|
Konu Kimliği: Konu Sahibi NİLGÜN YAZAR,Açılış Tarihi: 26 Ocak 2010 (21:08), Konuya Son Cevap : 26 Ocak 2010 (22:06). Konuya 1 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
26 Ocak 2010, 21:08 | Mesaj No:1 |
Durumu: Medine No : 8150 Üyelik T.:
15 Mayıs 2009 | BİR DELİNİN GÜNCESİ BİR DELİNİN GÜNCESİ Bazen dengemin alt üst olduğunu düşünürken yakalıyorum kendimi. Bu soyut resmin anlattığı tek şey; kadın olmanın dayanılmaz ağırlığı altında kalmış bir enkaz yığını. Okumak ve meslek sahibi olmak için verdiğim onca çabaya lanet ettiğim bir zaman tünelindeyim şu an. Babamın sırf elektrik harcamayayım diye, ders çalışmak için lambaları yakmama sinirlenip ağzına geleni saydığı, benim de buna inat hırs yapıp mahalle bakkalından aldığım düzinelerce mumların ışığında dirsek çürüttüğüm gecelerim sadece heba olmuş. İleri görüşlü sevgili babamı rahmetle anıyorum şimdi. Kadın-erkek eşitliğine inanıp, aptalca savunduğum yıllara ne demeli ya? Yok annem yook! Eşitlikte adalet yokmuş! İşle ev arasında seğirtmekten sosyal hayatın içine karışmaya da mecali kalmıyor insanın. Ev hanımlarına gıpta etmiyorum. Alenen kıskanıyorum hepsini. Ne rahatlardır kimbilir. Gerilmeden, koşturmadan, mütebessim, herkese faydalı, hiçbir şeyi yarım yamalak bırakmadan bitirdikleri bir günün saadeti üzerine uzun uzun söyleşmek istiyorum onlarla. Ben de onlara, sabahın köründe evden çıkarken çizmelerimin fermuarlarını asansörde çektiğimden, akşam mesai sonrası postu eve atar atmaz, üzerimi bile değiştirmeye fırsat bulamadan sevgili çocuklarımın “Anne, bu akşam yemekte ne var? sorusuna yanıt vermek gayesiyle kollarımı nasıl hızla sıvadığımdan söz ederdim. Onlar, günlerinin nasıl sakin ve dingin geçtiğini, komşularıyla yaptıkları kahve muhabbetlerini anlatırken ben de her zamanki telaşımla sözlerini balla kesip, bir yandan çamaşırları asarken diğer yandan da yoğunluktan aramayı sık sık ihmal ettiğim binlerce kilometre uzaktaki ablamın sitemlerinden kurtulmak için boynuma sıkıştırdığım telefonla nasıl da gönül almaya çalıştığımdan dem vururdum. Onlar bana önümüzdeki pazartesi başlayacakları diyetin mucizelerini sıralarken, ben de onlara aynı pazartesi sigarayı bırakmak için bulduğum son yöntemi “bu defa kesin” dercesine anlatırdım. Erkeklerin birden fazla eşle birlikteliklerine de sıcak bakar oldum. Ne yani, şimdi evde bir arkadaş daha olsa fena mı olurdu? Ben işteyken, zat-ı muhterem bütün birikmiş işlere el atardı. Yorgun argın eve döndüğümde kapıyı güler yüzle açan biriyle karşılaşsam, aldığım o pozitif enerjiyi de üstüme başıma çalsam kim küserdi? Ardından da oturup birer fincan kahve eşliğinde iki lafın belini kırıp, üçüncü tekil şahsı kıyasıya çekiştirirdik. Haftanın her akşamına birer de dizi film yapıştırdık mı, ağa da ben olurdum paşa da. Böylesi, üç maymunun da memnuniyetini sağlayacak harikulâde bir çözüm olurdu. İnsan nasıl bu denli değişebilir şaşırıyorum. Eskinin olmazsa olmaz söylemleri, devran döner tezadına bırakır yerini. Gün gelir, ağzınız açık kalmış bir halde Allah’a el açıp “Tanrım beni baştan yarat!” derken bulursunuz kendinizi. Asla, “asla dememek” gerektiğini öğrenecek yaşa geldiyseniz, olgunlaşmışsınız demektir. Bir can dostumun dediği gibi “Hayata dair ne duyarsam duyayım her defasında söylediğim tek bir şey var artık: “OLABİLİR” Bir zamanlar yana kavrula savunduğum “Kızlar okusun, ekonomik bağımsızlıkları olsun, el adamına muhtaç olmasın vs..” zırvalarımın yerinde yeller esiyor. Çocukken babamdan çok sık duyduğum bir söz epeydir zihnimi bulandırır oldu: “Allah deldiği boğazı aç komaz.” Allah Allah!! Otuz sene evvel duyduğum söz, şimdi ne diye hortlar ki? Sebepsiz kuş uçmazmış. Vardır bir bildiği aklımın odalarının. Okuyan zihnin parladığına inanırım. İnsanın bir şeyler okuyarak entelektüel çıtasını yükseltme gayretinden söz ediyorum. Bunu yakalamak için okumaya ciddi zaman ayırmak gerekiyor. Fakat nasıl? İş hayatı, derken evin kapısından içeri adımını attığın an itinâ ile sırtından alınan iş kadını mantosunun, yerini ev hanımı ve anne entarisine bırakmasıyla başlayan rol harbi. Zaten durmadan rol değiştirmekten bir süre sonra üstünüzde garip bir semelik hasıl oluyor. Karşınızdaki konuşurken, neden bel bel baktığınız sorulduğunda, dinlemediğinizi fark etmemeleri için attığınız taklalar da cabası. Kitap oku(yama)maktan bahsediyordum. Aristokrat gibi düşünüp, köle gibi yaşamak arasında gider gelirsiniz bu sayede. Oğuz Atay’a da çok ayıp oldu bu ara. Edebiyatın başyapıtlarından biri olarak kabul edilen “TUTUNAMAYANLAR”ı aylardır elimde sürünüyor. İş güç bittiğinde kitabı tam elime alıyorum, fakat ne mümkün! Bir kaç sayfa sonra, iki şişe devirmiş bir alkolik gibi sızıp kalıyorum. Benim için teflon bir tencereye dönüşmüş olan hayata, koalo tekniğini uygulayabildiğim gün, kitabı tamamlayacağımdan şüphem yok. Bazen kafam zehir gibi çalışıyor. O demler, kendimden en çok nefret ettiğim zamanlar oluyor. Misal: Acaba hayatım boyunca daha kaç kez bulaşık ve çamaşırla haşır neşir olacağım? Daha kaç tencere yemek pişireceğim? Kaç kez daha ütü yapacağım? Yerleri silmek için daha kaç kova su doldurup boşaltacağım? Kaç kez daha perde asacağım? Kaç..süpür…cam… Niye kafamda bu gereksiz matematik problemleri kol geziyor? Otur, o saçma sapan havuz problemlerini çöz, daha iyi. Çeşmeyi aç, sabaha kadar havuzu doldur boşalt daha eğlenceli öylesi. Ömrü bir günlük haşerat nevînden bir börtü böcek olsaydım, bu muamma yaşanmazdı. O zaman yoldan geçen birine önce saati sorup: -Abi daha ne kadar var?der, -Bir iki saat var daha evlat. Takıl sen. Lafını duymanın rehavetiyle derin bir ohh çekerdim. Beyninim kıvrımlarını vıcık vıcık eden bu sorulardan nasıl kurtulurum? Doktorumu arayıp, sorsam mı acaba? Sormaya ne hacet ki! Yine “Depresyona girmişsin” diyecek kesin. Onlar da iyi ki bi şey öğrenmişler. Temcit pilavı gibi. Hep aynı terane. Bukowski: “Psikiyatri hastalarını bekleyen tek şey, faturadır.”der. Yalan da değil. “Depresyona girmişsin” miş! Hiç çıktığım yok ki. Bu gidişle malulen emeklilik an meselesi zaten. Siz asıl o zaman görün cümbüşü. Ben, keyfim ve kâhyası. Muhteşem bir üçlü oluruz. Ama en iyi yazılar da bu psikolojideyken çıkıyor ne hikmetse! En iyisi kozama çekilip, GÖKSEL BAKTAGİR’in “Doğu Esintileri” adlı eseri eşliğinde kitabıma kaldığım yerden devam etmek. Ortalıktan kaybolayım hemen. İnsan kimi zaman, sadece yok olmakla kendini var edebiliyor çünkü. |
Konu Sahibi NİLGÜN YAZAR 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
Baba(sız)lar günü | Makale ve Köşe Yazıları | NİLGÜN YAZAR | 0 | 1818 | 25 Kasım 2011 21:06 |
Insan insanın zehrini alır | Makale ve Köşe Yazıları | NİLGÜN YAZAR | 0 | 1760 | 25 Kasım 2011 21:04 |
Birinci kadının, ikinci kadına teşekkürü | Makale ve Köşe Yazıları | NİLGÜN YAZAR | 0 | 1470 | 25 Kasım 2011 20:57 |
Yoruldum | Makale ve Köşe Yazıları | NİLGÜN YAZAR | 0 | 1506 | 25 Kasım 2011 20:56 |
Eller ve izler | Makale ve Köşe Yazıları | su damlası | 1 | 1846 | 25 Kasım 2011 20:52 |
26 Ocak 2010, 22:06 | Mesaj No:2 |
RE: BİR DELİNİN GÜNCESİ
Bu ilginç günceden iki cümleyi cımbızla çekiyorum : Allah deldiği boğazı aç komaz !... İnsan kimi zaman, sadece yok olmakla kendini var edebiliyor ... Anlayalara iyi birer ders olur bu ikisi bi ömür yeter ... Teşekkürler Nilgün Hanım | |