Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.MEDİNEWEB FORUM DİNİ KONULAR.::. > Muhtelif Dini Konular > Risale_i Nur (Said Nursi)

Konu Kimliği: Konu Sahibi melis,Açılış Tarihi:  25 Ağustos 2008 (16:51), Konuya Son Cevap : 13 Şubat 2021 (14:55). Konuya 4 Mesaj yazıldı

Beğeni Aldı2Kez Beğenildi
  • 1 Beğenilen Filistin
  • 1 Beğenilen Nebevi Sevda
Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 25 Ağustos 2008, 16:51   Mesaj No:1
Medineweb Paylaşımcı Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:melis isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 2229
Üyelik T.: 11Haziran 2008
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Mesaj: 364
Konular: 59
Beğenildi:6
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart

Said-i Nursi

Said Nursî'nin başarısı: Hakikat ve hoşgörü

Prof. Dr. Ian Markham

Bu, hemen hemen bütün büyük dinlerdeki sadece kendi geleneklerinin doğru olduğunu savunan inananlar için bir problem teşkil eden agnostisizm konusunda gerçek bir kapilütasyondur. Risale-i Nur’a döndüğümüz zaman bir alternatif buluyoruz. Said Nursî İs*lâmın doğruluğunu mütalaa ederken aynı zamanda eserlerinde hoş*görüye de yer vermiştir. Risale-i Nur’u incelediğimizde, “ehl-i ki*tap” kavramının, mantıksal olarak, Karl Rahner’ın “İsimsiz Hıris*tiyanlar” mefhumundaki gibi işlediğini görüyoruz. Çözümü, doğ*ruluk ve hoşgörü probleminin dinî karşılığına duyulan ihtiyacı vur*gulayarak buluyoruz.

Takdim

Çoğu Batılı için doğruluk ve hoşgörü tamamıyla bağdaşması im*kansız olarak görülür. Problem, bir dünya görüşünün “doğru” ol*duğunun kabul etmenin, diğerlerini “yanlış” olduğunu imâ etmek anlamına geleceğini savunan görüşün altında yatar. Tarih boyunca, güçlü olana karşı olan rağbet, güçlü olanlarla görüş ayrılığı olanların (ve bundan dolayı görüş açıları “yanlış” olanlar) sansürlenmesi ve hatta öldürülmesi gerektiğini savunmuştur. Neticede tartışma, doğru olanın onaylanmasının genelde hoşgörüsüzlükle karşılanmasıyla sonuçlanır.

Bu tebliğde, İngiliz filozof John Hick’in yaklaşımını inceleyerek başlayalım. Hick, dünyadaki bütün büyük dinlerin eşit ve “haki*katin” makûl karşılığı olduğuna inanan çoğulcu hipotezi öne sürü*yor. Bu bağlamda, her büyük dinin sadık mensupları için büyük problem teşkil eden, anlayışlı mizacın benimsenebileceğini göster*me*ye çalışacağım. Öncelikle, çoğulcu hipotezin mantıkî anlamının, her geleneksel dindeki ayrı hakikat kavramlarının yanlış olmasıdır. Burada bir yanlış vardır. Sadece liberaller hoşgörülü olabilir ve hoş*görü, dindeki hakikat ihtimalini inkar etmeye karşın ortaya çıkar.

Yeni bir alternatif arayışı için Bediüzzaman Said Nursî’nin düşün*cesine dönüyoruz. Onun Risale-i Nur’unda, dinî çeşitliliğin, İs*lâmın doğruluğunu ve mucizevîliğini kesin olarak taahhüt ettiğine dair bir yaklaşım görüyoruz. Said Nursî’nin dini çeşitliliğe yaklaşımının üç özelliğine bakalım:

Çoğulcu hipotez

Dinsel farklılıklara alternatif bir bakış öneren John Hick’in[1] yak*laşımıyla başlıyoruz. Onun çözümü “Diğer Dinlerin Hıristiyan Te*olojisi tartışması” meselesinde ortaya çıkıyor. Hick, öğrencisi Alan Race’in[2] öne sürdüğü tasniflendirmenin üzerine bina ederek, din*sel çeşitliliğin içe kapalı ve dışa açık karşılıklarının uygunsuz olduğunu iddia ediyor. Bunun yerine, hepimiz “çoğulcu” olmalıyız. Bu tartışma Hıristiyan doktrinindeki Hz. İsa’ya itikat problemi ta*rafından provoke ediliyor; yani, eğer İsa tek yol ise, Hıristiyan ol*mayanlar ne olacak? İçe kapalılar, dinsel inançlarına sadık Hıristiyanların, İncil’in kurtuluş için tek yol olduğu iddiasına kendilerini adamış olduğunu öne sürer. Ve bu kilise dışına ulaşabilmek için misyonerliği zorunlu kılmaktadır. Dışa açıklar Hıristiyanlıkta Tanrının muhafaza ediciliğinin sadece bilinçli onaylamaya ihtiyacı olmadığını savunurlar. Bir insanın Hıristiyanlık tarafından kurtarılması başka bir dine mensup olsa da mümkündür (örneğin İslâm). Romalı Katolik teolog Karl Rahner, böyle Müslümanların gerçek isimsiz Hıristiyanlar olduğunu söyler. Hick, içe kapalı durumu tutarsız ve adaletsiz olduğu için reddediyor. Tutarsızdır, çünkü Tanrı bü*tün insanların kurtuluşunu istiyor (bk. 1 Tim 2:4) ve sadece bir kül*türel dinin meşruluğu halinde bu istek gerçekleştirilemez olur. Ada*letsizdir, çünkü, insanların büyük çoğunluğu, kendilerinden kay*naklanan bir hata olmaksızın, Hıristiyan olmayan kültürlerde doğ*muşlardır. Hick’e göre, merhametli bir Tanrı, insanların çoğunu yanlış kültürün içinde doğdukları için cehenneme mahkum ede*mez. Dışa açık durumu reddediyor, çünkü kuramsal olarak çok ken*dinden emin ve aşağılayıcı bir tutumdur. Bilgi kuramında, Hick’in görüşü hiçbir insanın Tanrının doğasından ve dünyayla olan ilişkisinden tamamen emin olamayacağıdır. Dışa açıklar Hıristi*yan hareketinin hakikate yakın olduğundan ve diğer bütün dinlerin (en iyi ihtimalle) bu hakikat hakkında kısmi bilgiye sahip olduğun*dan emindirler; Hick bu özgüveni haklı çıkaracak hiçbir şey gö*re*mez. Bu aşağılayıcı ve kibirli bir yaklaşımdır. Çünkü bir insanın kendi tanımını kabul etmez (sözgelişi Müslüman), fakat bunun ye*rine bu insanı bir isimsiz Hıristiyana çevirir.[3]

Neticede onun çözümü sözde bir çoğulcu hipotezdir. Çoğulcu hipotezin özü ulaşılmış basit bir gerçektir ve dünyanın bütün büyük dinlerinde kısmen açığa çıkar. Bu durumda gerçek neye benzer? Hick’in ilk yazıları bir teistik çoğulculuğu öneriyordu—sevecen ve iyi, bütün büyük inanç geleneklerini alttan destekleyen tek bir tanrı. Fakat sonradan, teistik çoğulculuğun Budizmi karşılamadığını fark etti. Budizm sayısız değişik formlar alır, fakat bütünüyle bir tan*rıdan söz etmeyi zorlaştıran için önemli engelleri vardır. Bu*diz*min esas ilkesi olan dört Yüce Hakikat mefhumunun içinde neredey*se Tanrı hiç yer almaz. Bu yüzden, “Dinin Bir Yorumu” adıyla ya*yınlanan Gifford konferanslarında Hick, hiçbir geleneğin tarif edemeyeceği yahut tamamen bildiğini iddia edemeyeceği “hakikat”i tartışır. Bu yolla, Budizm’deki Nirvana’nın önemi “hakikat”in tecrübe edilmesiyle bağdaştırılabilir.

Bu durumda şu manzarayla karşı karşıyayız: Hakikat, her kültürde farklı şekilde yorumlanan yüceliğin tarafsız anlamıdır. Türkiye’deki Müslümanlar “yüceliği” “” olarak tanımlarken, Hindistan’da yaşayanlar Krishna olarak, Kuzey Amerika’da yaşayan Hıristiyanlar ise İsa olarak adlandırırlar. Kant’ın felsefesindeki nominal (varlığından emin olunmayan yalnızca akılla idrak edilen) ve fenomenal (gözlemlenerek aklî olarak anlaşılan) kavramlar arasındaki farkın doğruluğunu kabul etmektedir. Nominal, kutsallığı “biz*zat kendi içinde” görme bilincidir. Fenomenal ise kutsalı, “akıl*la idrak edilen” bir kavram olarak kabul eder. Nominal ula*şı*la*maz*dır. Bütün bildiğimiz, her kültürün kendi dili ve kendi kavram*ları içinde tarafsız bir hakikat yorumu yaptığıdır. Herhangi bir kültürün daha az doğru olduğunu iddia edemeyiz. Çünkü hiçbirimiz kendi kültürümüzü yüceleştiremeyiz ve Hakikatin gerçekte neye ben*zediğini bulamayız.

Hick’in dinsel çeşitlilik konusunda hoşgörülü onayı bazıları tarafından takdir edilse de, mantığının vardığı sonuç büyük dinlerin, sadık mensuplarını rahatsız edecektir. Bu sonuç, “hakikat”in varlığı hakkında bütün bildiğimizin, agnostik olma zorunluluğumuzdan ay*rı olduğunu belirtmektedir. Hick’e göre çoğulcu hipotezle ters dü*şen bütün farklı doktrinler reddedilmelidir. Yani, Hick’e göre, Müs*lümanlar Kur’an’ın ’tan gelen en son ve kesin bildiri oldu*ğuna inanırken ve Hıristiyanlar İsa’nın Tanrının vücut bulmuş ha*li olmasını kabul ederken, her ikisi de yanılmaktadırlar. Bu doktrin*ler, geleneksel olarak anlaşıldığı şekliyle çoğulcu hipotezle bağ*daş*maz. Çünkü, bu anlayışa göre eğer Kur’an doğruysa, Kur’*an’*ın dün*ya görüşü diğerlerinden daha doğrudur ve kısmen, çok tan*rılı dine inananlar ve Teslis inancını kabul eden Hıristiyanlar ya*nıl*mak*tadırlar.

Eğer Hick’in çözümünü gerçek ve hoşgörü olarak kabul edersek, bu, hepimiz inanç geleneklerimizin liberal taraftarları haline gelmemiz anlamına gelir. Bütün geleneklerdeki farklı hakikatler kökten yeniden yorumlanmalıdır. Neticede Tanrının vücut bulmuşu olan İsa sadece pek çok değişik peygamberden biridir; ve Kur’an, Tanrıdan gelen son ve kesin kitap olmak yerine, sadece, çoğunu hemen hemen hiç bilmediğimiz yüce varlığın hakikatine tanıklık eden pek çok kutsal kitaptan biridir.

Alternatif arayışı

İşte bu noktada Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerine dönüyoruz. Bediüzzaman (asrın harikası anlamına gelir) Said Nursî’nin ha*yatı (1873-1960) halifelik ve Osmanlı İmparatorluğunun çözülme yıllarına, Birinci Dünya Savaşı’nın trajedisine, 1923’te koyu laikliğe olan bağlılığın ilk etkileriyle Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasına kadar birçok tarihî değişime tanık olmuştur. Onun başlıca muhatabı (hem laik, hem de Hıristiyan olarak gördüğü) Batı ve İslâ**mın birçok değişik formlarıydı. Yahudilik, özellikle Said Nur*sî’**nin düşünce yapısından dolayı eserlerinde sadece belirli yerlerde ge*çer. Risale-i Nur’un başarısının, İslâma hem hakikati benimseye*cek bir yaklaşım getirmek, hem de, dinsel çeşitliliği hoş görmeyi sağ*lamak olduğunu gösterebilirim. Bu Said Nursî’nin müteakiben dö*neceğimiz düşüncesidir.

Hakikat ve hoşgörü açısından Said Nursî

Nursî’nin fikirlerindeki üç özelliği incelemek istiyorum. Bunlar:

Birincisi, Said Nursî kendisini İslâmın doğruluğuna ve başkalarına bu doğruyu anlatmaya adamıştır.

İkincisi, Said Nursî kendi geleneğinde diğer inanç gelenekleriyle birlikte uyumlu olmanın önemini gösteren birçok delil bulmaktadır.

Üçüncüsü, Nursî, Müslümanların gayr-ı Müslimlere karşı şiddete başvurmalarının İslâmdaki özgüven eksikliğini gösterdiğine inanır. İmanı güçlü, özgüvenli Müslümanlar şiddete başvurmaya ih*ti*yaç duymazlar.

Birinci özelliğe dönersek, Nursî için İslâm sadece kültürel bir se*çim değildir. Onun yerine İslâm ’ın varlığının ve ’ın in*sanlardan istediklerinin son, kesin ve en nazik tarifidir. Bundan dolayı, Nursî Hz. Muhammed’in öneminden şöyle bahseder:

“Rahmânü’r-Rahîmden, Arş-ı Âzamdan gelen Furkan-ı Hakîmin kendisine indiği Efendimiz Muhammed’e, ümmetinin hasenatı adedince milyonlar salât ve milyonlar selâm olsun. Risaleti Tevrat, İncil ve Zebur’da müjdelenen; nübüvveti irhâsâtla, cinlerin hâtifleriyle, insanlık âleminin evliyalarıyla, beşerin kâhinleriyle müjdelenen; bir işaretiyle ay parçalanan Efendimiz Muhammed’e, ümmetinin hasenâtı adedince milyonlar salât ve selâm olsun.”[4]

Bu dine bağlılığın temelinde, Hz. Muhammed’in ahlâkı ve onun Tevrat ve İncil’le olan ilişkisi hakkında kesin hakikatler bulunduğu*nu belirtmek gerekir. On Dördüncü Reşha’da Said Nursî dikkatini Hz. Muhammed’den Kur’an’a çevirir:

“İşte, Rabbimizi bize tarif eden Kur’ân-ı Hakîm: şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi; şu sahâif-i arz ve semâda müs*tetir künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşafı; şu sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikın miftâhı; şu âlem-i şehadet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliyenin hazinesi; şu âlem-i mâneviye-i İslâmiyenin güneşi, teme*li, hendesesi; âlem-i uhreviyenin haritası; Zât ve sıfât ve şuûn-u İlâ*hiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhan-ı nâtıkı, tercüman-ı sâ*tıı; şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi, hikmet-i hakikîsi, mürşid ve hâ*dîsi; hem bir kitab-ı hikmet ve şeriat; hem bir kitab-ı dua ve ubu*di*yet; hem bir kitab-ı emir ve davet; hem bir kitab-ı zikir ve marifet gibi, bütün hâcât-ı mâneviyesine karşı birer kitap ve bütün muhte*lif ehl-i mesâlik ve meşârib olan evliya ve sıddıkînin, asfiya ve muhakkikînin herbirinin meşreplerine lâyık birer risale ibraz eden bir kütüphane-i mukaddesedir.”[5]

Said Nursî, İslâmın doğruluğu konusunda son derece mantıkî de*lillerin olduğuna inanır. Kur’an’ı okuyan hiç kimsenin metnin özündeki ilahiliği kabul etmekten kaçamayacağı fikri Said Nursî’*nin eserlerinin bir çok yerinde yer almaktadır. Hakikaten de, Kur’*an’*ın okuyucu üzerindeki etkisi o kadar büyüktür ki, Nursî onun İla*hî kaynağını savunurken bir “reductio ad absurdum (yanlış olanın çürütülerek hakikatin ortaya çıkarılması)” yöntemi kullanır. Hal*kın Kur’an’ın diğer bütün kitaplardan farklı olduğunu tam açıkla*yamasa da kabul ettiğini şöyle açıklıyor:

“Öyleyse, ya Kur’ân umumun altındadır veya umumun fevkinde bir derecesi vardır. Umumun altındaki şık ise, muhal olmakla be*raber, hiçbir düşman, hattâ Şeytan dahi diyemez ve kabul etmez. Öy*leyse, Kur’ân umum kitapların fevkindedir; öyleyse mucizedir. Öy*leyse, bizzarure ve bilâşüphe, Kur’ân Hâlık-ı Kâinatın kelâmıdır. Çünkü ortası yoktur ve muhaldir ve olamaz.”[6]

Said Nursî, John Hick’in aksine kendi geleneğine olan güçlü bağlılığıyla yola çıkar. Nursî, İslâmın hakikat olduğuna inanır. İslâm, sadece onun için değil bütün dünya için bir hakikattir. Nur*sî’nin kapsamlı eserlerinde, hakkında birçok hakikatin olduğu*nu ve Kur’an’ın bu doğrulardan biri olduğuna dair bir açıklamaya rastlamayız. Risale-i Nur’da hiçbir postmodern kültürel izafiyet yok. Nur Talebelerini yetiştirmenin önemi anlatırken bunu apaçık ya*pıyor. Diyor ki:

“Kur’an ehl-i kitaptan iman edenleri tahsisle şereflerini ilân; ve imana gelmeyenleri imana şu âyetle teşvik ediyor: ‘Onlar sana indirilen Kur’ân’a da, senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara da inanırlar. Onlar, âhirete de kesin olarak iman etmiş kimselerdir.’ (Bakara, 4) Bu âyet, şunu anlatmak ister: ‘Ey ehl-i kitap! İslâ*mi*yeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur; size ağır gelmesin. Zi*ra, size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak, iti*kadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor. Zira Kur’ân, bütün kütüb-ü sâli*fe*nin güzelliklerini ve eski şeriatlerinin kavaid-i esasiyelerini cem et*miş olduğundan usulde muaddil ve mükemmildir. Yani, tâdil ve tek*mil edicidir.”[7]

Said Nursî’nin İslâmın tüm dünyadaki tek hakikat olduğunu savunmasıyla ilgili olarak, bu paragrafta iki yorum daha görebiliriz. Bunlar: Müslüman olmayanları İslâma dönmeleri için davet etmek ve bir anlamda Kur’an’ın Hıristiyanlık ve Yahudiliği tamamladığı inancıdır. Bu “ifa teolojisi”, Karl Rahner’ın Hıristiyanlık ve Hıristiyanlık dışı inançlar arasında kurduğu bağlantıda da bulunabilir.

Şimdi, bu “gelenek temelli” başlangıç noktası (Alasdair MaInty*re’ın eserinden alınmış bir ifade) John Hick’in liberal yaklaşımı için büyük bir avantajdır. Bu avantaj şudur: Dünyadaki Müslümanların büyük çoğunluğu aynı noktadan yola çıkmaktadır. Çeşitlilik, diyalog ve hoşgörü konusundaki birlik kısmî inançsızlıktan kaynaklamaz, fakat inanç geleneğinin özellikleri üzerine temellen*di*ril*meye ihtiyacı vardır. Her gelenekte, hoşgörüyü sağlamak için “dinsel inançlarına sadık” inanırlara ihtiyaç vardır. Zaten Hick’in yak*laşımı sadece liberal olanları ve kendi geleneklerinde kısmen ta*rafsız olanları cezp etmektedir. Said Nursî’nin yaklaşım tarzı çok da*ha ümit vericidir.

Şimdi, Said Nursî’nin hakikat ve hoşgörü konularındaki ikinci özelliğine dönüyoruz. Bu yorumda, açık bir şekilde kaynağını gele*nek*ten alan, gayr-ı Müslimlerle uyumlu olmayı teşvik etmek hak*kın*da birçok gerekçe gösterir. Sadece bu özellikte verilen, kendi doğ*rultusunda sağlam bir tez olabilir ve ben az sayıda örnekle tatmin olabilirim. Said Nursî’nin bu özellik hakkındaki başlıca misalin*de, muhabbetin önemini vurgular. Hutbe-i Şamiye’deki şu parag*raf bu yaklaşımı çok güzel anlatır:

“Bütün hayatımda, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeden kat’î bildiğim ve tahkikatların bana verdiği netice şudur ki: Muhabbete en lâyık şey muhabbettir; ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhab*bet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîrüzeber eden düşmanlık ve adâvet, her şeyden ziyade nefrete ve adâvete ve ondan çekilmeye müstahak ve çirkin ve muzır bir sıfattır.”[8]

Şimdi Said Nursî için bu çok temel olan muhabbet ihtiyacı, diğer*leriyle uyumlu ve barış içinde yaşamayı gerektirir.

Bu konunun güzel bir misali Thomas Michel tarafından da kaydedilmiştir.[9] Doğu Anadoludaki Kürtler, Yunanların ve Ermeniler serbest kalmalarından dolayı endişelendikleri zaman, Said Nursî son derece kararlı bir şekilde “gayr-ı Müslimlerin özgürlüğünün bizim özgürlüğümüzün bir parçası” olduğunu savunmuştur.[10] Ayrıca Hıristiyanların bağımsızlığının meşru olmasının onaylanmasından korkmanın cehalet, sefalet ve husumet temelli olduğunu belirtir. Michel’in de belirttiği gibi: “Said Nursî’nin mesajı neredeyse 80 yıl önce söylenmiş olmasına rağmen günümüz için de geçerlidir. Bugün Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki çatışmaların ve gerginliklerin temelinde yatan sebep, sadece başkalarının kötü ni*yeti değil aynı zamanda bizim de egemen olma, intikam ve hükmet*me gibi bencil isteklerimizdir.”[11] Nursî’nin nazarında, Müslüman*ların Hıristiyanların özgürlüğüne saygı göstermeleri Kur’anî bir yükümlülüktür.

Nur Risâlelerinin hayata etkisi

Vaktiyle, laikliğe aykırı olarak dinî propaganda yapmak bahanesiyle ağır ceza mahkemesine tutuklu olarak sevk edilen Müslüman, nurlu gence, hâkim:

“Bu kitapları (Risâle-i Nurları) okuyunca ne olmuşsun sanki?” dedi.

Genç, büyük bir samimiyetle:

“Bu kitapların hayatımda yaptığı yüzlerce değişiklikten birini anlatayım:

“Biz çoban iken, iki metre kutrunda (çapında) ardıç ağaçlarını, hangisinin alevi daha yükseklere çıkacak diye sırf keyif için yakardık. Asırlık ağaçlar birkaç dakika içinde kül olur yanar giderdi. Bu eserlerden (Risâlelerden), ağaçların bizim menfaatimiz için dağlarda ihtiyat ambarı gibi türlü istifademize amade oluşunu, havada zararlı gazları arıtıp temizlediğini, yağmur bulutlarını çekişini, Rabbimizi zikir edişini ve daha nice faydalarını okuduktan sonra, aynı çevrede koyunlarımızı otlatmamıza rağmen kuru dalları seçerek yemeğimizi, otlar yanmasın diye say taşlarının üzerinde pişiriyorduk.

“Münkiri Mü’min, eşkıyayı evliya eden bu nurlu eserlerin yaptığı böyle bir değişikliğin memleket ve millet için fevkalâde bir kazanç olduğunu takdir buyurmazsanız, vereceğiniz en ağır cezayı kemal-i vicdan ve kalp ile kabul ediyorum.

“Yoksa, okuyana iman bahş edip, insanı gerçek insan eden kitaplarımın bana geri verilmesini ve dâvâmın beraatını talep ediyorum.”

Hâkim:

“Anlıyorum evlâdım. Beraat kararı veriyorum” dedi.

Yaşanmış bu ibretlik olayda olduğu gibi Risâle-i Nurlar sadece fertleri kurtarmakla kalmıyor, Kur’ân hakikatlerine çok muhtaç toplumları zulmetten nura çıkarıyor. Hatta ülkeleri, kıt’aları, kurtarıcı ışıklarını saçarak ihyâ ediyor. Zaten Üstad Hazretleri ne güzel buyurmuş.

“Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası, ihya-yı dinle olur bu milletin ihyâsı.”





Said Nursi

Son devirde yetişen âlim ve velîlerden. Milâdî 1876 (H.1293) da Bitlis’in Hizan kazasına bağlı İsparit nahiyesinin Nurs köyünde dünyâya gelmiştir. Babasının adı Mirzâ, anasının adı Nûriye’dir.

Çocukluk yıllarını, dokuz yaşına kadar, anne ve babasının yanında geçiren Said Nursî, keskin zekâsı, hârikulâde hâfızası ve üstün kâbiliyetleriyle çok küçük yaşlardan itibaren dikkatleri üzerinde toplamıştır. Normal şartlarda yıllarca süren klasik medrese eğitimini kısa bir zamanda tamamlamıştır. Gençlik yıllarını alabildiğine hareketli tahsil hayatı ile değerlendirmiş; ilimdeki üstünlüğünü, devrinin ulemâsıyla çeşitli zeminlerde yaptığı münâzaralarda fiilen ispatlamıştır.

Said Nursî 15-16 yaşına kadar Doğu vilâyetlerindeki muhtelif yerlerde resmî ve ilmî şahsiyetlerle beraber olmuş, onlarla birçok meselede, bilhassa dînî meselelerde mütâlâalarda ve münâzaralarda bulunmuş, birçok kaynak eseri tetkik ile dînî ilimlerdeki eğitimini tamamlamıştır. Bu yaşlardayken, geldiği Van’da on beş sene gibi bir müddetle halkın eğitimine ehemmiyet vermiş, bu maksatla halk arasında seyahatlerde bulunmuştur. Ancak, bu asırda, eski tarzdaki kelâm ilmi ile İslâm dînine yapılan hücûmları bertaraf etmenin yeterli olmadığını gören Said Nursî, çeşitli fenlerin de tahsilini lüzumlu görmüştür. Bu maksatla incelemeye başladığı fizik, kimya, astronomi, felsefe, matematik, târih ve coğrafya gibi birçok ilmin esaslarını çok kısa bir zamanda elde etmiştir. Böylece dinde ve fen ilimlerinde yaptığı bütün münâzaralarda devrinin o bölgedeki âlimlerini hayrette bırakan genç Said, “çağın eşsiz güzelliği” mânâsına gelen Bediüzzaman lâkabı ile anılmaya başlanmıştır.

Bediüzzaman Said Nursî sadece ilim tahsili ile değil, aynı zamanda dünyâ ve bilhassa İslâm âlemiyle alâkalı gelişmeleri de yakından takib ederek, içinde bulunduğu toplumun ve bütün İslâm âleminin en önemli meselesinin eğitim olduğu kanaatine varmış; bunun için şarkta din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite kurulması için yardım istemek maksadıyla 1907’de İstanbul’a gelmiştir.

1909 yılının sonlarına kadar İstanbul’da kalan Bediüzzaman Said Nursî burada yaptığı münâzara ve konuşmalarda da kısa sürede ilim çevrelerine kendisini kabul ettirmiştir. Meşrûtiyetin îlânı esnâsında İstanbul’da büyük hizmetlerde bulunan Bediüzzaman, meşrûtiyete İslâmiyet adına sahip çıkmış; meydanlarda verdiği nutuklar, cemiyet faaliyetleri ve gazetelerde neşrettiği yazılarıyla halkın hürriyet ve meşrûtiyeti doğru olarak anlamasına gayret göstermiştir. Selânik Hürriyet Meydanında nutuk vermesi, şark vilâyetlerine çektiği telgraflar vasıtasıyla hürriyet ve meşrûtiyeti anlatması, İstanbul’daki 20.000’e yakın hamallık ve işçilik yapan şarklı hemşehrilerinin ayaklanmalarını güzel bir konuşma ile yatıştırması, 31 Mart Olayında askerlerin isyanını bastırmak için konuşmalar yapması bunlardan birkaçıdır. Bu çalışmalarıyla birlikte, meşrûtiyet ve hürriyeti “meşrûtiyet-i meşruâ” ve “hürriyet-i şer’iye” mânâsı ile yerleştirmeye gayret gösteren Said Nursî, ittihâd-ı İslâm düşüncesinin yayılması için çalışmıştır.

1909’da patlak veren 31 Mart Olayında yatıştırıcı rol oynamasına rağmen, haksız ithamlarla Sıkıyönetim Mahkemesine [o zamanki adıyla Dîvân-ı Harb] çıkarılmış, ancak berâet etmiştir. Bundan sonra, İstanbul’da daha fazla kalmamış ve 1910 yılı başında tekrar Van’a dönmüştür. Oradan da Mart 1911’de Şam’a giderek, İslâm ittihadı fikrini bütün Müslümanlara yerleştirmek için gayret göstermiştir. Şam’daki Emeviye Camiinde birçok İslâm âliminin de bulunduğu binlerce kişiye hitab ederek bu görüşlerini anlatmış; bu maksada büyük hizmet edecek eğitimin verileceği, âlem-i İslâmın merkezi durumundaki şark vilâyetlerinde kurulmasını istediği üniversite için yardım istemek üzere tekrar aynı günlerde İstanbul’a dönmüştür.

O zamanlar Kosova’da büyük bir İslâm Dârülfünunu kurulmasına çalışılıyordu. Bu maksatla Rumeliyi gezen Sultan Reşad’la birlikte Bediüzzaman da gider. Ancak kısa bir zaman sonra Balkan Harbi patlak verince teşebbüs yarım kalır. Bu defa oraya ayrılan 19.000 altın liralık tahsisatı Bediüzzaman ister. Bu isteği kabul edilen Bediüzzaman, tahsisatı da alarak 1912’nin sonlarına doğru tekrar Van’a döner.

Van’a dönen Bediüzzaman, Van Gölü kenarındaki Edremit’te üniversitenin temelini atmışsa da, patlak veren Birinci Dünya Harbi sebebiyle yarım kalmıştır. Talebeleriyle birlikte gönüllü milis alayı teşkil ederek cepheye koşan Said Nursî, vatan müdâfaasında çok büyük hizmetler görmüştür. Savaşta birçok talebesi şehid olmuş; kendisi de Bitlis müdâfaası sırasında yaralanarak Ruslara esir düşmüştür. Yaklaşık üç yıl Rusya’da esâret hayatı yaşadıktan sonra fevkalâde hayret verici şekilde firar ederek, Petersburg, Varşova, Viyana ve Sofya yoluyla Haziran 1918’de tekrar İstanbul’a dönmüştür.

İstanbul’a üçüncü gelişinde ilim çevrelerince büyük bir teveccühle karşılanan Bediüzzaman, dört yıl kadar burada kalmıştır. Gelir gelmez Mehmed Âkif, İzmirli İsmail Hakkı, Elmalılı Hamdi Yazır gibi devrin meşhûr şahsiyetlerinden müteşekkil bir İslâm akademisi mahiyetindeki “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye” üyeliğine tâyin edilir. Bir taraftan Anadolu’daki Kuvâ-i Milliye hareketini desteklerken, diğer taraftan İstanbul’u işgal eden kuvvetlere karşı da cesaretle mücâdele eder. Çanakkale Harbi devam ettiği esnâda neşrettiği Hutuvât-ı Sitte adlı eseriyle büyük hizmetler yapmış; işgalci kuvvetlerin plânlarını bozmuştur. İstanbul’un işgal edilmesinden sonra İngilizler tarafından ölüm emri çıkarılmasına rağmen, o cesaretle çalışmalarına devam etmiştir. Bu faaliyetleri Anadolu’da kurulan Millet Meclisi tarafından takdirle karşılandığı için Mustafa Kemâl tarafından ısrarla Ankara’ya dâvet edilmiştir. Birçok defâ Ankara'dan yapılan bu dâvetlere, “Ben tehlikeli yerde mücâhede etmek istiyorum; siper arkasında mücâhede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum” diyerek icâbet etmemiş; araya çok yakın dostlarının da girmesiyle ve vazifesini önemli derecede yerine getirdiği inancına sahip olduktan sonra Ankara’ya gitmeyi kabul etmiştir.

1922 sonlarında Ankara’ya gelen Bediüzzaman'ı, Meclis, resmî bir hoşâmedî merâsimiyle karşılamıştır. Ankara’da kaldığı günlerde, yeni kurulan devlete hâkim olan kadronun dîne bakış tarzının menfî olduğunu görünce, on maddelik bir beyannâme neşrederek Meclis üyelerine dağıtmıştır. Bu beyannâmede, tamamına yakını Müslüman olan bu memleket insanının, kendileri yaşamasalar bile, başındaki idarecilerin en azından dindar ve inançlara saygılı olmalarını istediğini ve bu bakımdan, dikkatli olunması gerektiğini söyler. Bilhassa yapılması düşünülen inkılâplar üzerinde durarak, bunların muhakkak İslâmiyete uygun olmasına dikkat etmek gerektiğini belirtir. “Âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâpvârî bir iş görmek, İslâmiyetin kâidelerine bağlılık ile olabilir, başka olamaz, hem olmamış; olmuş ise de, çabuk ölüp, sönmüş” diyerek ilgilileri uyarmıştır. Beyannâmenin sonunda, memleket idâresi açısından çok daha önemli bir noktaya temas ederek, dîne gösterilen lâkaydlıktan her şeyden evvel tesis edilmek istenen cumhuriyet, yani meşrû meşrûtiyet, meşveret ve hürriyet mânâlarının zarar göreceğini ifade etmiştir. Eğer bu Meclis İslâm şartlarına bizzat kendisi de uyarak insanların uymasına çalışmakla hilâfet mânâsını vekâleten yerine getirmezse, ortaya konan cumhuriyetin asıl mânâsından ziyâde isim ve gösterişten ibâret bir rejim haline geleceğini söyler. Son olarak da, “Harice karşı kazandığınız iyiliği, dahildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şeâirini tahrib ediyorlar. Öyle ise zaruri vazifeniz, şeairi ihyâ ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak, şuurlu düşmana yardımdır” ikâzını yapar.

Ankara’da iken de, başlıca maksadı olan Şark Üniversitesinin tesisi için uğraşmaktan geri durmayan Bediüzzaman, 163 mebusun imzası ile yüz elli bin banknotluk yardım kararı çıkartmaya muvaffak olur. Beyannamenin akabinde Mustafa Kemal’le birkaç görüşmesi olmuş; kendisine şark umumi vaizliği, milletvekilliği ve Diyânet âzâlığı teklif edilmiş; ancak Bediüzzaman bu teklifleri kabul etmeyerek, 1923 yılı ortalarına doğru Van’a dönmüştür.

Kısa bir zaman sonra şark vilayetlerindeki isyan ve ihtilâl hareketlerinin başlaması, Bediüzzaman için de uzun ve sıkıntılı bir hayatın başlangıcı olmuştur. Said Nursî, Van kalesindeki mağarada uzlete çekildiği esnâda Şeyh Said’in kendisinden destek istemesi üzerine, asırlardan beri İslâmiyete hizmet etmiş olan bu milletin torunlarına kılınç çekilmeyeceği cevabını vererek bu isteği reddetmiştir. Ne yazık ki, Şeyh Said İsyanıyla hiçbir ilgisi olmadığı halde, Bediüzzaman isyan sonrasında ikâmet ettiği uzlethânesinden alınarak Burdur’a, oradan da 1925-1926 yıllarında Isparta’nın Barla nâhiyesine götürülmüştür. Burada “mânevî cihad” hizmetini başlatmış ve telif ettiği eserlerde iman esaslarını terennüm etmiştir. Bu eserler, îmânını tehlikede hisseden halkın büyük teveccüh ve rağbetine mazhar olmuş; elden ele dolaşarak hızla yayılmıştır.

Doğru dürüst yolu bile bulunmayan küçücük bir kasaba olan Barla’da başlattığı hizmetin halka mal olması, devrin idârecilerini rahatsız ettiğinden 1935’te Eskişehir, 1943’te Denizli, 1947’de Afyon, 1952’de de İstanbul mahkemelerine çıkarılmıştır. Ayrıca muhtelif sürelerle Kastamonu, Emirdağ ve Isparta’da, sıkı tarassud ve takib altında mecburî ikâmete tâbi tutulmuştur.

Ömrünün son günlerine kadar keyfî muâmele ve eziyetlerden kurtulamayan Bediüzzaman Said Nursî, buna rağmen, îman hizmetini büyük bir kararlılıkla devam ettirmiş; o zor şartlar altında telif ettiği 6000 küsur sayfalık Risâle-i Nur külliyatını tamamlamaya ve yaymaya muvaffak olmuştur. Gençlerin anlayışına uygun ve ikna edici bir üslupla meseleleri izah ve ispat eden ve vehbî olarak, içinden geldiği gibi ilhâmen kaleme alınan bu eserler, onun çileli hayatının en güzel meyvesidir.

Cumhuriyetin îlânıyla birlikte başlayan işkenceli, sıkıntılı ve çileli bir hayattan sonra 1960’ın baharında Urfa’ya dönen Bediüzzaman Said Nursî, 23 Mart 1960 (H.1379)ta Hakkın rahmetine kavuşmuştur.

1) Dîvan-ı Harb-i Örfî
2) Hutbe-i Şâmiye
3) Hutuvât-ı Sitte
4) Mesnevî-i Nûriye
5) Münâzarât
6) Sünuhât
7) Tarihçe-i Hayat
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi melis 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Güzel bir hikaye... Kıssalar-Hikayeler-Nasihatler melis 0 2258 01 Ocak 2009 15:34
Filistinli Küçük Kızın İsrail i Lanetleyen... Videolar/Slaytlar Mihrinaz 6 2355 28 Aralık 2008 15:20
Ruhumun hicran damlaları... Şiirler ve Şairler Mihrinaz 25 13738 26 Aralık 2008 12:58
^^İsTaNbuL^^ Şiirler ve Şairler Mihrinaz 19 7539 18 Aralık 2008 14:21
--BeSMeLe-- Allah(c.c) Mihrinaz 14 8638 18 Aralık 2008 13:50

Alt 07 Nisan 2015, 09:26   Mesaj No:2
Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:EyMeN&TaLhA isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 21422
Üyelik T.: 08 Kasım 2012
Arkadaşları:35
Cinsiyet:
Mesaj: 3.298
Konular: 784
Beğenildi:132
Beğendi:34
Takdirleri:141
Takdir Et:
Standart Cevap: Said-i Nursi

“Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası, ihya-yı dinle olur bu milletin ihyâsı.”


Rabb im razı olsun kardeşim bu güzel paylaşım için.istifade edilmesi dileğiyle
Alıntı ile Cevapla
Alt 11 Şubat 2021, 00:36   Mesaj No:3
Medineweb Emekdarı
Nebevi Sevda - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Nebevi Sevda isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 59388
Üyelik T.: 05 Nisan 2018
Arkadaşları:3
Cinsiyet:
Memleket:Istanbul
Yaş:52
Mesaj: 1.560
Konular: 378
Beğenildi:1874
Beğendi:1074
Takdirleri:14313
Takdir Et:
Standart

[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Yaşlı teyzemiz o acı dolu yılları en safiyane şekliyle anlatıyor.

Bu topraklarda müslümanca yaşamak ateşten kör taşımak gibi
Alıntı ile Cevapla
Alt 13 Şubat 2021, 14:17   Mesaj No:4
Medineweb Aktif Üyesi
Filistin - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Filistin isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 680
Üyelik T.: 25 Aralık 2007
Arkadaşları:1
Cinsiyet:
Memleket:Bedlis
Yaş:44
Mesaj: 214
Konular: 19
Beğenildi:274
Beğendi:500
Takdirleri:2691
Takdir Et:
Standart

>>>>severek okuduğum mürşidi kamil cinsinden yaşantısıyla eserleri ile saygıdeğer bir alim.
Nebevi Sevda beğendi.
Alıntı ile Cevapla
Alt 13 Şubat 2021, 14:55   Mesaj No:5
Medineweb Emekdarı
Nebevi Sevda - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Nebevi Sevda isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 59388
Üyelik T.: 05 Nisan 2018
Arkadaşları:3
Cinsiyet:
Memleket:Istanbul
Yaş:52
Mesaj: 1.560
Konular: 378
Beğenildi:1874
Beğendi:1074
Takdirleri:14313
Takdir Et:
Standart

Allah razı olsun kardeşim alimlerimizin kıymetini bilmek lazım. Alım de olsa sonuçta insan hataları olabilir insanların.
Filistin beğendi.
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
100 soruda bediüzzaman said nursi Efsa_Rana Risale_i Nur (Said Nursi) 6 17 Kasım 2013 17:18
Said Nursi’nin Zikir Dünyası EyMeN&TaLhA Risale_i Nur (Said Nursi) 1 19 Mayıs 2013 12:16
Said Nursi’nin heykeli EyMeN&TaLhA Risale_i Nur (Said Nursi) 5 26 Mart 2013 15:19
Said Nursi'nin 16 kitabına yasaklama muuskem Risale_i Nur (Said Nursi) 0 07 Şubat 2013 15:36
Said-i Nursi'nin Kendi Sesi... Emekdar Üye Risale_i Nur (Said Nursi) 0 20 Temmuz 2008 15:08

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.