Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.İLİTAM İLAHİYAT LİSANS TAMAMLAMA.::. > İLİTAM Bölümleri Ders/ Dökümanlar > SAMSUN OMÜ İlitam

Konu Kimliği: Konu Sahibi EyMeN&TaLhA,Açılış Tarihi:  11Haziran 2015 (11:11), Konuya Son Cevap : 11Haziran 2015 (11:54). Konuya 5 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 11Haziran 2015, 11:11   Mesaj No:1
Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:EyMeN&TaLhA isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 21422
Üyelik T.: 08 Kasım 2012
Arkadaşları:35
Cinsiyet:
Mesaj: 3.297
Konular: 784
Beğenildi:132
Beğendi:34
Takdirleri:141
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart OMÜ İLİTAM felsefe tarihi 1-6.ünite özetleri

OMÜ İLİTAM felsefe tarihi 1-6.ünite özetleri

1.ünite


FELSEFE NEDİR ?


Aristoteles, insanların felsefe yapmak zorunda olduğunu meşhur kitabı Metafizik'te "bütün insanlar doğal olarak bilmek ister" cümlesiyle özetlemiştir. Bir şeyin doğru ya da gerçek olduğu iddiasını desteklemek için kanıtlar sunmaya başladığımızda, felsefe yapmaya da başlarız. Ahlaksal yargı nedeniyle büyük bir ıstırap çektiğimizde ve o yargıyı savunduğumuzda da felsefi bir işe girmişiz demektir. Felsefe sorularla başlar. Sokrates iki bin yıldan daha uzun bir zaman önce "sorgulanmamış yaşam yaşanmaya değmez" diye ısrar etmişti. Sokrates'in benimsediği felsefe anlayışına göre, ‘felsefenin sorulara yanıt vermek gibi bir sorumluluğu yoktur, o daha çok yanıtları sorgulamakla sorumludur.’ Günümüzde felsefe daha özel ve de daha sınırlı bir anlam kazanmıştır. Felsefe denilince, evreni bir bütün olarak anlama çabasını kastetmekteyiz. Evreni bir bütün olarak anlama çabasından, daha ilkçağda var olan bir felsefe disiplini, "Metafizik" doğmuştur. Felsefe tüm varlıkların özünü son nedenlerini araştırır ve özellikle de evrenin yapısını ve özünü bilmek ister. Evrenin özünü bir bütün olarak kavramak isteği, tarihin başlangıcından beri vardır. Özetle; Önce felsefe var dır, bağımsız bilimler sonradan felsefeden ayrılarak ayrı birer bilim dalı haline gelmiştirler.


Bilgi & Felsefi Bilgi=Bilgi; bilen varlıkla (felsefe dilinde özne veya süje ile) bilinmesi istenen veya bilinen varlık (felsefe dilinde nesne veya obje) arasındaki bir ilişkidir. Bu ilişkide bilenin mi, yoksa bilinenin mi ağır bastığı, Bilginin imkânı veya imkânsızlığı, Bilginin kaynağı, alanı, kapsamı, sınırlan vb. türünden sorular felsefenin bilgi teorisi veya epistemoloji diye adlandırılan dalının ilgi alanıdır. Felsefe de esas olarak bir tür bilgidir, ancak özel bir tür bilgidir. Felsefenin ne tür bir bilgi olduğunu, felsefi bilginin özelliklerinin neler olduğunu anlamak için diğer belli başlı bilgi türlerinden söz etmek gerekir. Burada ele alacağımız bilgi türleri ise gündelik bilgi ve bilimsel bilgidir. Gündelik bilgi, sağduyu bilgisi veya eski deyimle "amiyane" bilgidir. (örnek) Bu tür bir bilgi bilinçli bir araştırma yöntemi sonucunda elde edilmiş olmayıp, farkında olunmaksızın kazanılır ve yapısı itibariyle de sistemsizdir. Bilinçli yöntemler kullanarak gündelik bilgiyi veya sağduyu bilgisini aşan iki bilgi örneği ise bilimsel bilgi ve felsefi bilgiden söz edilebilir. Bilimsel bilginin özelliği, belirli kurallar çerçevesinde düzenlenmiş doğrulanma imkânına sahip bilgiler bütünü olmasıdır. Bilimsel bilginin, gündelik bilgiden farklı olarak, bilimsel yöntem ve usullerle doğrulamasının yapılması mümkün olan en güvenilir bir bilgi türü olduğunu söyleyebiliriz. Felsefi bilgiye gelince, onu belirlemek daha zordur. Hatta felsefenin en önemli probleminin bizzat felsefenin kendisinin ne olduğu problemi olduğunu söylemek bile mümkündür. Felsefi bilgiyi veya felsefeyi anlamaya çalışırken yapılması gereken en doğru davranış, tarih boyunca kendilerine filozof denilen kişilerin yaptıkları işin kendisine bakmak olacaktır.


Niçin Felsefe ?= -Birinci olarak felsefe, akademik topluluk içindeki bilgi dallarını inceleyen öğrencinin zihnini keskinleştirir. Felsefe, öğrencinin kendi zihin kaslarını geliştirmesine yardım edebilir. - İkinci olarak felsefe, sorunları açıklığa kavuşturmada bize yardımcı olur. Filozoflar, "bilgi bilgisizlikten iyidir, bilinçlilik masumiyetten daha değerlidir" ilkesine sımsıkı bağlıdırlar. -Üçüncü olarak, felsefe yapma etkinliği kendi kişisel yaşamlarımızı zenginleştirir. Felsefe bunu çeşitli yollarla yapar. Bu yollardan biri, felsefenin, dünyamızı kendi özel ilgilerimizin ötelerine doğru genişletmesidir. - Felsefeyi incelemenin dördüncü ve yukarıda söylenenlerin hepsiyle ilgili bir gerekçesi de, felsefenin, (hepimizin sahip olduğumuz) güçlü kişisel inançlarımızı dikkatli bir biçimde incelemede ve onların doğruluğunu göstermede bize yardım etmesi ve böylece bağlanmalarımızın köklerine nüfuz etmemize yardımcı olmasıdır. Kant felsefeyi "kendisini akla dayanan nedenlerle meşru veya haklı çıkarmak iddiasında bir zihinsel etkinlik biçimi" olarak tanımlamıştır. Akla dayanan nedenler den insanın her türlü deneyini, gözlemini, bunlara dayalı her türlü akıl yürütmesini ve sezgisini içine alan geniş bir nedenler grubunu anlamak gerekir.

Felsefe yapmak ne anlama gelir?= Kant ; “Öğrenilebilecek felsefe yoktur, Ancak felsefe yapmak öğrenilebilir.” Felsefe kelimesi Yunanca "philo" (sevgi) ve "sophia" (bilgelik) kelimelerinin yan yana gelmesiyle oluşmaktadır. Jasper; amaç sonuca ulaşmış olmak değil “felsefe daima yolda olmaktır” Bu yüzden bilgelik ve bilgelik sevgisi arasında ayrım yapar. Buna bağlı olarak felsefede yeni ve özgün bir felsefi sorunu ortaya atmanın, en aşağı bir felsefi soruna yeni bir cevap vermek kadar değerli olduğundan söz edilebilir.

Felsefi Düşüncenin Özellikleri=Felsefi düşünce eleştirel bir düşüncedir. Felsefenin bilginin bilgisi veya refleksif bir düşünce faaliyeti Felsefi düşüncenin bir diğer özelliği, bilimsel düşünce ile ortak olarak paylaştığı kavram ve soyutlamalar kullanması ve bunların yardımıyla ilkeler ve yasalar ortaya atmasıdır. Bunu da felsefenin genelleyici veya ortak sonuçlara varmak isteyici özelliği olarak adlandırabiliriz. Felsefi düşüncenin bir diğer özelliği, onun çözümleyici (analitik) ve kurucu (sentetik) işlevidir. Sofistler, Hume, Viyana çevresine ait bazı filozofların felsefesi daha ziyade analitik denebilecek işlevi alanında temayüz etmelerine karşılık Platon, Aristoteles,İbn-i Sina,Hegel gibi filozoflar kendi paylarına dünyayı, bütün parçalarıyla uyumlu bir bütünlük arz eden bir yapı olarak yeniden kuran sistemci filozoflar olarak kabul edilebilirler.

Felsefe ve Değerler=Felsefi düşüncenin bilimden farklı olan en önemli başka bir özelliği bilimin yalnızca olgularla ilgilenmesine karşılık felsefenin olguların yanında aynı zamanda değerler, anlamlar ve idealler ve erekler diye adlandırılan bir varlık türünü veya bunları içine alan bir varlık alanını kendisine konu etmesidir. Bilgelik veya hikmet bilgiden farklı çok daha iddialı ve çok daha zengin bir kavramdır. Bilgelik en basit anlamıyla insan hayatının anlamı ve değerine ilişkin derin bilgidir. Bilgelik, kendisine sahip olana mutluluk ve kurtuluş sağlayacağı, hayatına anlam ve değer katacağı varsayılan anlamlı ve değerli bilgidir.

Değerler Felsefesi=Buradan felsefenin bilimin ele almadığı iyi veya kötü, güzel veya çirkin gibi değerleri ele alan ve genel olarak "değerler felsefesi" veya "axiology" adıyla adlandırılan disiplininin kaynağı ve varlık gerekçesi ortaya çıkmaktadır. Bu iki kavram çiftinden birincisi "ahlâk felsefesi"nin (etik), diğeri ise "sanat felsefesi"nin (estetik) özel ilgi alanıdır.Yine bilim felsefesi ve din felsefesini de değerler felsefesi disiplini içinde sayabiliriz.

Felsefenin Belli Başlı Disiplinleri=Bunlar sırasıyla; bilgi teorisi veya bilgi felsefesi, bilim felsefesi, varlık felsefesi veya ontoloji, sonra sırasıyla birer değer felsefesi disiplini olarak ele alınması gereken ahlâk felsefesi, siyaset felsefesi, sanat felsefesi veya estetik ve sonuç olarak da din felsefesi disiplinleri veya dallarıdır.

Felsefe ve diğer disiplinler

Felsefe-Bilim İlişkisi =
a) Her ikisi de genel olarak akıl adına konuşurlar ve kendilerini akla dayanan gerçeklerle haklı kılmaya çalışırlar,
b) Her ikisi de kavram ve soyutlamalar kullanarak ilke ve yasalara varmak isterler, genellemeler yaparlar Bilim ve Felsefe arasındaki farklılıkları da şu genel başlıklar altında toplamak mümkündür:

1) Bilimin kavram ve soyutlamaları felsefeninkilere göre daha az geneldir ve özel alanları konu alır.
2) Felsefenin hem olguları hem de değerleri ele almasına karşılık bilim ancak olgularla veya ancak bir olgu olarak değerlerle ilgilenir (insan bilimleri veya sosyal bilimler); değerler, anlamlar, idealler, erekler böyle olmaları bakımından bilimin konusu olmazlar. Daha basit bir değişle bilim ele aldığı konular üzerinde iyi, kötü, doğru, yanlış, haklı, haksız vb. türünden değer hükümleri veremez, onlara erekler, idealler, anlamlar yükleyemez,
3) Bilimin önermelerinin doğrulanabilmelerine (tahkik edilme, verification) karşılık felsefenin önermeleri dar anlamda doğrulanamazlar. Bilime dayanarak hesaplamalar yapıp öndeyilerde (prediction) bulunma imkânına sahip olmamıza karşılık felsefede böyle bir şey söz konusu değildir
4) Bilimsel araştırma ve buluşlar yapma yöntem ve usullerin belli ve öğretilebilir olmalarına karşılık felsefenin filozof tarafından bile üzerinde uzlaşılan belli vestandart bir araştırma, düşünme yöntemi belli değildir. Değim yerindeyse her filozofun kendine has bir felsefe yapma yöntemi vardır. Bu durum Kant'ın "felsefe değil, felsefe yapmak öğrenilebilir" yönündeki ünlü sözünün doğru olmakla birlikte felsefe yapmayı öğrenmenin, bilim yapmayı öğrenmekten çok daha zor olduğu konusunda bizi uyarmalıdır
5) Bilime dayanarak bilimin uygulaması olan teknolojiler oluşturabilmesine karşılık felsefede yine böyle bir imkân mevcut değildir. Felsefe bir düşünme (nazar, theoria) ve eylemdir (amel, praksis), bir yapma, meydana getirme (sanat, tekhne) değildir. Dolayısıyla ondan bilimden olduğu gibi bir tekniğin, teknolojinin, sanatın, sanayinin çıkması mümkün değildir. Sonuç olarak felsefe bilim değildir ve felsefede bilimde olduğundan daha büyük ölçüde "yaratıcı zeka"ya, bilgi birikimine, seziş ve duyuşlara ihtiyaç olduğundan söz edilebilir.

Felsefe-Din İlişkisi =Dinsel denebilecek bilgi ile bilimsel veya felsefi bilgi arasında gerek kaynakları, gerek erekleri, gerekse yapıları bakımından büyük farklılıklar vardır.Aslına bakılırsa dinde, bilim ve felsefede anlaşıldığı anlamda bir bilgiden söz edilemeyeceği bile söylenebilir. Din, insanın dünyayı bilme ihtiyacından çok, dünyaya ve onu idare eden ilkeye, Tann'ya, insan hayatının bir anlamı olduğuna inanma ihtiyacına karşılık verir. İnanma ve bilme arasında ise apaçık farklılık vardır.Bilinen bir şeye inanılmaz,o şey yalnızca bilinir.Dinler zaten kendilerine yönelen insanlardan "bilgi" istemezler, çünkü o "bilgi"yi zaten kendileri onlara verme iddiasındadırlar. Bundan çıkacak diğer bir sonuç dinde inanmak vardır, felsefede ise bilmek.

Felsefe-Sanat İlişkisi = Bilimden ve hatta felsefeden farklı olarak sanat yapıtı, normal algılanan dünya ile, nesneler dünyası ile ilgili olarak bize bir şey bildirmez. Sanat, sanatçının dünyasını, onun gerçeğini bize anlatır. Bu gerçek şüphesiz bilim ve felsefede alışılagelen anlamda nesnel veya evrensel bir gerçek değildir, öznel ve kişisel bir gerçektir. Öte yandan sanatçının amacı da zaten bize bir şey söylemek değil, bir şey telkin etmek veya bizde bir şey, özellikle bir duygu, bir heyecan uyandırmaktır.

Felsefenin Yararı Nedir?=Konuya bir işe yaramak açısından baktığımızda en çok işe yaradığı düşünülen bazı etkinliklerimizin bir işe yaramadığını da görebiliriz. Örneğin bilim bile çoğu kez bir işe yaramayabilir. Sokrates'in şu cümlesi felsefenin insanoğlunun hayatındaki önemi üzerine oldukça dikkat çekicidir; "Araştırılmayan, incelenmeyen, üzerinde düşünülmeyen bir hayat, yaşamaya değmez",Felsefe, insanı insan yapan ve bir-hiç olmaktan kurtaran araştırma ruhunun, anlamlandırma, yorumlama ve değerlendirme etkinliğinin, önemli sorular sorma ve onlara ciddi olarak cevaplar arama özelliğinin, erdemli olma ve mutlu yaşama talebinin, kısaca bilgeliğe ulaşma özleminin en hakiki bir ifadesidir.

Niçin Felsefe Tarihi?= Felsefe problemlerinin anlamını kavrayabilmek, bu problemlerin tarihini izlemeyi gerektirir. Bunun içindir ki, felsefe tarihi bir felsefe disiplinidir. Felsefe problemleri tarihi akışları içinde dikkate alınır. Böylece onların birbirine ne kadar bağlı olduğunu, birinin ötekilerden nasıl çıktığını görmek mümkün olur. Felsefe tarihi bize bağımsız bilimlerin felsefe çerçevesi içinde nasıl oluştuğunu ve sonradan felsefenin ana kucağından ayrılarak nasıl bağımsız bir disiplin oluşturduğunu gösterir. Bu nedenledir ki felsefe tarihi, felsefeye girişi çok kolaylaştırır. Felsefe tarihinin özünü daima felsefe problemlerinin kendisi oluşturmuştur.

Başlangıç Tartışmaları=Felsefenin kaynağı hakkındaki görüşleri üç başlık altında toplamak mümkündür.

1.Felsefenin, tamamen bir milletin, yani Eski Yunan’ın ürünü olduğu şeklindeki görüştür.
2.Felsefe de dahil olmak üzere hiçbir ilim ve medeniyetin tamamen, herhangi bir milletin ürünü olmayıp, bütün milletlerin katkısının bulunduğunu savunan görüştür.
3.Felsefenin ilahî kaynaklı olduğu şeklindeki görüştür.

Yunan / İyonya= Yunanlıların, bir çok şeyi icat etmediğini sadece bazı şeyleri ıslah ettiğini belirtenlerin başında Voltaire gelmektedir. Yunanlılar, aslında yeni bir şey ortaya koymayıp Mısırlı ilim adamlarını taklit etmişlerdir. Hilmi Ziya Ülken’in ortaya attığı görüşler de, aynı zamanda, Yunan Mucizesi’ni savunanlara karşı bir itiraz olarak değerlendirilebilir. Ülkenin bir başka önemli iddiası ise, medeniyetlerin her şeyden önce birer büyük tercüme devri ile başladığıdır. Mesela, Eski Yunan uyanışı Anadolu, Fenike ve Mısır tercümeleriyle, Türk Uygur uyanışı Hint, İran ve Nestûrî tercümeleri ile, İslam uyanışı Yunan, Nestûrî, Yakubî ve Hint tercümeleri ile,Avrupa’daki uyanış İslam (Türk,Acem ve Arap),Yahudi ve Yunan tercümeleriyle mümkün olmuştur. Bertrand Russel’in görüşü de Ülken’in görüşünü destekler mahiyettedir.

Felsefenin “Ön Asya Kökenli” Olduğu Görüşü=(Alfred Weber) İyonya’nın coğrafi konumu ve Mısır – Babil etkisi Tales; Babil’den astronomi - Mısır’lı rahiplerden geometri vs

Felsefenin “Hindistan Kökenli” Olduğunu Savunanlar=(Voltaire) İlim ve medeniyet adına her ne varsa hepsinin kaynağı Hintlilerdir . Hintlilerin icat ettiği bu birikim zamanla Kaldelilere, onlardan Mısırlılara ve daha sonra da Yunanlılara geçmiştir . İlk felsefî yaklaşımların, Brahma dininin Rigveda denilen en eski bölümlerinde bulunduğu iddiasıdır. Hintlilerin kutsal olarak kabul ettikleri Vedenta’da da bazı felsefî temalar bulmak mümkündür .

Felsefenin “İran Kökenli” Olduğunu Savunanlar=

İddialara göre, İran ilim bakımından Yunan’dan çok üstün bir medeniyete sahiptir. Bu yüzden Mısır ve Yunanlı alimler, İran’a kadar gelerek Mobadan denilen Zerdüşt din adamlarından ders alırlardı. Yunanlılar, İran’ı işgal ettikleri zaman, burada bulunan kitapları tamamen gözden geçirip anlamaya çalışmışlar ve böylece ilk felsefî akımlar doğmuştur. Bu ilim, zamanla Sokrates’e, ondan öğrencisi Platon’a ve Platon’dan da Aristoteles’e geçmiştir. Başka bir iddiaya göre ise, Büyük İskender, İran’ı ele geçirdiği zaman, kütüphanelerde bulunan ilmi eserleri, Yunan ve Kıbtî dillerine tercüme ettirdikten sonra asılların yaktırmış; astronomi, tıp ve felsefe gibi ilimlere ait olan eserleri ise Mısır’a göndermiştir.

Felsefenin “İlahî Kökenli” Olduğunu Savunanlar=Bu görüş, bazı Yahudi ve Müslüman filozoflar tarafından dile getirilmiştir. Musa – Davud- Şit peygamberler İdris - Hermes



alıntıdır
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi EyMeN&TaLhA 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
ATAUZEM 4.sınıf 2014 bahar dönemi bütünleme... Erzurum Atatürk İlitam EyMeN&TaLhA 0 6365 14 Temmuz 2015 13:14
ATAUZEM 4.sınıf 2014 bahar dönemi bütünleme... Erzurum Atatürk İlitam EyMeN&TaLhA 0 4222 14 Temmuz 2015 13:06
ATAUZEM 4.sınıf 2014 bahar dönemi bütünleme DİN... Erzurum Atatürk İlitam EyMeN&TaLhA 0 5106 14 Temmuz 2015 13:00
Ramazan-oruç ve çocuğa kazandırdıkları Çocuk ve Aile Sağlığı Mihrinaz 2 2850 14 Temmuz 2015 12:23
çocuk eğitiminde ceza hiç mi olmamalı? Çocuk ve Aile Sağlığı EyMeN&TaLhA 0 2548 14 Temmuz 2015 12:03

Alt 11Haziran 2015, 11:20   Mesaj No:2
Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:EyMeN&TaLhA isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 21422
Üyelik T.: 08 Kasım 2012
Arkadaşları:35
Cinsiyet:
Mesaj: 3.297
Konular: 784
Beğenildi:132
Beğendi:34
Takdirleri:141
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: OMÜ İLİTAM felsefe tarihi 1-6.ünite özetleri

2.ünite



İLKÇAĞ FELSEFESİ / DOĞA ÜZERİNE
FELSEFE (Sokrates Öncesi Dönem)


2.1. İlk Çağ Felsefesi


İlk Çağ felsefesi, İ.Ö. 700'lerden başlayıp İ.S. 500'lere kadar olan dönemdeki felsefi gelişmeleri kapsamakta ve Antik Çağ felsefesi ile aynı anlamda kullanılmaktadır. Felsefe, daha çok doğu felsefesi olarak bilinen felsefelerde Mısır, Mezopotamya, İran, Çin ve Hint felsefelerinde şekillenmiş, Antik Çağ felsefesiyle bilinen anlamdaki felsefe geleneği başlamış olmaktadır. Bu anlamda felsefe tarihi, İ.Ö. 15. yüz yıl İran'ına kadar uzanmaktadır.Antik Yunan, Hellen ve Roma felsefesinin belli bir dönemi Antik Çağ felsefesi ya da ilk çağ felsefesi olarak adlandırılmaktadır.‘’’NEDEN İYONYA(batı Anadolu)(felsefenin başlangıç noktası) ? Tarım yönünden verimlilik ve iklim .Grek yazısı adı verilen, Fenikelilerin Mısırdan alarak geliştirdikleri bir alfabe .Coğrafi konumları .İyon birliğinin kurulması. 12 Kıyı Şehir devleti bir anlaşmayla birleşmiş olmaları.İyonyalılar dönemlerindeki özgür ve halkın haklarını koruyan yönetimleri sayesinde baskı altında kalmadan bilim, ticaret vb. şeylere yönelmişlerdir. Bu yaptıkları şeylerle dönemlerinde gelişmiş bir devlet olmuş ve gelecekteki çoğu özgür devletin kurucusu olmuşlardır. İyonya dönemlerinde halkı baskı altına almayan çok az sayıdaki ülkeden biridir. Ayrıca halkın benimsediği din ve tanrı anlayışları antropomorfik bir yapıda olması. Buna tepki olarak doğal bilimin gelişmesi. ‘’’Hint ve Çin kültürü dışta bırakıldığında, MÖ 6. yüzyılda başlayıp MS 5. hatta 6. yüzyıla ünlü Romalı İmparator Justinianus'un Yunan felsefesini temsil eden son okul olan Atina Okulu'nu kapattığı 529 yılına kadar uzanan İlkçağ felsefesi veya Antik felsefe, Helenik felsefe ve Helenistik felsefe olarak ikiye ayrılır. Antik felsefenin ilk 300 yıllık dönemine tekabül eden dönemi, onun en yoğun en güçlü, en parlak dönemine karşılık gelir. Çok daha uzun bir tarihi olan Helenistik felsefeyle kıyaslandığında, hemen hemen bütünüyle ona karşıt özellikler sergiler. Buna göre, Antik dönem, dini düşünceden kopuşla, doğal olayların doğaüstü nedenler yerine yine doğal nedenlerle açıklanması gerektiği inancıyla başlarken; Helenistik felsefe özellikle son dönemlerinde Yeni-Platoncu felsefede olduğu gibi dine yeniden yaklaşır ve mistik bir karakter kazanır. En seçkin temsilcileri arasında Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi büyük filozofların bulunduğu ilkçağ felsefesinde, bilimle felsefe hep bir arada olmuş, başlangıçta doğa felsefesi ön plandayken, sonlara doğru pratik felsefe ağırlık kazanmıştır. İlkçağ felsefesi, mitolojiden ya da çoktanrılı dinden kopuş ve doğal olayların yine doğal nedenlerle açıklanması gerektiği inancıyla başlamıştır.

2.1.1. Çağın Felsefesindeki Genel Özellikler

• İlk doneminde Yunan Felsefesi hemen hemen butunuyle dış doğaya, cisimlerin dunyasına yonelmiş olan bir doğa felsefesidir.
• Bundan sonra insana karşı uyanan ilgi klasik donemin geniş sistemlerine yol acmıştır. Bu sistemlerde Tanrı, insan ve doğa, bir duşunce bağlantısı icinde kavranmak istenmiştir.
• Sistemli bağımsız ve kişiseldir.
• İnanca ve sezgiye değil akla dayalıdır.
• Mitolojiye coktanrıcılığa tepkiyi dile getirir.
• Gorunuşun, cokluğun, ilişkilerin, oluşların ardındaki değişmez olanı arar.

Buna da birlik adını verirler.
• Aristoteles’in kendi felsefesiyle okulunda gelişen ve biriken cok zengin bilgi kadrosu, bilimlerin bağımsızlığına her bilgi kolu uzerinde ayrıca calışmalara yol acmıştır. Bundan sonra, her şeyi, butun konuları icine almak isteyen bir sistem yerine, aralarında gittikce ayrımlaşan bilimlerin bir karmaşası gecmiştir.Felsefe kendini bu bağlantıdan ayırmış, onun payına dunya ve hayat goruşleriyle ilgiligenel sorunlarla uğraşmak duşmuştur.

2.1.2. Döneme Damgasını Vuran Önemli Filozoflar

• Thales (Tales)
• Anaksimandros
• Anaksimenes
• Pythagoras (Pisagor)
• Herakleitos
• Parmenides
• Zenon (Xenon)
• Empedokles
• Anaksagoras (Anaxagoras)
• Demokritos
• Sofistler
• Sokrates (Socrates)
• Platon (Eflatun)
• Aristoteles


2.2. Doğa Üzerine Felsefe / Sokrates Öncesi Dönem


Felsefe ilk filozofların görüşlerinde, bir varlık felsefesi, varlık üzerine sistematik bir düşünüm olarak ortaya çıkmıştır.Bizim bugün kendilerini natüralistler ya da fizikçiler olarak sınıfladığımız ilk doğa filozofları, her şeyden önce bir görünüş-gerçeklik ayrımı yapmış ve görünüşlerin ya da fenomenlerin gerisinde, keyfilik ve gelişi-güzelliğin değil de temel ve düzenli bir yapının var olduğuna inanmışlardır. Presokratikler dış dünyaya baktıklarında bir çokluk gözlemlemişler ve bu çokluğun, ancak ve ancak onun kendisinden çıktığı ya da türediği bir birliğe indirgenebildiği zaman, anlaşılır hale gelebileceğini dolayısıyla açıklanabileceğini düşünmüşlerdir. Çünkü tek tek bireysel varlıklardan meydana gelen bir çokluk, onların gözünde anlaşılamaz ve açıklana-maz bir şeydir.

Bundan dolayı, ilk doğa filozofları arkhe problemi üzerinde yoğunlaşmışlardır. Dış dünyadaki varlıkların kendisinden doğduğu ilk maddeyi belirlemeye çalışmıştır. Onların deneysel imkanların yokluğunda, varlık ya da doğa üzerine spekülatif bir düşünce faaliyeti geliştirmeleri oldukça önemli ve kayda değerdir. Presokratikler, kendi içinde dört döneme ya da okula ayrılırlar.

-- Birincisi, monistik bir kozmoloji ya da bir madde metafiziği geliştiren İyonya Okulu'dur.

--İkincisi, maddeden çok form üzerinde duran ve bir sayı metafiziği geliştiren Pythagorasçı Okul olarak karşımıza çıkar.
--Üçüncü dönem, bir yanıyla Herakleitos'un diğer yanıyla da Parmenides ve izleyicilerinin felsefesinden meydana getirdiği Elea Okulu'dur.
-- Dördüncü dönemde ise plüralist bir metafizik geliştirmiş olan Empedokles, Demokritos ve Anaksagoras gibi filozoflar bulunur.

2.2.1. İyonya Okulu=İyonyalı filozoflar, Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes olarak sıralanır. İyonya veya Miletos Okulu, felsefenin ilk okulu olarak ortaya çıkarken, Batı Anadolu kıyılarındaki İyonya da Antik Yunan felsefesinin ilk merkezi olarak seçkinleşir. Söz konusu üç filozof, mitoloji kaynaklı düşünceden kopuşu ve felsefi düşünüşe geçişi simgeler. Dünyayı açıklamanın biri doğaüstü güçlere gönderimle gerçekleşen mitik veya mitolojik diğeri ise doğal nedenlere başvurmaktan meydana gelen doğal yol olmak üzere, iki yolunun bulunduğunu kabul ettiğimiz zamandır. Miletoslu doğa filozoflarının, mitolojik açıklama tarzına alternatif bir açıklama tarzı geliştirmiş ve böylelikle, felsefenin kendisini öne sürmesinin temsilcisi olmuş oldukları söylenebilir. İkinci olarak bu filozoflar, herhangi bir çıkar, pratik amaç gözeterek değil de salt bilmek ya da anlamak için felsefe yapmışlardır. Ayrıca bu dönem filozofları monist (tekçilk) filozoflar olarak sınıflanırlar. Bunun sebebi; onların maddeyi evrendeki tek gerçeklik olarak görmeleri, yani dış dünyayı meydana getiren çokluğun gerisinde bir birlik aramaları ve madde söz konusu olduğunda da daha sonraki plüralistler gibi, varlığın temeline birçok arkhe (başlangıç, ilk) ya da maddi neden değil de tek bir madde yerleştirmeleridir.

2.3. Thales (Tales)= M.Ö.624 ve M.Ö.546 yaşamış olan Yunanlı filozoftur. Eski Yunan'ın Yedi Bilgelerinin ilki olduğu söylenir.Felsefe ve bilimin kurucusu olarak düşünülür. Elimize ulaşmış hiçbir metni yoktur. Lidyalılar ve Medes arasındaki savaşın altıncı yılında güneş tutulmasını önceden tahmin etmiştir. Thales bu olayın ardından doğayı incelemeye başlamış, ve doğa felsefesiyle ilgilenen ilk İyonya okulunu kurmuştur. Doğa üzerine ilk Thales konuşmuştur ve ileride özellikle kendisinden sonraki düşünürler için çok büyük bir önem taşıyacaktır. Thales öncelikle başlangıcı ve sonu olmayan bir Tanrı kavramından söz etmiştir. Ona göre Tanrı, iyi ve adildir (dikaios) dolayısı ile insanların da öyle olmasını istemektedir. Her şeyin Tanrı'larla (daimonlarla) dolu olduğuna inanmıştır. Ona göre dünyada Tanrısal olmayan hiç bir şey yoktur. Tanrısal gücü, mıknatıs taşındaki çekme kuvveti gibi bir hayat gücü (ruh) olarak yorumlamıştır.

(Kimileri ruhun ölümsüz olduğunu söyleyen ilk kişinin o olduğunu düşünürler.) Maddenin ilk öğesi (arkhe) olarak suyu ileri sürmüştür. Su ilk öğe olduğundan dolayı toprağın suyun üzerinde bulunduğunu ve dünyanın su tarafından taşındığını söylemiştir. Thales, görünüş-gerçeklik, çokluk-birlik ayrımı yaparak varlığa önce gelip sonra giden, sürekli değişme halindeki şeylerin ya da fenomenlerin gerçek olamayacağı sonucuna varmıştı. Başka bir deyişle, "neyin gerçekten var olduğu" sorusunu yanıtlamanın yegâne yolu, onun gözünde birlik ile çokluk ya da görünüş ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi doyurucu biçimde ifade edebilmekten geçmekteydi. O, buna göre, gözle görünen bireysel varlıkların ve değişmelerin oluşturduğu kaosun, çokluğun gerisinde akılla anlaşılabilir, kalıcı ve sürekli bir gerçekliğin var olduğuna inanmıştı. Thales, çokluğun kendisinden türediği, çeşitliliğin gerisindeki bu birliğin "su" olduğunu öne sürmekteydi.

2.4. Anaksimandros (Anaximandros )= İlk filozoflardan ikincisidir. Thales'ten sonraki kuşakta ve onun öğrencisi olduğu bilinmektedir. Güneş saatini bulduğu, ilk haritayı çizdiği söylenir. "Peri phusis / Doğa Üzerine”adlı denemesi bu alanda kaleme alınmış ilk deneme olarak bilinmektedir. Anaksimandros da Thales gibi, arkhe sorunu üzerinde durmuştur. O da var olanların kökeninin, anamaddenin ne olduğunu araştırmıştır. Ona göre ilk maddenin sonsuz, tükenmez olması gerekir, çünkü ilk madde sonsuz yaratmasında sınırsız ve tükenmez olduğunu gösteriyor. Sonsuz kavramını ilk olarak açıkça belirleyip, bunu maddeye yükleyen o’dur. Thales ilk maddeyi su ile, yani belli olan ve bilinen bir madde ile sınırlandırmıştı. Anaksimandros'a göre ise, bunu yapamayız, çünkü her belli, belirli şey sonlu ve sınırlıdır, yani karşıtı ile sınırlanmıştır. Sıcak soğuk ile, sıvı olan katı olanla, aydınlık karanlıkla sınırlanmıştır.

İki temel sorusu vardır;

1-Evrenin ana maddesi nedir?
2-Bu ana maddeden evren nasıl meydana gelmiştir?

Anaximandros için evrenin ana maddesi Aperion. Aperion sınırsız, belirsiz demektir. Aperion mekanca sınırsız ve her türlü nesnenin içinde kaynaşmış olarak bulunan, tükenmez bir kaynaktır. Diğer bir özelliği belirsiz olmasıdır, yani algımıza konu olmayacak kadar niteliksizdir. Anaksimandros Aperion kavramıyla, nesnelerin görünüşleri ile gerçekleri arasında bir ayrım ortaya koymuş olur. Yine bu görüşle algı dünyasının ötesinde bir takım varlıkların olduğunu kabul eder. Bu Platon'un idealarına giden yoldur, bu yolu Anaksimandros 'un Aperion'u açmıştır. Anaksimandros 'un en önemli özelliği, evreni saf akla dayandırarak açıklamaya çalışma çabasıdır. Ortaya koyduğu en büyük problem belirsiz bir nesneden belirli olana nasıl geçildiğidir. Anaksimandros arkhe kavramıyla duygusal verili olanı aşarak hedefi belli olan bir yönde metafizik bir kavrama doğru ilk adımı atmaktadır.


2.5. Anaksimenes (Anaximenes)= Milet Okulu'nun, bu ilk doğa felsefesi çağının üçüncü ve sonuncu düşünürü olarak da Anaximenes gösterilir. Anaksimandros 'un öğrencisidir. Anaximenes de arkhe sorunu üzerinde durur; o da, Anaksimandros gibi ana maddenin, bu varlık temelinin birlikli ve sonsuz olması gerektiğini söyler. Ama bu sonsuz şeyi, o da Thales gibi belirli bir şeyle bir tutar: Ona göre ilkmadde havadır. Hava, sonsuz bir hava denizi olarak evreni kuşatır ve yer de bu hava denizinde düz bir tepsi gibi yüzer. Anaximenes'in öğrettiğine göre:Hava, yoğunlaşma ve gevşemesiyle çeşitli nesnelere dönüşür.Genişleme ve gevşeme -siyle ateş olur; yoğunlaşmasıyla rüzgarlar, bulutlar meydana gelir.Bulutlardan su, sudan toprak, yüksek bir yoğunlaşma derecesinde de taşlar meydana gelir. Böylece, ateş, sıvı ve katı–maddenin bu üç ana biçimi- özü bakımından hep kendisiyle aynı kalan tek bir ana maddenin çeşitli yoğunlaşma ve gevşeme evrelerinden başka bir şey değildir.

Anaximenes'in iki anlayışı var ki felsefeye iki yeni görüş olarak girip yerleşmişlerdir.

1 -Hava (soluk) olan ruhumuz -psykhe- bizi nasıl ayakta tutuyorsa, bunun gibi, bütün evreni (kosmos) de soluk ve hava sarıp tutar". Nasıl hava –soluk- olan ruh, insanın vücudunu cansız bir madde olarak dağılmaktan koruyorsa, bunun gibi hava da evrenin bütününü, onun düzenini ayakta tutar. Hava; canlı, canlandıran şey, etkin olan bir ilkedir.

2 -Anaximenes, ana maddenin canlı olması gerektiğini düşünmekle, "madde" kavramının belirlenmesine doğru önemli bir adım atmış oluyordu.


2.5.1. Pythagorasçı Okul= İlkçağ Yunan felsefesinin ikinci okulu teolojik, bilimsel ve felsefi görüşleriyle seçkinleşmiş olan Pythagorasçı Okul'dur. MÖ 6. yüzyılın ikinci yarısında Güney İtalya'da, Kroton'da Pythagoras tarafından kurulmuş olan Okul, İlkçağ Yunan felsefesinde, İyonya'da kurulmuş olan Doğu geleneği karşısında, Batı geleneğini temsil eder.

1- Pythagorasçı Okul'un İyonya Okulu'ndan önemli bir farkı Pythagorasçı gelenek içinde yer alan filozofların sadece bir felsefe okulundan ziyade politik örgüt ya da cemaat meydana getirmiş olmalarıdır.

2- Pythagorasçı Okul'un ikinci önemli özelliği, burada felsefeyi doğuran, felsefi düşünceyi yaratan motifin değişmesidir. Buna göre İyonya'da filozoflar, felsefeyle felsefenin bizatihi kendisi için uğraşır, salt anlamak ve bilmek amacıyla felsefe yaparlarken; Başka bir deyişle, Doğu'da felsefenin temelinde salt teorik kaygı ya da ilgiler bulunurken, Pythagorasçılar felsefeyle salt pratik amaçlarla uğraşmışlardır. Burada amaç, anlamak ya da öğrenmekten ziyade arınmak;bilgi yoluyla saflaşarak evren ruhuyla birleşmek olmuştur.

3-Pythagorasçılarda, üçüncü olarak, madde yerine form, nitelik yerine nicelik, fizik yerine de matematik ön plana çıkmış olduğunu söyleyebiliriz. Pythagorasçılar, gerçekliğin çok farklı yön ve görünümlerini anlamanın anahtarı sayı, oran ve dolayısıyla, matematik olduğu kavrayışlarıyla Batı felsefesi içinde Platonla güçlenip matematiksel düşünme geleneğinin başlatıcısı olan filozoflardır.


2.6. Pythagoras (Pisagor)= Doğum yeri olan Sisam adasından M.Ö. 529'da Güney İtalya'ya, Crotona'ya göç etmiştir. (Okulu - Mısır ve Babil kahinleri – Ezoterizm – inisiye Delf’te, Mısır’ın Teb ve Menfis kentlerinde) Okula dinleyicilik ile başlanıyor başarılı olunursa matematikçiliğe geçiliyordu. Okul aynı zamanda dini bir topluluk ve o zamanın politikasına oldukça egemendir. Ayrıca Pisagor "dünya'nın yuvarlak olduğu" keşfeden ilk kişi olduğu söylenir. Pisagor, Dünya-nın Güneş etrafında döndüğünü ileri sürdüğü zaman oldukça sert tepkiyle karşılaşmıştır. Pisagor Croton’da inisiyatik eğitim yoluyla, “yonetici sınıfın ‘liyakate gore atama’yla secilen bilgelerden (inisiyelerden) oluştuğu yonetim modelini uygulamayı amaclıyordu. Platon’un sonradan “Devlet” adlı eserinde soz edeceği bu yonetim rejimini, kimilerine gore, dunyada (ya da 6.000 yıl icinde) pratiğe gecirebilmiş tek kişi Pisagor olmuştur. Bu yonetim rejimi şoyle acıklanır: Yoneticiler atama yoluyla yoneticilerce belirlenmelidir. Fırsat eşitliğinin sağlanması icin kız ve erkek tum cocuklar devlet tarafından yetiştirilip eğitilmelidir. Bu eğitimde sınavlar yapılmalı ve sınavlarda başarılı olamayanlar ekonomik calışma alanlarına kaydırılmalı, başarılılara ise önce ezoterik doktrin dersleri sonra uygulama deneyiminden oluşan bir eğitimden gecirilmeliler.Sonra kitaplardan oğrendiklerini gercek dunyaya, yaşama uygulaya-bilecek ve başlıca ilgilerinin kamu refahı olduğunu gosterebilmiş olanlar “yoneticiler vasi sınıfı”na secilebilirler.

Bu sınıfa uye olmanın cekici gelmemesi icin, bu sınıf uyelerinin toprakları, ozel evleri, altınları olmamalı, yalnızca, fazla olmayan, sabit bir maaşları olmalıdır. Ayrıca bu kimselerin ceşitli sakıncaları olabileceğinden, evlilik yapmamaları gerekir.

Pisagor’un • Matematik ve astronomiye katkıları olmuştur.
• Pisagor bağıntısı adıyla bilinen bağıntının kaynağı Pisagor’dur.
• Muziğin matematiksel oranlara indirgenebileceğini ortaya koymuş ve diatonik skalayı keşfetmiştir.
• Gunumuzde bazı bilim adamlarının cok sıcak baktığı “kurelerin muziği” adıyla bilinen “kurelerin armonisi” onermesini ortaya atmıştır.
• Muzikle tedavi calışma-larıyla tıbba katkıda bulunmuştur.

• Bir iddiaya gore, Dunya’nın yuvarlak olduğunu ve ikili bir hareket icinde olduğunu biliyordu ve bunları yalnızca inisiyelerine acıklamıştı ki, bu acıklama-ları, ezoterik doktrin yoluyla kuşaktan - kuşağa aktarılarak bu bilgilerin kabulunde rol oynamış.

2.6.6. Heraklitos / Elea Okulu= Okulu temel alan bir sınıflamadan ziyade, bir probleme dayandırılan bu üçüncü dönem, bir okulun temsilcisi olarak değil de bireysel bir filozof olarak ortaya çıkan Herakleitos ile onun karşısında yer alan Elea Okulu filozoflarından, yani ünlü Parmenides'e ek olarak, Zenon, Melissos ve Ksenophanes gibi filozoflardan meydana gelir. İki gruba göre de, gerek İyonyalılar, gerekse Pythagorasçılar daha ziyade çokluğun gerisindeki birliğe yönelmiş oldukları için gerçeklikteki değişme olgusunu açıklayamamış, bu olgunun hesabını gereği gibi verememişlerdi. Onlar gerçekliğin kendisinden meydana geldiği kalıcı ve değişmez öğe ile varlıktaki değişme olgusunu hiçbir şekilde uzlaştıramamışlardı. İşte bu çerçeve içinde değerlendirilmek durumunda olan Herakleitos ve Parmenides değişme problemi üzerinde yoğunlaşarak, evrendeki değişme olgusunu açıklamaya, kalıcılık ve süreklilik gerçeğiyle değişme gerçeğini uzlaştırmaya çalışmışlardır. Görüşleri birbirlerine taban tabana zıt olan bu iki filozof ya da okulu aynı başlık altında birleştiren ilk ve en önemli husus, değişim hususunda geliştirmiş oldukları felsefedir. Herakleitos'un rasyonalizmi Elea Okulu filozofların- dan çok daha ileri bir düzeye taşınır. Parmenides ve izleyicileri varlık problemini tümden-gelimsel bir akıl yürütme süreciyle ele alırken, doğaya ilişkin ampirik ya da gözleme dayalı araştırmanın kaydedebileceği bir ilerlemenin bir yanılsama olduğu sonucuna varmışlardı.


2.7. Herakleitos= Anadolu'da Efes'de yaşamıştır. Batı felsefe tarihinde dinamik bir felsefi sistem ortaya koyan ilk kişidir. Heraklitos doğadaki her şeyin sürekli değişim içinde olduğunu öne sürmüştür. Doğanın bilgisi için bu değişimi gözlemlemek gerekmekteydi. Felsefe tarihinde Heraklitos'un genellikle değişmez bir ilkeden söz etmediği, ünlü bir nehirde iki kere yıkanılmaz deyişi gibi fragmanlarından bazı parçalar kullanılarak iddia edilmiş olmasına karşın Heraklitos-un her şeyde bulunan düzenleyici bir ilkeden söz etmektedir. Bu ilke Logos 'tur. Herakleitos, aklın yol göstericiliği olmazsa gözlerin ve kulakların kötü tanıklar olduğunu öne sürerek, rasyonalizmin savunuculuğunu yapmıştır. Çok şey bilmeye, ansiklopedik bir bilgiye karşı çıkmış, sadece çok şey bilmenin akıllı olmayı öğretmediğini söylemiştir. Herakleitos'un metafiziğinin en önemli tezi, hiç kuşku yok ki, çatışma ve savaşın her şeyin babası olduğu düşüncesidir. Ona göre, karşıtların savaşı, varlık ya da oluşun tek ve en önemli koşuludur. Zira bu savaş olmasaydı, hiçbir şey var olmayacaktı. Bundan dolayı, varlıkların doğuş ya da varlığa gelişi, birbirlerine karşıt olan ve dolayısıyla birbirlerini varlıkta tutan karşıtların çatışmasına bağlıdır. Herakleitos kendisinden önceki filozofların boşu boşuna evrende kalıcılık ve süreklilik aradıklarını, oysa evrende kalıcılık bulunmayıp, mutlak bir değişmenin söz konusu olduğunu öne sürmüştür. Herakleitos'te yeni olan taraf; evrenin birden bire bir oluş ve yok oluş olgusu olarak görülmesidir. Milet okuluna göre evren özü somut olan bir şeyden; sudan ya da hava-dan yapılmıştır, her şeyin özünde bu maddeler bulunur. Herakleitos ise ateşi ana madde yapmakla, varlıkların özde bir madde değil, bir olgu olduğuna dikkat çekmiştir. Evren durma-dan akan bir süreçtir, başı sonu olan bir değişmedir, hiç durmayan, bu değişme içinde kalan, sürüp giden hiçbir şey yoktur. “Panta rei” her şey akar: Bu onun ana görüşüdür. İşte ateşin ilk madde (arkhe) olduğu düşüncesine de Herakleitos buradan varmaktadır.

2.8. Parmenides= Parmanides, doğa filozoflarından sayılmakla birlikte Antik Yunan felsefe-sinde rasyonalizm geleneğinin ilk filozoflarından biridir. Parmenides'e göre, evrende değişen hiçbir şey yoktur. Gerçeklik, yani varlık, mutlak anlamda birdir, kalıcıdır, süreklidir, yaratılma-mıştır, yok edilemez; o ezeli ve ebedidir; onda hareket ve değişme yoktur. Onun birci görüşü, bir takım mantıksal çıkarsamalarla evrende değişimin olmadığını kanıtlamaya çalışır. Gerçeklik ebedi ve değişmez olan, yaratılmamış ve yok edilemez olan, sürekli ve kalıcı olan birdir. Varlık, parçalı değil bir bütündür, hareket ve değişim söz konusu değildir.


2.9. Zenon (Xenon)= Kıbrıslı Zenon, Stoa Okulunun kurucusudur. Ona göre, gerçek olan her şey maddidir. Fakat evren, pasif bir maddeden oluşmamıştır. Değişen bir yapısı olan düzenli bütün olan evrendeki pasif maddeden başka, doğadaki düzenleyici, aktif öğeyi temsil eden bir güç daha vardır. Bu aktif güç, maddeden farklı değildir, ancak maddenin değişik bir görünü-müdür. O, hava akıntısı ya da nefes gibi, sürekli olarak hareket eden ince bir şeydir. Zenon bu gücün ateş olduğunu söyler; ona göre, bu ateş var olan her şeye yayılır. Bu maddi ateşin en temel özelliği akıldır. Bu ateş, evrendeki en yüksek varlık türüdür. Zenon'a göre, Tanrı her şeydir. Yani, Tanrı bireyleri birbirleriyle birleştiren ateş ya da sıcak nefestir. Tanrı'nın ateş ya da rasyonel bir güç olduğunu söylemek, doğaya aklın ve akıl ilkesinin egemen olduğunu söylemekten başka bir şey değildir. Madde kendisinde bulunan bu akıl ilkesine göre davranır.


2.10. Plüralistler= Plüralist filozoflar Empedokles, Anaksagoras ve atomcu Demokritos'tur.

Onların plüralizmi ifadesini, bu filozofların kendilerinden önce yaşamış filozofların monizmin-den, yani varlığın temeline tek bir arkhe koyan yaklaşımlarından farklı olarak, ikiden fazla arkheye yönelmelerinde bulur. Plüralizm kendisini, Empedokles'te kendisinden doğduğu dört kök maddeyle, Anaksagoras'ta sonsuz sayıda tohum, Atomcu Okulda ise sonsuz sayıda atomla gösterir. Plüralistler Eleacı terimlerle tanımladıkları çok sayıda temel arkhe ya da varlığın varoluşunu öne sürüp, bunları gerçeklik olarak tanımladıktan sonra, bütün bir çokluk ya da görünüşler dünyasını söz konusu çoğul gerçekliklerle açıklamışlardır. Plüralist filozoflar, Parmenides'in değişmeyi inkâr eden güçlü felsefi argümanlarıyla Herakleitos'un veya sağdu-yunun değişmeyi dış dünyanın en temel ve açık olgusu olarak değerlendiren bakışı arasında bir uzlaşmaya gitmek zorunda kalmışlardır.

Buna göre Parmenides'in Varlıkla ilgili hemen tüm önerme ya da görüşlerini kabul ederler. Varlık, basit olup ezeli ve ebedidir; yani yaratılmamıştır ve yok edilemezdir. Bu anlamda Varlık hiçbir şekilde değişmez. Plüralistler, işte bir yandan Varlıkla ilgili bu tezleri tasdik ederken, diğer yandan da değişmeyi apaçık bir olgu olarak kabul ederler ve bu uzlaşmayı, plüralist bir hipotezle ifade ederler.Buna göre dış dünyadaki değişme, kendileri basit, ezeli-ebedi ve değişmez olan ilk madde ya da öğelerin değişik oranlarda bir araya gelerek, kompleks cisimleri meydana getirişiyle açıklanır. Plüralist filozofların önemli bir diğer yeniliği de onların ilk kez olarak, dış dünyaya ilişkin açıklamada fail nedenin ya da fail nedenli açıklamanın önemini fark etmelerinden kaynaklanır. Başka bir deyişle, fail nedenli açıklamanın önemini vurgulayan Empedokles ve Anaksagoras gibi filozoflar, ilk doğa filozof-larının, kendi hareketini kendisinin açıklayacağı canlı bir madde anlayışına karşı çıkıp, ezeli fakat cansız maddeyi harekete geçirecek bir dış güç arayışı içinde girmişlerdir.

Söz konusu fail güç, Empedokles ve Anaksagoras'ta varolanlara ya da maddeye içkin değil de aşkın; kendi içinde maddi değil de tinsel bir güç olarak tasarlanmıştır. Bu düşünce daha çok insanla ilgilenen yeni bir felsefi yapılanmanın geçiş dönemine işaret etmektedir.



alıntıdır
Alıntı ile Cevapla
Alt 11Haziran 2015, 11:36   Mesaj No:3
Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:EyMeN&TaLhA isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 21422
Üyelik T.: 08 Kasım 2012
Arkadaşları:35
Cinsiyet:
Mesaj: 3.297
Konular: 784
Beğenildi:132
Beğendi:34
Takdirleri:141
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: OMÜ İLİTAM felsefe tarihi 1-6.ünite özetleri

3.ünite




İLKÇAĞ FELSEFESİ/ İNSAN ÜZERİNE FELSEFE


2.1. Soktares ve Sonrası Dönem= Doğa üzerine yapılan İlkçağ Felsefesinin ulaştığı son nokta olan Atomcu felsefenin ardından, yaklaşık MÖ 5. yüzyılın ortalarında, Yunan felsefe-sinde büyük bir dönüşüm yaşanır.Varlık ya da gerçeklik yerine çıkar gütmeyen felsefi yakla-şımların ardından, felsefenin merkezine insan geçirilir.

Felsefi ilgi, evrenden insana dönerken, kozmolojisi ve ontoloji ile ilgili önemli entelektüel sorulardan insan yaşamı ve eylemiyle ilgili cevaplanması gereken sorulara doğru kayar. Artık filozoflar dikkatlerini daha ziyade etik ve siyaset felsefesine çevirirken, felsefeye tam bir hümanizm hâkim olur. Doğa Felsefesinden İnsan Üzerine Felsefeye Geçiş nedeni; felsefi, politik ve sosyal nedenler olmak üzere, üç başlık altında toplanabilir. Felsefi nedenlerin en başında doğa felsefesinin MÖ 5. yüzyılla birlikte gerçekleşen iflası olgusu gelir.

Doğa felsefesinin iflası olgusu, bir yandan doğa felsefe-sinin aşağı yukarı söylenebilecek her şeyi söyledikten sonra gelişme imkanlarını tüketip geliş-mesini tamamlamasını, bir yandan da filozofların aynı konuda karşıt, hatta çelişik görüşler öne sürmelerinden dolayı sonuçsuz ve Felsefeye katkı yapamaz hale gelmesini ifade eder. Öte yandan, duyusal dünyanın gerçekliğini reddeden aşırı soyut ve spekülatif görüşleriyle, sıradan insanın gerçek dünyasını salt bir görünüşler dünyasına indirgeyen doğa filozoflarının farklı gerçeklik tasarımları, hatta hemen her konuda çelişik görüşler öne sürmeleri de bu felsefenin son bulmasında belirleyici bir rol oynamıştır. (Ör. Arkhe sorunu, değişim) Söz konusu felsefi nedene, toplumsal bir olgu olarak, artık felsefenin merkezi olup çıkan Atina'da koşulların, eskisi gibi, çıkar gözetmeyen entelektüel faaliyet için elverişli olmaması olgusu eklenebilir.

5. yüzyılın ortalarından itibaren, Yunan demokrasisinin yapı değiştirmesi ve bir ticaret demokrasisine dönüşümüyle birlikte, aristokratlar iktidardaki ağırlıklarını yitirdiler. Yeni yükselen ticaret erbabı sınıf, iktidardaki meşruiyetlerini temin edecek yeni bir bakış ya da felsefeye, kendilerine politik bilgi aktaracak yeni bir felsefeciler zümresine ihtiyaç duydu. İşte çağlarının çocukları olan Sofistler, bu ihtiyacın bir sonucu olarak ortaya çıktılar. Politik iktidarın yeni sahiplerinin sözcülüğüne soyunan bu gezgin felsefe öğretmenleri, onlara ihtiyaç duydukları politik bilgi ve stratejileri öğrettiler. (Tüccar – Aristokrat ayrımı)

2.1.SOFISTLER =Yunanca sophîstes kelimesinden gelen "sofist" terimi sonraki yüzyıllarda asıl anlamından uzaklaşmış olmasına rağmen, felsefe tarihi bakımından önemli bir değişim dönemini anlatır. Kelime anlamıyla "sop-histes", "bilen, bilgili kimse" demekse de buradaki gerçek anlamı belli bir alanda temayüz etmiş, belli bir konunun uzmanı, olmuş kimsenin konu-munu anlatır. Sofistler, M.Ö. 5. yüzyılda para karşılığında felsefe öğreten gezgin felsefecilerdir. Göreceli ve kuşkucu düşüncenin köklerini atmışlar ve geliştirici olmuşlardır.

En ünlü ve önemli temsilcileri arasında, Protagoras, Gorgias, bulunur. Sofist teriminin mecazi olarak günümüze kadar gelen diğer bir anlamı; Türkçe'deki "safsata" kelimesiyle ifade edilir. ilk sofistlerin toplum-da büyük bir saygınlığı olmasına rağmen felsefe tarihinde ‘sofist’ denildiğinde akla olumsuz bir anlam gelir. Bu anlam başta dönemin en önemli filozofu olan Sokrates’in, Platon’un ve Aristo-teles’in sofistlere karşı yürüttüğü mücadeleden ileri gelmektedir. Sofistler sürekli bu düşünürler tarafından eleştirilmiş, para karşılığı ders vermeleri o dönemde yadırganmıştır.

Bununla birlikte felsefe tarihi içinde erdemin öğretilir olup olmadığı gibi çok önemli soruların sorulmasında ya da yeni yaklaşımlar geliştirilmesinde sofistler her dönem önemli etkilere yol açmışlardır. Sofist-lerin görüşleri konusunda en önemli kaynak Platon diyaloglarıdır. Dönemin sosyal değişimleri ve siyasal gelişimleri (5.yy Atina Demokrasisi) sofistlerin etkili olmalarına yol açmıştır. Çünkü sofizmin doğuş nedenleri arasında Atina demokrasisinin tamamen yeni türden bir eğitime, pedagojiye duyduğu pratik gereksinim gerçek belirleyici bir nedendir.


2.2.1. EĞİTİM= Sofistler her ne kadar ayrı bir felsefe okulu meydana getirmeseler de onları birlikte sınıflamayı mümkün kılan ortak birtakım özelliklerden, söz etmek mümkündür. Yunan-daki Aydınlanma çağının öncüleri veya en önemli temsilcileri olan Sofistler, her şeyden önce eğitimcilikleriyle, gezgin öğretmenler olma özellikleriyle öne çıkarlar. Buna göre, kendileri için en büyük mutluluğun öğrencilerini bilge ve saygın yurttaş olarak görmeleri olduğunu söyleyen Sofistlere, biri zengin ailelerin politikaya girmek isteyen çocukları, diğeri de bir Sofist olarak yetişmek isteyen gençler olmak üzere, iki grup insan gidiyordu.

Başta Protagoras olmak üzere, Sofistler devlette düzensizliği ve devletin çözülmesini önleyecek iyi yasaların nasıl hazır-lanacağını, toplumsal organizma için yasalar, gelenekler ve yaşam biçimleri tasarlayıp kuran siyaset sanatını, insanın toplumsal çevresiyle olan karşılıklı ilişkilerinin nasıl düzenleneceğini, doğru politikaların en iyi bir biçimde nasıl sunulacağını öğretme iddiasında olmuşlardır. Ger-çekte "insanın her şeyin ölçüsü olduğunu" söyleyen Protagoras'ın bu sözü, herkesin farklı bilgilere ve farklı ihtiyaçlara sahip olması nedeniyle, bir değerlemeler çokluğunu mümkün kılar. İşte bu farklı bakış açılarına, ilgi ve çıkarlara sahip insanların, bir toplum düzeni içinde bir araya gelmelerini ve barış içinde yaşamalarını mümkün kılacak yetenekleri, siyaset sanatı ve politik erdemleri öğretenler Sofistlerdir. Sofistliğin en önemli boyutu, onların eğitimcilikleri ve erdemin öğretilebilirliğine olan inançlarıdır. Çünkü söz konusu inanç ve pratiğin, eskiden doğuştan getirildiğine, belli bir soydan ya da sınıf geleneğinden olmanın, soylu sınıftan gelmenin siyasi iktidara yükselebilmek için yeterli olduğuna inanan Yunan toplumu üzerinde oldukça devrimci bir etkisi olmuştur.

Zamanın pek çok filozofu Sofistleri verdikleri eğitim hizmeti karşılığında para aldıkları için şiddetle eleştirmiştir. Sofistlerin eleştirilme sebepleri; Her şeyden önce onların öğretme iddiasıyla ortaya çıktıkları iyi yurttaş olma ve yönetme sanatı, Yunanlılara göre öğre-tilecek bir şey olmayıp, insanların neredeyse içgüdüsel olarak atalarından miras alıp çocuk-larına aktardıkları bir özellik ya da değerdi. Filozoflar ise Sofistlerin para almalarına, ikinci olarak, aslında onların önemli ölçüde değişime uğratmış oldukları felsefe ve filozof telakkilerine yabancı oldukları için karşı çıkarlar. Özellikle Platon ve kısmen de Sokrates gibi filozofların aşina ve hayran oldukları bir geleneğin, sözgelimi Pythagorasçı geleneğin felsefe anlayışına göre, bilgelik dostlar, özellikle de birbirlerini sevenler arasında paylaşılacak bir şeydir. Bu bilgelik insanı sadece arındıran değil, dünyadan bağını kopartarak, özgürleştiren bir şeydir. Oysa Sofistler öğrettikleri şeyler karşılığında para almak suretiyle kendilerini özgürlükten mahrum bırakırlar.


2.2.2. KRİTİSİZM= Sofistlerin en belirgin özelliklerinden biri de onların hemen her şeye karşı geliştirmiş oldukları eleştirel tavırdır. Yunan toplumunda, o zamana dek hiçbir şekilde sorgu-lanmamış olan kurumlara, toplumun siyasi ve hukuksal temellerine ve dine yöneltilen bir eleştiri ve sorgulama faaliyetinden meydana gelir. Başka bir deyişle, Sofistler "Aydınlanma Çağı'nda eleştirel düşünceyi uyandırmış, bir anlamda felsefeye, dine, gelenek ve göreneklerle bunlara dayanan kurumlara meydan okumuş ve onların kendilerini akla dayalı olarak haklı kılıp temellendirmeleri için gerekli zemini hazırlamıştır.


Geleneksel dini inançlara saldırırlarken, kendilerinden sonra gelecek olan filozoflara, daha sağlam ve tutarlı Tanrı anlayışlarına giden yolu göstermişlerdir. Onlar devleti ve yasalarını eleştirirken de felsefeye dayalı bir devlet ve siyaset anlayışına giden yolu açmışlardır. Kısacası, Sofistler, eleştiri-cilikleriyle felsefeyi daha sağlam temellere oturması, ilk ilkelere yönelmesi için adeta zorlamışlardır.


2.2.3. SEPTİSİZM= Sofistlerin paylaştıkları bir diğer ortak özellik de Septisizm, kesin ve mutlak bilgi imkânına duyulan bir güvensizlik olmuştur. Eğer, varolanlar sürekli bir akış içindeyse, duyum da hareket halindeki nesnenin duyunun hareketiyle karşılaşmasının bir sonucu olup kişiden kişiye değişiyorsa ve hangi görünüş ya da algının doğru olduğuna karar verecek nesnel bir standarttan, görünüşleri kendisiyle yargılayacağımız nesnel bir gerçeklik var değilse, genel geçer bilgiden söz etmek hiçbir zaman mümkün olmaz. Buna göre, varlık problemine karşı mutlak bir kayıtsızlık sergileyip, tüm dikkatini insan üzerinde yoğunlaştıran Sofistler, bununla birlikte insanın bilgisini ele alırken, aklın analizini Sokrates'le öğrencilerine bırakıp, kendilerini duyusal bilgiyle sınırlamışlardır. Onlar, rasyonel bilgi üzerinde değil fakat ampirik bilgi ve deneyimin verileri üzerinde durmuş ve gerçekliği bu bakış açısıyla yargılamışlardır. (fenomenalizm- ampirisizm – rölativizm) Gördükleri ve anladıkları şekliyle hakikatle gerçekten ilgilenen Sofistler, fenomenlerin dışında ayrı bir gerçeklik, görünüşlerden bağımsız bir varlık olmadığını savunarak, varolan her şeyin fenomenlerden ibaret olduğunu söylemişlerdir. İlk ve en büyük Sofist olan Protagoras, bireyin her şeyin ölçüsü olduğunu ve şeylerin de tıpkı insana göründükleri gibi olduğunu savunmuştur. Buna göre, bilginin temeline algıları yerleştiren Sofistler, ampirisizmin kaçınılmaz bir sonucu olarak bilginin de göreli olduğunu belirtmişlerdir. Mutlak ve değişmez bir hakikat olmayıp bilgi ve hakikat bireyin algılarına, toplumsal, kültürel ve kişisel eğilimlerine görelidir. Gerçekten de "ölçü-insan" anlayışıyla kendisinden önceki doğa filozoflarına meydan okuyan, bu filozofların birbirleriyle çelişik düşüncelerinin aklın yetersizliğini ortaya koyduğunu savunmaktadırlar. Dolayısıyla duyularımızın ötesinde, algılanamayan ve bilinemeyen bir gerçeklik, duyularımız ve algılarımız tarafından yorumlanan fenomenlerin gerisinde, algılanamaz bir varlık alanı bulunmadığını, doğal dünyanın yalnızca fenomenlerden ibaret olduğunu savunan Protagoras, bu deyişiyle, dış dünyaya ilişkin bilgimizin temelinde duyu organları aracılığıyla gerçekleşen duyu-algılarının bulunduğunu dile getirir. Protagoras ve diğer Sofistler, bilgi alanındaki bu görelilik ve öznelciliği, doğallıkla etik ve estetik alana veya değerler alanına da yansıtmışlardı. tüm ahlaki değerler, kişilerin onları nasıl algıladıklarıyla ilgili bir konu olmak durumundaydı. Tanrıların, zeki devlet adamlarının insan ve toplumu itaat altına alma için, var kıldıklarını ve bunun da gerçekte bir kuruntu olduğunu düşünürler. Kısacası sofistlerin İnsan, toplum, devlet, doğru bilgi, ahlâk, hukuk, din, vb. konularında İleri sürerek geliştirdikleri relativizm, sübjektivizm ve şüpheciliklerle yeni bir ayrıma yol açmışlardır. Ancak öte taraftan bu konular üzerinde geniş bir tartışma açarak değişik görüşlerin ortaya çıkmasın da hazırlamışlardır.


2.3. SOKRATES(SOCRATES) (M.Ö. 470-399 ATİNA)= Sokrates 469 yılında Atina’da doğmuştur. Heykeltıraş Sophroniskos ile ebe Phainerete’nin oğludur. Sokrates, genel olarak felsefenin ve Batı felsefesinin, özel olarak da Antik Yunan felsefesinin, hiç kuşku yok ki en kilit ismidir. Batı felsefesinin beşiği kabul edilen Antik Yunan felsefesi, bir bütün olarak onun ismiyle sınıflandırılır. Presokratikler – Sokratikler Sokrates’ten yazılı hiçbir metin elimize ulaşmamıştır. Profesyonel "bilgi hocaları"nın ortaya çıktığı bir dönemde öğretmenliği resmi bir meslek olarak da seçmemiştir. Hayatı boyunca ancak üç kez Atina'dan ayrıldığı söylenir. Bir kez askeri yükümlülük gereği, bir kez de Delfi'ye bilgi edinmek ve üzerinde "kendini tanı" sözünün yazılı olduğu Apollon tapınağını görmek için bu kentin dışına çıkmıştır. Kendisi ve yurttaşlarını ciddi olarak incelemeyi, ahlakça olgunlaşmak için durmadan çalışmayı, hayatının hep ödevi saymıştır.

O da, Sofistler gibi, başlıca, insan hayatının pratik sorunlarıyla ilgilenmiştir. Ancak, Sofistlerden farklı olarak bu soruna gerçek, derin bir ahlaki ciddiyetle yönelir. Onun gerek sessiz, sürekli felsefi düşünmeleri, gerekse Atina’daki orijinal çalışmaları böyle bir anlayışla beslenmişlerdir. Kendisi bir çığıra, bir okula bağlı olmadığı gibi, bir çığır da kurmaya kalkışmamıştır. Çarşıda–pazarda dolaşır, karşısına çıkanlarla konuşmaya çalışırdı.

Sokrates 70 yaşında iken “gençliği baştan çıkarmak ve Atina’ya yeni Tanrılar getirmeye kalkışmak” ile suçlandırılıp mahkemeye verilmiştir. Boyun eğmek bilmeyen onuru yüzünden yargıçları kızdırıp ölüm cezasına çarptırılmıştır. Tutukevinden de kaçmayı ret etmiş ve 399 yılının mayısında zehir içerek ölmüştür.


2.3.1. AHLAK ANLAYIŞI= Sokrates genellikle ahlak felsefesinin, yani değer öğretisinin kurucusu olarak bilinirse de, ondan geriye kalan şey, bir öğretiden çok, kişilerin bilincine, özlerinin ne olduğunu göstermeye yönelik bir çabadır. "Atinalıları uyandırıp, hayatın anlamı ve kendileri için gerçekten iyi olan üzerine düşünmeye sevk etmek" diye ifade edilebilecek misyonu benimsemiştir. Sokrates, hayatının önemli bir kısmında, kendini Atinalılarla ama özellikle de gençlerle hayatın anlamı, neyin gerçekten iyi olduğu, insanın gerçek amacının ne olması gerektiği gibi soruların belirlediği genel çerçeve içinde felsefi tartışmalar yaparak bir ahlak reformu gerçekleştirme çabası içinde olmuştur. Yüzeysel bilgiyi aşma ve şeylerin gerçek bilgisine ulaşma isteğiyle, bireylerin davranışlarında ve yaşamlarında temel aldıkları inançları sorgulamaya yönelmiştir.

Sokrates, inançlarını ayrım gözetmeksizin yadsımak için toplumun bütün kesimlerine seslendi; bu tutumu da şiddetli tepkilerle karşılaşması ve trajik bir biçimde ölmesi sonucunu doğurdu. Sokrates,”Hiç kimse bile bile kötülük işlemez, kötülük bilginin eksikliğinden ileri gelir” der. Yine bu yüzden bütün öteki erdemler, ana erdem olan bilginin (episteme) içinde toplanmışlardır ve bilginin kendisi edinildiği ve öğrenildiği gibi, öteki erdemler de elde edilir ve öğretilebilir.

Onun gözünde insan, bir beden ve bir ruhtan meydana gelen, bir maddi bir de manevi boyutu bulunan bileşik bir varlık olup bunlardan insanın gerçek benliğine karşılık gelen, onu her ne ise o yapan öğe ya da bileşen, ruhtur. Gerçekten var olan ölümsüz ruh karşısında, beden sadece bir araç olmak durumundadır. İnsanı meydana getiren bu iki ayrı bileşen, Sokrates'e göre, iki ayrı değer türünün ortaya çıkışma neden olur.

Gerçekten var olanın beden olduğuna inananlar veya insanı insan yapan unsurun ruh olduğu bilincinden yoksun olanlar, mutluluğu bedensel tatminlerde arayan, haz, maddi zenginlik ya da şan, şeref peşinde koşanlardır. Psukhe ya da ruha gelince Sokrates, ruhu akılla, insanın rasyonel meleke ya da yetileriyle özdeşleştirir.

İnsanın gerçek benliği, onu insan yapan şey psukhe olup, psukhe'nin özü akıldır. Her varlığın yerine getirmek durumunda olduğu bir fonksiyon, onun varoluşunun bir amacı bulunduğunu düşünen Sokrates, işte bu noktada, meşhur arete ya da erdem telakkisini geliştirir. "Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değer olmayan bir hayattır” Onun bu bağlamda sorduğu temel sorular şunlardır: "İnsanın amacı nedir?" "İnsana özgü olan faaliyet türü hangisidir?"

"İnsan varlığı, başka varlıkların yerine getiremeyeceği hangi işlevleri yerine getirmek durumundadır?" Sokrates'e göre, insana özgü olan faaliyet türü hareket, büyüme, duyumlama ya da üreme değildir. Zira bunları başka hayvan türleri de gerçekleştirir. İnsanın arete si, yalnızca insanda bulunan, insana özgü olan akılla ilgili olmak durumundadır. Zira akıl ve aklı kullanma yalnızca insana özgü olup, onu başka hayvan türlerinden ayırır.

Bu açıdan bakıldığında, Sokrates'in (i) ahlaki failin keşfedebileceği, bu keşfini müteakip kendisine uygun olarak yaşayabileceği, kendisini mutlu kılacak evrensel ve nesnel bir moral hakikat bulunduğunu; (ii) failin ahlaken özerk olması ve kendisine mal etmek durumunda olduğu moral bilgiye uygun yaşaması gerektiğini savunduğu söylenebilir. Son olarak Sokrates, içinde bir Daimonion adı verdiği ve hayatının önemli anlarında kendisine yol gösteren bir sesin varlığından bahsetmektedir. Daimonion’ın, alıkoyucu bir rol oynayan uyarıcı bir sesleniş olarak tanımlar.

Bu sesin ne olduğu üzerinde çeşitli yorumlar yapılmıştır. Ne olarak anlaşılırsa anlaşılsın (vicdan, ahlaki bir sezi, ilahi bir sesleniş, vb) Daimonion Sokrates’in ahlak görüşünün tek yanlı rasyonalizmini tamamlayan bir etken olarak görülmüştür. Zira Daimonion, temel yapısı itibariyle irrasyonel bir yapı arz etmektedir.


2.3.2. SİYASET ANLAYIŞI= Düşünce tarihinde politika felsefesinin kurucusu olarak kabul edilen Sokrates'in politika felsefesi büyük ölçüde onun demokrasiye yönelik eleştirileriyle, en iyi yönetim biçiminin ne olduğuna dair fikirlerinden oluşur. Bu görüşlerin gerisinde, elbette onun genel olarak devletin, özel olarak da Yunan kent devletinin doğası ve işlevleriyle ilgili fikirleri bulunmaktaydı.

Polis veya kent-devletinin varlık nedeni, sadece yurttaşlarının hayatlarını güvence altına almak değil bundan daha ziyade onların mutluluğa erişebilmelerini mümkün kılmak, ahlaken iyi bir yaşam sürmelerini sağlamak ve yurttaşlarına iyi bir hayat temin etmektir.

Aynı zamanda bir eğitim kurumu olan polis, ona göre, yurttaşlarını gerçek mutluluğa eriştirmekle, onları ruhlarına özen gösteren iyi insanlar haline getirmekle mükelleftir. Devlete düşen, yurttaşlarını özellikle manevi yönden geliştirmek, onları kendi iyi telakkisine göre erdemli varlıklar haline getirmektir.

Sokrates, devletin yönetim sanatında uzman olmayanlar, yani herkes tarafından temsil edilmesine; yasaların gerçek adaletin, hayatın amacının ne olduğunu bilmeyen, gerekli felsefi bilgelikten yoksun sıradan insanlar tarafından uygulanmasına karşı çıkarak bu tür bir demokrasiyi şiddetle eleştirmiştir.

Çünkü politika ona göre, aynen kaptanlık, mimari, ayakkabıcılık gibi bir sanattır; dolayısıyla, bilgiden yoksun çoğunluğun veya meclise kura ile seçilmiş görevlilerin kararlarıyla hayata geçirilecek demok-ratik bir yönetim, bir sanat olan siyasetin ne özüne veya ruhuna ne de amacına uygun düşer.


2.3.3. EĞİTİM ANLAYIŞI= Sokrates, ölçülü insan modelini ön plana çıkartan bir felsefi anlayışa sahiptir. Ondaki insan, ahlaki bir varlıktır ve kendi içinde bir düzene sahiptir. İnsanın gelişmesi de bu düzene uygun olmalıdır. Onun için insanın bu uyumlu yapısına en uygun eğitim metodu ise diyalog metodudur. Diyalog metodu; ironi ile başlamalı, soru-cevapla sürdürülmeli ve doğurmaca buldurma-keşfetme ile bitirilmelidir. Yani Sokrates'in savunduğu felsefi düşünüş biçimi, insandaki doğal yapıları ortaya çıkartmaya yöneliktir. Bu durum, eğitim felsefesi için de aynen geçerli sayılmaktadır.


2.3.4. Sokrates'ten (Socrates) Seçme Sözler ve Diyaloglar=

*Bir şeyleri değiştirmek isteyen insan, işe önce kendisinden başlamalıdır.
*Bilgi ruhun gıdasıdır.
*Bir yargıç, iyi niyetle dinlemeli, akıllıca karşılık vermeli, sağlıklı düşünmeli, tarafsızca karar vermelidir.
*Bilen insan kötülük yapmaz.
*İnsan bildiğini öğrenir.
*Kimseye hiçbir şey öğretemem, sadece onların düşünmelerini sağlayabilirim.
*Öğrenmek, eskiden bilinmiş bir şeyi yeniden hatırlamaktan başka bir şey değildir.
*Sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez


alıntıdır
Alıntı ile Cevapla
Alt 11Haziran 2015, 11:42   Mesaj No:4
Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:EyMeN&TaLhA isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 21422
Üyelik T.: 08 Kasım 2012
Arkadaşları:35
Cinsiyet:
Mesaj: 3.297
Konular: 784
Beğenildi:132
Beğendi:34
Takdirleri:141
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: OMÜ İLİTAM felsefe tarihi 1-6.ünite özetleri

4.ünite

İLKÇAĞ FELSEFESİ / SİSTEMATİK FELSEFE




İlkçağ felsefenin üçüncü ve sonuncu dönemi, Platon ve Aristoteles gibi iki büyük filozofun felsefelerinden oluşan sistematik dönemdir.bu dönem, bilimsel araştırmayla felsefe faaliyetinin, eğitim ve öğretimin kurumsal bir nitelik kazandığı dönem olmuştur. Bu çağda, eğitim ve araştırma faaliyeti için Platon Akademi’yi, Aristoteles de Lise’yi kurmuş ve araştırma faaliyetlerini burada sürdürmüşlerdir. Sistematik felsefe döneminin tek merkezi Atina’dır.

Platon (Eflatun) (MÖ 427-MÖ 347) Atina=hayatının ilk yarısında politik bir kariyere hazır-lanmış fakat hocasının idam edilmesinin ardından, siyasete girmekten tamamen vazgeçmiş ve birtakım reform teşebbüsleriyle ıslah edilemeyeceğine inandığı politik koşullara felsefe yoluyla ayrıntılı bir sistem kurarak yanıt vermeye karar vermiştir. Hayatının ikinci yarısında, Atina’da açtığı Akademi’de dönemin bilim adamı ve filozoflarını toplayarak felsefeyle uğraştı.Güney İtalya’ya Platon, Atina’da tanımış olduğu Pythagorasçıların çalışmalarını yerinde ve yakından tanımak için gitmiş.Bu yolculuk, bir yandan ondaki matematik ilgisini güçlendirmiş, öbür yandan da ona dini-mistik görüşler edindirmiştir. Pythagorasçı-lardan edindiği bu etkiler, onun felsefe-sinin Sokratesçi öğe yanında ikinci büyük öğesidir.Sicilya’dan ilk dönüşünde Platon, Akademos denilen bölgede ünlü okulu Akademia’yı kurmuş, yirmi yıl buranın yönetim ve öğretimiyle uğraşmıştır. Sokrates öncesi filozoflar (ilk filozoflar veya doğa filozofları) daha ziyade materya-list (özdekçi) görüşler üretmişlerdir. Antik felsefenin maddeci öğretisi, atomcu Demokritos ile en yüksek seviyeye erişmiş, buna mukabil düşünceci (idealist) felsefe, Eflatun ile en doruk noktasına ulaşmıştır.


Platon’un (Eflatun) Felsefesi =Eflatun’un felsefesini, beş önemli kuram içersinde toplamak mümkündür. Bunlar, “bilgi”, “idealar”, “ruhun ölümsüzlüğü”, “Kozmoloji” ve “devlet” ile ilgili kuramlarıdır. Sokrates ve Eflatun’a göre felsefenin ana ereği, insanın mutluluğu ve yetkin yaşamının sağlanmasıdır. Yetkin bir yaşam, ancak erdemli bir hayat sürmekle elde edilebilir. Erdemin temeli “bilgi”, özü “idealar kavramı”, gerekçesi “evrendoğum”, güvencesi “ölümsüzlük”, yaşamsal sığınağı “devlet”tir.İlk filozoflar, doğada mutlak ve değişmez olanı aramışlar, Eflatun ise hem doğada, hem de ahlak ve toplum yaşamında mutlak ve değişmez olanın peşinden koşmuştur.
Platon Felsefesi’nin Dönemleri


Sokratesçi Dönem =“Gençlik dialogların” veya “Sokratik dialoglar”ın kaleme alındığı ve Platon’un gelişmesindeki ilk dönem, Sokrates’in etkisi altında düşünüp yazdığı dönemdir. Platon’un bütün diyaloglarında Sokrates sahneye çıkar; bunların pek çoğunda baş sözcü odur. Platon’un “Gençlik diyalogları” nda büyük hocasının kişiliğini ve düşüncelerini büyük bir sevgi ve saygı ile belirtmeye çalışmak istemesinin pratik bir nedeni de vardır: Bununla Platon Sokrates’i Sofistlere ve onu Sofist sananlara karşı savunmak istemiştir. Bir Sokratesçi olarak bu döneminde Platon’u yalnız erdem ve bilgi sorunları ilgilendirir: Erdemin özü ve kavramı, erdemin birliği ve çokluğu, erdemin bilgiye ve öğretilebilmeye olan ilgisi incelediği, çözmeye çalıştığı başlıca sorunlardır.


Geçiş Dönemi =Geçiş dönemi çalışmalarında, hareket noktasının sofist öğreti olduğunu görülür.Bu aşamada Eflatun, sofistlerin hazza dayanan yaşam görüşlerini detaylı bir tartışmaya açarak, Sokrates öğretisini aşmaya karar vermiş görünmektedir. Yine de sofist disiplinin karşısına, ustasının "iyi" kavramı ile çıkar; "İyi, doğru bir yaşamın kesin ölçütü ve amacıdır." Eflatun, bu tezin sağlam temellere oturtulabilmesinin, içerdiği "doğru" kavramının tarif edilebilir, hiç değilse araştırılabilir bir şey olması ile mümkün olduğunu kavramıştır.Bu zorlu meseleyi çözmeye çalışırken; (soru sofist) "Aradığımız şey bilinen bir şeyse, bunu aramaya gerek yoktur. Bilinmeyen bir şeyse, bulduğumuz şeyin aranan şey olduğunu nereden bileceğiz?" sorusu ile sofistler, Eflatun'u zor duruma sokmuşlardır.

Filozof bu meseleyi, Pythagoras'çı öğretilerden edindiği "ruhun ölmezliği" kavramı ile çözmeyi deneyerek, Sokrates disiplinini aşma yolunda ilk adımı atmıştır. Ruh ölümsüz olduğuna göre, aranan doğru ile daha önceki yaşam dönemlerinde muhakkak karşılaşmış olmalıdır. Ölümsüz bir ruh taşıyan insanoğlu için "öğrenmek", eskiden bilinen bir şeyi hatırlamaktan (anamnesis) başka bir şey değildir. Ancak ölümsüz ruhunu eski yaşamında gördüklerinden anımsadıkları son derece muğlak bilgilerdir.

Üstüne üstlük, bir de bu dünyadaki doğrudan algılamaların getirdiği zihni karmaşa, bu bilgileri daha sallantılı tasavvurlar haline dönüştürmektedir. Böylelikle Eflatun öğretisinin, "doğru sanı" (doxa) ve "bilgi" (episteme) arasındaki karşıtlık ile ruhta bilinçsiz bir halde mevcut, "doğuştan tasavvurlar" şeklinde özetlenebilecek iki ana görüşüne varılmış olmaktadır. Sokrates'in "bilgi erdemdir" tezini daha bir derinlemesine irdeledikten sonra, Eflatun iki tür bilmenin söz konusu olabileceği görüşünü öne sürer. Doğru sanı (doğru algılama) ile bilgi, iki ayrı dünya yaratmıştır. Bir yanda meydana gelen ve yok olan, doğru sanının, rölatif gerçekliklerin dünyası, diğer yanda, sağlam ve sürekli, asıl gerçekliğin, "idealar"ın dünyası. Doğru sanı, muğlak ve süreksizdir. Bilgi ise bir temele, bir nedene (logos‘a) bağlanmakla, dayatılmakla sağlam ve sürekli olur.


Olgunluk Dönemi =Eflatun'un bilgi kuramının çıkış noktası Protogoras'çıdır. Bir şeyi bilen kişi, onu algılayan kişidir. Bu yüzden "insan her şeyin ölçüsüdür". "Algı, daima var olan bir şeydir. Bilgi olduğu için de şaşmaz" diyor Protogoras.Eflatun bu görüşe, Herakleitos'un, "var dediğimiz her şey, gerçekte oluş sürecinde olan bir nesnedir" şeklindeki "akış kuramı"nı katar. Eflatun, - Bilgi bir algıdır; (hatta aslında bilgi, bir algılama yargısıdır.) - İnsan her şeyin ölçüsüdür; -Her şey akış halindedir; şeklinde özetlenen kuramın, algılanan nesneler için doğru, gerçek bilgi açısından yanlış olduğu sonucuna varmıştır.

Bilgi teorisinin anahtar unsurlarını ünlü Mağara Benzetmesiyle açıklamaya çalışan Platon yine bu benzetmeyle insanın dünyadaki halini, insanın genel beşeri durumunu anlatır. İnsanları salt gördüklerine inanmaya sevk eden, onlara yanlış fikirler ve değerler aşılayan, kısacası insanları yanılsamalara mahkûm olacak şekilde yetiştiren kötü toplumları eleştirir. Felsefi bilgiye, derinliğine kavrayışa götüren soyut düşünmeyi özgürleştirici bir şey olarak tanımlayan Platon, düşünmeye başlayan kişiyi, gündelik deneyime bağlanmanın, kabul görmüş kanaatleri benimsemenin yarattığı zincirleri kıran biri, aydınlanma sürecini de karanlıktan aydınlığa doğru zahmetli bir yolculuk olarak gösterir. Sağdan soldan derlenmiş malumatla yetinmeyip, gerçekten düşünmeye, akıllarını kullanmaya başlayan insanlar, benzetmede, pasif çoğunluğun tersine, kendileri için bir şeyler yapmakta olan kimseler olarak betimlenir.

Platon'a göre, zincirlerinden bir kez kurtulduktan sonra, kişinin mağaranın dışına çıkabilmesi için çok büyük bir çaba göstermesi gerekir. Koşulsuz bir rahatlık, mutlak bir kendini koyuvermişlik halinden hakikate erişmek amacıyla zorlu bir mücadeleye girişme olarak felsefi düşünmenin bu kadar canlı bir resmi, herhalde şimdiye kadar çizilebilmiş değildir.

Felsefenin insanı özgürleştirme gücüyle ilgili bu aydınlık ve iyimser resmin tam karşısında,Platon söz konusu benzetmesinde, felsefe tarafından aydınlatılmamış insanın durumuyla ilgili oldukça karanlık ve kötümser bir resim bulunur. Onlar başkaları tarafından manipüle edilen biçare ve pasif insanlardır.

Çok daha kötüsü, onlar kendi durumlarına alışmış olup, bundan çok hoşnutturlar; bu yüzden de kendilerini kurtarmaya yönelik çabalara karşı koyarlar. Felsefi düşünmeyen ve dolayısıyla, mağaranın duvarındaki gölgeleri gerçek sanan bütün insanları standartlaştırırken, onların sahip oldukları tüm inançları bir ve aynı düzeye indirgeyen Platon, mahkûmlarla filozofları veya felsefi düşünen aydınlanmış insanları birbirlerinden kesin çizgilerle ayırıp, onları bilişsel bakımdan farklı dünyalarda ikamet ettiklerini söyleyerek karşı karşıya getirir. Mağara Benzetmesinin eğitim açısından da işe yarar bir yanı vardır; Platon'a göre, insanların çok büyük bir çoğunluğu veya Sokrates'in yanlış değerlerin peşinden sürüklendiklerine inandığı için eleştirdiği Atinalıların çok büyük bir bölümü böyle karanlık bir mağaranın dibinde yaşamaktadırlar.

Bu yüzden tıpkı mahkûmun karanlık yerine ışığı görebilmesi için zincirlerinden kurtarıp bütün vücudunu arkaya çevirmek durumunda olması gibi, ruhun da Platon açısından, kendisinde bir körlüğe yol açan aldatıcı görünüşler dünyası ndan uzaklaşarak gerçeklik dünyasına dönmesi gerekir. Eğitim öyleyse, tamamen dönüşümle ilgili bir meseledir; ruhun görünüş dünyasına sırt çevirerek gerçeklik alanına dönmesidir. O, bu noktada insanların karanlıktan kurtulup aydınlığa yükselebilmeleri için devletin yönetici-lerinin katkılarının kaçınılmaz olduğunu söyler; gerçekten de mağaranın dışına çıkmayı başarmış filozofun veya filozof-kralın, dışarıda, kitlelerden uzak bir biçimde kendi gönlünce tefekkürde bulunma diye bir tercihi söz konusu olamaz.

O, mağaraya dönerek, hemşerilerini, gerekirse onlara rağmen aydınlatmak, onları doğru koşullayacak toplumu yaratmakla görevli olmalıdır. Filozofun ünlüidealar kuramı’da bilgi anlayışının önemli bir ayağını oluşturur. Bu kuram, hem mantık hem de metafizik içeriklidir: Platon felsefenin bilgi anlayışından doğan ana metafizik düşüncesi, iki dünyanın ayırt edilmesine dayanmaktadır. Bu dünyalardan biri varolanı ve hiç oluş halinde olmayanı, öteki ise hep oluş halinde olup hiçbir zaman varolmayanı içine alır.

Birincisi akıl bilgisinin, ikincisi de doğru sanının konusudur.Buna göre: Duyularla algılanan cisimlerin karşısında cisimsel olmayan idealar vardır.Bunlar, duyularla değil, düşünme ile kavranırlar;İşte, felsefi erdemin koşulu olan gerçek bilginin temeli, kökü ancak bu idealar dünyasında bulunabilir. İdealar dünyasından gelerek, insani beden ile birleşen ölümsüz ruhun amacı, asıl yurduna tekrar kavuşmaktır. Beden, bu isteğin gerçekleşmesine yardımcı olarak işlevini yerine getirmelidir. Bu kavuşmanın gerçekleşmesi, idealara ulaşmaya, ideaları bilmeye bağlıdır. Bu bilgi de yine bir anımsamadır. Eflatun'a göre ruhlardan çok büyük bir çoğunluğunun anımsadığı bulanık görüntülerdir.

Ruhlardan küçük bir azınlıkta "algılama yetisi", daha az bir oranında "anlama yetisi" ve nihayet pek azında, ideaları tamamıyla hatırlayabilme, "akıl yetisi" vardır. (sevgi kavramı) O halde ‘İdealar’ı duyusal dünyada kopya ya da suretlerini gördüğümüz nesnelerin ezeli-ebedi ilk örnekleri veya örüntüleri şeklinde tarif edebiliriz. Örneğin güzel bir manzara Güzellik İdeası’nın birkopyasıdır. Platon'a göre, biz bu manzaranın güzel olduğunu ancak Güzellik İdeasını bildiğimiz ve manzaranın Güzellik İdeasından pay aldığını fark ettiğimiz için söyleyebiliyoruz. Örneğin her güzel şey, şu güzel insan ya da heykel, şu eylem ya da birey ölüme ve unutulmaya mahkûm iken, Güzellik İdeasının kendisi yok olmaz. O varlığa gelmemiştir ve yok olmayacaktır; ezeli-ebedi olarak ve gerçekten vardır.

Güzellik ideası örneğinden hareketle İdealar hakkında şu genel yargıya varabiliriz: Güzellik İdeası, (1) her zaman vardır, (2) ne varlığa gelir ne de yok olup gider, (3) ne büyür ne de küçülür, (4) ne bir parçasıyla güzel, başka bir parçasıyla çirkindir, (5) ne belli bir zamanda güzel, başka bir zamanda çirkindir, (6) ne birine güzel, başka birine çirkin görünür, (7)ne belli bir zamanda nede belli bir mekandadırlar. Demek ki fenomenal şeylerin, duyusal nesnelerin daima belirli koşullara göreli, başka duyusal nesnelerle olan ilişkilere bağımlı oldukları yerde, İdealar tüm koşullardan bağımsız, duyusal şeylerden olduğu kadar birbirlerinden de yalıtılmış olan gerçek varlıklardır.

AHLAK=Platon İdealar kuramını, sadece epistemolojik problemleri çözmek, Sofistlerin rölativizmine karşı kesin ve mutlak bilginin geçerli olduğunu göstermek için değil aynı zamanda etik probleme bir çözüm sunmak, Sofistlerin değer rölativizmine karşı, etik mutlakçılığı savunabilmek için de öne sürmüştür. Buradaki argümanı da aynıdır: Kişi doğal dünyadaki görünüşler tarafından yanıltılıyorsa eğer, onun moral dünyanın görünüşleri tarafından da yoldan çıkarılabilmesi çok mümkündür.

Bu yüzden Platon, kişinin dünyadaki gerçek nesnelerle gölgeler ve yansımalar arasında bir ayrım yapabilmesini mümkün kılan bilginin, aslında gerçekten iyi hayatın kendisiyle böyle bir hayatın gölgeleri ve yansımaları arasında bir ayrım yapabilmesi için gereken bilgiyle aynı türden bir bilgi olduğu sonucuna varmıştır. Filozofun tasarladığı ruh anlayışı, akıl, cesaret ve iştah olmak üzere üç parçalı bir yapıya sahiptir; Bunludan özellikle akıl ile iştah karşı eylem ve yönelimleri ifade eder.

Platon ruhun en yüksek ve üstün parçası olan aklı, işte bu noktada bireyin daha büyük veya bütünsel iyiliğini gözetmesi bakımından iştahla karşı karşıya getirir. Gerçekten de onun başlangıçta ruhun ölçüp biçen, hesap yapan enine boyuna düşünen parçası olarak tanımladığı aklın işlevi “daha iyi ya da kötü olanı", bir bütün olarak ruhun iyiliğini gözetmek ve hesaplamaktır. (benzerlik) Bu parçalar dahası, insandaki nefs mücadelesini, ahlaki çabayı temellendirmeye yarar.Buna göre, insanın kendisini bu dünyaya, maddeye yönelten bir parçası olduğu gibi, onu maneviyata, İdealar dünyasını tefekküre yönelten bir parça sı da vardır ve karşıt yönlü bu parçalardan biri baskın çıktığı zaman, ortaya tek yönlü, hayatı sadece bir yönüyle, salt madde ya da mana yönüyle yaşayan insan çıkar.


Yaşlılık Dönemi =Eflatun bu aşamada, önceleri ele aldığı birçok konuyu tekrar gündeme getirerek, bir kez daha incelemiştir. İlgisi daha çok ahlaki (etik) sorunlar ile insanoğlunun mutluluğuna yöneliktir. Yetkin insan yerine, yetkin toplumu tarif etme çabası içersindedir. Yetkin topluma ve dolayısıyla toplumsal mutluluğa erişmenin yolu, ideal devlet düzeni içerisinde yaşamaktır.

Devlet yönetimi ile ilgili olarak en çok üzerinde durduğu konular, dostluk, hitabet ve siyaset sanatlarıdır. Eflatun'a göre sorunlar, ancak felsefe ile çözülebilir. Gerçek dostluk, hikmet sevgisi (eros) ile ruhları tutuşmuş insanların beraberliğinden başka bir şey değildir. İnsanların doğal amaçları olan toplumsal mutluluğu sağlamakla görevli devlet yönetimi sanatı da felsefe olmadan yapılamaz. Nelerin toplumsal mutluluğu yaratabileceğini, felsefeden başka hiç bir şey tarif edemez. "yığınlar hiç bir zaman filozof olmayacaktır“ Dolayısıyla toplumları mutluluğa ulaştırmak, yönetimin bilge kişilere teslim edilmesi ile mümkün olur.

Eflatun'a göre, "başa filozoflar geçmez, ya da baştakiler felsefe yapmazlarsa, insanlığın acıları asla sona ermeyecektir.“ (Farabi- el-Medinetü’l Fazıla)Devleti teşkil eden bireyleri, halk, askerler ve koruyucular. (Siyasette söz sahibi olanlar) Platon'un ideal devletinin yasası, tam bir aristokrasidir, "en iyilerin", yani bilgililerin, erdemlilerin başta bulunmasını isteyen bir devlet biçimidir. Bu devlette kanunların konulması, topluluk hayatının düzenlenmesi işi filozoflara, bilge kişilere verilmiştir.

(Farabi- el-Medinetü’l Fazıla) Yaşlılık diyaloglarında Eflatun, doğa meselelerini de ele alarak, yeni bir dünya görüşüne varmayı denemiştir. Doğa'da bütün olup bitenler bir amaca (telos) yöneliktir. Her şeyin gerçek nedeni "Nous"dur. Tanrısal akıl ya da doğrudan Tanrı olarak tarif edilen "Nous" işe karışmadan önce Evren, Demokritos'un mater-yalist öğretisi ile betimlediği mekanik bir tözdür. Eflatun'a göre, Nous tarafından biçimlendi-rilerek Evren,"Kaos'dan düzene" geçirilmiş, ruhu ve zekası olan bir canlıdır. Büyük düzenleyici, kendisi gibi önsüz ve sonsuz bir töz bulmuş ve ona biçim vermiştir.

Evren, Tanrı tarafından bilinen "dünya ideası"na uygun olarak ve benzetilerek biçimlendirilmiş bir görüntüdür.


EVREN=Küre biçimindedir. Zira, her noktası benzer olan tek şekil küredir. Döner. Zira, eli ayağı olmayan, küre biçimindeki bir töz için tek yetkin devinim dönmedir. Tektir. Zira, yetkin bir kopya olarak yapıldığından, birden çok olamaz. İlksiz ve sonsuzdur. Zira, aslı, ideası, ilksiz ve sonsuzdur. "Nous" her şeyi, her şey için iyi olana göre düzenler. En büyük ve en doğru düzenleyicidir. Bir evrim daha geçiren Platonik düşüncede "güzel" kavramı, artık yerini "iyi"ye, ama "herkes ve her şey için iyi olana" bırakmıştır. "İyi" değerler skalasının en üstüne yerleşmiştir.

Böylelikle iki kavram özdeşleşmiş olmaktadır. Nous veya Tanrı, "iyi"nin ta kendisidir. Yarattığı ve biçimlendirdiği dünya da, eksiksiz ve yetkin olmalıdır. (Gazzali) Bu eksiksiz ve yetkin dünya, idealar dünyasıdır. Duyumlar dünyası ise, tanrısal bir takım sınırlamalar nedeniyle, idealar dünyasına, ancak olabildiğince uygun olacaktır. Eflatun, bütün yaşamı boyunca hocası Sokrates'den edindiği ilham ile gerçek bir ahlakçı olarak kalmış, tüm bu kuramları, etik ağırlıklı görüşlerle irdeleyerek geliştirmiştir. Sokrates ve Eflatun'a göre felsefenin ana ereği, insanın mutluluğu ve yetkin yaşamının sağlanmasıdır. Yetkin bir yaşam, ancak erdemli bir hayat sürmekle elde edilebilir. Erdemin temeli “bilgi”, özü “idealar kavramı”, gerekçesi “evrendoğum”, güvencesi “ölümsüzlük”, yaşamsal sığınağı “devlet”tir.


alıntıdır
Alıntı ile Cevapla
Alt 11Haziran 2015, 11:48   Mesaj No:5
Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:EyMeN&TaLhA isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 21422
Üyelik T.: 08 Kasım 2012
Arkadaşları:35
Cinsiyet:
Mesaj: 3.297
Konular: 784
Beğenildi:132
Beğendi:34
Takdirleri:141
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: OMÜ İLİTAM felsefe tarihi 1-6.ünite özetleri

5.ünite


İLKÇAĞ FELSEFESİ / SİSTEMATİK FELSEFE (Aristoteles )



MÖ 384 yılında Makedonya'da, Stagira'da dünyaya gelmiş, 17-18 yaşlarındayken Atina'ya gelerek Akademi'de öğrenci olmuştur. Platon'un ölümüne değin yaklaşık 20 yıl Atina'da kalmış, Platon ile kurduğu bağ kendisinde önemli bir etkiler bırakmıştır. Mantık, fizik, metafizik, ahlak ve siyaset gibi çeşitli bilgi alanları üzerinde araştırma ve çalışmalarını sürdürmüş ve bunları sınıflandırarak bir sistem içerisine oturtmuştur. Platon'dan ayrıldığı noktalar özellikle bilgi felsefesinde ve siyaset felsefesinde kendisini göstermektedir. Bilgi felsefesi alanında Platon bilginin nesnelerinin bu dünyada yer almadığı görüşünü savunurken, Aristoteles duyu organlarımızla algıladığımız nesnelerle, bilginin gerçek nesnelerin bir ve aynı olduğunu düşünmüştür. Siyaset felsefesi alanında Platon ebedi ve kusursuz bir devlet teorisi geliştir-meye uğraşırken Aristoteles mevcut devlet biçimlerini inceleyerek işe başlamış, var olanlar arasından mümkün olan en iyisini bulmaya çalışmıştır.

343 yılında Makedonya Kralı Philipp kendisini oğlu İskender’i yetiştirmek üzere sarayına çağırdı. Bir süre Büyük İskender'e hocalık da yapan Aristoteles İskender'in iktidarı ele geçirmesinin ardından Atina'ya geri dönerek kendi okulu Lyceum'u MÖ 335 yılında kurmuştur. Bu okul, bilimsel ilgilerinin çokyanlılığı, öğretimin-deki disiplini, planlı araştırma ve çalışmalarıyla az zamanda Akademia’yı gölgede bırakmış, İlkçağın bundan sonraki bu gibi bilim ocaklarına örnek olmuştur. Aristo'nun okuluna bir başka ad daha verilmiştir: "Peripatos Okulu". Okulu 860 yıldan fazla bir süre ayakta kalmıştır. (62) Aristoteles’in en büyük başarısı da bilimsel çalışmayı yöntemleştirmesidir. Aristo her şeyden önce, bir doğa bilginindir. Eserlerinde doğa üzerine yapılmış çok dikkat çekici gözlemler yer alır. Aristo doğayı olduğu gibi yani duyumlarımıza göründüğü biçimiyle bilmek ister. Bu yönüyle Aristo, Platon'dan tam anlamıyla ayrılır. Platon'a göre bilmek eşyanın ideal şekillerini tanımak demektir. Söz gelişi, insanı incelerken; insanın nasıl olduğunu değil nasıl olması gerektiğini araştırmak gerekir. Yani Platon için bir şeyi bilmek ile bu şeyin idesini bilmek eş değerdedir.

Eşya, idelerin silik birer kopyasıdır. Oysa Aristo, tam tersine, özellikle de tek tek (tikeller) şeyler" ile ilgilenir. Aristoteles’ten önceki felsefede doğa, sonra insanla ilgili pratik sorunlar araştırılmış, Platon bunlara bir de dialektik’i (idea öğretisi, metafizik) katmıştır. Böylece beliren üç sorun alanının başına, Aristoteles şimdi yeni bir bilimi koyar: ‘mantık’. Ona göre, bu üç alanda incelemelere girişmeden önce, bilimin ne olduğu ve yapısı üzerinde bir araştırma, bilimsel düşüncenin formları ve kanunları üzerinde bir öğreti gerektir. Aristoteles bu başlangıç denemelerini mantığında bir sistem halinde işleyip geliştirmiştir. Bundan dolayı ona “mantığın kurucusu” denir. Mantık konusunda araştırmaları onu dilin yapısını incelemeye yöneltti.Ona göre sözcüklerin anlamlarının bilgisi ile bu sözcüklerle oluşturulan yargıların bilgisi arasında bir ayrım vardı.Dilde ortaya çıkan birbirinden farklı on genel durum saptadı ve bunlara kategoriler adını verdi.Kategoriler sözcüklerin kendi başlarına ifade ettikleri şeylerdi.Bunlar; töz, nitelik, nicelik, bağıntı, yer, zaman, konum, durum, eylem ve ilgidir.Aristoteles, Yunan materyalizminin tam karşıtı bir felsefe geleneği yaratan idealizmin de bu iki konuda kesin olarak başarısız olduğu, aynı ölçüde tek yanlılık sergilediği kanaatindeydi.


Parmenides'le başlayıp, Platon'da doruk noktasına erişen idealizmin yanıtının da aşırı basitleştirici olduğunu düşünen Aristoteles, Platon'un bile, başkaca şeyler yanında esas bu dünyada değere yer açmak için çalışan metafizik kuramıyla hedeflenen sonuca varamadığını iddia etti. Onun bu konudaki hatası, İdeaların maddi dünyadan ayrı varoluşunu öne sürerken, doğallıkla değerin duyusal dünya ile ilişkisini kuramamak veya filozof olmayan ortalama insan için değer arayışını mümkün kılamamak olmuştur. Tıpkı Platon gibi Aristoteles de dünyanın dinamik, değişken, tümüyle hareket halinde ve akış içinde olduğuna inanmaktadır. Ancak Platon'dan farklı olarak bu yaklaşım kendisini gerçek bir varlığın arayışına yöneltmemiştir ki, Platon'da bu, değişimin olmadığı, duyularla kavranabilen dünyanın ötesinde ayrı bir alan biçimindedir. Platon'un terminolojisiyle söylendiğinde, Aristoteles görünen dünya ile kavranan dünya şeklinde bir ayrımı reddetmektedir. Platon'da iki farklı dünya biçimindeki bakış Aristoteles'te yerini ikisinin de aynı olduğu fikrine bırakmakta, duyu organları ile algılananın da gerçek olduğu düşüncesine dönüşmektedir.

İki filozof arasındaki söz konusu farklılık, aslında farklılığın daha derinlerde olduğunu ortaya koyar. Bu önemli ayrım iki büyük sistemin doğuşuna yol açmıştır. Nitekim, Platon genel eğilim itibariyle her zaman, siyaset felsefesinin problemlerini tartışırken dahi, yetkin olanın fiili dünyada vuku bulması imkânsız olduğu için ütopik bir çözüme yönelen mükemmeliyetçi biriydi. Başka bir deyişle, onun mükemmeliyetçi ve dolayısıyla öte dünyacı ve idealist olduğu yerde, Aristoteles gerçekçi ve dolayısıyla pratik ve ampirik yaklaşımı benimseyen biriydi. Platon'un bilgi bakımından duyusal varlıklara küçümsemeyle bakan rasyonalist ve dogmatik bir filozof olduğu yerde, Aristoteles ampirik, tedbirli ve eleştirel, karar vermezden önce tüm olguları ve görüşleri hesaba katmaya özen gösteren bir filozoftur. Bilgi-varlık ilişkisinde ise Platon özellikle Sofistlerin Septisizmlerinin de etkisiyle, felsefesinde işe bilgi kuramıyla başlamış ve İdealar teorisini öncelikle bilginin gereklerini yerine getirmek için öne sürmüştür. Bir başka deyişle, o felsefesine önce bilginin doğası konusunu ele alarak başlamış ve evrenin doğasını, bilginin doğasını dile getirdiğini düşündüğü şeyden, yani İdealardan çıkarsamaya çalışmıştır. Oysa Aristoteles işe ontolojiyle, yani evrendeki olgulara ilişkin bir analizle başlar ve bu olguları bir sistem içinde bir araya getirir. İnsan bilgisi sistemin içine ancak daha sonra, diğerleri gibi doğal bir fenomen olarak girer.


Mantık=Aristoteles’in mantığının göz önünde bulundurduğu ilk şey, yöntem sorunudur. Nasıl hitabet karşımızdakini ikna etmek sanatını öğretiyorsa, mantık da bilimsel araştırmanın ve tanıtlamanın tekniğini öğretecektir. Aristoteles her şeyden önce düşüncemizin ifadesinin kendi içinde bağımsız özel bir bilimin konusu olduğunu düşünen; ikinci olarak da düşünme biçimlerimizi içeriğinden yalıtılmış olarak ele alan ilk kişi olduğu için mantığın kurucusu olmak durumundadır. Mantık, Aristo'nun en önemli ve en devamlı buluşu olarak günümüze ulaşmıştır. Mantık eğitiminde Ortaçağdan beri ve kısmen halen zamanımıza kadar geleneksel bir tarzda okutulan ve "formel" adı verilen mantığın çerçevesi, en önemli bölümleri, özellikle kıyas teorisi bakımından Aristo'ya dayanmaktadır.


Doğa Felsefesi=Aristoteles'in doğa felsefesinde temele aldığı veya hiç aklından çıkarmadığı ilke, fenomenleri betimlemek ve açıklamaktır. Bununla birlikte o, burada da kendisini bütünüyle yeni ve farklı şeyler söyleyen biri olarak sunmaz; fenomenler dünyasının varoluşunu yadsıyan güçlü bir geleneğin bulunduğu Yunan felsefesi kapsamı içinde, kendisini çağdaş felsefi tartışma içinde bir yerlere konumlamaya özen gösterir. Gerçekten de Aristoteles pek çok yerde eski doğa felsefesinin birtakım temel eğilimlerini devam ettirir; bazı yerlerde temel birtakım Platonik düşüncelerden yararlanır. Fakat bazı temel noktalarda da daha önce hiç söylenmemiş olan şeyler söyler.


Dört Neden=Aristoteles'te gerçek olanın maddesel olanla sınırlı olduğu düşünülmemelidir. Metafizik On İkinci Kitap'ta Aristoteles maddi olmayan ve aynı zamanda tamamen gerçek olan şeylerin olduğunu belirtmektedir. Bunlardan birincisi evreni harekete geçiren ancak kendisi hareketsiz olan Tanrı'dır; ikincisi ise Tanrı tarafından harekete geçirilerek gezegenleri hareket ettiren varlıklardır. Üçüncü şey ise insan aklının aktif unsurudur ki, bu bireyin ölümü üzerine bedenden bağımsız olarak var olabilir. Aristoteles, çevremizde gördüğümüz şeylerin sürekli olarak değiştiklerini, değişmenin dış dünyaya ilişkin deneyimimizin en temel olgularından biri olduğunu kabul edip, ona ilişkin belli bir açıklama modeli geliştirir. Söz konusu açıklamayı tamamlamak için meşhur dört neden öğretisini öne sürer. Ona göre, var olan şeylerdeki oluşum ve değişimi açıklayabilmek için dört nedene ihtiyaç duyarız.

Bunlardan birincisi, maddi nedendir, kendisinde değişmenin ortaya çıktığı dayanak ya da malzemedir. Örneğin bir heykeli ele aldığımız zaman, heykelin kendisinden yapılmış olduğu bronz ya da tabağın kendisinden imal edilmiş olduğu gümüş, onların maddi nedeni olmak durumundadır.

İkinci olarak formel nedenden söz etmek gerekir. Örneğin, belli bir heykel örneğinde olduğu gibi, heykelin onu diğer nesnelerden ayıran bir şekli vardır. Ya da insan tarafından inşa edilen bir evi düşündüğümüzde, evin, kendisi dikkate alınarak inşa edildiği planı, tanımı veya yapısı, onun formel nedenidir.

Üçüncüsü ise hareketin ya da değişmenin kaynağına karşılık gelen ve aynı bireyde birleşen fail nedendir. Evi inşa eden mimar, tuğlaları, kumu, çimentoyu bir araya getiren ustalar, heykeli yapan heykeltıraştır, fail neden. Aristoteles'e göre, nihayet, şeyin amacı ya da hedefi bize final ya da ereksel nedeni verir.

Aristoteles'in felsefesinin bu kısmı ile ilgili olarak altı çizilmesi gereken bir nokta eylemin, maddede potansiyel olarak var olanın gerçeğe taşınmasıyla ortaya çıktığıdır. Bu, bir meşe palamudunun meşe ağacı olma potansiyeli taşıması örneğinde olduğu gibi yalnızca yaşayan şeylerin dünyasında geçerli değildir; Aristoteles için doğa, tıpkı hareketleri belli bir amaca doğru seyreden bir sanatçı ya da zanaatkâr gibi çalışmaktadır. Politika kitabında, Aristoteles doğanın hiçbir şeyi yarım kalmış ya da boş yapmadığını, doğanın bir aklı olduğunun içerdiği şeylerin iyilik ve güzelliğinden belli olduğunu belirtir.

Aristoteles'in değişim olgusunu reddetmemesi hatta değişimi açıklamaya çalışması, onun Heraklitos'un her şeyin akış halinde olduğu yönündeki fiziksel dünyaya ilişkin görüşünü onayladığı anlamına gelmemektedir. Aristoteles için değişimin bir düzeni vardır. Ayrıca onun için değişim basit deneyim alanında etkin bir kavramdır . Değişim, varoluşun tüm alanını kapsamanın uzağındadır. Tanrı ya da insan aklı gibi maddeden yoksun tözler, değişim özelliğinden de yoksundur.


Aristoteles'in Evreni=Fizik'in üçüncü ve dördüncü kitaplarında yer, boşluk, sınırsızlık ve zaman konularını ele alan Aristoteles, daha sonraki bölümlerde zamansal ve mekânsal süreklilik konularına eğilir, teolojisinin ilk versiyonunu ortaya koyar. Özellikle sonuncu kitapta, bir İlk Muharrik'in, yani evrendeki harekete kendisi hareket etmeden neden olan bir şeyin varoluşunu gözler önüne serer. İşte buradan hareketle, Aristoteles'in bütün bir evreni, merkezinde yeryüzünün hareketsiz durduğu bir eşmerkezli küreler kümesi olarak düşünmüş olduğu söylenebilir. Bu küreler ya da felekler kümesinin en dışında sabit yıldızlar küresi bulunur.

Buna mukabil içeride, çeşitli gezegenlerin küreleri yer alır; en içte ise dünyanın en yakınındaki bir küre olarak ay küresi bulunur. Aristoteles, ayın üzerindeki kürelerin meydana getirdiği evrene, ayüstü âlem; dünyanın bulunduğu iç kısma ayaltı âlem adını verir. Ayaltı evrende, yani ay küresinin altında bulunan şeylerin; bileşik varlıklar olduklarını, hepsinin basit cisimlerden, yani dört öğeden meydana geldiğini söyler. O, önce bu dört öğeyi, yani toprak, hava, su ve ateşi ele almış ve onların çeşitli mekânsal hareketlerini incelemiştir. Söz konusu dört öğeden her birinin evrende kendine özgü doğal bir yeri olduğunu ve her birinin o yere varmaya çalışan doğal bir hareketi olduğunu öne sürmüştür. Örneğin, ateşin yeri ay küresinin hemen altında bulunan bir yerdir.

Bu yüzden, ateşin doğal hareketi, yukarıya, dünyadan öteye ve ateş küresine doğru harekettir. Aristoteles, en dıştaki küreden dünyadaki basit cisimlere kadar evrende ezeli-ebedi bir hareketin hüküm sürdüğünü, bu hareketin de ancak en dıştaki küreye öncesiz-sonrasız ve mutlak olarak düzenli bir hareket aktaran veya daha doğruyu esinleyen bir İlk Muharrik ya da Hareket Etmeyen Hareket Ettirici ile açıklanabileceğini söyler.

Metafiziği=Metafiziğinde, Aristoteles öncelikle "neyin gerçekten var olduğu" sorusunu ele alır.
Metafizik adını taşıyan disiplin, kendi konularını meydana getiren şey türlerinin nedenlerini ve ilk ilkelerini bulmaya çalışan özel bilimlerin tersine, var olan her şeyin ilk ilke ve nedenlerini araştıran, var olmanın ne anlama geldiğini göstermeye çalışan en genel ve temel bilimdir.
Onun metafiziği çok büyük ölçüde mantık konusundaki görüşlerine ve biyoloji alanındaki çalışmalarına dayanır. Buna göre, mantıksal bakış açısından, "var olmak" onun gözünde, hakkında konuşulabilecek ve tam olarak tanımlanabilecek bir şey olmaktır. "var olmak", Aristoteles için bir şey olmak anlamına gelir. Bundan dolayı, onda gerçekten var olan, Platon'da olduğu gibi tümeller değil de bireylerdir, "şu" diye gösterdiğimiz belirli bir doğaya sahip olan varlıklardır.

Aristoteles, kendisine tüm kategorilerin yüklendiği bu özneye "töz" adını verir. Buna göre, Aristoteles'te var olmak belirli türden bir töz olmaktır. Töz aynı zamanda dinamik bir sürecin ürünü olarak ortaya çıkan bireysel varlık olarak da tanımlanır. Bu bakımdan ele alındığında, metafizik, varlığı yani var olan tözleri ve tözlerin nedenlerini, başka bir deyişle tözleri varlığa getiren süreçleri konu alıp araştıran, tüm varlıkların temelindeki bilimdir.


Etiği=Aristoteles'in teleolojisinin çok açık ve net bir biçimde ortaya çıktığı bir yer de onuneylem alanıyla ilgili yorumudur, yani etiği ve politika felsefesidir. Aslında, Aristoteles'in etikle ilgili incelemelerinin odak noktasını oluşturan iyi hayat, politika felsefesiyle ilgili incelemelerinin en temel konusunu veya nihai amacını meydana getiren iyi bir toplumdüzeni içinde yaşamayı gerektirir. Bu yüzden, Aristoteles'in etiğinin ne'liğini anlayabilmek için Atina'nın politik koşullarına; onun hangi sosyopolitik düzende yaşayan insanlar için etik kitapları kaleme aldığına bakmak gerekir.

Aristoteles'in etik kuramını, Atina’nın toplumsal koşulları içinde, söz konusu özgür yurttaşlartopluluğu için yazdığını; onun, öncelikle imtiyazlı bir sınıfın erdemi ve mutluluğuyla ilgili bir etik kuram geliştirme işiyle meşgul olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim onun politika felsefesi, bütün önemine ve (örneğin, Platon'un politika kuramından çok daha demokratik olma gibi) birtakım meziyetlerine rağmen, kölelikkurumunun savunulmasıyla başlar. Aristoteles'in etiği, ahlakı "insan olmanın anlamı ve amaçları" yoluyla tanımlanır. Aristoteles'e göre, insanların birtakım amaçları vardır ve bu amaçlar sıradan gündelik basit hedefler gibi, sadece kısa vadeli veya yakın amaçlar değildir. İnsanların nihai ve doğal amaçları vardır.

Aristoteles, tıpkı Sokrates ve Platon gibi, bu amacın eudaimonia ya da kendinden hoşnutluk / mutluluk olduğunu öne sürer. İşte bu yüzdendir ki Aristoteles, etik alanındaki en önemli eseri olarak kabul edilen Nikomakhos'a Etik'ini, mutluluğun gerçek doğasına ilişkin bir analiz ve mutluluğun, akıl ve erdem gibi temel bileşenleriyle ilgili bir inceleme üzerine inşa eder. Mutluluk, ayrıca mutlak olarak tam olmalıdır yani ona, başka bir şeyin aracı olarak değil bizatihi kendisi için değer verilmelidir.

O halde , iyi hayat ne tür bir hayattır? Bu bağlamda hazcılığa büyük bir güçle karşı çıkan Aristoteles, mutluluğu akla uygun erdemli faaliyetin belirlediği bir hayat olarak tanımlar. Bu, iyi hayatın pek çok şey yanında etkin bir hayat, eylem ya da faaliyetle geçen bir hayat olduğu anlamına gelir. İyi bir hayat, onun etiğinde tartışmaya en fazla yeri dostlukkonusuna ayırdığı dikkate alınırsa, ikinci olarak dostlarla geçen, cemaate katılımlabelirlenen bir hayat olmak durumundadır. İyi bir hayat, üçüncü olarak bir şeylere ulaşmaya dayalı, felsefi tefekkür etkinliğinin belirlediği bir hayattır. Mutluluğun olmazsa olmaz koşuluetkinlik, yani akıllı insanın kendisini hayvanlardan ayıran özünün gerektirdiği, insan varlığının en yüksek mutluluğu yaşamak durumundaysa eğer, gerçekleştirmek durumunda olduğu faaliyettir.

Mutluluğun Anahtarı Erdem ;Aristoteles, erdemi ikili bir ayrıma tabi tutar. Buna göre erdem, ahlaki erdem ve entelektüel erdem olarak ikiye ayrılır.

Cömertlik ve ölçülülük ahlaki erdemlere örnek olarak verilebilir. Bilgelik, doğru yargılama ve aklıbaşındalık ise entelektüel erdemlerdir. Tüm bu erdemler bireylerde kendi başlarına da bulunabilirler. Ama öyle bir erdem vardır ki, bu erdeme sahip olan onu yalnızca kendi kendine değil, başkasıyla ilgili olarak da kullanılabilir; Aristoteles’in sözünü ettiği bu erdem,adalettir. Onun için adalet, kendi başına bir amaç olan erdemin tam kullanılmasıdır. Keza bir kimsenin yalnız kendisiyle ilgili konularda değil başkalarıyla ilgili konularda da erdemli davranması halinde adil olduğundan söz edilebilir.


Politika Teorisi ve Devlet Anlayışı=Politika felsefesinde, Aristoteles aslında yeni ve bilinmedik hiçbir şey söylemez. Daha doğrusu, onun politika felsefesinin hem Antik Yunan düşüncesinin hem de kendi felsefesinin bazı temel kabullerinin bir sonucu olduğu söylenebilir. Aristoteles’e göre yetkinleşme sürecinin zirvesinde olan polis’in (şehir veya şehir devleti) varlık nedeni, insanoğlunun mutluluğudur, yoksa insanoğlunun polis’in bekası için varlığı söz konusu değildir.

Aristoteles hocası Platon’a karşıt olarak bir polisi oluşturan yurttaşların mümkün mertebe farklı yetenek, mülkiyet ve ihtiyaçlara sahip olmasını savunmaktadır. Eğer tüm bireylerin sahip oldukları yetenek ve mülkler eşit olursa, kimse birbirine ihtiyaç duymayacak ve böylece de bir araya gelme olmayacaktır. Kendiliğinden doğup gelişen polis düzeninin faydalarının sürekli kılınmasında Aristoteles, yurttaşların birbirlerine karşı duyduğu dostluk duygularına büyük önem atfeder. Nitekim, “biz, polislerde dostluk duygularının olmasını, onlar için gerçekten nimet sayıyoruz; dostluk, iç kavgaları önleyecek bir güvencedir” demektedir. Bu çerçevede Aristoteles’e göre bir polisin ayakta kalabilmesinin bir nedeni de, aynı amaç, faaliyet ve kimlikleri paylaşan bireylerin birbirlerine yardım etmeye doğal olarak eğilimli olmalarıdır.


Rejim=Aristoteles’e göre yönetici organ tek kişi, bir azınlık veya bir çoğunluk tarafından elde tutulabilir. Bir yönetici organın veya rejimin ortak yararı izleyip izlememesine dayalı olarak da bir rejimin iyi ya da yozlaşmış rejim olmasından bahsedilir. Ortak yararı takip eden rejimler iyi rejimlerdir. Bunlar arasında, tek kişinin yönetimi olan monarşi, erdemli bir azınlığın yönetimi olarak aristokrasi ve fakir halk kitleleri ile zengin azınlığın birlikte yönetime ortak olduğu politeia rejimi bulunmaktadır. Öte yandan ortak yarar yerine kişisel/hizipsel çıkarı güden rejimler kötü rejimlerdir. Bunlar arasında tek kişinin yönetimi olan tiranlık, zengin azınlığın yönetimi olarak oligarşi ve fakir halk kitlerinin oluşturduğu çoğunluğun yönetimi olarak demokrasi yer almaktadır. Aristoteles’e göre bunlardan hangisinin ideal rejim olduğu hususu tartışmalıdır.

Nikomakhos’a Etik kitabında Aristoteles en iyi rejimin “monarşi” olduğunu ifade eder. Öte yandan, Aristoteles Politika adlı eserinde eğer toplumda erdemi toplumun geri kalanının erdemini açık ara geride bırakmış bir veya birkaç kişi varsa, onların yönetimine diğerlerinin ortak olmasının büyük adaletsizlik olacağını belirtir. Aristo ahlâkına temel olan "doğru olan orta” kavramı, onun siyaset anlayışına da hâkimdir.

Çünkü Aristo da, Platon gibi, insanın bir toplum içinde yaşamaya zorlandığı inancındadır. Ona göre de birey, gerçek varlığını devlet içinde algılar. Buraya kadar aynı görüşte olan Platon ve Aristo'nun yolları bundan sonra birbirinden ayrılır. Platon gerçek ile ilgisi olmayan bir devlet varsayımı öne sürdüğü iddiasına karşılık; bir devlet örgütü düşünmenin hiç anlamı yoktur. Aristo devlet varsayımını her şeyden önce tarihsel gerçeklikten çıkardığı savunulmaktadır. Yapılması gereken tek doğru davranış, gerçeklikten hareket etmektir.


alıntıdır
Alıntı ile Cevapla
Alt 11Haziran 2015, 11:54   Mesaj No:6
Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:EyMeN&TaLhA isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 21422
Üyelik T.: 08 Kasım 2012
Arkadaşları:35
Cinsiyet:
Mesaj: 3.297
Konular: 784
Beğenildi:132
Beğendi:34
Takdirleri:141
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: OMÜ İLİTAM felsefe tarihi 1-6.ünite özetleri

6.ünite



İLKÇAĞ FELSEFESİ / Helenistik Felsefe Aristoteles Sonrası



Kent devletinin sona erdiği M.Ö. 323 yılıyla Helenistik çağın son büyük imparatorluğunun Roma’nın bir parçası olduğu M.Ö. 30 yılı arasındaki dönemin felsefesine verilen addır. Bu dönemde yer alan dört büyük felsefe ekolü sırasıyla; Akademia ve Lykeum, Epicuros (Epikür, Epiküros), Stoalılar, Stoa Okulu

Septisizm, Septikler , Yeni Platonculuk (Plotinos). Bu dört okuldan, hazcı ahlâkı ve Tanrı’nın evrene müdahalesini reddeden varlık görüşüyle Epiküros felsefesi, daha ağır basan ve döneme çok büyük ölçüde damgasını vuran felsefe olmuştur. Amaçlı bir evren anlayışıyla en yüksek insani iyi olarak, aklın doğru ve yerinde faaliyetine duyulan inanç ise, en güçlü ifadesini Stoacılarda bulmuştur. Bu dönemde ortaya çıkan başka bir felsefe okulu da, dogmatik oldukları gerekçesiyle tüm felsefelere ve özellikle de Stoacı felsefeye gösterilen tepkiyle seçkinleşen, kuşkuculuk olmuştur.

Genel Özellikler=Hellenistik felsefenin en önemli özelliği, bu felsefenin konularını mantık fizik ve etik şeklinde düzenlemesidir. Mantık, Aristoteles’ten miras alınan bir tavırla, bilgi teorisini de kapsayacak şekilde, doğru bilgiye ulaşmanın yöntemi ve felsefenin vazgeçilmez aracı olarak görül-müştür. Aristo'dan sonra ahlâk, felsefenin bir numaralı disiplini, bir çeşit baş tacı olmuştur. Bunun içindir ki, bu dönemde mantık ve metafizik yalnızca ahlâka bir giriş, ahlâka bir yardımcı olarak algılan-mıştır. Bunun nedeni, bireyin amacına ulaştığı, iyi bir yaşam sürdüğü, kendisini her bakımdan evinde gibi hissettiği kent devletinin yıkılması, kent devletinin yerini alan imparatorluğun güvensizliğe neden olması.

Böylesi bir toplum düzeninde, felsefeden beklenebilecek tek şey, ilgisini birey üzerinde yoğunlaştırması, bireyin felsefeden beklediği yol göstericilik görevini yerine getirmesidir. Bu dönemde, felsefenin herkesçe kabul görmüş amacı, insanı mutlu bir yaşama ulaştırmak, bireye güven ve bilgelik kazandırarak, onun yaşadığı yabancılaşma ve yolunu kaybetmişlik duygusunu aşmasını sağlamaktır. Epikürosçuluk=Epikuros (ya da Epikür), Helenistik felsefenin en önemli düşünürlerinden birisidir. Epikuros, Septisizm de ve Stoacılıkta olduğu gibi, pratik felsefeye yani ahlak felsefesine yönelmiş ve bu alanda etkinlik göstermiştir.


Epiküros Felsefesi=Epikuros geliştirmiş olduğu ahlak felsefesinin ana düşüncesi mutluluktur (eudaimonia). Felsefenin görevi de buna göre belirlenmiştir, insanın mutluluğa giden yolunu araştırmak. Metafiziği=Metafiziğiyle, insanı Tanrı ve ölüm korkusundan kurtarıp, bir ruh sükûnetine ulaştırmayı amaçlayan Epiküros, daha önceki atomcular gibi, gerçekten var olanın son çözümlemede iki türden şeye indirgenebileceğini belirtmiştir: Atomlar ve boşluk. Evreni sınırlayan hiçbir şey bulunmadığını, söyleyen Epiküros, buradan evreni meydana getiren bileşenlerin de sınırsız olmaları gerektiği sonucunu çıkartır. Bir atom varlığa gelmiş olamayacağı gibi, yok olup gitmez de. O değişmez, nicelik bakımından artmaz ve azalmaz. Atom homojen bir birimdir. Epiküros söz konusu maddi evren görüşünü, Tanrıları da içerecek şekilde genişletmiştir.

Tanrılar da, var oldukları için, ona göre, atomlardan meydana gelmiş olmalıdır. Bununla birlikte, Tanrıları meydana getiren atomlar en ince ve en yetkin atomlardır. Öte yandan, Epiküros, Tanrıları içinde yaşadığımız dünyanın oldukça uzağında bir yere yerleştirir. Bu ise Tanrıların yeryüzünde olup bitenlere karışmadıkları, dünyadaki her şeyin yalnızca atomların çarpışmaları ve birleşmeleri sonucunda doğal olarak oluştuğu anlamına gelir. Zaten Epiküros'un materyalist teolojisi insanları Tanrı korkusundan kurtarmayı amaçlar.

Epiküros'un söz konusu atomcu görüşü, insanı, ruhsal sükûnete erişmesini engelleyen üç korkudan, sırasıyla Tanrı korkusundan, ölüm korkusundan ve kader korkusundan kurtarmayı hedefler. Tanrılar insanların işlerine karışmadıklarına ve onlara müdahale etmediklerine göre, Tanrılardan korkmanın anlamı yoktur. "Ölümden korkmak anlamsızdır; çünkü yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise artık biz yokuzdur." Nihayet atomların düşüş ve çarpışmaları bir zorunluluğa, mutlak bir determinizme dayanmayıp, atomların gösterdiği küçük bir sapmanın sonucu olarak gelişigüzel ve rastlantısal olduğundan, kaderden de korkmaya hiç gerek yoktur. İnsan bu korkulardan kurtulduğu zaman, en yüksek amaç olan mutluluk yolunda tüm engelleri aşmış olur.

Ahlak Anlayışı=

Epikuros, tek amaç olarak mutluluğa ulaşmayı hedeflemesine bağlı olarak, istenç özgürlüğü fikrinin savunucusu olmuştur. İnsan mutlak ve kaçınılmaz bir zorunluluğun kölesi olamaz, o kendi kaderini belirleyebilir ve felsefenin görevi, insana bunun kanıtlanmasıdır. Erdem, doğru yaşamak düşüncesiyle bağlantılıdır; doğru yaşamaksa mutluluğu aramak ve ona ulaşmakla bağlantılıdır. Bilgelik erdemdir sözü Epikuros'ta bu bağlamda şekillenir. Epikurosçu erdem öğretisinde asıl önemli olan kavram dostluk kavramıdır. Ona göre bilgeliğe yaraşan insani ilişki biçimi dostluktur.

Devlet Anlayışı=Devlet görüşü, devleti doğal bir kurum olarak gören Platoncu Aristotelesçi devlet anlayışına taban tabana zıt bir görüştür. Buna göre, devlet doğal bir kurum olmayıp birey için varolan, sözleşmeye dayalı bir kurumdur.

İstenç Özgürlüğü Kavramı=İstenç özgürlüğü sorununun Epikuros için büyük bir önemi vardır. Bir indeterminizm olarak istenç özgürlüğü, Yunan felsefesinde ilkin Epikuros’ta tam bir açıklıkla ortaya çıkmıştır. İnsanın kendi kaderini kendisinin belirleyebileceğini savunur.


Stoa Okulu=Stoacılar, insan yaşamının anlamını öğrenmek için, bu yaşamı kesinlikle evrenin çerçevesi içinde dikkate almanın gerekliliğine inanıyorlardı. Bu nedenle fiziğin Stoa felsefesinde her zaman önemli bir yeri olmuştur. Stoacılara göre fizik önemliydi, çünkü; onlara göre gerçek olan, kesinlikle "maddî olan "dır. Eflâtun'un ideler varsayımına karşı olan bu anlayışa başka bir düşünce daha eklenmiştir: Stoacılara göre; maddî ve somut olan gerçeklik, "canlı" bir bütün oluşturur, tıpkı bir organizma gibi.

Metafizik=Stoacılar mantık konusuna, İlkçağda, Aristoteles'ten sonra en fazla katkıda bulunmuş filozoflardır. Stoacılar, nesnel bir rasyonaliteyi ve akılla anlaşılabilir gerçekliği, ayrı bir İdealar dünyasına değil de maddi dünyaya yerleştirmişlerdir. Tüm maddî varlıklara etki eden bir "evren ruhu" vardır. Maddi bir şey olarak tasavvur ettikleri bu evren ruhunu Stoacılar, "gerçek ateş" olarak kabul ederler. Ateş en hassas unsurdur ve tüm eşyayı etkisine alma yeteneğine sahiptir.

Gerçek ateşten oluşan evren ruhu, evreni bir bütün olarak birleştiren bir güçtür. Stoacılara göre "ölüm", bedenin ve ruhun, evrenin beden ve ruhuna dönmesidir. Bunun içindir ki ölüm korkulacak bir şey olamaz. Çünkü ölümle, beden ve ruh aslına dönmüş olur. Bir evren ruhu ve bir evren bedeni kabul etmekle, Stoa metafiziği tam anlamıyla "panteist" olmuş bulunuyor. Onlarda Tanrı, maddeden ayrı olan tinsel bir ilke ya da varlık değildir.

Tanrı da tıpkı şekil verdiği, etkilediği, eylemde bulunduğu dayanak ya da edilgin ilke gibi, maddi bir yapıdadır. Tanrı, evren düzenine içkin olan, etkin ateştir. Tanrı dünyadan ayrı değildir; dünyanın cismi ya da maddesidir fakat o, daha ince bir maddedir; her tür harekete ve değişik biçimler almaya uygun bir yapıda olmakla birlikte, hareketsiz ve biçimden yoksun olan ilk öğelerin, hareket ettirici ve şekil verici ilkesidir. Stoacıların panteizminden başka bir sonuç daha çıkar: Onlara göre her şey, ölçülü bir "amaç "a göre yapılmıştır ve bu amaca göre hareket eder. Öncelikle, olan her şey "zorunlu" olarak olur. Bu evrene zorunluluk hakimdir. Evrende rastlantıya yer yoktur. Ancak bu zorunluluk kendiliğinden bir zorunluluk olmayıp, içten ve canlı bir zorunluluktur. Bu, tohumdan bir bitkinin yetişip meyve vermesi türünden, bir zorunluluktur. Bu canlı zorunluluk tek tek insanların yaşamına da hakimdir. Her insanın kaçınamayacağı, yaşamına zorunlu olarak hakim olan bir "yazgısı" (kader) vardır. Yaşamın şekli, insan için önceden belirlenmiştir.


Ahlak Anlayışlar=Stoacıların ahlâk görüşlerine temel aldıkları bir başka ilkeye göre de, insan "doğaya göre" yaşamalıdır. Yani insan, bedeni ve ruhu ile bir parçası olduğu evren konusunda bir bilince sahip olmalıdır. İnsan evrenin bütünü içindeki yerini ne kadar kesin olarak belirlerse, o derece uyumlu bir yaşama kavuşur. Buna göre, hayatın amacı olan mutluluk, erdemden yani doğal yaşamdan, doğaya uygun yaşamadan, insan eyleminin doğal yasayla uyuşmasından, insanın iradesinin Tanrının iradesine uygun düşmesinden meydana gelir. Stoacıların din anlayışına da yine bu açıdan bakılmalıdır. Stoacılar halk dinini olumlu karşılar. Ancak onlara göre halk dinindeki birçok Tanrıları önemsememek, bunları, dinin gösterdiği gibi değil de, felsefî bir yorumla anlamak gerekir. Söz gelişi eski Yunan dininin en büyük Tanrısı Zeus, Stoacılara göre "Evren ruhu"ndan başka bir şey değildir.


Septisizm=Septisizm; her tür bilgi savını kuşkuyla karşılayan, bunların temellerini, etkilerini ve kesinliklerini irdeleyen, ayrıca aklın kesin bir bilgi elde edemeyeceğini, hakikate erişilse dahi sürekli ve tam bir şüphe içinde kalınacağını, mutlak`a ulaşmanın mümkün olmadığını savunan felsefi görüştür.


Septisizm felsefe tarihi açısından çok önemli bir yere sahiptir; zira felsefe tarihi boyunca yerleşik kanılar ve inançları sarsmış, felsefe, bilim ve özellikle din konusunda birçok anlayışın değişmesine ortam hazırlamıştır. Antik çağ Yunan bilgiciliğinin kurucusu Protagoras tarihte ilk şüphelenen, şüpheci (septisist) düşünürdür. Protagoras “Her şeyin ölçüsü insandır. Her şey bana nasıl görünürse benim için öyledir. Pyrrhon'un MÖ 3. yüzyılda gelişen kuşkuculuğun en önemli temsilcidir.


Kuşkuculuk (Septisizm) ve Temel Nedenleri=Septisizmi yaratan en önemli neden, büyük bir çalkantının yaşandığı Helenistik dönemde kuşkucuların zihinsel barış ya da dinginliğe erişme umutlarıydı. Ayrıca gündelik deneyimlerimiz, duyularımızın sık sık yanılgıya düştüğünü göstermiştir. geçmişte kabul edilen bazı bilgilerin, bugün apaçık bir biçimde reddedildiği ve çürütüldüğü Yine bilim tarihi, insanların geçmişte doğru olarak kabul ettikleri birçok bilimsel görüşün, bugün artık doğru kabul edilmediğini göstermektedir.


Bir Tavır Olarak Şüphecilik=Felsefenin en önemli niteliklerinden birisi, eleştirici olmasıdır. Felsefe, tarihsel olarak Yunan dünyasında daha önceden mevcut olan dinsel-mitolojik dünya görüşünün bir eleştirisi olarak başladığı gibi her filozofun da kendinden önceki bilgi birikimini sorgulamak ve eleştirmekle işe başladığı bir gerçektir. Septikler tam anlamıyla mutlu olmayı isteyen insanın şu üç soruyu yanıtlaması gerektiğini söylerler: Varolan şeylerin gerçek doğası nedir? Varolan şeyler karşısında nasıl bir tavır almalıyız? Benimsenen tavrın sonucu ne olacaktır? Pyrrhon septik görüşlerini ifade etmeye, kendisinden önceki felsefenin temel sorusunu oluşturan "gerçekliğin ne olduğu" sorusunu sorarak başlamıştır.

Görünüşlerin gerisindeki gerçekliğin bilinemeyeceğini söyleyen septikler, insanların yalnızca şeylerin kendilerine nasıl göründüğünü bilebileceklerini, aynı şeylerin farklı insanlara farklı göründüğünü ve bizim bu görünüşlerden hangisinin doğru olduğunu, hangi insanın haklı olduğunu söyleyemeyeceğimizi savunan Pyrrhon'a göre, her iddia için birbirlerine çelişik olan iki kanıt ya da düşünce ileri sürülebilir. O, bütün bunların, biz insanların hiçbir şeyden emin olamayacağımızı ve hiçbir konuda kesinliğe ulaşamayacağımızı gösterdiğini, bundan dolayı, bilge kişiye düşen şeyin, görünüşün gerisindeki gerçeklik üzerine konuşmak, varlığın İdealardan ya da madde ve formdan meydana geldiğini söylemek yerine, bu türden anlamsız spekülasyonlardan vazgeçmek ve hiçbir konuda hüküm vermeyerek, yargıyı askıya almak olduğunu belirtir. Bilge kişi, hiçbir şey hakkında, onun belirli bir şey olduğunu söylememeli, "o böyledir" demek yerine, "bana böyle görünmektedir" ya da "böyle olabilir" demelidir.


Septik Ahlak=Şeyler arasında bir ayırım gözetmeme, yargıyı askıya alma, hiçbir konuda hüküm vermeme tavrının sonucunda, ortaya hiçbir şeye değer vermeme, mutlak bir kayıtsızlık ve aldırmazlık,
hiçbir şeyden şöyle ya da böyle etkilenmemeyle belirlenen bir sükûnet ve ruh dinginliği halinin çıkacağını söyleyen Pyrrhon'a göre, kuşkunun nihai hedefi, tam bir duygusuzluğa karşılık gelen, bu iradesizlik, aldırmazlık ve dinginlik halidir. Ona göre, septik felsefe insanı, bu şekilde mutluluğa götürebilir, zira bu felsefe insana, varlığın bilgisinin olamayacağını göstermekle, bu tür bir bilgiyi, varlık üzerine spekülatif tartışmayı anlamsız hale getirir, bilginin imkânsız olduğunu gösterirken de insanı boş kuruntulardan kurtarır. Ona göre, ölümün ne olduğunu bilmediğimize ve aynı şekilde ölümden sonraki yaşam hakkında bir bilgimiz olamayacağına göre, ölümden hiç korkmamamız gerekir. Çünkü insan bilmediği ve bilemeyeceği şeylerle ilgili korku ve tedirginlik içinde olamaz. Bilgi mümkün olmadığı için insan bilgilenmek amacıyla araştırma yapmaz ve kendisini zahmete sokmaz.


Yeni Platonculuk (Plotinos)= Helenistik-Roma döneminde ortaya çıkan sonuncu önemli felsefe akımı, Plotinos (MS 205-270) tarafından kurulmuş olan Yeni-Platonculuktur. Yeni-Platonculuk, yalnızca tarihsel bakımdan da değil Hıristiyan Ortaçağ felsefesiyle İslam felsefesine yaptığı etkiler bakımından önem taşıyan bir felsefedir. Plotinos'un felsefesi, mistik teolojik anlamda kullanılmaya son derece uygun bir felsefedir. Zira, Plotinos'un felsefesinde,, Pythagoras'tan ve Platon'dan gelen "öte dünyacı" eğilim, onun felsefenin nihai ve en yüksek amacı olarak gördüğü, Tanrıya yükseliş ya da Bir olanla birleşme sürecinde en tam ve en sistematik ifadesini bulur.

Bu nedenle, onunla birlikte, felsefe yalnızca mantık, kozmoloji, psikoloji, metafizik ve ahlakı değil fakat bir din teorisi ve mistisizmi de içermek durumuna gelir. Plotinos'ta en yüksek bilgi türü Tanrıya ilişkin mistik bilgi olduğu ve mistisizm anlayışını geçmişten gelen spekülasyonlara olduğu kadar, kendi kişisel tecrübelerine de dayandıran filozof, mistik tecrübeyi filozofun en yüksek amacı olarak gördüğü için Plotinos'ta felsefe, felsefe olmaktan çıkarak, bir tür din ya da bir kurtuluş felsefesi haline gelir.

Plotinos'un felsefesini ayrı, özgün ve son derece önemli bir felsefe haline getiren hususların en başında, bu felsefenin gerçekliğin spekülatif bir tasvirini dini bir kurtuluş öğretisiyle bir araya getirmesi geliyordu. Yeni-Platoncu felsefe, dünyayı tasvir etmekle yetinmeyip, onun kaynağı, insanın bu dünyadaki yeri ve insanların bu dünyada karşı karşıya kaldıkları ahlaki ve manevi güçlüklerin üstesinden nasıl gelecekleriyle ilgili bir açıklama geliştirdi. Kendisine Platonculuğu rehber edinen Plotinos, ustanın Devlet adlı diyalogunda yer alan İyi İdeasıyla ilgili görüşlerinden yola çıktı ve Platon'un İyi İdeasını Tanrılaştırdı. Söz konusu İyi İdeasıyla güneş arasında bir analoji kuran Platon, İyi İdeasının varlık ve bilginin ötesinde olduğunu öne sürmüştü. Buna göre, varlığa aşkın olan İyi İdeası, ne matematiğe bilgiyle ne de diyalektik yoluyla bilinebilir. Bilginin de ötesinde olan İyi İdeası, bir tür sezgiyle, matematik ve diyalektikle uzun yıllar boyunca uğraştıktan sonra, ruha düşecek bir kıvılcımla, aydınlanma yoluyla kavranabilir.


Varlık Anlayışı=Plotinos’a göre, Tanrı, varlığa o derece aşkındır ki O'nun hakkında söyleyeceğimiz her şey, cansız varlığı ya da insan varlığını betimlerken ve açıklarken kullandığımız her niteleme, yalnızca O'nu sınırlamaya yarar. Bu nedenle, Tanrıya, iyilik, güzellik, düşünce ve irade yükleyenleyiz, zira bütün bu nitelikler Tanrı için bir sınırlama ve dolayısıyla bir eksikliği ifade eder. Başka bir deyişle, O'nun ne olduğunu söyleyemeyiz fakat yalnızca, ne olmadığını söyleyebiliriz. Tanrı hakkında, yalnızca O'nun bir, bölünemez, değişmez, ezeli-ebedi olduğunu, varlığın ötesinde bulunduğunu, kendi kendisiyle hep aynı kaldığını, O'nun için geçmiş ya da gelecekten söz edilemeyeceğini söyleyebiliriz.

Hal böyle olduğuna göre, Tanrı dışında kalan varlıklar, maddi dünya nasıl açıklanabilir? Bu dünya, Plotinos'a göre, Tanrı tarafından yaratılmış olamaz çünkü yaratma bir eylemdir ve her eylem bir hareketi ya da değişmeyi gerektirir; oysa Tanrı değişmez. Yine, yaratma bilinç ve iradeyi gerektirir fakat bunlar da Tanrı için bir sınırlamaya işaret eder. Öte yandan, özgür bir yaratma eylemi, Tanrının mutlak bir yetkinlik ve dinginlik halinden çıkması, O'nun kendi kendine yetememesi anlamına gelir. Fakat Plotinos bunu da kabul etmez. O, işte bu noktada bir kez daha Platon'dan yararlanır, onun İyi İdeasıyla güneş arasında kurduğu analojiyi kullanır.

Başka bir deyişle, varolanları açıklayabilmek için Tanrının özgür yaratma faaliyetine başvuramayan Plotinos, bir tür sudur, öğretisi geliştirir. Asıl işlevi, Tanrı ve "yaratıklar" arasındaki mesafeyi azaltmak olan bu öğretiye göre, varolan şeyler Tanrıdan, ışık kaynağı olan güneşten nasıl çıkıp yayılıyorsa, öyle çıkıp yayılır, sudur eder. Tanrı var olan her şeyin yetkin kaynağı ve varlık nedenidir. Bununla birlikte, nasıl ki ışık ışınları güneşe eşitlenemezse, aynı şekilde var olan şeyler de Tanrıya eşitlenemez, Tanrıyla bir ve aynı olan şeyler olarak görülemez. Tanrı, ona göre, bu sudur süreci boyunca değişmeden, azalmadan ve hareket etmeden kalır. Plotinos, söz konusu anlayışa, özgür yaratma eylemine olduğu kadar, panteist bir Tanrı anlayışına da karşı çıkar.

Tanrının varolan şeyleri hiçten özgür bir şekilde yaratmasına, bunun Tanrıda bir değişmeye yol açacağı, Tanrının sükûnetini ve kendi kendine yetme halini bozacağı gerekçesiyle karşı çıkan Plotinos, Tanrının kendisini bölerek, bireysel yaratıklara aktarmasını da kabul etmez. Sudur metaforuyla anlatılmak istenen, teist bir görüşle panteist bir görüş arasında tutulan söz konusu orta yoldur. Plotinos, buradan da anlaşılacağı üzere, sudur anlayışıyla, Tanrının, İlk İlkenin mutlak gücünü ve mutlak bağımsızlığını korumak ister. Bu anlayış, bütün bir Ortaçağ felsefesine damgasını vuran bir varlık hiyerarşisi, daha doğru bir deyişle, değere dayalı bir varlık hiyerarşisine yol açar. Nasıl ki varlıklar güneşe, ışık kaynağına yakın oldukları ölçüde aydınlık içinde olup, güneşten uzaklaştıkları ölçüde karanlığa gömülürlerse, aynı şekilde Plotinos'un Tanrıdan başlayan sudur sürecinde varlıklar, Tanrıya yakın oldukları ölçüde değerli ve yetkin, Tanrıdan uzak oldukları ölçüde değersiz ve kusurludurlar.


Kurtuluş Kuramı=Plotinos, tıpkı diğer Yunan filozofları gibi, insan varlığının biri ruh, diğeri beden olmak üzere, iki öğe ya da bileşenden meydana geldiğini öne sürer. Bu anlamda, o düalist bir filozoftur.


Bununla birlikte, Plotinos söz konusu iki gerçeklikten, maddi ve tinsel gerçeklikten ya da beden ve ruhtan, yalnızca ruhun özsel ve Tanrısal olduğunu, bedenin ölüp gittiği yerde, ruhun ölümsüzlüğüne inandığı, yani ikisini aynı düzey ve değerde olan bileşenler olarak görmediği için radikal bir düalisttir.


İnsan ruhunun Tanrıyla birleşmeye yükselişinin güç ve zahmetli bir iş olduğunu söyler. Ona göre ruh için kurtuluş, onun bedenin, maddenin kirinden kurtularak saflaşması, kendisinin ve tüm varlıkların yüce ve ilk kaynağına yükselmesi ve Tanrıyla birleşmesidir. Bu yükseliş kişinin ahlaki ve entelektüel erdemler geliştirmesini gerektirir. Burada önemli olan, duyusal dünyadaki şeylerin ve bedenin, ruhun daha yüksek amaçlarını gerçekleştirmesine engel olmasını önlemektir.

Plotinos'a göre, ruhun felsefedeki entelektüel faaliyete yükselebilmesi için önce dünyadan ve onun maddi değerlerinden vazgeçilir. Kişi, öncelikle kendisini sağlam ve doğru düşünme bakımından disipline etmelidir. Bu tür bir düşünme, kişiyi bireyselliğinin üstüne yükseltir ve varlıklara ilişkin bilgi yoluyla, insanın kendisini, dünya düzeninin kavramasını ve her şeyin Tanrının eseri olduğunu görmesini sağlar. Bu, Ruhun faaliyetinin sınırlanması anlamına geldiği, onun etkinliğinin evrensel olmaktan çıkarak, salt kendisine katılan bir bedenle ilişkisi demek olacağı için kötü bir şeydir. Bu nedenle bireysel ruha düşen, entelektüel yükseliş, maddeyle değil de Tanrıyla birleşmedir.

Bununla birlikte, Tanrıyla birleşme yolunda, ruhu harekete geçiren ilk ve temel güç, aşktır. Buna göre, tinsel aşk, akılcı aşk ve irrasyonel aşk olmak üzere, ruhun üç kısmına uygun düşen, üç ayrı aşk vardır. Bunlardan örneğin irrasyonel aşk insanı duyusallığa gömerken, tinsel aşk tanrılaştırabilir. Zor bir süreç ve çeşitli aşamalardan sonra ruh, her türlü ayrılık ve ikiliğin ortadan kalktığı bir birlik, mistik bir vecd hali içinde, Tanrıyla birleşme imkanına sahip olabilir.


alıntıdır
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
OMÜ İLİTAM felsefe tarihi 13.ünite özeti EyMeN&TaLhA SAMSUN OMÜ İlitam 0 13Haziran 2015 11:36
OMÜ İLİTAM felsefe tarihi 11.ünite özeti EyMeN&TaLhA SAMSUN OMÜ İlitam 0 12Haziran 2015 09:47
OMÜ İLİTAM felsefe tarihi 9.ünite özetİ EyMeN&TaLhA SAMSUN OMÜ İlitam 0 12Haziran 2015 09:41
OMÜ İLİTAM felsefe tarihi 8.ünite özetİ EyMeN&TaLhA SAMSUN OMÜ İlitam 0 12Haziran 2015 09:33
OMÜ İLİTAM felsefe tarihi 7.ünite özeti EyMeN&TaLhA SAMSUN OMÜ İlitam 0 11Haziran 2015 12:06

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.