Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.İLİTAM İLAHİYAT LİSANS TAMAMLAMA.::. > İLİTAM Bölümleri Ders/ Dökümanlar > SAKARYA İlitam

Konu Kimliği: Konu Sahibi Medineweb,Açılış Tarihi:  28 Aralık 2013 (14:43), Konuya Son Cevap : 28 Aralık 2013 (14:44). Konuya 5 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 28 Aralık 2013, 14:43   Mesaj No:1
Medineweb Emekdarı
Medineweb - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medineweb isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13301
Üyelik T.: 04 Şubat 2011
Arkadaşları:5
Cinsiyet:erkek
Yaş:37
Mesaj: 4.833
Konular: 926
Beğenildi:342
Beğendi:0
Takdirleri:62
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart İslam Tarihi 9-14.haftalar(sakarya ilitam )

İslam Tarihi 9-14.haftalar(sakarya ilitam )

9. HAFTA
OSMANLI DEVLETİ’NİN DURAKLAMA DÖNEMİ
Sokullu Mehmed Paşa 1564'de vezir-i âzamlığa Kanunî tarafından getirilmişti. II. Selim zamanında Sokullu, devleti tek başına idare etmişti. III. Murat zamanında, ise bağımsız olarak iş yapmasına imkân verilmedi. Sonunda 1579'da hançerlenerek öldürüldü. Eyüp'te yaptırdığı türbesine defnedildi. Sokullu'nun vefatı ile Osmanlı Devleti, (1683)'teki İkinci Viyana kuşatmasına kadar sürecek olan bir Duraklama Dönemine girmiştir.

III. MEHMED (1595–1603)
1590 yılında Avusturya-Almanya ile anlaşma yenilenmişti. Avusturya ile Osmanlı Devleti'nin arası açılmış çeşitli tahriklerle Avusturya'ya savaş ilân edilmişti. Birinci yıl, Sinan Paşa bazı mevziî başarılar elde etmişti. Fakat Avusturya, Eflâk ve Boğdan'la ittifak yaparak üç koldan Osmanlı topraklarına saldırmışlardı. III. Mehmet’in tahta geçtiği sırada da Estergon ve Vişigrad'ı ele geçirmişlerdi (1595)
Eğri Seferi ve Haçova Zaferi:
Cepheye gitmek istemeyen askerin ve hocası Saadeddin Efendi'nin ısrarı üzerine III. Mehmed, Avusturya seferine çıktı. 1596'da Eğri kalesi alındı. Sonra Avusturya imparatorunun kardeşi Arşüdük Maximilien'in kumandasındaki Haçlı ordusu ile Osmanlı ordusu, Haçova'da iki gün savaştılar. Hoca Saadeddin Efendi'nin cesareti, telkini ve sebatı ile haçlılar mağlup edildi (26 Ekim 1596). Daha sonra Kanije fethedildi ve muhafızlığına Tiryakı Hasan Paşa tayîn edildi (1600).
III. Mehmet 21 Aralık 1603 tarihinde vefat etmiştir. Dokuz yıl kadar hükümdarlık yapmıştır. Kendisi çok terbiyeli, halim, vakarlı, sakin aynı zamanda vehimli ve mütereddit bir kimsedir. Devrindeki Celâli isyanları ve İran vaziyeti, kendisini çok müteessir etmişti.

I. AHMED (1603–1617):
III. Mehmet’in ölümü ile yerine geçen oğlu I. Ahmet, 14 yaşında idi. Devri karışıklıklar içinde geçmiştir. 1614 yılında Malta'ya bir sefer yapılmış fakat 49
alınamamıştır. Avusturya savaşı, I. Ahmet devrinde de devam etmiştir. Lala Mehmet Paşa, Estergon'u geri almış ve ardından 11 Kasım 1606'da yapılan Zitvatoruk anlaşması ile 13 sene süren savaş sona erdirilmiş oldu. Böylece 57 yıl devam edecek bir sulh devri sağlandı. Anlaşma Türklerin lehine idi. Anlaşmaya göre, bundan böyle imparatora gönderilen nâmelerde kral yerine imparator tâbiri kullanılacak, yıllık vergi kaldırılacak, Avusturya'nın eline geçen Yanık (Raab), İstolni Belgrad, Peşte Osmanlılara iade edilecekti.
I. Ahmet Kasım 1617'de 28 yaşında iken vefat etti. 14 yaşında hükümdar olan I. Ahmet, 14 yıl hükümdarlık yapmış, 28 yaşında da vefat etmiştir. Sultan Ahmet Camii’ni yaptırarak namını ebedileştirmiştir.

Celâli İsyanları: Anadolu'da Kanunî devrindeki iktisadî durumun bozulması, düşük akçelerin kesilmesi ve uzun süren İran ve Avusturya savaşları, merkezî otoriteyi yıpratmış, iç isyanlar baş göstermiştir.

I. MUSTAFA (1617–1618)
I. Ahmet’in vefatından sonra Kösem Sultan'ın da teşviki ile I. Ahmet’in oğullarının küçüklüğü sebep gösterilerek Osmanlı veraset sistemi değiştirilmiş ve tahta, aklî dengesi bozuk olan I. Mustafa geçirilmiştir. Hastalığı devam ettiği için de üç ay sonra tahttan indirilerek yerine I. Ahmet’in oğlu Osman getirildi.

II. OSMAN (1618–1622)
Genç Osman, tahta geçtiği zaman 14 yaşında idi. Genç olmasına rağmen Islahat ve yenilik taraftarı idi. Ancak devletin yapısını, işleyişini ve kuvvetler dengesini bilmiyordu. Hocası Ömer Efendi ile kızlar ağası Mustafa Ağa ve annesi Mahfîruz'un tesiri altında kalıyordu. Devlet işlerini çok çabuk kavramıştı. Fakat kendisine yol gösterecek değerli rehberlerden mahrum idi.

Kazakların denizden Boğaziçi’ne kadar gelip yağma yapmaları üzerine padişah 29 Nisan 1621'de Lehistan seferine çıktı. Sefer 8 ay sürdü. Lehistan ile Hotin kalesi önünde yapılan savaşta belli bir başarı elde edilemedi ve anlaşma yapıldı. (5 Ekim 1621). Büyük bir zafer kazanmış gibi merasimle gelen Genç Osman, hacca gitmek bahanesiyle İstanbul'dan ayrılmak, bozulan yeniçeri ve kapıkulu ocaklarını ortadan kaldırmak ve yeni bir ordu kurmak istiyordu. Bunu hisseden yeniçeri ocakları ayaklandılar. (18 Mayıs 1622)'de Genç Osman'ı tahttan indirdiler.

II. Osman, Lehistan seferine çıkarken arkasında yetişmiş bir şehzade bırakmamak için (1621)'de 16 yaşındaki kardeşi Mehmet’i öldürtmüştür.

IV. MURAT (1623–1640)
I. Ahmet’in hayatta bulunan oğullarının en büyüğü olan IV. Murat, on bir buçuk yaşında Osmanlı tahtına geçti (9 Eylül 1623). Annesi Kösem Sultan, Ona niyabet ediyordu. İstanbul'daki karışıklıklar, Anadolu'da Abaza Mehmet Paşa'nın, yeniçerilere karşı giriştiği hareketler devam ederken 1623 yılında, Bekir Subaşı adında bir zorba subay Bağdat’ta karışıklıklara sebep oldu. Bekir Paşa'nın oğlunun ihaneti ile İran Şahı Abbas, Bağdat'ı ele geçirerek Bekir Paşa'yı öldürdü.

1625'de vezir-i azam yapılan Hafız Ahmet Paşa, uzun süre Bağdat’ı kuşattığı halde, daha sonra askerin ayaklanması sebebiyle alamadan geri döndü (1626 Temmuz). 1630'da Bağdat üzerine giden Hüsrev Paşa da şehri alamadan döndü.
Çocuk yaşta tahta geçen IV. Murat, devlet işlerini kavramaya çalışıyordu. Devleti Kösem Sultan'la kızlar ağası idare ediyorlardı. Bazı tayin ve azillere kızan ve tahrikle harekete geçen yeniçeriler, Padişahı ayak divanına davet etmiş, söz dinlememiş ve Hafız Ahmet Paşa'yı gözleri önünde öldürmüşlerdir.

Revan ve Bağdat Seferleri (1635) :
Kanunî’den beri terk edilen padişahların sefere gitme âdetini yeniden dirilten IV. Murat, ordusunun başında sefere çıktı. Revan’ın kuşatılıp kalenin düşmesine rağmen yardım gönderilmediği için İran, Revan’ı geri almıştır.
Revan ve Bağdat fatihi olarak anılan IV. Murat, Şubat 1640'ta yirmi dokuz yaşında vefat etmiştir. I. Ahmet türbesine defnedilmiştir. Vezir-i azamı Kemankeş Kara Mustafa Paşa idi. Hükümdarlığı 16 yıl sürmüştür. Devlet nizamını kurmada epey mesafe kat etmiş, fakat vakitsiz ölümü ve değerli kardeşlerini öldürtmüş olması, işlerin aynı ölçüde devamını önlemiştir.

I. İBRAHİM (1640–1648)
IV. Murat’ın âni ve vakitsiz ölümü, yeniçeriler ve sipahilerle Kösem Sultan'a yaramıştır. I. İbrahim, Osmanlılardan hayatta kalan tek kişi idi. Bundan sonraki Osmanlı Padişahları onun neslinden gelmiştir. Vezir-i azam Kemankeş Kara Mustafa Paşa, devleti müstakil olarak idare ediyordu. Kendisine muhalif olanları bertaraf etmiş, nüfus ve emlâk sayımı yaptırmış, vergiler ve diğer gelirleri tanzim ettirmiş, israfı önlemeye çalışmış ve bütün bunlar sebebiyle de pek çok düşman kazanmıştı.

Sultan İbrahim, Dilâver Ağa'nın vezirliğini kabul etmeyen, Kethüda kadının odununu vaktinde göndermeyen ve Padişah'a karşı ileri geri konuşan Kemankeş Kara Mustafa Paşa'yı öldürttü (1644 Ocak)
Sultan İbrahim, asabî mizaçlı, sabırsız bir kimse idi. Hiç uğruna birçok devlet adamını öldürtmüştü. Bütün bu olaylar, ocak ağalarının harekete geçmelerine, Kösem Sultan'ın da yardımıyla Sultan İbrahim'in tahttan indirilmesine ve yerine 7 yaşındaki oğlu IV. Mehmet'in tahta çıkmasına sebep olmuştur (7 ağustos 1648).

IV. MEHMED (1648–1687
IV. Mehmet'in annesi Hatice Turhan 24 yaşındayken saltanat nâibesi oldu. Hatice Turhan Sultan, devletin bozulan nizamını düzeltmek, anarşiyi ortadan kaldırmak için vezir-i azamları birbiri ardınca değiştirdi. Fakat aradığını bir türlü bulamadı. 1656 yılı Şubatında Girit Serdarı Gazi Hüseyin Paşa sadârete getirildi. Fakat Hüseyin Paşa, daha Girit'ten gelmeden kendilerine düşük akçe verilen yeniçeriler ayaklandılar, 30 kişinin kellesini istediler. 14 yaşındaki padişah, bu istekleri mecburen yerine getirdi. Hüseyin Paşa, işe başlamadan azledilmiş ve daha sonra da Mimar Kasım Ağa ile Solakzâde Mehmed Hemdemî Efendi'nin İsrarla tavsiyesi üzerine, Sadârete Köprülü Mehmed Paşa getirildi (13 Eylül 1656).

Köprülü Mehmet Paşa'nın Sadâreti (1656–1661): Köprülü Mehmet Paşa, 80 yaşlarında geniş yetkilerle vezir-i azamlığa getirildi. Memleketin her tarafı IV. Murat'ın ilk yıllarında olduğu gibi isyan ve anarşi içinde idi. Erdel ve Lehistan meselelerini de halleden Köprülü Mehmet Paşa, Anadolu'daki asayişi temin etmek için harekete geçmiştir. Köprülü Mehmet Paşa Ekim 1661'de beş yıl bir buçuk ay sadaretten sonra vefat etmiştir.
24 Temmuz 1660 tarihinde İstanbul'da büyük bir yangın çıkmış, sur içindeki şehrin üçte biri yanmıştır.

Köprülüzâde Fâzıl Ahmet Paşanın Sadâreti(1661–1676) : Köprülü Mehmet Paşa'nın vasiyetine uyularak, yerine 25–26 yaşlarında bulunan oğlu Fazıl Ahmet Paşa, devletin en genç vezîr-i azamı olarak işbaşına getirildi.
Zitvatoruk anlaşmasının üzerinden 56 yıl geçmişti. Avusturya'nın Yeni Kale'yi yaptırması ve harp hazırlığı sebebiyle Fazıl Ahmet Paşa, 120.000 askerle sefere çıktı. Avusturya, yıllık vergi ve hediye teklif ettiyse de kabul edilmedi. Uyvar kalesi kuşatılarak 37 gün içinde alındı. Kışı Belgrat’ta geçiren Köprülü-zâde, Yeni Kale'yi alıp yıktırdı. Niyeti Yanık Kaleyi de almak ve Viyana'yı tehdit altında tutmaktı. Vasvar anlaşması imzalandı (1 Ağustos 1664). Anlaşmaya göre fethedilen kaleler, Osmanlılarda kalacak, Avusturya bir defaya mahsus olmak üzere harp tazminatı mukabilinde 200.000 altın florin verecekti.

Girit Fethinin Tamamlanması:
1645'de açılan Girit seferi 21 yıldır devam ediyordu. Bütün Avrupa Girit'e yardım gönderiyordu. Hazırlıklarını tamamlayan Fazıl Ahmet Paşa 3 Kasım 1666'da Girit'e çıktı ve 26 Mayıs 1667'de Girit'in merkezi Kandiye'yi kuşattı. İki yıl süren kuşatmada 1 Haziran 1669'da son taarruz başlatıldı. Sonunda Kandiye'yi müdafaa eden Morosini, daha fazla dayanamayacağını anladığından sulh istedi. 5 Eylül'de anlaşma yapıldı ve Kandiye, içindeki 1100 top ve diğer askerî malzemeyle birlikte Türklere bırakıldı.

Lehistan Seferleri:
Lehistan'ın, Osmanlılara tâbi Ukrayna'ya asker göndermesi üzerine, Lehistan'a savaş açıldı. Padişah da sefere çıktı. Tuna, Prut, Dinyester nehirleri geçildi. Lemberg alındı, Varşova'ya yaklaşıldı, sulh isteyen Lehistan'la Buçaş anlaşması yapıldı (1672), fakat Lehistan meclisi anlaşmayı kabul etmeyerek, Jan Sobiyeski'yi krallığa seçtiler. O da Hotin'i ele geçirdi. Ertesi yıl ve daha sonra Lehistan seferlerine devam edilip birçok yer alındı. Sonunda Zoravno anlaşması yapılarak dört buçuk yıldan beri devam eden savaşa son verildi. Ukrayna ve Podolya Osmanlı devletine, Galiçya ve Lublin Lehistan'a bırakıldı (1676).

Fazıl Ahmet Paşa 42 yaşında iken Kasım 1676'da vefat etti. Vakitsiz ölümü, devlet için bir büyük kayıp olmuştur. 15 yıl 4 ay sadarette kalmıştır.

Rusya Seferi: Rusya, iki asırdan beri toparlanmaya, Slavları idaresi altında toplamaya çalışıyordu. Rusya'nın Osmanlılara tâbi olan Ukrayna Hatmanı'nı kendi tarafına çekmesi üzerine (1678)'de Rusya'ya sefer açıldı. Padişah da bu sefere katıldı. Çaresiz kalan Ruslar, anlaşma istediler. 1681 Şubat'ında yapılan Edirne anlaşmasıyla; Ukrayna iki devlet arasında bölünüyor ve Rusya'nın, Kırım'a yıllık vergi vermeye devam etmesi kararlaştırılıyordu.

Ordunun Geri Çekilmesi ve Merzifonlu'nun İdamı:
Ordu, Yanıkkale'ye geldikten sonra Budin Beylerbeyi Damat Koca İbrahim Paşa, ihaneti sebebiyle idam edildi. Murat Giray, Osmanlılara, Kırım atlısının kadrini bildirmek gayesiyle yardım etmemesinden dolayı azledildi. Bilmiyordu ki Osmanlı'nın mağlûbiyeti ve yok olması, kendisinin de sonu olacaktır. Merzifonlu, Belgrat’a çekildi. Kışı hazırlık faaliyetiyle geçirerek baharla beraber bozgunu gidermek istiyordu. Kral Sobieski ile Loren 53
Dukası, Raab suyunu geçip Ciğerdelen'i, oradan Estergon'u, elli topu ve bin kental barutu ile ele geçirdiler. Kadın, çocuk dâhil bütün Müslüman ahaliyi katlettiler.
IV. Mehmet silâh kullanmak, ata binmek ve ok atmakta ustaydı. Devlet işlerini vezirlerine bırakmıştı. Asıl felâketini Merzifonlu'yu idam ettirmek suretiyle hazırlamıştı. 39 sene 3 ay bir gün hükümdarlık yapmıştır. Tahttan indirildiğinde 46 yaşındaydı. (6 Ocak 1693)'te vefat etmiştir.

II. SÜLEYMAN (1687–1691)
Sultan İbrahim'in oğlu olan Süleyman, 46 yaşındaydı. Cesur, dindar, merhametli bir hükümdar olmasına rağmen felâketi önleyecek güçte değildi.
Vezir-i azam olan Fazıl Mustafa Paşa devlet işlerini düzeltmeye girişti, fazla vergileri kaldırdı, servet yığanların servetinin bir kısmını aldı, gönüllü askerleri terhis etti. Kendi sarayında bulunan altın ve gümüşü darphaneye gönderip para kestirdi. Bunu gören Padişah ve bir kısım zenginler de onu takip ettiler.
13 Temmuz 1690'da Fâzıl Mustafa Paşa sefere çıktı. Niş, Semendire ve Vidin'i geri aldı. Belgrat'ı da tekrar zaptetti. İstanbul'a dönen Fazıl Mustafa Paşa, merasimle karşılandı. II. Süleyman sırtından kürkünü çıkarıp, ağlayarak vezîr-i azamın sırtına giydirdi ve ona duâ etti.
Belgrad'dan sonra Budin'i de geri almak isteyen Fâzıl Mustafa Paşa, 19 Ağustos 1691'de Salankamen'de Avusturya kumandanı Ludwig'le karşılaştı. Askeri teşvik için ön safta çarpışırken, alnına isabet eden bir kurşunla şehit düştü.
üzerine askerler, ağırlıkları bırakıp geri çekildiler. Türkler, bir türlü Tuna'dan öteye gidemiyorlardı. Üst üste vezir-i azamlar değiştiriliyor fakat netice alınamıyordu. Alman-Avusturya kuvvetleri Belgrat'ı kuşattılarsa da zamanında yetişen yardım dolayısıyla büyük zayiat vererek geri çekildiler.
22 Haziran 1691'de II. Süleyman vefat etti. Hükümdarlığı üç yıl sürmüş, yerine kardeşi II. Ahmed geçmiştir.

II. AHMED (1691–1695)
Vezir-i azam Bozoklu Mustafa Paşa, bu sırada bazı ıslahat işlerine girişti. Orduya katılmayan tımarlı ve ocaklıların adını defterden sildirdi. Araştırılınca da çoğunun öldükleri, başkalarının onların adına ulufe almakta oldukları tespit edildi.
II. Ahmet de 1685'de Edirne sarayında 52 yaşında vefat etti. Saltanatı 3 sene 7 ay sürmüştür.

II. MUSTAFA (1695–1703)
IV. Mehmed’in büyük oğlu olan II. Mustafa, tahta geçtiğinde 31 yaşındaydı. Amcaları zamanındaki vaziyetten üzüntü duyuyordu. Hükümdarlığının üçüncü günü, vezir-i azama gönderdiği Hatt-ı hümayun’da «Padişahların herhangisi zevk-ü sefa ve rahata düşmüşse tebaasının rahat yüzü görmediğini ve babası zamanından kendi hükümdarlığına kadar gelen pâdişâhların işteki ihmalleri sebebiyle düşmanların dört taraftan hücuma geçtiklerini, bundan dolayı eğlence ve rahatı kendisine haram edip sefere gitmeye azmettiğini» bildiriyordu. Erzurum'da bulunan Feyzullah Efendi'yi getirterek Şeyhülislamlığa geçirdi. Feyzullah Efendi de bu tarihten ölümüne kadar, devlet işlerine müdahale etmiştir.

II. Mustafa'nın Seferleri:
30 Haziran 1695'te sefere çıkan II. Mustafa, Lipve kalesini aldı, Erdel ordusunu yendi. Ardından Lugos kalesini de fethetti. Harbe bizzat kendisi de iştirak ediyordu. Hazırlık yaparak ertesi yıl, İkinci Avusturya seferine çıktı. Tamışvar'm imdadına yetişti ve Avusturya ordusunu yendi (1696 Ağustos). Kaleye gerekli levazım konularak geriye dönüldü.
Lehistan ile de yine 25 yıl üzerinden yapılan on bir maddelik anlaşmaya göre; Osmanlı Devleti, Podolya, Kamaniça ve Ukrayna'yı bırakıyor, buna karşılık, Lehistan'ın Boğdan'da zaptettiği kaleleri geri alıyordu.
Venedik'le yapılan 16 maddelik bir anlaşmayla da Korent hâriç Mora, Ayamavra ve Dalmaçya'da birçok kale bırakıldı. Venedikliler de İnebahtınm kuzeyindeki yerleri bırakıyorlardı. Edirne Vak'ası ve II. Mustafa'nın Tahttan İndirilmesi

OSMANLI DEVLETİNİN GERİLEME DEVRİ
Sokullu Mehmed Paşa'nm vefatından (1579), ikinci Viyana Kuşatması (1683) arasında Duraklama Devri geçiren Osmanlı Devleti, bu tarihlerde imzalanan Karlofça anlaşması (1699) ile düşmana ilk defa toprak kaptırmış ve böylece de gitgide gerilemeye başlamıştır. Bu sebepten kaynaklar, Karlofça anlaşması (1699) ile Yaş anlaşması (1792) arasında geçen zamanda Osmanlı Devleti'nin Gerileme Devri'ne girdiğini belirtirler. Çünkü bu zamanlar arasında devlet, her bakımdan gerilemiş ve büyük ölçüde toprak kaybetmiştir.

III. AHMED (1703-1730)
22 Ağustos 1703 tarihinde tahta geçen III. Ahmed devlet işlerine müdâhale eden âsîlerden bir kısmını ortadan kaldırttı, bir kısmını da sürdürdü.

Prut Muharebesi:
Anlaşmaya göre; Azak kalesi Türkler'e teslim edilecek, yeniden yapılan kaleler yıkılacak, Lehistan işlerine karışılmayacak, Osmanlı tebaası olan gayr-i müslimler tahrik edilmeyecek, Kırım'a yıllık vergi verilecekti. Kuşatmadan kurtulan Rus Çarı Deli Petro, anlaşmanın hiçbir maddesini yerine getirmedi.

Ruslar'a yeniden savaş ilânının düşünüldüğü sırada Azak'ı teslim etmişlerdir. İngiltere ve Felemenk'in araya girmesiyle, on bir madde üzerinden Ruslarla anlaşma yenilenmiştir

Ruslar'ın Karadağlılar'ı, Osmanlılar aleyhine tahrik etmesi ve ardından Venedik'in Karadağ asîlerini himaye ve müdâfaa etmesi fırsat sayılarak, Azak kurtarıldığı gibi Venedik'e bırakılan Mora'yı kurtarmak ümidiyle de Venedik'e savaş ilân edildi (1714). Avusturya'nın İspanya veraseti muhârebesiyle meşgul olması sebebiyle yardım yapamıyacağı da hesaplanmıştı. 1715 Nisan 'mda Mora üzerine denizden ve karadan hareket edilerek Mora'nın tamamı ele geçirildi.

Belgrad, ikinci defa elden çıktı. Niş, hudut kalesi oldu ve tahkim edildi. 1718'de sadârete Dâmad İbrahim Paşa geçti. Mevcud ordu ile hiçbir şey yapılamıyacağmı, ordunun Belgrad ve Varadin'de gösterdiği yılgınlık ve yağmacılık sebebiyle çekidüzen vermenin şart olduğuna inanmıştı. Avusturya'yla Pasarofça anlaşması yapıldı (21 Temmuz 1718). Buna göre; küçük Eflak arazîsi ile Banad dâhil Tameşvar, Belgrad ve Semendire, Avusturya'ya bırakılıyordu.

LÂLE DEVRİ (1718-1730)
İbrahim Paşa ve Faaliyeti:
Eski adı Muskara olan ve kendisi tarafından imar edilerek daha sonra Nevşehir ismi verilen köyde doğmuştur. Bilâhare Saraya alınmış, III. Ahmed'le şehzadeliğinde tanışmış, yükselerek, III. Ahmed'in kızı ile evlenmiş, sadâret kaymakamlığı yapmış ve Pasarofça sulhu için çalışmıştır.
Tarihe düşkün olduğu için, millî kütüphaneye değerli eserler kazandırmıştır. Aynî adıyle meşhur Antepli Bedreddin Mahmud (v. 1451)'un Ikdu'l-cumân fî tarih-i ehli'z-zaman isimli 24 cildlik büyük tarihini tercüme ettirmiştir. Teşkil ettiği ilim heyetine Devrinin en değerli bilginlerini tesbit edip dâhil etmiştir. İbrahim Paşa sahaflarda ucuz fiyatla satılan nâdîde yazma eserlerin satınalınıp yurt dışına kaçırılmasını da yasaklamıştır.
XVI. ve XVII. Yüzyıllarda büyük inkişaf göstermiş olan İznik ve Kütahya çiniciliği, XVIII. asırda eski hızım kaybetmişti. İbrahim Paşa, İznik'ten ustalar getirtmek suretiyle (1137/1725)'de İstanbul'da bir çini fabrikası kurdurmuştur. İstanbul'daki çuha fabrikasının yanma, hatâyı ismi verilen bir kumaş fabrikası daha tesîs ettirmiştir.
Bu sırada doğuda, Safevî Hanedanı çökme durumunda idi. Afgan Üveysî Hanedanı, İran'ın büyük bir kısmını işgal etmiş, Dağıstan, İran'dan ayrılıp Osmanlı Devletine tâbi olmuş (1722). Rusya Kafkasya'ya inmiş ve Devlet müdâhaleye mecbur kalmıştı. Osmanlılar, 1723'de İran'a savaş açıp, Tiflis, Gori, Güney Azerbaycan, Luristan, Kirmanşah, Hemedan'ı işgal ettiler. İran'ın büyük kısmına sahip olan Nâdir Han Avşar Osmanlılar'a cephe aldı. (1730)'da da Nihâvend, Hemedan ve Kirmanşah'ı geri aldı. İstanbul'da siyâsî bir kriz başladı.
Bu arada baş gösteren Patrona Halil İsyanı ile Damat İbrahim Paşa öldürüldü ve III. Ahmed tahttan çekilerek, hükümdarlığı kardeşi II. Mustafa’nın oğlu I. Mahmud’a bıraktı (2 Ekim 1730). III. Ahmed, 27 sene saltanat sürmüş, 6 yıl sonra (1736)'da 63 yaşında iken vefat etmiştir. İnce ruhlu, hassas, açık fikirli, sanatkar bir kişiliğe sahip ve iyi bir hattat idi. Tarihî çeşmesinin yazılarını bizzat kendisi yazmıştır.

I. MAHMUD (1730-1754)
Bu dönemde Nâdir Han'ın aldığı yerlerden Kirmanşah, Urmiye ve Hemedan geri alındı. 1732'de bir anlaşma yapıldı ve buna göre; Aras nehri hudûd oldu. Bir yıl sonra Nâdir Han, Bağdad'ı kuşattı. Alamadı ve 30.000 asker kaybetti. Fakat daha sonra Osmanlılara kaptırdığı toprakları geri aldı ve Kasr-ı Şîrîn anlaşması esas olmak üzere bir anlaşma yapıldı (1150/1737).

Ruslar, 1736'da iki koldan saldırarak 96 gün kuşatmadan sonra, Azak'ı ele geçirdiler.
Osmanlı Devleti'ni böylece oyalayan Avusturya, Rusya ile ittifak yapıp, 1737 Temmuz'unda Vidin, Niş, Eflak, Bosna taraflarından saldırıya geçti. Devlet gafil av-lanmıştı. Hekimoğlu Ali Paşa, Bosnayı çok iyi korudu ve Avusturya ordusunun yarısını imha etti. Belgrad kuşatılıp bir kere daha alındı (1739). Bunun üzerine anlaşmaya yanaşan Avusturya ile Belgrad sulhu yapıldı.

Rusya, Avusturya harbi devam ettiği sırada Boğdan, Yaş ve Hotin'i almıştı. Fransız elçisinin araya girmesi neticesinde Rusya ile de bir anlaşma imza edildi. Buna göre; Azak kalesi yıkılacak, arazisi boş kalacak, Rusya, Azak denizi ve Karadeniz'de savaş ve ticâret gemisi yapamıyacak ve kullanamıyacaktı. Buna ilâveten Ruslar Hotin kalesi ile Boğdan da işgal ettikleri yerleri de geri vereceklerdi (1739).
Birinci Mahmud devrinde, şehirde üst üste çıkan yangınlar büyük tahribat yapmıştı. Padişah yanan bütün ticarethaneleri, devlet parası ile yeniden yaptırmıştı (1750). 1752 ve 1754’de meydana gelen depremlerde şehrin büyük bir kısmı harap olmuş, bazı büyük camiler de hasar görmüş ve tamir edilmişti.

Karlofça'dan sonra başlayan askerî ıslâhat devam etmiş, topçu ve humbaracılar modernleştirilmeye çalışılmış, hududlar tahkim edilmiştir. I. Mahmud, Sarayın Hazîne Odası'nda duran kitaplar ve bağışlarla 4.000 cildden oluşan
Ayasofya kitaplığını kurmuş, Cağaloğlu hamamını yaptırıp buna vakfetmiştir. Belgrad ve Fâtih'de de birer kitaplık tesis ettirerek buralara değerli kitaplar temîn etmiştir. Öte yandan Yalova'da da bir kâğıt fabrikası kurdurmuştur.

III. OSMAN (1754-1757)
II. Mustafa'nın ikinci oğlu olan III. Osman, 56 yaşında tahta geçmiştir. III. Osman devrinde İstanbul, birkaç büyük yangın felâketi geçirmiştir. 27-28 Eylül 1755'de iki gün süren yangında, şehrin üçte ikisi yanmıştır.
İnşaatına I. Mahmud devrinde başlanan ve 7 yılda bitirilen camiyi III. Osman, “Nûr-u Osmaniye” adiyle ibâdete açtırmıştır. III. Osman 30 Ekim 1757'de vefat etmiştir. Hiç çocuğu olmamıştır.

III. MUSTAFA (1757-1774)
30 Ekim 1757'de 26. Osmanlı pâdişâhı olarak III. Mustafa, 41 yaşında iken tahta çıkmıştır. Saltanatının 1769'a kadarki bölümü huzur içinde geçmiştir.

Osmanlı-Rus Harbi:
1739 Belgrad anlaşmasından sonra Rusya, Osmanlı Devleti'ne savaş açmamış, ama Türk düşmanlığı siyâsetini devam ettirmiş, Ortodoksları tahrik ederek, Gürcistan'da huzursuzluk çıkarmış, Leh milliyetçilerini takip bahanesiyle Osmanlı topraklarına tecâvüz etmiştir.
III. Mustafa 16 yıl, 3 ay süren bir saltanattan sonra, 57 yaşında Ruslar'a
mağlûp olmanın verdiği teessür sebebiyle, 21 Ocak 1774’ de vefat etmiştir.

I. ABDÜLHAMİD (1774-1789)
III. Ahmed'in oğullarından olan I. Abdülhamid 47 yaşında, 21 Ocak 1774'de ağabeyinin yerine tahta geçti. Kendisi merhametli, nâzik, mesuliyetlerini bilen, devletin çöküşüne çâreler arayan bir pâdişâhtı.

Hanlığa getirilen Şahin Giray'ın bazı aşırı hareketleri karışıklıklara sebep oldu. Halkın galeyanı üzerine, Şahin Giray kaçıp, Ruslar'a sığındı. Ruslar Kırım'ı kontrollerinde tutuyorlardı. Aynalıkavak temliknâmesi ile (1193/Ocak 1779)'da Kırım işleri bir ölçüde anlaşmaya bağlandı.

Küçük Kaynarca anlaşmasını imzalamaya mecbur kalan I. Abdülhamid, ıslâhat taraftarı idi. Kara Vezir Seyyid Mehmed Paşa'yı, tam selâhiyetle sadârete getirdi (1779).

Avusturya ile yapılan savaşta Avusturya yenildi, Ruslar ise Yaş kasabasını aldılar. Buna mukabil olarak da Gazi Hüseyin Paşa, Rus donanmasını Karadeniz'de bozguna uğrattı. Bu arada Ruslar, Osmanlı hududunun kilidi durumunda bulunan Özi kalesini aldı (1788)

Özi kalesinin Rusların eline geçmesinden sonra kederinden hastalanan I. Abdulhamid'e, kısa bir zaman sonra nüzul inmiş ve bir daha da iyileşemeyerek 7 Nisan 1789'da vefat etmiştir. Vefatında 65 yaşında idi. Saltanatı 15 sene 2 ay I. Abdülhamid, Bahçekapı'da yaptırdığı türbeye defnedilmiştir.

III. SELİM (1789-1808) :
I. Abdülhamid'in ölümü üzerine, III. Mustafa'nın oğlu III. Selim tahta geçti. Bu arada Rusya ve Avusturya ile savaş devam ediyordu.
Avusturya 20 günlük kuşatmadan sonra Ekim 1789'da Belgrad'ı aldı. Sırbistan da tehlikeye girmişti. Avusturya ve Rusya'nın büyümesi üzerine Prusya, Osmanlı Devleti ile bir anlaşma yaptı. Bu anlaşma gereği olarak Prusya'nın Avusturya hu-duduna asker yığması ve onları tazyik etmesi üzerine Avusturya, Osmanlı Devleti ile sulh yapmaya mecbur kaldı. Prusya heyetinin de katıldığı uzun ve çetin müzâkerelerden sonra 4 Ağustos 1791'de eski hudud üzerinden 50 yıllık Ziştovi anlaşması imza edilmiştir.

Yaş Anlaşması: Müzâkereler, Yaş kasabasında 1791 Kasım'ında başladı ve 1792 Ocak ayında bitti. 13 madde üzerinden yapılan anlaşma gereğince; Kırım ve Ta'man yarımadasının Ruslar tarafından ilhakı kabul ediliyor, Turla (Diııyester) nehri hudud kesilerek bunun solundaki arazî yani Aksu (Buğ) ve Turla arasındaki Özi, Ruslara veriliyor, Turla'nın sağındaki Bender, Akkerrnan, Kili, İsmail ve Rusların işgal ettikleri diğer kale ve şehirler de Türklere iade ediliyordu. Boğdan hakkında Kaynarca ve diğer anlaşmalar geçerli olacak, af ilân edilerek, iki yıl bu bölgelerden vergi alınmayacaktı.

Nizâm-ı Cedîd: Osmanlı Devleti'nde mevcud idarenin yerine yenisinin konulması olarak anlaşılmıştır. Dar manâda ise III. Selim devrinde Avrupa usûlünde yetiştirilmek istenen talimli asker teşkilâtı demektir. Geniş manâda Nizâm-ı Cedîd, yeniçeri ocağını kaldırmak, ulemânın nüfuzunu kırmak, Osmanlı Devleti'ni Avrupa'nın ilim, sanat, zirâat, ticâret ve medeniyette yaptığı ilerlemelere ortak olmak için giriştiği yenilik hareketlerinin bütünüdür.

III. Selim, 1792'de 22 devlet adamından ıslâhat hakkındaki fikirlerini lâyiha hâlinde vermelerini istedi. Bunların yirmisi Osmanlı ve ikisi de Osmanlı hizmetinde Avrupalı idi. Görüşlerde askerî ıslâhat ön plâna almıyordu. Üç yol tavsiye edilmişti.

1.Yeniçeri ve diğer askeri ocaklar Kâııûnî devrindeki kânûnnâmelere göre düzenlenmelidir.
2.Yeniçeri ve diğer ocaklara Kânûnî devri kâııûnnâmeleridir diye Avrupa eğitim ve öğretim usulleri kabul ettirilmelidir.
3.Yeniçerilerin ıslâhı ve kaldırılması mümkün olmayacağı için bunlar, bir tarafa bırakılıp yeni bir ordu kurulmalıdır.

Pâdişâh, bu üçüncü yolu seçti. Bunun üzerine 72 maddelik bir Nizâm-ı Cedîd programı hazırlandı. Askerî alanda ıslâhat üç maddede toplanıyordu.
1.Mevcut asker ocaklarının düzenlenmesi,
2.Avrupa usûlünde yeni bir ordu kurulması,
3.Savaş teknik ve müesseselerinin düzenlenmesi.
III. Selim devrinde, askerî ihtiyaçlar dikkate alınarak daha önce açılmış olan Mühendishâne-i Bahr-ı Hümâyûn'un yanında Mühendis-nâne-i Berr-i Hümâyûn (Topçu okulu) (1794)'de açıldı ve humbarahâne kuruldu. Bu okulların kurulmasında çoğu Fransız olan yabancı uzmanlardan faydalanıldı.

Kabakçı Mustafa İsyanı ve III. Selim'in Tahttan İndirilmesi: Nizâm-ı cedid programının yürütülmesi için kuvvetli bir ekibe ihtiyaç vardı. Pâdişâh, böyle bir ekibe sahip değildi. Ulemânın çoğu, Nizâm-ı cedîd karşıtı idi. Memleket içinde isyanlar giderek yaygınlaşıyordu. Bütün bu olayların suçu, pâdişâha ve onun etrafında bulunan az sayıdaki devlet adamına yıkılıyordu.

Askerin pantolon giymesi, yabancı subaylarla eğitilmesi, kötü ve dinsizlik olarak yayılmaya çalışılıyordu. Bu fikirler halktan da destek görüyordu. Dış kaynaklar ve devletler de bu durumu körüklüyordu.

Atâullah Efendi'nin fetvası ile III. Selim, tahttan indirildi. III. Selim, 18 sene, 2 ay, saltanatta kalmış, 46 yaşında hal edilmiştir. Makam sahibi ve beste yapan bir mûsikîşinastır.

IV. MUSTAFA (1807-1808)
I. Abdulhamid'in oğlu ve II. Mahmud'un büyük kardeşi olan IV. Mustafa, hükümdar olduğu zaman 28 yaşında idi. Asilerle yapılan anlaşmada Kabakçı isyânı sebebiyle yeniçeri ocağı hiçbir surette sorumlu tutulmayacak, buna karşı Ocak da devlet işlerine karışmayacaktı. Âsîler, sözlerinde durmadılar, yemlik taraftarları bertaraf edildi. Âsîlere mühim görevler verildi. Yeniçeri ocağı rakipleri olan Nizâm-ı cedîd'den, ahâlî de bunların vergilerinden kurtuldukları için memnun idiler.

Alemdar Mustafa Paşa:
Tuna boylarında savaşan orduda bulunan yeniçeri ve taraftarları, Nizâm-ı cedîd'e bağlı olanları öldürmeye başlayınca, bunlar da Rusçuk Ayanı Alemdar (Bayraktar) Mustafa Paşa'nın yanına kaçtılar. Alemdar, ocaktan yetişmiş, Rus harbinde gösterdiği kahramanlık sebebiyle kendisine vezirlik ünvanı verilmişti.

Pâdişâh ve vezîr-i a'zamın itimadını kazanan Alemdar Mustafa Paşa, adamları ve ordu ile İstanbul'a gelmiş, Kabakçı ve adamlarını ortadan kaldırmış, ihtilâlde rolü olan ulemâyı sürdürmüş, sadareti ele geçirmişti. Rumeli askeri ile Kubbealtı’na kadar gelen Alemdar Mustafa Paşa, III. Selim'i tahta çıkarmak istiyordu. Durumu fark eden IV. Mustafa, amcası olan III. Selim'i öldürtmüş, arkasından II. Mahmud'un da derhal öldürülmesini emretmişti. Alemdar Mustafa Paşa, bu olaydan sonra IV. Mustafa'yı derhal tahttan indirerek, yerine II. Mahmud'u çıkarmıştır. Böylece amca katili IV. Mustafa, tahtta ancak bir yıl iki ay kalabilmiştir.

II. MAHMUD (1808-1839)
Sened-i İttifak:
Bu işler görülürken, vezîr-i a'zam Alemdar Mustafa Paşa, Ru-meli ve Anadolu'nun bütün ayanlarını İstanbul'a çağırdı. Hepsi de askerleriyle birlikte geldiler, “Meşveret-i Âmme” adıyle, devlet adamları ve ulemânın da katıldığı bir toplantı yapıldı ve şu kararlar alındı: Pâdişâh emirleri mutlak olarak yerine getirilecek, vezîr-i a'zamın emri, pâdişâh emri gibi yerine getirilecek ancak vezirin kânun ve taahhüt dışındaki emirleri olursa elbirliği ile karşı çıkılacak, ayanlar devletin asker almasına karşı çıkmayacakları gibi Hazine geliri de devletin koyduğu kânun ve esaslara göre alınacaktır. “Sened-i İttifak” denilen bu kararın meşru olduğuna Şeyh'ul-İslâm fetva verdi Padişah da tasdik etti.

Sekbân-ı cedîd: Alemdar, askerî ıslâhata girişti. Sekbân-ı cedîd adıyla bir asker ocağı kurulup talimlere başlandı. Yeniçeri esâmelerinin alım satımı yasaklandı. Ellerinde esâme bulunanların esâmeleri satın alındı. Yeniçeri ortalarına bağlı, fakat askerlikle alâkası olmayan zanaatkarların askerliği öğrenmeleri kararlaştırıldı. Bu işleri başaran Alemdar, gurura kapıldı. Bu yüzden de arkadaşları dağıldı. Düşmanları, bu fırsatı değerlendirerek, sarayını kuşattı. Sonuna kadar dayanan Alemdar Mustafa Paşa, başka bir kurtuluş yolu olmadığını anlayınca, sarayının altındaki cephaneliği ateşliyerek, 400 kadar yeniçeri ile havaya uçtu.

Tepedelenli Ali Paşa ve İsyanı:
Ali Paşa ve oğulları, mutasarrıflık ve valilik yoluyla Yunanistan ile Güney Arnavutluğa sahip olmuşlardı. Tepedelenli ve oğullarının Rus harbinde hizmetleri görülmüştü. Fakat Halet Efendi'nin entrikaları ile âsî durumuna getirilen Tepedelenli, fermanlı ilân edilip, üzerine denizden ve karadan kuvvet sevkedilmişti. Bunun üzerine Yanya'yı tahkime başlayan Ali Paşa, Etnik-i eterya ve diğer ihtilâl cemiyetleri ile işbirliğine kalkışmış, isyanlar çıkarttırmış, daha sonra gelen kuvvetler ise Yanya'yı kuşatmıştı. Ali Paşa, bu muhasaraya 25 gün karşı koyabilmiş, sonunda ise teslim olmuştur (1822).

Mehmed Ali Paşa'nın İsyanı:
Mehmed Ali Paşa, Napolyon'un Mısır'ı işgaline karşı gönderilen ordunun içinde Mısır'a gelmiş, valilerin başarısızlıklarını değerlendirerek süratle yükselmiş ve Mısır valisi olmuştur. Mehmed Ali Paşa, sükûneti sağladı, düzenli bir ordu kurdu ve Vehhâbî isyanını bastırdı. Daha sonraları da iplik, bez, şeker, alkol fabrikaları kurdu. Fransa'dan subaylar getirterek modern bir ordu ve donanma kurdu. Tahsil için Avrupa'ya talebeler gönderdi. Çeşitli olaylar ve fitneler sebebiyle, Padişahla valisinin arası açıldı. Mehmed Ali Paşa, Suriye'yi işgal etmek için kuvvet gönderdi ve Akkâ'yı aldı (1831). Arkasından Şam'ı da ele geçirdi (1832). Daha sonra da Konya yakınına kadar geldi. Burada Osmanlı ordusunu mağlup etti. Böylece kendisine İstanbul yolu açıldı (1832). Büyük devletler, ilk başta bu duruma pâdişâhla valisi arasında bir hâdise gözü ile bakarken bu şekle dönüşmesi üzerine, işe müdâhale ettiler. Ruslar, İstanbul'da kuvvetli bir devlet, İngiliz ve Fransızlar da Mısır ve Suriye gibi ticâret yolları üzerinde güçlü bir idare istemiyorlardı. Rusya'nın yardım teklifi, II. Mahmud tarafından kabul edildi. Rus askerleri İstanbul'a geldi (1833), İngiliz ve Fransızların baskısı ile Mehmed Ali Paşa ile Kütahya anlaşması yapıldı (1833). Adana, Girid, Şam ve Cidde valilikleri Mehmed Ali Paşa'ya verildi. Pâdişâh da, Ruslarla Hünkâr İskelesi adiyle bir anlaşma imzaladı (8 Temmuz 1833). Bu anlaşmaya göre Ruslardan askerî yardım alabilecek, ayrıca da Boğazlar başka devletlere kapatılacaktı.

ABDÜLMECİD ve TANZİMAT DÖNEMİ (1839-1861)
Abdulmecid, padişah olduğu zaman 17 yaşında idi. Londra'da büyükelçi olan Mustafa Reşid Paşa, hâriciye vekâletine getirildikten sonra, genç Pâdişah'a hazırladığı Tanzimat fermanı'nı yayınlatmıştır.
Abdülmecid 25 Haziran 1861'de 21 sene, 6 ay padişahlıktan sonra, 39 yaşında vefat etmiştir. Kendisi yenilik taraftan, zekî, zarîf ve nâzik bir kimseydi. Reşid, Âli ve Fuat Paşaları yetiştirmiştir.

ABDÜLAZİZ (1861-1876)
II. Mahmud'un oğlu olan Abdülaziz, 32 yaşında otuzikinci Osmanlı pâdişâhı olarak tahta çıktı. İyi bir tahsil gören Abdülaziz'in edebî kültürü de hayli kuvvetlidir. Denizciliğe merakından dolayı büyük bir donanma kurmuştur. Güçlü, kuvvetli, pehlivanlığa, ciride, ava ve ata meraklı, gösterişli ve heybetli bir pâdişâhtı.

Hükümdarlığının 10 sene, 3 ay süren ilk devresi, Tanzimat ve ıslâhatın devamı, yeni müesseselerin kurulması ve iyi bir haricî siyaset takibi ile geçen parlak bir devirdir. 1871'de Âlî Paşa'nın vefatı ile başlayan ve 4 sene, 9 ay süren ikinci devir, Mahmud Nedim Paşa ve benzerlerinin iş başında bulunduğu, sarayda israfın arttığı ve işlerin çok kötü gittiği bir devirdir.

Abdülaziz, 1863'de bir Mısır seyahati yapmış, ahâlî tarafından büyük tezahüratla karşılanmıştır. Hidiv İsmail Paşa'nm gayreti ile Mısır veraset kânunu, babadan büyük oğula geçecek bir şekilde değiştirilmiştir.

Abdülaziz'in Avrupa Seyahati: (21 Haziran-7 Ağustos 1867) : Fransa ve İngiltere'ye davet edilen Pâdişâh, gemi ile Tulon'a oradan Paris'e geldi. Resmî görüşmeler yaptıktan ve sanayi sergisini gezdikten sonra Londra'ya geçti. On bir gün Londra'da kalan Pâdişâh kraliçe Viktorya ile görüştü. Dönüşte Brüksel, Viyana-Budapeşte ve Tuwa yolu ile geri döndü. Pâdişâha, yurt dışında iken Âlî Paşa vekâlet etmişti. Tarihimizdeki ilk yurtdışı resmî seyahat de budur.

V. MURAD (1876)
Sultan Abdülaziz tahttan indirildikten sonra yerine, V. Murad geçirildi. Fakat kısa zaman sonra hastalığı iyice ağırlaştı. 31 yaşında olan Pâdişâh üç ay süren bir hükümdarlıktan sonra tahttan indirildi ve yerine II. Abdülhamid geçti.

II. ABDÜLHAMİD (1876-1909)
Sultan Abdülmecid'in oğlu olan II. Abdülhamid, 34 yaşında iken otuzdördüncü Osmanlı Padişahı olarak tahta geçti.. 23 Aralık 1876'da I. Meşrûtiyet ilân edildi. Midhad Paşa, başvekilliğe getirildi. Daha sonra ihtilal suçlamasıyla yurt dışına sürgün edildi. Meclis-i Mebûsân 19 Mart 1877'de açıldı. Bu meclis 10 ay, 25 gün faaliyet gösterdikten sonra devrin şartları ve bazı mebusların davranış ve durumlarını dikkate alan II. Abdülhamid tarafından tatil edilmiştir. Daha sonra da bir daha toplanmamıştır. Bu mecliste 69 Müslüman, 46 gayr-i Müslim olmak üzere 115 mebus ve 26 ayan üyesi vardı.
1877 -1878 Osmanlı Rus Harbi (93 Harbi)
31 Ocak 1878'de Ruslar'la bir mütâreke yapıldı. Savaş, 9 ay sürmüştü. Bu savaş, Karlofça'dan sonra en büyük toprak kaybı verilen bir savaştır. 3 Mart 1878'de Ayastafonos (Yeşilköy) anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya göre; büyük ve kukla bir Bulgaristan kurulmakta, Romanya, Sırbistan ve Karadağ büyütülmektedir. Kars, Ardahan, Doğu Bayezid ve Batum Ruslara bırakılmaktadır.
Düyûn-ı umûmiye 20 Aralık 1881'de kuruldu. Abdülmecid ve Abdülaziz devrindeki borçlarla 93 harbinin tazminatı 252 milyon altın lirayı buluyordu. Devletin bazı alacakları ve bazı maktu gelirler, alacaklı İngiltere ve Fransa'ya bırakıldı ve “Düyûn-ı umûmiye” adiyle bir idare kuruldu. Bu idare, devletin yıkılışına kadar devam etti. Meşrûtiyet döneminde Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük cereyanları ortaya çıkmıştır.

23 Temmuz 1908'de II. Meşrûtiyet ilân edildi.
II. Abdulhamit, 31 Mart Vak’ası (13 Nisan 1909) olarak tarihe geçen hadiseden sonra padişahlıktan alınarak önce Selanik sonra Beylerbeyi sarayında zorunlu ikamete tabi tutulmuş, 10 Şubat 1918'de 76 yaşında iken vefat etmiştir.

V. MEHMED REŞAD (1909-1918)
27 Nisan 1909'da tahta V. Mehmed adiyle geçen Mehmed Reşad, tahta çıkan en yaşlı Osmanlı Pâdişâhıdır. Sultan Abdülmecid'in pâdişâh olan üçüncü oğludur. Hükümetin, dolayısıyle İttihatçıların isteklerine körü körüne bağlı kalmıştır. Mehmed Reşad devri, artık devletin dağılma devri olup felâketlerle dolu geçecektir.

Balkan Savaşı: Savaş 8 Ekim 1912'de başladı. 21-23 Ekim'de Bulgarlar, Süloğlu ve Pınarhisar muharebelerini kazandılar. Ardından Lüleburgaz muharebele-rini de kazanan Bulgarlar, 19 Kasım'da Çatalca önlerine kadar geldiler ve burada güçbela durduruldular. Sırplar, 20 Ekim'de Priştine'yi aldılar.

Balkanlı devletlerle Londra'da toplanan konferansta anlaşmaya varıldı. Buna göre; Osmanlılar bütün Balkanları elinden çıkarmış oldu (30 Mayıs 1913). Bu durumda Balkanlar'da denge bozulmuştu. Bu durum, I. Dünya Harbi'nin baş sebebi oldu.

Birinci Dünya Savaşı:
İngiltere, Fransa ve Rusya “İtilâf Devletleri” adiyle bir araya gelirken, Almanya, Avusturya, İtalya da “İttifak gurubu”nu oluşturmuşlardı. İtalya daha sonra ittifak gurubundan ayrılıp itilâf gurubuna dâhil oldu. Savaş boyunca itilâf gurubuna, daha sonraları Romanya, Yunanistan ve ABD katıldı. İttifak gurubuna da Osmanlı Devleti ve Bulgaristan girdi. Avusturya - Macaristan veliahdının, Saraybosna'da bir Sırp'lı tarafından 28 Haziran 1914'de öldürülmesi üzerine Avusturya, Sırbistan'a, Sırbistan'ın koruyucusu Rusya, Avusturya'ya savaş ilan etmiş ve böylece de iki gurup 29 Temmuz'dan itibaren harbe girmiş oldular.

Osmanlı Devleti'nin Savaşa Katılması:
Birinci Cihan harbinin başlamasından bir gün sonra 2 Ağustos 1914'de harbiye nâzırı Enver Paşa kimseye haber vermeden Almanya ile bir ittifak anlaşması yaptı. Ayrıca da seferberlik ilân ederek, meclisi tatil ettiler. 5 Ağustos'da Avusturya ile de bir ittifak anlaşması yapıldı. Enver ve Talat Paşalar, Osmanlı Devleti'nin Almanya yanında harbe girmesine taraftardı. Cemal Paşa, itilâf gurubuna girilmesini istemişse de bunu itilâf devletlerine kabul ettirememişti. 11 Ağustos 1914'de iki Alman zırhlısı İngiliz ve Fransız gemilerinden kaçarak Çanakkale boğazına gelmiş ve Enver Paşa'nm emri ile de boğazlardan içeri alınmıştı. İngiliz, Fransız ve Rusya'nın itirazı üzerine bu gemilerin satın alındığı ilân edildi. Alman propagandası ile Osmanlı subayları ve bir kısım ahâlî böyle bir savaştan istifâde ederek Balkanları kurtaracağımız, eski gücümüzü elde edeceğimize, hattâ Türkistan'a ulaşacağımıza ve Almanya'nın asla yenilmiyeceğine inanıyordu. Onun için elimizi çabuk tutmamızı istiyorlardı. Enver Paşa ve arkadaşları, Amiral Süşon emrine verdikleri donanmayı 29-30 Ekim 1914'de Rus donanmasına saldırtıp, kış başlangıcında devleti savaşa sokmuş oldular.
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi Medineweb 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Medinewebli önlisans İlahiyat 1.sınıf öğrencileri... İlahiyat Öğrencileri İçin Genel Paylaşımlar nurşen35 87 33479 23 Mayıs 2015 21:53
Gülmek isteyenler tıklasın :))) Videolar/Slaytlar Kara Kartal 3 4075 10 Mayıs 2015 16:16
Cumartesi Anneleri’nin ahı/Can Dündar İslami Haberler Medineweb 0 2730 10 Mayıs 2015 16:13
Ayın Üyesi ''zeynepnm'' Ayın Üyesi 9Esra 13 8956 30 Nisan 2015 14:29
Müzemmil suresi bize ne anlatıyor Tefsir Çalışmaları Medineweb 0 3329 19 Nisan 2015 15:45

Alt 28 Aralık 2013, 14:43   Mesaj No:2
Medineweb Emekdarı
Medineweb - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medineweb isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13301
Üyelik T.: 04 Şubat 2011
Arkadaşları:5
Cinsiyet:erkek
Yaş:37
Mesaj: 4.833
Konular: 926
Beğenildi:342
Beğendi:0
Takdirleri:62
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: sakarya ilitam İslam Tarihi 9-14.haftalar

10. HAFTA
OSMANLI DEVLETİ: MÜESSESELER
DİVAN-I HÜMÂYUN
İslâm dünyasında, Hz. Ömer ile başlayan divan teşkilatı, daha sonra değişik şekil ve isimlerle gelişip devam etti. Osmanlı döneminde bizzat padişahın başkanlığında önemli devlet işlerini görüşmek üzere toplanan Divan'a, "Divan-ı Hümâyun" denirdi.

Divan, hangi din ve millete mensub olursa olsun, hangi sınıf ve tabakadan bulunursa bulunsun, kadın erkek herkese açıktı. Memleketin herhangi bir yerinde haksızlığa uğrayan, zulüm gören veya mahalli kadılarca haklarında yanlış hüküm verilmiş olanlar, vali ve askerî sınıftan şikâyeti bulunanlar, vakıf mütevellilerinin haksız muamelelerine uğrayanlar vs. gibi davacılar için divan kapısı daima açıktı. Divanda önce halkın dilek ve şikâyetleri dinlenir, ondan sonra devlet işleri görüşülüp karara bağlanırdı,

Divanda idarî ve örfî işler vezir-i azam, şer'î ve hukuki işler kadıasker, malî işler defterdar, arazi işleri de nişancı tarafından görülürdü. Divan müzakereleri o günkü rûznâmeye (gündem) göre yapılırdı. Divandan sonra Yeniçeri ağası padişah tarafından kabul olunarak ocak hakkında bilgi alınırdı. Ondan sonra kadıaskerler huzura girip kendileri ile ilgili işleri arzederlerdi. Bundan sonra da vezir-i a'zam ile vezirler ve defterdar kabul olunurdu.

DİVAN ÜYELERİ
Kuruluş döneminde divanın asil üyeleri: Vezir-i azam, kadıasker, defterdar ve nişancıdan oluşmaktaydı.

Vezir-i Azam ve vezirler
Osmanlıların ilk dönemlerinde divanda sadece bir vezir bulunuyordu. O da ilmiye sınıfına mensuptu. Daha sonra vezir sayısı artınca birinci vezire "Vezir-i a'zam" denildi. Osmanlı Devleti’nde ilk vezir Alaeddin Paşa’dır. Vezir-i azam, padişahtan sonra devletin en büyük reisi ve hükümdarın mutlak vekili olduğundan, sözü ve yazısı padişahın iradesi ve fermanı demekti.

Kadıasker
Osmanlı Devleti'nde askerî ve hukukî işlerden sorumlu olan kadıaskerlik teşkilatı kuruluşundan itibaren mevcut olan bir kurumdur. Osmanlı Devleti'nde ilk kadıaskerin Bursa Kadısı Çandarlı Kara Halil Hayreddin Pasa olduğu belirtilmektedir. Kelime olarak lügat mânâsı “asker kadısı" demek olan kadıaskerlik, Osmanlı ilmiye teşkilâtı içinde önemli hir mevki idi. Bununla beraber, Divan-ı Hümâyun azası olan kadiaskerin vazifeleri sadece askerî saha ile sınırlı değildi. Kadıaskerler aynı zamanda bütün sivil adlî işlere de bakıyorlardı. On-lar, belli seviyedeki bazı kadı ve nâiblerin tayinlerini de yapıyorlardı. Divan' toplantılarında vezir-ı a'zamın sağında vezirler, solunda da kadıaskerler yer alırdı.

Defterdar
Defter ile dâr kelimelerinden meydana gelen bir terkib olan “defterdar” “deftertutan” demektir. Bir bakıma günümüzdeki Maliye bakanlığı karşılığıdır. Osmanlılar, XIV. asrın son yarısında ve Sultan I. Murad zamanında maliye teşkilâtının temelini atıp onu tedricen geliştirmişlerdir.

Genel olarak devlet gelirlerini çoğaltmak, gerekli yerlere sarf etmek ve fazla olanı da muhafaza altında bulundurmak vazifesi ile yükümlü bulunan defterdar, Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında bu görevleri yerine getiriyordu. Devletin kuruluş yıllarında bir defterdar varken, daha sonra, yeni yerlerin feth edilmesi ve ihtiyaçların çoğalması yüzünden sayıları artırıldı. Bunlar, II. Bâyezid dönemine kadar Rumeli'de hazineye ait işlere bakan Rumeli defterdarı veya baş defterdar ile Anadolu'nun malî işlerine bakan Anadolu defterdarı olmak üzere iki kişi idi. Defterdar tabiri, 1253 (1838) senesinin Zilhicce ayında sadır olan Hatt-ı hümâyun mucibince terk edilerek verine "Malîye Nezareti" tabiri kullanılmıştır.

Nişancı:
Osmanlı devlet teşkilâtında Divan-ı Hümâyunun önemli vazifelerinden birini yerine getiren görevli için kullanılan bir tabirdir. Nişan kelimesinden türetilmiş olan "Nişancı", ferman, berat, menşur, nâme, mektup, ahidnâme, hüküm gibi devlet resmî evrakının baş tarafına padişahın, imzası demek olan nişanı koyardı

Osmanlı devlet teşkilâtında XVIII. asır başlarına kadar önemli bir makam olan nişancılık, daha önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinde de vardı. Nişancılık müessesesinin başında bulunan görevliye Osmanlılarda nişancı denirken. Abbasîler'de buna "Reisu Divani'l-İnşa" deniyordu.

Nişancı, Divan-ı Hümâyun azası olmasına rağmen, vezir rütbesini haiz değilse kanun gereği arz günlerinde padişahın huzuruna kabul edilmezdi. Sadece nişancılığa tayin edildiği zaman bir defa padişahın huzuruna girip tayinlerinden dolayı teşekkür ederdi. Nişancılık 1836 yılında tamamen lağvedilerek vazifeleri “Defter emini”ne verilmiştir.

SARAY TEŞKİLATI
İlk Osmanlı sarayı, mütevazı bir şekilde Bursa'da yapılmıştı. Bundan sonra Edirne'de saraylar inşa edilmişti. İstanbul'un fethinden sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafından bugünkü Bâyezid'de İstanbul Üniversitesi'nin bulunduğu sahada bir saray yaptırılmıştı. Fakat daha sonra beğenilmeyen bu sarayın (Eski saray) yerine Marmara ile Haliç arasında bulunan tepe (Sarayburnu) üzerinde yeni bir saray inşa edilmişti. Yeni saray adı verilen bu saray (Topkapı Sarayı), padişahın ailesine mahsus daireler (harem), Enderun ve dış hizmetlerle alâkalı Birûn adı verilen üç kısımdan teşekkül etmekteydi.

Enderun:
Osmanlı Devletinde XV. asır ortalarından itibaren medrese dışında en köklü ve sağlam ikinci eğitim kurumu, Enderûndu. Sarayın, Enderun halkını, devşirme denilen bazı Hıristiyan tebaa çocukları veya harplerde esir alınıp yetiştirilen gençler meydana getiriyordu. Bunlar, devşirme kanununa göre sekiz ila on sekiz yaşları arasında toplanıp önce Enderun dışındaki Edirne Sarayı, Galatasaray! ve İbrahim Paşa Sarayı gibi saraylarda terbiye ve tahsil görüp Türk-İslâm âdet ve geleneklerini öğrendikten sonra Enderun'daki ihtiyaç ve kıdemlerine göre yeni saraydaki küçük ve büyük odalara verilirlerdi. Bunlar, burada da tahsile devam edip saray âdap ve erkânını öğrendikten sonra yeteneklerine göre Seferli, Kiler ve Hazine odalarından birisine çıkarılırlardı. Bundan sonra da en mümtaz oda olan Has oda gelirdi. Kiler ve Hazine odasındaki eskiler, yani kıdemlilerin seçmeleri münhal vukuunda (boşaldığında) buraya verilirlerdi. Veya zamanları gelince kapıkulu süvarisi olarak dışarı çıkarılırlardı.

Harem:
Harem, Osmanlı padişahlarının hususi evi konumunda olan binalar manzumesidir. Topkapı Sarayı'nda ikinci avlunun solunda Divân-ı Hümâyunun arka kısmında yer alan Harem-i Hümâyun, genellikle Haliç'e nazır çeşitli sofalar, koridorlar, daireler, odalar, çeşmeler ve hizmet binalarından meydana gelmektedir. İslâm dünyasında eskiden beri yaygın olarak bilinen bir terim olarak harem, sarayların ve büyükçe evlerin sadece hanımlara tahsis edilen bölümü ve selamlığın mukabili olarak kullanılmıştır. Topkapı Sarayı da Osmanlı padişahlarının sarayı olduğundan, padişahın aile efradı ve onlara hizmet eden kadınlara tahsis edilmiş bölümüne Harem-i Hümâyun denilmiştir. Haremin (aile) reisi ve efendisi padişah olduğuna göre buradaki hiyerarşi ile mevcud binaların konumu, tefrişi, mesafeleri hep hünkâr dairesi esas alınarak belirleniyordu. Böylece valide sultan, hasekiler (kadın efendiler), şehzadeler, padişah kızları (sultanlar), ustalar, kalfalar ve cariyelerin daireleri belirli bir tertip içerisinde yer alıyorlardı. Harem halkını, padişah, valide sultan, padişah hanımları, sultanlar ve şehzadeler gibi haremde hizmet edilenler ile ustalar, kalfalar, cariyeler şeklinde hizmet edenler olmak üzere iki grupta değerlendirmek mümkündür.

Ak ve Kara Hadım Ağaları
“Ağa-i Bâbu's-Saâde” denilen kapı ağası, hadım ak ağalarından olup yeni sarayın baş nâzırı, ve “Bâbu's-Saâde”nin âmiri idi. Başka bir ifade ile bunlar, Osmanlı sarayının “Bâbu's-Saâde” denilen kapısını muhafaza ile vazifeliydiler. XVI. asrın sonlarına kadar sarayın en nüfuzlu ağası Bâbu's-Saâde veya Kapı ağası idi. Kapı ağası, Haremin en büyük zabiti durumunda idi. Kapı ağasının emrindeki Ak hadımlar, sarayın kapısını muhafaza etmekte olup sayıları otuz civarında idi.

Bîrûn Erkânı:
sarayın Enderun dışındaki hizmet erbabından olup emir-i alem, kapıcılar kethüdası, çavuşbaşı, mirahur, bostancı ve bunların maiyetinde bulunan memurlar da "Bîrûn" erkânı içinde yer alıyorlardı.

OSMANLILARIN İLK ASKERÎ TEŞKİLÂTI
Bizans İmparatorluğu'nun hudutlarında bulunan ve Osman Gaziye bağlı olan Türk aşiretleri atlı idiler. Osman Bey zamanında harplere iştirak edip fetih yapanlar bu aşiret kuvvetleri idi. Aşiret kuvvetleri, başlarında serdarları olmak üzere Osman Bey'in hizmetine giriyor, fetihlerin sonunda ganimetlerden pay alıyor ve zapt edilen topraklardan yerleşme hakkı elde ediyorlardı. Toprağa yerleşen Türkmenler, tasarruf ettikleri yer karşılığında Osman Gazi'ye tabi oluyorlardı. Tımarlarının gerektirdiği sayıda atlı askeri de savaşa gönderiyorlardı. Osman Bey, uç beyi olduktan sonra kendisi ile yakın çevresini koruyan ve yevmiye hesabı ile ücret alan askerlerin sayısını artırdı. Bunlar, Selçuklularda olduğu gibi "Kul" veya "Nöker" adı ile anılıyorlardı. Ulûfeli askerlerin sayısı, beyliğin gücü ile orantılı olarak artıyordu. Bu bakımdan beyliğin sınırları genişledikçe Osman Bey'in kapısındaki kul sayısı da artıyordu.

Atlı olan aşiret birlikleri, özellikle kale muhasaralarında fazla tesirli olamıyorlardı. Bundan başka fetihler sonucu arazi genişleyip birçok gayr-i müslimin, devletin vatandaşı durumuna gelmesi ve muhasaraların uzaması üzerine aşiret kuvvetleri, istenilen zamanda istenilen yere ulaşamıyorlardı. Bu sebeple Orhan Bey döneminde yeni ve devamlı bir askerî birliğe ihtiyaç duyuldu.

YAYA VE MÜSELLEMLER
Fetihlerin devamı için zarurî olan ordunun organizasyonu, yani, ilk düzenli birlikler, Bursa’nın fethinden sonra ve İznik'in fethinden önce Vezir Alaeddin Paşa ile Bursa Kadısı Çandarlı Kara Halil'in (öl. 1387) teklifleri doğrultusunda yapılmıştı. Buna göre devamlı surette savaşa hazır yaya ve atlı bir kuvvetin bulundurulması gerekiyordu. Bu maksatla Türk gençlerinden meydana getirilen bu ordunun atsız askerine "Yaya", atlı askerine de "Müsellem" adı verildi. Alaeddin Paşa'ya göre askerî sınıfa mensup olan kimseler ile vezirler, özel bir kıyafet giyerek halktan ayırt edilmeliydi. Bu sebeple, bunların giyecekleri elbise ve başlarında taşıyacakları sarığın renk ve biçimi tespit edildi. Buna göre bunlar "Ak börk" giyeceklerdi. Böylece taşradaki tımarlı sipahilerden de ayrılacaklardı.

OSMANLI KARA ORDUSU
Osmanlı Kara Ordusu, genel olarak iki bölüme ayrılmakta idi. Bunlardan biri "Kapıkulu Askerleri" diğeri de "Eyalet Askerleri" adını taşıyordu. Bu askerî birliklerin her biri, gördükleri hizmetlere göre kendi içinde daha küçük kısımlara ayrılıp ona göre isimler alıyor. Bu isimler, ocak kelimesi ile bir terkip oluşturduklarından ayrıca bunlara "ocak" deniyordu. Ocağın en büyük subayına da "Ocak Ağası" adı veriliyordu.

KAPIKULU ASKERLERİ
Kapıkulu denilen bu askerî birlik, Selçuklular ve diğer bazı devletlerde olduğu gibi "Hassa Ordu"yu meydana getirmekteydi. Bu sınıfa dahil olan askerler, devletten "Ulufe" adıyla maaş alırlardı. Kapıkulu askerleri başlangıçta devlet merkezinde bulunuyorlardı. Fakat ülke genişleyip muhafazası için hudut boylarında kaleler inşa edilince oralarda da ikamet etmek mecburiyetinde kaldılar.

KAPIKULU PİYADESİ
Osmanlı Devleti'nin, merkez askerî teşkilât, içinde yer alan Kapıkulu askerleri, Osmanlı askerî teşkilâtının önemli bir bölümünü meydana getiriyorlardı. Kapıkulu piyadesi de kendi arasında ayrı gruplara ayrılmıştı.

Acemi Ocağı
Osmanlı askerî tarihinde, önemli yeri bulunan ve Kapıkulu piyadesinin mühim bir bölümünü teşkil eden yeniçerilere menşe' olan "Acemi ocağı", Sultan Birinci Murad zamanında Kadıasker Çandarlı Kara Halil ile Karamanlı Kara Rüstem'in tavsiyeleri sonucu ortaya çıkmıştı. Hoca Saadeddin Efendi'nin bildirdiğine göre bu uygulama, Sultan Birinci Murad'ın devr-i saltanatında 763 (1361-62) tarihindeki Zağra'nın fethi ile başlamıştır. Devlet adına ve "Pencik" kanununa göre alınan esirler", Yeniçeri ocağına asker yetiştirmek için Gelibolu'da kurulmuş bulunan Acemi ocağına gönderiliyor ve yevmiye bir akça ücretle Gelibolu ile Çardak arasında işleyen at gemilerinde hizmet görüyorlardı. Bir müddet sonra bunlar, Yeniçeri ocağına almıyorlardı.

Acemi oğlanlar, ziraat işlerinde çalıştırıldıkları gibi kısa zamanda Türkçe ile birlikte İslâm-Türk örf ve âdetlerini de öğreniyorlardı. Böylece yeni hayata intibak ettikten sonra bir akça gündelikle "Acemi Ocağı"na kayıt ettiriliyorlardı. Burada bir müddet hizmet gördükten sonra yevmiye iki akça karşılığı "Yeniçeri Ocağı"na gönderiliyorlardı.

Yeniçeri Ocağı
Yeniçeri ordusu, Osmanlı Devleti'nin ilk dönemlerinde dünyanın en mükümmel ordusu haline getirilmişti. Bu ordu, teşkilât ve disiplini ile bu sıfatı taşımaya hak kazanmıştı. Osmanlı Devleti'ni kuran ve kısa bir zamanda hudutları Rusya, Lehistan, Macar ovalan ile Viyana, Venedik önlerine; İran, Arabistan ve Mısır çöllerine kadar götüren hükümdarların en büyük dayanaklarından biri bu ordu olmuştur.

Türkçe asker demek olan "Çeri" ile "yeni" kelimelerinin bir araya gelmesiyle meydana gelen bu terim, Osmanlı Devleti'nin merkezinde ve hükümdara bağlı bulunan yaya askeri için özel bir isim haline gelmiştir.

Her yeniçeri bölüğüne "Orta" denirdi. Her ortanın da "Çorbacı" denilen bir subayı bulunurdu. Sekban ve Ağa bölüklerinde bu komutana "Bölükbaşı" denirdi. Yeniçeri ocağının en büyük komutanı "Yeniçeri Ağası" idi. Yeniçeri Ağası, Yeniçeri Ocağı ile Acemi Ocağı işlerinden sorumlu idi. Bundan başka İstanbul'un asayişi ile de ilgilenir ve yanında bulunan bir heyetle kol dolaşıp güvenliği sağlardı. Bu sebeple hükümdarlar, bunların güvenilir ve sadık kimselerden olmasına dikkat ederlerdi. Yeniçeri Ağalarının azil ve tayini 1593'e kadar doğrudan padişah tarafından gerçekleştirilirken, bu tarihten itibaren veziriazamlara intikal etmiştir.
Cebeci Ocağı
Kapıkulu askerinin piyade ocaklarından biri de "Cebeci Ocağı"dır. Kelime olarak "cebe" zırh demektir. Yeniçerilerin ok, yay, kalkan, kılıç, tüfek, balta, kurşun, barut, zırh, vb. ihtiyaçları olan savaş alet ve eşyası yapan veya tedarik eden ocağa "Cebeci Ocağı" denirdi. Bu ocak, yeniçerilere lazım olan harp levazımatını deve ve katırlarla nakil ederek, cephede bulunan yeniçerilere dağıtırdı. Savaş sonunda da bunları tekrar toplardı. Bu arada tamire muhtaç olanları da tamir ederek silah depolarında muhafaza ederdi.

Bu ocağa girecek olanlar, "Pencik" ve "Devşirme Kanunu" devam ettiği müddetçe Acemi oğlanları arasından seçilirdi. Sonraları Yeniçeriler gibi bunların da evlenmelerine müsaade edildiğinden yetişen çocukları da cebeci olurdu. Ocağa alınacak kimseler, önceleri "şakird" ismiyle alınır, daha sonra fiilen cebeci olurlardı.

Diğer Kapıkulu ocakları gibi "orta" denilen ve 38 bölüğe ayrılmış bulunan cebecilerin en büyük komutanı "Cebecibaşı" idi. Ortalar, kendi aralarında silah yapan, silahları tamir eden, barutları ıslâh eyleyen, harp levazı-matını tedarik edip hazırlayan ve humbara yapanlar gibi ayrı ayrı kısımlara ayrılıyorlardı.

Topçu Ocağı
Top dökmek, top atmak ve top mermisi yapmak gayesiyle teşkil edilen bu ocak da, Kapıkulu ocaklarının yaya kısmındandı. Efradı, Acemi Ocağı'ndan sağlanırdı. Osmanlı ordusunda ilk top, Sultan I. Murad zamanında 1389 yılında Kosova Meydan Muharebesinde kullanılmıştır. Yıldırım Beyâzid tarafından da gerek İstanbul muhasaralarında gerekse Niğbolu kusatmasında topun bir silah olarak kullanıldığı, Aşıkpaşazâde tarafından anlatılmaktadır. Topun silahlı kuvvetlerin ağır ve önemli bir silahı olarak ordu ve donanmaya yerleşmesini sağlayan, Fâtih Sultan Mehmet olmuştur. Kale yıkan büyük toplar ile havan topunun mucidinin de Fâtih Sultan Mehmed olduğu belirtilmektedir.

Humbaracı Ocağı
Farsça asıllı bir kelime olan humbara, içine patlayıcı maddeler doldurulmak suretiyle demirden yapılmış bulunan mermi demektir. Humbaracı da bu mermiyi havan topu ile kullanan topçu (havan topçusu) demektir. Humbaranın el ile atılanı (el bombası) olduğu gibi havan topu ile atılanı da vardır. Ayrıca taş da atılabilirdi.

Daha çok kale kuşatmalarında ve görülmesi mümkün olmayan hedeflere karşı kullanılan havanlar sayesinde Müslüman Türkler, dikkate değer başarılar sağlamışlardı. Humbaracıbaşı adı verilen bir subayın komutasında bulunan bu ocak mensupları, başlangıçta biri topçulara, diğeri cebecilere bağlı olmak üzere iki kısımdan ibaretti. Bu ocağın esas kısmının Kapıkulu gibi maaşlı değil, tımarlı olduğu bilinmektedir.

Lağımcı Ocağı
Kuşatma altındaki surlarının altından tünel (lağım) kazmak suretiyle yıkan veya düşmanın açtığı tünelleri kapatan bir ocaktır. Osmanlı ordusunda mühendislik bilgisine dayalı olan bu ocak, XVII. asrın ortalarından itibaren bozulmaya yüz tutmuştu. Biri, Cebecibaşnın komutasında ve maaşlı, diğeri de Lağımcıbaşı denilen komutanın emri altında ve tımarlı olan iki kısma ayrılıyorlardı.

KAPIKULU SÜVARİSİ
Osmanlı kapıkulu ordusunu teşkil eden ikinci sınıf askerî güç, Kapıkulu süvarisidir.
Osmanlıların muvaffakiyetli hamlelerinde bu sınıfın da büyük bir hissesi vardır.
Kapıkulu süvari sınıfını meydana getiren efrad da devşirme çocukları ile harplerde esir alınan çocuklardan meydana geliyordu. Bunlar da yeniçeriler gibi hükümdarın şahsına mahsus olan atlı kuvvetler idi. Derece ve maaş itibariyle yeniçerilerden daha yüksek olmalarına rağmen, idare üzerindeki nüfuzları ve harplerdeki önemleri itibarıyla onlar kadar ilerde değillerdi.
Kapıkulu süvarileri, hükümdarla birlikte sefere gittikleri zaman onun sağ ve solunda yürürlerdi. Sipah sağda, silahtar da solda bulunurdu. Sipahin sağında sağ ulûfeciler, silahtarların solunda da sol ulûfeceler yürürlerdi. Bunların sağ ve solunda da sağ ve sol garipler yürüyorlardı.
Sipah ve silahtarlar, muharebe meydanında padişahın çadırını (Otağ-ı hümâyun), ulûfeciler gerek muharebe esnasında, gerekse konaklama yerlerinde saltanat sancaklarını, garipler ise ordu ağırlıkları ile hazineyi muhafaza ederlerdi.

EYÂLET ASKERLERİ
Osmanlı kara ordusunun ikinci kısmını meydana getiren, devletin büyümesinde, gelişmesinde ve sınırlarını genişletmesinde önemli derecede rolü bulunan askerî kuvvet, eyalet askerleridir. Bunlar: Yerli Kulu, Serhad Kulu, ve Tımarlı Sipahiler olmak üzere 3 gruptan oluşmaktadır.

YERLİ KULU
Yerli Kulu piyadesi, eyalet paşaları ile sancak beylerinin komuta ve idaresinde bulunan, komutanları da bunlar tarafından tayin olunan muntazam ve disiplinli bir askerî sınıftır. Devlet merkezindeki askere Kapıkulu dendiği gibi, merkezin dışında bulunan bu askere de Yerli Kulu denmekteydi. Hizmet gördükleri müddetçe maaş alabilen bu askerî sınıfın iaşesi, eyalet veya sancak beyi vasıtasiyle veyahutta devlet hazinesinden verilirdi. Bu sınıfa dahil askerler gördükleri hizmetlere göre: 1- Azepler, 2- Sekban ve tüfekçiler, 3- İcareliler, 4- Lağımcılar, 5- Müsellem'ler olmak üzere beş gruba ayrılmaktadır.

1. Azepler
Kelime olarak "bekâr" demek olan azep tabiri, Osmanlı askerî teşkilâtında: bekâr, güçlü ve kuvvetli olan gençlerden meydana getirilmiş bir askerî sınıf için kullanılmaktaydı. Yerlikulu askerinin ilk sınıfını meydana getiren azepler, harplerde büyük hizmetler görüyorlardı. Ordunun ön saflarında yer almalarından dolayı düşman taarruzuna en çok onlar maruz kalıyorlardı. Klasik Osmanlı ordusunda azepler, Anadolu'daki Müslüman Türklerden kurulu hafif piyade askerî birliğidir..

Ok, yay ve pala gibi hafif silahlarla donatılmış olan azepler, ordunun ön saflarında bulunduklarından ilk olarak onlar düşman hücumuna maruz kalırlardı. Bunların gerisinde toplar, onların arkasında da yeniçeriler yer alırdı. Savaş başladığı zaman azepler sağa sola açılmak suretiyle topçunun rahat ateş etmesine imkan sağlarlardı.

2. Sekban ve Tüfekçiler
Yerlikulu piyadelerinden olan sekbanlar, askere ihtiyaç hasıl olduğunda meydana getiriliyorlardı. Bunlar, devlet merkezinden gönderilen ve "Lağımcıbaşı" denilen bir subayın komutasına verilmişlerdi.

3. Müsellemler
Osmanlı Devleti'nde, pek çok görevi yerine getiren müsellemler, harp zamanlarında ordunun geçeceği yollan temizlemek, köprüleri tamir etmek ve yol açmak gibi hizmetlerle de mükellef idiler: Buna karşılık barış zamanlarında bütün vergilerden muaf sayılıyorlardı. Zaten bu ismi bu yüzden almışlardı. Rumeli'de genellikle Hıristiyan tebeadan olan müsellemlere karşılık, Anadolu'da Müslüman tebea istihdam olunurdu. Bunlara "Yörük" ismi verilirdi.

SERHAD KULU
Osmanlı kara ordusunun, önemli bir bölümünü meydana getiren eyâlet askerlerinin bu ikinci sınıfı olan Serhad kulu da, hizmet ve durumlarına göre ayrı kategorilerde mütalaa edilmiştir. Bu sımf: Akıncılar, Deliler, Gönüllüler ve Beşliler olmak üzere daha küçük birliklere ayrılmışlardır.

1. Akıncılar
Serhad kulu grubunun en önemli birliğini akıncılar teşkil ederdi. Müslüman Türklerden meydana getirilen hafif süvari kuvvetlerinden teşekkül eden birliktir. Serhad denilen hudud boylarında bulunan akıncılar, fevkalade disiplinli bir teşkilâta sahiptiler. Bunlar, atlarla düşman içlerine kadar sokulur, gerek bizzat gördükleri, gerekse düşmandan elde edilen esirler vasıtasıyla öğrendikleri bilgileri değerlendirerek önemli bir istihbarat ağı kurmuşlardı. Öncü kuvvetler oldukları için, ordunun keşif hizmetlerini görüyorlardı. Bundan başka onlar, düşman topraklarındaki araziyi tedkik ederek orduya yol açıyorlardı. Çok seri hareket ettikleri için, düşmanın pusu kurmasına imkan vermiyorlardı. Ayrıca ordunun geçeceği yerlerdeki mahsûlü korumak suretiyle ekonomik bir fayda da sağlıyorlardı. Çok hızlı hareket ettikleri için, düşmana karşı dehşet saçar ve onların maneviyatı üzerinde çok etkin psikolojik tesirde bulunurlardı.
Akıncılar içinde devşirme yoktur. Bu sınıfa, Arnavut ve Boşnak gibi, Osmanlılar vasıtasiyle Müslüman olanlar da alınmazdı. Akıncı olabilmek için Osmanlı Türkü olmak gerekiyordu, Büyük bir kısmı, Avrupa ve Balkan halklarının dillerini çok iyi biliyordu. Bu sebeple sınırların ötesinde kendilerine bağlı birçok ajanları vardı. Barış zamanında akıncılar, kendi iş ve talimleri ile meşgul olurlardı. Düşman ülkesine yapılan akınlar, gelişigüzel değil, bir plan ve program dahilinde olurdu.

2. Deliler
Serhad kulu askerinin bir bölümünü de "Deliler" teşkil ediyordu. Bunların büyük bir kısmı Türk'tü. Öncü birliklerden olan ve deli denilen bu atlılar da akıncılar gibi gözünü budaktan sakınmıyorlardı. Gerçekten bu sınıfa mensub olanlar, öyle bir cesarete sahip idiler ki, aslı "delil" demek olan bu tabir, cesaretlerinden dolayı halk arasında "deli" olarak meşhur olmuştu. Başlarında, benekli sırtlan derisinden yapılmış ve üzerine kartal kanatları takılmış bir başlık bulunurdu. Şalvarları kurt veya ayı derisinden olup tüyleri dışarda idi. Bu kıyafetleri ile deliler, düşmana büyük bir korku verirlerdi.

TIMARLI SİPAHİLER
Osmanlı eyâlet kuvvetlerinin en kalabalık ve önemli sınıfını tımarlı sipahi denilen atlı birlikler meydana getiriyordu. Devletin büyüyüp gelişmesinde başlıca rolü oynayan topraklı ve tımarlı süvari teşkilâtı, daha önceki Müslüman Türk devletlerinde de vardı. Osmanlılar, bu sistemi daha da geliştirmişlerdi. Bu sayede Osmanlılar, bir taraftan toprağın işlenmesini sağlarken, öbür taraftan devletin atlı ihtiyacını gideriyorlardı.
Tımarlı sipahiler her sancakta bir kısım bölüklere ayrılmışlardı. Her bölüğün "Subaşı" denilen çeribaşları ile bayraktar ve çavuşları vardı. Tımarlı sipahilerden her on bölük (bin kişi) bir alaybeyinin komutası altında bulunurdu. Alaybeyleri ise sipahileri ile birlikte bağlı bulundukları sancak-beylerinin, onlar da eyalet valisi olan beylerbeyinin komutası altında sefere giderlerdi. Savaş esnasında ordunun sağ ve solundaki kanatları teşkil ederek hilal şeklini almak suretiyle yandan gelecek saldırılara karşı merkezi muhafaza ediyorlardı. Savaşta ölen sipahinin çocukları devlet tarafından himaye edilir ve çocuklarından birine dört bin, ikincisine üç bin akçalık tımar bağlanırdı.

XVII. asır başlarına kadar Anadolu ve Rumeli'deki tımarlı sipahilerle, bunların kanunen beraberlerinde harbe götürmeye mecbur oldukları "Cebelû" sayısı 90 binden fazla iken bu miktar, sonraları üçte bire inmişti. Tımarlı sipahi askerinin azalması sonucunda valiler, kapılarında besledikleri derme çatma levend, sarıca, sekban gibi kuvvetlerle bunların yerlerini doldurmaya çalıştılar.

OSMANLI DONANMASI
Osmanlı denizciliğinin temelinde, Anadolu Selçuklu Devleti, Aydınoğulları ve Karesi Beyliği gibi komşu devlet ve beyliklerin teknik ve tesirleri bulunmaktadır. Gerçekten, Osmanlı Beyliği gelişip denizlere ulaştığı ve kıyı sahibi olduğu zaman, komşu Türk beyliklerinin gemilerinden istifade etmişti. Nitekim Rumeli'ye de bu beyliklerin gemileri ile geçmişti. Bununla beraber Osmanlıların ilk zamanlarda küçük te olsa Karamürsel, Edincik ve İzmit'te tersane kurdukları bilinmektedir. Gelibolu'nun fethinden sonra burada bir tersane kurularak denizcilik yolunda ilk önemli adım atılmış oluyordu. Bundan başka Saruhan, Aydın ve Menteşe beylikleri gibi denizde kıyısı olan beylikler, Osmanlı Devleti'nin idaresine girince, onların tersanelerinden de istifade edilmişti. Böylece daha ilk dönemlerden itibaren tarih sahnesinde önemli rol alıp hizmet yapacak olan muazzam bir devletin donanmasının temelleri atılmış oluyordu.

Osmanlı harp gemileri, Gelibolu ile İstanbul tersanelerinden başka Karadeniz, Marmara ve Akdeniz sahillerindeki birçok iskele ve mevkide yapılırdı. Donanmaya olan ihtiyaç sebebiyle bu hariç tersanelerde yapılacak gemilerin sayı ve çeşitleri, hükümet tarafından o mahallin kadılarına bildirildiği gibi bunların inşa müddeti de tayin edilirdi.
Alıntı ile Cevapla
Alt 28 Aralık 2013, 14:43   Mesaj No:3
Medineweb Emekdarı
Medineweb - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medineweb isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13301
Üyelik T.: 04 Şubat 2011
Arkadaşları:5
Cinsiyet:erkek
Yaş:37
Mesaj: 4.833
Konular: 926
Beğenildi:342
Beğendi:0
Takdirleri:62
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: sakarya ilitam İslam Tarihi 9-14.haftalar

11. HAFTA
OSMANLI MALİYESİ
Osmanlı maliye teşkilâtının başında "Defterdar" adı verilen bir görevli bulunmaktadır. Bu görevli, günümüzdeki Maliye Bakanlarının yerine getirmekle yükümlü oldukları görevleri yapıyordu. Önceleri teşkilatın başında bir defterdarla, onun maiyeti vardı. Bütün malî işlerden bu Baş defterdar sorumlu idi. Ancak zamanla Osmanlı ülkesinin genişlemesi üzerine defterdar sayısı ikiye çıkarıldı.

Osmanlı maliyesi, "Miri hazine" (veya dış hazine) ile Enderun (veya iç hazine) hazinesi olmak üzere iki kısımdı. Dış hazinenin görev ve yetkisi, devletin genel gelirlerini toplamak ve gerekli masrafları yerli yerinde kullanmak şeklinde belirlenmişti. İç hazine ise padişaha aitti. Padişahlar, bu hazineyi istedikleri şekilde kullanıyorlardı. Şayet dış hazinenin parası yetişmez ise iç hazineden borçlanmak suretiyle ödünç para alınırdı. Dış hazine, vezirde bulunan hükümdar mührü ile açılıp kapanırdı. Hazine, defterdarın sorumluluğu, vezirin denetimi altında idi.
Osmanlı parasının Osman Gazi döneminde tedavüle çıktığı anlaşılmaktadır. Gümüşten mamul Osmanlı parasına "akça" deniyordu. Her padişah, hükümdarlık alameti olarak kendi adına para bastırırdı. Osmanlı hükümdarları Fâtih Sultan Mehmed dönemine kadar gümüş ve bakır para bastırdılar. Kuruluş döneminde ve daha sonraki dönemlerde paranın ayarına ve saf gümüş olmasına özen gösteriliyordu

VERGİLER
Osmanlı maliyesinin farklı gelir kaynakları vardı. Bunların başında da halktan toplanan vergiler geliyordu. Tarihî bir vakıa olan vergi, amme hizmetlerinin muntazam bir şekilde devamlılığını temin için başvurulan bir çaredir. Bu yüzden verginin, devletlerin ekonomik ve sosyal hayatlarında önemli bir yeri bulunmaktadır.

Osmanlı devlet sisteminin önemli müesseselerinden biri olan mâliyenin, temel dayanağını teşkil eden vergi, genel mânâda iki ana bölüme ayrılır. Bunlardan biri tamamiyle şeriata dayanan ve esas itibarı ile Kitab (Kur'an) ile Sünnet'ten kaynaklanan "Şer'î Vergiler"dir ki buna "Tekâlif-i Şer'iyye" denmektedir. İkincisi de baş gösteren malî sıkıntılar yüzünden devlet tarafından bir zorunluluk sonucunda konan "Örfî Vergiler"dir ki buna da "Tekâlif-i Örfiye" denir.

ŞERİ VERGİLER (TEKÂLİF-İ ŞER'İYYE)
ZEKÂT
Osmanlılarda daha ziyade gayr-i müslim tebeayı ilgilendiren vergilerden biri, Haraç adını taşımaktadır. İslâm vergi hukukunda olduğu gibi Osmanlılarda da Haraç iki kısma ayrılmaktadır. Bunlar Harac-ı Muvazzaf ve Harac-ı Mukasem adını taşımaktadırlar.
Harac-ı Muvazzaf, arazi üzerine maktu bir şekilde konmuş bulunan akça olup zaman ve mıntıkalara göre farklı isimler alıyordu. Bunların bir kısmı adeta toprağın ücreti olarak alınmaktaydı. Bu gruba girenlerden bir kısmını şöyle isimlendirmek mümkün olacaktır: Resm-i Çift, Resm-i Zemin, Resm-i Âsiyâb, Resm-i Tapu, Bir kısmı da bir çeşit şahsî vergilere girmekteydi ki bunlar da: Resm-i Arûs, Resm-i Mücerred, İspenç ve Dühan gibi isimler alıyordu. Biraz aşağıda görüleceği gibi Harac-ı Mukasem, Osmanlılar döneminde "öşür" kelimesi ile ifade ediliyordu. Bu bakımdan biz de öşür bahsinde ona temas edeceğiz.

ÖŞÜR
Bilindiği gibi İslâm vergi hukukuna göre, ziraî mahsullerden belli nisbetler şartlar dâhilinde Müslüman tebeadan alınan vergiye Öşür denir. Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında diğer Müslüman devletlerde olduğu gibi, mülk olan "arazi-i öşriyye"den sadece öşür alınmaktaydı. Bu dönemde Osmanlılarda arazi biri "Öşriyye" diğeri de "Haraciyye" olmak üzere ikiye ayrılıyordu.

CİZYE
Devletin, idaresinde bulunan gayr-i müslimlerin haklarını korumak, onlara gelebilecek zararları ortadan kaldırmak ve askerlik hizmeti karşılığında aldığı bir vergidir. Bir mânâda buna, devletin müslüman tebeadan aldığı zekât karşılığıdır denebilir. Zira müslüman olmayan tebeayı cizyeye bağlamakla, devlette bir denge sağlanmış bulunuyordu. İslâm nazarında müslümanlarla zımmîler devletin vatandaşlarıdır. Aynı haklardan faydalanmakta ve aynı ölçülerde devletin imkânlarından yararlanmaktadırlar. Bu sebeple, Müslümanların ödediği zekâta karşılık, ehl-i zimmet te cizye vermekteydi.

Osmanlı Devleti'nde bu vergiyi vermekle yükümlü tutulan kimseler, sadece ergenlik çağına gelmiş akıl ve vücutça sağlam olan erkeklerdir. Binaenaleyh sadaka ile geçinen rahipler, çalışamayacak derecede bir rahatsızlığı olup fakir düşenler, 14-75 yaşlarından küçük veya büyük olanlar ile kadınlar cizyeden muaf idiler.

ÖRFÎ VERGİLER (TEKÂLİF-İ ÖRFİYYE)
Osmanlılarda şer'î vergilerin yanında, temeli ihtiyaçlardan doğan ve örfe dayanan bir verginin daha bulunduğuna temas edilmişti. Külliyetli miktarda askerin beslenmesi, donatılması ve harbe hazır bir duruma getirilebilmesi ile donanmanın hazır halde bulundurulması gibi mecburiyetler, devleti böyle bir vergiyi koyma zorunda bırakıyordu.

TAŞRA TEŞKİLÂTI
Osmanlı Devleti'nde taşra idaresi, aşağıdan yukarıya köy, kaza, sancak ve beylerbeyilik olmak üzere idarî ve askerî taksimata tabi tutulmuştu. Reaya denilen köy halkı da "dirlik", "vakıf ve "mülk" reayası olmak üzere üç sınıfa ayrılmıştı. Köylerin birleşmesiyle kazalar, kazaların birleşmesinden sancaklar, sancakların birleşmesinden de eyaletler ortaya çıkmıştı.

BEYLERBEYİ
Osmanlı Devleti'nde mîrimîran, emirülümera ve XVIII. yüzyıldan itibaren de vali gibi kelimelerle ifade edilen beylerbeyi, çok büyük ve itibarı yüksek bir görevli idi. Osmanlıların ilk dönemlerinde sadece bir beylerbeyi bulunur ve bütün ordu işlerinden sorumlu olurdu. Hükümdardan sonra sözü en fazla geçerli olan o idi. Bu devlette ilk beylerbeyi olarak bilinen kimse Orhan Gazi'nin oğlu Süleyman Paşa idi. Onun vefatından sonra bu vazife, Lala Şahin Paşa'ya verilmişti. Fakat Sultan I. Murad zamanında Çandarlı Halil Hayreddin Paşa'nın ordu komutanlığını da eline alması üzerine beylerbeyilerin önemleri bir dereceye kadar azalmış gibi görünse de nüfuzları yine de devam ediyordu. XIV. asır boyunca beylerbeyi, taşra kuvvetlerin komutanı ve çeşitli sancaklara dağılmış beylerin âmiri durumunda idi.

Beylerbeyiler, kendi bölgelerinde bütün "umur-ı siyasette" sultanın temsilcisi olmak, beylerbeyi divanında askerî hususlara dair meseleleri halletmek, güvenliği sağlamak, tımar tevcihi ve terakkilerini yürütmek gibi vazifelerle yükümlü idiler. Beylerbeyiler, kendi bölgelerindeki sancakbeyleri ile tımarlı sipahileri maiyetine alarak emr edilen yerde orduya katılmak zorunda idiler. Beylerbeyi seferle görevlendirildiği zaman yerine vekil olarak "mütesellim" denilen birisini bırakırdı.

Derece itibariyle en büyük beylerbeyi Rumeli beylerbeyi idi. Ondan sonra Anadolu beylerbeyi gelirdi. Kanunnâmelerde belirtildiğine göre beylerbeyi olabilmek için Mal defterdarı, beylik ile nişancı olanlar, beşyüz akçalık kadılar ve dörtyüz bin akça hassı olan sancakbeyleri beylerbeyi olabilirlerdi. Rumeli beylerbeyi terfi ettiği zaman "Küçük vezir" yani Divan-ı Hümâyun'da sonuncu vezir olurdu. Anadolu beylerbeyi terfi ettiği zaman da Rumeli Beylerbeyi olurdu.

SANCAKBEYİ
Sancak, Osmanlı taşra teşkilatında kazaların birleşmesiyle teşekkül eden ve sancakbeyi denilen görevli tarafından yönetilen idarî birimin adıdır.

Sancakbeylerinin dereceleri, sahip oldukları has gelirine göre tayin edilirdi. Kanunnâmelerde belirtildiği gibi bunlara dörtyüz bin akçaya kadar has verilmekteydi. Oğullarına ise otuz bin akçalık zeamet bağlanırdı. Sancakbeyleri protokolda bütün ağaların üstünde bir yere sahiptiler. Devlet merkezindeki yeniçeri ağası, nişancı, mir-i alem gibi hizmet sahipleri, sancak beyi olurlarsa beşyüz veya dörtyüz bin ile tayin edilirlerdi.

TOPRAK İDARESİ
İslâm âleminde bir gelenek olarak, Osmanlılardan önceki Müslüman devletlerde ve özellikle Büyük Selçuklularda görülen ikta sistemi, Büyük Selçuklulardan sonra gelen bütün Türk İslâm devletlerinde uygulanmıştır.
Anadolu'da, Osman Gazi ile başlayan tımar sistemi, ondan sonra gelen torunları tarafından devam ettirildi. Gerçekten de Orhan zamanında tımar tevcihlerine dair bir çok tarihî kayıt bulunmaktadır. Ayrıca gazilerin yani tımar erlerinin yeni zaptedilen uçlara yerleştirildiği hakkındaki rivayetler de tımarların askerî özellik ve mahiyetlerini daha iyi anlamamıza vesile olmaktadır. Rumeli fetihleri başlayınca tımar sistemi oralarda da uygulanmaya başladı. Sultan I. Murad devrinde Rumeli fütuhatı ehemmiyet kazanınca Anadolu'dan pekçok halk ve bazı Türk aşiretleri oradan alınıp Rumeli'ye iskân ettirildiler. Bu yeni gelenlerin geçimlerini sağlamak için onlara toprak tahsis edilmesi gerekiyordu. Bu nedenle tımar sistemi daha da yaygınlık kazanmaya başladı.

Başlangıçta “Has” ile “Tımar” şeklinde ikiye ayrılmış olan dirlikler, I. Murad döneminde yeni bir kategorinin katılması ile üç kısma ayrıldılar. Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa ölünce, onun yerine Kara Ali oğlu Kara Timurtaş Paşa beylerbeyi olmuştu. Dirlikleri yeniden düzenlemek isteyen Kara Timurtaş Paşa, “Has” ile “Tımar” arasında “Zeamet” adı ile yeni bir derece ihdas etti. Tedricî bir tekâmül takib ettiği muhakkak olan bu toprak sistemi, toprağın mülkiyet hakları ile ilgili değildir.

1858 tarihli arazi kanununa göre Osmanlılarda arazi:
a- Arazi-i Memlûke, b- Arazi-i Emîrîye, c- Arazi-i Mevkufa, d- Arazi-i Metruke, e- Arazi-i Mevât olmak üzere beş gruba ayrılmaktadır:

a- Arazi-i Memlûke: Mülkiyet yolu ile tasarruf edilen topraklar olup dört kısımdan ibarettir:
1. Kasaba ve köylerdeki arsalar olup yarım dönümlük yerlerdir.
2. Emîrîye topraklardan mülkiyete dönüştürülen yerlerdir.
3. Öşrî topraklardır.
4. Haracî topraklardır.

Arazi-i Memlûkeye mâlik olanlar, mallarını diledikleri gibi kullanır, işler, satar, hibe veya vakf edebilir. Bütün bu muamelat için fıkhî hükümler tatbik edilir.

Arazi-i Emîrîye: Devlete ait olup fertlere, tarla, otlak, yaylak, kışlak vs. olarak tahsis edilen yerlerdir. Eskiden tımar ve zeamet sahipleri tarafından kullanılan bu topraklar, arazi kanunnâmesi hükümlerine göre tapu ile tasarruf edilir hale getirilmiştir.

Arazi-i Mevkufa: Toplumun menfaati göz önünde bulundurularak vakf edilmiş olan topraklardır. Vakfı yapan (vâkıf) tarafından tesbit edilen şartlara göre kullanılır.

Arazi-i Metruke: Toplumun menfaati için yapılan yollar, köprüler ile köy ve kasaba halkının birlikte istifade edebilmesi için bırakılan mera, koru vs. gibi yerlerdir.

Arazi-i Mevât: Köy, kasaba ve fertlere tahsis edilmemiş bulunan ve imar bölgeleri dışında bırakılmış olan topraklardır.

TIMAR (DİRLİK)
Bu sistem, devlete ait mîrî arazinin, savaşlarda yararlılığı görülen, kale yapım ve tamirinde bulunan, devlete hizmet eden mücahidlere, askerlere ve diğer bazı hizmet erbabına dağıtılarak, bu kimselerin, kendilerine verilen araziye ait örfî ve şer'î vergileri toplaması şeklinde tanımlanabilir. Toprağın "rakabe" denilen çıplak mülkiyeti devlete, kullanma ve yararlanma hakkı tımar sahibine aittir. Toprak üzerindeki bu hak, babadan oğula intikal etmekte, ancak tımar sahibinin toprağı satması, hibe etmesi, bağışlaması, rehine koyması veya miras olarak intikal ettirmesi mümkün değildir.

Devlette, büyük bir fonksiyonu bulunan tımar sistemi, Osmanlı toprak rejiminin temelini teşkil ediyordu. Zira bu toplumda iktisadî, içtimaî, askerî ve idarî teşkilâtların tamamı büyük ölçüde toprak ekonomisine dayanmaktaydı. Toplum hayatında en küçük vazife sahibinden, devletin en üst kademesinde bulunan hükümdara varıncaya kadar hemen hemen bütün sosyal gruplar, geçimlerini toprak ürünleri ile sağlıyorlardı.

Osmanlı toprak düzeninde dirlikler, üç kısma ayrılıyordu. Bunlar:
Has: Padişah, vezir ve ileri gelen devlet adamlarına tahsis edilip, senelik hâsılatı 100 bin akçadan fazla olan yerlere (dirliklere) denirdi. Her has sahibi, gelirini her beş bin akçası için bütün masrafları kendisine ait olmak üzere bir ''cebelû” yetiştirmek ve beraberinde harbe götürmek mecburiyetindeydi. Haslar ırsî değildir.

Zeamet: Senelik hâsılatı 20-100 bin akça arasında değişen dirliklerdir. Bu gelirin 20 bin akçası kılıç hakkı olduğundan, zeâmet sahibi bunun dışında kalan her beş bin akça için bir “cebelî”yi yetiştirmek ve harbe götürmek zorundaydı. Zeametler, devlet merkezinde bulunan hazine ve tımar defterdarlarına, zeamet kethüdalarına, sancaklardaki alay-beyine kale dizdarlarına, kapıcıbaşılara, hâcegan-ı diyan-ı hümâyuna ve müteferrikalara tevcih olunurdu. Bunların büyük bir suçu görülmedikçe zeametleri ellerinden alınmazdı.

Tımar: En küçük kategoriyi teşkil eden ve senelik geliri 3.000-20.000 akça arasında olan dirliklerdir. Bu dirlikte, cinslerine göre kılıç hakkı değişmektedir. Kılıç hakkının dışında kalan her üç bin akça için tımar sahibi bir "cebeli" yetiştirmek zorundadır.

TIMAR SİSTEMİNİN BOZULMASI VE ORTADAN KALKMASI
Kanunî Sultan Süleyman devrinde, tekâmülünün zirvesine erişen tımar sistemi, bu pâdişâhın ölümünden sonra bozulma temayülü göstermeye başlamış olacaktır. Koçi Bey 1584 tarihine kadar tımarların kılıç ehli elinde ve ocakzâdelerde bulunduğunu, bu sınıfa yabancı ve kötü kişilerin girmediğini keza tımarların büyükler ile âyânın sepetine de girmediğini belirterek o ana kadar bir bozulma belirtisi görülmediğine işaret eder. Fakat XVI. asrın sonlarına doğru tımarların iltizam usûlü ile verilmesi, bunun neticesinde mültezimlerin fazla kâr sağlayabilmeleri için reayaya haksızlıklarda bulunmaları, bozulmanın başlangıcı sayılmaktadır.

SOSYAL MÜESSESELER
VAKIFLAR
Abbasîler devrinde, hukukî esasları tesbit edilen vakıf müessesesi, İslâm dünyasının her köşesine sür'atle yayıldı. İslâm cemiyetinin siyasî ve iktisadî gelişmesiyle paralel olan bu çoğalmayı, Mâveraünnehr'den Atlantik kıyılarına kadar her tarafta görmek mümkündür. Mescidler, türbeler, ribatlar, tekkeler, medrese ve mektepler, köprüler, sulama kanalları, suyolları, kervansaraylar, hastahaneler, hamamlar, imaretler gibi birçok dinî ve hayrî tesis hep bu vakıflar sayesinde vücuda getirildi.

Orhan Gazi'den başlayarak Osmanlı padişahları, sultanları, vezirleri, emirleri, zengin tebea ve hatta güçleri nisbetinde fakirler de pek çok vakıf tesisler meydana getirdiler. Niğbolu'dan zaferle Bursa'ya dönen Yıldırım Bâyezid, burada bir Dârulhayr, bir hastahane, bir tekke, iki medrese ve bir cami yaptırdı. Bütün bu müesseselerin ihtiyacını giderebilecek genişlikte vakıfları da tayin etmeyi ihmal etmedi. Nitekim, Dârulhayrın evkafından olmak üzere aş ve yemden başka her yıl bilginlere, yerli ve yabancı yoksullara 600 müdd buğday verilmek, her gün konuğa ve yerliye et ile birlikte 300 çanak aş eriştirilmek üzere vakıflarını tayin buyurdu.

Vakfı Yapan Kimsede Bulunması Gereken Şartlar:
1. Vâkıfın, temlik ve teberrua ehil olması gerekir. Başka bir ifade ile akil, baliğ, reşid ve hür olmalıdır. Yaşı küçük ve akıl sağlığı yerinde olmayanın vakfı sahih değildir.
2. Vâkıf, borçtan dolayı mahcur bulunmamalıdır.
3. Vâkıfın, vakfa rızası bulunmalıdır.
4. Vâkıf, vakf ettiği şeyi, hayır ve sevab kazanma inancı ile yapmalıdır. Burada gözetilen gaye, ALLAH'ın rızası ve toplumun menfaatidir.

Vakfedilen Malda Bulunması Gereken Şartlar:
1. Vakfedilen mal, vakıf anında vâkıfın mülkü olmalıdır. Başkasına ait olan bir şey vakfedilemez.
2. Vakf edilen mal deyn (borç) veya menfaat olmamalıdır.
3. Vakfolunacak malın akar (ev, dükkân, tarla gibi gelir getiren mülk) olması gerekir.
4. Vakıfta muhayyerlik şartı bulunmamalıdır.
5. Vakf edilecek bina ve ağaçlar, müstahikkulkal' (yıkılmaya veya sökülmeye mahkûm) olmamalıdır.
6. Vakfın meşrutun lehi (vakıftan istifade edecek olanlar) belli olmalıdır.14

Vakıfların Kuruluş Şekilleri:
Vakıflar, şartlan haiz olan kimseler tarafından aşağıdaki şekillerden biri ile kurulabilir. Bunlar:
1.Tescil suretiyle: Vâkıf, hâkime (kadıya) müracaatla vakıf kurmak istediğini bilidirir. Bunun üzerine hâkim, yukarıda bir kısmından bahs edilen şartların bulunup bulunmadığını araştırır. Şayet bu araştırma müsbet bir şekilde sonuçlanırsa o zaman şahidlerin (şuhûdu'1-hal) huzurunda ve onların da karara iştiraki ile vakfı karara bağlayıp tescil eder.

2.Vasiyet yolu ile: Vakfı yapacak olan kimsenin ölmeden önce vasiyet etmesi suretiyle kurulan vakıftır. Eğer vâkıfın mirasçıları yoksa mamelekinin tamamını, varsa üçte birini vasiyet suretiyle vakf edebilir. Ölümü halinde vasiyeti gereğince mülkü vakıf olur.

3.Fiil ve Hareketle: Bir kimse mülkü olan bir arsa üzerinde cami inşa ettirip, ezan okutturup, cemaatin camide namaz kılmasına müsaade etse ve kendisi de bu cami içinde cemaatla birlikte namaz kılsa o mekân vakf-ı lâzım suretiyle vakıf olur. Artık burası cami olmuştur.

VAKIFLARIN İDARESİ
Bu büyüklükteki bir müessesenin iyi idare edilmesi, belli bir sisteme bağlanması ile mümkündür.. Nitekim her vakfın bir vakfiyesinin bulunması, vakfiyedeki (vakıf senedi) şartların "nass" gibi kabul edilmesi, vakfiyelerin tescil edilmeleri ve ayrıca bunları yönetmek için müstakil idarelerin kurulmuş olması bunu göstermektedir.

Osmanlılar döneminde şahıslar tarafından kurulan vakıflarla mütevelliler meşgul oluyor, bunlar kadılar vâsıtasiyle teftiş ve murakabe ediliyorlardı. Her kadı, kendi mıntıkasındaki vakıfları, emrindeki müfettişlerce teftiş ettirdiği gibi, bazan bizzat kendisi de bunları teftiş ederdi. İstanbul kadısı ise bütün vakıfları teftiş yetkisine sahipti.

Mısır, Suriye, Arabistan ve Kuzey Afrika'nın ilhakından sonra buralarda bulunan vakıflar 995 (M. 1587) senesinde kurulan "Haremeyn Evkaf Nezareti"ne bağlandı. Daha sonra gelişen vaziyet gereği, Anadolu ve Rumeli vakıflarının idaresi de 12 Rebiülevvel 1242 tarihinde teşkil olunan "Evkaf-ı Hümâyûn Nezâreti"ne bağlandı. Bu nezâretin teşkilinden sonra müessesenin başına getirilen ilk nazır el-Hac Yusuf Efendi olmuştu.

Haremeyn Evkaf Nezâreti, 1254 (1838) yılında Evkaf-ı Hümâyûn Nezâreti'ne ilhak olundu.
Osmanlı’da vakıfların idaresi ile ilgili kurumlar:.

Harameyn Nezareti: Haremeyn (Mekke-Medine)'e bağlı vakıflarla, Ayasofya, Sultan Ahmed, Nuruosmaniye, Yenicami, Üsküdar'da ise Çinili ve Atik Valide Camileri vakıflarının idareleri "Dârussaade Ağaları"mn elinde idi. 995 (1587) senesi Muharrem'inde Habeşî Mehmed Ağa'nın başına getirilmesi ile kurulan Haremeyn Nezâreti, meşrutun lehi "Haremeyni'ş-Şerifeyn" halkı olan vakıfların idaresine bakardı. Kuruluşundan kısa bir müddet sonra Osmanlı Padişahları, hanımları ve Dârussaade Ağalan gibi önemli şahsiyetlerin vakıfları, buna ilave edildiği için bu nezâret önem kazanmıştı. Bu nezâret dört daire tarafından idare edilirdi. Bunlar:

ı- Evkaf-ı Haremeyn Müfettişliği: Diğer vakıf müfettişlerinden ayrı olarak nezâretin kuruluş tarihi ile birlikte kurulmuş hukukî bir memuriyetti. Haremeyn vakıfları ile birlikte diğer bütün vakıfların hukukî problemlerini ve işleyiş tarzlarını da teftiş ederdi. Bu müessesenin başına ilk defa seçkin âlimlerden biri olan Amasyalı Mehmed Efendi getirilmişti.
ıı- Evkaf-ı Haremeyn Muhasebeciliği: Dârussaade ağalarının nezâreti altında bulunan bütün vakıfların vakfiye ve kuruluş gayelerini tescil eden, vakıfları, vakfiyelerinin şartlarına göre idare eden ve muhasebelerini tutan önemli bir memuriyet idi.
ııı- Evkaf-ı Haremeyn Mukataacılığı: Haremeyn vakıflarından mukataaya bağlanan, bütün vakıf arazi ve binaların kayıtlarının tutulması bu daireye aitti. Aynı şekilde vakıflara ait vergi ve diğer gelirlerin toplanması (cibâyet), ferağ ve intikallerin sağlanması bu daire tarafından yürütülürdü.
ıv- Dârussaade Yazıcılığı: Dârussaade Ağaları'nın bütün yazışmaları bu büro tarafından yürütülüyordu. Burada çalışan görevliler, Dârussaade Ağaları'nın bütün sırlarını bildikleri için geniş bir nüfuza sahiptiler.
Bu dört daire tarafından tutulan defterler, sıyakat hattı ile yazıldıkları gibi muhteva bakımından da tarihî belgelerin en mükemmeli durumunda idiler.
Haremeyn Nezâreti'nin idare merkezi, saray müştemilatından olan Darphânenin üst tarafı idi.

Vezir Nezareti: Sadrazamların nezâreti ile idare olunan vakıflardır. Fâtih Sultan Mehmed'in 88
İstanbul'da yaptırdığı bina ve diğer hayır eserlerinin idaresini hicrî 868 (1463)'de vezir Mahmud Paşa'ya, 872 (1467)'de de veziriazam İshak Paşa'ya tevcihiyle başladı. Bunlara daha sonra Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman vakıfları da ilâve edilirdi. "Ser müfettiş" adı ile ulemadan biri bu vazife ile görevlendirildi.

c- Şeyhülislam Nezareti: Sultan II. Bâyezid Han'ın İstanbul ve diğer şehirlerde meydana getirip tesis ettiği hayratının idaresini, hicrî 912 (1506) senesinde Şeyhülislâm Alaeddin Ali Efendi'ye tevcihi ile başladı. İdare merkezi Bâyezid imaret dairesi idi.
d- Tophane Umerası Nezareti: Sultan Bâyezid, Ha-midiye, Laleli, Selimiye, Mihrişah Valide ile II. Mahmud vakıflarının mülhakat ve mukataatından ibaret idi. Darphâne tarafından yönetilirdi.
e- İstanbul Kadıları Nezareti: Kadılara meşruta olan bu vakıfların tamamına İstanbul kadıları nezâret ederlerdi. Daha sonra bu nezâretlere Galata, Üsküdar, Eyyub kadılıkları ile Kaptan Paşa, Yeniçeri Ağası, Sekbanbaşı, Bostancıbaşı gibi nezâretler de ilave edilmek suretiyle bu rakam 12 sayısına kadar çıkmıştı.

VAKFİYE
Vakfiye, vakfın vâkıfı (vakf eden, vakfı tesis eden) tarafından hazırlanmış nizâmnâmesine verilen bir isimdir. Vakfiyeler, kadılık siciline kayd edilip işlendikten sonra kesinleşirlerdi.
Tarih boyunca vakfiyeler, taş, deri ve kağıt gibi yazı için elverişli bulunan malzeme üzerine yazılarak günümüze kadar gelmişlerdir. Şayet vakfın mevzuu bir bina ise, bazan vakfiyenin özeti binanın duvarlarından birine kazılırdı. Nitekim Türkçe ilk vakfiye olan Germiyanoğlu II. Yakub Bey (ö.1428) vakfiyesi taş üzerine yazılmıştır.

Vakfiyelerde, ALLAH'a hamd ve sena, Resulüne salât ve selâmdan sonra hayır yapmaya teşvik edici, sadakanın sevabından bahs edici âyet ve hadisler verilir. Bazan konuyu daha cazip hale getirmek, insanı teşvik etmek ve edebî san'at yapmak bakımından âyet ve hadisler, şiirlerle de desteklenir. Bütün bunlar vakfiyenin mukaddimesi kabilinden oldukları için hukukî bünyeden sayılmazlar. Bu mukaddimeden sonra vakfiyelerde genellikle şu hususlar yer alır:
1. Vakf olunan malların neler olduğu.
2. Vakf olunan bu malların nasıl idare edileceği.
3. Vakıf gelirlerinin, nerelere ve kimlere hangi şekillerde verilip sarf edileceği.
4. Vakfın kimler tarafından idare edileceği, müessesede kaç kişinin çalışacağı, bunlara ne miktarda ücret ödeneceği, bu ücretlerin hangi gelirlerden elde edileceği, eşyanın fiyatı vs. gibi konular, teferruatlı bir şekilde açıklanır.22
5. Hakimin (kadı), vakfın sıhhat ve lüzumuna dair olan hükmü.
6. Sonunda da tarih ile kadının mihrü bulunur.23

Vakfiye, eb'ad, bakımından ister büyük, ister küçük olsun, mahiyet itibarı ile içindekiler üç ana bölümden meydana gelir. Bunlar:
a. Dîbâce (Giriş): Vâkıfın, vakfı kurma sebep ve gayesinden bahseden bu bölüm, âyet ve hadislerle kuvvetlendirilir.
b. Vakfın Hizmet Şartları: Gelir kaynaklan ve masraf yerlerini gösteren bu bölüm, vakfiyenin en uzun kısmıdır.
c. Sonuç: Bu kısımda müessesenin şeriata uygunluğu belirtilerek, hiç bir kimsenin bu vakfa müdahale edemiyeceği anlatılır. Bundan sonra da tarih ve şahidlerin imzaları bulunur.
Farklı dönemlerde kurulan vakıfların vakfiyelerinde, gerek başta ve gerekse sonda pek çok dua bulunur. Vakfiye metninde geçen duaları iki kısma ayırmak mümkündür. Bunlardan biri hayır dua, diğeri de beddua şeklindedir. Vakfiyelerde bu neviden duaların bulunması normaldir. Zira vakıf hizmetlerinin yürütülmesinde, doğru ve dürüst çalışan, hizmetin görülmesine yardımcı olan yönetici ile görevlilere, bu hizmetlerinden dolayı vâkıfın hayır duada bulunması bir çeşit şükran ve minnet borcu olarak kabul edildiği için tabii bir harekettir. Bundan başka, vakfiyede belirtilen hizmetleri yerine getirmeyen, ona ihanet eden, onu gayesinin dışında kullanan idareci ve görevlilere de beddua edilmektedir. Vakfiyenin sonunda bulunan beddua kısmı, düşünen ve basiretli kimseler için tüyler ürpertecek şekildedir. Bu bedduada vakfı kötüye kullanan, onu değiştiren, bilerek ona zarar veren, gelirinin azalmasına sebep olan, haksız olarak onun malından yiyen vs. gibi, vakfa kötülüğü dokunacak olanlar hedef alınmışlardır.

Vakfiyeler, düzenlendikleri dönemin tarihine ışık tutan önemli belgelerdir. Bilhassa hükümdar, bey, zengin ve bunların yakınlarının düzenledikleri vakfiyeler, bu şahısların hem hayatları, hem de şahsiyetleri hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlarlar.

Vakfiyeler, halkın günlük yaşayışları hakkında bilgiler vermekle, toplumun folklorik özelliklerine de ışık tutarlar. Kara Ahmed Paşa vakfiyesinde Ramazan ve Kurban bayramı ile mübarek gün ve gecelerde halkın yaşayışı hakkında bilgiler bulunmaktadır. Giyecek ve yiyecek satın alınabilmesi için kayıtlar konulan vakfiyede bu günlere mahsus yemeklerin pişirilmesi için gerekli malzemenin alınması gayesiyle vakıf gelirlerinden tahsisatlar ayrıldığı görülmektedir.

VAKIFLARIN HİZMET SAHALARI
ALLAH'ın rızasını kazanmak gayesiyle, başkalarına karşılıksız yardım etmek gibi bir prensipten doğan vakıflar, toplumun hayır ve iyiliğine olan her yerde sağlam birer sigorta teşkilâtı gibi vazife görüyorlardı. Günümüz sigorta şirketlerinden daha üstün olduklarını söyleyebileceğimiz bu müesseseler, "sadaka-ı câriye" denilen hayır çeşitlerinin başında gelmektedirler. Bu bakımdan, İslâm âleminin hemen her yerinde rastladığımız vakıfların yardım elini uzatmadığı bir saha görmek mümkün değildir. Yoksulların ihtiyaçlarını gidermek, yollar, köprüler, çeşmeler, su bentleri, okul, cami, hamam, hastahane, tekke, zaviye vs. gibi daha nice hizmetleri yerine getiren bu müesseselerin pek çok çeşidi bulunmaktadır.

Fakir, dul, öksüz ve borçlulara para yardımı yapmak; öğrencilere elbise ve yemek vermek; evlenecek genç kızlara çeyiz hazırlamak; her günün ihtiyaçları yanısıra efendileri azarlamasın diye kâse ve bardak gibi kapkacak kıran hizmetçilere verilmek üzere para vakıflarının yapıldığını biliyoruz. Bu vakıfları kuran hayırsever insanlar, sadece bununla da yetinmiyorlardı. Onlar, divitinde mürekkeb kalmayanların divitlerine mürekkeb koymaları için "Mürekkeb Vakfı"nı da kuruyorlardı. Halka meyve ve sebze verilmesi, çalışamayacak derecede yaşlanan kayıkçı ve hammallann bakımı için vakıf tesis edilmesi, çocukların emzirilmesi gayesiyle kurulan vakıflar, şehirlerdeki cadde ve sokakların temiz tutulması için ecdad tarafından yapılan vakıfları bütün bu söylediklerimiz için şahit gösterebiliriz.

a) Dinî hizmetinm ifası için yapılmış bulunan vakıflar: Cami, mescid, tekke, namazgâh vs.
b) Eğitim ve kültürle ilgili vakıflar: Mektep, medrese, kütüphane, dâru'l-hadis, dâru'l-kurra vs.
c) Sivil ve askerî sahada hizmet eden vakıflar: Evler, saraylar, kışlalar, tophaneler, silah sarayları, bahçeler.
d) Ekonomik sahada hizmet veren vakıflar: Çarşılar, bedestenler, arastalar, hanlar, kapanlar, dükkânlar vs.
e) Sosyal hizmetler için kurulmuş bulunan vakıflar: Hastahaneler, dâru'ş-şifalar, kervansaraylar, imaretler, dâru'l-acezeler, kör evleri, çocuk emzirme yurdu, cüzzamlılar yurdu vs.
f) Su hizmetleri ile ilgili vakıflar: Çeşme, sebil, şadırvan, su kemerleri, bentler, hamamlar, kaplıcalar vs.
g) Spor hizmetleri için yapılmış bulunan vakıflar: Pehlivan ve kemankeş (okçuluk) tekkeleri, ok meydanları, spor âbideleri.
Alıntı ile Cevapla
Alt 28 Aralık 2013, 14:43   Mesaj No:4
Medineweb Emekdarı
Medineweb - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medineweb isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13301
Üyelik T.: 04 Şubat 2011
Arkadaşları:5
Cinsiyet:erkek
Yaş:37
Mesaj: 4.833
Konular: 926
Beğenildi:342
Beğendi:0
Takdirleri:62
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: sakarya ilitam İslam Tarihi 9-14.haftalar

12. HAFTA
XII. MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETLERINDE SANAT
Tolunoğulları Dönemi (875-905)
Tolunoğulları Devleti Mısır ve Suriye bölgesinde kurulan ilk Müslüman-Türk devletidir. Devletin kurucusu Ahmed, Samarra’da sarayda görevli bir Türk kumandanı olan Tulun’un oğludur. Eylül 835'te Bağdad'da doğmuştur. 868 yılında Fustat valiliğine atanmış ve bir süre sonra bağımsızlığını ilan etmiştir. Kısa zamanda devletinin gücü Suriye ve Filistin bölgelerine kadar uzanmış, 905 yılında Abbasilerin Mısır’ı ele geçirmesiyle son bulmuştur.

Tolunoğullarının imar faaliyetlerinden günümüze kadar ulaşabilen yegâne eser, devletin kurucusunun adı ile anılan Tolunoğlu Ahmet Camii’dir. 876-879 yılları arasında Fustat yakınındaki Katai şehrinde inşa edilmiştir.

Karahanlılar Dönemi (840-1212)
Karahanlı Devleti, 840 yılında Uygurlar’ın yıkılmasından sonra, Bilge Kül Kadir Han tarafından Batı Türkistan’da kurulmuştur. 920 yıllarında Müslümanlığı kabul eden Karahanlılar’ın lideri Satuk Buğra Han, İslam’ı kabulden sonra Abdülkerim adını almıştır. 999 yılında Buhara’yı ele geçirerek Samanoğulları Devleti’ne son veren Karahanlılar’ın en parlak dönemi Yusuf Kadir Han zamanıdır. Yusuf Kadir Han’dan sonra zayıflayan Karahanlılar, 1058 yılında Doğu ve Batı olmak üzere ikiye bölünmüşlerdir. Doğu Karahanlılar’ın merkezi Kaşgar; Batı Karahanlılar’ın merkezi ise Semerkant’tır. Doğu Karahanlı Devleti, 1130 yılında Moğol Karahıtaylar; Batı Karahanlı Devleti ise Harzemşahlar tarafından ortadan kaldırılmıştır.

Karahanlılar devri, kültür ve bilim alanında olduğu gibi, imar faaliyetleri bakımından da parlak bir geçmişi ifade etmektedir. İslami dönem Türk mimarisinin ilk örnekleri bu dönemde ortaya konmuştur. Karahanlılar zamanında o günkü Orta Asya’nın önemli şehirleri Balasagun, Semerkant, Buhara, Özkent, Tirmiz ve Talas’ta, X. ve XI. yüzyıllara tarihlenen çok sayıda mimarî eser inşa edilmiştir. Malzeme olarak yapılarda önceleri kerpiç kullanılırken, sonradan giderek tuğla kullanımı ağırlık kazanmıştır.
Karahanlı camilerinin pek çoğu yıkılmış olup, bugün onlardan bazılarının sadece minareleri ayakta kalabilmiştir. Bu minareler arasında Tokmak yakınlarındaki Burana Minaresi (XI. yüzyıl), Özkent Minaresi (XI. yüzyıl), Buhara Kalan Minare (1127), Tirmiz yakınlarındaki Çar Kurgan Minaresi (1108-1109) ve Vabkent Minaresi (1196-1197) en meşhurlarıdır.
Karahanlı mimarisinde önemli bir yere sahip olan bir diğer yapı grubu ise türbelerdir. Kubbe ile örtülü ve çoğu kare planlı olan bu türbeler, tuğla işçiliği, cephe mimarileri ve büyük ölçülerdeki portalleriyle dikkat çekmektedirler. Tim Arap Ata Türbesi (978), Talas’ta XII. yüzyıl başlarında kurulmuş Ayşe Bibi ile Balaci Hatun türbeleri, Özkent Nasr b. Ali (1021), Özkent Celaleddin Hüseyin (1152) Özkent Muhammed b. Nasr (1186) ve Kaşan yakınlarındaki Sefid Bulan’da XII. yüzyıl ortalarında yapıldığı sanılan Şeyh Fazıl Türbesi en önemli örnekler olarak zikredilebilir.

Karahanlılar Döneminin Önemli Mimarî Eserlerinden Örnekler
Hazara CamiiTalhatan Baba Camii, Muğak Attari Camii
Kalan Minare
Arap Ata Türbesi
Ayşe Bibi Türbesi

Gazneliler Dönemi (963-1187)
Gazneli Devleti, Samanoğulları komutanlarından Alptekin tarafından bugünkü Afganistan topraklarında kurulmuştur. Gazneliler’de hükümdar sülalesi, yönetici kadro ve komutanlar Türk olmakla birlikte, halk ve ordu içinde İranlı, Hintli ve Afganlılar da bulunmaktaydı. Gazneliler, kurulduktan kısa bir süre sonra Doğu İran, Horasan, Afganistan ve Kuzey Hindistan’a hakim olmuşlardır. Gazneli Mahmut döneminde İslamiyet, Hindistan topraklarında yayılmaya başlamıştır. Sultan Mahmut’un oğlu Mesut, 1040 yılında Dandanakan Savaşı’nda Selçuklular’a yenilince, Gazneliler topraklarının önemli bir 98
bölümünü kaybetmiş ve bir daha toparlanamayarak 1187 yılında Afganistan yerlileri Gurlular tarafından ortadan kaldırılmıştır.

Gazneli devri sanatı ve mimarisi, Karahanlı birikimiyle birlikte gerek inşaî gerekse tezyinî açıdan Büyük Selçuklu sanatının oluşumuna önemli katkılarda bulunmuştur. Abidevî ölçü, terrakotalı taş konstrüksiyon, epigrafik tezyinat ve dört eyvanlı plan şeması, Gazneli mimarisinin başlıca özellikleri olarak belirginleşmektedir.

Karahanlılarla başlayan Türk Cami mimarisinin gelişiminin Gazneliler’de devam ettiği görülmektedir. Gazneli cami mimarisi, Gazne’de kurulmuş ağaç direkli, ahşap düz çatılı ve zengin süslemeli Arusü’l-Felek Camii (998-1030) ile başlar. Günümüze kendisinden hiçbir iz kalmayan bu cami, Anadolu’da Selçuklu cami mimarisinde önemli bir yere sahip ağaç direkli camilere, öncülük etmiştir. En önemli Gazneli eseri olan Leşker-i Bazar Ulu Camii (XI. yüzyılın ilk yarısı) enine dikdörtgen planı ve mihrap önü kubbesiyle Türk cami mimarisinin Anadolu’da gerçekleşecek gelişme seyrinde önemli bir aşamaya işaret etmektedir.

Gazneliler Döneminin Önemli Mimarî Eserlerinden Örnekler
Leşker-i Bazar Ulu Camii:
Sultan III. Mesut Minaresi
Arslan Cazip Türbesi:
Alıntı ile Cevapla
Alt 28 Aralık 2013, 14:44   Mesaj No:5
Medineweb Emekdarı
Medineweb - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medineweb isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13301
Üyelik T.: 04 Şubat 2011
Arkadaşları:5
Cinsiyet:erkek
Yaş:37
Mesaj: 4.833
Konular: 926
Beğenildi:342
Beğendi:0
Takdirleri:62
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: sakarya ilitam İslam Tarihi 9-14.haftalar

13. HAFTA
XIII. MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETLERINDE SANAT
Anadolu Selçukluları Dönemi (1092-1307)
Anadolu Selçuklu dönemine ait mimarî eserlerden önemli bir kısmını cami ve mescitler oluşturmaktadır. Bazıları Anadolu Selçuklu camilerini kendi aralarında üç tipe ayırmaktadır. 1. Çok sütunla bölünmüş harim kısmının önünde geniş bir avluya sahip olanlar. İlk camilerin çoğu bu tiptedir. Örnek, Konya Alaeddin Camii.
2. Avlusuz, sadece harim kısmından ibaret camiler. Bu tip pek yaygın değildir. Örnek Divriği Kale Camii.
3. Avlunun küçültülüp adeta sembolik bir unsur olarak harim içine alındığı camiler. Örnek, Kayseri Huand Hatun Camii

Anadolu Selçuklu mimarisinin bir diğer önemli ve yaygın yapı grubunu medreseler teşkil etmektedir. Anadolu Selçuklu mimarlığının en özgün anıtları olarak nitelendirilen medreseler, avlusunun üstünün örtülü olup olmamasına göre, kapalı avlulu ve açık avlulu medreseler şeklinde iki ana gruba ayrılmaktadır. Kapalı avlulu medrese şeması, büyük ölçüde Anadolu Selçuklu mimarisinin geliştirdiği bir düzenleme olarak görülmektedir. Kapalı avlulu medrese tipinin önemli örnekleri Afyon Boyalıköy (1210), Isparta Atabey Ertokuş (1224), Konya Karatay (1251), Konya İnce Minareli (1260-1265), Kırşehir Caca Bey (1272-1273) ve Afyon Çay Taş (1278) medreseleridir. Açık avlulu medreselerin önemli örnekleri olarak da medrese ve şifahane olarak düzenlenmiş iki bölümlü Kayseri Çifte Medrese (1205), Sivas Keykavus Şifahanesi (1217-1218) ile Kayseri Siraceddin (1237), Kayseri Huand Hatun (1238), Konya Sırçalı (1242), Akşehir Taş (1250), Kayseri Sahibiye (1268), Tokat Gök (1270), Sivas’ta aynı yıl (1271) içinde kurulmuş Çifte Minareli, Gök ve Bürûciye medreseleri ile Erzurum Çifte Minareli Medrese (XIII. yüzyılın sonları) zikredilebilir.

Anadolu Selçukluları Döneminin Önemli Mimarî Eserlerinden Örnekler
Konya Alaeddin Camii, Malatya Ulu Camii, Konya Karatay Medresesi, Konya İnce Minareli Medrese,
Sivas Gök Medrese, Erzurum Çifte Minareli Medrese.
Alıntı ile Cevapla
Alt 28 Aralık 2013, 14:44   Mesaj No:6
Medineweb Emekdarı
Medineweb - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medineweb isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13301
Üyelik T.: 04 Şubat 2011
Arkadaşları:5
Cinsiyet:erkek
Yaş:37
Mesaj: 4.833
Konular: 926
Beğenildi:342
Beğendi:0
Takdirleri:62
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: sakarya ilitam İslam Tarihi 9-14.haftalar

14. HAFTA
XIV. MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETLERINDE SANAT
Osmanlılar Dönemi (1299-1918)
a) Erken Dönem (1299-1481) Osmanlı Mimarisi
Erken dönem Osmanlı mimarisinin en önemli yapıları camilerdir. Camileri plan tiplerine göre birkaç gruba ayırmak mümkündür. Tek kubbeli camilere örnek olarak İznik Hacı Özbek (1333), Bursa Alaeddin Bey (1335), Bilecik Orhan Gazi (XIV. yüzyılın ilk yarısı), İznik Yeşil (1378-1391) ve Mudurnu Yıldırım (1382) camileri gösterilebilir. Zaviyeli / ters T tipi / çok işlevli ya da çapraz mihverli gibi terimlerle anılan cami tipi, erken dönem Osmanlı Cami mimarisinde yeni bir düzenleme tarzı olarak belirir. Bu grubun en belirgin yapıları Bursa’da kurulmuş Orhan Bey (1339), Hüdavendigar (1366), Yıldırım (1390-1395), 110
Yeşil (1419-1424) ve Muradiye (1424-1426) camileri ile Edirne Muradiye (1426-1427) ve Üsküp Alaca (1438-1439) camileridir. Bu dönemin bir başka cami tipi, eşdeğer büyüklükte çok üniteli cami tipidir. Bursa Ulu (1396-1399), Edirne Eski (1403-1413) ve İstanbul Zincirlikuyu (XV. yüzyılın sonları) camileri bu tipin önemli örnekleridir. Merkezi kubbeli veya merkezi planlı camilere örnek olarak da Dimetoka Çelebi Sultan Mehmet (1420), Edirne Üç Şerefeli (1437-1447) ile büyük bir külliyenin ana yapısı olan İstanbul Eski Fatih Camii (1462-1470) gösterilebilir

Erken Dönem Osmanlı Mimarisinden Örnekler
İznik Yeşil Camii, Bursa Ulu Camii, Bursa Yeşil Camii, Edirne Üç Şerefeli Camii

b) Klasik Dönem (1481-1720) Osmanlı Mimarisi
Klasik dönemde hemen her külliyenin bir köşesinde çocukların eğitimi için kurulmuş sıbyan mektepleri bulunmaktadır. Tek ve çift katlı olabilen bu eserlere İstanbul Haseki, Süleymaniye, Kuyucu Murat, Sultanahmet ve Bayrampaşa Külliyeleri’ndeki sıbyan mektepleri örnek gösterilebilir.

Klasik dönem Osmanlı mimarisi içerisinde yer alan bir diğer yapı grubunu türbeler oluşturur. Erken dönemde başlayan değişim ve gelişim, klasik dönem türbelerinde bir takım yenilikler, değişiklikler ortaya çıkarmıştır. Bu farklılıklar, türbelerin Selçuklular’da olduğu gibi külah değil kubbe ile örtülmesi, cenaze katının terk edilmesi, giriş önüne revak eklenmesi, gövde ve kasnağa pencereler açılması ile tezyinatın dengeli dağılımı şeklinde özetlenebilir.

Klasik Dönem Osmanlı Mimari Eserlerinden Örnekler
İstanbul Bayezid Camii, Süleymaniye Camii, Süleymaniye Medreseleri, Kanuni Türbesi, Edirne Selimiye Camii,
c) Geç Dönem / Batılılaşma Dönemi (1720-1918) Osmanlı Mimarisi
Barok etkilerinin kuvvetle kendini gösterdiği en önemli ve ilk büyük eser İstanbul Nur-u Osmaniye Camii’dir.
Barok üslubun Osmanlı Sanatı ve Mimarisini etkilemeye başladığı sıralarda Avrupada Ampir Üslubu hakim olmuş ve bir müddet sonra Osmanlı Mimarisinde bu üslubun etkileri görülmeye başlanmıştır. Esasen XIX. Yüzyılın başlarına gelindiğinde Osmanlı Mimarisinde bir üslup karmaşası söz konusudur. Bu dönemde Barok, Rokoko, Ampir ve Klasik Osmanlı üsluplarının birbirine karıştığı gözlenmektedir. Ampir üslubunun etkilerini yansıtan mevcut Osmanlı saray yapıları olarak Topkapı Sarayının bazı bölümleri ile Dolmabahçe (1853), Beylerbeyi (1865) ve Çırağan (1871) Sarayları, Sultan Abdülmecid zamanında kurulmuş Ihlamur (1855) ve Küçüksu (1857) Kasırları zikredilebilir. İstanbul Selimiye (1805) ve Nusretiye (1822-1826) Camileri ise Ampir üslubunun etkilerini yansıtan yeni yapılardır.
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
sakarya ilitam Hadis Tarihi 1-14. Haftalar Medineweb SAKARYA İlitam 14 08 Nisan 2017 16:45
sakarya ilitam İslam Hukuk Usulü 1-8. haftalar Medineweb SAKARYA İlitam 7 28 Aralık 2013 14:42
sakarya ilitam İslam Hukuk Usulü 9-14. Haftalar Medineweb SAKARYA İlitam 5 28 Aralık 2013 14:40
sakarya ilitam Tefsir Tarihi 1-2-3-4. Haftalar Özet Medineweb SAKARYA İlitam 0 28 Aralık 2013 14:24
sakarya ilitam İslam Mezhepleri Tarihi 1-2-3-4-5-6. Haftalar Özet Medineweb SAKARYA İlitam 0 27 Aralık 2013 15:07

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.