|
Konu Kimliği: Konu Sahibi Medine-web,Açılış Tarihi: 15Haziran 2007 (14:29), Konuya Son Cevap : 25 Mart 2024 (23:22). Konuya 137 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
05 Aralık 2007, 09:44 | Mesaj No:11 |
Cvp: Selatu selam Yeter ki yürekten söyleyebilelim. Bir salavat dağları yerinden kaldırır. Dünyayı titretir. Rabbim o şuuru cümlemize nasip eylesin inşallah. Allah razı olsun. | |
05 Aralık 2007, 23:04 | Mesaj No:12 |
Cvp: Selatu selam
esselamü aleykum; sevgi değer dostlar illaki bilirsiniz "Allâh ve melekleri Peygamber'e çokça salât ederler. Ey mü'minler! Siz de O'na çokça salât getirin ve tam bir teslimiyetle selâm verin." (el-Ahzâb, 56) âyet ve hadîs-i şeriflerde bildirildiği üzere salavât-ı şerîfe getirmenin pek çok faydaları vardır. acizane bunları kısaca özetleyecek olursak: 1- Salavât, Ahzâb Sûresi 56. âyette belirtildiği üzere Cenâb-ı Hakk'ın buyruğuna itâattir. 2- Salavât, günahların affedilmesine vesîledir. 3- Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e yakın olmanın en güzel ve en kolay yolu ona salavât getirmektir. 4- Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, kendisine salât okuyana mukâbelede bulunur. 5- Her salât getirenin ismi, Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e arz edilir. 6- Salât ü selâm okuyan kimse, Allâh ve Rasûlü'nün muhabbetini diğer muhabbetlere tercih etmiş olduğu için, O'nun ahlâkıyla ahlaklanmada seviye alır, kötü ahlaktan kurtulur, fazîlete erer. 7- Rasûl-i Ekrem'in kendisine olan muhabbeti arttığı gibi, onun da Efendimiz - sallallâhu aleyhi ve sellem-'e olan muhabbeti devam eder ve katlanarak artar. 8- Allâh Teâlâ'nın Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ile bize ihsan ettiği lutuflar, sayıya gelmeyecek kadar fazla olmasına rağmen, salât ve selâm ile Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in üzerimizdeki hakkını çok az da olsa ödemeye çalışmış oluruz. 9- Allâh Teâlâ'nın rahmetinin üzerimize inmesine vesîledir. 10- Salavât unutulan sözün hatırlanmasına sebep olur. 11- Salavât duâların kabûlüne vesîledir. 12- Yine salavât kıyâmetin o zor gününde arşın gölgesinde gölgelenmeye vesîledir ki, hadîs-i şerif'te şöyle buyurulur: "Kıyamet gününde üç kişi Allâh'ın arşının gölgesinde gölgelenir: 1- Üzüntülü kişinin sıkıntısını teselli eden kişi. 2- Benim sünnetimi ihyâ eden kimse. 3- Benim üzerime çok çok salavât getiren kimse." Rabbim cümlemizi salavâtın özüne ulaşıp, Peygamber ahlâkıyla ahlaklanmayı, O'nun 23 yıllık nübüvvet hayatından lâyıkı vechile hisseler almayı ihsan eylesin!.. (Âmin) | |
06 Aralık 2007, 22:42 | Mesaj No:13 |
Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 | Şeytan bize uzak mı ?? Şeytan'ı pek fazla yanımızda hissetmiyoruz; uzaklarda, tuhaf biçimli, anlaşılmaz hileler hazırlamakla meşgul garip biri şeytan. Herşeyi güncelleştirip yenilediğimiz şu zamanda şeytan imajımız oldukça demode duruyor. Şeytanın hipermarketteki hileleri gündemde değil mesela.. Şeytan otoyola çıkmıyor, sürat yapmıyor, cep telefonuna cevap vermiyor. Bilgisayar kullanmıyor, CD ile aldatmıyor, politikaya karışmıyor, Ankara'ya uğramıyor, İstanbul'da boğaz turu atmıyor, blucin giymiyor, Bodrum'da güneşlenmiyor, borsada oynamıyor. Şeytan, ta Mekke'lerde hacıların hınçla taşladıkları hantal yürüyüşlü, kalın kafalı biri. Hatta giyinmesini de bilmez, görseniz dilenci sanırsınız. Kravatlı adamlar arasında dolaşamaz, şık giyimli kadınlar arasında aranmaz. Parfüm kullanmak aklına gelmez, renk uyumundan anlamaz.. Şeytan dediğin karanlık köşelerde, küflü kuytularda oturur. Puslu mekanlarda, dipsiz kuyularda, örümcek ağları arasında tozlu hayaller kurar. Ayakkabısını boyatmaz, saçlarını yıkamaz. Şeytan bizden uzak, biz şeytandan uzağız, öyle mi? Ne kadar da şeytani bir yanılgı... Hatırlayalım, şeytanın ilk eylemi Adem'e [as] secde etmemesiydi. Rabbi emrettiği halde secde etmedi şeytan. Bize, bu zamanın insanlarına oldukça tanıdık gelen bir gerekçeyle secde emrine karşı durdu[HIGHLIGHT=#ffff00]. "Ben," dedi, "ateşten yaratıldım, Adem ise topraktan." [/HIGHLIGHT]Ateşi topraktan üstün gördüğü için kul olmaktan çıktı şeytan. Yoldan saptı, istikameti kaybetti. Oysa, şeytan aynı gerekçeyle secde edebilirdi de.. Mesela, toprağı ateşten üstün gördüğü için Adem'e [as] secde ediyor olabilirdi. Ya da faraza kendisi topraktan, Adem [as] ateşten yaratılmış olsaydı, ateşi topraktan üstün gördüğü için secdeyi tercih edebilirdi. O zaman da, Rabbine karşı gelmekten kurtulmuş olur muydu şeytan? Oysa, kulluk Rabbin emrine gerekçe aramaksızın, bahane bulmaksızın, açıklama aramaksızın itaat etmeyi, teslim olmayı gerektirir. Şeytan Adem'e [as] ateşten yaratıldığı için secde ediyor olsaydı da, Rabbinin emrine karşı gelenlerden olmaya devam edecekti. Çünkü, bu durumda, hakikaten değil, siyaseten secde etmiş olacaktı. Kulluk icabı değil, konjunktur icabı secde edecekti. Rabbine değil, modaya uymuş olacaktı. Allah'tan, şeytanın siyaseti hakikatle benzeşmedi de, kulluğun icabı konjunkturun icabıyla çakışmadı da, net bir şeytan tablosu çıktı karşımıza. Şeytanın tekebbür ettiğini ayan beyan anladık, yoldan çıktığını ulu-orta görebildik. Öbür türlü, hiç olmazsa görüntüyü kurtarabilirdi. Ama görüntünün altında sahih olmayan bir gerekçe saklıydı, davranışını sahici olmayan bir muhakemeye dayandırıyordu. Çünkü, başından yanlış bir referans düzlemi seçmiştir şeytan. Kul olmaya göre değil, bir maddenin diğerine üstünlüğüne, birinin soyunun diğerinden asil oluşuna göre muhakeme yürütmeye başlamıştır. Bu noktadan sonra isabet etse de, isabet edemez, doğru görüntü verse de, yanlış duruşdan kurtulamaz. Böyle düşününce şeytanın bize epey yakın durduğunu anlıyor insan. Şeytan birden geçmiş asırların pusundan sıyrılıp, gün gibi ortaya çıkıyor, caddelerimizi, evlerimizi adımlamaya başlıyor. İnsanın verdiği görüntü doğru, sahih ve sahici olabilir, ama gerekçe sahih ve ihlaslı olmayabilir, doğru bir gerekçeye dayanmıyor olabilir. Doğru, sahih davrandığımız yerde, sadece kul olma ve Rabbimize teslim olma saiki yetmeyebiliyor, yanımıza insanların beğenisini, çağın gereklerini, modanın icabını da almak istiyoruz. Veya kendimizce meşru, mühim, vazgeçilmez bir hedefe varmak uğruna "şimdilik", "daha sonra düzeltirim" ve " iyi ama ne yapabiliriz ki..."gibi gerekçelerle yolumuzdan sapıyoruz. Görüntüyü kurtarırkan sahici olmayan gerekçeler icad edebiliyoruz. Veya sahici olduğunu düşündüğümüz gayeler uğruna yalan-yanlış görüntüler veriyoruz. Tam da şeytanın saptığı yerden sapıyoruz. Yalın bir mü'min olma cesaretini ve kararlılığını gösteremiyoruz. Bunun sebebinin sırf başkalarından korkmak olduğunu sanmıyorum. Sorun, nefsimizin iğvalarını aşamamaktır. 'İslam garip geldi, garip gidecek' mealli hadisin konusu olmak istemediğimiz ortada... 'Takiyye' sınıfından bütün numaraların altında 'garip'liğe razı olamamak ya da 'garip'liği göze alamamak var gibi. Garip ki, bu da bizi ayrı bir garipliğe götürüyor.... Yalın bir mümin olma cesaretini kendimizde göremiyoruz, bu da başkalarından korkmaktan çok kendi nefsimizin iğvalarını aşamamaktan kaynaklanıyor. Kendi kalbimizi nefsimizin salvosundan korumak uğruna, idmansız, donuk ve kalıpla hareket eden bir kalbin sahibi oluyoruz. Aklımızı, vehmimizin ve nefsimizin labirentlerine dokundurmaktan korktuğumuz için, kalıpla düşünen, donuk cevaplarla idare eden bir aklın sahibi oluyoruz. Duygularımızı acıların ortasına salmaktan korktuğumuzdan, acının ortasından geçmiş, pişmiş, yanmış, maya tutmuş, tavında döğülmüş bir kişilik sunmaktan geri kalıyoruz. Sadece taraftarlığa indirmişiz müslümanlığımızı, İslamın anlamını yani 'teslim olma'yı bilmiyoruz? Enfüsümüzdeki diyalektik yoksunluğunu da sahte ve sahici düşmanlar icad ederek telafi etmeye çalışıyoruz. Yalın ve yalnız olarak kendini tanımlayamayanların yaptıkları gibi başkalarına sadece başkalarına karşı taktikler yürütmekle vakit harcıyoruz. Böylesi ancak heyecanlı oluyor.. Şeytanı bizden biraz uzakmış gibi gösteriyor. Oysa şeytan uzak durmakla sokuluyor yanımıza. Senai Demirci / Zafer Dergisi |
07 Aralık 2007, 11:10 | Mesaj No:14 |
Cvp: Şeytan bize uzak mı ??
şeytan bize uzak olduğu kadar yakındır,yakın olduğu kadar da uzaktır. uzaklığına yakınlığına biz karar veririrz. pisi pisi dersen kucağındadır. hoşt hoşt desen balkondadır. euzu dersen timarhanededir. yani senin ona vereceğin kadroya bağlıdır | |
08 Aralık 2007, 01:05 | Mesaj No:15 |
Cvp: Şeytan bize uzak mı ?? '' Dünyadan sakinin. Kadinlardan da sakinin. Zira seytan cok aldatici, yaniltmak icin gozetici ve netice alicidir. O, takva sahiplerini avlamakta kadinlardan daha uygun bir tuzaga sahip olmamistir. '' Ravi: Hz. Muaz (r.a.) Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den rivâyet olunduğuna göre Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Horozların öttüğünü işittiğinizde (dileklerinizi) Allâh'ın fazl-ü kereminden isteyiniz!. Zirâ horozlar melek görmüşler (de öyle ötmüşler) dir. Merkebin anırmasını işittiğinizde de şeytan (ın şerrin) den Allâh'a sığınınız (ve: Eûzü bi'llâhi mine'ş-şeytâni'r-racîm, deyiniz). Çünkü merkep şeytan görmüş (de öyle anırmış) dır. Bu hadislerden de anlaşıldığı gibi şeytan bize yakın ama untmayalım kı Rabb-i Rahim bize şah damarımızdan bile daha yakın.
__________________ Dünyayı Güzellik Kurtaracak. Bir İnsanı sevmekle başlayacak herşey... | |
09 Mart 2008, 11:16 | Mesaj No:16 |
selatü selam Allah ve melekleri O şanlı)Nebî'ye salât etmekte Onun şerefini gözetmeğe, Yüceltmeğe özen göstermekte)dir. Ey iman edenler, Siz de Ona salât ve içtenlikle selâm edin." Allahım Allahım, Efendimiz Hz. Muhammed'e Ve Efendimiz Hz. Muhammed'in âline salât et Ve o salât ile bizi bütün korkulardan ve afetlerden koru, Onunla bütün ihtiyaçlarımızı gider, Bizi bütün günahlardan temizle, Onunla bizi katında en yüce derecelere çıkar, Hayatta ve ölümden sonra bütün hayırlar adına En ileri hedeflere bizi ulaştır. Âmin, ey dualara icabet eden (Allahım). Hamd, Âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. Allahım, Efendimiz Hz. Muhammed'e ve Onun âline, Gece ile gündüzün birbirini izlediği, Sabah ile akşamın birbirini takip ettiği, Gece ile gündüzün art arda gelip durduğu Ve iki kardeş yıldızlarının karşılıklı doğdukları Müddetçe salât eyle. Onun ruhuyla Ehl-i Beytinin ruhlarına Tahiyye ve selamlarımızı ulaştır. Ona ve Ehl-i Beytine merhamet et, Bereket ihsan eyle, haşr ü karar gününe kadar Çok çok selâm eyle. Ya İlâhenâ, bu salât ü selâmların her birerleri ile Bizi bağışla, bize merhamet et ve bize lütufta bulun. amin bi hürmeti men erseltehu rahmetenlil alemiyn. varıdatı sıryani | |
27 Mart 2008, 21:58 | Mesaj No:17 |
Durumu: Medine No : 7 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Salat ve Selam Senin İçindir Ey Nebi! Efendiler Efendisi’ne (sas) her fırsatta salât u selam getirmemiz ona karşı vefamızın gereğidir. Çünkü, salât u selamlarla onu her anışımız, hem onun peygamberliğini bir tebrik, hem getirdiği saadet-i ebediye müjdesine karşı bir teşekkür ve hem de bildirdiği fermanlara itaatimizi ve biatımızı yenilememiz manasına gelmektedir. Efendiler Efendisi’ne salât u selâm okumakla, ahd-ü peymanımızı yenilemiş, ümmeti arasına bizi de dahil etmesi isteği ile kendisine müracaat etmiş oluyoruz. “Seni andık, Seni düşündük; Allah Teala’ya Senin kadrini yüceltmesi için dua ve dilekte bulunduk” demiş ve “Dâhilek ya Rasulallah / Bizi de nurlu halkana al ey Allah’ın Rasulü!..” talebimizi tekrar ederek onun engin şefkat ve şefaatine sığınmış oluyoruz. Salât u selama Efendimiz’den daha çok biz muhtaç bulunuyoruz. Ona müracaatımızla mevcudiyetini, büyüklüğünü kabullenmiş ve küçüklüğümüzü, hiçliğimizi ilan etmiş; aczimiz ve fakrımızla beraber, şiddetli ve çok büyük bir günün endişesiyle melce ve mencâ olarak Resul-ü Ekrem’e dehâlet etmiş, arz-ı ihtiyaç ve arz-ı halde bulunmuş oluyoruz. “Salât”, tebrik, dua, istiğfar, rahmet gibi anlamlara gelmektedir. Salât kelimesinin çoğulu “salavât”tır. Kur’ân’da buyurulur ki: “Allah ve O’nun melekleri Peygamber’e hep salât ederler. Ey mü’minler, siz de Ona salât (ve dua) edin ve samimiyetle selam verin.” (Ahzab, 33/56) Bu âyeti kerimeyle, Peygamberimize salât ve selamlar getirip hürmetlerini arz etmek her müslümanın yapması gerekli olan bir görevdir. Her müslüman en azından “Âllâhümme salli alâ Muhammed - Allâhım rahmet ve bereketin Efendimiz Hazreti Muhammed üzerine olsun” diyerek salât getirmek mecburiyetindedir. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]Efendimiz, “Yanında benim adım anılıp da bana salât getirmeyen kişinin burnu sürtülsün, hakarete uğrasın.” buyurmuştur. Bu hususta; bazı alimler, “Hz. Peygamber’in adı ne kadar anılırsa anılsın bir defa salât edilmesi yeterlidir.” derken, alimlerin çoğunluğu ise, “Efendimiz’in adı her anıldığında salât u selam getirilmesi gereklidir.” demiştir. Bazıları, insanın, ömründe bir kere salât u selam getirmesinin vâcib olduğunu söylerken, İmam Şâfi gibi kimseler de nâm-ı celil-i Muhammedî her anıldığında hemen salât u selamla Ona senâda bulunmak gerektiği kanaatindedirler. Salât u selam meselesine vefa borcu nazarıyla bakmak lazım. Efendimiz’e karşı borçluyuz. Allah, bazılarımız için ağır gelebilecek şekilde her an o borcu ödüyor olma şuuru içinde bulunmakla bizi mükellef kılmamış. Her an O’nu hatırlıyor olma, O’na hiç durmadan salât u selam getirme teklifinde bulunmamış. Fakat, biz zaten O’nun getirdiği dinin hükümlerine riayet ettiğimizde bir yönüyle O’na karşı medyuniyetimizi de sürekli dile getirmiş oluyoruz. Günde beş defa minarelerimizden olduğu gibi gönüllerimizden de yükselen ezanımızı düşünelim. Her namaza yürüyüşümüzde, “Gök nûra gark olur nice yüz bin minareden, Şehbâl açınca rûh-u revân-ı Muhammedî; Ervah cümleten görür “Allahu Ekber”i, Aks eyleyince arşa lisân-ı Muhammedî.” (Yahya Kemâl) sözlerinin hakikatini seslendiriyor ve önce ezanla vefamızı ilan ediyoruz. Zât-ı Uluhiyet’in yanında Efendimizin nâm-ı celîlini de anıyoruz. “Lâ ilahe illallah”ın, “Muhammedün rasûlullah “tan ayrılamayacağını, şehadetin ancak ikisini beraber söylemekle gerçekleşmiş olacağını gösteriyoruz. Üstad Hazretleri’nin de Mektubât’da belirttiği gibi, kelime-i şehadetin iki kelâmının birbirinden ayrılamayacağını, onların birbirini tazammun ve isbat ettiğini, biri birisiz olmayacağını ifade ediyoruz. Evet, madem Peygamberimiz (aleyhissalâtü vesselâm) Hâtemü’l-Enbiyadır, bütün enbiyanın vârisidir. Elbette O, bütün vusûl yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsından hariç hakikat ve necat yolu olamaz. Umum ehl-i marifetin ve tahkikin imamları, Sadi-i Şirazî gibi derler: “Ey Sâdî! Muhammed’i (sallallahu aleyhi ve sellem) örnek almadan bir kimsenin selâmet ve safâ yolunu bulması imkânsızdır.” Gözümüz Seninle aydın Ya Resulallah Cenabı Hakk’ın isminin yanında Efendimizin de adının bulunmasıyla alakalı Endülüslü büyük alim Kadı Iyaz, Şifa-i Şerif’inde şunu nakleder: Hazreti Âdem, kendisine yasaklanan meyveden yedikten sonra Cenâbı Allah’a Efendimiz’i şefaatçi ederek yalvarmış; “Muhammed hürmetine beni affet!” demiştir. Allah Teâlâ’nın, “Sen Muhammed’i nereden biliyorsun?” sorusuna karşılık da, “Ben, Cennet’in kapısında ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedun rasûlullah’ yazısını gördüm. İsmi, Senin İsm-i Şerifi’nin yanında anılan biri, Sen’in yanında en kıymetli olsa gerek!” şeklinde cevap vermiştir. Bazı kitaplarda rivayet edildiğine göre, ezanı işiten kimse, birinci “Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah” denilince: “Sallallahu aleyke ya Rasûlallah = Allah sana salât etsin, ey Allah’ın Peygamberi!” der. İkinci defa, “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” denilirken de “Karret aynî bike, ya Rasûlallah = Gözüm seninle aydın oldu/olsun, ey Allah’ın peygamberi!” der. Bunları söylerken de, baş parmaklarının uçlarını öperek gözlerine sürer ki, bunun müstahab olduğu ifade edilir. Gözüm seninle aydın oldu... ne güzel bir söz. Hani, Türkçemizde “göz aydınlığı” tabirini kullanırız.. çocuğu doğana, oğlu askerden gelene, evladını evlendirene... hep “gözünüz aydın olsun” deriz ya!. İşte “Karret aynî bike ya Rasûlallah” sözünün karşılığı da aynı manadır. Yani, onun nam-ı celilinin her ilan edilişinde âdetâ yeni bir viladete, yeni bir vuslata ve bambaşka bir şeb-i arûsa şahit oluyor gibi “Ya Rasûlullah, Seninle gözümüz aydın oldu” deriz: Sen geldin her şey karanlıktan kurtuldu, her varlık ışığa gark oldu. Sen geldin, gözlerimizin içi aydınlandı, kalbimiz aydınlandı, dünya aydınlandı, ukbaya giden yollar aydınlandı. Sen geldin, yürüdüğümüz yollar nurlandı, adımımızı atacağımız, ayağımızı basacağımız yerler aydınlandı. Kaynak : Ailem Dergisi/175
__________________ Her insan hata eder. Hata işleyenlerin en hayırlıları tevbe edenlerdir. Tirmizî, Kıyâme, 49; İbn Mâce, Zühd, 30. |
27 Mart 2008, 23:04 | Mesaj No:18 |
Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 | Cvp: Salat ve Selam Senin İçindir Ey Nebi! Sen,geç kaldığımız yerde Yusuf sözlümüz bekle bizi Geç kalmıştı...Geç kalmaya dair lügatllerde ,meydanlarda,köşelerde,şiirlerde ne kadar [LEFT]acı söz söylenmiş ve yazılmışsa,hepsi birden amansız arı vızıltıları gibi dolmuş kulaklarına.kaçırılmış şeylerin hepsi ,ama hepsi,bir gülücük,bir güzel kucaklaşma,bitatlı bakış,kardeşçe bir dokunuş,omuzlarına indi.Soğuk ve katı bir taş gibi.Kaçırdığına ağlayanların göz yaşları deniz olup gözlerine hücum etti.Geç kalmışlıkların cümle pişmanlıkları alev alev cehennem olup yakasına yapıştı.Dudakları kurudu .Sesi iç çekişlerine söz olamadı utancından.Geç kalmışların,gafillerin,haksız yere unutanların, kadir kıymet bilmeyenlerin yanı başında,eşsiz bir kadirşinaslıkla suskunca bekleyen o"Ah"sesi bile,korkup geri çekildi dudaklarından."Ah ki ,ah çekemediğime ah"Çöllerin bile birbirine eklenerek anlatamayacağı,dağların omuz omuza verseler de güç yetiremeyeceği uğursuz bir uzaklığın öte ucunda kalakalmıştı...... [LEFT][B] Senai Demirci.Selam sana ey Nebi den. |
31 Mart 2008, 15:14 | Mesaj No:19 |
Hoş geldin bize sevgili pişmanlık… Tenimizdeki çizik olmadan nasıl anlamıyorsak canımızın incinebilirliğini, pişmanlığın sızısı olmadan fark edemiyoruz içimizde saklı masumiyeti. Sessizce akıp giden suyun önüne çıkan bir çağlayan yahut kaya gibi suçlarımız; vicdanımızın sessiz bekçiliğini hatırlatırlar bize, girdaplar, fırtınalar katarlar masum sandığımız hayatımıza. Kendimizi masum ve günahsız, hatasız ve kusursuz bildiğimizde kalınlaşıveren, kalınlaştıkça da ruhumuzu sağırlığa hapseden demir perdeyi yıkar günahlar. Dokunulmazlığımız üzerine kurduğumuz sırça sarayın yıkılışını haber verir içimizde yükselen “ah!”lar. Gururun kalesinin yangına verilişine denk düşer hatamızın utancını kıpkızıl yüzümüze taşıdığımız anlar. Pişmanlığın o kekremsi tadı, o akrepsi sokulganlığı utançla tanıştırır bizi. Utançla tanıştığımızda da, utanabilen yanımızla, içimizde suskunca bekleyen vicdanımızla buluşuruz ilk defa. Film gibi hani… Sevdiğimizle çarpışmak gibi köşe başında; defterler kitaplar dağılırken havada, kalpler buluşur, gözler el ele tutuşur ya. O hata; o sakarlık, o dikkatsizlik, o sürçme, o ayak kayması, o kaza, utanabilen yanımızla tanıştırır bizi. “Ah!” ettiren her günah, bağışlanmanın ve affın, rahmetin ve gufranın serin pınarlarına susatır bizi. Hiç istemeden olmuş gibi, kaza ile değmiş gibi sokulur günah ve kirler ruhumuzun billur sularına. Paslı bir bıçak gibi bulandırıverir kalbin duru ayazmalarını. Sular üzerinde rüzgâr ürpertisi gibi, dudaklarımızda içli yakarışların kıpırtısını başlatır hatalar. Yağmurun çöllerin kumunu yarması gibi, içimizin de içinde sancılı itiraflara kuytular açar günahların darbesi. Vicdanımızın kulağının dibinde fısıltılı hesaplaşmalara çağırır bizi pişmanlıkların nefesi. Utandırır bizi. Utandırdığı gibi, utanabilir olduğumuzu da hatırlatır bize. Yüzümüz kızarır, başımız öne eğilir, mahcubiyetle kısılır gözlerimiz, belki gözyaşı dökeriz. Müşfik bir baba gibi teselli eder bizi pişmanlığımız: “Ağlıyorsun ya işte; o işi yapmayı yakıştıramadın kendine. Sen elinle ettiğinden fazlasısın. Sen bile isteye ettiğin günahtan daha yukarıdasın…” Kucağımızda hiç durmadan ağlayan bebek gibi, habire sızlanan bir hasta gibi buluruz pişmanlığı. Ne inkar edebilir, ne unutabilir ne acısını dindirebiliriz. Bırakalım öyle kalsın! Acısın. Kanasın. Ağlasın. Sızlansın. Dağlasın göğsümüzü. Yırtsın yüzümüzü. Kendi gözlerimizin içine baktığımızda, hemen yüzünü gösterip utandırsın bizi. Bizi bize gammazlasın. Acısına ihtiyacımız var pişmanlığın. Ya hiç acıtmasaydı günah kalbimizi? Ya pişmanlığın sızısı hiç yapışmasaydı yakamıza? Kurtulmak için çırpındıkça üzerimize atılıvermeseydi pıtraklar gibi? Kıvrandıkça, kıvrandıkça yine yeniden yakalamasaydı bizi bileklerimizden? İyi ki öyle... Kaynağı saptanamayan ağrılarda hastalara, kural gereği, ağrı kesici verilmez. Çünkü ağrısı olmazsa, hasta çare aramaz. Kıvranmazsa, ağrının odağını bulmaya yönelik zahmetlere katılmaz, katlanmaz. Pişmanlığın da soğuk sert taşlar gibi vurması beklenir ayaklarımıza. Hiç bitmeyen kışlar gibi soğuk buzlar düşürmesi gerekir alnımıza. Firari mahkûmlar gibi köşe bucak tedirginliklere mahpus etmesi istenir bizi. İlk fırsatta, saati geri alma telaşına düşmek, takvim yapraklarını yerine yapıştırma telaşıyla yanıp tutuşmak gerek. Günahı, ömrünün son deminde ak örtülere sarılmış adamı/kadını acı bir sırla kirletmek diye bilmek gerek. “Kim aklar beni?” diye bütün kapılardan eli boş döndüğümüzde, “illâ O” diyecek çaresizliğin dizi dibine oturtmalı bizi pişmanlığımız. Rahmetin ve gufranın dergâhında kusurluluğumuzu ve günahkârlığımızı şefaatçi bilip öylece ümitlenmeliyiz Allah’tan. Hiç koşulsuz affedileceğimiz kapının eşiğinde umutla ve gözyaşıyla oturabilmeyi öğretmeli bize pişmanlık. Kimselere diyemediğimiz sırlarımızı kabuğunda sızlanan bir inci gibi rahmetin kucağına itiverme ihtiyacını tir tir titreyerek hissetmeliyiz pişmanlık göğsümüze sarıldığında. Ne kadar çok hata etmişsek etmiş olalım, sonsuz serin bir okyanusun maviliğinde kir pasımızı kimselere göstermeden yıkayıverme umudunu göğsümüzde cılız pınarlar gibi biriktirmeyi vaat eder bize pişmanlığımız. Sevapça hiçbir şey edemediğimizi, ettiklerimizin de bize ait sayılmayacağını aniden görebilmek demektir günahların “ah!”ları. O’ndan korkup yine O’na kaçacak denli anaç ve müşfik olan rahmeti acıyan dudaklarımızla içmeyi sadece pişmanlığımız öğretir bize.. O tatlı Şebnem Ferah şarkısı gibi, “Sil baştan başlamak gerek bazen. Hayatı sıfırlamak. Sil baştan sevmek gerek bazen. Her şeyi unutarak, yeni baştan sevmek gerek.” Sil baştan başlama telaşıyla affın boynuna sarılırız pişmanlığımızla. Sil baştan sevildiğimizi ummak adına rahmetin kucağına bırakırız gözyaşımızı. Sancıyan vicdanımızla, utanan yüzümüzle, ağlayan gözümüzle, titreyen dudağımızla içten bir özür, mahcup bir tövbe fırsatı sunar bize pişmanlığımız. Ya hiç olmasaydı pişmanlığımız? Hiç yakmasaydı canımızı? Ağrı hissedemeyen hastalar gibi yakardık rahmete yürüyen ayaklarımızı, kırardık affı avuçlayan ellerimizi. s.demirci@zaman.com.tr senai demirci
__________________ Şu an yaptığınız hiçbirrr iş, Kılınmayı bekleyen vakit namazından daha önemli değildir!! | |
09 Nisan 2008, 21:50 | Mesaj No:20 |
Mekke geceleri Beyazdır
Cidde havaalanından Mekke'ye karayoluyla gidiliyor. Yol boyu, telbiyelerle aradaki mesafeyi eritmeye çalışıyoruz. "Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk!" nidaları, sadece Mekke yolunu kısaltmıyor; "Nerdesin?" diye soran Rabbimizin hitabına bigâneliğimizi de eritiyor; Rabbimizden uzaklağımızi da kapatmaya vesile oluyorlar: "Buradayım Yâ Rabb', buyur." Bizi O'nun emrine icabet etmekten alıkoyan putları, duvarları aradan kaldırmaya çabalıyoruz: "Senin şerikin yok! " Herkes birbirinin şahidi ve şefaatçisi bu davada. Başkalara minnet etmenin yükünü omuzlarımızdan atıyoruz. Çünkü, "hamd Senin, ni'met Senin, mülk de Senin!" diye telkin ediyoruz birbirimize. İhramın hafifliği kalbimize sirayet ediyor öylece. Netice-i kelâm, "Senin şerikin yok." Herkes bir ağızdan bağırıyor ama, emr-i İlâhiye "Lebbeyk..." demekte birer bireriz. Herkesin kendisinden başka sayısız şahidi var. Yol boyu güneşle kavrulan, boz, çıplak, azâmetli dağları süzüyorum. "Sen bu dağlari nasıl tebessüme getirdin yâ Resulullah?" diye soruyorum. "Sen bu yetim kâinatı nasıl gülücüklere boğdun?" İnsan buralarda Resûl-ü Ekrem'in (asm) gözünün değdiği bir şeyler arıyor. Gözümüzü binalardan ve yollardan kaydırıp, dağ ve taş arıyorum hâlâ. Doğrusu, O'nun (asm) gözünün değdiği bir şeye bakmak, O'nunla göz göze gelmek gibi bir şey... Mekke'yi gösteren levhalardaki rakamlar küçüldükçe, telbiyelerin sayısı artıyor, kelimeler büyüyor büyüyor, nefesime sığmaz oluyor. Arasıra tekbirlerle süslüyoruz, telbiyelerimizi. Ne çare , tekbire eşlik edemiyorum, buralarda göz yaşları izinsiz ve sebepsiz terkediyor yuvasını. Mekke'ye çok sayıda tünelden geçerek dahil olunuyor. Mekke'nin eteklerine kadar biriken hasret her tünelin ucunda duvarını yıkmak istiyor. Ama tüneller tünelleri izledikçe hasret kendi içine katlanıyor, harlanıyor; kav gibi her an alevlenmeye hazır bir hâl alıyor. Ne lâtif tevafuk ki, insan da Rabbine ve Resûlüne (asm) erişmek için böyle nice heva heves dağlarını delmek zorunda. Ömür boyu sürüp giden bu Ferhad-misal mücâdele, Kâbenin yanına yaklaştıkça tecessüm ediyor sanki. Garip ki, her tünel çıkışında karşımda hasretini duyduğum Kâbe manzarasının çıkacağını zannediyorum. Delinecek daha çok dağlar olmali ki, bir tüneli diğeri takip ediyor. Sonunda Kâbeye böyle varılamayacağını anlıyorum. Önce ağırlıklarımızdan kurtulmamız gerekiyor; bagajlarımızı otele yerleştirdikten sonra güneşin batmasını bekliyoruz. Gece bir beyaz sel halinde taşıyoruz Mekke sokaklarına. Otobüste yerimizi alırken, İhsan Atasoy Ağabey, "Mekke geceleri beyazdır" diyor. Doğru ya, hayatımın en aydınlık gecesi bu. Gün solmuş, güneş batmış ne yazar... Az ileride bir yerde, gece kadar kara bir nokta beyaz gecemizin nurlu siyahlığını tamamlayacak. Beyazlara bürünmüş arzlıların tamamladığı halkanın orta yerinde, semâv', kara renkli göz bebeğim beni bekliyor. Ama yine daracık ve tıkalı tüneller.. Dağlara bakıyorum yine, O'nunla (asm) göz göze gelebilmek ümidiyle. Ama gözlerim doluyor... Gönlümde bu denli tutuşan ateşler çare olamayacağını bile bile, gözlerim yaşlar serpiyor. Neden bu kadar sevgilisin Yâ Resûl? Ağlamak kolay Mekke'de.. İklimin kuraklığına inat, gözler alabildiğine sulak.. Ve çorak çöl toprağı kulların göz yaşlarının değdiği yerde, ebed' baharlara beşiklik ediyor. Hem kimse kimseye neden ağladığını da sormuyor ya, ne güzel... Mekke'nin Kara Güneşi Gece kelimesi, insanda sessizliği ve karanlığı çağrıştırır. Mekke'de öyle değil, oysa. Güneşin renklerinin yeryüzünden çekilivermesi bir şeyi değiştirmiyor. Beyazlara bürünmüş milyonlarca insan, gecenin karanlığını her noktasından deliveriyor. Diller dünya lakırtısından sıyrılmış, geceyi velveleye veriyor. Geceler, gündüzler kadar avazlı ve beyazlı Mekke'de. Mekke'nin kara güneşi hiç batmıyor çünkü. Güneşin batmasıyla birlikte, kalplerdeki yerini daha bir dolduruyor Kâbe. İnsan ruhundan yoğrulma beyaz seyyarelerini bir çekip, bir bırakıyor. Kara bir taşı andıran Beytullah'ın etrafındaki insan seli dinmiyor. Sanki bütün dünyanın mü'minleri denize koşan sular misâli başlarıni bu taşa vurdukça, beyaz beyaz köpürüyorlar, süzülüyorlar. Kâbe, insanin bütün hatiatını, kusurunu, ayıplarını emip yutuyor. Menfaatini düşünen bir kimse göremezsiniz tavafta. Gözlerde ve gönüllerde sadece Kâbe var. Ubudiyetin yöneldiği makâmın temiz ve taşlaşmış temsili gibi herkesin merkezinde suskun, ağırbaşlı duruyor Kâbe. Herkes kendi hayatının manasının kendi nefsi dışında bir noktaya bağlı olduğunu açıkça ve net görüyor. İnsanlar, bir harf olduklarıni; kendi manâlarının kendi nefislerinde değil, nefislerinin ayinedârlığında olduğunu hissediyor. Herkes kendini değil, bir başkasını gösteriyor. Herkes herkese, kendisini değil bir başkasını gösterdiğini gösteriyor. İnsan tüm dünyeviliğini sabun köpüğü gibi sıyırıyor elinden ve dilinden. İnsan âdeta durulanıyor, fakat insan seli durulmuyor. Köpük köpük af yağıyor Kâbe'den. Suların aktıkça saflaşması gibi, insanlar döndükçe temizleniyor. Tavaf halkasına dahil olmak anlatılmaz bir duygu. Kâbe'yi merkezinize alıp, yürümeye başlıyorsunuz. Kendi iradenizle başladığınız yolculuğun hemen başında, iradenizin hükümsüzlüğü ortaya çıkıyor. İnsan seline katıldıktan sonra, yürümek ve yürümemek arasındaki tercihiniz iptal oluyor. Artık yürüyor değil, sürükleniyorsunuz; dönüyor değil akıyorsunuz. Ayaklarım Kâbe'nin etrafında, Kâbe'yi gözlerimin ortasına yerleştirip, yönümü ve yolumu irademin kontrolünden çıkardıktan sonra, kalp ve aklın bağlılıkları Kâbe'nin kara renginde soğruluyor. Kâbe nefsimizin karasını emercesine, aydınlatıyor gaflet gecemizi. Beyazlara bürünmüş insanların orta yerinde bir kara güneş gibi yükseliyor; hiçbir göz kapağının uykusu olmamacasına. Kâbe'ye yakınlaştıkça, Kıble'ye yönelmenin anlamı da cisimleşiyor. Tevhid hakikati, tek bir yön, tek bir nokta önünde somutlaşıp, katılaştıkça, Bir'i göstermeyen herşeye yüz çevirmeyi, herşeyi TEK ve BİR adına bakmanın ağırlığını hissediyorum. Öyle ki, Kâbe'yi TEK ve BİR olarak görmek, herşeyi bir kefesine alan bir terazinin diğer kefesinin birden ağması gibi anlık bir şaşkınlık getiriyor. Herşey hafifliyor, VAHDET ağırlaşıyor. VAHDET, Kâbe'nin cismi kadar yalın ve reddedilmez biçimde ortaya çıkınca, KESRETİ terketmekle zorlanıyor insan. Öyle ki, gördüğüm bu Kâbe'nin herkesin, her zamanki Kâbe'si ile aynı olup olmadığından şüpheye düşüyorum. "Yoksa başka bir tane daha mı var?" Vehim ne kadar itiraz ederse etsin, terazinin VAHDET kefesi, hacıların nefesleri ve adımları sayısınca ağırlaşıp yerine oturuyor; KESRET kefesi bir daha inmemek üzere hafifliyor; boşalıyor. Zira, bunca kesretin böylesi somut ve katı bir VAHDETE yönelişini, göz gördükçe, akıl çaresiz kalıyor. Gözün görmeyen beyazı gibi akıp duran hacılar, gözün gören siyahlığında, Kâbe'de topluyorlar bakışlarını. Kara bir gözbebeği gibi VAHDETİ görüyor Kâbe, VAHDETİ gösteriyor. Günahlar ve kusurlarla dokunmuş kara lekeleri âyân ediyor. Kara bir güneşi var Mekke'nin. Gece kimsenin aklına gelmiyor, gözler karanlığı unutuyor. Kara güneş sadece gözlerin değil, kalblerin sahahını da müjdeliyor.... | |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
senai hocamdan bir hoş dua | _bülbül_ | Dua Bölümü | 1 | 30 Ocak 2023 15:09 |
Senai Demirciden Vakit Öğle Şiiri Videosu | MERVE DEMİR | Videolar/Slaytlar | 1 | 11Haziran 2021 00:13 |
Şeyh Sadi' den Sözler/İnciler-Medineweb | MERVE DEMİR | Güzel Sözler-Deyımler-Nükteler | 14 | 30 Mart 2020 01:03 |
La Tahzen ( Üzülme ) Senai Demirci Medineweb | nurşen35 | Şiir Dinletileri | 2 | 18 Ağustos 2017 00:50 |
Siz ve Eşiniz // Senai Demirci | enderhafızım | Evlilik-Nikah Konuları | 3 | 24 Ocak 2014 01:12 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|