|
Konu Kimliği: Konu Sahibi Medineweb,Açılış Tarihi: 28 Aralık 2013 (14:39), Konuya Son Cevap : 28 Aralık 2013 (14:40). Konuya 5 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
28 Aralık 2013, 14:39 | Mesaj No:1 |
Durumu: Medine No : 13301 Üyelik T.:
04 Şubat 2011 | sakarya ilitam İslam Hukuk Usulü 9-14. Haftalar sakarya ilitam İslam Hukuk Usulü 9-14. Haftalar 9. HAFTA Delâlet Kavramı ve Delalet Yolları I. Aklî Delâlet Aklî delâlet, gösteren (dâl) ile gösterilen (medlûl) arasında, ikincisinin bilgisine birincisi aracılığıyla ulaşılmasını mümkün kılan, bir aklî ilişkiyi (zorunluluğu) gerekli kılan delâlet türüdür. Örneğin, irâdî bir hareketin yaşama delâleti ya da bir eserin veya yapıtın onun yapıcısına delâlet etmesi gibi. II. Tabii Delâlet Bu delâlet türünde, gösteren (dâl) ile gösterilen (medlûl) arasındaki ilişkiyi belirleyen şey, tabii ya da doğal düzendir. Bu doğal düzen göstergenin iki temel unsuru arasındaki delâlet ilişkisini zorunlu kılmaktadır. Örneğin, insanın ateşinin yükselmesinin onun hastalığına delâlet etmesi, ya da yüz kızarmasının utanmaya delâlet etmesi gibi. III. Vaz’î Delâlet Bu üçüncü delâlet türünde ise, gösteren (dâl) ile gösterilen (medlûl) arasındaki ilişkiyi belirleyen unsurlar, insanların dilleri, kültürleri, örf ve adetleridir. Bu delâlet türü ıstılah (uylaşım) yoluyla insanların belirlediği bir delâlet ilişkisidir. Sözcükler, simgeler, işaretler ve resim gibi göstergelerin belli bir anlama delâleti ıstılahî bir delâlet türüdür. Delâlet Sözlü Delâlet Sözsüz Delâlet Aklî Delâlet Tabii Delâlet Vaz‟î Delâlet Sözlü Vaz’î Delâlet Örtüşme (Mutâbaka) İçlem (Tazammun) Gereklilik (İltizam) Mantık ilminde yapılan, şematize etmiş olduğumuz bu sınıflama fıkıh usûlünde de benimsenmektedir. Ancak bundan farklı olarak sözsüz delâlet türü de hukukta geçerli kabul edilmektedir. Bunun kuralsal anlatımını Mecelle‟de görmekteyiz: “Sâkite bir söz isnat olunmaz. Lâkin marazı hacette sükût beyandır” Lafzın hükme delâleti ise, üç yönüyle gerçekleşebilir. Bunlar lafzın, 1. Siygası ve nazmı; 2. Fehvâ ve mefhûmu; 3. Mânâ ve ma‟kûlü (kıyası içerir) Burada usûl bilginlerinin lafzın hükme delâletini belirlerken onun nazmı ve mefhûmunu esas alarak yaptıkları sınıflamaları ya da benimsemiş oldukları „anlam teorilerini‟ konu edineceğiz. IV. Kelâmcılar Ekolünün Delâlet Sınıflaması Lafzın delâletini, söylenen (mantûk) ve söylenmeyen (mefhûm) olmak üzere ikili bir ayırıma tabi tutan bu ekolün delâlet konusundaki yaklaşımları belirli bir gelişim göstermiştir. İbn Hâcib‟ten sonra bu sınıflama alt ayrımları ile birlikte daha da belirgin hale gelmiştir. Cüveynî lafızların, delâlet açısından mantûk ve mefhûm olmak üzere ikiye ayrıldığını ve mantûkun da kendi içerisinde nas ve zâhir olarak ikili bir sınıflamaya tabi tutulabileceğini ifade eder. Şevkânî bu sınıflamayı şöyle ifade eder; “Lafızlar anlamların kalıplarıdır, bazen onların sarih olarak söylenmiş olması (nutk) yönünden, bazen de telvîh olması yönüyle onlardan yararlanılır. Bunlardan ilki mantûk, ikincisi ise mefhûmdur”. A. Mantûkun Delâleti Terim olarak mantûk, “söylendiği yerde (mahallü‟n-nutk) lafzın kendisine delâlet ettiği şey” olarak tanımlanabilir. Mantûkun delâleti ise, “lafzın söylendiği alana delâletidir”. Daha teknik ayrıntılı tanımıyla, “lafzın sözde (kelâm) zikredilen ve söylenen (nutika bih) hükme örtüşme (mutâbaka), içlem (tazammun) veya gereklilik (iltizam) yoluyla delâletidir”. 1. Açık (sarih) Mantûk “Lafzın hükme örtüşme (mutâbaka) ve içlem (tazammun) yoluyla delâletidir ve lafız bu anlam için konulmuştur”. Hanefî usûl ekolünde „nassın ibâresinin‟ delâletine karşılık gelir. „ALLAH alışverişi helal ribâ‟yı haram kıldı‟ (el-Bakara, 275) ayetinde açık mantûku (söylenen) ile nas, alışverişin helal, ribâ‟nın ise haram olduğuna delâlet eder. 2. Açık Olmayan (gayr-i sarih) Mantûk Gayr-i sarih mantûk ise, “lafzın gereklilik (iltizam) yoluyla hükme delâlet etmesidir ki, lafız bu anlam için gerekli olmuştur (müstelzemdir)”. Bu delâlet türünde lafız o hüküm için konulmamıştır. Ancak, lafzın kendisi için konulmuş olduğu anlam için bu hüküm gereklidir (lâzim). “Onların dinen ve örfen mâkul ölçüler içinde yiyeceğini ve giyeceğini sağlamak, çocuğun babasına aittir”, (el-Bakara, 233) ayetinden çocuğun nesebinin babaya ait oluşu ve çocuğun nafakasını karşılama yükümlülüğünün de babanın olması şeklinde iki hüküm çıkarılır. Ancak metinde geçen lâm lafzı çıkarılan bu iki hüküm için konulmamış olmakla birlikte, burada her iki hüküm ayette nas olarak yer alan hükmün gerektirdiği anlamdır. B. Mefhûmun Delâleti Mefhûmun delâleti ise, “lafzın sözde (kelâm) zikredilmeyen ve söylenmeyen hükme delâlet” etmesi olarak tanımlanmaktadır. Mefhûm ise mefhûm-i muvâfakât (düz anlam) ve mefhûm-i muhâlefet (zıt anlam) olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. 1. Mefhûm-i Muvâfakât (Düz Anlam) “Sözün (kelâm) bağlam (siyak) ve maksadının delâleti yoluyla söylenenden (mantûk) söylenmemiş olanı anlamaktır”. “Onlara öf deme ve onları azarlama”, (el-İsrâ, 23) ayetinden sövme, dövme ve öldürmenin haramlığının anlaşılması düz anlam (mefhûm-i muvâfakât) yöntemiyle ortaya çıkmaktadır. Yine, yetimlerin mallarının haksız bir biçimde yenilmesini yasaklayan nastan (en-Nisâ, 10) bu malların itlaf edilmesi ya da helak edilmesinin yasaklanmasının anlaşılması da bu yöntemledir. 2. Mefhûm-i Muhâlefet (Zıt Anlam) Mefhûm-i muhâlefet, metinde özellikle zikredilen şeyden hareket ederek, ilgili metinde geçen hükmün onun tersi olan durum için geçersiz olduğu yönünde yapılan istidlâldir. Bu türden bir istidlâlin mefhûm olarak adlandırılmasının nedeni çıkarılan hükmün mefhûm olup, söylenene (mantûka) dayanmamasıdır Şâfiî, Mâlik, Ahmed b. Hanbel, Eşarî ve bir grup kelâm ve usûl bilginlerinin oluşturduğu cumhur bilginler bu istidlâl yöntemini benimsemişlerdir. Diğer yanda Hanefî fıkıh usûlü bilginleri ise bu yöntemi hüküm çıkarmada geçersiz bir yöntem olarak kabul etmişlerdir. V. Fakihler Ekolünün Delâlet Sınıflaması Nassın hükme delâleti, salt nassın ibâresi ile değil bunun yanında yine metne bağlı diğer delâlet yolları ile de gerçekleşir. Burada fakihler ekolü olarak adlandırılan Hanefî fıkıh usûlü bilginlerinin delâlet teorilerini ve sınıflamalarını konu edineceğiz. Hanefî usûl bilginlerinin benimsemiş olduğu ibârenin, işaretin, nassın ve iktizânın delâleti şeklinde yapılan bu dörtlü sınıflama, nassın dilsel yönüne bağlı kalınarak yapılan yorumlama yöntemleridir. Nassın hükme delâlet biçimini belirleyerek yapılan bu yorumlamalar, kıyas ve re‟y yoluyla yapılan yorumlamalardan ayrı tutulmuş ve nassın zâhiri ile sabit olan hükümler olarak adlandırılmışlardır. Ayrıca bu delâlet yolları dışında benimsenen naslardan hüküm çıkarma yöntemleri (mefhûm-i muhâlif, mutlakın mukayyede hamli vd.), bu ekolün usûl bilginlerince geçersiz (fâsid) yöntemler olarak değerlendirilmiştir. A. İbârenin Delâleti Terminolojide “nassın kendisi için sevkedilmiş olan ve teemmülde bulunmaksızın nassın zâhirinin onu içerdiği bilinen hükme”, nassın ibâresi ile sabit olan hüküm adı verilmektedir. Lafzın (göstergenin) metnin (nassın) sevkedilme amacı olan hükme/anlama delâletini ifade eden “nassın ibâresi ile istidlâl, sözün (kelâm) kendisi için sevkedildiği zâhirle amel etmektir”. Örneğin, “ALLAH alış verişi helal, ribâyı haram kılmıştır” (el-Bakara, 275) ayeti, ibâresi ile iki hükme delâlet eder. Bunlardan ilki, alış verişin helal, ribâ‟nın ise haram olduğu hükmüdür. İkincisi ise, alış verişle ribâ‟nın aynı şeyler olmadığı yönündeki hükümdür. Nassın ibâresinden çıkarılan ikinci hüküm asıl hükümdür. Birinci hüküm, aslen kastedilen ikinci hükme tabi olarak gelmiştir. Nassın her iki hükme delâleti „ibârenin delaletidir.‟ Hanefî ekolün nassın ibâresi olarak adlandırdığı bu delâlet türünü kelâmcı usûl bilginleri sarih mantûk (açık söylenen) olarak isimlendirmektedirler. B. İşâretin Delâleti Hanefî usûl bilginlerinden Serahsî işâretin delâletini, “nassın kendisi için sevk edilmemiş olduğu, ancak lafzın anlamının ziyade ve noksansız olarak teemmül ile bilinebildiği ve belâğî yönün kendisi ile tamam olduğu ve îcâzın ortaya çıktığı” delâlet türü olarak tanımlamaktadır. İşâretin delâleti ile sabit olan bir hüküm nazmıyla/lafızla sabit olur ve sözün (kelâm) sevk edilişi onun için değildir. “Onların makûl ölçüler içinde yiyeceğini ve giyeceğini sağlamak çocuğun babasına aittir”, (el-Bakara, 233) annenin nafakasını karşılama yükümlülüğünü belirtmek amacıyla sevk edilmiş olan nassın işâreti yoluyla, nesep konusunda bir başkası ile ortaklığı olmaması hasebiyle, çocuğun nafakasından yalnızca ve tek başına babanın yükümlü olduğu hükmü çıkarılır C. Nassın Delâleti Fıkıh usûlü terminolojisinde fahve‟l-hitâb, fahve‟l-lafz olarak da adlandırılan bu delâlet türü, kelâm ekolü usûl bilginlerinin delâlet sınıflamalarındaki mefhûm-i muvâfakâta karşılık gelmektedir. Nassın delâleti ile sabit olan hüküm, “re‟y ile istinbâtta bulunmaksızın, dile bağlı olarak nazmın anlamı ile sabit olan hükümdür”. Pezdevî, bu delâlet türünü, “ictihadî ve istinbâtî açıdan değil de dilsel açıdan nassın anlamı ile sabit olan” hükmün delâleti olarak kabul etmektedir. Pezdevî‟nin usûlüne yazmış olduğu şerhinde Buhârî ise nassın delâletini, “kelâmın siyâkı ve maksadı ile söylenmiş olandan (mantûk) hareketle söylenmemiş (gayr-i mantûk) olanı anlamak” şeklinde tanımlamaktadır. D. İktizânın Delâleti Hanefî usûl terminolojisinde iktizânın delâleti, “Kendisi olmadan nasla amel etme imkanı olmayan ve nassın bir hüküm ifade edebilmesi için nasta belirtilen şey üzerinde (mansûs aleyh) takdir edilmesi gerekli olan fazlalık” olarak tanımlanmaktadır. Gazzâlî, iktizâyı, “lafzın delâlet etmediği, doğrudan söylenmiş (mantûk bih) olmayan, ancak lafzın zaruretinden kaynaklanan bir delâlet türüdür”, şeklinde tanımlar. Lafız için bu zorunluluk ise şu durumlarda söz konusu olmaktadır; Sözü söyleyenin doğruluğunun kabul edilebilmesi için böyle bir iktizânın zorunlu olması durumunda, Lafızla belirtilen hükmün ancak hukukî anlamda (şer‟an) varlık kazanabilmesi böyle bir iktizâyı gerektirdiği durumda, Yine lafızla belirtilen hükmün aklî anlamda (aklen) var olabilmesi böyle bir iktizâyı gerektirdiği durumlarda, lafız için bu zorunluluk ortaya çıkmaktadır. “Ümmetimden hata, unutma ve zorlandıkları söz ve fiiller kaldırılmıştır” (İbn Mâce, Talâk, 16) hadisinin zâhirinden anlaşılan, hata, unutma ve zorlanma gibi durumların ümmet için vâkî olmadığıdır. Ancak metnin zâhirinden çıkarılan bu anlam vâkıayla/gerçeklik ile örtüşmediği için, metnin doğru anlamının ortaya çıkarılması amacıyla bir lafzın takdiri zorunludur. Bu hadis örneğinde ise günah (ism) lafzının takdiri zorunludur. |
Konu Sahibi Medineweb 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
Medinewebli önlisans İlahiyat 1.sınıf öğrencileri... | İlahiyat Öğrencileri İçin Genel Paylaşımlar | nurşen35 | 87 | 33840 | 23 Mayıs 2015 21:53 |
Gülmek isteyenler tıklasın :))) | Videolar/Slaytlar | Kara Kartal | 3 | 4090 | 10 Mayıs 2015 16:16 |
Cumartesi Anneleri’nin ahı/Can Dündar | İslami Haberler | Medineweb | 0 | 2743 | 10 Mayıs 2015 16:13 |
Ayın Üyesi ''zeynepnm'' | Ayın Üyesi | 9Esra | 13 | 9024 | 30 Nisan 2015 14:29 |
Müzemmil suresi bize ne anlatıyor | Tefsir Çalışmaları | Medineweb | 0 | 3352 | 19 Nisan 2015 15:45 |
28 Aralık 2013, 14:39 | Mesaj No:2 |
Durumu: Medine No : 13301 Üyelik T.:
04 Şubat 2011 | Cevap: sakarya ilitam İslam Hukuk Usulü 9-14. Haftalar
10. Hafta I.NESiH KAVRAMI VE GÜNÜMÜZDE KUR‟AN MERKEZLİ NESİH TARTIŞMALARI A.Neshin Anlam Sözlük anlamı olarak “Nesh”, bir Ģeyi silme, izale etme ve bir yerden bir yere nakletmedir. Buna örnek olarak hep, GüneĢin gölgeyi gidermesini/izale etmesini zikrederler. Bir tefsir ya da fıkıh ıstılahı olarak ve genel anlamda nesih denince; “Önceki bir şerî hükmü, sonra gelen Ģer’î bir hükmün, kaldırması” anlaşılır. Hukukî bir ifade olarak nesih ise, bir kanunu yürürlükten kaldırma demektir. B.Neshin imkânı Bir usul kuralı olarak diyebiliriz ki, Hz. Peygamber‟den günümüze, aralıksız bir geleneği olan bir görüĢün, her bakımdan asılsız olması ve hiçbir itibarla mevcut bulunmaması mümkün olamaz. C.Neshin Çeşitleri Kurânın Kurânla neshi: Bunun için verilen misallerin her birinin nesih olmayacak Ģekilde tevil ve tevcihleri vardır. Sünnetin Kurânla neshi: Kıblenin tahvili bunun açık bir misalidir. Hudeybiye antlaĢmasında, müĢriklerden Müslüman olup Hz. Peygamber‟e (sa) iltihak edenin geri verileceği maddesi varken, bilahare gelen, “onları kâfirlere geri vermeyin” ayeti bunu neshetmiĢtir. Bu da sünnetin Kurânı Kerim‟le neshinin bir misalidir. Sünnetin sünnetle neshi: Müt‟a nikahının yasaklanması bunun açık bir misalidir. Kabir ziyaretinin ve kurban etlerini üç günden fazla saklamanın yasaklanması ve bilahare serbest bırakılması da buna birer misaldir. Kurânın sünnetle neshi: Abdest ayetinden sonra mestler üzerine meshin meĢru kılınması11 ve varislere vasiyetin olmayacağını söyleyen hadisi Ģerif buna misal gösterilir. Bir başka açıdan: Hem tilavetin hem hükmün neshedilmesi. Buna geçmiĢ semavî kitapların neshedilmesini örnek verirler. Hükmün neshedilip tilavetin kalması Tilavetin neshedilip hükmün kalması Ģeklindeki nesihlerden söz edilir. |
28 Aralık 2013, 14:39 | Mesaj No:3 |
Durumu: Medine No : 13301 Üyelik T.:
04 Şubat 2011 | Cevap: sakarya ilitam İslam Hukuk Usulü 9-14. Haftalar
11. Hafta I.DELİL: SÜNNET PEYGAMBERî BEYANIN KURÂNI KERİM’LE İLİŞKİSİ Sünnet Nedir? Sünnetin kelime anlamı; yol, tutum, metot ve davranıĢ biçimi demektir. Bu anlamda ALLAH‟ın da (cc) bir sünneti vardır. ALLAH‟a yakışır, ALLAHça diyebileceğimiz bu özelliğe, sünnetullah denir. Onun tabiatta geçerli olan, Şaşmaz kanunlarıdır. Kuranı Kerim‟de “ALLAH’ın sünneti değiştirilemez” denirken anlatılan budur. İslam geleneğinde hep üçe ayrılarak anlatıla gelmiştir: 1.Sözlü sünnet 2.Fiilî sünnet 3.Takrirî sünnet B.Sünnetin Mahiyeti ve vahiy ile İlişkisi (Kurana göre yeri, kaynak değeri) Ġslam‟ın kaynağı elbette vahiydir ve vahiy de ALLAH‟tan (cc) farklı derecelerde gelen bilgilerdir. O halde hakiki anlamda dinin bir tek kaynağı vardır ve o da ALLAH‟tır (cc). Bu anlamda sünnet Kurânı Kerim‟den bağımsız bir kaynak değildir. Sadece Kuranı Kerimin bir beyanıdır ve ondan bizim anlamadıklarımızın Hz. Peygamber (sa) tarafından anlaşılan ve hayata geçirilenleridir. Bu sebeple ġatıbî gibi bazı usul âlimleri sünneti müstakil bir kaynak saymazlar. Ama biz Kuranı Kerim‟de bulamadığımız pek çok hükmü sünnette bulmamız anlamında, o da bir kaynaktır ve bu anlamda sünnet dinin, mecazen de olsa ikinci kaynağı sayılır. ġöyle de diyebiliriz: ALLAH insanların uymaları gereken hükümleri ve kuralları, kısaca dinini, özel yetiştirdiği bir elçi vasıtası ile insanlara bildirmiştir. Bu elçi bir beşer olmakla beraber, ALLAH‟ın (cc) elçisi olarak diğer insanlardan farklı özelliklere de sahiptir. ALLAH (cc) vahyinin esası olan Kurânı Kerim‟i ona göndermiş ve ondan bunu beyan etmesini/açmasını istemiştir. O da sözleriyle, fiilleriyle, onaylarıyla, kısaca bütün bir hayatıyla Kurânı Kerim‟i yaşayarak beyan etmiştir. O halde onun hayatı, yani sünneti Kurânı Kerim‟in canlı kılınmış halidir diyebiliriz. C.Sünnetin Kuranı Kerim’den Farkı • Kaynak açısından: Kurânı Kerim ALLAH‟ın (cc) sözüdür. Sünnet ise Hz. Peygamberin (sa) sözüdür. ALLAH (cc) Hâliktir/Yaratıcıdır, Hz. Peygamber (sa) ise mahluktur/yaratılandır. O halde Kurânı Kerim ile sünnet arasında, Hâlik ile mahluk arasındaki fark kadar fark vardır. • Sübut açısından: Kurânı Kerim‟in tamamı bize tevatür yoluyla ulaşmıştır. Kuran‟da sübutundan Şüphe edilen hiçbir ayet yoktur. Sünnette ise mütevatir olanlar böyledir ama bunlar çok değildir. Sünnetin kahir ekseriyeti sahih olsa bile zan ifade eden yollarla/âhad kanalla gelmiştir. • Bağlayıcılık açısından: Kurânı Kerim‟in tamamı dindir. Onda beĢeri hiçbir yön yoktur. Sünnette ise Hz. Peygamber‟in sadece bir beĢer olarak yapıp ettikleri de vardır. Onlar bizim için din değildirler. Onun üzüldüğünde, kızdığında, sevindiğinde gösterdiği tepki, verdiği refleks sadece ona ait bir husustur. Ayrıca sadece Hz. Peygamber‟e (sa) has özellikler ve hükümler de vardır. Mesela onun dörtten fazla evlenmesi caizdir. Teheccüd namazı onun için farzdır vb. • Vahiy olma açısından: Kurânı Kerim‟in tamamı birinci derecede vahiydir. Kurânın beyanı anlamındaki sünnete bir anlamda vahiy denmesi doğrudur ama bu vahiy Kurânı Kerim‟de olduğu gibi lafzı ile manası ile birinci derecede bir vahiy değildir. Ayrıca sünnetin safi beşeri bir tasarruf olup, bilgi kaynağı dünyevî tecrübeler olanı da vardır. • İcaz açısından: Kurânı Kerim‟in tamamı mucizdir, yani beşer onun bir benzerini yapamaz. Namazda ALLAH kelamı olarak okunur. Sünnet ise böyle değildir. Hz. Peygamber Arabın en fasih konuĢanıdır, efsahul-Arab‟dır. Ona çok az ifade ile pek çok şeyler anlatabilme özelliği, “cevamiu’l-kelim” verilmiştir. Ama o yine de bir beşerdir ve onun sözleri muciz sayılmamıştır. Kaldı ki, onun sözlerine bütün olarak muciz diyebilsek dahi, bizzat onun kendi mübarek ağızlarında dökülen kelimeleriyle nakledilen hadisi Şerifleri çok değildir. Sahabe onun sözlerini mübarek ağızlarından çıktığı gibi aktarmaya azami gayreti göstermekle birlikte, onun her hangi bir konudaki sözleri bazen farklı raviler tarafından az da olsa farklı kelimelerle aktarılabilmiştir. • Kurânı Kerim‟i beşeri duyguların ve tarihî şartların etkilerini taşıyan Şifahi bir söz olarak göremeyiz. O iner inmez yazıya geçirilmiştir ve bu itibarla onun bir adı da Kitap’tır. Kitap, tespit edilmişliği ve değinmezliği anlatır. Sünnet ise daha çok varid olduğu şartların ürünüdür, Şifahidir ve üç asır Şifahi olarak nakledilmiştir. Onda beĢer duygularının tezahürleri vardır. • Delalet açısından: Bir beĢer sözü manaya delalette sonsuz ihtimaller içeremez. Onda nihayet iki üç delalet hesaba katılmıĢ olabilir. Kurânı Kerim ise sonsuz manalar içerebilir. Onun farklı dizilişi, kelimelerin seçimi ve birbirleriyle olan korelasyonları, çapraz iliĢkileri, dizinleri sınırsız ihtimalleri gösteriyor olabilir. • Tarihsellik açısından: Batıda ortaya çıkan anlama metotlarından etkilenen bazı ilim adamlarımızın zannettiği gibi Kurânı Kerim‟in içerdiği hükümler ve onun delaleti belli bir zamanla ve mekanla sınırlı değildir. Kısaca Kurânı Kerim delaletiyle tarihsel değildir. Onun Arapçalığı, belli bir tarihte, belli bir mekânda, belli olaylar karsısında ve belli muhataplara gelmiş olması delaletinin de tarihsel olmasını gerektirmez. Çünkü o duygularının ve anladıklarının esiri olan, kısaca anlık düşünen bir beşerden sadır olmamıştır. Ama sünnet bir beşer sözü olması itibariyle tarihsel delaletler de içermiş olabilir. • Sünnet Kurânı Kerim‟in beyanıdır. Şatıbî‟nin dediği gibi, beyan eden, beyan edilene tabidir. Öyleyse aslolan Kurânı Kerim‟dir. Bu sebepledir ki sünnetin Kurânı Kerim‟le çelişmesi/tearuzu söz konusu olamaz. • Anlaşılmaları açısından: Kurânı Kerim‟in anlaşılması için onun indirilmesine sebep olan olayları/esbâb-ı nüzulü bilmek elbette önemlidir. Ama bu zorunlu değildir. Bu sebeple Kurânı Kerim‟in çok az ayeti için sebebi nüzul zikredilmiştir ve iĢin ilginç yanı, bu tür hadislerin pek çoğu da sahih değildir. Oysa sünnetin oluĢma sebepleri/esbâb-i vürud onun anlaşılması için son derecede önemlidir. Çünkü sünnet birimleri çoğunluğu itibariyle olaylardan, mekandan ve zamandan bağımsız değildir. Bu çevre ilişkisine bağlam da diyebiliriz ve sünnetin bağlamını bilmek onu doğru anlamak için son derecede önemlidir. |
28 Aralık 2013, 14:39 | Mesaj No:4 |
Durumu: Medine No : 13301 Üyelik T.:
04 Şubat 2011 | Cevap: sakarya ilitam İslam Hukuk Usulü 9-14. Haftalar
12. HAFTA Haber Kavramı, Mütevatir Haber ve Hadislerin Sıhhati I. Sünnet ve Sünnetin Verilerinin Sıhhati Meselesi İslam‟ın birinci kaynağı olan Kur‟an-ı Kerim, iki yol ve yöntemle koruma altına alınmıştır. Hz. Peygamber Kur‟an inmeye başladığı andan itibaren özel olarak seçtiği vahiy katiplerine Kur‟an‟ı yazma görevi vermiştir; bu resmi yazıcılar yanında ALLAH Rasulü‟nün Arkadaşlarından bazıları da kendi şahsi kullanımı için onu yazmışlardır. Diğer yol ise ezberleme/hafızaya alma şeklidir. Bedevi/ilkel toplumların temel özelliklerinden birisi, soy ağaçları, kurucu mitler/efsanevi anlatılar ve benzeri kabile veya aşiretlerin ortak hafızası sayılan geleneksel bilgilerin nesilden nesile sözel olarak aktarılmasıdır. Peygamber Efendimizin gönderildiği 7. yüzyıl Arap toplumunda, eskilerin bilgileri anlamında Eyyamü‟l-Arab, soy ağaçları ve özellikle şiirlerin önemli olaylar ve günler sırasında ezberden okunması sık rastlanılan yaygın bir olguydu. Dilsel Mucize olan Kur‟an‟ın ezberlenmesi bu toplumun fertleri için doğal bir alışkanlık haline bir şekilde geldi. Bu aynı zamanda çok gelişmemiş olan Arap yazısının doğurabileceği muhtemel okuma sorunlarına karşı ikinci bir koruma tedbiri işlevi görüyordu. “Kurra” yani “Okuyucular” denilen bir grup böylece İslam tarihindeki ilk ulema/bilginler topluluğunu oluşturdular. Ancak bunların bilgisi büyük ölçüde Kur‟an‟ın okunması bilgisiyle sınırlıydı. Yazı geliştikçe Kurra‟nın önemi azalacak ve İslam toplumunda yeni tür bilgi uzmanlıkları gelişecektir. A. Hadis Usulü ve İsnad Hadis ilmi nebevi öğretiyi sağlıklı ve doğru bir şekilde tespit etmek için özel bir yöntem geliştirmiştir. Bu yönteme isnad adı verilmektedir. İsnad temelli hadis ilmi yöntemi, bir bilginin “sahih” bir biçimde aktarılabilmesi için, onun Peygamberimizin zamanından kayda geçirilip yaygınlaştığı döneme kadar kimlerin elinden geçtiğini tespite çalışır ve bu kişilerin söz konusu bilgiyi sağlıklı bir biçimde aktarabilecek asgari kapasite ve güvenilirliğe sahip olup olmadıklarını araştırır. 1. Sahabe, Ravi ve Rical İlmi Sözel kültürde yaşayan ve yaşatılan Peygamber mirası böylece sistematik bir derleme etkinliğine kavuşmuştur. Nebevi bilgiler tek bir kaynaktan gelmemektedir; aksine Peygamberimizin etrafında bir şekilde bulunmuş olan kişilerin hafızasından diline ve yaşamına dökülmektedirler. Bu yüzden hadis ilmi öncelikle bu ilk nesli tanımlamakla işe başlamaktadır. Sahabe (arkadaş manasına gelen sahabi kelimesinin çoğulu) adı verilen ilk nesil Müslümanlar nebevi bilgi zincirinin altın halkasını temsil/teşkil etmektedir. Çünkü Peygamber‟e ait bilgilerin birinci elden alınacağı başka bir yol yoktur. Sahabe kimdir? Hadis ilmi, çok kısa bir süre bile olsa, Hz. Muhammed‟le görüşen ona inanmış herkesi sahabe kabul etmektedir. Çünkü o kısa anda bile Peygamberimiz o kişiye bir bilgi vermiş olabilir. Amaç Peygamberimize ait tüm verileri toplamak olduğuna göre en küçük bir olasılık bile devre dışı bırakılmamalıdır. Hadis ilminin sahabe nesli için yaptığı ikinci değerlendirme isnad sisteminin bilgi aktarıcılarında aradığı kriterlerden biri olan adalet (doğruluk, dürüstlük) kriteriyle ilgilidir; buna göre sahabi ismini alan bir kimse güvenilirlik sorgulamasına tabi değildir. Bu genel değerlendirmenin nedeni Hz. Peygamber‟in etrafındaki ilk neslin dini açıdan özel bir konuma sahip olmalarıdır. Kur‟an-ı Kerim‟in bir çok ayetinde ALLAH Rasulü‟nün arkadaşlarını öven, onlara özel bir konum veren pasajlar mevcuttur. Efendimizin pek çok hadisinde de sahabeyi öven ifadeler yer almaktadır. Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Arkadaşlarıma dil uzatmayın. Canım elinde olana (ALLAH‟a) yemin olsun (sizden) biri, Uhud dağı kadar altın sadaka verse, onlardan birinin sadaka olarak verdiği bir müdde (ölçüye) hatta yarım müdde bedel olmaz.” (Müslim, Fedailü‟s-Sahabe, 54 [221/2540]). 2. Sahih Hadis Kuşkusuz yöntemin temelinde isnad ve kişi tanıma programı olsa bile hadis ilmi bilgilerin doğruluğunu tespitte bunu yeterli görmüş değildir; aksine bir bilginin aynı zamanda başka bilgilerle karşılaştırılmasını önemsemiş ve içerdiği bilgilerin, yani hadisin isnadı değil de metninin aynı türden başka bilgilerle çelişkili olması durumunda hangisinin doğru olduğunu tespit için başka kriterlere de başvurmuştur. Ama son noktada bir isnadın sağlam olması yani isnadın belirtilen testleri başarıyla geçmesi, bu isnada dayalı bilginin (metnin) “sahih” nitelemesini alması için yeterli kabul edilmiştir. Bu doğrultuda yapılan çalışmalar 3./9. yüzyılda meyvesini verecek ve bir önceki bölümde saydığımız Hz. Peygamber‟in hadislerini derleyen hadis mecmuaları, ya da sahih hadis koleksiyonları ortaya çıkacaktır. B. Fıkıh Usulü ve Sıhhat Meselesi Fıkıh, yukarıda geçtiği üzere, başlangıçta nakli bilgileri anlatmak için kullanılan ilim kavramından farklı olup onu aşan bir başka bilişsel faaliyetin adıdır. İlk ortaya çıktığında re‟y ile eş anlamlı kullanılan fıkıh, kısaca, bu nakli bilginin uzman bireyin (müçtehit) zihin süzgecinden geçerek Müslümanların hayatını yönlendiren normatif/kural koyucu bir bilgiye dönüştürülmesi etkinliği olarak tanımlanabilir. C. Haber Kavramı Bu bağlamda fıkıh usulü kendisi gibi rasyonel temelli kardeş disiplin olan Kelam‟la birlikte haber (aktarılan bilgi) kavramını geliştirmişler. Geçmişte olan veya şimdi ama doğrudan tanıklık etmediğimiz olaylar hakkında bize aktarılan bilginin doğruluğunu tespitte insan akıl ve deneyimi hareket noktası olarak alınmaktadır. 1. Mütevatir ve Âhâd Haberler Fıkıh usulünün bu doğrultuda yaptığı ilk sınıflama bilgilerin öncelikle kesin ve kesin olmayan şeklinde ikiye ayrılmasıdır. 3. Sünnet ve Haberler Sünnetin aktarımı meselesine bu teoriyi uygularsak, Hz. Peygamber‟in sünnetinde somutlaşan İslam‟ın temel esaslarının ve özünün mütevatir haberler aracılığıyla güvence altına alındığını ve sonraki nesillere sağlıklı bir şekilde aktarıldığı görülmektedir. II. Kesin ve İhtimalli Bilgi Bilginin kesin-doğru (kat„î) ve olasılıklı-doğru (zannî) şeklinde iki kategoriden oluştuğu fikri İslami epistemolojinin yaptığı köklü bir ayırımdır. Buna göre dini (şer„î) bilgi en başta aktarılan bilgidir ve bunlar da ya doğruluğu kesin olan ya da doğruluk ihtimali yüksek olan iki sınıftan oluşur. İşte sünnet söz konusu olduğunda sünnetin mütevatir yolla aktarılan bilgileri, doğruluğu kesin olan bilgilerdir. Ama sünnet sadece mütevatir yolla aktarılan bilgilerden oluşmamıştır. III. Hadis Usulü ve Fıkıh Usulü Öncelikle her ikisinin de sahih bilgiyi aradıklarını belirtmemiz gerekir. Ancak aynı arayış içinde olsalar da amaç açısından bir fark söz konusudur. Hadis usulü Peygamberimize ait bir bilginin sahih formunu bulmayı amaçlamakta ve bu sebeple de bilgiyi aktaranlar üzerinde yoğunlaşmaktadır. Ancak fıkıh usulü ise bir bilginin Hz. Peygamber‟le ilişkisini kurarken söz konusu haberin içerdiği normun/hükmün Peygamberimizin öğretileri içerisinde durduğu yeri ve konumu da belirlemeye çalışır. |
28 Aralık 2013, 14:39 | Mesaj No:5 |
Durumu: Medine No : 13301 Üyelik T.:
04 Şubat 2011 | Cevap: sakarya ilitam İslam Hukuk Usulü 9-14. Haftalar
13. HAFTA ÂHÂD HABERLER (HABER-İ VÂHİD) I. Âhâd Haber Kavramı İlk zamanlar “bir veya birkaç kişinin haberi” anlamına gelirken, daha sonra kavram “mütevatir” seviyesine ulaşmayan haber” şeklinde oldukça geniş bir anlam içeriği kazanmıştır. II. Âhâd Haberlerin Bilgi Değeri Haber-i vâhidle ilgili tartışmaların özünü haber-i vahidin ilim ve amel yönüyle değeri oluşturmaktadır. Hanefî, Şafiî ve Mâlikîlerin de içinde bulunduğu usulcülerin çoğunluğuna göre haber-i vahid kesin ve zorunlu bilgi (ilm-i yakîn) ifade etmez, zan (zann-ı gâlip, doğruluk ihtimali baskın bilgi) ifade eder. Bunun anlamı, haberin yalan olmasının veya haber hususunda vehme düşülmüş bulunmasının muhtemel olmasıdır. Bununla birlikte amelî konularda galip zanna dayanılarak hüküm verilebilir. Usulcülerin “Haber-i vâhid bilgi gerektirmez, amel gerektirir” tarzındaki sözleri ve özellikle Hanefî usulcülerin “Haber-i vâhid bilgi değil amel hakkında muteberdir; çünkü haber-i vâhid galip zan bilgisi gerektirir ve galip zan bilgisi şer‟î hükümlerde amelin vâcipliği için yeterlidir” şeklindeki ifadeleri bunu anlatır. III. Âhâd Haberlerle Amel Alimler dünyevî işlerde, fetva ve şahitlik konularında âhâd haberlerle amel etmenin caiz olduğu konusunda görüş birliği etmişlerdir. Onlar arasında tartışma konusu olan husus, âhâd haberlerin şer‟î-ameli konularda delil olup olmadığıdır. Bir kısım alimler bunu caiz görürken bir kısmı da vacip görmektedir. IV. Âhâd Haberleri Kabul ġartları 1. Aklın gereğine aykırı olan haber-i vâhid kabul edilmez. 2. Kitap ve mütevâtir sünnetin gereğine aykırı haber-i vâhid kabul edilmez; çünkü bu durum haberin ya neshedildiğini ya da asılsız olduğunu gösterir. 3. İcmâa aykırı olan haber-i vâhid de böyledir. Çünkü böyle bir haber mensuh olmayıp sahih olsaydı, ümmetin aksi yönde icmâ etmesi caiz olmazdı. 4. Herkes tarafından bilinmesi gereken bir şeyi sadece bir kişinin rivayet etmesi veya tevatür şeklinde rivayet edilecek türden bir olayı bir kişinin rivayet etmesi makbul değildir. Hanefî usulcüleri haberlerde biri maddî (zahir), diğeri manevî (bâtın) olmak üzere iki çeşit kopukluğun (inkıta) varlığından söz etmişlerdir. Böyle kendine özel fiillerinde aynı vasıflarla ümmetinin onu izleyemeyeceği konusunda ittifak/icma vardır. Bazı fiiller de vardır ki, ona haramdır ama ümmetine haram değildir. Zekât almak, rahatsız edici kokusu olan soğan sarımsak gibi şeyler yemek, yaslanmış halde yiyip içmek. Böyle fiillerde ona uyma zorunluluğu olmamakla beraber, onun gibi davranmak haram değil, aksine müstehaptır/güzeldir. 3.Dinin bir beyanı olarak vaki olan fiilleri Hz. Peygamber‟in (sa) ALLAH‟ın bir elçisi olarak asıl görevinin Kurânı Kerim‟i beyan etmek olduğunu biliyoruz. Bu görevi ona bizzat ALLAH‟ın (cc) kendisi vermiĢtir: “Biz sana zikri/Kurânı indirdik ki, kendilerine neyin indirilmiĢ olduğunu insanlara beyan edesin” (16/44). Şüphesiz onun bir fiilinin Kurânı Kerim‟in ya da dinin bir beyanı olup olmadığını tespit önemlidir. Bu da bir içtihat ve ilim işidir. Gazalî bunu bilmenin iki yolu olduğunu söyler: 1.Söylediğinin bir beyan olduğunu ya Hz. Peygamber‟in (sa) bizzat kendisi söyler ki, böyle olursa problem kalmaz. 2.Ya da bunu başka karinelerle anlamaya çalışırız ki, onun beyan olan fiillerinin çoğunluğu da böyledir.28 Şunları da onun bir fiilinin beyan olup olmadığını anlamanın yollarından sayabiliriz: 3. Her hangi bir fiilinin beyan olduğu konusunda âlimlerin icma/ittifak etmeleriyle, 4.Mücmel bir nas varid olduğu halde, ihtiyaç duyulacağı ana kadar onu beyan etmemesi, sonra ihtiyaç anında onun beyanı olmaya elverişli bir uygulamada bulunması, böylece bu uygulamanın beyan olduğunun anlaşılması ile. 5.Gerekli olduğu zannedilen bir şeyi terk etmesiyle, onun gerekli olmadığının anlaşılması da bir beyandır. Mesela bir defasında namazın ikinci rekâtında oturmayı unutmuştu. Tespihle bunu ona hatırlattılar, ama o geri dönüp oturuşu yapmadan namazını tamamladı ve sonunda sehiv secdesi yaptı. Bu fiiliyle birinci oturuşun namazın bir rüknü olmadığı anlaşılmış/beyan edilmiş oldu.29 Çünkü eğer bir rükün olsaydı onun terk edilmesiyle namaz bozulmuş olurdu. 5.Bazen de umum ifade eden bir lafız gelir ve Hz. Peygamber (sa) o lafzın ifade ettiği hükmü umumunda değil, sadece o umumun bir kısmında uygular. Böylece o lafızla kastedilen şeyin sadece o bir kısmı olduğu beyan edilmiş olur. Mesela ALLAH (cc), “onların mallarından zekât al” dediği halde Hz. Peygamber (sa) sadece belli bir nisaba ulaşan belli mallardan zekat almıştır. Oysa bu ifade bütün malları kapsıyordu. 6. Birisi bir soru sormuş ve Hz. Peygamber (sa) de fiili ile onun sorusuna cevap vermiş olabilir. Böylece bu fiilinin bir beyan oluğu anlaşılır. Mesela bir bedevinin namaz vakitlerini sorması üzerine, “gel bu iki gün bizimle beraber namaz kıl” 30 demiş, ilk gün namazları vakitlerinin başlangıcında, ertesi gün de sonunda kılmıştı. Böylece namaz vakitlerinin hududunu fiilen beyan buyurmuşlardı.31 4.Bir Şeyi yapmama/terk şeklindeki fiilleri Bir şeyi yapmama/terk etme de birden çok sebeple olabilir. Mesela insanın yapamayacağı bir şeyi yapmamasının zaten bir hükmü olamaz. Çünkü teklifî hükümler insanın güç yetirebileceği konulardadır. “ALLAH kimseye gücünün yetmeyeceğini teklif etmez”. Bu sebeple Hz. Peygamber (sa) uzaya gitmedi, öyleyse uzaya gitmek iyi bir şey değildir, demenin bir anlamı olmaz. Maddî inkıtâ: Hadisin senedinde görülen kopukluktur. Senetteki ravilerden bir veya birkaç tanesinin düşmesi yoluyla meydana gelir. Buradaki inkıtâ gözle görülen (zahiri) bir kopukluktur. Maddi inkıkâ‟ın söz konusu olduğu haberlerin başında mürsel hadisler gelmektedir. Hanefîler, prensip olarak hadislerin senedindeki maddî inkıtaa fazla önem vermemişlerdir. Manevî inkıta (Anlam kopukluğu): Bu çeşit inkitâda haberin senedinin herhangi bir yerinde kopukluk yoktur. Burada görülen inkitâ manevidir. Bu da iki şekilde olur: 1) Ravinin durumunda gözüken bir kusurdan dolayı meydana gelen inkıtâ. Mesela, haberin râvisinin mestur, fâsık, çocuk, ma'tûh (bunak), müsâhil ve sâhibü'l-hevâ olması sebebiyle oluşan inkıtâ böyledir. 2) Haber-i vahidin kendisinden daha kuvvetli bir delille çatışma sebebiyle meydana gelen inkıtâ. Manevi inkıtânın bu çeşidi de şu durumlarda söz konusudur. a) Haberin Kitab‟a ve mâ‟ruf/meşhur sünnete aykırı olması, b) Haber-i vâhidin umûmü'l-belvâda şâz olarak varit olması c) İlk asırda yaşayan kişilerin (sahabenin), aralarında tartıştıkları bir konuyu ilgilendirdiği halde böyle bir haberle ihticac ve amel etmemiş olmaları. Hanefîlere göre haberin hükmünün sübûtuna engel olan bu durumlarda haber-i vâhid hükümden düşer ve reddedilir. Ancak bu red, her zaman hadisin tamamen amelden düşürülerek terkedilmesi anlamına gelmez. Haberle Kitap arasının uzlaştırılabildiği durumlarda bu tür haber-i vâhidler ile Kitap‟taki hükmün aslını değiştirmeyecek tarzda bazı hükümler ispat edilmektedir. V. Âhâd Haberlerin Kitap KarĢısındaki Konumu Usul eserlerinde âhâd haberlerin Kitap karşısındaki konumu, genellikle “Haber-i vâhid ile tahsîs” ve “Nass üzerine ziyade” başlıkları altında ele alınmış ve nesh açısından değerlendirilmiştir. VI. Âhâd Haber - Kıyas Çatışması Haber-i vâhid kıyasa (kıyâsü'l-usûl) aykırı olduğunda hangisine öncelik verileceği hususu usulcüler arasında tartışmalıdır. Haber-i vâhidle kıyas arasındaki çatışma biri diğerinin tahsîs edilmesini gerektirecek biçimde ise haber-i vâhidle kıyasın tahsis yoluyla uzlaştırılması mümkündür. Asıl tartışma ikisinin birbirine bütünüyle aykırı olması halindedir. Genel olarak Ebû Hanîfe, Şâfıî ve Ahmed b. Hanbel‟e bu durumda haberin kıyasa takdim edileceği görüşü, Mâlik'e ve bazı Mâliki usulcülerine de kıyasın habere takdim edileceği görüşü nispet edilmiştir. |
28 Aralık 2013, 14:40 | Mesaj No:6 |
Durumu: Medine No : 13301 Üyelik T.:
04 Şubat 2011 | Cevap: sakarya ilitam İslam Hukuk Usulü 9-14. Haftalar
14. HAFTA EF’AL-İ NEBÎ YA DA HZ. PEYGAMBER’İN FİİLERİNİN DİNÎ DEĞERİ A.Fıkhın Bir Kaynağı Olarak Hz Peygamberin Fiilleri Hz. Peygamber‟in (sa) fiillerini alimler değişik itibarlarla dörde, beşe, altıya, hatta on ikiye kadar çeşitlere ayırmışlardır. Benzerlerini bir araya toplarsak şöyle diyebiliriz: 1.Hz. Peygamber'in (sa) yaradılışının ve zamanının gereği olan fıtrî/cibillî fiilleri 2.Bir peygamber olarak kendisine özel fiilleri 3.Dinin bir beyanı olarak vaki olan fiilleri 4.Bir şeyi yapmama/terk etme şeklindeki fiilleri 1.Yaradılışının ve zamanının gereği olan fıtrî/cibillî fiilleri Bu tür filleri bir beşer olarak; yatma, kalkma, filan ağacın altında oturma, yeme içme, yolculuk yapma, kaylule yapma gibi tabii eylemleridir. Mesela kabağı yaş hurma ile beraber yemeyi severdi, tatlıyı, sütü ve balı severdi. Elbisesinin şekli, rengi şöyleydi. Yenleri dar şamî bir cübbe giymişti. şöyle yürürdü, Mekke‟ye girdiğinde başında siyah bir sarık vardı... gibi, her bir insana göre bir nebze değişen ve ALLAH‟a kurbiyet/ibadet maksadı taşımayan fiilleridir. Bazı alimler vücut organlarının iradi olmayan hareketlerini de böyle sayarlar.17 Usulcülerin çoğuna göre Hz. Peygamber‟den (sa) sadır olan böyle cibillî fiiller kendisi için de, ümmeti için de sadece mubahlık ifade ederler.18 Dinî bir bağlayıcılıkları yoktur. Ne tabii olarak yapılmaları sevap, ne de terk edilmeleri günahtır. Ancak insanın içinde yaşadığı şartlara göre yapılmasında bir sakınca yoksa, sadece Hz. Peygamber (sa) yaptı diye, ona uymuş olmak için yapılması sevap olabileceği gibi, sırf Hz. Peygamber (sa) yaptı diye terk etmek de günah olabilir.19 Sahabe efendilerimizden böyle cibillî fiillerinde Hz. Peygamber‟e (sa) uyma örnekleri mevcuttur. Abdullah bin Ömer‟in (ra) azatlısı Nâfi‟in anlattığına göre Abdullah, Hz. Peygamber‟in (sa) namaz kıldığı yerleri gezer, sırf o kıldı diye oralarda namaz kılarmış. Hatta Hz. Peygamber‟in (sa) oturup altında istirahat ettiği ağacın altında o da otururmuş, kurumasın diye de ağacı sularmış. Onun devesinin bastığı yerlere basmaya çalışırmış.20 Başka sahabîlerden de buna bezer davranış örnekleri vardır. Mesela Enes bin Malik de, sadece Hz. Peygamber (sa) severdi diye kabağı sever ve yerdi.21 Dinden olanı ve olmayanı iyi bilen birisi için bunda elbette bir sakınca olmadığı gibi, sırf Hz. Peygamber‟e (sa) uymuş olma sevabı da vardır. Ancak iĢi bilmeyenler bu yolla bidatlere de sapabilirler. Bunun bir ispatı olarak diyebiliriz ki, sonraları Abdullah bin Ömer‟in bu yaptığını gören bazı insanların da o ağacın altında oturmaya başlamaları üzerine, babası Hz. Ömer bir bidate kapı açılmaması için ağacı kestirmiştir. Azatlısı Nâfi‟ de onun için şöyle demiştir: “Vallahi Abdullah’ın bu yaptıklarını görseydiniz onu deli sanırdınız”.22 Ağzı misvak ile temizlemek de bir yönüyle böyledir. Hz. Peygamber‟in (sa) bu konuda kurbet/ibadet maksadıyla yaptığı ve bizim de yapmamızı istediği şey ağzımızı tertemiz yıkamaktır. Önemli olan bu temizliğin sağlanmasıdır. O halde bu fiilin dini bir yönü vardır. Ama birisi, Hz. Peygamber (sa) bu içi misvak ağacıyla yaptı diye misvak ağacından yapılan fırça kullanırsa, asıl maksadı Gerçekleştirmiş olma şartıyla, ayrıca bir de Hz. Peygamber‟e (sa) uymuĢ olma sevabı alabilir. Çünkü ALLAH (cc) “De ki, eğer ALLAH’ı seviyorsanız bana uyun/beni izleyin” (3/31) buyurmuştur. Ancak bu kabil detaylarda onu izlemek böyle fiilleri mubah olma seviyesinin üzerine çıkarıp dini özelliği olan fiiller haline getirmez. 2. Bir peygamber olarak kendisine özel fiilleri. Böyle olan fiilleri Ģerî bir delille Hz. Peygamber‟in (sa) sadece kendisine has olduğu bildirilen fiilleridir. Dörtten fazla hanımla nikahlanmak, gece kalkıp teheccüd ibadeti yapmak, bir günün orucundan iftar etmeden diğer günün orucuna başlamak (savm-ı visal), kuĢluk namazı kılma zorunda olmak, Mekke‟ye ihramsız girebilmek gibi fiilleri böyledir.23 Mihir vermeden evlenebilmesi ve onun bıraktığı mülkün miras değil sadaka olması da böyledir. Bazı şeyler de gerek duyulmadığı için yapılmamış olabilir. Çünkü bir insan her şeyi yapmaya ihtiyaç duymaz. Mesela Hz. Peygamber (sa) İstanbul‟a gitmemiştir diye İstanbul‟a gitmemenin dini bir değeri olmaz. Bunların dışında Hz. Peygamber (sa) tabiatının gereği olarak bir şeyden tiksindiği için onu terk etmiş olabilir. Mesela o bir defasında kızartılmış keler yemeye davet edilmiş ama o bunu yememiştir. “Neden yemiyorsunuz? Yoksa haram mıdır?” diye sorduklarında: “Hayır, haram olduğunu söylemiyorum ama bizde yoktu, onun için midem almıyor”. Demiştir. Aslında onun yememesinden keler yemenin sakıncalı olabileceği anlamını çıkarmışlar ama haram olmadığını açıklayınca, bir şeyi salt terk etmesinin haramlık delili olmadığı da anlaĢılmıĢtır. Yani burada onun bir mubahı terk etmesi söz konusudur. Bazen onun bir işi farz olur endişesiyle terk ettiği de olurdu. Mesela teravih namazını camide ve cemaatle kılmayı terk etmesi bunun içindi. Böyle bir terk o işin sakıncalı olduğuna değil, zorunlu olmadığına delalet eder. Herhangi bir şeyi dinen sakıncalı olduğu için terk etmesi ise, onun uyulması gereken bir sünneti olmuĢ olur ve bunun da dereceleri vardır. Terk etmesi hangi derecede ise, ümmetinin terk etmesi de o derecede olur. Haram olarak terk etmesi, o fiilin haramlığını, mekruh olarak terk etmesi mekruhluğunu, fazilet olarak terk etmesi de onu terk etmenin bir fazilet olduğunu gösterir. Bu dereceleri tespit etmek de elbette ilim işidir ve karinelerine bakmayı gerektirir Bütün bunlar Hz. Peygamber‟in (sa) fiillerinin önemli olduğunu, onun fiilleri dahil, sünnetini iyi bilmeden Kurânı Kerim‟in, dolayısıyla da İslam’ın doğru anlaşılamayacağını gösterir. |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
İslam Tarihi 9-14.haftalar(sakarya ilitam ) | Medineweb | SAKARYA İlitam | 5 | 28 Aralık 2013 14:44 |
sakarya ilitam İslam Hukuk Usulü 1-8. haftalar | Medineweb | SAKARYA İlitam | 7 | 28 Aralık 2013 14:42 |
sakarya ilitam İSLAM HUKUK USULÜ II 3.Hafta | Medineweb | SAKARYA İlitam | 0 | 28 Aralık 2013 14:36 |
sakarya ilitam İslam Mezhepleri Tarihi 1-2-3-4-5-6. Haftalar Özet | Medineweb | SAKARYA İlitam | 0 | 27 Aralık 2013 15:07 |
sakarya ilitam Hukuk Usulü 9.Hafta | Medineweb | SAKARYA İlitam | 0 | 27 Aralık 2013 14:48 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|