Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.MEDİNEWEB FORUM DİNİ KONULAR.::. > Muhtelif Dini Konular > Muhtelif Konular

Konu Kimliği: Konu Sahibi YaŞuHa,Açılış Tarihi:  17 Kasım 2011 (12:45), Konuya Son Cevap : 17 Kasım 2011 (12:45). Konuya 0 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 17 Kasım 2011, 12:45   Mesaj No:1
Medineweb Emekdarı
YaŞuHa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:YaŞuHa isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13867
Üyelik T.: 24 Mayıs 2011
Arkadaşları:6
Cinsiyet:
Yaş:31
Mesaj: 1.005
Konular: 399
Beğenildi:30
Beğendi:5
Takdirleri:53
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Hidayetin mertebeleri

Hidayetin mertebeleri

HİDAYETİN MERTEBELERİ
Bu bölüm hidayetin özel ve genel mertebeleri hakkında olup, toplam on mertebedir.

Uyanıkken vasıtasız olarak Allah’ın kulu ile konuşmasıdır ki, bu Allah’dan kula doğru olur ve bu hidayetin en yüksek derecesidir. Allah Teala’nın Musa b. İmran (as) ile konuşması böyledir.
Allah Teala:
“Allah Musa ile konuştu”. (Nisa, 163)
Ayetin başlangıcında Allah’ın Nuh’a ve Nuh’dan sonraki nebilere vahyedişi zikredilir, sonra Musa, Allah’ın kendisiyle konuştuğunu haber vermekle nebiler arasında özel bir yere sahib olur. Bu durum, Musa için meydana gelen konuşmanın ayetin başında zikrolunan mutlak vahyden daha hususi oluduğunu gösterir.
Sonra Allah bu konuşmayı, konuşma fiilinin masdarı olan “teklim” kelimesiyle pekiştirdi. Bu tekid, buradaki konuşmanın, ilham, işaret veya konuşma dışında herhangi bir manaya geldiğini zanneden Mu’tezile, Cehmiyye, Muattıla vb.nin vehmini ortadan kaldırır.
Allah Teala buradaki konuşmanın hakiki manada olduğunu göstermek ve mecaz vehmini ortadan kaldırmak için bunu manalı bir mastarla tekid etmiştir.
Ferra, hangi yolla olursa olsun insana ulaşan şeye Arapların kelam adını verdiğini söyler. Fakat Araplar bunu mastarla desteklemezler. Masdarla tekid edildiği zaman bundan ancak hakiki manada kelam anlaşılır.
Bunun örneği irade kelimesidir. Filanca, bir isteyişle istiyor (erade iradeten) denilince, bununla iradenin hakikati anlaşılır. Falanca duvarı murad ediyor, denince “irade” mastarı kullanılmaz. Çünkü buradaki irade hakiki değil, mecazidir. Allah Teala şöyle buyurur:
“Musa sözleştiğimiz yere gelip Rabbi onunla konuştuğunda Rabbim bana kendini göster, sana bakayım, dedi” (Araf, 142)
Bu konuşma Musa’yı Firavun’a göndermek için yaptığı ilk konuşmadan ayrıdır. Bu ikinci konuşmada bakma isteği vardır, birincide yoktur ve Musa’ya levhalar da bu konuşmada verilmiştir. Bu konuşma Allah’ın bir vaadi olarak gerçekleşmiştir. Birinci konuşmada ise bir sözleşme mevzu bahis değildir, ikinci konuşmada Allah (cc) Musa’ya şöyle der:
“Ey Musa, risaletim ve kelamımla insanlar arasında seni seçtim.” (Araf, 144)
Selef alimlerinin icması ile buradaki kelam “teklim” manasındadır.
Allah sübhanehu Kur’an’da hem ona nida ettiğini ve hem de gizlice seslendiğini haber verir. Nida uzaktan, fısıldamak (nica) yakından olur. Yine Arablar, deve büyüyünce ona nida veya nica adını verirler. Babası Adem, Musa ile tartışmasında:
“Sen Allah’ın konuşmasıyla seçmiş olduğu Musa’sın, Allah Tevratı bizzat yazıp sana vermedi mi?” der.
Kıyamette insanlar Musa’nın Rabbinden şefaat taleb etmesini istediklerinde aynı şeyi söylerler. Miraç hadisinde, rivayetlerin ihtilafına göre Hz.Peygamber Hz. Musa’yı altıncı veya yedinci semada gördüğü zaman yine aynı şekilde hitab etmiştir. Ve şöyle demiştir:
“Bu Allah’ın Musa’yı kelamıyla üstün kılmasından dolayıdır” (Buhari, tevhid, 37)
Eğer buradaki konuşma (kelam) Musa’dan başka nebiler için hasıl olan konuşma cinsinden olsaydı, bu hadisle de böyle bir konuşmayı (kelamı) Musa’ya tahsis etmesinin bir manası kalmaz. Ve Musa’ya “Kelimü’l- Rahman” da denmezdi. Allah Teala’da:
“Allah’ın bir beşere konuşması ancak vahyle veya bir perde arkasından veya bir elçi göndermekle olur. Bu elçi de Allah’ın izniyle O’nun istediğini vahyeder” (Şura, 51) buyurarak Vahy konuşmasıyla, elçi göndermek suretiyle konuşmayı ve perde arkasından konuşmayı birbirinden ayırmıştır.
ikinci mertebe
Nebilere has vahy derecesidir. Allah Teala:
“Doğrusu biz sana, Nuh’a ve Nuh’dan sonraki nebilere vahyettiğimiz gib’i vahyettik” (Nisa, 163) ve
“Allah’ın bir insanla konuşması ancak vahyle veya perde arkasından olur.” (Şura, 51) buyurur.
Bu ayette vahy konuşma çeşitlerinden biri olarak kabul edilmiştir. Nisa Suresi’ndeki ayette de vahyi bir konuşma çeşidi olarak saymıştır. Bu konuşma iki şekilde olur. Biri vasıtasız ve hususi konuşma şekli. Diğeri çeşitli yollardan manayı iletmek şeklinde olan umumi konuşma şeklidir.
Sözlükte Vahy: Gizli ve süratli bir şekilde bildirmek demektir. Fiili “vaha” ve “evha” şeklinde geçer. Nitekim şiirde:
“Ona karar bildirildi (Vaha), o da sakinleşti” şeklinde geçer.
İleride kısımları gelecektir.
üçüncü mertebe:
Melek olan elçilerin beşer olan elçilere gönderilmesidir. Melek elçi, Allah’ın beşerden elçisine ulaştırılmasını emrettiği şeyleri vahy eder. Bu üç derece sadece nebilere aittir. Başkaları için söz konusu değildir.
Bu melek elçi, bazen beşeri elçiye bir insan şeklinde gelir, onu görür, onunla konuşur. Bazen beşeri elçi meleği asli suretiyle görür. Bazen de melek onun kalbine girer, Allah’ın kendisine vahyettiğini ona vahyeder, sonra da çıkar ve ayrılır gider. Bu mertebelerin üçü de Peygamberimize nasib olmuştur.
dördüncü mertebe:
Tahdis (içe doğurma) derecesidir. Bu derece özel vahyin ve sıddıkların altındaki bir derecedir. Ömer b. Hattab (r.a)’ın derecesinden olduğu gibi.
Nebi (s.a.v) şöyle der:
“Sizden öceki ümmetlerde muhaddesun (ilham verilenler) vardı, eğer bu ümmette de böylesi varsa, o da Ömer b. Hattab’dır”. (Buhari, Fedailu Ashabi’n nebi,6; Müslim Fedailu’s - Sahabe,23)
Şeyhü’l- islam Takıyyüddin İbn Teymiyye’nin şöyle dediğini işittim:
“Bizden önceki ümmetlerde kendisine ilham verilenlerin varlığı kesindir. Böyle kimselerin bu ümmette bulunması, bu ümmetlerin en faziletlisi olmakla beraber, şart edatına bağlanmıştır. Çünkü bizden önceki ümmetlerin onlara ihtiyacı vardır. Bu ümmet ise nebilerinin ve risaletinin kemalinden dolayı onlardan müstağnidir. Allah Teala bu ümmeti Nebi (s.a.v)’ den sonra keşf, ilham, muhaddes ve rüya sahibi kimselere muhtaç kılmadı. Şart edatıyla yapılan bu bağlantı ümmetin kemali ve müstağni oluşundandır, noksan oluşundan değil”
Muhaddes: Kalbine ve derunune ilham edilen bir şey demektir. Böylece de o şey haber verildiği gibi ortaya çıkar.
Şeyhimiz (İbn Teymiyye):
Sıddık, muhaddesden daha kamildir. Çünkü sıddıklığın kemali; mana bağlılığı ile ilham, içe doğma, keşf gibi şeylerden müstağnidir. Çünkü sıddık bütün kalbini, sırrını, içini ve dışını Rasulüne teslim etmiştir. Bununla o, diğer şeylerden müstağnidir” der.
O der ki, muhaddes, kendisine ilham edileni Rasulullah’ın getirdiğine arz eder. Eğer Rasulullah’ın getirdiğine uyarsa kabul eder. Uymuyorsa reddeder. Böylece anlaşılıyor ki sıddıklık derecesi tahdis derecesinin üstündedir.
Yine İbn Teymiyye derki:
Birçok hayalperest ve cahillerin “kalbim Rabbimden bana bunu ilham ediyor” dediği şeye gelince; kalbinin ona bir şeyler söylemiş olması doğrudur, fakat kimden? şeytanından mı? yoksa rabbinden mi? Kalbim bana Rabbimden böyle ilham etti, derse kendisine ilham edip etmediğini bilmediği birine söz isnad etmiş olur ki bu da yalandır.
Yine o der ki, bu ümmetin muhaddesi asla böyle söylemez, hiçbir zaman böyle bir şeyi ağzına almaz. Şüphesiz Allah Ömer’i, bunu söylemekten korumuştur. Bilakis, bir gün katibi:
“Bu müminlerin emiri Ömer b. Hattab’a Allah’ın gösterdiği (öğrettiği) şeydir” diye yazar.
Ömer de:
“Hayır, onu sil, bu Ömer b. Hattab’ın gördüğü şeydir, eğer o doğruysa Allah’dandır, yanlış ise Ömer’dendir, Allah ve Allah’ın Rasulu ondan beridir, uzaktır diye yaz”.
Ömer (r.a):
“kelala”, konusunda (miras hukukuyla ilgili bir kavramdır): Bu konuda kendi görüşümü söylüyorum, eğer doğruysa Allah’dan, şayet yanlış olursa benden ve şeytandandır der”.
Rasulullah (s.a.v)’ın şehadeti ile muhaddes olanın sözü böyledir.
Oysa sen ittihadinin, hululinin, şatahatlar söyleyen ibahinin, sema yapanların açıkça, Rabbim kalbime böyle ilham etti, dediğini görürsün.
Şimdi, bu iki sözü söyleyenlerin halleri ve sözlerine bak ve her birinin hakkını ver ve hileli olanla halis olanı bir tutma.
Beşinci mertebe:
İfham derecesidir. Allah Teala:
“Davud ve Süleymanı da hatırla, tarla hakkında hüküm vermekteydiler, zira tarlaya gece vakti bir kavmin koyunu dalmıştı. Ve biz de onların hükmüne şahiddik, biz o kavmin durumunu Süleyman’a fehmettirdik (kavrattık), hem Süleyman’a hem de Davud’a hüküm ve ilim verdik” (Enbiya, 78-79) buyurur.
Allah bu iki kerim olan nebiyi zikretti, onları ilim ve hükümce öğdü ve muayyen bir olaydan fehmi (kavramayı) Süleyman’a tahsis etti.
Ali b. Ebi Talib’e:
“İnsanlardan ayrı olarak Allah’ın Rasulu size bir şeyi tahsis etti mi?” diye soruldu. O da:
“hayır, tohumu çatlatan, canlıyı yaratana andolsun sadece Allah’ın kendi kitabı ve bu sahifede olanı anlamayı kuluna vermesi müstesna, dedi. Ve bu sahifede akıl vardır, o da diyet demektir, esiri kurtarmak, bir kafirden dolayı müslümanın öldürülmemesi vardır” dedi. (Buhari, Cihad, 171; Tirmizi, Diyat,16)
Ömer b. Hattab’ın Ebu Musa el Eşari’ye yazdığında da “Sana işaret ettiklerimi anla “kavramaya çalış” ifadesi vardır.
Fehm; Allah’ın kuluna verdiği bir nimet, kalbine koyduğu bir nurdur, kul bu nurla başkasının idrak edip bilemediğini bilir ve idrak eder, eşit şekilde ayetleri ezberlemekle beraber, ayetlerden başkasının anlayamadığı şeyleri anlar, fehmeder. Ve ayetlerin manasının aslını anlar.
Allah ve Allah’ın Rasulünden kaynaklanan fehm Sıddıklık unvanı ve peygamber varisliğinin alametidir. Fehm konusunda alimlerin derecesi, binlerle ifade edilebilecek kadar farklıdır.
İbn Abbas’ın fehmine bak. Ömer ve orada bulunan Bedir ehlinden bazı kimselerle diğerleri ona “Allah’ın yardımı ve feth geldiği zaman” suresini sorar. Bu surenin İbn Abbas’a has kılınan anlamı şudur:
“Allah Subhanehu’nun Nebisine ecelinin geldiğini haber vermesidir”. Allah’ın ona ecelinin gelişini bildirmesidir, Ömer’in buna muvafakat etmesi, Nebi’nin ecelinin İbn Abbas ve Ömer’den başka sahabelere gizli kalması ve o vakit İbn Abbas’ın sahabelerin en genci olması onun hususiyetlerindendir. Özel bir anlayış olmasaydı, bu sureden Rasulullah’ın ecelinin bildirildiğini nereden çıkaracaktı?.
Bu dereceye yükselecek ince anlayıştan çoğu insanlar yoksundur, kıt anlayışlıdır. Böylece nass, yanında olmakla birlikte başka şeye gerek duyar, kendisi için metinlerle yetinmez.
Fehm ve anlayış sahibi ise nasslarla birlikte nassdan başka olan şeylere gerek duymazlar.
Altıncı mertebe:
Umumi ve genel olan beyan derecesidir. Hakkın, delil ve şahidleriyle birlikte açıklanması, batıldan ayrılması ve tanıtılmasıdır. Böylece hakk, kalbe görünmüş, gibi olur. Gözün görülen şeyleri müşahade etmesi gibi.
Bu derece Allah’ın yarattıkları üzerindeki hüccetidir ki, bu hüccet Kullarına ulaşmadan Allah kimseye azab etmez veya saptırmaz.
“Allah Teala bir topluluğu ancak kendilerine sakınacakları şey tamamen açıklanıp, doğru yolu gösterdikten sonra saptırır.” (Tevbe, 115).
Bu sapıtma, Allah’ın onlara açıkladığı zaman verdiği bir akibettir, Allah’ın açıkladığını kabul edip, onunla amel etmediklerinde, Allah onları hidayetten saptırmak suretiyle cezalandırır. Allah hiç kimseyi açıklama yapmadan saptırmaz.
Bu durumu bilince kaderin sırrını da bilmiş olursun ve kader konusundaki bir şekk ve şüphe de senden zail olur. Ve Allah’ın kullarını niçin dalalete düşürmüş olduğundaki hikmet de bilinir. Kur’an’ın pek çok yerinde bu açıklanır. Şu ayetlerde:
“Onlar sapıtınca, Allah da onların kalblerini saptırır” (Saff, 5),
“Onların sözü kalblerimiz perdelidir (kapalıdır) demektir, hayır, oysa Allah onların kalblerin küfürleri sebebiyle mühürlemiştir” (Nisa, 155) buyurur.
Birincisi, inaddan kaynaklanan bir küfürdür.
İkincisi, mühürlemeden kaynaklanan küfürdür.
“ İlk kez ona inanmadıkları gibi onların kalblerini ve gözlerini döndürürüz, onları taşkınlıkları içinde terkederiz, bu taşkınlığa dalar giderler ” (En’am, 110)
Yakinen bilip tahkik ettikleri halde Allah’a imanı terk etmelerinden dolayı, Allah da onların kalblerini, gönüllerini ve gözlerini çevirerek cezalandırdı. Böylece de onlar Allah yolunda hidayet bulamadılar.
Burada iyice bir düşün, doğrusu bu büyük bir konudur.
Allah Teala diyor ki:
“Semuda gelince, onlara da hidayet verdik, gel gör ki onlar, hidayete karşılık körlüğü sevdiler.” (Fussilet, 17)
Bu hidayet beyan ve delaletten sonra söz konusu olan hidayettir. Açıklama hidayet için gerekli, zaruri olmayan bir şarttır. Eğer bu açıklamaya kendisinden sonra başka hidayet bitişmezse, hidayeti açıklamayı başka bir hidayet izlemezse, bu açıklama ile hidayetin kemali hasıl olmaz. Burada söz konusu olan tevfik ve ilham hidayetidir.
Bu açıklama iki türlü olur:
Birincisi, okunup dinlenen Kur’an ayetleriyle açıklama,
İkincisi, görünen ve gözlenen ayetlerle açıklamadır.
Bu her iki açıklama da Allah’ın tevhidine isimlerine, sıfatlarına, kemaline, rasulleriyle Allah’dan haber verilen şeyin doğruluğuna delil ve ayetlerdir.
İşte bu yüzden Allah okunan ayetlerle, görünen ve gözlenen ayetlerle tefekkür yapmaya çağırır. Şu ya da bu konuda onları düşünmeye teşvik eder, yöneltir.
Bu; nebilerin gönderildiği beyan tarzıdır. Bu beyan resullere, resullerden sonra alimlere verildi, bundan sonra Allah dilediğini saptırır.
Nitekim ayet-i kerimede Allah şöyle buyurur:
“Biz her peygamberi kendilerine açıklamada bulunabilsin diye kendi toplumunun diliyle gönderdik. Artık bundan sonra Allah dilediğini saptırır, dilediğine de hidayet verir. O Azizdir, Hakimdir”. (İbrahim, 4)
Peygamberler sadece tebliğ ve beyan ederler, izzet ve hikmetiyle dilediğini saptıran, dilediğini de hidayete kavuşturan, Allah’tır
Yedinci mertebe:
Özel açıklama mertebesidir. Bu, hususi hidayeti gerektiren beyandır. Bu beyan, inayet, tevfik, ictiba (seçme) fiilleriyle ilgili ve başıboş bırakma sebeplerinin kalbden silinip kaldırılması ile tezahür eden beyandır. Elbette bu beyandan hidayet geri kalmaz. Bu mertebe hakkında Allah Teala şöyle buyurur:
“Eğer sen onların hidayetine düşkünsen, doğrusu Allah, saptırdığını hidayete erdirmez” (Nahl, 37)
“Doğrusu sen sevdiğini hidayete erdiremezsin, fakat Allah dilediğini hidayete erdirir” (Sad, 56).
O halde ilk beyan şart olup zorunludur
Sekizinci mertebe:
İsma (işittirme) derecesidir. Allah Teala:
“Allah onlarda bir hayr görseydi, onlara elbette işittirirdi ve işittirmiş olsaydı bile onlar yine sırtlarını dönüp giderlerdi”. (Enfal, 23)
Yine Allah Teala:
“Körle gören; karanlıklarla aydınlık, gölge ile kavurucu sıcak, ölülerle diriler bir değildir. Allah dilediğine duyurur, sen kabirdekilere de duyuracak değilsin, sen ancak uyarıcısın” (Fatır, 22) buyurur.
Bu duyurma hüccet ve tebliği duyurmaktan daha hususidir. Onlar için duyurma gerçekleşmiştir ve onların aleyhinde bir delil olabilir. Fakat bu duyurma sadece kulaklara duyurmadır. Bir de kalblere duyurma vardır. Sözün, bir lafzı ve bir de manası olup bunların hem kulak, hem de kalple ilgisi vardır. Kulağın payına düşen kelamının lafzını işitmektir. Kalbin payına düşen, kelamın manasının hakikatini, kelamdan ne kastedildiğini anlamaktır. Allah Teala, kalbin payına düşen, murad ve maksadın anlaşılması özelliğini, kafirlerden kaldırmıştır. Onlar için sadece kulağın payı olan lafızların işitilmesini bırakmıştır. Allah Teala:
“Onlar Rablerinden gelen her şeyi, her yeni zikri, başka şeylerle oyalanarak kalbleri sürekli meşgul ve gaflet içinde olduğu halde dinliyorlar” (Enbiya, 2) buyurur.
Bu işitme ise dinleyene, kendi aleyhinde delil olmaktan başka hiç bir işe yaramaz.
Duymanın maksadı, ürünü ve neticesi ise kalp, oyalanma, gaflet ve yüz çevirme içindeyken hasıl olmaz.Aksine işiten yanında bulunana ayeti kerimede geçtiği gibi “O az önce ne söyledi?” diyerek çeker gider. Halbuki onlar:
“Allah’ın kalblerini mühürledikleridir” (Muhammed, 16)
Bu derece ile ifham (anlatma, kavratma) derecesi arasındaki fark:
Bu derece kulak (işitme) vasıtasıyla hasıl olur. İfham derecesi ise daha umumidir. Bu açıdan bu derece ifham derecesinden daha hususidir.
Fehim derecesi bir başka açıdan daha hususidir. Bu yönüyle fehm mertebesi kasdedilen ve onun teferruatı ile alakalı olduğu ve işaret ettiği şeyler ile ilgilidir. Duyma mertebesi ise daha çok maksadın hitapla kalbe ulaştırılmasıyla ilgilidir. Bu işitmeye de kabul işitmesi terettüp eder.
Şu halde işitmenin üç mertebesi vardır:
1 - Kalbin işitmesi,
2 - Kabul ve
3 - İcabet işitmesi.
Dokuzuncu mertebe:
İlham mertebesidir. Allah Teala:
“Andolsun nefse ve onu en güzel biçimde yaratana ve fücurunu da takvasını da ilham edene” (Şems,7-9) buyurur.
Nebi (sav) de Husayn b. Münzir el-Huzai’ye müslüman olunca şöyle dedi:
“De ki: Ey Allah’ım bana rüşdümü ilham et ve beni nefsimin şerrinden koru”. (Tirmizi, daavat, 70; Müsned, IV, 444)
Menazil kitabının yazarı ilhamı, muhaddeslerin makamı olarak kabul etmiştir.
O derki bu makam firaset makamının üstündedir. Çünkü fîraset nadiren vuku bulur ve fıraset sahibi fıraseti zorlukla uzun çabalarla elde eder. Oysa ilham ancak huzur makamında hasıl olur.
Ben derim ki tahdis, ilhamdan daha hususidir. İlham imanlarının derecesine göre müminlere has genel bir özelliktir.
Şüphesiz her mümin imanını, Allah’ın kendisine ilham ettiği rüşd ile elde eder.
Tahdis mertebesine gelince bu konuda Nebi (sav) şöyle buyurur.
“Eğer bu ümmette de onlardan biri varsa o da Ömer’dir”. (Buhari Fedailu Ashabi’n- nebi.6; Müslim.Fedailu’s- Sahabe,23)
Yani muhaddes kişilerden biri demek istiyor.
Tahdis ise özel bir ilhamdır. O,nebilerden başkasına yapılan vahydir. Burda ya mükellef varlıklara olur.
“Musa’nın annesine onu emzirmesini variyettik” (Kasas,7)
“ Ve havarilere bana ve resulüme iman etmelerini vahyettiğimi hatırla” (Maide, 111) ayetlerinde olduğu gibi.
Ya da mükellef olmayan varlıklara yöneliktir:
“Senin Rabbin anya dağda, ağaçta insanların yaptığı çardaklarda yuva edinmesini, ev kurmasını variyetti” (Nahl, 29) ayetinde olduğu gibi. Bunların hepsi ilham vahyidir.
Bu özel ilhamın firasetin üstünde olduğu yolundaki görüşe gelince, bu konuda şunlar delil olarak ileri sürülmüştü: fıraset -daha önce de geçtiği gibi- nadiren meydana gelir. Nadirin ise hükmü yok gibidir. Sahibi tarafından elde edilmesi zor ve uzun olup, her zaman ona ulaşamaz. İlham ise Allah’a yakınlık ve huzur makamında hasıl olur.
Bu konuda gerçek şu ki: Firaset ve ilhamın her birisi özel ve genel olmak üzere ikiye ayrılır. Her birinin özel olanı; diğerinin genelinin üzerindedir. Ve her birinin genel olanı çoğu kez meydana gelebilir. Oysa özel olanı nadiren meydana gelir.
Fakat ikisi arasındaki asıl fark şudur ki, firaset, bir tür kazanma ve tahsile bağlıdır. İlham ise mücerred anlamda vehbidir, kesin olarak çalışmakla elde edilemez.
Alıntı
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi YaŞuHa 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Aile Edep demekti Şiirler ve Şairler YaŞuHa 2 2286 04 Mayıs 2014 21:47
Kardeşimize dua lütfen Dua Bölümü MusabBinumeyr 4 2562 04 Aralık 2013 19:38
Kilonuz mu Var? Sorun Değil Artık/Medineweb Diyet gün ışığı 4 2999 27 Kasım 2013 21:45
Üzüm çekirdeği mucizesi Tıbb-ı Nebevi ve Alternatif Tıp Bilgileri YaŞuHa 2 2490 27 Kasım 2013 21:34
Peki Anne senin yüregini kim sogutacak? Makale ve Köşe Yazıları Mihrinaz 7 3350 26 Kasım 2013 20:23

Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Nefs Mertebeleri ve Dervişin Gördüğü Rüyalarla Bulunduğu Konum ali70 Tasavvuf-Tarikat 0 02 Kasım 2014 17:53
Şehitlik hakkında bilgi veririmisiniz mertebeleri var mı? MERVE DEMİR Soru Cevap Arşivi 0 08 Nisan 2009 11:15

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.