|
Konu Kimliği: Konu Sahibi muhsin iyi,Açılış Tarihi: 20 Şubat 2012 (19:34), Konuya Son Cevap : 02 Ağustos 2014 (14:59). Konuya 4 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
20 Şubat 2012, 19:34 | Mesaj No:1 |
Putperestlik (Müşriklik), Puta Tapıcılık, Putperestliğin Anlamı, Çağımızda Putperest Putperestlik (Müşriklik), Puta Tapıcılık, Putperestliğin Anlamı, Çağımızda Putperest Putperestlik (Müşriklik), Puta Tapıcılık, Putperestliğin Anlamı, Çağımızda Putperestlik, Paganizm ve İslam Kuran-ı Kerim’i mealden baştan sona okuyan bir kişi, peygamberlerin genellikle putperestlerle (müşriklerle: Allah’a ortak koşanlarla) mücadele ettiğine tanık olacaktır. Halkın yeni bir peygamberle hidayete geldikten sonra kısa bir zamanda tekrar putperestliğe yöneldiğini anlayacaktır. Putperestliği insan için bu derece cazip kılan unsur nedir? Daha doğrusu insanlar, Allah’ın (c.c.) ve peygamberlerin (a.s.) gösterdiği hak yolu kısa zamanda unutarak veya hiçe sayarak doğalarındaki hangi güçle veya dürtü ile putperestliğe hemen dönebiliyorlar? Hâlbuki Allah (c.c.) ve peygamberleri putperestlikten sakındırmak için muhakkak ki insanları ahret günü ve cehennemle korkutmuştur. Ayrıca insanları hak yola girdiklerinde cennetle müjdelemişlerdir. Ama yine de insanlar kısa zaman sonra tekrar putperestliğe yönelmişlerdir. Bu yüzden, yani insanları putperestlikten men için, her bin yılda bir resul gelmiş (toplam 313 resul), bu resuller arsında da 124 bin (başka bir rivayette 224 bin) nebi gönderilmiştir. Kuran-ı Kerim’deki surelerin büyük ekseriyetinin konusu, putperestlerle mücadeledir. Gerçi Medine’de inen surelerde bu mücadele alanına Yahudiler ve münafıklar da girer. Ama oran olarak putperestlerle mücadele daha büyüktür. Bu durum aynı zamanda bu ümmetin gelecekte kimlerle daha çok mücadele içerisinde olacağına da işaret etmektedir. Hıristiyanlardaki sapkın inanışa Kuran-ı Kerim değinse de onlarla pek mücadele etmemekte, hatta bir ayette inananlara en yakın olarak Hıristiyanlar gösterilmektedir: ‘İnsanların müminlere düşmanlık bakımından en şiddetlisini, her halde Yahudilerle müşrikleri (putperestleri) bulacaksın. Müminlere sevgice en yakınlarını da herhalde ‘Biz Hıristiyanlarız.’ diyenleri bulacaksın. Çünkü bunların içinde âlim keşişler ve dünyadan yüz çevirmiş rahipler vardır. Bunlar kibirlenmezler.’ Tarih boyunca insanlığın putperestliğe olan yoğun eğilimini anlayabilmemiz için kendimizi onların yerine koymak gerekir. Putperestliğin temelleri insanın nefsindedir. Nefis kendisine tapmayı, tapılmasını çok sever. Kendine tapma ve tapılma ile anlatmak istediğimiz şey, narsist eğilimlerdir: ‘Övünme, yücelme, büyük görünme, herkesi etkisi altına alma, hakkında söz edilme isteği vs.’ Put, tıpkı bir ayna gibi işlev görür. Aynaya bakan kişi, dikkatini kendinde yoğunlaştırır. Aynaya bakma narsizmin pratiğidir. Kendi güzelliğine bakan, onunla ilgilenen kişi için başkaları bir hiçtir. Ölse de umurunda olmaz. Putlar da bir ayna gibi insanların enerjilerini kendilerinde toplanmalarını sağlamışlardır. Bu nefsin çok hoşuna gitmiştir. Çünkü nefis yaratılış itibari ile cimri ve bencildir. Egoisttir. O her şeyden önce kendisini sever ve kendisine âşıktır. Put, aynanın gelen ışığı tekrar kaynağına yansıtması gibi kişinin bütün enerjisini tekrar kişiye yansıtmakta ve böylece çevreye dağılmasını önlemektedir. Bundan putperest büyük bir doyum almaktadır. Peygamberlerin getirdiği ‘Lâ-ilâhe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur.)’ davası ise, toplumsal eşitlik ve kardeşlik duygusu üzerine kuruludur. Kişi, zümre, ırk üstünlüklerini kırmıştır. Allah’ın (c.c.) kendisinden başka ilah kabul etmemesi, her insanı birbiri ile kardeş yapmakta, kişiyi aynı hukuka ve eşit haklara uymaya zorunlu kılmaktadır. Çünkü tek ilah, bir babanın evlatları arasında ayrım yapamaması gibi bir toplumsal sonuç ortaya çıkarmaktadır. Allah’ın (c.c.) dinine, yani peygamberimizin (s.a.s) getirdiği inanca önce kölelerin, etnik kökeni itibari ile küçük görülen insanların, yoksulların hemen iman etmeleri de bu gerçekliğe dayanır. Çünkü onlar yaşadıkları toplumdan ilgili toplumsal kimlikleri nedeni ile zulüm ve eziyet görüyorlardı. Toplumun inancında Allah bir olduğunda hukuku da insanları temel eşit haklara aynı oranda sahip kılmaktadır. Allah’ın dinine ve peygamberlerine karşı çıkanlar ise, putlar aracılığı ile gelen ayrımcılıktan yararlanan kesimdi. Bunları elden çıkarmak işlerine gelmezdi. Onlar mevcut zulüm ve sömürü düzeninin devam etmesi için Allah’ın diniyle ve peygamberiyle bilerek savaşıyorlardı. Putperest narsist (kendisini beğenen, kendisine âşık) iken, bir Müslüman toplumsaldır. Müslüman güneş gibidir. Enerjisini, nimetleri insanlara yararlı olmak için kullanır. Etrafa yayar. Putperestlerin bir özelliği de Allah’ın varlığını inkâr etmemeleridir. “Yemin olsun ki o putperestlere (Mekkeli Müşriklere) kendilerinin kimin yarattığını sorsan mutlaka ‘Allah’ diyeceklerdir. Öyle ise nasıl oluyor da dönüyorlar? (Ez-Zuhruf suresi, 87).”, “(Putperestlere hitaben) De ki: ‘Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Yahut kulaklara ve gözlere kim malik bulunuyor? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor?’ Hemen, ‘Allah’ diyeceklerdir. Sen de ki: ‘O halde sakınmaz mısınız?’ (Yunus suresi,31)”. Putperestler Allah’ın varlığı, yokluğu konusunda peygamberimizle (s.a.s) tartışmıyorlardı. Onlar Allah’ın varlığına inandıkları gibi, Allah’ın rızık verici sıfatını da inkâr etmiyorlardı. Ayrıca canlılara hayat verenin de onları öldürenin de Allah olduğuna inanıyorlardı. Mekkeli putperestler, Allah’ın (c.c.) peygamberler (a.s.) aracılığı ile bir din ve kitap yollaması nedeniyle rahatsız idiler ve dolayısıyla insanların eşit ve tek bir hukuka uymaları onların işlerine gelmemekteydi. Çünkü onlar soyları sopları ile gurur duyan, kendileri dışında başkalarını küçük gören şımarık bir kavimdi. Putları onlara bu narsist doyumu sağladığı için onlardan kopamıyorlardı. Putlarına bağlılıklarını inatla sürdürüyorlardı. Bazıları peygamberimizin (s.a.s) yalan söylemediğini bildikleri halde yani bile bile kibirlerinden dolayı bu dini kabul etmek istemiyorlardı. Şeytanların gücü sadece vesvesedir. Onlar bilinçaltımıza aynı cümleleri tekrar yolu ile (yani vesveselerle) çeşitli telkinlerde bulunurlar. Seslerini duymayız ama bilinçaltımız ilgili cümleleri sanki kendi düşüncelerimiz gibi algılar. Bu vesveselerde insanların putlara karşı olan zaaflarını çok iyi kullanırlar. Aslında onlar kimin ne günahı işleyip işlemeyeceğini çok iyi bilirler. Bu açıdan yanlarında her insanın bir raporu bulunur. Nabza göre şerbet verirler. Nefis bir günaha eğilim duyuyorsa onu sonuna kadar kullanırlar. Nefsin eğilim duymadığı günahta vesvese hususunda ısrarcı olmazlar. Hep nefsin gölgesinde hareket ederler. Onun için insanlar vesveselerin pek farkına varmazlar. Kendi düşünceleri olduğunu sanırlar. İnsanın putlara karşı olan eğilimindeki narsist karakterini çok iyi bildiklerinden buna uygun propagandaları insanlara vesvese yolu ile sürekli yinelerler. Şeytanlar putperestlere daima şu telkinde bulunmuştur: ‘Allah’a yakın ve seçkin birisi olmak için kendine bir put edin.’ Bu cümle her insanın nefsini okşayan bir anlama ve vizyona sahiptir. Tarih boyunca insanları birer put edinmesi için harekete geçirmiştir. Putperestler, putlarının kendilerini Allah’a yaklaştırdıklarına inanmaktaydılar. Allah evreni ve içerisindekileri yaratmıştır ama sadece putlar gerçek anlamıyla Allah’la iletişime geçer gibi bir düşünce, şeytanların telkiniyle onlara kabul ettirilmişti. İnsanlar günah işlerler. Putlar hiç günah işlemedikleri için Allah (c.c.) onların dualarını kabul eder, diye düşünmekteydiler. Bu düşünce ile bir putperest her türlü suçu ve günahı kolayca işlerken putuna karşı olan nazik tavrı ve gönül almaları ile bunun affedileceğini sanmaktaydı. Elbette putlar günah işlemediği gibi iyilik de yapamazlar. Çünkü cansızdırlar. Böylece insanların putlar sayesinde Allah’a (c.c.) yaklaşabileceğine inanmaktaydılar. Onun için Mekke’deki putperestler kutsal olarak bildikleri Kâbe’nin içerisini şöyle bir niyetle putlarla doldurmuşlardır: ‘Biz onlara sadece bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz (Zümer suresi, 3).’ Putların bazılarının isimleri gerçekten de başlangıçta Allah’ın (c.c.) veli kullarına dayanıyordu. Hak din sağlamken insanlar o veli kulların isimleri ile Allah’a (c.c.) tevessülde bulunuyorlardı. Örneğin şöyle dua ediyorlardı: “Allah’ım senin indinde önemli bir kul olan şu zatın yüzü suyu hürmetine şu hacetimi, şu duamı kabul buyur.” Dikkat edilirse tevessülde dua, istek Allah’a (c.c.) yapılmaktadır. Veli kul duanın yapılmasında sadece bir vesile rolü oynamaktadır. Hak dinler batıl duruma dönüştüklerinde kendilerine tevessülde bulunulan bu veli kulların isimleri putlara verildi. Artık Allah’a (c.c.) dua, istek yerine bu putlara dualar ve istekler yöneltildi. Veli kullarla Allah’a (c.c.) tevessülde bulunma gibi çok güzel bir dua biçimi, batıl duruma dönüştü. Böylece putlar ilahlık makamına yükseltilmiş olundu. Putlarla Allah’a (c.c.) şirk koşuldu. Bu durumda çağımızda bazı Müslümanlar, duada veli kullara tevessülde bulunma putperestliğe ve Allah’a (c.c.) şirk koşmaya zemin hazırlıyor, diyerek duaların kabulünde çok önemli bir rolü olan tevessüle olumsuz bir tavır almaktadırlar. Hâlbuki ehl-i sünnet itikadında tevessülün ayet ve hadislerle dinde yeri sabittir. Bu konuda ehl-i sünnet âlimleri arasında bir tartışma söz konusu değildir. Vahhabilik gibi 18. yüzyılda ortaya çıkan bir kısım itikadi cereyanların etkisi ile tevessüle itiraz bugünlerde çoğalmıştır. Oysa onların bu itirazlarındaki yanlışlık gayet açıktır. Bir insanın, bıçakla adam da öldürülüyor, diyerek bıçağı günlük yaşamında kullanmaması en çarpıcı örnek olarak düşünülebilir. Hâlbuki yemeğin pek çok malzemesi bu sayede doğranır. Bıçaksız bir mutfak düşünülemez. Onu yaşamdan uzaklaştırmak aç kalmakla özdeştir. Dua da ancak veli kulların yüzü suyu hürmetine Allah (c.c.) katına yükselir. Kabul görür. Onların duaları olmasaydı kıyamet çoktan kopardı. Kuşkusuz Allah (c.c.) kuluna şah damarından daha yakındır. Kul dua ettiğinde Allah (c.c.) duasına icabet eder. Ama insan Allah’tan (c.c.) çok uzaktır. Her zaman her çeşit duanın kabul olunması için gereken şartları üzerinde taşımıyor olabilir. Böyle durumlarda iken Allah’ın (c.c.) veli kulları ile Allah’a (c.c.) tevessülde bulunulması yerinde bir davranıştır. Veli ölmüş de olabilir, diri de, tevessülde bu hiç fark etmez. Zaten dinin de, hususiyle ehl-i sünnet itikadının da bunu onayladığını yukarıda belirtmiştik. Yine de bazılarının kafalarında sonuçta put da veli de ‘birer aracı’ konumuna geliyor, diye bir düşünce vesveseye zemin olabilir. Put Allah’la hiçbir ilgisi olmayan, taştan veya başka nesnelerden yapılan cansız bir nesnedir. Velinin ismi ile uzaktan bir ilgisi olsa da bu unutulmuştur. Şayet unutulmasaydı, ilahi dinlerden hiç birisinin izin vermediği putu yapılmazdı. Ama veli zat Allah’tan (c.c.) nur sahibidir. Yaşantısı ile Allah resulünden (s.a.s) büyük izler taşır. Onu hatırlatır. Böyle bir insan canlı olmanın yanında gerçekten de Allah indinde de özel bir yere sahiptir. Hacetini putuna bildirip ondan medet uman kişi, yaşamında narsist karakterini muhafaza ederken hatta daha da pekiştirirken veliye tevessülde bulunan kişi ise, nefsini ezmekte ve dualarının kabul olması için yaşamını İslami açıdan gözden geçirmekte, Allahın emir ve yasakları hususunda tövbe etme gibi büyük nimetlere nail olmaktadır. Kısacası putlar insanları azdırırken veli zatlar insanları ıslah etmektedirler. Bu açıdan sapla samanı, arpa ile buğdayı birbiri ile karşılaştırmak, ancak cehaletle açıklanabilir. Putlar insanları her türlü kötülüğe ve zulme sürüklerken veli zatlar insanları kendilerine benzetip hayra ve faziletlere sevk ederler. Hâlbuki put edinen kişi, Allah’a (c.c.) değil kendine yakın olmaktadır. Putuna gösterdiği saygı ve tazim aslında nefsinedir. Çünkü put kendisine aittir. Hele bu put eşi, çocukları ve akrabaları tarafından kabul gördüyse narsizmi daha da bir şişer. O putuna çeşitli faziletler ve yücelikler düzmeye başlar. Çünkü başına gelen her hayrı ve iyiliği putundan bilir. Putunu kabilesini temsil eden bir konuma getirme her yiğidin gönlünden geçer. Kabile, bir savaşta yenilgiyle, bulaşıcı bir hastalıkla veya bir afatla… karşılaştığında önce bu konuda putlarını suçlarlar ve hemen yeni bir put edinirler. Eski putu atarlar veya parçalarlar. Bu yeni putun reklamı genellikle daha önce kabile üyelerinin bazılarınca yapılmıştır. Kişinin putuyla yaptığı konuşmalar, kendisine pek anlamlı görünür. Bu durum, oyuncağı ile konuşan bir çocuk gibi putpereste büyük bir doyum sağlar. Çünkü kendi kendine konuşma bir terapidir, insanın psikolojik sıkıntılarından boşalmasını sağlar. Onun için kabile putu dışında her evde mutlaka bir put veya çeşitli putlar eksik olmazdı. Seyahatlerde yenilen şeylerden put yapılıp da acıkınca onların yenilmesi de sahabelerden intikal eden hadislerde geçmektedir. İslam dininde kitabı olan dinlere (Hıristiyanlık, Yahudilik) saygı gösterilmiştir. Onların dinlerini rahatça yaşamaları temin edilmiştir. Ama Mekke fethedilince Allah (c.c.), putperestlerin ya İslam dinine girmelerini ya da onlarla savaşılmasını emretmiştir. Kısacası putperestlik hoşgörü ile karşılanmamıştır. Bunun en başlıca nedeni putperestliğin bir hukuka bağlı olmayışıdır. Bir putperest işlediği her suçu meşru görebilir. Çünkü bu suçlarla putunu memnun etme düşüncesi her zaman rahatlıkla kurulabilir. Bu manevi bağlantı onu kendince temize çıkarmaya yetecektir. Bu durum da insanlıkla bağdaşmayacak çeşitli sorunlar ortaya çıkaracaktır. Bu sayede putperest kişinin vicdan rahatsızlığı duymasına bile gerek kalmayacaktır. Putperest kendi hukukunu kendisi oluşturur. Bu hukuk, toplumsal değil bireyseldir. Son derece narsist bir karakter arz eder. Putuyla yaptığı narsist nitelikteki özel sohbetler, onun hukukunu meydana getirir. Nefis bütün kötülükleri barındırdığından putperestlik bunların gün yüzüne çıkarılması için zemin hazırlar. Putperest toplumlarda her türlü ahlaksızlık, kötülük, zulüm bu yüzden diğer toplumlara göre daha fazla olmuştur. Peygamberimiz (s.a.s) peygamberlikle görevlendirilmeden önce Mekke toplumu putperestlik yüzünden içler acısı bir tablo çiziyordu. Orada güçlü olan insanlar, zayıflara her türlü zulmü reva görüyorlardı. Zulme uğrayan kişilerin başvuracağı bir mahkeme bile yoktu. Allah (c.c.) peygamberlerine (a.s.) sadece tek ilah olduğunu bildirmemiş, herkesi indirdiği kitaptaki hükümlerde eşit tutmuştur. Bu sayede zengin fakir, köylü şehirli, farklı etnik kökenden gelen insanlar, herkes aynı hukuka tabi olmuşlardır. Bugün putperestlik tarihe karışmıştır. İnsanlar açıkça bir puta tapmıyorlar. İlah olarak sadece Allah’a (c.c.) inanıyorlar. Peygamberimizin (s.a.s) hadis-i şeriflerinde belirttiği üzere şeytanlar, insanların putperestliğe dönmesi konusunda artık umutlarını kaybetmişlerdir. Nefis putperestlikle doyuma ulaştırdığı narsist eğilimlerini artık meşru yollara kanalize etmiştir. Yine de imtihan dünyasında Allah’a (c.c.) şirk koşma konusuna dikkat etmemiz gerekir. Zira bu ümmet şirkle imtihan edilmeyecek olsaydı onca Kuran-ı Kerim ayeti putperestleri (müşrikleri) konu almazdı. Çağımızda narsist eğilimlerin yoğunlaştığı ve kardeşliğin zedelendiği en büyük olgu, ırkçılıktır. Ahalisi Müslüman olan ülke halkları en çok bu konuda imtihan edilmektedir. Yüce Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyurmaktadır: ‘Ey insanlar, doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.’ (Hucurat suresi, 13)’ Allah bizleri, evlatlarımızı bu büyük imtihandan ve fitneden korusun. Âmin. Yine çağımızda narsist eğilimlerin yoğunlaştığı ve kardeşliğin zedelendiği diğer bir husus da paraya olan aşırı düşkünlüktür. Eski çağların putperesti putlarına ilahi bir anlam yüklese de o da aslında bunlardan büyük bir kuşku duyuyordu. Putların konuşmaktan bile aciz olduğunu biliyordu. Ama modern çağın insanı paranın gücünü görmekte ve bizzat yaşamaktadır. O yüzden her şeyin parayla döndüğüne inanmaktadır. Onun her kapıyı açacağını düşünmektedir. Bu nedenle para, ahalisi Müslüman olan yerlerde büyük bir imtihan konusu olmaktadır. Maalesef insanların çoğu zekât vermemek için çeşitli çarelere başvurdukları gibi açıkça Kuran-ı Kerim’in bu emrini de uygulamamaktadırlar. Müslümanların sadaka ve zekâtlarını toplayıp bunları ihtiyaç sahiplerine veren yardım kurumları toplumumuzda büyük bir boşluğu doldurmuşlardır. Yardım işlerinin kurumlar aracılığı ile yapılması hem yardım veren hem de alan için büyük kolaylıklar ve faziletler içerir. Çıkarılan kanunla bankaların arada komisyon almaması ise küçük ölçekteki yardımseverler lehine büyük kolaylıklar sağlamıştır. Bu güzel adımların yaygınlaşması, Müslümanları zekâtlarını ve sadakalarını vermeye teşvik edecektir. Maalesef Müslümanların çoğu faize bulaşmakta bir beis görmemekte, onu bir ticaret işi gibi düşünmektedirler. Kafalarınca meşrulaştırmaktadırlar. Oysa faiz insanın ebedi hayatını ağır bir ceza ile geçirmesine neden olabilecek büyük günahlardandır. Borç vermeyi Allah (c.c.) kendi üzerine aldığı ve teşvik ettiği halde Müslümanlar bu konuda bir türlü kurumsallaşamamışlardır. Bu güzel hayır, ne yazık ki, tarih boyunca hep ferdi boyutta kalmıştır. Kar amaçlı açılan İslami bankalar şimdiki halleri ile bunu karşılamaktan çok uzaktırlar. Allah (c.c.) böyle bir hayrı üzerine aldığına ve dolayısıyla rızasına işaret ettiğine göre bu vakıf yolu ile yapılmalıydı. Bu işte Allah rızası temel alınmalıydı. Sistem bir ibadet temelinde oluşturulmalıydı. Şu anda Müslümanlar arasındaki yardımlaşma ve dayanışma kopma noktasına gelmiştir. Para bir put gibi Müslümanları birbirinden ayırmıştır. Hâlbuki para bir nimettir. İnananları birleştiren ve kaynaştıran bir bağ olmalıdır. Allah (c.c.) bizleri para ile fitneye düşürmesin. Âmin. ‘Şüphesiz Allah, müminlerden canlarını ve mallarını kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır (Tevbe suresi, 111).’ Bu ayet Müslümanları bütün varlıkları ile İslam dinine hizmet etmeye çağırmaktadır. Allah putperestliği (müşrikliği) dosdoğru algılayıp ona düşmemeyi ihsan eylesin. Bizlerin Müslüman olarak yaşamamızı ve Müslüman olarak ölmemizi nasip eylesin. Âmin. Muhsin İyi [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] | |
Konu Sahibi muhsin iyi 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
Amel Defteri, Hesap Kitabı/Muhsin İyi | Makale ve Köşe Yazıları | zülcenaheyn2 | 32 | 13735 | 10 Temmuz 2014 14:08 |
İhlâs, İhlas Nedir/Muhsin İyi | Makale ve Köşe Yazıları | zülcenaheyn2 | 2 | 2882 | 11Haziran 2014 11:41 |
Vahdet-i Vücut, Vahdet-i Vucud (3)/Muhsin İyi | Makale ve Köşe Yazıları | ali70 | 7 | 3531 | 10 Mayıs 2014 15:43 |
Namaz Kılmanın Mahiyeti, Bazı Faziletleri,... | Makale ve Köşe Yazıları | muhsin iyi | 0 | 2333 | 17 Nisan 2014 19:23 |
İman ile Kaygı/Muhsin İyi | Makale ve Köşe Yazıları | valentino06 | 2 | 3334 | 09 Mart 2014 09:41 |
22 Şubat 2012, 22:55 | Mesaj No:2 |
Durumu: Medine No : 13966 Üyelik T.:
27Haziran 2011 | Cevap: Putperestlik (Müşriklik), Puta Tapıcılık, Putperestliğin Anlamı, Çağımızda Put sayın muhsin iyi,günümüzde insanlar,hem namaz kılıp,hemde putların önünde esas duruşta durup,onların izinde gitmenin üzerine yemin edip,putlara bayram yapmak ta buda putperestlik değil midir....
__________________ önce yazdığım katılım yaptığım beğeni yaptığım paylaşımların arasında azda olsa kuran ve sünnete uygun olmayan düşünceler olabilir.Bunların bana sorulmadan dikkate alınmasından mesul değilim... ... |
22 Şubat 2012, 23:39 | Mesaj No:3 | |
Durumu: Medine No : 13966 Üyelik T.:
27Haziran 2011 | Cevap: Putperestlik (Müşriklik), Puta Tapıcılık, Putperestliğin Anlamı, Çağımızda Put Alıntı:
__________________ önce yazdığım katılım yaptığım beğeni yaptığım paylaşımların arasında azda olsa kuran ve sünnete uygun olmayan düşünceler olabilir.Bunların bana sorulmadan dikkate alınmasından mesul değilim... ... | |
19 Temmuz 2014, 10:59 | Mesaj No:4 |
Cevap: Putperestlik (Müşriklik), Puta Tapıcılık, Putperestliğin Anlamı, Çağımızda Put
değerli bilinmez kardeşim,oy kullanmak müşriklik dedin,sana gülüyorum yaa,o zaman ülkemizde hiç Müslüman kalmadı,buna cevap versene,yaa bin kere diyorum ilminiz olmadan mübarek ayetleri yorumlamayın,ve ümmetin başına bela olan Yahudi oyuncağı vahhabilere uymayın,buralarda yazıp ümmeti Muhammedi ifsat etme,
| |
02 Ağustos 2014, 14:59 | Mesaj No:5 |
Cevap: Putperestlik (Müşriklik), Puta Tapıcılık, Putperestliğin Anlamı, Çağımızda Put
Tasavvufî Hayat, İslam’ın Özüdür Ekleyen : Abullah KAÇAN Okuma Sayısı : 1098 Efendim! Bize, hem Türkiye hem de dünya üzerindeki Müslümanların genel durumunu değerlendirir misiniz? Bilhassa müminler ibadet anlayışı noktasında yanılmaktadırlar. İbadeti sadece namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, zekat vermek, tevhid okumak, istiğfar okumak, lafza-i celal çekmekten ibaret görmektedirler. Bu durum böyle devam ettiği müddetçe Batılılar Müslümanlara hiç dokunmayacak demektir. Genel olarak hastalığımızı bu şekilde özeteleyebiliriz. Arzettiğiniz üzere yakın çevremizden itibaren bir gayr-i İslâmî hayat var. Tasavvufî hayat bize bu noktada nasıl bir yol gösterir? Tasavvufi hayat, zaten İslam’ın ruhudur, özüdür. Lâilâheillallah kelimeyi tayyibesi de, İslam’ın anahtarıdır. Buna inanmak sûretiyle İslam’ın kapısı bize açılır. Bu kelime-i tayyibenin ilk anlamı: “Ancak sana ibadet ederiz.” demektir. İkinci anlamı: "Ancak senden yardım bekleriz.” Üçüncü anlamı: “Her zaman Hakk’ın rızasını istemek, Ya Rabbi! Gayem, isteğim, Senin rızandır." demektir. Diyelim ki sûfi, mürşidinden, efendisinden, bu vazifeyi alır; bu vazifeyi alırken, dikkat edecek olunursa, Lailaheillallah derken, kalbimden, Allah’tan gayri herşeyi çıkarıyorum, demektedir. Mesela, mürid kelimesi de, bir sûfinin, irade noktasında iradeyi Allah’a teslim etmesini ifade eder. Mürid, sınırlı iradeyi, sınırsız iradeye teslim eden kimse demektir. İrademizi bir kısım insanlara verecek olursak, mürid olamayız. Cenab-ı Hakk, Kelam-ı İlahi’sinde bize, 1050’nin üzerinde ahkam ayetiyle, O’ndan gayrısına sırtımızı dayamamayı, Kendisine yönelmeyi tavsiye buyurmaktadır. Efendim, sınırlı olan irademizi, sınırsız olan iradeye teslim ederken, bunu direkt değil de, tasavvuf müessesesini ve mürşidi vesile kılarak mı yapacağız? Zaten mürid olabilen mürşid olur. “Allah’ın Rasûlü (s.a.v.), size neyi emrettiyse onu tutun ve neyden nehy etmişse ondan kaçının.” ayeti bizim şiarımızdır. Aslında mürşidin buradaki konumu biraz önce arzettiğimiz iradeyi, Habibullah (s.a.v.)’a ve Cenab-ı Hakk’a teslim etmektir. Müridin iradesini teslim etmesine vasıta olan kimsedir. Yani vesile olan kimsedir. Bugün, 21. yüzyılın eşiğindeyiz ve toplumsal yaşantının şartları çok değişti. Bu ortamda tasavvufun, toplumsal hayata bir mürid açısından bakışı nedir? Size vereceğimiz cevap ancak sûfi tarifidir. Sûfi, her zaman o vakit içerisinde en uygun görevi yerine getiren kimsedir. Mesela bugün, tebliğ ve davetler eskisi gibi değil. Eskiden tebliğler, davetlerimiz; camide olurdu, mescidde olurdu, dergâhlarda olurdu ve bu, sınırlıydı. Belki beş yüz, belki bin kişiye ulaşılabiliyordu. Ama günümüzde en uygun vasıta nedir? İnsanlara hakikati duyurma iletişim aracı; radyodur, televizyondur, ayrıca internet sistemiyle dünyaya ulaşma imkanınız var. Efendimiz (s.a.v.), aslında bunu Veda Hutbesi’nde bildiriyorlar. "Burada sözümüzü duyanlar, duymayanlara nakletsinler." Öyleyse konuşulan sözü mutlaka daha ileriye, daha başka insanlara, en ücra köşede olanlara, Uzak Doğu'da, Brezilya’da, Kanada'da, vesair yerlerde bulunan bütün kitleye, ulaştırmak vazifemizdir. O zaman, bizi insanlara ulaştıracak araçları, İslam’ın güç ve kuvvet kazanması uğruna kullanmamız gerekir. Sürekli yasakçı olmayı biz kabul etmiyoruz. Cenab-ı Hakk zeka vermiştir, akıl vermiştir; hatta müminlere çok büyük bir yardımı vardır. İlahî bir çizgi, feraseti vardır müminin. Kafirin bir feraseti de yok. Çünkü feraset, Allah’ın nuruyla bakmak demektir. Onların teknolojideki ilerlemelerinin sebebi, Cenab-ı Hakk’ın vermiş olduğu zekâdır. Akıl ise Allah’ın vermiş olduğu bir nurdur. Mümin, bu zekasının yanında bir de inancıyla, imanıyla akıl sahibi olur, iç gözlerinin (basiret diyoruz), kalp gözlerinin açılmasıyla onlardan daha ileri işler yapar ki; bu şartlar altında onların değil, Müslümanların öncü olması gerekir. Rabbimiz: “Siz müminler, oldukça âlisiniz.” buyuruyor ki biz, şimdi âli durumdan âdi duruma düşmekten çok korkuyoruz ve ürküyoruz, bu şekilde olan grupların ve toplulukların bizi nasıl hedef gösterdiğine şaşıyoruz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in hedefine bakıyoruz; bütün dünyayı sulha kavuşturacak bir hedef veriyor. “Dünyada bir tane kafir ve fitne bırakmayıncaya kadar Allah’ın dinini yayın.” buyuruyor. Biz, üç beş kişiyle kalacak olursak, bugüne damgamızı vuramamış oluruz ve bugünkü vasıtaları da İslamlaştırmamış oluruz. Halbuki bizim bunu onlardan daha iyi bilmemiz, daha ileriye götürmemiz icab eder. İslam ülkelerinde, söyledikleriniz doğrultusunda bir takım İslami çalışmalar var; bu çalışmalar içerisinde tasavvufun rolü ne olmalı? Sahabeler ne yaparlardı? Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i görünce en âlâya, en üstün zirveye erişirlerdi. Şimdi bu noktaya gelen sahabe, bakıyorsunuz Medine’yi Münevvere’ye geldiğinde haydin cihada dendiğinde, gözlerini kırpmadan -daha yeni gerdeğe giren sahabe bile- cihada koşuyordu. İç eğitim elbetteki önemlidir. İçimizi ıslah etmedikçe, dışımızı ıslah etmemiz mümkün değildir. Yalnız, bir kısım kardeşle rimizde çok acı yaşantılara, hadiselere şahid oluyoruz. “Nefsimizi ıslah ederken biz büyük cihadı yapıyoruz.” deyip, bir köşeye çekilerek, dinlerine yapılan sataşmalara göz yumuyorlar. Mevlana’mızın bu hususa dair bir hikayesi var. Bunu herhalde bilirsiniz. “Bir derviş, sürekli küçük cihad dediği fiili savaşla, cenkle alay ediyor. Derviş, cenk davulları çalındığında şu oyunlara bir de ben bakayım diyor. Bir de ne görsün, kafalar, kollar, başlar uçuyor. O anda İslam komutanı diyor ki: “Acaba bu derviş nerededir?” Dervişi bir köşeye saklanmış olarak buluyorlar, eli bağlı bir esiri ona teslim ediyor ve bir de kılıç veriyorlar; komutan: “Bu esiri al, çadırın arkasında başını kes ve bana getir. Sen de gazi olma ecir ve mükafatına eriş.” diyor. Fakat derviş gidiyor ve bir türlü gelmiyor. Bir de ne görsünler, derviş altta esir üstte, neden böyle oldu dendiğinde: “Bana öyle bir baktı ki korktum, ayağıyla bir tekme vurunca yere düştüm ve beni şu anda dişliyor.” diyor. Mevlana’mız: “Bu, küçük cihadla da alay ediyor.” diyor. Efendim 1800’lerden bu tarafa Müslümanlar dünyada söz sahibi değil. Teknolojik olarak, hayat tarzı olarak biz Müslümanlar hep yeni gelişmelerden uzak kaldık. Herhangi bir katkımız olmadı. Ve şu anda Müslümanlar olarak, yaşadığımız dünyanın şartlarını biz belirleyemiyoruz. Hristiyan’lar ve Yahudi’ler belirliyor. Bu noktada ne söyleyeceksiniz? Cenab-ı Hakk: “Yaş-kuru ne varsa hepsi mevcuttur.” buyuruyor Kur’an için. Yine Mevlamız: “Biz onda hiçbirşey eksik bırakmadık.” buyurmaktadır. Biliyorsunuz, fezayı keşfedenler, Kuran’ı inceleyerek, tıp ilminde muvaffak olanlar yine Kuran’ı inceleyerek başarıya ulaşmışlardır. Kafirlerde öyle bir anlayış var ki, Kuran’ı belki bizden daha iyi biliyor, ondan birçok ilmî keşifler elde ediyorlar; yalnız adına İslam demiyorlar. Hatta şimdi Amerika bile, Osmanlı’nın Kuran’a bakarak gerçekleştirmiş olduğu idari sistemi örnek alıyor. Biz ise buna yabancı kalmışız. Neden? Kur’an’ın bir kısmını görüp, diğer mühim yönlerini gözardı ettiğimiz için. Mesela bugün Avrupalı’nın, Batılı’nın ilerleyişine, her yönden üstün olduklarına baktığımız zaman bunun temelinde İslam âlimlerinin olduğunu görürüz. Fakat bunun üzerinde bugünün Müslümanı bir çalışma yapmamış. Biz, sohbetlerimizde bazen Arapça anlatıyoruz ve diyoruz ki, mekanlarımız bir yabancı dil eğitimini de evlatlarına yaptırmalıdır. Bugün yapılacak en uygun iş insan eğitimidir. Kardeşlerimizin ilmen, fikren gelişmesine, değişik alanlarda branşlaşmalarına yardımcı olarak ancak görevimizi yapmış oluruz. Bugünün dervişliği bu diye düşünüyorum. Batı’nın iki yüz yıllık hükümranlığı döneminde dayatılan bir şey var; tüketici toplumu olmak. Bütün İslam ülkelerinde hem maddi hem de manevî anlamda bir tüketici toplumu oluşturuluyor. Bunun maddi yönü de Müslümanlar açısından çok önemli tabii. Bu konuda ne söyleyeceksiniz? Mesela günde üç öğün yemek yemeyi kapitalizmin bir oyunu olarak değerlendiriyoruz. Çünkü bir insanın hayatı 24 saattir. Hayatını devam ettirebilmesi için, küçük bir tas çorba ve bir dilim ekmek yeterlidir. Böyle alıştırılıyor ki, günde üç vakit yesin. Efendimiz (s.a.v.)’e, Hristiyan bir kişi gelir ve der ki: “Sizin kitabınız Kur’an’da tıbba dair bir söz var mı?” Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.): “Evet, var: Yiyiniz içiniz ama israf etmeyiniz.” diye cevap verir. Yalnız, buradaki israf, sadece çok fazla yemek anlamına da gelmez. Yediğimiz yemeklerin hakkını da verebilmeliyiz. Onu isyana malzeme etmemeli, Allah’ın dininin hakimiyeti uğruna çaba göstererek eritmeliyiz. Bakın, Ashâb-ı Kiram, öyle çok fazla yiyen-içen kimseler değildi. Daha çok yemekle birlikte yediren insanlardı. Bugünün insanına bakarsanız yedirenden ziyade, yiyen kimsedir. Başkasına karşılıksız vermeyi bile istemeyecek toplumlar meydana geldi. İnsanlık şuuru maalesef kalmadı. Hazret eserinde zikrediyor: "Günde bir defa yemek sıddıkların işidir. İki defa yemek müminlerin işidir. Üç defa yemek halephorluk, yani hayvanların halidir." Bir kısım sûfiyim diyen insanlarda da; akşamleyin ne yiyeceklerini, ne içeceklerini, bir bir sıralamayı; şurda şunu yedik, burda bunu yedik, siz bizi davet edince orda birşeyler yemiyecek miyiz? gibisinden sözlerin âdet haline geldiğini gördük. Buna en çok sıkılanlardan biri biziz. Hatta bir yerde üzülerek ifade ettim ve patlama noktasında, dedim ki, “Yediğiniz yemekler sanki cennet nimeti miydi de böyle övüyorsunuz?” Efendimiz (s.a.v) mübarek sözlerinde: “İnsanı ayakta tutacak birkaç lokmadır.” buyurmasına rağmen sûfiyim diyen kimselerin çok yediklerine hem de en ekstra, en üstün yemekleri yediklerine şahid olmaktayız. Biz bunu doğru görmüyoruz. Evet, yediği kadar da başkasına yedirse seslenmeyeceğiz ama sırf yemekle vakit geçirip bir başkasını düşünmeyen insanların nasıl bir derviş olacağını siz tasavvur edin. “Komşusu açken kendisi tok olan kâmil mümin değildir.” buyuruyor Efendimiz (s.a.v). Sami Efendimiz Hazretleri (k.s.) de sohbetlerinin çoğunluğunda az yemekten söz ederlerdi. Tabi dünyaya olan arzu, ilgi, ahireti de unutturuyor. Bugün dervişler yemek toplantısına geldiği kadar, cemaatla namaz kılmaya gelmiyorlar. İsterseniz araştırın bakın; giyimlerine, kuşamlarına, altlarındaki arabalarına bakın, eğer bunlar tebliğ ve davet yolunda kullanılıyorsa baş üstüne, yok nefsimiz uğruna kullanılıyorsa biz bunu garibsiyoruz. Madden çok sıkıntılı olduğumuz devrelerde Hacı Hasan Efendimiz (k.s.)’in hanelerine misafirler gelir. Üstadımız yedirecek birşey bulamaz. Sadece bir kaç tane şeker, suyun içerisine atılır ve mütevazi bir şekilde Üstadımız, ekmekle yemeye başlarlar. Artık o cemaat ne haz almışsa bu, Sami Efendimiz’e duyrulur. Derler ki: “Efendimiz bize çok güzel bir ziyafet çekti.” Sami Efendimiz: “Derviş böyle olacak.” diye buyururlar. Kendileri, biz şahidiz, çok az yiyen bir kimseydi, daha çok yedirirdi, ikramı çok fazlaydı. Şimdi maalesef ikramlar kalktı, iltifatlar da kalktı. Kibir ve enaniyetlerinden dolayı bir kısım insanların yanına yaklaşılamaz hale gelindi. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (s.a.v.) panayırlarda dolaşıyor, Ebu Cehil’in kapısını çalıyor, müşrikleri İslam’a davet etmek için tâ 70 km. kadar mesafedeki Taif’e gidiyor, bir tane insan İslam’a gelir mi diye çırpınıyordu. Bizde de sanki büfede süs gibi muhafaza edilen kimseler hiç konuşturulmuyor, görüştürülmüyor. Efendi istirahatta, efendi şu halde, efendi bu halde. Efendi dediğimiz, bizim Peygamberimiz (s.a.v.)’in gayreti gibi gayret gösteren, insanların ortasında onların dertlerini dinleyen ve dertlerine deva bulan bir kimsedir. Sahabeden bir zâtın evinde (kendisi âmâ) kapıya doğru bir ip var, bir ihtiyacı olduğu zaman o ipe dayanarak ihtiyacını -çok yaşlı olmasına rağmen- gideriyor. Yavruları: “Babacığım! Sen şu yaşlı halinle dur, biz yapalım.” deyince baba: “Evladım! Ben Rasûlullah (s.a.v.)’tan bir söz duydum: “Kim insanların ihtiyaçlarını giderirse, o son nefesinde rahat ölür.” diye buyuruyor. Bunlar da kalmadı. Bir adres soracak olsanız, inanın cevap vermiyorlar. Bizi bunlarla meşgul etmeyin diye. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e bakıyoruz, Ashabın oyunlarına katıldığını, bu esnâda onları irşad eden sözler söylediğini görüyoruz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in kapılarında bekçileri yoktu. Direkt, konuşulabilirdi, görüşülebilirdi, manevî bir vakarı vardı, ondan insanlar sarsılırdı. Şimdi ise üç beş kapıdan geçtikten sonra bazı zevâtla görüşebiliyorsunuz. Bu, hakikaten doğru olmayan davranışdır. Şimdi nerdeyse dergahlar dert dinleyen yerler olmaktan çıkıp, istirahat edilen, rahat yaşanılan, yenilen, içilen, kendi cemaati dışında hiç kimseyi kabul etmeyen bir yer haline geldi. Geçenlerde iki tane gencimiz teşrif ettiler. Kimle konuşmuşlarsa onları geçmişlerinden ve yaşantılarından dolayı reddetmişler. Şu saçınızla, şu kılığınızla nasıl görüşeceksiniz demişler. Fakat bizim evimize, hiçbir vasıta olmadan, kapıyı vurarak girdiler. Onlara yaptığımız ikramı, bizim kardeşlerimize herhalde yapmış değiliz. Kendi elimle hizmet etmekten duyduğum zevki anlatmayı da bitiremem. Aynen bir doktorun hastasına, reçetesini çıkartıp, kalemiyle bir bir devasını yazdığı gibi... Bakın şimdi hastalığın nasıl olduğunu, yazmış olduğum reçeteden de anlayacaksınız: “Bir kelime-i şehadet okuyacaksınız, gusül abdesti alacaksınız. Namazlar kaza edilecek, oruçlar tutulacak. Kitaplardan tavsiyelerde bulunuldu kardeşlere.” Malesef insanlarla bağlar kopmuş, üç beş insanla, kendisini seven cemaatle oturup kalkılmakta. Bu da insanlar arasında ilişkinin kopmasına neden olmaktadır. Peygamberimiz (s.a.v.), alemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Rahmet, çorak toprağa yağacak ki toprağın çorağı gitsin. Rahmet, o toprakta güzel nebatın yetişmesine sebep olur. Şimdi dergâhlarda çay nasıl içilecek, kaşık nasıl tutulacak, ekmek nasıl bölünecek, bunlar konuşuluyor. Sofrada bir intizam yerine, kalpte intizamı düşünelim. Evet mü’minin her işinin intizamlı olması gerekiyor. Fakat mü’minin gönlündeki intizama neden riayet edilmiyor? Sadece şekle bakılıyor. Yani biz, onlarla oturup çay bile içemeyiz. Onun bir usûlü var. Yemenin onlara göre bir şekli var, biz bu işi anlıyoruz. Nerdeyse tarikatlar ağniya (zenginler) tarikatı olma yolunda. Halbuki Efendimiz (s.a.v), ortada iki sofra olacak olsa fakir sofrasına otururdu. Buradaki örnekten önemli bir sonuç çıkmakta: Müslümanlar her noktada -tasavvufu münakaşa edenlerin bir kısmı da dahil olmak üzere- artık bütün bakış açılarını şeklî boyuta indirgiyorlar ve bunun doğurduğu sonuçlar var. Herkes kendisine göre bir kalıp çizmiş. Onun dışına bir türlü çıkamıyor. Meselâ diyor ki: “Benim cemaatimin dışında başka bir cemaatte bulunursanız, onların sohbetine giderseniz, evradınız, ezkârınız iptal edilir.” Diğer tarîkin mensubu, eğer tesadüfen sohbetimize gelmişse Allah demiyor, canı çıkacak gibi kendini yerden yere vuruyor. Çünkü değişik bir cemaatle Allah diyecek olursa, onun tarikatı bozuluyor. Bu kalıplardan malesef dışarı çıkılamıyor. Halkımızın öyle ki yüzde yetmişi, belki yüzde doksanı maddi bir sıkıntı içerisinde. Bu bilinmesine rağmen mürşidten evvel bir eve gidiliyor. Evdeki havludan terliklere kadar her şey değiştiriliyor. Ondan sonra mürşid davet ediliyor. Bu kadar büyük bir ayıp olamaz. Yüzünü, kalitesi çok üstün havluya silse ne olur, silmese ne olur; kalitesiz olana sürse ne olur, sürmese ne olur? Kahvenin çok iyi olanı olsa ne olacak, olmasa ne olacak? Efendimiz (s.a.v) hiçbir yemeği- içeceği yadırgamazlardı. Hatırlayın, Hz. Ömer (r.a), Peygamberimiz (s.a.v.)’i başının altında bir kerpiç, altında hasır, meşin torbasının içerisindeki biraz hurmayla görünce ağlamaya başlamıştı. Peygamberimiz (s.a.v.)’e hitaben: “İran’ın Kisralar’ı, Bizans’ın Krallar’ı debdebe içerisinde, Siz bu haldesiniz.” demişti. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) de: “İstemez misin ya Ömer! Ahiret bizim olsun, dünya onların olsun.” buyurmuştu. Ey mürşidlerim! Bunu hatırlayın, bu hadiseyi okuyun da insanlara acıyın, mütevazı yaşayın. Toprak gibi olsun hayatımız. Efendim, Müslümanların geçen yıllara göre daha fazla dünyevileştikleri, kendilerini mal-mülk sevdası karşısında kaybettikleri görülüyor. Günlük hayatta makam-mevkii hırsı, dini hayatın dünyevî menfaatler karşısında hassasiyetini kaybetmesi bunlara bir-iki örnek. Bu konuda ne diyeceksiniz? Makamın-mansubun, dünyanın, insanı değiştirebileceği Kuran’ı Kerim de anlatılmaktadır. Hadisi Şerif’te de geçmektedir. Sahabe örneği malum. Beş vakit namazda camide bulunan sahabe, dünyalığa eriştiği zaman cumaya bile gelememiştir. Hz. Ömer Efendimiz (r.a) ’in devrinde, bir vali Medine’ye gelecek, Hz. Ömer (r.a) onu çok gizli bir yerden kontrol eder. Bakar ve onun halini iyi gördüğü zaman karşısına çıkar, kucaklar: “Valilik seni değiştirmemiş ey kardeşim!” diye alnından öper. Bugünkü değişmeler neden oluyor derseniz, o da başından beri ifade ettiğimiz iç aleme dönmeyişimiz, nefsimizin ıslahı yönünde bir çalışmamızın olmayışı ve bunları üstünkörü geçmek, mühimsememek, önemsememekten ileri gelmektedir. Bir müridin ölüm tefekkürü insana neyi hatırlatır? Dünyanın, mutlaka bir gün biteceğini hatırlatır. Ölüm tefekkürü, canı ve malı Allah yolunda feda etmenin egzersizidir. Kese doldurmak, zengin olmak, hayatımızı Karun’lar gibi geçirmek, Firavun’lar gibi yaşamak, değildir. Eğer tasavvufî bir eğitimde iyi bir Mürşid-i Kamil’in elinde bulunacak olursak, ölüm tefekkürüyle dünya muhabbeti yok olur, öyle olur ki dünya kalbimizde kaybolmuş olur. Ahireti tercih eder, dünyaya önem vermeyiz. İnsanlara hizmeti daha çok önde tutarız. Bir idare noktasına, yüksek bir makama Müslüman geldiği zaman eğer yaşantısında bir değişme oluyorsa, İslam’ın dışında bir yaşayışı taklide başlıyorsa bu, aşağılık kompleksinden ileri geliyor demektir. Son olarak, Peygamberimiz (s.a.v.)’in varislerinden, manevi yol göstericilerimizden bir büyüğümüz olarak, sizden hem müjde hem de mesaj niteliğinde bir şeyler alabilir miyiz? Sûre-i Yusuf’ta, Yusuf (a.s)’un varlığından ümidini kesenlere, Yakup (a.s) Kur’an’ın diliyle: “O’nu arayın, sakın ha ümitsizliğe düşmeyin, ümidini kesenler ancak kafirler topluluğudur.” demiştir. Allah elbette nûrunu tamamlayacaktır. Bu arada biz, çalışmalarımızdan, gayretlerimizden, Allah indinde nasıl sorumlu olacağız? Müjdenin gelmesi bizim kendimize gelmemize bağlı. Bizim hayra gelmemize, bizim Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnetine gelmemize, Kur’an’ın emirlerine gelmemize, O’nu yaşamamıza bağlıdır. Ra’d suresinin 11. ayeti celilesinde: “Siz kendinizde olanı değiştirmedikçe, Allah sizi değiştirmez.” buyruluyor. Ümitvarız, hayırlı kimseler olma yolunda gayretli olduğumuz müddetçe de ümitvar olacağız. Röportaj: Süleyman ŞENSOY | |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Hıristiyanlıktaki Putperestlik | Ahmet Yesilyurt | Videolar/Slaytlar | 0 | 21 Nisan 2012 21:22 |
sözlerin anlamı:) | talibetün | Fıkralar-Hikayeler | 0 | 21 Aralık 2011 00:14 |
Tekbirin Anlamı | İmamHüseyin | Namaz-Abdest-Teyemmüm | 0 | 14 Nisan 2009 21:49 |
k i b anlamı | Ağlama_Karanfil | Serbest Kürsü | 1 | 07 Kasım 2008 12:28 |
İbadetlerİn İç Anlamı: "hac" | Emekdar Üye | Hacc-Umre-Kurban | 0 | 10 Temmuz 2008 23:32 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|