|
Konu Kimliği: Konu Sahibi melis,Açılış Tarihi: 04 Ağustos 2008 (22:55), Konuya Son Cevap : 30 Kasım 2008 (15:21). Konuya 7 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
04 Ağustos 2008, 22:55 | Mesaj No:1 |
Bediüzzaman Ve Demokrasi -1 (Dikkatle Okunması Gereken Bir Yazı) Bediüzzaman Ve Demokrasi -1 (Dikkatle Okunması Gereken Bir Yazı) Üstâd Bedîüzzamân Said Nursî Hazretlerinin 1950-60 yılları arasında o günün iktidârı olan Demokrat Partinin idârecilerine ve ilgililerine yazdığı ba’zı mektûblar, o gizli zındıka komitesi tarafından te’vîlât-ı fâside ile te’vîl edilmekte, o fâsid te’vîllerin neşrine revâc verilmekte; ve bu te’vîller, Müslümanların sû-i tefehhümüne sebeb olmaktadır. Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin bu fâsid te’vîllerden berî olduğunu isbât etmek için bu mektûbları ALLAH’ın tevfîk ve inâyetiyle şerh ve îzâh etmek mecbûriyyetinde kaldık. Evvelâ bir mukaddime zikredilecektir. Mukaddimede “demokrasi, cumhûriyyet, şerîat, İslâm Devleti” gibi mefhûmlar Ehl-i Sünnet ulemâsının ta’rîf ettiği şekilde aynen nakledilecektir. MUKADDİME Yirmi bir esâstır. Birinci Esâs:[B]Edille-i şer’ıyye (şer’î delîller) dörttür: a- Kitâb. b- Sünnet. c- İcmâ-ı ümmet (sahabe ve müctehidîn-i izâmın icmâı). d- Kıyâs-ı fukahâ’dır. Bunları bize terennüm eden ise, dört mezheb imâmlarının usûlleri ile iki akíde imâmlarının, yâni İmâm Mâtürîdî ve İmâm Eş’arî’nin koydukları esâslardır. Risâle-i Nûr ise; bu iki akíde imâmlarının koydukları esâslar çerçevesinde hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyyenin kalben keşfi ve aklî delîllerle isbâtıdır. Mâdem Bedîüzzamân (ra) Hazretleri, Ehl-i Sünnet vel Cemâattır; Risâle-i Nûr ise Ehl-i Sünnet vel Cemâatın inancını beyân etmiştir. Öyle ise, Risâle-i Nûr’da dört mezheb inancına ve iki akíde imâmlarının i’tikádına muhâlif hiç bir mes’ele yoktur ve gösterilememiştir. Eğer Risâle-i Nûr’da Ehl-i Sünnet inancına zâhiren muhâlif bir mes’ele gösterilse, “Ma’nâ ve murâd zâhiren anlaşıldığı gibi değildir” deyip; o mücmel cümleleri Üstâd Bedîüzzamân’a âit mufassal cümlelerle îzâh etmemiz; mufassal bir îzâha rastlanmazsa,o mücmel cümleleri edille-i şer’ıyyeye göre te’vîl etmemiz ve yanlışı Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerine isnâd etmek değil; belki anlayışımızı yanlış kabûl etmemiz lâzım gelir. Bedîüzzamân (ra)’ın Risâle-i Nûr’daki cümlelerini felsefî ta’bîr ve ta’rîflerle îzâh etmek, büyük bir hatâya yol açar. Meselâ; Eski Said’in eserlerinde “millet, vicdân hürriyyeti, dîn hürriyyeti, hukúkun hâkimiyyeti, fikir hürriyyeti” gibi zâhiren ehl-i felsefe ve ehl-i siyâsetin kullandıkları ifâdelere benzeyen kelimeler geçmektedir. Saydığımız bu ve bunun gibi kelimeleri, Risâle-i Nûr’un başka yerlerindeki mufassal îzâhât ile îzâh etmek; bulunamadığı takdîrde o ifâdeleri dört edille-i şer’ıyye ve iki akíde imâmlarının düstûrlarıyla açıklamak lâzımdır. Meselâ; Kur’ân’a göre, “dîn ile millet, müttehid-i bizzâttır, muhtelif-i bi’l-i’tibârdır”; yâni hakíkí ma’nâları birdir, fakat aralarında i’tibârî ba’zı farklılıklar mevcûddur. Bu husûsta Cenâb-ı Hak, Âl-i Imrân sûresi 95. âyet-i kerîmesinde şöyle buyurmaktadır: فَاتَّبِعُوا مِلَّةَ اِبْرهيمَ حَنيفًا “O hâlde her bâtıl dînden hak dîn olan İslâm’a yönelen İbrâhîm (as)’ın milletine, yâni dînine tâbi’ olun.” Yine En’âm sûresi 161. âyet-i kerîmesinde ise şöyle buyurulmaktadır: قُلْ اِنَّنى هَدينى رَبّى اِلى صِرَاطٍ مُسْتَقيمٍ دينًا قِيَمًا مِلَّةَ اِبْرهيمَ حَنيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكينَ “De ki: Rabbim beni, dîn-i İslâm olan sırât-ı müstakíme hidâyet eyledi. Öyle bir dîn ki, gáyet sağlam ve kolay ve dîn-i hâliste olan İbrâhîm (as)’ın dînidir. Ve o ( İbrâhîm (as) ) müşriklerden olmadı.” Bu âyet-i kerîmelerin sarâhatince “millet” ile “dîn” kelimeleri müterâdiftir, eş ma’nâlıdır. Halk arasında kullanılan “millet” ta’bîri ise; “halk ve kavim” ma’nâsındadır. Bedîüzzamân (ra), “İki Mekteb-i Musîbet Şehâdetnâmesi” adlı eserin 93. sayfasında, “Milletimiz de yalnız İslâmiyyet’tir” buyurmaktadır. Bu sebeble, Risâle-i Nûr’da “millet” veyâ “millî” kelimeleri geçtiğinde Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin murâdı; “İslâmiyyet” ve bütün Müslümanların râbıta-i vahdeti olan “dîn-i İslâm” olduğu bilinmelidir. İkinci Esâs: Risâle-i Nûr’u, “ma’nâ-yı harfî” nazariyle okumak lâzımdır. Yâni, Risâle-i Nûr, hakáik-ı îmâniyye cihetinde Kur’ân ve Hadîsin tefsîri olarak okunmalı; onların yerine ikáme edilmemeli ve ona müstakil bir eser nazarıyla bakılmamalı; belki Kur’ân ve Hadîsin hâdimi nazarıyla bakılmalıdır. Bedîüzzamân (ra)’ın ahkâm-ı İlâhiyyeye muhâlif hiç bir yazısı yoktur. Ancak, “Kur’ân, Hadîs, Fıkıh, Akíde ve Kelâm” ilimlerini bilmeyenler, o gizli komitenin fâsid te’vîllerine aldanarak o zâtın cümlelerine yanlış ma’nâ vermektedirler. Üçüncü Esâs: Risâle-i Nûr’da geçen her hangi bir mes’eleyi ele alırken, Risâle-i Nûr’u bir bütün olarak değerlendirmeliyiz. Zîrâ, bir iki cümleyi ele alıp diğer cümleleri görmezlikten gelmek büyük bir hatâdır. Nasıl ki; namâz kılmayan birisine sormuşlar: “Niçin namâz kılmıyorsun?” Demiş: “Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de لَا تَقْرَبُوا الصَّلوةَ ‘Namâza yaklaşmayın!’ (Nisâ, 43) buyurmuyor mu?” Ona denilmiş: “Âyetin devâmını, yâni وَاَنْتُمْ سُكَارى ‘Sarhoş olduğunuz hâlde’ kısmını da oku!” O demiş: “Ben hâfız değilim.” Aynen bu misâl gibi, Risâle-i Nûr’dan bir-iki cümleyi delîl olarak getirip, o cümleleri ta’kíb eden veyâ başka yerlerde geçen mufassal îzâhâtı nazara almamak da bunun gibi bir hatâdır. Dördüncü Esâs:[B] Ma’lûmdur ki, bir kelimenin “lügavî” ma’nâsı ayrıdır; “ıstılahî” ma’nâsı da bütün bütün ayrıdır. Istılahî ma’nâ; o işin ehil ve erbâbı tarafından kullanılan ma’nâdır. Meselâ; tasavvufa âit bir kelimeyi mutasavvıflardan; kelâma âit bir kelimeyi ilm-i kelâm ulemâsından; tıbla alâkalı bir terimi doktordan; siyâsetle alâkalı bir deyimi siyâsetçilerden sormak lâzımdır. Eğer onların kullandığı ma’nâda o kelimeye ma’nâ verilmezse, hatâ edilmiş olur. Meselâ; “demokrasi”nin lügat ma’nâsı; “halkın otoritesi” (hürriyyet) demektir. Demokrasinin mâzîsi, takrîben 2000 yıl evvele dayanır. Demokrasi, Yunan feylesoflarının geliştirdiği beşerî bir sistemdir. Bunlara göre demokrasi: “İnsanın hiç bir kánûn altına girmeden, kendi aklınca dilediği gibi hareket etmesi gerektiğini ileri süren bir düşüncedir. Yâni, insânın ne beşerî kánûnları, ne de İlâhî kánûnları dinlemeden, herhangi bir baskı altında kalmadan ve başkasını da baskı altına almadan kendi hevâ ve hevesine göre yaşaması gerektiğini ileri süren bir düşüncedir.” Bugünün feylesoflarının kabûl ettikleri demokrasi’nin ta’rîfine gelince: “Demokrasi, halkın kendi kendini idâre etmesidir. Yâni, kendi idârecilerini kendilerinin seçmesi ve kendilerini idâre edecek kánûnları da bizzât kendilerinin çıkarmalarıdır.” Mâdem her iki ta’rîfe göre de demokrasi, beşerîdir; öyle ise Kur’ân nazarında merdûddur, gayr-ı meşrû’dur. Demokrasinin daha geniş ma’nâsını anlamak için, bu sahada yazılan eserlere mürâcaat edilebilir. 2000 küsûr seneden beri kullanılan bir kelimenin ıstılahî ma’nâsı değiştirilemez. O hâlde, ba’zı kesimlerin demokrasi gibi ba’zı terimleri kendilerine göre ta’rîf etmelerine i’tibâr edilmez. Gerek sosyalizm, gerek komünizm, gerekse demokraside dîn, devlet işlerine karışamaz ve dîni esâslara dayalı devlet kurulamaz. Onların ta’bîrince, dînî esâslara dayanan sistem “teokrasi”; dînî esâslara dayanmayan sistem ise “demokrasi” vb isimler ile isimlendirilir. Bütün dünyâ siyâsetçilerinin ta’rîf ettiği böyle bir demokrasiyi meşrû’laştırmaya kalkışan kişinin misâli; tıb noktasında bütün dünyâ profesörlerinin verdikleri bir karâra karşı, hiç tıbla ilişkisi olmayan bedevî bir insânın onların o karârlarını beğenmeyip, hepsinin yanlışını isbât etmeye kalkışmasına benzer. Bedîüzzamân Hazretlerinin “demokrasi” ile hiç bir alâkası yoktur ve o zât, eserlerinin hiç bir yerinde “demokrasi” veyâ “halkın hâkimiyyeti” ta’bîrlerini kullanmamıştır. O hâlde, Bedîüzzamân Hazretlerini, demokrasiyi müdâfaa etmek ve benimsemekten tenzîh ederiz. Bu gibi propagandaları yapanların gáyeleri, Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerini demokrasiyi savunan biri olarak göstermek sûretiyle Müslümanların nazarını Risâle-i Nûr’dan çevirmek ve bununla da Müslümanların ahkâm-ı İlâhiyye hakkındaki inançlarını bozmaktır. Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, “cumhûriyyet-i şer’ıyye”yi ve “şûrâ-yı şer’ıyye”yi medhetmiştir, ama demokrasiyi medhetmemiştir. Zîrâ, ileride îzâh edeceğimiz gibi, cumhûriyyet ayrıdır, demokrasi ise bütün bütün ayrıdır. Beşinci Esâs: Dördüncü Esâs’ta demokrasinin ta’rîfi şöyle verildi: “Demokrasi, halkın kendi kendini idâre etmesidir. Yâni, kendi idârecilerini kendilerinin seçmesi ve kendilerini idâre edecek kánûnları da kendilerinin çıkarmalarıdır.” Bedîüzzamân Hazretleri, İşârâtü’l-İ’câz tefsîrinde “şerîat” kelimesini ise şöyle ta’rîf etmektedir: “İnsândaki kuvve-i şeheviyye, kuvve-i gadabiyye, kuvve-i akliyye Sâni tarafından tahdîd edilmediğinden ve insânın cüz-i ihtiyârîsiyle terakkísini te’mîn etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muâmelâtta zulüm ve tecâvüzler vukúa gelir. Bu tecâvüzleri önlemek için, cemâat-ı insâniyye çalışmalarının semerelerini mübâdele etmekte adâlete muhtâcdır. Lâkin, her ferdin aklı, adâleti idrâkten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyâc vardır ki; ferdler, o küllî akıldan istifâde etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kánûn şeklinde olur. Öyle bir kánûn, ancak şerîattır.” (age, s.84) Bedîüzzamân Hazretlerinin şerîat hakkında yaptığı bu ta’rîf, şu âyet-i kerîmelerden mülhemdir: ثُمَّ جَعَلْنَاكَ عَلى شَريعَةٍ مِنَ الْاَمْرِ فَاتَّبِعْهَا وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَاءَ الَّذينَ لَايَعْلَمُونَ “Sonra ey Rasûlüm! Seni dînden bir yol, bir şerîat üzere muvazzaf kıldık. Onun için sen, o şerîata uy da, bilmeyen kimselerin hevâlarına tâbi’ olma!” (Câsiye, 18) لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنْكُمْ شِرْعَةً ”Ey Peygamberler! Sizden her biriniz için Biz bir şerîat kıldık.” (Mâide, 48) Bu ta’rîfler muvâcehesinde anlaşıldı ki: Şerîat ayrıdır, demokrasi bütün bütün ayrıdır. Şerîatın demokrasi ile hiçbir alâkası yoktur. Çünkü, şerîat İlâhî kánûnlar mecmûâsıdır, demokrasi ise beşerî sistemdir. Şerîat semâvîdir, demokrasi ise arzîdir. Altıncı Esâs: Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri cumhûriyyet”i şöyle ta’rîf etmektedir: “Eskişehir mahkemesinde gizli kalmış, resmen zabta geçmemiş ve müdâfaatımda dahi yazılmamış bir eski hâtırayı ve latîf bir vâkıa-i müdâfaayı aynen beyân ediyorum. “Orada benden sordular ki: ‘Cumhûriyyet hakkında fikrin nedir?’ Ben de dedim: Eskişehir mahkeme reisinden başka, daha sizler dünyâya gelmeden, ben dîndar bir cumhûriyyetçi olduğumu elinizdeki târihçe-i hayâtım isbât eder. Hulâsâsı şudur ki: O zamân, şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivâda idim. Bana çorba geliyordu, ben de tânelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. “İşitenler benden soruyordular, ben de derdim: ‘Bu karınca ve arı milletleri, cumhûriyyetçidirler, o cumhûriyyet-perverliklerine hürmeten tânelerini karıncalara verirdim.’ Sonra dediler: ‘Sen, selef-i sâlihîne muhâlefet ediyorsun?’ Cevâben diyordum: ‘Hulefâ-i Râşidîn; her biri hem halîfe, hem reis-i cumhûr idi. Sıddîk-ı Ekber (ra), Aşere-i Mübeşşere ve Sahâbe-i kirâma elbette reis-i cumhûr hükmünde idi. Fakat, ma’nâsız isim ve resim değil, belki hakíkat-ı adâleti ve hürriyyet-i şer’ıyyeyi taşıyan ma’nâ-yı dîndar cumhûriyyetin reisleri idiler.’ ” (Şuâlar, s. 279) Bedîüzzamân Hazretlerinin yukarıda zikredilen “cumhûriyyet” ta’rîfi ile Dördüncü Esâs’ta verilen “demokrasi” ta’rîfi mukáyese edildiğinde görülecektir ki; cumhûriyyet ayrıdır, demokrasi ise bütün bütün ayrıdır. Cumhûriyyet, hakíkí ma’nâda kullanılsa ve lâfızdan ibâret kalmasa, hakáik-ı Kur’âniyyeye muhâlif değildir; belki hakáik-ı Kur’âniyyeye tam tamına muvâfıktır ve ta’bîr bakımından da İslâmî bir ta’bîrdir. Zîrâ, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: وَاَمْرُهُمْ شُورى بَيْنَهُمْ “Onlar, işlerinde meşveret ederler.” (Şûrâ, 38) Bir başka âyet-i kerîmede ise şöyle buyurulmaktadır: وَشَاوِرْهُمْ فِى الْاَمْرِ “İş husûsunda onların re’ylerini al, fikirlerine mürâcaat et, müşâveret et.” (Âl-i Imrân, 159) Bu âyet-i kerîmelerin sarâhatine ve hukúk-ı İslâmiyyeye göre Kur’ânî bir devletin idâresinde “Kitâb, Sünnet, İcmâ-ı Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâya muhâlif olmamak şartıyla cemâatin re’yiyle milletin idâre edilmesi” demek olan “cumhûriyyet” meşrû’dur, cumhûrun re’yi bu ölçüler içerisinde mu’teberdir. Demokrasi ise; cumhûriyyetten çok daha ayrı bir cereyândır. Demokrasiyi müdâfaa edenlerin cumhûriyyetçi gibi görünmeleri, cumhûriyyet perdesi altında hedeflerine ulaşmak gáyesiyle avâmı aldatmak için sinsice bir plandır. Yedinci Esâs:[B] Bedîüzzamân Hazretlerinin bir çok ifâdelerine göre; Osmanlıların son zamânında devlet idâresinde ve mahkemelerde ahkâm-ı İlâhiyye hâkim olmakla berâber; devlet idâresinde pâdişâhın istibdâdı hâkim idi. Bu ise; وَشَاوِرْهُمْ فِى الْاَمْرِ “İş husûsunda onların re’ylerini al, fikirlerine mürâcaat et, müşâveret et!” (Âl-i Imrân, 159) ve وَاَمْرُهُمْ شُورى بَيْنَهُمْ “Mü’minler, işlerinde meşveret ederler” (Şûrâ, 38) âyetlerine istinâden dîn-i mübîn-i İslâm, bir şahsın re’yine bağlı kalmayı hoş görmediği için Üstâd Bedîüzzamân tarafından buna “istibdâd” denilmiştir. Günümüzde ise ictimâî hayâtın hiçbir kademesinde ahkâm-ı İlâhiyye hâkim değildir. Bu sebeble, Osmanlıların son zamânlarındaki istibdâddan binler def’a daha fazla bir istibdâd, bir zulm-i azîm irtıkáb edilmektedir. Zîrâ, o zamân şahsın istibdâdı vardı. Şimdi ise eşhâsın, yâni cemâat hâlinde bir topluluğun istibdâdı mevcûddur. Bedîüzzamân Hazretlerinin “Münâzarât” adlı eserinde beyân edildiği gibi; Kur’ân, idâreye ve halka ma’nâ-yı harfiyle bakar. Yâni, hâkim, ahkâm-ı Kur’âniyyedir. İdâre, o ahkâm-ı Kur’âniyyeyi icrâ etmekle; raiyyet ise o ahkâma itâat etmekle mükelleftir. Demek, ne idâre, ne de raiyyet müstakil değildir. Meclis-i meb’ûsân, hukúk-ı İslâmiyyenin ta’yîn ettiği hudûdlar içerisinde millet maslahatı için ba’zı idârî karârlar alıp o karârları tatbîk edebilir. Demokrasi ve diğer beşerî sistemler ise; idâreye ve raiyyete ma’nâ-yı ismiyle bakar. Yâni, hâkim, beşerî düzenlemelerdir. Sekizinci Esâs: Hiç bir bâtıl meslek yoktur ki, içinde hak bir nokta bulunmasın. Ne kadar bâtıl meslek varsa, mutlaka dayandığı bir hak nokta vardır; o meslek, bu hak nokta sâyesinde ayakta kalır ve hayâtını devâm ettirir. Bedîüzzamân Hazretlerinin buyurduğu gibi: “Her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfîrin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfîr olmak lâzım gelmez.” (Münâzarât, s. 32) Bu i’tibârla demokrasi, sosyalizm, komünizm ve bunlar gibi sistemlerin bütün esâslarının da bâtıl olması lâzım değildir. Hakka dayanan ba’zı noktaları bulunabilir. Ancak, bu sistemler, bu hak noktalara istinâd etmeleriyle kendilerini mes’ûliyyet-i ma’neviyyeden kurtaramazlar. Ne zamân doğrudan doğruya Kur’ân’a dayansalar ve o hükümleri ALLAH hesâbına icrâ etseler o zamân adâleti te’mîn ederler ve mes’ûliyyetten kurtulurlar. Her ne kadar komünizm, sosyalizm ve demokraside ba’zı kánûnlar vahy-i semâvîden alınmış olsa bile, dîn nâmına ve ALLAH hesâbına olmadığı için dalâlettir ve adâleti te’mîn edemez. Bedîüzzamân Hazretleri bu konuda şöyle buyuruyor: “Hem de emr-i İlâhî ile olmadığından o cezâlar da adâlet değil. Abdestsiz, kıblesiz namâz kılmak gibi battal olur, bozulur. Demek, hakíkí adâlet ve te’sîrli cezâ odur ki: ALLAHın emri nâmıyla olsun. Yoksa, te’sîri yüzden bire iner. “Saâdet-i beşeriyye dünyâda adâlet ile olabilir. Adâlet ise doğrudan doğruya Kur’ân’ın gösterdiği yol ile olabilir…” (Hutbe-i Şâmiyye, s. 79) Dokuzuncu Esâs: Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin ifâdesiyle, tatbîk edilen kánûnlar, farz-ı muhâl olarak Kur’ân ve sünnete muvâfık da olsa, adâlet-i İlâhiyye nâmına, Kur’ân ve ALLAH hesâbına olmadığı; belki beşerî nizâmlar nâmına bir icrâât olduğu için ulemâ-i İslâm tarafından dalâlet kabûl edilmiştir. Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, bu ma’nâda eserlerinde şöyle buyurmaktadır: “Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adâlet-i İlâhiyye nâmına ve hakáik-ı İslâmiyye dâiresinde mahkemeler açmazsa, maddî ve ma’nevî kıyâmetler başlarına kopacak, anarşilere, Yecüc ve Mecüclere teslîm-i silâh edecekler diye kalbe ihtâr edildi.” (Hutbe-i Şâmiyye, s. 79) “Me’mûriyyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyyet ve benlik için tahakküm âleti değil. Bu zamânda terbiye-i İslâmiyyenin noksâniyyetiyle ve ubûdiyyetin za’fiyyetiyle benlik, enâniyyet kuvvet bulmuş. Me’mûriyyeti, hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyyet ve müstebidâne bir tahakküm ve mütekebbirâne bir mertebe tarzına getirdiğinden; abdestsiz, kıblesiz namâz kılmak gibi, adâlet olmaz; esâsiyle de bozulur ve hukúk-ı ibâd da zîr ü zeber olur. Hukúk-ı ibâd, hukúkullah hükmüne geçemiyor ki, hak olabilsin; belki nefsânî haksızlıklara vesîle olur.” (Emirdağ Lâhikası, s. 529) İnşâALLAH ileride bu konu ile alâkalı müstakil bir eser neşredilecektir. Onuncu Esâs: Osmanlı Devletinin son zamânlarında iki çeşit mahkeme vardı. Birinde ahkâm-ı İlâhiyye, diğerinde ise ecnebî kánûnlar hâkim idi. Müslümanlar şer’î mahkemeye; diğer Rum, Ermeni vb. kavimler ise hangi mahkemeyi dilerlerse oraya giderlerdi. Bu sebeble ahkâm-ı İlâhiyyeyi yasaklamadıkları için, bu hâl günâh-ı kebâir olmakla berâber küfrü mûcib olmadığından, Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri Münâzarât adlı eserinde onlara müsâmahakâr davranmış, yâni onları tekfîr etmemiştir. Bilâhare 3 Mart 1340 târihli ve 430 sayılı tevhîd-i tedrîsât kánûnuyla şer’î mahkemeler kaldırıldı. Teemmel! On Altıncı Esâs: Bedîüzzamân Hazretlerinin Demokratlara yazdığı mektûblarda geçen ve gizli bir ecnebî komite tarafından yanlış yorumlanan ifâdelerinden birisi de şudur: “İttihâd-ı İslâm Partisi; yüzde altmış-yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyâset başına geçebilir.” İleride daha tafsîlâtlı bir sûrette îzâh edeceğimiz gibi; o gizli ecnebî komite, Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin bu ifâdelerini te’vîl ederek, hayâtın tüm sahalarında ahkâm-ı İlâhiyyenin hâkim olabilmesi için halkın yüzde yetmişinin Müslüman olması mecbûriyyetini ileri sürmektedir. Halbuki, hukúk-ı İslâmiyyeye göre ahkâm-ı İlâhiyyenin hayâtın her safhasında hâkim olması için halkın yüzde yetmişinin Müslüman olması şart değildir. Belki bu ifâde, o zamân iktidâra gelen dîndar Partinin mecliste İslâmiyyet lehinde karârlar alabilmesi için o Partinin yüzde yetmişinin İslâmiyyete tarafdâr ve tam mütedeyyin olmasının gerekli olduğunu beyân etmektedir. Dolayısıyla, bu yüzde yetmiş mes’elesi, halkla alâkalı bir şart değil; belki partiyle alâkalı bir şarttır ve o günkü şartlar ve yürürlükteki mevcûd kánûnlara göre lâzım gelen bir durumdur. Yâni, halkın yüzde yetmişinin mütedeyyin olması değil; belki Partinin yüzde yetmişinin tam mütedeyyin olması şart idi. On Yedinci Esâs: Bedîüzzamân Said Nursî Hazretleri şöyle buyurmaktadır: “Evet, millet-i İslâmiyyenin sebeb-i saâdeti, yalnız ve yalnız hakáik-ı İslâmiyye ile olabilir. Ve hayât-ı ictimâıyyesi ve saâdet-i dünyeviyyesi şerîat-ı İslâmiyye ile olabilir.” (Hutbe-i Şâmiyye, s. 75) “Şerîatın bir hakíkatına, bin rûhum olsa fedâ etmeğe hazırım; zîrâ, şerîat, sebeb-i saâdet ve adâlet-i mahz ve fazîlettir.” (Târihçe-i Hayât, s. 64) “En mukaddes maksadım, şerîatın ahkâmını tamâmen icrâ ve tatbîktir.” (age) Bedîüzzamân Hazretlerinin bu ifâdelerine ve fukahâ-yı İslâm’ın beyânâtına göre; Kur’ân’ın hayât-ı ictimâıyyede hâkim olabilmesi için milletin re’yine mürâcaat edilmez. Çünkü, hâkim yalnız ve yalnız hakáik-ı İslâmiyyedir. Halka düşen vazîfe, ahkâm-ı İlâhiyyeye teslîm olup itâat etmektir. Ahkâm-ı İlâhiyye esâstır. Halk istesin istemesin, o İlâhî hükümler, hayât-ı ictimâıyyede hâkim olacaktır. Bu, halkın isteğine bağlı değildir. Eğer halkın isteğine bağlı olsaydı; her asırda dünyâda kâfîrler, mü’minlerden çok daha fazla olduğu için, insânlar hiçbir zamân Kur’ân’a dayalı bir devleti istemeyeceklerinden böyle bir İslâm Devleti de hiçbir zamân kurulamazdı. Halbuki, Peygamberimiz (sav)’den tâ Osmanlı Devletinin sonuna kadar devlet idâresinde ahkâm-ı İlâhiyye tatbîk edilmiş ve bu husûsta halkın re’yine mürâcaat edilmemiştir. Çünkü, İlâhî kánûnların kabûlü ve tatbîkı için seçim yapılmaz; ancak kánûnları tatbîk edecek eşhâs için, hukúk-ı İslâmiyyenin ta’yîn ettiği ölçüler çerçevesinde seçim yapılabilir (Dört halîfenin seçimi gibi.) İslâmiyyete göre devlet, Kur’ân’ı kabûl edecek; ve sistemde hâkim, hakáik-ı İslâmiyye olacaktır. Halk ister istemez bu kánûnlara boyun eğecek ve itâat edecektir. Kur’ân’ın, hayâtın her safhasında hükümfermâ olup olmaması husûsunda halkın re’yine mürâcaat edilmez.Diyâr-ı İslâm’da halka böyle bir hürriyyeti tanımak dalâlettir. Çünkü, bu mürâcaat, İlâhî kánûnlara karşı beşerin muâraza etmesi ma’nâsına gelir. Yâni, böyle bir seçim, “İlâhî kánûnları mı kabûl edersin, yoksa ALLAH’ın şerîki hükmünde olan beşerî kánûnları mı kabûl edersin?” ma’nâsındadır. Devlet-i İslâmiyye, Kur’ânî esâslara dayanır. Kur’ân’ın ahkâmının tatbîk ve muhâfazası için dînin ta’yîn ettiği şartlar dâhilinde ba’zı eşhâsın seçimine gidilir. Beşer, ALLAH’a karşı, yâni ahkâm-ı İlâhiyyeye karşı hür değildir; belki o ahkâmı tatbîk ve muhâfaza etmekle mükellef birer abddir. İlâhî kánûnlarla beşerî kánûnlardan birini seçmek husûsunda halkı muhayyer bırakmak; beşeri ALLAH’ın ipinden koparıp beşere köle etmek demektir. Buna -hâşâ- hürriyyet-i vicdân denilmez. Mezkûr hükümler fukahâ-yı İslâm’ca böyle tesbît edilmiştir. On Sekizinci Esâs: Bedîüzzamân Hazretleri beşerî kánûnları şöyle ta’rîf etmektedir: “Sizi iğfâl eden ve adliyeyi şaşırtan, hükûmeti bizimle vatana ve millete zarârlı bir sûrette meşgúl eyleyen muârızlarımız olan zındıklar ve münâfıklar, istibdâd-ı mutlaka ‘cumhûriyyet’ nâmı vermekle, irtidâd-ı mutlakı ‘rejim’ altına almakla, sefâhet-i mutlaka ‘medeniyyet’ ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye ‘kánûn’ ismini takmakla hem sizi iğfâl, hem hükûmeti işgál, hem bizi perîşân ederek, hâkimiyyet-i İslâmiyyeye ve millete ve vatana ecnebî hesâbına darbeler vuruyorlar.” (Müdâfaalar, s. 116) “Bize hücûm etmek için istibdâd-ı mutlaka cumhûriyyet nâmını vermekle, irtidâd-ı mutlakı rejim altına almakla, sefâhet-i mutlaka medeniyyet nâmını takmakla, cebr-i keyfî-i küfrîye kánûn nâmını vermekle; hem bizi perîşân, hem hükûmeti iğfâl, hem adliyeyi bizimle ma’nâsız meşgúl eylediler.” (age, s. 212) İlâhî kánûnların “şerîat” diye isimlendirildiğini de Bedîüzzamân Hazretleri şöyle ifâde etmiştir: “İnsândaki kuvve-i şeheviyye, kuvve-i gadabiyye, kuvve-i akliyye Sâni tarafından tahdîd edilmediğinden ve insânın cüz-i ihtiyârîsiyle terakkísini te’mîn etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muâmelâtta zulüm ve tecâvüzler vukúa gelir. Bu tecâvüzleri önlemek için, cemâat-ı insâniyye çalışmalarının semerelerini mübâdele etmekte adâlete muhtâctır. Lâkin, her ferdin aklı, adâleti idrâkten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyâc vardır ki; ferdler, o küllî akıldan istifâde etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kánûn şeklinde olur. Öyle bir kánûn, ancak şerîattır.” (İşârâtü’l-İ’câz, s. 84) Kelâm ulemâsı da dîn-i hakkı şöyle ta’rîf etmişlerdir: “Akıl sâhiblerini kendi ihtiyârlarıyla bizzât hayr olan şeylere ulaştıran İlâhî kánûnlar manzûmesidir.” Bedîüzzamân (ra)’ın yukarıdaki ifâdelerinden ve kelâm ulemâsının dîn-i hakkı ta’rîflerinden anlaşılıyor ki; Bedîüzzamân’ın Demokratlara yazdığı mektûblarda zikredilen “kuvvet, kánûnda olmalı” gibi cümlelerinde geçen “kánûn” kelimesinden murâd, İlâhî kánûnlar manzûmesi olan “dîn”dir. Yoksa, -hâşâ binler def’a hâşâ- Bedîüzzamân (ra)’ın bu kelimesinden murâdı, beşerî kánûnlar değildir. On Dokuzuncu Esâs: Bütün semâvî dînlere göre teşri’ hakkı, yâni kánûn koyma ve o kánûnlarla halkı idâre etme yetkisi bizzât Cenâb-ı Hakk’a âittir. Yirminci Esâs: Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat i’tikádına göre, İslâm kılıncıyla feth edilen yerlere “Dâr-ı İslâm” denilir. Edille-i şer’ıyye ile tesbît edilen ahkâm ve kánûnlarla yönetilen devlete ise “İslâm devleti” denir. Bu sebeble, “Dâr-ı İslâm” ayrıdır, “İslâm devleti” bütün bütün ayrıdır. Yirmi Birinci Esâs: Bu asrın ta’bîrince demokrasiye “sağcılık”; sosyalizm ve komünizme de yine bu asrın ta’bîrince “solculuk” denilmektedir. Halbuki, Kur’ân nazarında bu asır insânlarının sağ dedikleri de soldur; sol dedikleri de soldur. Kısaca, Kur’ân’ın ta’yîn ettiği sistemin dışındaki bütün sistemler soldur. Tarîk-i îmân ve Kur’ân “sağ”dır; tarîk-i küfür ve dalâlet ise “sol”dur. Evet, ahkâm-ı Kur’âniyyeye tamâmen muhâlif olan demokrasiye bu asır insânlarının “sağ” demeleriyle veyâ “İslâmî demokrasi” nâmını vermeleriyle hüküm değişmez. Bu husûsta Bedîüzzamân (ra) şöyle buyurmaktadır: “Küfür ile îmân ortası yoktur. Bu memlekette İslâmiyyete karşı komünist mücâdelesi ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası, üç meslek îcâb ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler, hakları var; ‘Sağ İslâmiyyet, sol komünistlik, ortası da Nasrâniyyet’ diyebilirler. Fakat, bu vatanda küfr-i mutlaka karşı îmân ve İslâmiyyetten başka bir dîn, bir mezheb olamaz. Olsa, dîni bırakıp komünistliğe girmektir. Çünkü, hakíkí bir Müslüman hiçbir zamân Yahûdî ve Nasrânî olamıyor. Olsa olsa dînsiz olup tam anarşist olur. “İnşâALLAH, Maârif ve Adliye Vekîlleri gibi sâir erkânlar da bu ehemmiyyetli hakíkatı tam anlayacaklar. Sağ-sol ta’bîri yerine, hak ve hakíkat ve Kur’ân ve îmân kuvvetine dayanıp bu vatanı küfr-i mutlaktan, anarşilikten, zındıkadan ve onların dehşetli tahrîbâtlarından kurtarmağa çalışmalarını rahmet-i İlâhiyyeden bütün rûh u canımızla niyâz ve ricâ ediyoruz.” (Emirdağ Lâhikası, s. 434) Evet, Kur’ân nazarında bütün kâfîrler “ashâb-ı şimâl” (Vâkıa, 41); bütün mü’minler de “ashâb-ı yemîn” (Vâkıa, 27) olarak tesmiye olunmuşlardır. Bu sebeble Kur’ân şâkirdlerinin ve Risâle-i Nûr talebelerinin en mühim vazîfesi, bu asır insânlarınca “sol” olarak kabûl edilen sosyalizm ve komünizmi müdâfaa etmek olmadığı gibi; yine bu asır insânlarınca “sağ” olarak kabûl edilen demokrasiyi de müdâfaa etmek değildir. Belki, doğrudan doğruya ahkâm-ı Kur’âniyyeyi müdâfaa etmektir. Mukaddime burada bitti. Şimdi, tevfîk-ı İlâhî ile Üstâd Bedîüzzamân Said Nursî Hazretlerinin Demokrat Parti mensûblarına yazmış olduğu mektûbların şerh ve îzâhına geçiyoruz.(REDDÜL EVHAM-4 İsimli Eserden Alınmıştır..) [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] | |
Konu Sahibi melis 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
Güzel bir hikaye... | Kıssalar-Hikayeler-Nasihatler | melis | 0 | 2271 | 01 Ocak 2009 15:34 |
Filistinli Küçük Kızın İsrail i Lanetleyen... | Videolar/Slaytlar | Mihrinaz | 6 | 2371 | 28 Aralık 2008 15:20 |
Ruhumun hicran damlaları... | Şiirler ve Şairler | Mihrinaz | 25 | 14018 | 26 Aralık 2008 12:58 |
^^İsTaNbuL^^ | Şiirler ve Şairler | Mihrinaz | 19 | 7684 | 18 Aralık 2008 14:21 |
--BeSMeLe-- | Allah(c.c) | Mihrinaz | 14 | 8731 | 18 Aralık 2008 13:50 |
05 Ağustos 2008, 01:34 | Mesaj No:2 |
Cvp: Bediüzzaman Ve Demokrasi (Dikkatle Okunması Gereken Bir Yazı) Risaleler o kadar müthiş eserlerki dönemin siyası ve sosyal perpektifine ışık tutmakla kalmıyor asrımıza kadar bu ışık halesi uzanıyor..Ve onu yazan şahıs ki zaten söze ne hacet...
__________________ Dünyayı Güzellik Kurtaracak. Bir İnsanı sevmekle başlayacak herşey... | |
30 Kasım 2008, 15:13 | Mesaj No:3 |
Bediüzzaman ve demokrasi -2 Bünyamin Duran Prof. Dr. Bu tebliğde, ilk olarak İslami gelenekte Kur'an'ı anlama ve yorumlama farklılıklarına dikkat çekilecek ve Bediüzzaman'ın bu gelenek içindeki yeri belirlenecek, daha sonra Bediüzzaman'ın genel yaklaşımlarından hareketle demokratik bir siyasal yapının teolojik, ahlaki, hukuki temelleri belirlenmeye çalışılacaktır. Konuyu analize başlamadan önce, demokrasi kavramı üzerinde kısaca durmakta yarar vardır. Burada demokrasi kavramından "evrensel politik ilkeleri", yani bireylerin istedikleri kişileri temsilci olarak seçebilme ve istemedikleri takdirde görevden alabilme hakkına sahip bulunmalarını güvence altına alan bir politik mekanizmayı kastediyoruz. Buna göre, demokrasi bireylerin seçme ve seçilme hakkını kabul eden, tüm dini ve kültürel ortamlara uygulanabilir akıcı, esnek, dinamik bir yönetim tarzıdır. İslam ve demokrasi kavramları, bazılarınca birbirini dışlayan kavramlardır ve hatta birbirini yok eden mekanizmalardır; dolayısıyla onlara göre ya İslam vardır ya da demokrasi. Yani İslami bir demokrasi pratikte mümkün değildir. Bu iddiaların temelinde, demokrasiyle sekülerliği özdeş sayma hatası yatmaktadır. Oysa sekülerlik ya da sekülerleşme ile sekülarizm arasında önemli fark vardır. Sekülerleşme; genel olarak rasyonelleşme, endüstrileşme, kentleşme, bilimselleşme ve demokratikleşme süreçlerini içerirken, sekülarizm ise din karşıtı bir ideolojidir. Diğer bir değişle, sekülarizm, yukarıda sayılan süreçlerin bir kısmını taşımakla birlikte, kendi felsefi ve ahlaki ilkelerini dini ilkeler yerine ikame etmek isteyen din-karşıtı "izm"lerden birisidir. Sekülarizm, her zaman rasyonelleşme ve demokratikleşme ilkelerini taşımayabilir. Saddam rejimi seküler bir rejimdi ama, demokratik bir rejim değildi. İngiliz rejimi demokratik bir rejim ama aynı zamanda dini bir rejim de. Bu ayrımı dikkate alarak yaklaştığımızda, Bediüzzaman'ın; rasyonellik, kentleşme, endüstrileşme, bilimselleşme ve demokratikleşmeyi onayladığını, İslamla bunların çelişmeyeceğini düşündüğünü söyleyebiliriz. | |
30 Kasım 2008, 15:13 | Mesaj No:4 |
Cvp: Bediüzzaman ve demokrasi İslami Gelenekte Kur'an'ı Anlama Yöntemleri Bediüzzaman'ın özellikle demokrasi konusundaki bakış açışını incelemeye başlamadan önce, onun genel olarak Kur'an'ı yorumlama biçimine kısaca göz atmak faydalı olacaktır. Bilindiği gibi, Kur'an Allah'tan Cebrail vasıtasıyla Hz. Peygambere belli aralıklarla indirilmiş bir vahiy metnidir. İçinde anlamı tevil ve tefsire gerek duyulmayacak kadar apaçık (muhkem) ayetler olduğu gibi, tevil ve yeniden yorumlamaya gerek olan anlamı gizli (müteşabih) ayetler de vardır. Müteşabih ayetlerin nasıl anlaşılması konusunda İslami gelenekte geniş bir zenginlik ve çoğulculuk vardır; farklı eğilimleri bulmak mümkündür. Burada gerçekten metnin zahirinden ziyade derinliklerinde keyfice anlam arayan İsmaili Batıniliğinden, Farabi felsefesine, çeşit çeşit İbn-i Rüşdçülüğe, İbn-i Arabi tasavvufuna kadar adeta sınır tanımayan filozof ve mutasavvıflardan; metnin zahirinden hiçbir şekilde sapmak istemeyen ve herhangi bir tevil ve tefsire başvurmayı dinin tahribi olarak gören aşırı literalist akımlara; bu iki aşırı uç arasında belli akli ilkeler çerçevesinde Kur'anı anlamaya çalışan Maturidi-Eşari ve belli ölçüde Caferi çizgide ılımlı alimlere kadar çok geniş bir yelpaze vardır. Bu yelpaze içinde Bediüzzaman'ın yerini, modern çağın ihtiyaç ve bilgi seviyesini dikkate alan ve bu nedenle hem felasife geleneğinin meşşai ve işraki eğilimlerinden, hem de teorik ve pratik tasavvufun tüm zenginliklerinden ve esnekliklerinden geniş ölçüde yararlanan Maveraünnehr-Osmanlı-Maturidiciliğinin modern yeniden yorumlanması şeklinde düşünmek mümkündür. Bediüzzaman'ın Kur'an'ı Anlama ve Yorumlama Yöntemi Bediüzzaman dinsel ve kültürel çoğulculuğun baskın olduğu bir toplumun üyesiydi. Özellikle onun da bağlı olduğu Maveraunnehr-Osmanlı-Maturidi geleneği dinsel, kültürel ve etnik çoğulculuğun temel yapı olduğu bir gelenekti. Bu geleneğin modern çağa uygun yeniden üretilmesi misyonunu üstlenen Bediüzzaman'ın tüm yaklaşımları ve içtihatları da doğal olarak kültürel ve dinsel çoğulculuk eksenli olacaktı. Bu yönüyle onun tezleri ulusçu bir toplumda gerçekten zor anlaşılır ve kabul edilebilir tezlerdi. Yaşadığı realiteden hareketle Bediüzzaman; Kur'an'ı kültürel, dinsel ve etnik çoğulculuk eksenli okumuş ve yorumlamıştır. Mesela: "Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin" (Maide/51) ayetini tefsir ederken hareket noktaları son derece ilginçtir. Ona göre: 1- Öncelikle, ayetin anlamı apaçık olmalıdır, oysa bu ayet tevil ve yoruma açıktır. 2- İlgili ayet "umumi" değildir, "mutlak"tır; mutlak, sınırlanıp kayıtlanabilir, zaman büyük bir müfessirdir, kaydını ve sınırını ortaya koyduğunda ona kimse itiraz edemez. 3- Buradaki "illet", yani dost olmama nedeni, sadece Yahudilik ve Hıristiyanlık sıfatlarıdır. Yani, kişinin sadece, dostluğunu Yahudi ve Hıristiyan olmasına bina etmektir; oysa insanda başka çok sayıda vasıf vardır, o güzel vasıflarından dolayı dost olmakta bir sakınca yoktur. 4- İslamiyet Müslümanların ehl-i kitapla evlenmesine izin vermiştir, evlilik sevgi üzerine kurulan bir ilişkidir, eşi Hıristiyan veya Yahudi olan bir Müslüman'ın elbette onu sevmesi tabiidir. 5- Her Müslüman'ın tüm sıfatları Müslümanca olmayabileceği gibi, her Müslüman olmayanın tüm sıfatları da kafirce değildir. Müslüman olanların bazı sıfatları kafirce olduğu gibi, Müslüman olmayanların bazı sıfatları da Müslümanca olabilir. Bir Gayr-i muslimin Müslümanca olan bir sıfatını sevmek, taklit etmek, sanatını almak neden caiz olmasın? 6- Her çağın ilişkileri, kavramları çağının ruhundan etkilenir, çağın genel karakterinden anlam kazanır. Hz. Peygamber döneminde büyük bir dini inkılâp gerçekleşti. Tüm zihinler dine kilitlendiğinden sevgiler, düşmanlıklar, dostluklar din eksenli idi. Böyle bir ortamda Müslüman olmayanlara sevgi ve ilgiden, doğal olarak bir nifak kokusu gelirdi. Ancak çağımızda egemen olan ilişkiler din merkezli değil, ekonomik, politik ve bilimsel merkezlidir. Çağımızda tüm zihinler dünyasal gelişmelerle ilgilidir. Zaten Hıristiyan ve Yahudiler de geniş ölçüde dinlerinden uzaklaşmış, daha ziyade ekonomik ve bilimsel gelişmelere öncelik vermektedir. Dolayısıyla, onlarla dost olmak dinsel-merkezli değil, ekonomik, politik ve bilimsel dostluktur. Ekonomi, politika ve bilim alanlarında dostluklar kurmak ise dünyanın imarı ve gelişmesine çalışmak ve küresel sulhu sağlamaktır, bu ise neden yasak olsun? Bediüzzaman'ın ilgili ayeti bu şekilde tefsir etmesi günümüzde farklı din mensupları arasında diyalog faaliyetlerinin dini kaynaklarından biri olmuştur. Bu tefsir sayesinde Müslümanlar Batı'da ciddi açılım imkanları bulmuşlardır. Bu açılım giderek hem yaygınlaşmakta ve hem de derinleşmektedir, belki de bu tefsir tarzı küremizde 'medeniyetler çatışması' değil, 'medeniyetler uzlaşması'nı doğuracaktır. Bediüzzaman teolojik insan hürriyeti yorumunda da yine Maveraunnehr-Osmanlı- Maturidi geleneğine bağlıydı. Cenab-ı Hakk'ın kudret ve iradesine bir sınırlama getirmeden insan hürriyetini teolojik açıdan güvence altına alan Gelenbevi-Muhammed İzmiri-Taftazani-Sadruşşeria çizgisiyle uyum içerisindeydi. Ancak genel eğilimden farklı olarak Bediüzzaman, çağının gelişmelerini de dikkate alarak insan hürriyetini ahlak, politika ve dini, iç tecrübe bağlamında önemli ölçüde derinleştirmiştir. Hatta insanın tüm dini inkişafını sahip bulunduğu hürriyet derecesiyle özdeş sayacak kadar hürriyeti önemsemiştir. Ona göre hürriyet imanın bir hassasıdır, zira, "rabıta-i iman ile sultan-ı kâinata hizmetkâr olan adam başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi, başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi şefkat-i imaniyesi bırakmaz". | |
30 Kasım 2008, 15:18 | Mesaj No:5 |
Cvp: Bediüzzaman ve demokrasi Bediüzzaman'a Göre Demokrasinin İslam Toplumunda Uygulanabilirliği Bediüzzaman'ın düşüncesinde demokratik sistemin Müslüman toplumuna uygulanabilirliğini belirleyebilmek için demokrasinin teolojik, ahlaki ve hukuki temellerini belirlememiz gerekir. Burada ilk olarak Bediüzzaman'ın teolojik felsefesinde "mülk"-"melekût" ve "tekvini yasalar"-"şer'i yasalar" ayrımını incelemememiz gerekir. | |
30 Kasım 2008, 15:19 | Mesaj No:6 |
Cvp: Bediüzzaman ve demokrasi Mülk-Melekût Ayrımı Bediüzzaman'a göre "alem-i mülk" hukuk, ahlak ve eylem alanıdır, "âlem-i melekût" ise itikat ve tevekkül alanıdır. Mümin, Allah'ın sonsuz gücü, ilmi, iradesi ve hikmeti olduğuna inanmak durumundadır. Allah, her şeyin yaratıcısı, rızk vericisi, düzenleyicisi ve Rabbidir. Cenab-ı Hakk her an faal ve kayyumdur, o asla unutmaz, uyuklamaz, gaflete düşmez. Ancak Cenab-ı Hakk hikmeti gereği bir de bu mülk âlemini yaratmıştır. İçinde yaşadığımız dünya âlem-i mülktür. Özellikle insana mülk âleminde diğer varlıklardan farklı olarak önemli bir özerk alan vermiştir. O özerk alanda insan tamamen serbesttir. Aynı şekilde âlem-i mülk'te her şey rasyonel bir şekilde işler. Çünkü bu dünyada Cenab-ı Hakk'ın hikmeti geçerlidir, her şey belli bir sebebin neticesidir; doğa kanunları, beşeri hukuk sistemleri, ahlak sistemi, ekonomik ve politik kanunlar bağımsızca işler. İnsanlar irade ve akıl sahibidirler, dolayısıyla yaptıklarından hem ahlaki olarak, hem de hukuki olarak sorumludurlar. Allah'ın kudret ve ilminin her şeyi kuşatmış olması, insanların eylem alanlarını sınırlamaz ve seçim imkânını ortadan kaldırmaz. İnsan kendi özgür iradesiyle serbestçe alternatifler arasında seçim yapar ve yürürlüğe koyar. "Yaptığım şeyi Allah biliyordu ve irade ediyordu" demenin hukuki, ekonomik, politik ve ahlaki bir değeri yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakk sadece insana bir taraftan akıl ve irade vermiş, öbür taraftan da onları destekler, aydınlatır tarzda vahiy göndermiştir ve ekonomik, politik ve kültürel alanda kendi düzenini kendisinin kurmasına imkân tanımıştır. Aklın ve vahyin kılavuzluğunda siyasal ve ekonomik bir düzen kurarsa onun olumlu sonuçlarından hem bu dünyada, hem de öbür dünyada yararlanacaktır; akıl ve vahyin ilkelerini dikkate almadan kaba hayvansal içgüdülerinin egemenliğinde düzenler kurarsa onun politik, ekonomik ve sosyal sonuçlarını da olumsuz olarak yine kendisi yüklenecektir. Öte yandan politik alanda egemen olan insandır. Hâkimiyet insana aittir. Bu, hukuki alanda insanın mülk sahibi olması gibidir. Tüm kâinatın Allah'ın mülkü olması, nasıl ki hukuk önünde insanın mülk sahibi olmasına engel değildir, sahip olduğu mülk üzerinde tasarruf yetkisi vardır, politik alanda da insanın hâkimiyet sahibi olması, Allah'ın hâkimiyetiyle çelişmez. Kişi sahip bulunduğu insanlık özelliğine dayanarak istediği kimseyi serbest iradesiyle temsilci olarak ya da devlet başkanı olarak seçebilir, hoşuna gitmediği zaman da görevden uzaklaştırabilir. Bu yaklaşımdan hareketle şunu söylememiz mümkündür. İnsan aklın ve vahyin öngördüğü evrensel adalet, hakkaniyet, refah, insan haysiyetinin olumlu yönde iyileştirilmesi gibi ilkeleri gerçekleştirecek ortak bir politik düzen kurmak zorundadır. Kur'an ve sünnette bu düzenin kesin tanımı yapılmamış, doğrudan insan aklına havale edilmiştir. İnsanoğlunun bugüne kadar geliştirdiği rejimler içerisinde demokratik rejim, adalet, hürriyet, ekonomik ve sosyal gelişme için en uygun sistemlerden biridir. Tekvini Yasa-Şer'i Yasa Ayrımı Bediüzzaman'ın diğer başka ilginç bir ayrımı da "tekvini-şer'i yasa" ayrımıdır. Bu ayrım, demokratik rejimin teolojik ve ahlaki temelleri için son derece önemlidir. İlgili yaklaşıma göre Cenab-ı Hakk'ın kâinatta iki çeşit yasası vardır, biri tekvini, diğeri şer'i. Şer'i yasa bildiğimiz vahiyle gelen yasalardır. Namaz, oruç, zekât vs gibi. Tekvini yasa, şer'i yasaya göre kapsam ve mertebe bakımından daha geniş ve derindir. Tekvini yasa, inanan inanmayan ayrımı yapmaz, herkes için geçerlidir. Mesela, şefkat böyle bir ilkedir. Bu ilke tüm canlılar için geçerlidir. Bediüzzaman'ın verdiği örneğe göre, şefkat ilkesine uymayan bir çocuk bir kuşu öldürür, bu ilkeyi çiğner, sonra bir yerden düşer başı kırılır ve cezasını çekmiş olur. Aynı şekilde bir kaplan, kendi doğal ve helal rızkı olan ölmüş hayvanlarla yetinmez, canlı bir ceylanı avlayıp yedirirse, bir avcının kurşununa hedef olur, cezasını çeker. Disiplinli çalışma ilkesi de tekvini bir ilkedir. Mesela, bir inanan bu ilkeye riayet etmez, tembellik yaparsa, bunun cezası olarak sefalete düşer; buna karşılık bir inançsız adam bu ilkeye riayet eder disiplinli şekilde çalışırsa, ekonomik refahını arttırır, mülk sahibi olur ve mümini emrinde çalıştırır. Çünkü çalışmanın sonucu refah ve zenginlik, tembelliğin karşılığı ise sefalettir. Politik alanda adalet, istişare gibi ilkeler toplumdan topluma değişmeyen evrensel ilkelerdir. Kur'an'da "Allah adaleti emreder." denilerek mevcut olan bir yasanın harekete geçirilmesi emredilmektedir. Yoksa adalet vahiyle birlikte ortaya çıkan bir ilke değildir. Aynı şekilde "Tüm işleri onlarla istişare et." emri de vahiyden bağımsız evrensel tekvini yasaya dâhil olan bir politik sorumluluktur. Bu yasayı hayata geçiren toplumlar insan hak ve hürriyetini, ekonomik ve sosyal güvenceyi, bireyin seçme ve seçilme hakkını, öğrenme ve öğretme hakkını, kazanma ve harcama hakkını güvence altına alacak bir politik organizasyon kurabilir ve böylece bireylerin potansiyel enerjilerini aktif hale getirmeyi başarır, böylelikle toplumlarının refah ve mutluluğunu arttırabilirler; buna karşılık bu ilkeleri dikkate almayan toplumlar, adı Müslüman da olsa otokratik güçlerin elinde tüm enerjilerini heba edebilirler. | |
30 Kasım 2008, 15:20 | Mesaj No:7 |
Cvp: Bediüzzaman ve demokrasi Hukuki Temelleri Kur'an'ın ruhundan süzülmüş İslam'ın en üst ilkeleri, can ve mal güvenliği, nesil, din ve akıl güvenliğidir. Bu ilkeler yüzlerce ayet ve hadisin ruhundan sağılmış ilkelerdir. Bunlara usul dilinde "makasıduşşeria" denilmektedir. İslam'ın ulaşmak istediği temel hedeflerdir. Tüm içtihatların ve düzenlemelerin bu ilkelerle uyumlu olması gerekir. Bu ilkelerden biriyle çelişen herhangi bir içtihat ya da politika geçersizdir. Bu ilkeler çerçevesinden bakıldığında bireylerin can ve mallarını, nesil ve nefislerini, din ve akıllarını optimum ölçüde güvenceye alacak yönetim biçimi hangisiyse Müslümanların onu kabullenmeleri gerekir. Günümüz şartları içinde bireylerin ilgili değerlerini en etkili tarzda güvence altına alabilecekleri yönetim biçimi şüphesiz demokrasidir, dolayısıyla Müslümanların politik sistemleri de demokratik olmalıdır. Yukarıdaki ilkeler evrensel ilkelerdir, bu ilkelere paralel başka alt ilkeler de mevcuttur. Bediüzzaman'ın dikkat çektiği ilkelerden en önemlileri icma-i ümmet, efkâr-i amme ve maslahat-i mürsele ilkeleridir. Hanefi mezhebine göre bir meselede Müslümanların çoğunluğunun ittifakı, icma'ın gerçekleşmesi için yeterli sebeptir. Böyle bir durumda ittifak edilen konuyu toplum olarak yürürlüğe koymamak Kur'anla belirlenen bir emri yürürlüğe koymamak gibidir. Bu ilkeden hareketle, şayet Müslümanların ekseriyeti (bazı müçtehitlere göre o sınırlar içinde yaşayan gayr-i Müslimler de dâhil tüm sakinler) mesela, politik rejim olarak parlamenter demokrasiyi arzu ediyorlarsa böyle bir durumunda bu talebi yerine getirmek aynı zamanda dini bir vecibedir. Diğer hukuki ilkeler, maslahat-u mürsele, istihsan ve örf ilkeleridir. İlgili ilkeler, toplumun yararına olan şeylerin hukuken de meşru olduğunu ifade eder. Şayet bir konuda Kur'an ve Sünnette açık bir hüküm yoksa ve yeni durum toplumun yararına ise yine o Kur'an ve Sünnette emredilmiş gibi, dini bir meşruiyet kaynağıdır. Çünkü Hz. Peygamber, "Müminlerin güzel gördüğünü Allah da güzel görür" buyurmuştur. Aynı şekilde başka bir hadisinde "Ümmetim sapıklık üzerine ittifak etmez" diyerek ümmetin ittifakını meşru bir kaynak olarak değerlendirmiştir. Bu Hadis'e göre toplum politik sistem olarak demokratik sistemi benimsemiş ise o sistem aynı zamanda Allah'ın rızasına uygun sistemdir. Sonuç olarak, Bediüzzaman tarihin küreselleşme yönündeki akışını çok önceden görmüş, dünyada ortaya çıkacak çok kültürlülük olgusuna Kur'ani bir meşruiyet kazandırmıştır. Aynı zamanda farklı din mensupları arasındaki diyaloğun kapılarını açmıştır. Onun bu çabası, her geçen gün daha da anlam kazanmaktadır. | |
30 Kasım 2008, 15:21 | Mesaj No:8 |
Cvp: Bediüzzaman ve demokrasi Öz Bu yazıda, bir din olarak İslam ile siyasi bir sistem olarak demokrasi arasındaki ilişkiyi tahlil etmeye çalışacağım. İslami demokratik bir sistemin olabilirliği hakkında birkaç önemli soruyu Said Nursi'nin görüşlerine dayanarak tartışmaya çalışacağım. Bu sorulardan bazıları şunlar: 1- İlahiyat nedir? 2- Demokrasi ile ilgili İslami ahlaki prensipler nelerdir? 3- Siyasi sistemin oluşturulmasında insanoğlunun fıtratı ve istidadı nedir? 4- İslami kanunlarda demokratik bir toplumu tesis etmeyi mümkün kılacak olan insan haklarını koruyucu maddeler yeterli sayıda mevcut mudur? Bu sorulara cevap verebilmek için konumuz ile alakalı ilahiyatın bazı yönlerini açıklamamız gerekmektedir. İslami demokrasiyi incelemeye başlamadan önce, İslami demokrasiyi mümkün kılan bazı önemli genel prensipleri incelemek gerekir. Bu bağlamda, aklın, inancın, ahlakın yerini ve İslami perpektifte demokratik bir sistem kurmada insanın kabiliyetini çoğunlukla Said Nursi'nin düşüncesine dayanarak incelemeye çalışacağım. Bunlar şu şekilde listelenebilir: 1- Akıl vahyi anlamada esaslı bir yoldur. 2- Varolan dünyanın iki ciheti vardır: mülk ve melekût. 3- Emr-i ilahi iki çeşittir: teşri'î ve tekvinî. 4- İnsanın iradesi izafidir, bu yüzden kendine bakar. İslam'da herhangi bir gücün ya da kurumun meşruiyeti, temel olarak insanların bu meşruiyeti kabulünden çıkarılır. Diğer bir deyişle, insanlar kendilerine zorla kabul ettirilmemesi üzerine anlaşmadığı müddetçe bir kimse hükümdar olarak meşruiyet kazanamaz, insanlar kendi hükümdarlarını seçmede tamamen hürdür. İslam herhangi bir şekilde içinde istibdat olan bir sistemi kabul etmediği gibi, iktidarın aynı aile içinde miras olarak aktarıldığı monarşik bir sistemi de kabul etmemektedir. Aslında, sadece kendini monarşi olarak adlandıran sistemlere dikkat çekilmemelidir, çünkü kendini cumhuriyet olarak adlandıran pek çok ülke vardır ancak aslında iktidar yalnızca elit tabaka arasında dolaştırılıyor gibi gözükmektedir. Karşılıklı danışma sistemi İslami bir demokratik devletteki parlementer sistemin kaynağıdır. Bu yüzden, açıkça ifade edebiliriz ki; halk iktidarın kaynağı; meclis grubu, devlet başkanı ve kabinesi yalnızca temsilcidirler. Devletin ya da kabinenin başındakiler iktidarını halktan alır. Anahtar Kelimeler: İslam, demokrasi, şeriat, sekülerizm | |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Neden Vurduk Birbirimizi? Okunması Gereken Makale.../medineweb | enderhafızım | Serbest Kürsü | 1 | 29 Aralık 2018 19:42 |
Okunması ve ibret alınması gereken gerçek bir aşk hikayesi.. | Zelal | Kıssalar-Hikayeler-Nasihatler | 1 | 19 Eylül 2014 13:46 |
Bu Yaz Okunması Gereken 10 Kişisel Gelişim Kitabı | ademmeda6161 | Kişisel Gelişim | 1 | 15 Şubat 2014 00:28 |
mutlaka okunması gereken ramazan röportajı.. | Muhteşem | Oruç-Ramazan | 4 | 24 Temmuz 2012 19:15 |
Okunması Gereken VAAZ kitapları | KuM TaNeSi | Tebliğ-İrşad-Vaaz-Hutbe-Nasihat | 1 | 19 Ekim 2010 06:47 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|