedirler. Kalânisî ile Mu’tezile’den Kâ’bî bedene ait hiçbir niteliğin, Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf, Ebû Ali el-Cübbâî ve oğlu Ebû Hâşim ise bazı niteliklerin iade edilmesini imkânsız görürler. Kerrâmiyye’ye göre ister maddî ister manevî olsun tamamen yok olan hiçbir nesnenin aynen iade edilmesi mümkün değildir. Bu sebeple onlar ölülerin bedenlerinin yok olmayacağını, sadece parçalanıp dağılacağını, ba’s sırasında bu parçalar bir araya getirilerek yine bir beden olarak birleştirileceğini savunmuşlardır. Gazzâlî ise ikinci hayatın ancak ruh ve bedenle birlikte gerçekleşeceğini, yalnız bu bedenin dünya hayatındaki beden olabileceği gibi farklı unsurlardan yaratılmış yeni bir beden olarak da düşünülebileceğini belirtmiştir. İslâm Meşşâî filozoflarının cismani diriliş konusundaki olumsuz tavırları “ma’dûmun aynıyla iadesini imkânsız görmelerinden ileri gelmektedir. Onlara göre çürüyüp yok olan bedenin âhirette tekrar aynıyla meydana getirilmesi mümkün değildir. Hâlbuki ruh bakidir, onda değişiklik söz konusu değildir. Gerçi Allah yeni bir beden yaratıp ruhla birleştirmeye muktedirdir; fakat aynı ruhun farklı bedenlerle birleşmesi bâtıl bir inanç olan tenasüh ü gerektirir. O halde ba’s ve kıyamet sadece ruhlar için söz konusudur. Ayet ve hadislerde geçen cismanî tasvirler ise insana âhiret hayatıyla ilgili gerçekleri daha kolay anlatmak, iyiliğe teşvik etmek ve kötülükten vazgeçirmek için başvurulan sembollerden ibarettir. İslâm filozoflarının bu görüşünü kelâmcılar “eczâ-i asliye” formülüyle cevaplandırmışlardır. Buna göre her canlının bedeni doğumundan ölümüne kadar sürekli değişikliğe uğrasa da değişmeyen bazı aslî parçalar mevcuttur. İşte kıyamet gününde canlının bedeni onun bu aslî cüzlerinden meydana getirilecektir. Şu halde fazlalıkların çürüyüp yok olması, toprağa karışması, hatta başka bir canlının bedenine intikal etmesi yeniden diriliş için bir problem teşkil etmez. Diriliş olayının gerçekleşmesi için dünyadaki bedene ait çürümüş parçaların aynen iade edilmesi de gerekli değildir. Organların kendisinden teşekkül ettiği aslî unsurun mevcut oluşu yeterlidir. Nitekim dünyadaki beden de devamlı olarak yenilenmekte ve değişmektedir. İslâm filozofları içinde özellikle Fârâbî ve İbn Sînâ, devirlerinde, hem matematik ve tabiat ilimlerini hem de metafizik konuları sinesinde toplamış bulunan felsefe adına konuşmuş ve Helenistik felsefeden de etkilenerek spekülatif metotla cismanî ba’sın mümkün olmadığını öne sürmüşlerdi. Kelâmcılar da aynı metotla, fakat vahyin ışığından faydalanarak bunun mümkün olduğunu söylüyorlardı. Çağımızda ortaya çıkan ve canlıdaki fizyolojik ve psikolojik bütün Özelliklerin “gen” adı verilen çok küçük bir parçada bulunduğunu keşfeden genetiğin verileri kelâmcıların görüşüyle büyük bir uygunluk arz etmektedir. Genetiğin bu keşfi aynı zamanda, hazırlanacak uygun fizikî şartlar içinde, insanların acbü’zzenebden diriltileceklerini bildiren hadisleri de teyit eder mahiyettedir. Hayvanların tekrar diriliş olayına dahil olup olmadıkları hususu da kelâmcılar arasında tartışılmıştır. Bazı kelâmcılar hayvanların da diriltileceğim ve hesaplaşmadan sonra toprak haline getirileceğini kabul eder, Nazzâm ise bunların da cennete gireceğini ve burada yaşamaya devam edeceğini ileri sürer. Haşir Sözlükte “bir topluluğu bulunduğu yerden zor kullanarak çıkarıp bir meydanda toplamak” mânasına gelen haşir ( حشر ) kelimesi, kıyamet gününde yeniden diriltilen (bas) bütün varlıkların hesaba çekilmek üzere bir meydana sevk edilip toplanmasını ifade eder. Toplanılacak yere mahşer, mevkıf veya arasât denir. Buna göre haşir, kıyamet halleri arasında ba’stan sonra ikinci merhaleyi oluşturur ve “hesap görüldükten sonra cennet veya cehenneme sevk edip dağıtmak” anlamındaki neşirin karşıtı olur. Geleneksel inanca göre bütün ümmetler kendi peygamberinin önderliğinde haşredileceği, en önde de ümmetiyle birlikte Hz. Muham-med bulunacağı için ona “haşir” adı da verilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de haşir, biri “dünyadaki sürgün” mânasında olmak üzere iki defa geçmekte, ayrıca aynı kökten türeyen isim ve fiil şeklindeki müştakları da kırk bir âyette yer almaktadır. Bunların büyük bir kısmında âhiretteki haşrin tasviri yapılır. Kur’an ancak rableri huzurunda toplanacaklarından korkanlara fayda vereceği hususuna da işaret edilen bu âyetlerde belirtildiğine göre başta insanlar ve cinler olmak üzere şeytanlar, melekler, hatta tapınılan putlar bile hesaba çekilmek için haşredilecektir (Âi-i İmrân, 3/158; el-En’âm, 6/51, 72, 128; Sebe, 34/40; el-Ahkâf, 46/6). Yeryüzü yarılacak, insanlar süratle kabirlerinden çıkarak çekirgeler gibi kendilerini çağırana doğru koşacaklar (Kâf, 50/44; el-Kamer, 54/7-8); herkesin yanında biri ameline şahitlik etmek, diğeri de onu mahşere götürmekle görevli iki melek bulunacaktır (Kâf, 50/21). İlâhî buyruklara isyan etmekten sakınan müttakiler, rahmanın huzuruna süvari elçiler ve konuklar gibi yüzleri parlak ve sevinçli durumda haşredilirken kâfirler, zalimler ve Kur’an’dan yüz çeviren mücrimler gözleri korkudan göğermiş, zincire vurulup katrandan gömlek giydirilmiş, kederli ve kara yüzlerini ateş bürümüş olarak kör, sağır ve yüzükoyun bir şekilde cehennem yoluna sevk edilecekler, hesap vermeleri için cehennemin etrafında diz çöktürülmüş bir halde bekletilecekler, sonunda da cehenneme atılacaklardır (İbrahim, 14/49-50; el-İsrâ, 17/97-98; Meryem, 19/68, 85-86; Tâ-hâ, 20/102, 124-126; el-Furkân, 25/34; Abese, 80/38-42). Haşrin kötüsünden Allah'a sığınan ve fakirler zümresi içinde haşredilmeyi niyaz eden (Tirmizî, “Zühd”, 37) Hz. Peygamber'in hadislerinde haşrin kısımları, şekilleri, İnanç ve amelleri değişik olan insanların haşir esnasındaki durumları hakkında çeşitli bilgiler verilmektedir. Bu hadislerden anlaşıldığına göre kıyamet alâmetlerinin ilki veya sonuncusu olarak çıkacak bir ateş insanları doğudan batıya sevkedecektir ki (Buhârî, “Enbiyâ”, 1) bu dünyada vuku bulacak olan bir haşir kabul edilir (İbn Kesîr, I, 227, 228). Asıl haşir ise kıyametin kopmasından sonra diriltilecek yaratıkların kabirlerinden çıkması ile gerçekleşecek olan haşirdir. İlgili hadislerde haber verildiğine göre insanlar, üzerinde dağ. taş gibi yol gösterici hiçbir alâmetin bulunmadığı, kepeksiz un gibi bembeyaz ve dümdüz bir alanda haşredilecektir (Buhârî, “Rikak”, 44). Kabirden ilk defa Resûl-i Ekrem çıkacak, onu Ebû Bekir ve Ömer takip edecek, daha sonra Medine ve Mekke'de bulunanlar Peygamberle birlikte mahşer yerine varacaklardır (İbn Kesîr, I, 262). Haşir esnasında insanlar yalınayak, çıplak ve sünnetsiz olacak, fakat o günün dehşetinden erkekler ve kadınlar birbirlerine bakamayacak, izdihamdan ve yaklaştırılan güneşin hararetinden Ötürü dökülen terler ağızlara ve kulaklara kadar yükselecektir (Buhârî. “Enbiyâ”, 8, “Zekât”, 52). Cennet elbiselerinden ilk defa Hz. İbrahim İle Hz. Peygamber'e, ardından diğer peygamberlere ve müminlere giydirilecek ve bunlar haşrin zorluklarından kurtulacaktır. İnsanlar inançlarına ve amellerine göre çeşitli şekillerde hasredilir. Kötülüklerden sakınanlar eğerleri altından olan emsalsiz binekler üzerinde hasredilir ve müstakbel hayatlarını özlerler. Bazıları ikişer, üçer, dörder, onar kişilik gruplar halinde develer üzerinde mahşer yerine götürülür. Bazıları da kavurucu güneş altında yaya olarak haşrolunur. Kâfirlere gelince bunların liderleri yüzükoyun, diğerleri yürüyerek mahşere sevkedilir (Buhârî, “Rikâk”, 45; Müslim, “Cennet”, 59). İlâhî emirler karşısında büyüklük tas-layanlar zerreler gibi küçültülmüş olarak mahşere götürülecek (ibn Kesîr, 11, 8), başkasının arazisini haksız yere alanlar da bu arazinin toprağını mahşer yerine kadar sırtında taşımaya mahkûm edilecektir (Müsned, IV, 173). Mahşer yerine gelen insanların gözleri gökyüzüne çevrilmiş halde kırk yıl bekleyecekleri, sonunda Hz. Peygamber'in şefaatiyle hesaba çekilme işleminin başlayacağı da hadislerde verilen bilgiler arasında yer alır. Haşir, muhtemelen “insanları bulundukları yerden çıkarmak” şeklindeki sözlük anlamından hareketle bazı kelâmcılar tarafından yer yer ba’s ile eş anlamlı bir terim olarak kullanılmıştır. Ancak Halîmî, Kurtubî, İbn Kesîr, Aynî ve daha başka birçok âlim, haşri ba'stan sonra gerçekleşecek merhaleyi ifade eden bir terim olarak kabul etmişlerdir. Bu görüş, kıyamet hallerini tasvir eden naslara daha uygun düşmektedir. Haşir terimini gene! anlamıyla kıyamet veya meâd yerine kullanan âlimler, onun muhtevasını kıyametteki bütün merhaleleri kapsayacak şekilde geniş düşünmüş ve buna göre açıklamalar yapmışlardır. Haşir konusuna ilişkin bilgiler yalnız âyet ve hadislere bağlı olduğundan bu hususta İslâm âlimleri arasında farklı görüşlere hemen hemen hiç rastlanmamaktadır. İlgili naslarm yorumu sırasında daha çok hayvanların haşri birbiriyle çelişir gibi görünen bazı nasların telifi, ilâhî huzura haşredilişten doğan mekân problemi ve haşrin cismanî mi ruhanî mi olduğu konularında farklı yaklaşımlar göze çarpmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de haşr kavramı hayvanlara da nisbet edilmiştir (bk. el-En’âm, 6/ 38; et-Tekvîr, 81/5) Bu tür âyetlerle aynı konuya dair hadislerin yorumunu yapan âlimlerin bir kısmı hayvanlara izafe edilen haşrin ölümden ibaret olduğunu, hayvanların Ölüm sonrasında bir hayatı ve sorumluluğunun bulunmadığını söylerken bazıları, daha çok kelimenin genel sözlük anlamından ve bir kısım rivayetlerden hareketle hayvanların da kıyamette diriltilmesin! mümkün görmüşlerdir. Ancak hayvanların yükümlü ve sorumlu olmadığı, ayrıca hesaba sığmayacak kadar çok olan hayvanların haşredilmesinin hikmetten uzak görünmesi gerçeği karşısında İbn Abbas’ın da yer aldığı birinci gruptaki âlimlerin fikri daha isabetli görünmektedir. Kıyameti tasvir eden bazı âyetlerde kâfirlerin ve Kur’an’dan yüz çevirenlerin kör, sağır ve dilsiz olarak haşredileceği belirtilirken (el-İsrâ, 17/97; el-Mürselât, 77/35-36) bir kısmında bunların da herkes gibi konuşacaklarının bildirilmesi ilk bakışta çelişkili gibi görünürse de bu husus, ba’s ve haşirle başlayacak olan kıyamet hallerinin değişik merhaleleriyle İlgili bir durumdur. Bu merhalelerin bir kısmında mevcut olan bir halin diğerinde değişmesi mümkündür (Halîmî, 1,420-421). Kur’ân’da âhiret hayatından söz edilirken nihaî dönüşün Allah’a olacağı, herkesin O’na rücû edeceği sık sık tekrarlanır. Bu tür ifadeler, haşrin “Allah’ın huzuruna varış” mânasını da taşıdığını gösterir. Bu ise mekândan münezzeh olan Allah'a bir yer veya makam nisbet edildiği intibaını doğurur. Ancak halik ile mahlûk arasındaki münasebet ulûhiyyet açısından dünyada ne ise âhiret hayatında da odur. Bununla birlikte Kur’ân’da da ifade edildiği gibi (Kâf, 50/22) kıyamette kişi ile gayb âlemine dair bazı gerçekler arasındaki perde kalkar ve insan huzûr-i ilâhîde bulunduğunun şuuruna varır. Şu halde buradaki değişim hâlikte değil mahlûkta meydana gelir. Ezelî ve ebedî olan. zamandan, mekândan ve değişiklikten münezzeh bulunan Allah ise daima aynı sıfatları taşır. Amel Defterleri Kur’an’da kitâb ve suhuf adlarıyla geçen amel defterine kitâbü'l-a’mâl, sahîfetü’l-a’mâl de denir. Kur’ân’ın belirttiğine göre insanın dünyada benimsediği inanç ve işlediği bütün fiiller tesbit edilmiş olup kıyamet gününde bir kitap halinde kendisine sunulacak; okuma bilen ve bilmeyen herkesten kendi kitabını okuması istenecektir “Kirâmen Kâtibin”, “hafaza”, “rusül”, “rakib-atîd” adlarıyla anılan meleklerin yazıp kaydettikleri bu kitap, cennete girecek olan ashâbü’l-yemîn’e sağ taraftan, cehenneme atılacak olan ashâbü’ş-şimale ise soldan veya arkadan verilecektir. Amel defterini sağdan alan “yüzleri parlak zümre” sevinip umduğuna kavuşacak, soldan veya arkadan alan “bedbaht zümre” ise başına gelecek felâketi anlayarak yok olmayı isteyecektir. Amel defterini okumak için okuma yazma bilmek gerekmeyecek, herkes Allah’ın İlhamıyla defterini okuyacaktır. Amel defteri ile ilgili olarak Kur'an'da açıklanan hususlardan biri de günahkârlara ait kitapların siccîn’de, iyilere ait olanlarınsa illiyyîn’de bulunacağıdır. Siccîn de illiyyîn de hatalardan arınmış, tahriften uzak, yazıları bozulup silinmez bir sicilde kayıtlı kitaplardan ibarettir. Bazı müfessirler bu iki kelimeden hareket ederek, ayrıca İsrâ sûresinin 13. âyetini de dikkate alarak amel defterinin insanın kendi özünde bulunduğunu ve amellerin insan üzerinde bıraktığı iz ve tesirlerle korunduğunu söylemişlerdir. Fussılet sûresinde kulakların, gözlerin ve derilerin, Yâsîn sûresinde de kıyamet günü ağızların mühürlenip ellerin ve ayakların insanın işlediği fiiller hakkında şahitlik yapacağının bildirilmesi, amel defteriyle ilgili bu yorumu teyit eder mahiyettedir. Müfessirler Kur’an’da zikredilen kitap ve suhufun, insan ömrünün muhasebesinin yazılı bulunduğu defter mânasını ifade ettiği gibi kişinin hesabının görüldüğünü bildiren bir belge anlamına gelebileceğini de belirtirler. Mu’tezile’nin çoğunluğu ve sonraki Eş’ariyye âlimleri amel defterini, Allah'ın, insanların iyilik ve kötülükleri hakkındaki bilgisi şeklinde yorumlamışlar. Mâtürîdiyye ile Selefiyye’nin tamamı ve Eş’ariyye ile Mu’tezile’nin bir kısmı ise keyfiyeti ve mahiyeti bilinemeyen bir amel defterinin varlığını kabul etmişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm sadece fertlerin değil, milletlerin de amel defterlerinin olacağı, her milletin hesap gününde kitabını okumaya davet edileceği ve yaptıklarının karşılığının kendilerine verileceği bildirilerek yeryüzünde şımarmayan ve ortalığı fesada vermeyen milletlerin hesaplarının temiz çıkacağını anlatır. Kur’an bu suretle insanın hem ferdî hem de içtimaî sorumlulukları bulunduğuna işaret ederek onu her iki bakımdan da dikkatli olmaya çağırır. Hadislerde, kıyamet günü amellerin yazılı olduğu sayfaların ellerde uçuşur gibi sağa sola çevrileceği tasvir edilir. Bu tür ifadeler gerçek tasvirler olabileceği gibi konunun önemini ve mutlaka vuku bulacağını anlatmayı hedef almış remizler de sayılabilir. Hesap ve Mîzân Âhiret gününde kulun tâbi tutulacağı hesabın sonucu, Kurân’da, “terazilerin ağır yahut hafif gelmesi” şeklinde ifade edilmiştir. Nasıl olacağını Allah’tan başka kimsenin bilmediği bu terazide “tartılar”ı ağır gelenler kurtuluşa erecek ve mutlu bir hayat süreceklerdir. “Tartılar”ı hafif gelenler ise kendilerini hüsranda bulacaklardır (bk. el-A’râf 7/8-9; el-Mü’minûn, 23/102-103; el-Kâria, 101/6-8). Kur’an terminolojisinde kurtuluş cennet, rızâ ve cemâli, hüsran da cehennem, elem ve mahrumiyeti ifade eder. Rızâ. kurtuluşa erenlerin Allah’tan, Onun da kendilerinden hoşnut olmasıdır ve bütün maddî nimetlerin üstündedir (bk. et-Tevbe, 9/72; el-Fecr, 89/27-30; el-Beyyine, 98/8). Cemâl de Cenâb-ı Hakk’a bakmak ve O’nu görmektir (bk. el-Kıyâme, 75/22-25; el-Mütaffifîn, 83/151). Hüsrana uğrayanlar bu nimetlerden mahrum olacakları gibi çeşitli elem ve azaplara da mâruz kalacaklardır. Şefaat ve Havz-ı Kevser Şefaat kelime olarak; birinden, başkası adına bir ricada bulunma, kusurlarının bağışlanmasını dileme, bir suçlu veya ihtiyaç sahibinin af ve iyiliğe kavuşması için diğeri tarafından vâsıtalık etme, kayırma, iltimas ve yardım isteme mânâlarına gelmektedir. Terim olarak ise şefâat, Allah Teâlâ’dan, ahrette günahkâr müminlerin günahlarının affedilmesi, günahı olmayanların ise daha yüksek derecelere yükselmeleri için, Allah’ın izin verdiklerinin Allah’a aracılık yapmalarıdır. Hz. Peygamber hadislerinde şefaat yetki olanlar arasında peygamberleri, âlimleri ve şehîdleri zikretmiştir ((İbn Mâce, “Zühd”, 37.) Kur’an-ı Kerîm’e göre şefaat âhirete mahsustur. Allah’a ve O’nun verdiklerinin bir tasarrufudur. (Sebe, 34/23; Meryem, 19/87; Tahâ, 20/109). Yalnızca müminler içindir, kâfir ve müşrikler için değildir(el-‘Arâf, 7/53; Gâfir, 40/18). Müşriklerin tapındıkları putlar onların yanında yer almayacaklar ve onlara şefaatçi olamayacaklardır. (Yunus, 10/18; el-En‘âm, 6/94) O’nun izni olmadan meleklerin şefaatinin bile fayda vermeyecektir. ( en-Necm, 53/26) Hz. Peygamber de şefaatle ilgili olarak ümmetinden günah işleyenlere şefaat edeceğini haber vermiştir (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 21; Tirmizî, “Kıyâmet”, 11.). Yine ahirette ümmetine şefaat etmek için diğer peygamberlerin olduğu gibi kendisine has duasının olduğunu, bildirmiştir (Buhârî, “Da‘avât”, 1; Müslim, “Îmân) Yine kendisine şefâat-ı uzma yetkisi verildiğini beyan etmiştir (Buhârî, “Zekât”, 52). Ehl-i Sünnet inancına göre, büyük günah sahipleri hakkında peygamberlerin ve hayırlı mü’minlerin şefaatta bulunma yetkileri vardır Bu husus Kur’an-ı kerîm ve meşhur hadislerle sabittir. Bu çerçevede Kur’an-ı Kerim’de de, “(Ey Muhammed!) Hem kendinin hem de mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların günahının bağışlanmasını dile” (Muhammed 47/19) buyurulması, Hz. Peygamberin mü’minler için af dilemesinin faydası olması ve öyle olmasaydı âyetin anlamının yitirileceği söz konusudur. “Artık şefaatçıların şefaati onlara (kâfirlere) fayda vermez” buyurulması da şefaatin varlığı için delildir. Bununla kâfirlerin durumlarının şiddeti, kötü ve zor durumda oldukları, herkese faydası olan şefaatin bile size onlara yararının olmadığı ifade edilmek istenmektedir. Hesap sonrası Allah’ın dilediğini bağışlayacağı ve dilediğini ise azaplandıracağı bildirilmekle birlikte (el-Bakara, 2/284) asıl olan kişinin amelinin karşılığını görecek olmasıdır. Şefaatın gerekli olması Allah7ın kulları için bir lütuf ve ihsanından ibarettir. Bu nedenle şefaata nail olabilmek için insanın temel dini görevlerini yerine getirmesi gerekir. Şefaatın insanı temel vazifelerini ihmale sevk edici bir işleve itilmemesi gerekir. Mu‘tezile mezhebi ise şefaati ilâhi adalete aykırı olduğu gerekçesiyle reddetmiştir. Onlara göre iyi amel yapanın mükâfatlandırılmaması ve kötü amel yapanın da cezalandırılmaması ilâhi adaletle bağdaşmaz. Bu nedenle günah işledikten sonra tövbe etmeyenin bağışlanması ve peygamberin şefaati doğru olmaz. Şefaat konusunda tartışılan bir diğer husus ölülerin kıyamet kopmadan önce şefaati meselesidir. Bazı sûfilerin dışında Ehl-i sünnetçe bu mümkün görülmemiştir. Ehl-i sünnet anlayışına göre ölmüş bir kişiyi şefaatçi kılma, Allah ile kul arasına onu dahil etme, onların ruhlarından yardım talep etme (istimdat), onları “vesile kılma/tevessülde bulunma” doğru değildir. Şîa ise bu konuda şefaat anlayışını kabul etmektedir. Hatta Ehl-i sünnetin benimsediğinden daha da ileri bir düzeyde peygamberlerle birlikte vasilere de şefaat hakkını tanımaktadır. Şefâat konusu şu şekilde maddeleştirilebilir: 1. Peygamberimizin (sav) zâtına mahsus olan şefât-i uzmâ. Şefâatin en büyüğü ve en önemlisi de budur. 2. Rasûlüllah Efendimizin (sav) hayatta iken mü’minler için Allah katında şefaatçi olması. 3. Diğer peygamberlerin, âlimlerin, şehitlerin vs şefâat etmeye izinli olanların şefâatleri 4. Mü’minin kendi güzel amellerinin gereği olan şefâat; işlediği iyi amellerinin kendisi için şefaatçi olması. 5. Bir mü’minin, diğer bir mü’minin iyiliği için dua etmesi ki, bu da bir nevi şefaattir Bu konuda üzerinde durulması gereken konulardan bir diğeri de “tevessül”dür. Tevessül, vesile edinme demektir. Kur’an-ı Kerîm’de Allah kendisinden yardım dilemek için müminlerin bir vesile edinmelerini emreder. “Ey iman edenler! Allah’ın hukukunu gözetin, onun hukukunu ihlal etmekten sakının, O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda mücahede edin ki korktuğunuzdan kurtulup umduğunuza kavuşasınız.” der (Maide, 5,/35). Buradaki vesilenin, bir şey istemeye yüzünün olabilmesi için yapılacak ibadetler, hayır ve hasenat olduğu söylenir. Bunu anlatan bir ayeti kerime de vardır: “Ey müminler, Allah'tan sabır ve namazla yardım dileyin” (el-Bakara, 2/153) Demek ki, sabır ve namaz birer vesiledirler. Mümin bunaldığında, dara düştüğünde, kendisini çaresiz hissettiğinde Sonsuz Kudret Sahibi Allah’a sığınarak ondan yardım diler. Fatiha suresindeki devamlı okuduğumuz “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” mealindeki âyet, manevi bir kaynaktan yardım dilenecekse bunun ancak Allah olabileceğini açıkça ifade etmektedir. Aslında maddi bir kaynaktan mesela güçlü, kudretli, zengin... kimselerden gerekip de yardım dilediğimizde de onlardan gelen yardımın Allah’tan olduğunu bilmemiz, bu şuur içinde olmamız gerekir. Çünkü onlara bu güç ve imkânı, onların bize yardım etmelerine izin ve imkân veren de Allah’tır. Bu konuda tartışılan mesele, “tevessül” kelimesiyle ifade edilen “Allah’ın yardımını dilerken araya vasıta koymaktır.” Burada dikkat edilmesi gereken husus “Yardımın yalnızca Allah’tan geleceğidir.” Böyle değil de Allah’tan başka bir varlığın da, O’ndan bağımsız olarak kullara yardım edebileceğine inanırsak şirke düşmüş oluruz. “Yardım, himmet, feyiz..” yalnızca Allah’tan gelir. Meselenin asıl tartışılan yönü ise bu yardımı dilerken” Ya Rabbi, filan kulunun (peygamberin, şeyhin, velînin...) başı, hatırı, nezdindeki yeri... için bana şunu ver, lütfet, şu dileğimi kabul buyur...” tarzında talepte bulunulması ve bunun şirk olup olmayacağı, meşru, ya da faydası olup olmayacağıdır. Mümin bunaldığında, dara düştüğünde, kendisini çaresiz hissettiğinde Sonsuz Kudret Sahibi Allah’a sığınarak ondan yardım diler. Fatiha suresinde bulunan ve devamlı okuduğumuz “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” mealindeki âyet, manevi bir kaynaktan yardım dilenecekse bunun ancak Allah olabileceğini açıkça ifade etmektedir. Meseleyi bu temelden ele aldığımızda işin asıl, hiç bir şey yapmadan, falancanın hakkı için, diye dua etmenin meşru olmayacağı ve bunun insanı şirke kadar götüreceğidir. Çünkü hiç kimsenin Allah’ta bir hakkı ve alacağı yoktur ve bir insanın bir başkasının hakkı için isteyeceği bir şey olamaz. Sahabe döneminde “Rasulüllah hürmetine” diye onunla tevessül edilmiş ve Allah’tan yağmur istenmiştir. Onun vefatından sonra ise amcaoğlu Abdullah bin Abbas’la tevessül edilmiştir. Allah Rasulü’nün hayatında onunla tevessül edilmesi Allah Rasulü’ne ittiba etme, gösterdiği çizgide yürüme, sonra da bunu vesile edinerek onun hürmetine Allah’tan bir şeyler istenmesi, olarak değerlendirilmiştir. Hz. Peygamberin vefatından sonra tevessül edilmesi hususu ise farklı şekillerde izah edilmiştir: 1. İbn Teymiyye gibi âlimlerin kanaatı şudur: Onun vefatından sonra Abdullah bin Abbas’la tevessül edildiğine göre tevessül, ancak hayatta olan birisi ile yapılabilir. Eğer ölenle de tevessül edilebilseydi sahabe, Rasulüllah’ın vefatından sonra Abdullah’la değil, yine Hz. Peygamber’le tevessül ederlerdi. Ölmüş bir kimseyi araya koymanın faydası; böyle bir uygulamanın sahih delili de yoktur, meşru değildir. 2. Diğer guruba göre Hz. Peygamber, onun amcası Abbas vasıta kılınarak Allah’a dua edilmiş, ondan yağmur istenmiştir. Diriler için caiz olan ölüler için de caiz olur; çünkü Allah’ın sevdiği kullar fani dünyadan ayrıldılar diye Allah katındaki itibar ve değerlerini yitirmezler. 3. Ancak daha makul açıklama yapanlar meseleyi şöyle anlamışlardır: Asıl tevessül, insanın kendi amelleriyle olur, bunda şüphe yok. Ama Hz. Peygamber'le onun hürmetine diye tevessül etmek de mümkündür. Ne var ki, istenen zat o değildir, Allah’tır. Kaldı ki, bunun kuru kuruya olmasının da bir anlamı olmaz. İnsan onun bir sünnetini yaşar, onun yolunda olup olmadığını gözden geçirir, ya da ona bolca salât ve selam okur, ondan sonra Allah'tan, onun hürmetine diye istemeye yüzü olur. Aksi halde onun hürmetine diye istemesinin bir anlamı olmaz. 4. Gerektiğinde güçlü, kudretli, zengin... kimselerden yardım dilediğimizde de onlardan gelen yardımın Allah’tan olduğunu bilmemiz, bu şuur içinde olmamız gerekir; Çünkü onlara bu güç ve imkanı veren, onların da bize yardımlarını sağlayan Allah’tır. Bu konuda tartışılan mesele, “tevessül” kelimesiyle ifade edilen “Allah’ın yardımını dilerken araya vasıta koymaktır.” Burada dikkat edilmesi gereken husus yardımın yalnızca Allah’tan geleceğidir. Allah’tan başka bir varlığın da, O’ndan bağımsız olarak kullara yardım edebileceğine inanırsak şirke düşmüş oluruz. “Yardım, himmet, feyiz..” yalnızca Allah’tan gelir. Bu ölçülerle ve istediğini sadece Allah’tan istemesi şartıyla, Allah dostu olduğu bilinen birisiyle de tevessül edilebilir. Ancak bazı Sûfiyyenin, “Yetiş ya fülan, imdat ey filan” gibi sözleri ve evliyanın bunları duyup imdada koşacağına inanmaları şirktir. Doğrudan şeyhten bir şey istenmesi, mesela “Bana şifa ver, derdime çare bul, beni şu sıkıntıdan kurtar...” denilmesi, büyük hatadır. Bu durum tövbe etmeyi ve bir daha yapmamayı gerektirir. Meselenin temel zorluğu İslam’ın temel inanç esasları; tevhid akidesi konusundaki bilgi eksikliği, özellikle halkın dini olan ile tasavvuf kültürüne ait olanı ayıramamasıdır. Sözlük anlamı itibariyle “kevser nehrinden gelen suların toplandığı havuz” anlamındaki havz-ı kevser ise, Hz. Peygambere verilen havzın ismidir. Hz. Peygamber kıyamet günü içmeleri için ümmetine bu havuzun suyundan verecektir. Kur’an-ı Kerîm’de “(Habibim) doğrusu biz sana kevseri verdik.” (Kevser, 108/1) âyetiyle, sözü edilen havz-kevser olarak anlaşılmıştır. buna işaret eder. Kevser’in verilmiş olduğu bildirilmekle birlikte Kur’ân-ı Kerîm’de mahiyetiyle ilgili başka bir bilgi yoktur. Kevser havuzunun nitelikleriyle ilgili bilgilerimizin kaynağı hadislerdir. Hadislerde havz ve kevserle ilgili olarak ayrı ayrı bölümler halinde bilgiler vardır. Her ikisi hakkındaki ortak noktalar havz ve ırmaktaki suyun tad koku ve rengi ile ilgili olarak verilen bilgilerdir. Diğer özellikler farklı bir biçimde sayılmıştır. Ahiret günü Allah Tealâ, Peygamberlerine birtakım havuzlar bahşedecektir. Her peygamber, ümmetinin cenneti hak etmiş olanlarına o havzın hoş kokulu ve lezzetli suyundan içireceklerdir. İçenleri de daha çok olacaktır. Bu havzın suyu, sütten daha beyaz ve miskten daha hoş kokuludur. O dehşetli günde müminler bu sudan içip hararetlerini teskin edecekler ve bir daha susuzluk duymayacaklardır Nitekim “havz” adından anlaşılacağı üzere bir havuz; “kevser” ise bir Cennet ırmağıdır. Havz’ın genişliği hakkında bilgiler bulunmaktadır. Birçok kez verilen bu bilgiler sırasında orada bulunanların anlayışlarına göre havz’ın genişliği bir aylık yol veya şu şehirden bu şehire şeklinde tanımlanarak büyüklüğü hakkında fikir verilmek istenmiştir. Havuzun kenarlarının ve açılarının eşit olduğu da gelen bilgiler arasında bulunmaktadır. Kevser Irmağı’nın ise vâdisi hakkında bilgiler vardır. Buna göre vâdi yeryüzü ırmaklarının yataklarında olduğu gibi derin bir çukur biçiminde olmayıp düz satıhtadır. Akış yüzeyin düz olmasına karşın çevreye dağılmadan kendi mecrasında sürüp gitmektedir. Vâdinin tabanı elmas yakut ve inci gibi değerli taşlarla kaplıdır ve bu oluşum içindeki toprak misk gibi kokmaktadır. Irmağın iki yanı da altın ve yakutla çevrili olup sahilinde boydan boya içi boşaltılarak kubbeler biçimine sokulmuş inciden yapılar vardır. Havz’ın suyundan bir yudum bile olsa içenler ebediyen susamayacaklar ve yüzleri de asla kararmayacaktır; içmeyenler ise susuzluktan kurtulamayacaklardır. Havz’ın suyunun kardan daha serin olduğu oraya ilk varanın Hz. Peygamberin olacağı ilk içenlerin Allah yolunda cihad eden İslâm’a hizmette bulunan, şehitlik şerefine ulaşan muhacirler ve sonraki mü’minler olacağı da rivayet edilir. Havuz ucu cennete dek varan altın ve gümüş iki oluktan beslenmektedir. Havuzu besleyen cennet ırmaklarından bir ırmak olup bu da Hz. Peygamber’e verilen Kevser Irmağı’dır. Ebu Davud’ta zikredilen “Kevser nedir bilir misiniz? O Cennet’te bana vadedilmiş ırmaktır. Onun üzerinde çok hayır vardır. Onun üzerinde bir de bir Havuz vardır. Kıyamet günü ümmetim oraya uğrayacaktır” (Ebû Dâvûd, “Sünne”, 26) anlamındaki hadis de bu yorumu desteklemektedir. Havzın Sırat’tan önce mi sonra mı olduğu konusu tartışmalı olmakla birlikte Kurtubî biri Sırat’tan önce diğeri Sırat’tan sonra iki havuz olduğunu ifade etmiştir. Kıyamet yerindeki bu havuz’lardan lâyık olmayanlar kovulacaklardır. Her peygamberin birer havuzu olduğu son peygamber’in havuzunun çevresinin daha kalabalık olacağı ve bu havuz üzerinde minberinin de yer aldığı yine rivâyet edilen bilgilerdendir. Kevser ise yalnızca Hz. Peygambere verilmiştir.. Kevser ve Havz hakkında verilen bu bilgiler “tevâtür” derecesinde olduğu için bunlara imanın farz olduğu belirtilmiştir. Bununla birlikte özellikle Kevser Sûresi’nin tefsiri sırasında mezhepler ve felsefi açıklama yönüne gidenler gerek Havı gerekse Kevser konusunda kimi bâtınî veya aklî yorumlar yapmaktan da uzak durmamışlardır. “Kevser” kelimesinin ifade ettiği geniş manadan yola çıkarak muteber âlimler de bu kavrama“Cennet Irmağı” ile birlikte daha başkaca anlamlar da vermişlerdir. Bu tutumda Kevser Suresinin iniş sebebi de rol oynamıştır. Sûre Peygamber Efendimiz’e oğlu Kasım’ın ölümünden sonra “ebter/nesli kesik” diyen müşriklerin bu sözleri üzerine alınandan daha fazlasının verildiğini belirtmek ve “ebter” olmadığını vurgulamak üzere gönderilmiştir. Gerek kelimenin anlamındaki genişlik ve gerekse nüzul sebebi dolayısıyla tefsirlerde Kevser kelimesi aynı zamanda “çok büyük bir hayır taşkın hayırlar” anlamı çerçevesinde de ele alınmış ve bunun Kur’ân-ı Kerîm’dir yahut İslâm dini’dir veya ümmetin çokluğudur ya da neslinin kesilmeyip daha arttığı artacağı her yana yayılacağı gerçeğidir” yolunda yorumlarda bulunulmuştur. Kısacası Kevser Cennet’teki ırmakla birlikte daha birçok iyi güzel ve hayırlı olan olguyla anlatılmış ve bunların tümünün yüce Allah tarafından resûlüne verildiği üzerinde durulmuştur. Bazı hadis âlimlerine göre havuzla ilgili hadisler 50 ile 80 arasında sahabî tarafından rivayet edilmiş olup, tevâtüre ulaşmışlardır. Bu nedenle mevcudiyetine inanmak gerekir. Havâric ve Mu‘tezile mezhepleri havzın Kur’an’da yer almadığını, bu husustaki rivayetlerin de tevâtüre ulaşmadığını gerekçe göstererek havuz inancını kabul etmemektedirler. Bir çok konuda Mu’tezilenin görüşlerini benimseyen Şîa şefaat konusunda olduğu gibi bu konuda da farklı bir tutum izlemiştir. Hz. Peygamberin havuzunu kabul etmekle birlikte birçok konuda olduğu gibi burada da Hz. Ali’yi öne çıkararak, Hz. Ali’nin Hz. Peygamberin havuzunun suyunu dostlarına dağıtacağını, kabul etmişlerdir. Sırat Sözlük anlamı itibariyle yol, cadde, geçit anlamındadır. Kur’an-ı Kerim’de ise, daha çok“müstakim” kelimesiyle sıfatlanarak, Allah’ın rızasına uygun olan ve O’na ileten tevhid dini ve İslâm dini anlamında kullanılır (Âl-i Îmrân, 3/51, 101). Istılahta sırattan, mahşer yerinden cehennemin üzerinden geçerek cennete kadar uzanacak bir köprü akla gelir. Hadislerde “sırat köprüsü” ifadesi geçmektedir. Bizim bu dünya şartlarıyla mahiyetini tam olarak bilemeyeceğimiz bu köprü cehennemin üzerinde kurulacaktır. Gelmiş geçmiş bütün insanlar; mü’min, günahkâr, kâfir herkes bu köprüden geçecektir. Cennete gidebilmek için bundan başka yol yoktur. Sıratın iki tarafına konulmuş kancalar, oradan geçmeye iyi amelleri yetmeyen kimseleri Allah’ın emriyle çekip cehenneme düşüreceklerdir. İyi amelleri ağır gelenler, kötülükleri sebebiyle tırmalanıp yara almış olsalar bile Sıratı geçeceklerdir. Bazı mü’minler senelerce sürünerek geçeceklerdir. Sırattan geçiş esnasında Peygamberimiz sırat üzerinde “kurtar, ey Rabbim, kurtar” diye mü’minlere dua edip duracaktır (Müslim, “İman”, 84). Ebû Sa’id el-Hudrî’nin rivayet ettiğine göre, Sırat köprüsü, kıldan ince, kılıçtan keskindir. Sırat’ın uzunluğu bin senelik yokuş, bin senelik iniş ve bin senelik de düzlüktür. Bu mesafe bazı insanlar için olacaktır. Her bir kimsenin bu mesafeyi geçmesi, amelleri ile orantılı bir zamanda olacaktır. Bazı ulemâya göre Sırat’ın kıldan ince, kılıçtan keskin olduğuna dair rivayetler, bu köprünün üzerinden geçmenin pek müşkil ve zor olduğundan kinayedir. Sırat üzerinde her bir mü’minin yalnız kendisinin faydalanacağı bir nûru vardır. Bu nurdan başkası faydalanamayacaktır. Kimse, başka bir kimsenin nûru içerisinde gidemeyecektir. Nurunun intişarı nispetinde her bir mü’min için sırat geniş veya dar olacaktır. Sırat’ın genişliği bir ve aynı olduğu halde, üzerlerinden geçenlerin nurları nispetinde kimisine ince ve sıkıcı, kimisine enli, rahat ve hoş görünecektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey inananlar, Allah’a yürekten tevbe edin. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter; Allâh'ın, peygamberi ve onunla beraber inanmış olanları utandırmayacağı günde, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. (O gün) onların nuru, önleriden ve sağ yanlarından koşar.” (Tahrim, 66/8) Şöyle derler onlar: “Ey Kerim Rabbimiz! Nûrumuzu daha da artır, tamamına erdir, kusurlarımızı affet, çünkü Sen her şeye kadirsin!” (et-Tahrîm, 66/8). Bu âyette, mü’minlerin nurlarından kastedilen, iman ve amelleriyle husûle gelen nurlardır. Bu nurları sırat üzerinde onları geçirecek, selamete çıkaracaktır. Münafıklar, karanlıkta kaldıkça mü’minler “Rabbimiz, nurumuzu söndürüp de bizi de kâfirler ve münafıklar gibi karanlıkta bırakma! Varacağımız yere kadar nurumuzu devam ettir ki, bu nurla sevinelim, karanlıkta kalıp perişan olmayalım” derler. “O gün münafık erkek ve kadınlar, müminlere: “N’olur,” derler, “yüzümüze bir bakın da nûrunuzdan biz de yararlanalım.” Bunun üzerine onlara şöyle denilir: “Arkanıza dönün de bir nur arayın!” Derken, aralarına bir duvar çekilir. Bu duvarın bir kapısı olup bu kapının iç tarafında rahmet, dış tarafında ise azap vardır (el-Hadid, 57/13). Sıratla ilgili en bariz durum cehennem üzerinde kurulu bir köprü olması ve buradan herkesin geçmesidir. Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyrulur: “Sizlerden hiç bir kimse yoktur ki oraya (Cehenneme) uğramamış olsun. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra biz, iman edip kötülüklerden sakınanları kurtarırız. Zalimleri de diz üstü çökmüş olarak orada bırakırız” (Meryem, 19/71-72). Bir rivayete göre cennetlik mü’minlerin cehenneme uğramalarından anlaşılması gereken de üzerindeki sırattan geçmelerinden ibarettir. Herkes bu köprüye gelecek ve cehenneme girecek olanlar da buradan gireceklerdir. Mü’minlerin cennete yollarının cehennemden geçmesindeki hikmet; sevinçlerinin fazlalaşması ve kurtuldukları için şükürlerinin artması ve kâfirlerin üzüntülerinin çoğalmasıdır. Ehl-i sünnet kaynakları âhiret ahvalini sıralarken sıratı ihmal etmekte ya da “sırat haktır” gibi kısa cümlelerle yetinilmekte konuyla ilgili açıklamalara yer vermemektedirler. Örneğin Ebû Hanîfe’nin el- Fıkhu’l-ekber’înde sıratla ilgili açıklamaya yer verilmemektedir. Nesefî’nin meşhur Akaid’inde ise yalnızca hak olduğunu beyan eden bir cümleyle iktifa edilmekte, mahiyeti hususunda herhangi bir izah getirilmemektedir. Mutezile’nin çoğu ve Kadi Abdulcebbâr el-Hemedânî (ö. 415/1025), Kur’an’la sabit olmaması, hadislerin de tevâtür derecesine ulaşmadıkları gerekçesiyle sırat konusunu eserlerinde ele almamışlardır. Halimî (ö. 403/1012) gibi bazı âlimler de, Ebu Sa’id el-Hudrî’nin rivayet ettiği hadise dayanarak, kâfirlerin sırat’a uğramadan doğrudan cehennem’e atılacaklarını söylemişlerdir. Bu hadise göre, Mahşerde bir münâdi, “Her ümmet dünyada nelere tapıyor idiyse, onların ardına düşsün” diye çağırır. Bunun üzerine münezzeh ve yüce olan Allah’tan başka şeylere, putlara ve heykellere tapan ne kadar kimse varsa, hepsi cehenneme girerler. Artık ortalıkta iyi ve kötülerden yalnız Allah’a ibadet etmiş olanlar ve ehl-i kitabın kalıntılarından başka kimseler kalmayınca, Yahudiler çağırılacak ve onlara “Siz neye ibadet ediyordunuz?” denilecek. Onlar “Allah’ın oğlu Üzeyr’e tapıyorduk” diyecekler. Bunun üzerine onlara, “yalan söylediniz! Allah hiç bir eş ve oğul edinmedi” denilir. Bunlar susadıklarını söyleyerek Cenab-ı Allah’tan su isteyince, kendilerine serap gibi görünen ateşe götürülecekler ve birbirlerini çiğneyerek cehennem ateşinin içine yuvarlanıp döküleceklerdir. Sonra Hıristiyanlar çağırılacak, “Sizler kime ibadet ediyordunuz?” denilecek. “Allah’ın oğlu Mesih’e ibadet ediyorduk” diyecekler. Onlara da “Yalan söylediniz! Allah hiç bir eş ve oğul edinmedi” denilecek. Bunlar da susadıklarını söyleyerek Allah’tan su isteyince, kendilerine, “Haydi suya gelmez misiniz” diye işaret olunur. Serap gibi görünen cehenneme doğru toplanacaklar ve birbirlerini çiğneyerek cehenneme döküleceklerdir.” Hadisin devamında, geride kalanlara, tanımadıkları bir surette Allah Teâlâ’nın tecelli edeceği, sonra şiddet ve dehşetin kaldırılarak samimi olarak Allah’a ibadet edenlerin secde etmelerine izin verileceği, diğerlerinin -secde etmek istediklerinde- kafalarının üzerine düşecekleri, daha sonra Allah Teâlâ’nın bunlara ilk gördüklerinden başka bir surette tecelli edeceği bildirilir. Devamında ise cehennemin üzerine sıratın kurulacağı ve şefaate izin verileceği beyan edilir (Müslim, “İman”, 81). Değerlendirme Soruları 14.1.1. Sûr’a ikinci üfleniş ve ba‘s hakkında nakli delilleri araştırınız. 14.1.4. Hesap ve mîzânla ilgili nakli delilleri araştırınız. 14.1.5. Şefaat ve havz-ı kevserle ilgili akli ve nakli delilleri araştırınız. |
Konu Sahibi serpil 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
insan vucudunu inceleyıpde imana gelmeyen... | Tıbb-ı Nebevi ve Alternatif Tıp Bilgileri | serpil | 0 | 1830 | 18 Kasım 2014 21:14 |
Diyanet İşleri Başkanlığı Mesleki Bilgiler Seviye... | ÖSYM'den Duyurular | serpil | 0 | 2822 | 01 Kasım 2014 19:00 |
Medineweb Üyelerine KPSS karma özetler | KPSS (İ.H.L-İlahiyat) | serpil | 4 | 2903 | 28 Temmuz 2014 00:59 |
Medineweb Üyelerine DHBT karma özetler | Siyer | nurşen35 | 1 | 4416 | 28 Temmuz 2014 00:57 |
Medineweb Üyelerine Hz. Muhammed ve Evrensel... | Siyer | serpil | 0 | 3229 | 28 Temmuz 2014 00:56 |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Sakarya İlitam Tasavvuf Tüm haftalar | Medine-web | SAKARYA İlitam | 10 | 20 Ekim 2016 10:40 |
sakarya ilitam Din Psikolojisi 9-14 haftalar | Medineweb | SAKARYA İlitam | 4 | 27 Aralık 2013 14:29 |
İslam Tarihi III 1-8. Haftalar | Medineweb | İlitam 4.sınıf Genel Paylaşımlar | 10 | 27 Aralık 2013 14:16 |
Yeniçağ Felsefesi Tüm Haftalar(sakarya ilitam) | Medine-web | SAKARYA İlitam | 13 | 26 Aralık 2013 14:13 |
İSLAM MEZHEPLERİ TARİHİ-tüm haftalar- | serpil | İslam Mezhepler Tarihi | 0 | 21 Aralık 2013 15:10 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|