|
Konu Kimliği: Konu Sahibi Mihrinaz,Açılış Tarihi: 26Haziran 2016 (19:20), Konuya Son Cevap : 26Haziran 2016 (19:20). Konuya 0 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme: |
26Haziran 2016, 19:20 | Mesaj No:1 |
Medineweb Baş Editörü Durumu: Medine No : 14593 Üyelik T.:
15 Kasım 2011 | OMU TASAVVUF (1-7) ÖZET OMU TASAVVUF (1-7) ÖZET TASAVVUF ÜNİTE – 1 -Tasavvufun ilk kaynakları Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in Sünnetidir -Tasavvuf ilmine dair kaleme alınmış olan ilk müstakil eserler, Hz. Peygamber, sahabe ve tabiînin tevbe, takvâ, vera’, havf, recâ, tevekkül, rıza ve sabır gibi konulara dair sözlerini amellerini içeren Kitabü’z-Zühd’lerdir. -Bu tür içerisinde ilk ve en meşhurları arasında Abdullah b. Mübarek’in (ö. 181/797) Kitabü’z-Zühd ve’r-Rekâik adlı eseri zikredilir. TASAVVUFUN KAYNAK ESERLERİ (KLASİKLER) 1. er-Ri’âye li Hukûkillah/Hâris b. Esed el-Muhâsibî -İslam’da tasavvufî yaşantıyı ilk sistemleştiren eserdir -Muhâsibî, bir ahlâk ve tasavvuf felsefesi ortaya koymakta ve riyâ üzerinde durmaktadır. 2. Hatmü’l-Evliyâ/Hakîm Tirmizî -tasavvuf felsefesinin ilk kaynaklarından sayılır -Özellikle Helenistik felsefe ve gnostik düşüncenin tesirlerinin görüldüğü müellif, bu nedenle “Hakîm” ismiyle anılmıştır -velâyet konusunda orijinal görüşler dile getirmiş, bu görüşleriyle Muhyiddin b. Arabî’yi etkilemiştir. 3. el-Luma’ fi’t-Tasavvuf/Ebu Nasr es-Serrâc -Tasavvuf ilminin kaynakları ve ortaya çıkışı hakkında bilgi veren, tasavvuf kavramlarını ayrıntısıyla ele alan ilk eserdir -Serrac bu eserinin bir bölümünde “sufi geçinenlerin yanlışları” (Galatâtu’s- Sûfiyye) adlı bir bahis açarak yapılan bazı yanlışlara değinir 4. Kûtü’l-Kulûb/Ebû Tâlib el-Mekkî -Zikir, Kur’an okumanın âdâbı, muhasebe-i nefs, sabır, rızâ, havf, zühd, tevekkül gibi tasavvufî haller ve makamlar ile ibadetlerden oluşan konularıyla İhyâ’nın da birnevi muhtasarı olarak görülür -Tasavvuf ve şeriat mücadelesinde uzlaştırıcı olmaya çalışanlardan birisidir 5. et-Taarruf li Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf/Ebu Bekir el-Kelâbâzî -İtikadi konular tasavvufî bakış açısıyla ele alınmakta ve sufilerin itikadî görüşlerine yer verilmektedir -Kelâbâzî, gerçek anlamda tasavvufun ehl-i sünnet sınırları içerisinde olduğunu ortaya koymaya gayret etmiştir. 6. er-Risâle/Ebü’l-Kâsım Abdülkerim b. Hevâzin el-Kuşeyrî -tasavvuf ilminde en fazla şöhret bulan eserlerin başında gelir -Kuşeyrî de zamanındaki bazı uygulamaların yanlışlığından yakınarak eserine başlamış, ardından makamlar ve hallerin açıklamasını yapmıştır. -83 kadar sufinin hal tercümesine yer verilmiştir.Burada müellifin amacı, sufilerin biyografileri hakkında malumat vermekten ziyade, bu şahsiyetlerin hal ve tavırlarıyla örnek kişiler olduklarını ortaya koymaktır. 7. Keşfü’l-Mahcûb/Ali b. Osman el-Cüllâbî el-Hücvîrî -Fars dilinde yazılan en eski eser -Eserde ilim, fakr, tasavvuf, kıyafet ve melamet hakkında yapılan açıklamalardan sonra sahabe, tabiîn ve sufilerden toplam 114 biyografiye yer verilmiştir. Ardından o döneme kadar teşekkül etmiş 12 tasavvuf yolundan ve bu yolların temel hususiyetlerinden bahsedilir ki bu tasnif ilk defa Hücvîrî tarafından yapılmıştır. 8. Menâzilü’s-Sâirîn/Abdullah b. Muhammed el-Ensârî el-Herevî -Eserinde tasavvufî makamları ele alır, bir ayete dayandırarak tanımlar ve bu makamın derecelerini sıralar -Eserin en geniş ve en yaygın şerhi İbn Kayyım el-Cevziyye tarafından “Medâricü’s-Sâlikîn beyne Menâzili İyyake Na’büdü ve İyyake Nesta’în -10 bölümden oluşan Menâzilü’s-Sâirîn’de toplam 100 makam bulunur. -Tasavvufî makamlarla ilgili ilk müstakil eser olma özelliğini taşır 9. İhyâu Ulumi’d-Dîn/Hüccetü’l-İslam Ebu Hâmid Muhammed el-Gazzâlî -Tasavvuf tarihinde en çok okunan ve tanınan eserlerin başında gelir -Gazzalî’nin bu eseri yazmadaki amacı, İslamî inançları diriltmek ve tasavvufî düşünceyi sağlıklı bir zemine çekmektir. -Dört ciltten oluşan eserin birinci kısmı İbâdât (ilim, akaid, ibadetler); ikinci kısmı Muâmelât (ahlak ve âdâb); üçüncü kısmı Mühlikât (kalbî hayatı öldüren hastalıklar) ve dördüncü kısmı da Münciyât (tasavvufî hal ve makamlar) ile ilgilidir -eser, sadece tasavvuf değil diğer İslâmî ilimler için de önemli bir kaynak durumundadır. -Gazalî’nin bu eseri, Muhâsibî ile başlayan, Ebû Talib Mekkî, Kuşeyrî, Hücvîrî gibi mutasavvıflarca devam eden, şeriat ile tasavvufu uzlaştırma çabalarının zirvesi olarak görülebilir 10. Avârifü’l-MaâriF/Ebu Hafs Ömer Sühreverdî -Daha önce zikredilen eserlerden farkı tekke âdâbına ilişkin bilgiler verilmesidir -Müellif, eseri Hz. Peygamber’in yaşına teberrüken 63 bölüm olarak tanzim etmiş; ele aldığı konuları Kur’an ve Sünnetten örneklerle desteklemeye özen göstermiştir 11. el-Futûhâtü’l-Mekkiyye/Muhyiddin b. Arabî -Tasavvufî tefekkürün en önemli temsilcisidir -Sevenleri tarafından “Şeyhü’l-Ekber” olarak nitelendirilen İbn Arabî Futûhât’ı Mekke’de yazmaya başlamışsa da ne zaman tamamladığı tam olarak bilinmemektedir -Sufilerin varlık ve bilgi nazariyesi, kozmoloji ve metafizik anlayışlarının yanısıra nübüvvet, risalet, velâyet gibi hem zahiri hem de batınî yönü olan birçok konu hakkında özgün bilgiler verilmektedir -Toplam 560 babdan oluşan eserde son derece ağdalı ve çetrefilli bir dil kullanılmıştır -O nedenle İbn Arabî’nin takipçilerinden Abdülvehhab Şaranî (ö. 973/1565), el-Yevâkît ve’l- Cevâhîr adını verdiği iki ciltlik eserinde Futuhat’ı özetlemiş, ancak Futuhat’ta anlayamadığı bölümler bulunduğunu da itiraf etmiştir. 12. Fusûsü’l-Hikem/İbn Arabî -Eserin giriş kısmında müellif, Fusûs’un, rüyasında Hz. Peygamber tarafından kendisine verildiğini ve aynen tarif edildiği şekilde yazdığını belirtir. -Eser, dilinin ağırlığından ve gördüğü ilgiden dolayı İslamî literatürde hakkında en çok şerh yazılan metinler arasında gelir -Müellif, kitabını 27 bölüme (Fass) ayırmış, her bölüme bir peygamberin adını vermiştir. Her bir peygamberde bulunan ilahi hikmeti açıkladığı bu bölümlerden Hz. Muhammed’e tahsis ettiği Fass’ta, bütün hikmetleri şahsında cem’ etmesi itibarıyla O’nun, varlığın özü olduğunu savunur. -vahdet-i vücûd öğretisi daha derli toplu bir tarzda bu eserde ortaya konulmuştur 13. Mesnevî/Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî -Eserin asıl adı “Mesnevî-i Manevî”dir. -Tamamı 6 cilt ve 25618 beyitten meydana gelmiş olup Farsça ve manzum bir şekilde kaleme alınmıştır. Eserin ilk 18 beytini bizzat kendisi yazan Mevlânâ, kalan kısımlarını halifesi. Hüsameddin Çelebi’ye söylemek suretiyle yazdırmıştır. -Tasavvufun bütün konularını didaktik bir üslûpla ele alan eser zengin bir şerh geleneğine de zemin hazırlamıştır. -Abdurrahman-ı Câmî'nin (ö.898/1492) Mevlânâ için söylediği, "Peygamber değil fakat kitabı vardır" sözü Mesnevi’nin tesirini göstermesi bakımından mühimdir -Popüler tasavvuf metinlerinin başında gelir. 14. el-Hikemü’l-Atâiyye/İbn Ataullah el-İskenderî -Eser 264 hikmetten oluşmaktadır. Bukitap bir tefekkür ve ahlak kitabı olarak görülür ve okutulur -Hikem’in asıl konusu tevhiddir. İman, ibadet ve tasavvufî ahlak üzerinde durulmuş ve kâmil insan olmanın yolları gösterilmiştir -Eserde son derece güçlü bir üslubun kullanılması nedeniyle, daha sonraki dönemlerde sufiler arasında “Namazda Kuran’dan başka bir kitap okumak caiz olsaydı, bu el- Hikem olurdu” sözü yaygınlık kazanmıştır. - Eserin çok kısa ve özlü cümlelerle yazılmış olması, üzerinde çok sayıda şerh yapılmasına neden olmuştur. 15. el-İnsanü’l-Kâmil/ Abdülkerim el-Cîlî - Eserin tam adı el-İnsanü’l-Kâmil fi Marifeti’l- Evâhir ve’l-Evâil’dir. Adından da anlaşılacağı üzere eser insan-ı kâmil düşüncesi merkezinde kaleme alınmıştır. - Bir Mukaddime ve 63 babdan oluşan eserin başında Müellif, kitapta belirttiği her görüşün ayet ve hadislerle desteklendiğini ifade eder. İbn Arabî’nin etkisinin oldukça açık bir şekilde görülür 16. Mektûbât/ İmam-ı Rabbânî -Mektuplarından oluşan bu eserde birçok tasavvufî terime yer verilmekle birlikte o dönemde Hindistan’da Ekber Şah ve taraftarlarınca oluşturulmaya çalışılan eklektik din anlayışına karşı konulmaktadır. -Farsçadır. - Bunlardan başka bir tarikatı ele alan eser (Hediyyetü’lİhvân) - silsile ve tekke mecmuaları (Mecmua-i Tekâyâ, Yadigâr-ı Şemsî) - mutasavvıfları ele alan Ensâb kitapları(Mecelletü’n-Nisâb) - genel ansiklopedik eserler(Güldeste-i Riyâz-ı İrfân, Marifetnâme) - âdâb kitapları (Âdâbü’l-Mürîdîn) - işârî tefsirler - menâkıbnâmeler (el- Menâkıbu’l-Kudsiyye, Menâkıbu’l-Ârifîn) - tasavvufıstılahlarını ele alan eserler (Istılahatu’s- Sûfiyye, Minhacü’l-Fukarâ) - süreliyayınlar da (Ceride-i Sûfiyye, Tasavvuf) Tasavvuf Tarihinin Kaynakları - İslam Tarihinde tabakât formunda yazılan ilk eser Vâkidî’nin (ö. 207/823)’nin Kitabü’t-Tabakât’ıdır. - Arkasından talebesi İbn Sa’d (ö. 230/845), hocasının bu eserini genişleterek meşhur Tabakât’ını yazmıştır - Tasavvuf Tarihi ile ilgili olarak ise elimizde bulunan en eski kaynak Ebu Abdurrahman es-Sülemî’nin (ö. 412/1021) Tabakâtu’s- Sûfiyye’sidir. - Bu eserinde Sülemî, sufileri 5 tabakaya ayırmış, ilk dört tabaka 20’şer, son tabaka 23 olmak üzere toplam 103 sufinin biyografisine yer vermiştir. Sülemî bu eserinde sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiînden sonra ortaya çıkan sufilere yer vermiştir. O nedenle eserin adı Tabakatü’z- Zühhâd değil, Tabakatü’s-Sûfiyye’dir. 1. Hilyetü’l-Evliyâ ve Tabakâtü’l-Asfiyâ/ Ebu Nuaym Isfahânî - Sahabeden başlayarak tabiîn, tebe-i tâbiîn devrinde ve müellifin çağına kadar olan dönemde yaşayan 700 kadar zâhid ve sûfînin hayatını, fikir ve görüşlerini aktarmaktadır.Bu yöntemiyle tasavvufî hayatın sahabe döneminde de var olduğunu ifade etmek istemiştir. - Şimdiye kadar yazılan en geniş sufi tabakâtı olma özelliği taşıyan Hilyetü’l-Evliyâ’da zâhid ve sufilerin doğum ve ölüm tarihleri belirtilmediği gibi, yaşadıkları yerler üzerinde de durulmamıştır -Eserde dikkat çekici bir diğer özellik, verilen bilgilerin senetleriyle birlikte aktarılmış olmasıdır. - Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzî hilyeyi süzgeçten geçirip Sıfatu’s-Safve adlı eserini meydana getirmiştir. Bahsedilen bu iki eser, birlikte ihtisar edilerek ve günümüze kadar önemli tasavvuf büyükleri de eklenerek 10 cilt olarak “Sahabeden Günümüze Allah Dostları” adıyla dilimize kazandırılmıştır 2. Tezkiretü’l-Evliyâ/ Feridüddin Attar -Eserde Cafer-i Sâdık’tan başlayarak 97 sufinin biyografisine yer verilmiştir. - Tezkiretü’l-Evliyâ, içeriği ve üslubu itibarıyla öncekilerden farklı bir görünüm arzetmekte, bu yönüyle bir menâkıb-nâme izlenimi vermektedir 3. Tabakâtü’l-Evliyâ/ İbnü’l-Mulakkın - 2. hicrî asrın ortalarından itibaren 229 sufinin hayat hikayesine yer verilmiş; ancak bir sufinin biyografisinin verilmesinin ardından onun talebeleri de tanıtılarak bu sayı 577’ye çıkarılmıştır - Eserin bir diğer özelliğide, İbn Arabî, İbn Fârız, Kuşeyrî, Gazali ve Sühreverdî gibi tasavvuf teorisyenlerinede yer verilmiş olmasıdır. 4. Nefehâtü’l-Üns min Hadarâti’l-Kuds/ Nureddin Abdurrahman b. Ahmed Câmî - Tabakatü’s-Sufiyye adlı eserini esas alarak ilavelerle birlikte toplam 616 sufinin biyografisine yer vermiştir. - Eser bir tabakât kitabı olmakla birlikte giriş kısmında, velî-velâyet, şeriat-tarîkat, sufi-mutasavvıf, melâmi, kalenderî ve kerâmet gibi kavramlar hakkında önemli açıklamalar yapılmıştır. - Câmî’nin vefatından 29 yıl sonra eseri Lâmiî Çelebi Osmanlı Türkçesine 15 sufinin hal tercümesini ilave ederek tercüme etmiştir 5. et-Tabakatü’l-Kübrâ/ Abdülvehhab Şaranî -Eserin asıl adı Levâkıhu’l-Envâr fî Tabakâti’l- Ahyâr’dır. - Hz. Peygamber’le başlayarak Ebû Nuaym el- Isfahânî’nin yöntemini takip eder. Mısır ve çevresindeki sufilerin de tanıtıldığı eser, bu bakımdan orijinal bilgiler ihtiva etmektedir 6. el-Kevâkibü’d-Dürriyye/ Abdurrauf Münâvî - Münavi, eserine Mutezile’ye reddiye olarak mucize ve keramet mukayesesi yaparak başlar, ardından Hz. Peygamber’e genişçe yer verir, sahabeyle devam eder ve eseri bitirdiği 1011/1602 tarihine kadar, çağdaşı olan mutasavvıfları da dahil ederek eserini sonlandırır. - Yakın döneme ilişkin bilgileri içermesi bakımından önemlidir 7. Tibyânu Vesâili’l-Hakâık fi Beyâni Selâsili’t-Tarâık/ Harîrîzâde Muhammed Kemaleddin Efendi -bu ansiklopedik eser halen yazma halinde olup yegane nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. - Alfabetik olarak 167 tarikat hakkında bilgi verilmiş, tarikatların silsilesi zikredilip, o tarikatla ilgili varsa önemli eserlerden bahsedilmiştir. 8. Sefîne-i Evliyâ/ Hüseyin Vassaf - Türkçe kaleme almış olduğu 5 ciltlik eserinin tam adı Sefîne-i Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr’dır. - Esasen, Mehmed Samî es-Sünbülî tarafından telif edilen Esmâr-ı Esrâr adlı 54 sayfalık eserin şerhi olan Sefîne-i Evliyâ bir şerh olmaktan çıkmış ve muazzam bir tasavvuf tabakâtı vücuda gelmiştir. 9. Câmiu Kerâmâti’l-Evliyâ/ Yusuf b. İsmail en-Nebhânî -Sahabeden itibaren yaklaşık 1000 sufinin hayat hikayelerini ve hikmetli sözlerini aktarmaktadır. Ali b. Hüseyin Kâşifî /Reşehât-ı Aynü’l-Hayât(Nakşibendiyye şeyhlerinin terceme-i hallerini içerir) Cemaleddin Mahmûd Efendi Hulvi/ Lemezât-i Hulviyye ez-Lemeât-i Ulviyye(Halvetiyye meşâyihini konu edinir) Sâkıb Mustafa Dede/ Sefîne-i Nefîse-i Mevlevîyân(Mevlevî postnişînlerine dair kaleme alınmış TASAVVUF Ünite : 2 MİSTİSİZM VE TASAVVUF - Mistisizm, Grekçe “sır” anlamına gelen “musterion” dan türetilmiştir. Terim olarak, insanı ahlaken yüceltme, dünyanın ötesinde görünmeyenin şuuruna erdirme çabasıdır. Albert Einstein (ö.1955) : mistisizm, tecrübe edebileceğimiz en güzel en derin heyecan mistik heyecandır. Bu heyecana yabancı olan ve onun karşısında hayret ve hürmet duymayan kişi ölü gibidir. * Mistisizm Nedir? 1- Bertrand Russel (ö. 1970) : evrenle ilgili inançlar üzerindeki belli bir duygu derinliği ve yoğunluğu . 2- eşyanın hakikatini anlama faaliyeti . 3- Hakikatin mistik yollarla araştırılmasıdır. 4- İnsanların ahlaken yücelmesi, erdem sahibi olabilmek için sarf ettikleri gayrettir. 5- İnsanı rûhî saadete ulaştırma gayreti ve faaliyetidir. 6- İnsanın özündeki hakikati keşfetmek için, içindeki gizemi ortaya çıkarmak için yaptığı faaliyetlerdir. 7- Fizik dünyanın ötesinde metafizik dünyayı keşfetmektir. 8- Dinlerin derûnî, ruhanî, batınî yönlerini ortaya koymak için yapılan araştırmalardır. 9- Kutsal varlığın vasıtasız olarak tanınması için yapılan gayretlerdir. 10-Kalbin bilgeliğidir. 11-Medeniyetler ve kültürlerarası bir yoldur. ** Bütün inançların özünde bulunan duyguyu ifade etmektedir. Dolayısıyla dinî duygu ne kadar eski ise mistisizm ve ruhani hayat da o kadar eskidir denilebilir. - Tarih boyunca süregelen bütün mistik tecrübelerin arandığı taktirde ortak noktaları bulunabilir fakat, her biri kendi inanç havzalarından beslenir , bu nedenle de her mistik deneyimin o inancın ışığı altında değerlendirmek gerekir . mutlak varlık, eşyanın hakikati arayışında bulunan her mistik anlayışın benzer noktalarının bulunması, gayelerinin bir olması ile ilgilidir. Mistisizmin Özellikleri 1- Maddeye karşı tavır alma durumu. Mistisizmde madde insanı tatmin edemediği gibi, kendisinden uzak durulması gereken bir varlık alanıdır. Dolayısıyla madde kötülüğün de kaynağı hükmündedir. 2- Manevî yolculuk ve ruhanî bir eğitimi esas alması. Bu durum bütün mistik deneyimler için geçerli değildir. Bu yolculuk uzun ve meşakkatli olabileceği gibi kısa ve kolay da olabilir. 3- Yaşanılan haller olma özelliğine sahip olma. Mistik deneyimde teoriden çok pratik önemlidir. 4- Teorik açıdan gerekli izahların yapılamayışı ve bir başkasına anlatılamayışı. Bu deneyim, madde ve duyulur âlem düzeyindeki insanlar tarafından anlaşılamaz. O nedenle bu bilginin paylaşılması da bazı mahzurları doğurabilir. 5- Bilgi edinme yolu ve sezginin ifadesi olma durumu. Bilginin elde edilmesi, kalbin kirlerden arındırılmasından sonra gerçekleşebilir. Eşyanın hakikati ancak bu yolla kavranabilir 6- İçe dönük bir yaklaşımı ve sırrîlik yönü ağır basan bir telakkî oluşu 7- Izdıraba ve birtakım perhizlere yer vermesi 8)Pasifliğin ve bir ölçüde metodsuzluğun mevcudiyeti 9- Yatay değil, dikey bir bilgi edinme yolu. Hakikati keşf, zevk ve manevi tecrübe ile kavramaya çalışır. 10- Ruhanî bir aktivite olarak ortaya çıkması 11- Kutsal varlıkla aşkın bir ilişki kurma gayreti olması 12- Kendinden geçme ve dış alemle bağları koparma şeklindeki tezahürleri 13- Bu anlayışın kendini remzî ifadelerle ve birtakım sembollerle ortaya koyma durumu 14- Ahlaken olgunlaşmayı, hakikatin bilgisine ulaşmayı hedef edinmesi. * Bu hedefin sonunda Mutlak Varlıkta fani olma, itmi’nân ve sükûn vardır. ** Mistik bilgi ve deneyim, yukarıda zikredilen özelliklerden hareketle, bâtınî bir mahiyet arzeder, ferdî bir tecrübedir, başkasına aktarılması sakıncalıdır ve özel bir bilgi çeşididir . Bu durumda mistik bilgi, herkesin elde edemeyeceği, ancak gerekli olan perhizlere dayanabilen ve bu istidadı bulunan kişilere mahsus bir bilgidir. Mistisizme Yöneltilen Tenkitler Mistisizm-Tasavvuf Farkı ? - Bu durum, mistik bilginin mahiyetine yönelik bazı eleştirilerin yöneltilmesine de neden olur . Zira bilginin muteber olması, onun aynı zamanda denetlenebilir ve objektif olması ile bağlantılıdır. Bu itibarla mistik bilgiye yönelik şu tenkidler yapılmıştır : 1.Mistiğin ulaştığı bilgiler kesinlik ifade etmemesi 2.Her mistiğin ulaştığı sonucun farklı olması, 3.Mistik görüşe teslimiyet akıl yürütme ve tahlil ameliyesinin kapılarının kapatılması neticesini doğurması, 4.Mistik bilginin, duyu ve akla dayanan metod ve yöntemlerle kontrol ve sınanma imkanının olmaması, 5.Mistik hallerin geçiciliği dikkate alınırsa bu hallere bağlanan mistik bilginin de anlık olması, 6.Bilgi edinme vasıtasının teke indirgenmesi, 7. Buna bağlı olarak bilginin belirli bir zümrenin tekelinde bulunduğunun iddia edilmesi gibi gerekçelerle çeşitli eleştirilerin yöneltildiğini görmekteyiz. Bu eleştirilerin mistik düşünce ve duygunun hakikatine yönelik tenkitler olmaktan ziyade, mistik deneyimlerin mahiyetiyle ilişkili olduğunu kabul etmek gereklidir. - Ayrıca tüm mistik gelenekleri de aynı potaya sokarak genellemeci bir tutum içerisinde olmak da tutarlı bir yaklaşım olamaz. Bu nedenle İslamî geleneğin bir ürünü olan tasavvuf ile mistisizm arasında bulunan bariz farklılıklar önemlidir. - Esasen insanlığın ortak malı ve tavrı olan mistik Duygu , insan olmak vasfıyla ortak neticeler Üretebilir . Ancak bu her bir kültürün mistik tecrübesinin kendine özgülüğüne de bir engel değildir . Dolayısıyla İslam’ın mistik yorumu olarak tanımlayabileceğimiz ve; 1.Kur’an ve sünneti esas alan bir disiplin, 2.Kâl ilmi değil, Hal ilmi, 3.Zühd ve takvayı, aşk ve muhabbet anlayışını öne geçiren bir hayat tarzı, 4.Bir ahlak ve edeb anlayışı ve yolu, 5.Nefse karşı mücadelenin, kalp tasfiyesinin yol ve yöntemlerini gösteren bir ilim dalı, 6.İslam’ın batınî yönünü açıklayan bir fikir hareketi, 7.Marifeti, ledünnî ilmi, keşf ve müşahedeyi esas alan bir anlayış, 8.Tarikatler şeklinde müesseseleşerek günümüze kadar gelen İslamî bir telakkî, 9.Ferdî yaşantıyı esas alma özelliği yanında, toplumu da çeşitli yönlerden etkileme gücüne sahip bir hareket, 10.Dinin, ihsan düzeyinde yaşanması hadises 11.Kalbî fiillere ağırlık veren bir yapıya sahip olan tasavvufu, Hıristiyan, Yahudi, Hind, Mısır vs. mistisizminden ayıran önemli farklılıklar bulunmaktadır. Bunlar: a- Mistik sadece vecd ehli iken, sufi hem vecd ehli ve hem de ilim talibidir. b- Mistisizmde ruhun cesede hakimiyeti öngörülürken tasavvufta ruhun tasfiyesi neticesinde Hakk’a vuslat amaçlanır. c- Mistisizm, kaynakları, referansları, muhtevaları ve muhatapları açısından tasavvuftan farklıdır. d- Mistisizm pasifliği, bir ölçüde metotsuzluğu telkin ederken, tasavvufta aktivitenin ve âdâba riayetin, metodun özel bir önemi vardır. İşte tasavvufta, hakikate ulaşmak için takip edilen bu yöntem ve yola seyrü sülûk adı verilir. e- Mistisizmde, tasavvufta olduğu gibi geçmişe doğru uzanan hiyerarşik bir yapılanma yoktur. (şeyh-mürid, silsile) f- Tasavvufta evrad, ezkar ve ahzab uygulaması mevcuttur. Mistisizmde ise şeyh, yani mürşid olmadığı için telkin edilecek bir evrâd-ezkâr da sözkonusu değildir. g- Mistik olmak için istidat yeterli sayılırken, tasavvufta bunun yanında teknik kurallara riayet gereklidir. h- Kutsal varlık anlayışları itibariyle de birbirlerinden farklılık arzederler. i- Mistik düşüncede maddeye karşı tavır alınması önemli bir esas olsa da asavvufta maddenin aşılması ilkesine yer verilir. j- Tasavvufta ahlak anlayışı ve bu anlayışın sınırları belli olmasına karşılık, mistisizmde böyle bir durum söz konusu değildir. k- Her iki yaklaşımın bilgi konusunu ele alışları farklıdır. Tasavvufta keşif ve ilhamın yanısıra akla da yer verilir. l- Tasavvuf, insana ruhî bir yükselme sağladığı halde, mistisizmde gelip geçici hazlar vardır (fenâ-bekâ) m- Mistisizmde ıstırap önem taşıdığı halde, tasavvufta ıstırabın özel bir yeri yoktur. n- Tasavvufî eğitimde ferdin karakteri eğitim sürecinde önemli olduğu halde mistisizmde o- böyle bir durum yoktur. - Tasavvuf ile mistisizm arasında anılan farklılıklara rağmen, birtakım benzerliklerden ötürü her iki kelime bazen birbiri yerine kullanılagelmiştir. Özellikle Batıdan yapılan çevirilerde mistisizm ifadesi geçtiği için bu kelime aynen muhafaza edilmiş ve tasavvuf yerine kullanılmış, bazıları da bu farklılığa işaret etmek üzere “İslam Mistisizmi” ifadesini kullanmışlardır. - Oysa ki İslam manevi hayatını ifade etmek üzere kullanılması gereken tabir “Tasavvuf” olmalıdır. Batıda, çileci, ıstıraba dönük, kalbî düşüncelere ağırlık veren hareketlere genel olarak “Mistisizm” adı verilmesinden hareketle İslam düşüncesinde ortaya çıkan ruhanî, manevî, derunî geleneğe mistisizm denmesi yanlış bir kullanımdır. Ünite : 3 TASAVVUFUN KONUSU, GAYESİ VE DİĞER İLİMLERLE MUNASEBETİ - Tasavvufun konusu genel anlamda Allah, varlık ve insandır. Allah’ı yakinen zat, sıfat ve fiilleriyle tanımaktır. Ayrıca nefsin tezkiye ve tasfiyesi de tasavvufun konusudur. - Kısaca; tahalluk (İslam ahlakı) ve tahakkuk (bunu gercekleştirip manevi yukseliş sonucu tahkiki bilgilere) ulaşmaktır. - ----- TASAVVUFUN GAYESİ - Tasavvufun halka dönük tarafı tahalluk, Hakk’a dönük tarafı ise tahakkuktur. Tasavvufun gayesi, insanı kotu ahlaktan, cirkin huylardan uzaklaştırmak, Allah ve rasulunun ahlakını benimseterek insan-ı kamil yetiştirmektir. Tasavvuf, mutlak anlamda insan-ı kamil olarak kabul ettiği Hz. Peygamber’ ittibayı, Allah ve Rasulunun ahlakı ile ahlaklanmayı, ihsan mertebesine ulaşmayı, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye etmeyi kendisine gaye edinmiştir. TASAVVUFUN DİĞER İLİMLERLE MÜNASEBETİ - Hz. Peygamber hayatta iken, klasik İslam ilimleri dediğimiz hadis, tefsir, fıkıh, kelam ve tasavvuf gibi ilim dallarının hiç birisi tedvin ve tasnif edilmemişti. Ayrıca, bir zahir ve batın ayırımı da söz konusu değildi. Çünkü bütün ilimlerin kaynağı olan, dinin zahiri ve batıni yönünü kendi şahsiyetinde bütünleştiren Hz. Peygamber sağdı. - Daha sonraki yıllarda ise insanların ihtiyaçlarına binaen, öncelikle Fıkıh ve diğer disiplinler teşekkül etti. - Cibril hadisi, zaten daha sonraki yüzyıllarda İslam düşüncesinin üç farklı perspektifini oluşturacak olan kelam, fıkıh ve tasavvuf ilimleri için bir dayanak sağlıyordu. -Bu hadiste özetle ; İman; Allah’a, ahrete, meleklere, kitaplara, peygamberlere, kadere ve öldükten sonra dirilmeye inanmandır İslam, Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet etmen, namaz kılman, oruç tutman, zekat vermen ve hacca gitmendir İhsan, Allah’ı görüyormuşsun gibi Ona kulluk etmendir. Sen Onu görmüyorsan da O seni görmektedir” buyurur .Bu hadisten İslam’ın üç boyutu olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu da İnanç boyutu olan İman, ibadet boyutu olan İslam ve ruhani/deruni boyutu olan ihsandır. - Kal ilmi değil de hal ilmi : bizzat tecrübe edilen ve sübjektif yönü ağır basan bir disiplin olan tasavvufun ilmi acıdan değerlendirilmesi bazı zorlukları beraberinde getirmektedir. Zira onun diğer İslami ilimlerden en bariz farkı, hem pratik hem de nazari yöne sahip olmasıdır. İslami ilimlerin bağımsızlık kazanması II. hicri asır ile başlar. Bu asırdan sonra her İslami ilim müstakilleşmiş ve kendine özgü terminolojisini oluşturmuştur. Ancak bu ilimlerin birbirinden tamamen ayrı olduğunu söylemek de imkansızdır. Neticede bütün dini ilimler argümanlarını oluştururken Kur’an ve Sünnete dayanmaktadır. Ama , her İslami disiplini birbirinden tamamen bağımsız olarak ele almak usul açısından doğru değildir. Bu durum tasavvuf için de geçerlidir. Tasavvufla diğer ilimler arasında net bir çizgi çizmek veya birbirinin karşısına koymak uygun değildir. Örn: ilk sufilerden Haris b. Esed el-Muhasibi, sufi olduğu kadar kelamcıdır da. Yine Gazzali tasavvuf kadar fıkıh ve kelamda da otoritedir. Sufilik bir yaşantıdır, bir bakış açısıdır. Bu açıyı koruyarak kişi, ilgilendiği sahada derinleşebilir. Zahid bir kelamcı, zahid bir müfessir, zahid bir muhaddis olunabilir, Bu husus, İbn Haldun’un ilim tasnifine de yansımış ve o, tasavvufu Hz. Peygamber ve sahabenin yaşantısının bizatihi kendisi olduğunu ifade etmiştir. İbn Haldun’a göre ilimler iki çeşittir: Akli, nakli ilimler. Ona göre nakli ilimlerin bir alt kolu olan tasavvuf : İslam’dan sonra ortaya çıkan şer’î ilimlerdendir. Aslı şudur: Sûfîler tâifesince tutulan yol, bir hidâyet ve hak tarîk olmak üzere ; İbâdet üzerinde önemle durmak, (mâsivâdan alakayı kesip) tamamıyla Allah Teâlâ’ya yönelmek, dünyanın alâyişinden ve ziynetinden yüz çevirmek, halk çoğunluğunun yöneldiği (maddî) lezzet, mal ve mevki hususunda zâhid olmak, halktan ayrılarak ibâdet için halvete çekilmek bu yolun esasını teşkil etmekte idi. Sahâbe ve selefte umûmî olan hâl bu idi. TEFSİR Tefsirde “rivayet” ve “dirayet” olmak üzere yaygın iki metod vardır. Ancak bir de sufilerin buna ilave ettikleri yönteme “işari” tefsir yöntemi denilir. Bu da, ayetlerin zahiri manalarından başka batıni manalarının da bulunduğu anlayışıyla geliştirilen yorum yöntemidir. Sufiler, “Biz o kitapta hiç birşeyi eksik bırakmadık” (En’am, 38)] ayetine istinaden onun her lafzının altında ehline mahsus binlerce mana bulunduğunu düşünmüşlerdir. Bu konuda Serrac şöyle der: “Kur’an Allah kelamıdır. Kelam ise Onun sıfatıdır. Allah için sonluluk söz konusu olmadığı gibi kelamının manası için de olamaz. Bu yüzden mahlukun kavrama yetisi onun manasının sonuna eremez.” Sufilerin bu anlayışının temelinde dini şeriat ve hakikat / zahir ve batın olarak mütalaa etmeleri yatar. Buna göre hakikat ilahidir, zamana ve mekana bağlı olmayıp evrenseldir. Şeriat ise kulların fiilleriyle ilgili beşeri faaliyetler olup değişiklik arz eder. Sufilerin işari tefsire arguman olarak kullandıkları diğer ayetler : “O nimetlerini zahir ve batın önünüze sermiştir” (Muhammed, 20) Kehf suresi 65. ayette gecen “ledunni ilim” sufilerin sıklıkla başvurdukları bir diğer delildir. Burada Hz. Musa’nın işin içyüzünü anlayamadığı hadiseler karşısında Salih bir kulun zahirde kabul edilemez görünen uygulamaları anlatılır. İşari tefsirde ayetin nüzul sebebi ikinci planda yer alır. Bu durum işari yorumun keyfiliği anlamına da gelmez. işari yorumun makbul olmasının bazı kriterleri : 1. Batın mananın zahir manayı ortadan kaldırmaması. 2. Bu mananın bir delil ile doğrulanması. 3. Ortaya konulan mananın akla, ilme, dine ters düşmemesi. 4. Tek mana olduğunun iddia edilmemesi. 5. Yapılan yorumun gramer kuralları ile çelişmemesi. * Bu alanda sufiler muazzam bir işari tefsir literaturu vücuda getirmişlerdir. Bazı örnekler : Sehl b. Abdullah Tüsteri / Tefsiru’l- Kur’ani’l-Azim: Bu eser işari tefsirin ilk örneği Ebu Abdurrahman Sülemi / Hakaiku’t-Tefsir: Tasavvufi tefsir literatürünün büyük ölçüde dayanmış olduğu eser Abdülkerim Kuşeyri / Letaifü’l-İşarat Abdürrezzak Kaşani / Te’vilatü’l,Kur’an Nimetullah Nahcuvani / el-Fevatihu’l-İlahiyye İsmail Hakkı Bursevi / Ruhu’l-Beyan Necmüddin Daye / Mirsadü’l-İbad Alusi / Ruhu’l-Meani Ruzbihan-ı Bakli / Araisü’l-Beyan Şihabüddin Ömer Sühreverdi / Nuğbetü’l-Beyan * İşari tefsirlerin muhtevası tasavvuf düşüncesinin seyri ile doğru orantılıdır. Zühdi yorumlardan felsefi mulahazalara doğru bir seyir takip eder. ** “Karada ve denizde fesad ortaya çıktı” (Rum, 41) ayetinde kara ile insanın dış organlarına, denizle de kalbine ve ruhuna işaret edildiği, buna göre insanın yapıp ettikleriyle beden ve ruhların bozulduğunu anlamışlardır. *** İbn Kasi’ye göre Allah Teala’nın Hz. Musa’ya “Çarıklarını çıkar, çünkü sen kutsal vadide, Tuva’dasın” (Taha, 12) emrindeki “çarıklarını çıkar” ifadesi “iki dünyadan da geç” anlamındadır. Çünkü tevhid mertebesinde ikilik yoktur. **** “Sevdiğiniz, değer verdiğiniz mallarınızdan hayırlı işlerde harcamadıkça gerçek manada iyilik ve dindarlık mertebesine asla erişemezsiniz” (Al-i İmran, 92) ayetinde Sehl-i Tüsteri, göre en büyük infakın nefis olduğunu, dolayısıyla öncelikle insanın, nefsinden ve onun arzularından geçmesi gerektiğini ifade eder. ***** “Elbiseni temizle” (Müddessir, 4) ayetini Hasan-ı Basri, “Huyunu güzelleştir” şeklinde yorumlamıştır. HADİS - Tasavvufun temelini oluşturan Hz. Peygamber’in zahadine hayatı ile, zühd, vera’, ifsan, sabır, tevekkül, isar, hüzün, tevbe gibi konulardaki beyanları tasavvuf ve hadis ilmini birbirine yaklaştırmıştır. Tasavvufun bir ilim olarak ortaya çıkmasından önce muhaddisler veya mutasavvıflar tarafından kaleme alınan Kitabü’z-Zühd’ler tasavvuf ve hadis münasebetinin önemli ürünleridir. - Tasavvuf-hadis münasebetinin bir diğer urunu 40 hadis mecmualarıdır. Bu çığırı açanların başında Hakim gelir. Onun Nevadirü’l-Usul adlı eseri işari manada ilk hadis şerhi sayılabilir. Kelabazi / Bahru’l-fevaid Sadreddin Konevi / Şerhu Hadis-i Erbain Ahmed er-Rıfai / Haletu ehli’l- hakika maallah - Mutasavvıflar, hadisleri bir irşad vesilesi ve ahlaki öğüt şeklinde gördükleri için senet kısmından önce rivayetin metni ile ilgilenmişlerdir. - Örneğin Abdurrahman b. Ebi Hatim, cerh ve tadilden bahsederken, Yusuf b. Hüseyin, “İnsanlar cennetteki yerlerini alalı ne kadar zaman geçti, sen onların gıybetini yapmaya devam ediyorsun” diyerek sened üzerinde bu derece durmanın metni kaçırmak anlamına geldiğini ifade eder. Mutasavvıfların hadislere yönelik bu tutumları hadis alimlerince tenkit edilmiştir. - Bu gibi, cerh ve tadil alimlerince reddedilen rivayetlere, sufiler tarafından “Hadisin lafzı tartışmalıdır. Velakin manası sahihtir.” nazarıyla bakarlar. - Başka bir ifadeyle bu, rivayeti metnin mantığı, mesajı ile kritik etmektir. Sufilerin sıklıkla vurgu yaptıkları “Nefsini bilen Rabbini bilir” hadisi buna ornektir. Bu gibi, cerh ve tadil alimlerince reddedilen rivayetlere, sufiler tarafından “Hadisin lafzı tartışmalıdır. Velakin manası sahihtir.” nazarıyla bakarlar. Başka bir ifadeyle bu, rivayeti metnin mantığı, mesajı ile kritik etmektir. Sufilerin sıklıkla vurgu yaptıkları “Nefsini bilen Rabbini bilir” hadisi buna ornektir. Tasavvuf kültüründe yaygın olarak kullanılan hadislere örnek: - “Gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim ve mahlukatı yarattım” - “Yere göğe sığmadım, mü’min kulumun kalbine sığdım.” - “Ölmeden önce olunuz.” - “Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur” - “Fakirlik övüncümdür.” * sufilerin hiçbir kayıt olmaksızın hadislere yaklaştıkları, keyfi bir tutum sergiledikleri de anlaşılmamalıdır. Onlara göre bu yola girmenin öncelikli şartı zahir ilimlerine vakıf olmak, ondan sonra manevi ilimlere yönelmektir. Örneğin Seriyy Sakati: “Bir insan önce zuhd ile meşgul olur, sonra hadis yazarsa ayağı sürçer; fakat önce hadis öğrenir sonra zühd ile meşgul olursa durumunu sağlamlaştırmış olur.” demiştir. FIKIH Ebu Hanife fıkhı, “Nefsin lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmek” olarak tanımlar. fıkıh, namaz, oruç gibi ibadetleri, ticaret, alışveriş ile ilgili düzenlemeleri konu edinirken; tasavvuf zuhd, takva gibi batıni hükümleri düzenlemeyi amaç edinmiştir. Örneğin bazı tasavvufi kitaplarda “esrarü salat”, “esrarü savm” gibi başlıklar mevcuttur. Kur’an-ı Kerim’de, namazın kötülüklere engel olacağının ifade edilmesi (Ankebut, 45), bu çerçevede namazdan nasibi olmayanlara, “Yazıklar olsun o namaz kılanlara!” (Maun, 4) buyurulması, Hz. Peygamber’in de, “Nice namaz kılanlar vardır ki, kıldıkları namazdan ellerine gecen sadece uykusuzluk ve zahmettir” (İbn Mace, Sıyam, 21) ve yine “Nice oruç tutanlar vardır ki oructan onlara kalan sadece açlık ve susuzluktur” (İbn Mace, Sıyam, 21) buyurması sufilerin, fıkhın şekilciliğine, duygudan yoksun tutumuna gsstermiş oldukları tepkinin hareket noktalarını oluşturur. - Dolayısıyla, ibadetlerde sadece şekil şartlarının yerine getirilmesi, o ibadetten amaclanan kemalatı kazanmaya yeterli değildir. bu konuya örnek olması acısından, Hucviri namazın şartlarıyla ilgili şu yorumu yapar: - “Zahirde necasetten, batında şehvet ve sufli arzulardan arınmak ve temizlenmektir. Zahirde elbiseyi necasetten temizlemek, batında bu elbiseyi helal yoldan temin etmektir. Zahir kıblesi kabe, batın kıblesi arş, sırrın kıblesi ise muşahededir. Nefis mucahedesi ile uğraşmak namazdaki kıyam gibidir. Zikr-i daim namazdaki kıraat gibidir. Namazda huşuun şartı, sağında solunda kimin bulunduğunu bilmemektir.” - İslami disiplinlerin ayrımlaşması ile sufiler ahkamın yanında makasıda da ehemmiyet vermişler, aklın yanına keşfi koymuşlar, yani farklı bir usul ve disiplin benimsemişlerdir. Ancak sufiler dinin zahiri hükümleri noktasında duyarlı davranmaya özen göstermişler, bu nedenle, sufi kisve altında sergilenen kabul edilemez tutum ve davranışları da eleştirmişlerdir. Örneğin, şeriatın hükümlerini aksatarak, kendilerinin Hakk’a vasıl olduğunu iddia eden bir grup hakkında Cuneyd-i Bağdadi, “Evet vasıl oldular, ama cehenneme vasıl oldular” demiştir. - İnsanın diğer insanlarla ve Allah ile olan münasebetlerini düzenleyen ve bu ilişkilerde daha çok dış iradeye önem veren fıkıh ile, iç iradeye itibar ederek kendine mahsus bir öznelliğe sahip olan tasavvuf arasında çekişme olduğu bir vakıadır. Hüseyin b. Mansur el- Hallac‘ın idamı tasavvuf-zahir uleması ilişkileri acısından acı bir tecrübe olmuştur. Bunun gibi, zaman zaman yaşanılan gerginlikler sufilerin tecrübelerini aktarmada sembolik bir dil benimsemelerinde de etkili olmuştur. Sufiler, fıkıh-kelam alimlerinin temsilettiği normatif geleneğin otoriteleriyle doğrudan bir çatışmaya girmemek için sembolik anlatım yöntemleri geliştirmişlerdir. Böylece, zaman içerisinde sembolik anlatım, en soyut tasavvufi düşünceleri basit bir anlatıma dönüştürmenin aracı haline gelmiştir. - mecaz dili, Kur’an-ı Kerim’de de kullanılan bir yöntemdir. Yani Allah’ın bir konuşma tarzıdır. Vahye ilaveten, her mahluk O’nun bir konuşması, sözüdür. O, görünür alemin ve nesnelerin ardında gizlidir. Her şey bir yandan O’nu gösteren bir ayet ve fakat O’nu örten ve gizleyen bir perdedir. Bu durum, sufilerin düşünce ve tecrübelerini anlatmak için geliştirdikleri ifade biçimlerini anlamada temel bir husustur. Bununla ilgili olarak Mevlana, “Pişmişin halinden hiç anlar mı ham Söz az ve öz gerektir vesselam” demiştir. - sufilerin, bir yandan, geliştirdikleri terimleri ve yöntem anlayışıyla tasavvuf meşru İslam bilimleri arasında yerini almaya çalışırken, öte yandan sadece ehlinin anlayabileceği özel bir anlatım dili geliştirerek tasavvufi tecrübenin ehil olmayanlardan muhafaza edilmesi amaçlanmıştır. Bu, tasavvufi tecrübenin mahiyetinin doğal bir sonucudur. KELAM - Allah, insan ve kainat meseleleri tasavvufun da kelamın da ilgi alanına girer. Ancak kelam burada akıl ile hareket eder. Kelamın gayesi, İslam’a yönelik itirazları akli verilerle çürütmektir. Zaman zaman kelam alimleri ile sufiler arasında tartışmalar da olagelmiştir. ÖRN : İbn Teymiyye tasavvufa yönelik eleştirilerde bulunmuş, ancak belli bir sufilik anlayışına da sıcak bakmıştır. “Selefi Tasavvuf” olarak adlandırılabilecek bu yaklaşımda ahlaki esaslar merkezinde bir yaşantı öngörülmüştür. Tasavvuf-kelam münasebetinde eleştiriler sadece kelamcılar tarafından yapılmamış, sufiler de kelamın yöntemine, başka bir ifadeyle aklı ve istidlali takdise karşı çıkmışlardır. Aklı bu derece yüceltmenin yanlışlığını tenkid için Mevlana şöyle bir metafor kullanır: Sağır bir adam hasta komşusunu ziyaret etmek ister. Fakat acaba hastaya ne söylemem lazım, o bir şey sorarsa nasıl cevap vereyim diye düşünür ve akli istidlal ile şöyle bir kurgu oluşturur: Önce nasılsın derim, o da “Çok şükür iyiyim” der; ben de “güzel, buna memnun oldum” derim. Sonra ne yedin” diye sorarım, o mesela “mercimek” der. Ben de “afiyet olsun” derim. Daha sonra “doktora gorundun mu” diye sorarım, o da “falan doktora gittim” der, ben de “çok iyi, işinin ehli bir tabibdir” derim. Sağır hastaya gider, “nasılsın” der, hasta “izdırabdan oluyorum” der. Adam, “güzel, buna memnun oldum” der. Hastanın canı sıkılır, adam “ne yedin” diye sorar, hasta “zehir” der. Adam da “afiyet olsun” deyince iyice kızar. Daha sonra sağır, “tedavi için hangi doktor geliyor” diye sorar, adam “Azrail” der. O da “çok iyi, o işin ehli olan bir doktordur” karşılığını verir. Sağır, vazifesini yapmış olmanın verdiği mutlulukla oradan ayrılır. Mevlana burada, “Senin kulağın sesleri işitiyorsa da, gaybı duyan kulağa göre sağırdır” demektedir. - sufiler bu noktada aşırı zahirci ve lafzi yaklaşıma meydan okumaktadır. Ancak bu konuda dengeyi de muhafaza etmeye çalışırlar: Ebu Said Harraz, “Zahire muhalif batın batıldır” derken; Ebu Süleyman Darani, “Kalbime gelen nükteleri Kur’an ve Sünnet gibi iki adil şahid huzurunda onaylamadıkça itibar etmem” sözüyle bu dengeye işaret eder. - Bu yaklaşıma göre tasavvuf, nakil yolu ile gelen gerçeklerin yaşanarak tecrübe edilmesidir. Burada sufinin kullandığı tabir, “yakin”dir. Sufilere göre, Örneğin; Kabe’nin nakil ve rivayet yolu ile bilinmesine ilme’l-yakin, uzaktan gözle görülmesine ayne’l-yakin, yanına varılıp el surulmesine hakka’l-yakin denir. Bir kimsenin Mekke’ye gitmesi için Kabe’nin bulunduğu yer ile alakalı olarak nakli bilgiye ihtiyacı vardır, ama gaye bu değildir. Mekke’ye varıp Harem’de bulunduktan sonra artık daha evvel başkaları tarafından verilen nakli bilgiler ikinci plana düşer. - Fahreddin Razi : “Kelâmcıların metotları hakikate ermek için her ne kadar kifâyetsiz ise de tasavvufa geçmek için aşılması gereken son derece mühim bir ilk adımdır. Kâmil derece, insanın zâhire dayanan şeriat ilimlerinden, hâdiselerin hakikatlerini bilmeye dayanan bâtınî ilimlere geçmesiyle elde edilir.” Tasavvuf-kelam münasebetinin bir başka boyutu, bizzat sufilerin de kelama dair eser kaleme almalarıdır. Burada amaç, tasavvufi düşüncede meydana gelen istismarlara engel olmak ve tasavvufun esaslarını tesbit etmektir. Haris b. Esed el Muhasibi, Kelabazi ve Gazzali bu konuda örnek olarak zikredilebilir. Özellikle Gazzali’den sonra kelamcıların muhalif tavırlarında kırılma meydana gelmiştir. FELSEFE Felsefe, eşyanın hakikat ve mahiyetini bilmek, varlığın sebebini açıklamak için yapılan zihinsel bir hadisedir. varlık-bilgi ve değerler alanıyla ilgili problemleri akılcı, tenkitçi yöntemlerle inceleyen ve temellendiren fikri faaliyetler bütünüdür. Felsefe çalışmaları özellikle Abbasi halifesi Me’mun devrinde sistemleşmiş, bu donemde Beytü’l- Hikme çatısı altında çeviri faaliyetleri yapılmıştır. Filozoflar arasında en geniş kadroya sahip olan akım Meşşailerdir (Kindi, Farabi, İbn Ruşd, Alaeddin Ali Tusi). Bunlar, varlığın yorumunda akla ileri derecede önem verdikleri için rasyonalisttirler. Vahye değer vermekle birlikte akılla nass arasında bir çelişki olursa aklı tercih, nassı tevil ederler. İslam dünyasında felsefi düşünceye karşı bir tutum olduğu gözlenmektedir. Bunun nedenleri ; •Felsefenin politeist Yunan kokenli olması •İlk felsefi çevirileri yapanların bir kısmının putperest Sabiilerden ve Hıristiyanlardan oluşması (Sabit b. Kurra, Kusta b. Luka, Yuhanna ed-Dımeşki gibi) •Felsefenin sünni İslam içerisinde bir yer edinememiş olması •Filozofların bir kısmının teist olmasına rağmen diğer bir kısmının deist veya tamamen maddeci bir dünya görüşüne sahip olması (İbn Ravendi, Ebu Bekir Zekeriya er-Razi) •Alemin ezeliliği, ahiretin ruhaniliği, Allah’ın cuzleri bilemeyeceği gibi İslam’ın bütünlüğü ile uzlaştırılamayan görüşleri savunmaları •Gereğinden fazla yabancı kültüre açılmanın bir kültür krizine yol açacağı endişesi •Filozofların dinin emir ve yasakları konusunda duyarlı olmadıkları algısı etkili olmuştur. - Ayrıca varlık-bilgi-değer üzerinde yoğunlaşan tasavvuf metafiziğinin önemli temsilcileri arasında kabul edilen İbn Arabi, Sadreddin Konevi, İbn Seb’in, Abdulkerim Cili, Müeyyedüddin Cendi gibi mutasavvıfların katkısıyla tasavvuf ile felsefe arasında bir yakınlaşmanın olduğunu ifade edebiliriz. Her iki disiplinin ilgi alanları aynı olmakla birlikte yöntemleri farklıdır. AHLAK Bir eğitim surecini ifade eden tasavvuf, insan nefsinin terbiye ve kalbin tasfiyesini amaçlayan bir disiplin olarak bazı sufilerce “ahlak” olarak da tanımlanmıştır. Bu itibarla tasavvuf ile ahlak iç içedir, denilebilir. SOSYOLOJİ Sosyoloji, toplumların gelişme surecini sebep ve sonuçlarıyla inceleyen bir disiplindir. Tasavvufta ferdin eğitimi esas olduğu kadar, tarihsel süreç içerisinde meydana getirdiği kurumlar vasıtasıyla toplumsal bir yönü de olması itibarıyla sosyolojinin ilgi alanına girmektedir. Tekke ve zaviyelerin sosyal fonksiyonları, tarikatların sosyal yapı içerisindeki konumu, üzerinde önemle durulması gereken bir husustur. PSİKOLOJİ İnsanın her davranışının nasıl ve niçin meydana geldiğini inceleyen bir ilim olarak psikoloji ile, insanın iç dünyasını bir düzene koymayı amaçlayan tasavvufun irtibatlı olmaması mümkün değildir. Seyr ü Suluk adı verilen manevi eğitimin her aşamasında nefsini terbiye etmeyi ve duygularının aşırılıklarını yok etmeyi ongoren tasavvufi hayatın her aşaması insan davranışlarını konu edinen psikolojinin ilgi alanına girmektedir. EKONOMİ Ekonomi, sınırsız ihtiyaçların sınırlı imkanlarla karşılanmasıdır. İnsan nefsini terbiye ile, kanaat anlayışı ile kendini bilinçlendirirse israftan kurtulur ve, tüketici olmanın eziciliğinden uzak kalır. İşte tasavvuf bu bilinci vermektedir. Tasavvufi düşüncenin üretime dönük yönü de olmuştur. Ahi teşkilatı bu anlamda tasavvufun dünyaya bakışının somut bir tezahuru olarak görülebilir. GÜZEL SANATLAR Meslekleri his, heyecan ve gönül alemi olan sufilerin güzel sanatlarla uğraşması gayet tabiidir. Özellikle edebiyat alanında yeri doldurulamaz bir literatür ortaya çıkmıştır. Tasavvuf edebiyatı, tekke edebiyatı adı altında muazzam bir külliyat vücuda gelmiştir. Başlangıçta şiire pek ilgi duymayan sufilerin ilk ürünleri mensur eserlerdir. Ancak özellikle 4. hicri asırdan itibaren manzum eserlerin artmaya başladığı görülmüş, bu arada Arapca’nın yanında Farsca eserler de kaleme alınmaya başlanmıştır. İbn Arabi, İmam Gazali, İbn Farıd, Ataullah İskenderi, Feriduddin Attar, Ahmed Gazali, Senai, Mevlana Celaleddin bu alanda şaheserler kaleme almışlardır. Daha sonra tasavvuf edebiyatında Türkçe eserler verilmeye başlanmıştır. Gerek halk gerekse divan edebiyatında Ahmed yesevi, Yunus Emre, Hacı Bayram Veli, Aziz Mahmud Hudayi, Fuzuli, Neşati, Cevri, Hayreti, Galib Dede ve daha birçok isim bu alanda muhalled eserlerini tasavvuftan beslenerek ortaya koymuşlardır. Tasavvuf kültüründe özellikle Mevlevilik’te musıkinin ayrı bir yeri olmuştur. Başlangıcta sema’ ile ilgili olarak çeşitli tartışmalar olmuşsa da dini duyguyu canlandıran bir vasıta olarak belirli ilkeler dahilinde sema’a çoğunlukla sıcak bakılmıştır. Tekkeler, güzel sanatların geliştirildiği kurumlar olarak faliyetlerde bulunmuşlardır. Meşhur hattatlar ve muhezzibler tekkelerde yetişmişler, duygu ve heyecanlarını sabır ve titizlik isteyen eserlerine yansıtmışlardır. Sonuçta , Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’i kendisine referans alan bir disiplin olarak tasavvufun Allah-insan, Allah-alem ve insanalem münasebetine dair kendine özgü metoduyla yeni bir bakış acısı ortaya koyduğunu, bu itibarla İslam düşüncesi içerisinde diğer dini ve sosyal ilimlerle doğal olarak münasebetinin bulunduğunu ifade edebiliriz. ÜNİTE : 4 TASAVVUFUN KÖKENİ TARTIŞMALARI, TASAVVUF VE TARİKATLARIN ORTAYA ÇIKIŞ NEDENLERİ / TASAVVUF ALGISI SUFİ VE TASAVVUF KELİMELERİNİN KÖKENİ - Sufi ve tasavvuf kelimeleri Kur’an ve hadislerde zikredilmediği gibi, sahabe ve tabiin devrinde bilinen kavramlar da değildi. Hz. Peygamber devrine yetişen ve onu gören kimselere “sahabi”den başka bir ad verilmesine gerek duyulmamıştı. Tabiin devri de böyleydi . Tebe-i tabiin devrinde ise iyice genişleyen İslam dünyasında refah seviyesi yükseldikçe halkın ibadet ve zühd konularına yönelenlerine yeni bazı isimler verilmeye başlandı. Bu isimler o sufilerin ön plana çıkardıkları eylemlerinden hareketle oluşmuştur. - Örn: vatanlarını terkettikleri için “gurebâ”, diyar diyar dolaştıkları için “seyyâhîn”, sahralarda dolaşarak mağaralarda yaşayanlara “şikeftiyye”, açlık ve az yemek ile yaşayanlara “cûiyye”, Allah’tan başka herkese karşı müstağnî davrandıkları için “fukarâ”, kalplerini nurlandırmaya çalıştıkları için “nûriyye” gibi isimler de verilmiştir. - hicrî II. asrın ortalarından sonra kullanılmaya başlayan ve giderek yaygınlaşan kavram ise "sûfî" kavramıdır. İlk defa "sûfî" lakabıyla anılan zat, bir rivayete göre Câbir b. Hayyân , bir başka rivayete göre ise Ebû Hâşim el-Kûfî’dir. - Her ikisi de Kûfeli olan bu zatların durumları nazar-ı i'tibara alındığında "sûfî" kavramının önce Küfe ve Basra'da ortaya çıktığı söylenebilir. - Sûfi ve tasavvuf kelimelerinin kökeni hakkında da farklı görüşler vardır : 1. Asr-ı saadetteki ashab-ı suffe’den türemiştir. suffe ashabının hayat tarzı ilk zâhidler için bir örnektir.sözü edilen bağlantı dil açısından değil, muhteva açısındandır. Çünkü kelimenin nisbesi sufi değil “suffî”dir. 2. Bir çöl bitkisi olan sufâne’den türemiştir. Sufilerin yemeğe değer vermemelerine işaret edilse de buna nisbet “sufânî” şeklinde yapılır. 3. Duruluk ve temizlik anlamına gelen safâ ve safvetten türemiştir. Tasavvufun bir kalp tasfiyesi meselesi olduğundan hareketle sufi nin bu kelimeden türediği söylense de safâ kelimesinin nisbesi “safâî”, safvetinki ise “safevî”dir. 4. Saff-ı evvel’den türemiştir. Sufilerin Allah’a yönelişleri itibarıyla halk içinde ön sırada olduklarından bu terkipten türediği iddia edilmişse de gramere uymaz . çünkü saff kelimesinin nisbesi “saffî” dir. 5. Kendilerini halka hizmete veren Benû Sûfe’den türemiştir. Benû Sûfe, İslam’dan önce yaşayan ve kendilerini Kabe hizmetine adayan bir kabilenin adıdır. Sufiler de bu bakımdan bu kabile ile benzeştirilmişse de bu isimle anılan bir kabile olduğu hususu tam olarak ispatlanamamıştır. 6. Ense saçı ve kılı anlamına gelen sûfetü’l-kafâ’dan türemiştir. Sufiler giyim ve kuşama önem vermedikleri ve saçlarına başlarına dikkat etmedikleri için... Bu da gramere uymaz. Çünkü bu kelimenin nisbesi “sûfetî” veya “sufevî” olmalıdır. 7. Sıfat kelimesinden: Sufilerin en güzel sıfatlarla bezenmiş olduğunu öne sürerek sufi nin de bu isimden türediği iddia edilir. 8. Yunanca hikmet anlamına gelen sofia’dan türemiştir. Bu görüşü ortaya atan Birûnî 'dir. Sonra da özellikle müsteşriklerce benimsenen bu görüşe göre sufi isminin kökeni “sofia”dır. Ancak sufi kelimesi felsefenin Arap dünyasına intikalinden çok önce yaygınlık kazandığı için müslümanların bu isimden haberdar olmaları düşünülemez. Ayrıca Yunanca’da sigma harfi Arapçada sad ile değil sin ile yazılır. Sufi ise sin ile değil sad ile yazılır. 9. Yün anlamına gelen sûf’dan türemiştir. Sufi kelimesinin kökü olarak en çok kabul gören görüş budur. Ebu Nasr Serrac , peygamberlerin ve evliyanın kıyafetinin sufi olduğunu, insanların görünüşlerine göre isimlendirildiğini, Hz. İsa’nın arkadaşlarının da “beyaz elbiseli” anlamına gelen “havarî” olarak isimlendirildiğini ifade eder. Dolayısıyla bu taifeye yünlü kıyafet giydikleri için sufi; bunların ilmine de tasavvuf adı verilmiştir. - Yine Serrâc’a göre, sûfîlere yünlü giydikleri için sûfî denmiş; gömlek giyinenin fiili "tekammesa" ile ifâde edildiği gibi, sûfîlerin ilmine de "tasavvuf" denilmiştir. Onun ifadesine göre sûfîleri, fakihlerin fıkha, muhaddislerin hadise, müfessirlerin tefsire nisbeti gibi kendi hal ve makamlarından birine nisbet edip adlandırmak mümkün değildir. Çünkü haller ve makamlar pek çok ve değişken olduğundan sûfînin ad ve lâkabının devamlı değişmesi gerekir. TASAVVUFTA YABANCI TESİR MESELESİ - Sufi ve tasavvuf kelimelerinin kökeni tartışmaları tasavvufun bizatihi hangi kaynağa dayandığı tartışmaları ile doğrudan bağlantılıdır. bu konudaki farklı görüşleri bu çerçeveden değerlendirmek gerekir. Bu yüzden tasavvufun kaynağı meselesine dair yabancı tesirler üzerinde de durmak gerekir * tasavvufun kaynağını; - Ayet ve hadisler - Hz. Peygamber ve ashabının zahidane tercihleri - Fıtrî ve ictimaî faktörler altında ele almak gereklidir. * Sufilerin sık sık Kur’an ve Sünnet’e atıfta bulunmaları, bu iki kaynağı hayat tarzlarının rehberi olduğunu ifade etmeleri dikkat çekmektedir. Bunun yanı sıra toplumsal hadiselerin, kültürel etkileşimlerin de tesirini göz ardı etmemek gereklidir. * Ayrıca ; yabancı tesirin tasavvufun kökeni noktasında dile getirilmesi özellikle müsteşrikler tarafından yapılmaktadır. Bu konuda ileri sürülen görüşler : a) İran Menşei: Arapların felsefî tefekküre kabiliyetsiz, Fârisî ırkın ise bu sahada daha kabiliyetli olmaları nedeniyle ince bir tefekkür tarzı olan tasavvufun Araplar’a İran kanalıyla geçmiş olduğu iddiası Gobineau, Brown, Horten, E. Blochet ve Renan tarafından savunulmuştur. b) Hint Menşei : Bu görüş ilk olarak dinler tarihi alanında otorite olan meşhur âlim Bîrûnî tarafından ortaya atılmıştır. Kitabu Tahkîk mâ li’l-Hind adlı eserinde müellif, Hind kültürünün İslam’a tesir ettiğinden bahseder. Örneğin tasavvuftaki “fenâ” ile Budizm’deki “nirvana” arasındaki benzerlik, İbrahim b. Edhem ile Buda hikayeleri arasındaki yakınlık bu konuda ileri sürülen delillerdendir. L. Massignon, L. Gardet ve Anawati bu iddiayı dile getiren müsteşriklerdendir. c) Yeni Eflatunculuk menşei: Özellikle felsefî tasavvuf ile benzer yönleri nedeniyle Yeni Eflatunculuk ile irtibat kurulmaya çalışılmaktadır. Kabul etmek gerekir ki tasavvufun gelişim sürecinde buı tesirin izlerini görmek mümkündür. Ancak bu mutasavvıflar bu felsefeden aldıkları malzemeyi İslamî potada eritmeyi başarmışlardır. d) Hıristiyan menşei: özellikle Hıristiyan unsurlardan Arapçaya geçmiş olan ve mutasavvıflar tarafından da kullanılan “lahut, nasut, melekût, ceberût” gibi kavramlardan ve Hıristiyan rahiplerle ilk zahidlerin hayat tarzları arasındaki benzerlikten hareketle bu iddia ortaya atılmıştır. Reynold Nicholson bu iddiayı savunurken daha sonra bu fikrinden vazgeçmiştir. !!! tasavvuf ortaya çıkış aşamasında doğrudan doğruya İslam’ın prensipleri üzerine inşa edilmiştir. Tasavvufun felsefî bir karakter kazandığı ve vahdet-i vücûd nazariyesinin yayıldığı dönemde bazı yabancı unsurlar tasavvufun bünyesine girmiş ise de bunlar yabancılıklarını yitirerek İslamileşmiştir. - Ayrıca ;farklı inanç ve kültürler arasındaki benzerlikler, mutlaka birinin diğerinden etkilenmiş olduğu anlamına gelmez. Toplumlarda değişik zaman ve yerde benzer kültür unsurlarına rastlanması, insan olmanın doğası ile de ilgilidir. - İslam, yabancı kültürlere karşı temel prensiplere ters düşmediği sürece, oldukça müsamahakar bir dindir. O nedenle İslam’dan önce makul görünen örf ve âdetlerin yaşamasına da müsaade edilmiştir. Bu açıdan başka kültürlerdeki irfanî hususların alınmasında esas itibarıyla bir mahzur da yoktur. - Dikkati çeken bir diğer nokta da ; bu çerçevede cereyan eden tartışmaların lafız düzeyinde yürütülmesidir. Bu da meseleyi daha da sığ hale getirir. Yani , “Kur’an’da tasavvuf var mıdır?”, “Kur’an’da sufi kavramı geçiyor mu?” demek, aslında “Kur’an’da fıkıh var mıdır?”, “Kur’an’da kelam var mıdır?” sorusuyla eşdeğerdir. Tasavvuf ve Tarikatların Ortaya Çıkış Nedenleri A. Dini Sebepler 1. Nasların yaşanılan ideal bir dini hayatı öğütleyen yönlendirmeleri 2. Hz. Peygamber’den ve Ashabından intikal eden zühd içerikli tavsiyeler ve zahidlik örnekleri 3. Kur’an ayetlerinin ve Hz. Peygamber’in hadislerinin bu hareketi onaylar hatta teşvik eder biçimde yorumlanabilme durumu 4. İslam’ın fikir hareketlerine karşı takındığı müsamahakar tavır. B. Siyasi, Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Yapıdan Kaynaklanan Sebepler 1. Siyasi otoritelerin bu harekete karşı takındıklar teşvik edici tavır 2. Yaşanılan siyasi olayların topluma yansıyan etkileri 3. Sosyal ve ekonomik yapıda meydana gelen değişim 4. Zühd hareketinin ve onun devamı olan tasavvuf döneminin ikir planında kurumsallaşmak için ihtiyaç duyulan bir alt yapıyı hazırlamış olması C. Ferdî Yapıdan Kaynaklanan Sebepler 1. Ferdin fıtraten sahip olduğu mistik özellik 2. Bir otoriteye bağlanma psikolojisinin etkisi 3. Hazır, kolay ve pratik çözümlere karşı duyulan ilgi 4. İnsanın yaratılış itibarıyla taklide olan meyli 5. Huzur ortamına kavuşma, moral değerlere sahip olma arayışları, arzu ve ihtiyacı 6. Dini hayatı daha iyi yaşama isteği ve arayışları 7. Ferdin psikolojik, sosyal ve ekonomik ihtiyaç ve beklentileri. 8. Yerleşik kültür ve geleneklerin etkisi. D. Yabancı Tesirlerden Kaynaklanan Sebepler 1. Doğal bir urum olarak görülen ve bu yüzden korunup yaşatılan, alınan yabancı tesirler. 2. Hikemî bulunarak alınan yabancı tesirler. 3. İslam’ın ehl-i kitaba karşı takındığı müsamahakar yaklaşımdan kaynaklanan yabancı tesirler. 4. Diğer kültür ve medeniyetlerle temas sonucu ortaya çıkan yabancı tesirler - İslam tarihi boyunca ortaya çıkan tasavvufî anlayış ve uygulamalar homojen bir yapıda olmamıştır. Tam tersine birbirine görüş olarak zıt veya birbiriyle uyuşması zor olan tasavvuf anlayışları da hep varolagelmiştir. Günümüzde de durum pek farklı değildir. Nasıl ki müslüman toplumda en katısından en müsamahakarına kadar her türlü inanç sahibi yer almışsa tasavvuf tarihinde de genel manzara mutedil olanlar çoğunlukta olmak üzere, çok katı tarikat ve tasavvuf anlayışlarının yanısıra, dini istismar eden, hatta hiç dini endişe taşımayan gruplar da ortaya çıkmıştır. - Genel görüntü ve çoğunluk, orta yolu takip eder. Ayrıca sünnî tasavvufun yanında farklı tercihler de olmuştur .Bu bakımdan şöyle bir tasnif yapılabilir : 1. Sünni tasavvuf : Muhasibi, Kuşeyri, Gazali, Ahmed Yesevi gibi sünni inanç ve yaşayışa bağlı sufiler tarafından ortaya konan ve müslüman toplumun büyük bir kısmı tarafından takdirle karşılanmış olan tasavvufi anlayıştır. Bu anlayışr dinde bağnaz bir tutum takınmayı hoş karşılamaz, genelde orta yolu benimser. 2. Felsefî tasavvuf : Genellikle Hallac-ı Mansur ile başlatılan, Hakim Tirmizi ile devam eden ve İbn Arabi ve takipçileri ile zirveye ulaşan tasavvufî eğilimdir. Bu anlayıştaki sufiler aslında baştan beri felsefenin konusu olan varlık üzerinde tasavvufi bir yaklaşım ile düşünmüşler, Allah-âlem-insan ilişkisini tasavvufî bakış açısıyla yorumlamışlardır. Sünni tasavvufun genel karakteristiği olan halk tasavvufu anlayışına karşılık bu tasavvuf, entelektüel bir tasavvuftur. 3. Selefî tasavvuf : İbn Teymiyye ve takipçilerinin ortaya koydukları tasavvufî anlayıştır. Ancak “selefî tasavvuf” kavramı, radikal bir tasavvuf ve din anlayışını kasdetmek üzere daha çok günümüzde kullanılmaya başlanmış bir kavramdır. Tarihteki tezahür ise tamamen farklıdır. “Öncekiler” anlamına gelen “selef” kelimesi ile İslam kültüründe hep geçmişteki ideal kastedilmiştir. * Selefî tasavvufun en önemli özelliği radikal söylem ve felsefî tasavvufa karşı yönelttikleri reaksiyondur. Mesela İbn Teymiyye’ye göre Hallac-ı Mansur ve İbn Arabî dünyaya gelmiş en sapık ve kafir insanlardır. İbn Teymiyye bunları Hıristiyan ajanı olarak görür ve şeytanın dostları olarak niteler. Buna karşı Abdülkadir Geylani, Cüneyd-i Bağdadi gibi Sünnî sufileri ise “Rahman’ın velileri” olarak tanımlar. Bugün Vehhabiliğin tasavvufa bakışı da İbn Teymiyye’nin düşünceleri etrafında şekillenmiştir. 4. Şii tasavvuf : Şii tasavvuf da irfânî bir tasavvuftur ve felsefî tasavvufa daha yakındır. Şiilikteki “gaib imam” anlayışı, Hz. Ali’yle olan oldukça yakın ve hatta bazı fırkalarındaki aşırı ilgi, ehl-i beyt telakkîsi tasavvuf anlayışını besleyen hususlar olmuştur. 5. Sapkın tasavvuf : İslamî hükümleri önemsemeyen veya onları kendi heves ve arzularına göre yorumlayan , bu nedenle de Sünnî kesim tarafından dışlanan anlayış ve uygulamalardır. Hucvîrî, bu kapsamda bulunan Hulûliyye’den bahseder. Bunun dışında sözgelimi, belli bir dereceye geldiğini iddia ettikten sonra ibadetlerin düşeceğine inanan, dinin hiçbir emir ve yasağına itibar etmeyen, Müslümanların canlarını ve mallarını kendilerine mübah sayan vb. fırkalar da var olmuştur. !!! Aslında bu oluşumları tasavvufî çerçevede ele almak da doğru bir tutum değildir, kanaatindeyiz. Gerçek anlamda sufiler, bu tutum içerisinde bulunanları her halükarda tenkid ederler. Onların bu tutumlarının tasavvuf ile alakalı olmadığı beyan ettikten sonra bu kişilere “sufi” veya “mutasavvıf” değil, olsa olsa sufilik taslayan, sufilikten geçinen kişi anlamında “mustasvif” denilebileceğini ifade etmişlerdir. - Tasavvufun temel kaynaklarında bu ilmin muhtevasını ifade etmek üzere çok sayıda tanımın yapılmışsa da , bu tanımların tasavvufu tüm yönleriyle yansıttığını ifade etmek mümkün değildir . - Her şeyden önce yapılan tanımlarda tasavvuf algısının, tasavvufî tecrübenin etkili olduğunu ifade edebiliriz. Zira tasavvufta, “Allah’a giden yollar mahlukatın nefesleri sayısınca” kabul edilir ki bu ifade, aynı zamanda tasavvufun doğasını da tanımlar mahiyettedir. Tasavvuf için yapılan bazı tanımlar : - Maruf Kerhî : “Tasavvuf, hakikatleri almak, insanların elindekinden ümidi kesmektir”. Bu, aynı zamanda tasavvufun ilk tanımı olarak da kabul edilebilir. - Ebu Süleyman Daranî : “Tasavvuf, Hak’tan başkasının bilmediği amellerin sufi üzerinde cereyan etmesi ve sadece Allah’ın bildiği bir hal üzerinde sürekli Hak ile beraber olmaktır.” - Ebu Hafs Haddad ’a göre tasavvuf edebden ibarettir. - Sehl b. Abdullah Tüsterî tasavvufu riyazât merkezinde tanımlar. Ona göre tasavvuf, “Yemeği azaltmak, Allah’a sığınmak ve insanlardan firar etmektir.” - Tasavvufa dair yapılan tanımların en meşhurlarından birisi Cüneyd-i Bağdadi’ye aittir: “Tasavvuf, Hakk’ın seni senden öldürmesi ve kendisi ile diriltmesidir.” - Ebu Ali Rûzbâri ’ye göre tasavvuf, “Kovulsa bile Sevgili’nin kapısında diz çökmektir.” - Ebu Said Ebü’l-Hayr : “Tasavvuf, kafandaki her şeyi boşaltman, elindeki her şeyi dağıtman ve musibet geldiğinde feryad etmemendir” demektedir. * Bu tanımlardan hareketle, tasavvufun tatbikî bir ilim olma özelliği dikkat çeker. Onun bu özelliği, beraberinde riyazât ve mücahede metoduna dayanması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla tasavvufu, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye etmek amacıyla Kur’an ve Sünnet rehberliğinde geliştirilen riyazât ve mücâhede neticesinde Hakk’a vuslatı amaçlayan, kısaca İslam’ı ihsan mertebesinde yaşamayı öngören bir disiplin olarak değerlendirmek mümkündür. Ünite : 5 TASAVVUF TARİHİNİN DÖNEMLERİ Tasavvuf tarihi ile ilgili en çok kabul gören tasnif şu şekildedir : a. Zühd Dönemi b. Tasavvuf Dönemi c. Tarikatlar Dönemi ZÜHD DÖNEMİ VE GENEL ÖZELLİKLERİ - Kur’an-ı Kerim’de “Yüce bir ahlak üzere” olduğu (Kalem, 68/4) ifade edilen Hz. Peygamber’in yaşantısı zahidler için bir model olmuştur. Bu durum sadece nübüvvet sonrası değil, nübüvvet öncesi için de geçerlidir. Zira O, risalet öncesi yalnız başına tefekküre dalar, bunun için inzivaya çekilir, burada maddi hayatın bütün kaygılarından uzak kalır, düşünceye dalardı. 1. Asr-ı Saadet - Hayatı boyunca üst üste iki gün arpa ekmeği ile dahi karnını doyurmayan, bazen bir ay boyunca mübarek hanelerinde sıcak aş pişmediği anlar yaşayan, “Ey Allahım, Muhammed ailesine yetesiye rızık ihsan eyle” diye dua eden Hz. Peygamber’in sofrasının değişmeyen yiyeceği hurma ve sudur. - “Eğer dünyanın Allah katında sineğin kanadı kadar bir kıymeti olsaydı, kâfir bir kimse ondan bir yudum su içemezdi.” (Tirmizi, Zühd, 13) : Hz. Peygamber’in burada vurguladığı husus Kur’an-ı Kerim’den hareketle dünyaya gönlü kaptırmamak, sadece hak ettiği kıymeti vermektir. “Allah’ın sana verdikleri içinde âhiret yurdunu ara ve dünyadan nasibini de unutma” (Kasas, 28/77) ayeti mucibince Allah’ın helal kıldığı şeyleri haram kılma cihetine gitmemiş ve zühd konusunda zaman zaman aşırıya kaçan sahabeyi uyarmıştır. - Sufi kitabiyatı içerisinde özellikle Ebu Nuaym el-Isfahanî’nin Hilyetü’l-Evliyâ, İbnü’l-Cevzî’nin Sıfatu’s-Safve ve Şarani’nin et-Tabakatü’l-Kübrâ’sında sahabenin kılık-kıyafet, yeme-içme, barınma konularına dair, nimetlere değer vermemek, ibadet ve taatle meşgul olmak, tevekkül, Allah korkusu merkezinde tezahür eden zahidane yaşantılarından örneklere fazlasıyla yer verildiğini görmekteyiz. - Hz. Peygamber’de olduğu gibi, ashabında da bu dünyanın geçici ve bir imtihan alanı olduğuna yapılan vurgu dikkat çekmektedir. Bunun da esası, dinin emirlerine mutlak olarak boyun eğmek ve bu hususta tevekkülden ayrılmamaktır. - Bu nedenle dünya malını hor ve hakir görmek, dünyalığa ve zenginliğe önem vermemek ilk müslümanların şiarı olmuştur. Dünya hayatını bu çerçevede değerlendiren ve ona göre yaşayan sahabenin hayatında şatafatı çağrıştıran bir unsur görmemiz mümkün değildir. - Sahabe içerisinde Ashab-ı Suffe olarak adlandırılan ve Aralarında Ebü’d-Derdâ, Ebu Musa el-Eş’arî, Ebu Hüreyre, Ebu Zerr el-Gıfarî, Süheyb-i Rumî, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Mesud ve Selman-ı Farisî’nin de bulunduğu bu zümre, yaşayış ve davranışları bakımından ilk zahidler için birer örnek durumunda görülmüştür. - sahabe, genel olarak Hz. Peygamber’i kendisine örnek alarak ölçülü bir zahidane hayatı benimsemiştir. Hz. Peygamber’in ve sahabenin yaşayışı olarak karşımıza çıkan ve özellikle Allah korkusu, hüzün, sabır, riyazât, huşû’, vera’ ve dünyaya kıymet vermeme şeklinde tezahür eden bu yaklaşım, İslam’ın ruhanî hayatının esasını teşkil etmektedir. - Asr-ı Saadet’ten sonra zühd hayatı gittikçe yaygınlaşarak etkisini artırmıştır. Bunda birtakım psikolojik ve sosyal nedenlerin etkisinin olduğu da görülmektedir. Müslüman coğrafyanın genişlemesi, bu genişleme neticesinde karşılaşılan yeni topluluklar ve yeni kültürler, siyasi iradenin baskıcı uygulamaları, yavaş yavaş baş gösteren lüks ve israf tüketimi zühd hayatını yönlendiren unsurların başında gelir. 2. Asr-ı Saadet Sonrası Zühd Dönemi - Sühreverdî , Avârifü’l-Maârif’inde Hz. Peygamber’den sonra zühd hareketinin yaygınlaşmasını şöyle özetler: Hz. Peygamber’in döneminden sonra kendilerine “tâbiûn” denilen bir kısım insanlar sahabeden ilim öğrendiler. Allah Rasulü’nden sonra peygamberlik geride kaldı, ilahi vahiy kesildi, çeşitli görüşler ve farklı beklentiler ortaya çıktı. Şahsi arzu ve düşünceler ilmin tadını kaçırdı. Takva ehli olanların oluşturdukları çevre ve fikirler sarsılmaya başladı. Cehalet ve bilgisizlik çoğaldı. Cahilliğin ördüğü ağ ve oluşturduğu perdeler hakikatleri gizledi. Dünya ve dünyaya ait değerler kıymetlendi. Bunları elde etmeye çalışanlar arttı. Menfî şartların istila ettiği bu ortamda bazı kimseler salih amelleri, yüce halleri, azimete sarılmaları, dini emir ve yasaklara kuvvetli bağlılıkları ile ayrı bir grup oluşturdu. Dünya ve dünyevî değerlere karşı zühdü benimsediler. Yalnızlığı ve uzlet hayatını tercih ettiler. !!! asr-ı saadetten sonra zühd hareketinin yaygınlaşmasının en temel nedeni aşırı ve kontrolsüz dünyevileşmedir. - İbn Haldun da , 2. hicrî asır itibarıyla insanların dünyaya meylinin arttığını, buna bir tepki olarak sufi veya mutasavvıf gibi özel isimlerle anılan zümrelerin oluşmaya başladığını ifade ederek Sühreverdî’nin düşüncelerini paylaşır. - Aralarında Üveys el-Karenî , Herim b. Hayyân , Hasan el-Basrî, Said b. el-Müseyyeb ,Sabit el-Bünânî , ve Cafer-i Sâdık gibi zahidlerin de bulunduğu, zühd tarihi açısından 100-120 yıllık zaman dilimi “I. Zühd Dönemi”; Emevî yönetimine karşı tepkinin daha ön plana çıktığı ve zühd hareketinin şekillenmesinde bu dönemde yaşanan toplumsal buhranların etkili olduğu, 2. hicrî asrın sonuna kadar geçen zaman da “II. Zühd Dönemi” olarak değerlendirilebilir. - Her iki dönem arasında belirgin bir ayırım yapacak olursak I. Zühd Dönemi dini bir hareket veya bir mezhep olmaktan ziyade Kur’an ve Sünnet’in önderlik ettiği bir eğilim iken II. Zühd Dönemi tepkisel bir hareket olarak karşımıza çıkmaktadır. Şüphesiz bu tepkiselliğin özünde mevcut siyasi ve sosyal düzene karşı duyulan tepkinin yanında şekilci fıkıh ve manadan yoksun kelâma başkaldırı da vardır. - Emeviler’in ilk yıllarından itibaren zühd anlayışının yeni bir ivme kazanmaya başladığı hissedilmektedir. Bu devirden itibaren toplum içerisinde sürekli olarak ibadetle meşgul olan, dünyaya sırt çeviren, yeme-içme ve giyim-kuşamda perhizkar davranan bir zümre oluşmaya başlamış, bu zümre mensuplarına, ağırlıklı tercihlerine göre fukarâ, cû’iyye, şikeftiyye, âbid, zahid, nâsik, kurrâ gibi isimler verilmiştir. ZÜHD HAREKETİNİN ORTAYA ÇIKIŞ NEDENLERİ - Sufi ve tasavvuf kelimelerinin ortaya çıkışına kadar anılan şekilde isimlendirilen bu zümreler, zühd hareketinde yeni bir dönüşümün habercisi konumunda olmuşlardır. Müslüman toplumda bu zümrelerin ortaya çıkmasında şüphesiz çok farklı sebepler söylenebilmekle birlikte, tasavvuf klasiklerinde, sözgelimi Kuşeyri’nin Risale’sinde “fitne, fesad ve bid’atlerin çoğalması” üzerinde durulmaktadır. Bunlara ilaveten bir kaç sosyal ve psikolojik neden de şunlardır : + Zühdün Kur’ânî kaynaklı, Hz. Peygamber’in ve doğal olarak sahabenin bir yaşam tarzı olduğunu ifade etmeliyiz. Dolayısıyla birincil derecede ve en önemli etken Kur’an ve Sünnet olmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde müminlerin dünya hayatına ve maddî zevklere dalmamaları, ahirete ve manevi değerlere öncelik vermeleri hususundaki kuvvetli vurgu bu hareketin oluşumunda temel sâik olmuştur. + Allah’ı görüyormuş gibi ibadet eden takva sahibi bir mümin olabilmeyi gaye olarak belirleyen âbid ve zahidler, zühd ve fakrı tercih ederek Allah’a çok şükreden bir kul olabilmek için gecenin bir bölümünü ibadetle geçiren Allah Rasulü’nü ve onun gibi yaşama gayreti içinde olan sahabeyi örnek almışlar, asr-ı saadetin tevbe, riyazet, mücahede, sabır, tevekkül, haşyetullah, vera’, hüzün gibi ilkelerden oluşan manevi ve ruhanî havasını sürdürmeyi amaçlamışlardır. + Vefatından sonra Hz. Peygamber’e duyulan özlem ve ihtiyaç, idealize edilen bu dönemin ruhaniyetinin canlandırılma çabasına dönüşmüştür. + Zühd hareketinin ortaya çıkış ve gelişmesinde insanların yaratılıştan getirdiği psikolojik durumun tesiri, yani zâhidin fıtratı da önemlidir. + Batınî-sırrî bir yönü bulunan insan bunu ortaya çıkarabileceği ortamlarda bu yönünü pekala geliştirebilir. Toplumda aradığı huzuru bulamayanların mistik arayışlar içerisine girmesi gayet doğaldır. + Zamanla baş gösteren ahlaki çöküntü ve dini hayatın zayıflaması neticesinde insanlar bir köşeye çekilerek ibadet ve taat ile meşgul olmaya başlamışlar, bu kişiler zahidane tercihleriyle dikkat çekerek âbid, nâsik, kurrâ, zâhid gibi isimlerle anılmışlardır. + Özellikle Cemel ve Sıffin Savaşları ile belirginleşen ayrışmalar, huzur ve emniyet ortamının artık kaybolması, Emevi Hanedanının müstebid yönetimi insanları umutsuzluğa yöneltmiş, bu durum dünya hayatını tamamen terk eden zahid zümrelerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. + Hz. Osman zamanında başlayıp Hz. Ali döneminde alevlenen siyasi çatışmalar sahabeyi dahi birbirine düşürmüş, yaşanan üzücü olaylar toplumda bir hayalkırıklığı ve ümitsizlik meydana getirmiştir. + Siyasi çekişmelerin bir neticesi olarak ortaya çıkan Harici zihniyete bağlı olanların toplumda estirdikleri terör havasına bir tepki olarak insanlar inzivaya çekilme eğilimi göstermişlerdir. + Sınırları gittikçe genişleyen imparatorluğun meydana getirdiği lüks ve dünya zevklerine düşkünlük, toplumun duyarlı Müslümanlarının reaksiyoner bir tavır sergilemelerine neden olmuştur. + Emevî yönetiminin bir devlet politikası olarak yürüttüğü Arap milliyetçiliği, Arap olmayan unsurlara karşı sert ve gayr-ı İslamî tutumları da zühd hareketinin yayılmasında önemli bir diğer nedendir. + Arap kavmiyetçiliğine dayalı oluşturulan yönetim ve hakimiyet anlayışı Mevâlî adı verilen Arap olmayan unsurların tepkisini çekmiş; kendilerini hâkim ve idareci bir zümre olarak gören, sair meşguliyetlerle ilgilenmeyi zül addeden bu anlayış toplumda sadece tasavvufî değil, fıkhî ve kelâmî tartışmalarda da önemli bir etken olmuştur. * Örneğin, Ömer b. Abdülaziz döneminde Horasan’a vali olarak atanan ve kısa bir süre görevde kalan Cerrah, minberden müslüman halka “Sizlere eza ve cefa etmek için geldim. Bugün ben ırkına düşkün bir adamım. Allah’a yemin ederek söylüyorum ki, benim kavmimden olan bir kimse (Arap) bana göre, başka kavimden olan yüz kişiden daha sevimli ve makbuldür.” diye haykırmaktan çekinmemiştir. Bu zihniyetin halet-i ruhiyyesini aksettirmesi bakımından, Ebu Hanife ’nin, kendisine kadılık teklif eden Halife Mansur ’a verdiği şu cevap manidardır: “Ey müminlerin emiri, ben Arap değilim, mevâlîdenim, soyumda kölelik var. Arapların ileri gelenleri vereceğim hükme razı olmazlar.” Mevâlîye yapılan bu muamele Horasan’da İslam’ın derûnî ve ahlakî ilkelerinin daha fazla önemsenmesi neticesini doğurmuştur . + Kelamcıların şüpheci yaklaşımları, fukahânın insanı tatmin etmeyen, kalbine hitab etmeyen kuru mütalaaları zühd hareketini besleyen bir diğer unsurdur. Fakihler özellikle dinin amelî yönü üzerinde dururken, kelamcılar da Allah-kainat, Allah-insan münasebeti üzerinde yoğunlaşmışlar ve bu alanda akla büyük ölçüde değer vermişlerdir. + Öze inmeyen, kalıpta kalan dayatmacı kabullerin insanı tatmin etmediği, duygu yönünü besleyemediği açıktır. Bu aşırı şekilci yaklaşımlara karşı zahidler, duymuş oldukları rahatsızlığın sonucu olarak dinin batınına önem vermeye meyletmişlerdir. + İslam öncesi dönemde, gerek Arap Yarımadasında gerekse komşu Hıristiyan bölgelerde birçok manastır bulunmaktaydı. Cahiliye Arapları buralarda yaşayan rahiplerle görüşüyorlardı. Özellikle Kuzey Arabistan’da yaşayan Hıristiyan Arapların zühd ve ruhbanlık deneyimlerinden haberdardılar. + Kur’an-ı Kerim’de Allah korkusuyla gözlerinden yaşlar gelen ehl-i kitabdan bahsedilir. Ayrıca Müslümanlara sevgice en yakın kimselerin Hıristiyanlar olduğu ifade edilir: “Müslümanlara sevgice en yakın olanlar ‘Biz Hıristiyanız’ diyenlerdir. Bunun sebebi, onlar arasında rahib ve keşişlerin bulunmasından ve onların kibirli olmayışlarındandır” (Maide,82). Bu nedenlerle müslümanların Hıristiyanlarla irtibarları her zaman yakın olmuştur. Hatta İbrahim b. Edhem, marifeti Sem’an isimli bir rahipten öğrendiğini söyler. Şüphesiz bu münasebetler, zühd telakkisinin özü itibarıyla Hıristiyanlık’tan veya başka bir kültürden intikal ettiği anlamına gelmemekle birlikte ferdî tercihlerde bir tesirin varlığına işaret etmektedir. !!! Hicrî 2. asrın sonuna kadar, bu nedenlerin ortaya çıkardığı zühd hayatı her ne kadar ferdî olarak tezahür etmiş ve bireysel tercihler ön plana çıkmışsa da fikir ve uygulamalarıyla dikkat çeken zâhidlerin öncülüğünde bazı bölgelerde ekolleşmeler görülür .Bunlar Medine, Basra, Kûfe, ve Horasan ekolleri/mektepleridir. Medine Mektebi - Medine’de, Kur’an ve Sünnet merkezli zühd hayatı ilk olarak tabiidir ki Hz. Peygamber’in şahsında, ardından sahabe ve özellikle ashab-ı suffe nezdinde tezahür etmiştir. Medine ekolünü besleyen en önemli unsur şüphesiz Hz. Peygamber ve sahabenin zahidane hayatları olmuştur. - Özellikle Emevî yönetimine karşı yürütülen muhalefette Medine’nin her zaman önemli bir yeri olmuştur. Nisbeten siyasetten uzak bir görüntü verse de Medine, Emevi istibdâdının karşısında bir tutum takınmıştır. Suffe ashabından başka bu mektebin önemli temsilcileri arasında Said b. el-Müseyyeb dikkat çeker. - Medine zühd ekolünün tipik bir temsilcisi konumunda olan Said b. el-Müseyyeb’in şahsında bu ekol Sünnet merkezli sade bir zühd anlayışını öngörür. Basra Mektebi - Kadîm kültürlerin en canlı olduğu bölgelerden biri olarak Basra sadece tasavvuf değil, kelâmî ve felsefî tartışmalarda da aklı öne çıkaran bir yaklaşımın ortaya konduğu bir ilim ve irfan merkezidir. Bu nedenle Basra’da tenkitçi bir anlayış göze çarpar. - Bu mektebin temel özellikleri, korku, hüzün ve sevgi anlayışını benimseyen bir zahidliğin, riyazetci bir yaklaşımın ve insanı şerlerden uzaklaştıran devamlı bir hüznün benimsenmiş olmasıdır. - Basra’daki zühd hareketi, biri tipik zühd anlayışı diyebileceğimiz ve Hasan Basrî tarafından temsil edilen “Korku ve Hüzün Ekolü”, diğeri de Rabiatü’l-Adeviyye’nin başını çektiği, Allah’ı karşılıksız sevmek ilkesiyle hareket eden “Sevgiye Dayalı Zühd Ekolü” olmak üzere iki çizgide gelişim göstermiştir. + Birincisi Hasan Basrî’nin Habîb Acemî , b. Vâsi’ , Mâlik b. Dînâr , Abdülvahid b. Zeyd , Ferkad Sebhî gibi talebeleri vasıtasıyla; diğeri de Rabiatü’l-Adeviyye’den başka Amr b. Mürre , Utbe b. Ebân ve Maruf Kerhî gibi zahidler aracılığıyla gelişmiştir. Kûfe Mektebi - Arap nüfus kadar Farisîlerin de bulunduğu bu bölge Şiiliğin merkezi olarak bilinmektedir. Emevi muhalefetinin önemli merkezlerinden biri olan Kufe halkından bir grup Hz. Hüseyin’in şehid edilmesinde, ona vermiş oldukları sözü tutmamalarından kaynaklanan bir sorumluluk duyarak, bu tavırlarından pişmanlık duymuşlar, üzüntü ve gözyaşı ile zühd hayatına yönelmişlerdir. - Kerbela’da yaşanan acı olayların toplumda meydana getirdiği derin etki Kufe’de, pişmanlıklarından dolayı Tevvâbûn hareketi altında tecessüm etmiş, bu zümreye, çokça ağlamalarından dolayı Bekkâûn adı da verilmiştir. Bu itibarla ehl-i beytin maruz kalmış olduğu durum Kufe’deki dini hayatı her yönüyle etkilemiştir denilebilir. - Bu nedenle mezhepte şia temayülü ve ehl-i beyt sevgisi, şiirde platonik aşk anlatımı, remzî ve sembolik üslup bu bölgenin manevî hayatının bariz vasıfları olarak göze çarpmaktadır. - Kufe mektebinin önde gelen zâhidleri arasında Said b. Cübeyr , Cafer es-Sadık, Ebu Haşim el-Kûfî , Cabir b. Hayyan , Süfyan Sevrî , Davud Tâî ve İbn Semmâk sayılabilir. Horasan Mektebi - Anadolu’nun İslamlaşmasında önemli bir yeri olan Horasan’ın diğer bölgelere nazaran İslamî ilimlerin hemen hepsi göz önüne alındığında nev’i şahsına münhasır bir yapısı olduğu görülmektedir. Zira bu bölge tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tabii ki tasavvuf alanında mümtaz şahsiyetler çıkarmıştır. - Kaynaklarda geçen “Horasan Erenleri” tabiri, Horasan merkezli bir hareket olan melâmet anlayışını benimseyen sufilere karşılık olarak kullanılagelmiştir. Bu bölgedeki zahidler zaman zaman Bağdat ve Basra civarındaki sufilerle görüşerek onlardan etkilenmiş olmalarının yanında tevekkül konusunda dikkat çekici bir şekilde ayrılmaktadır. - Bu mektebin önemli şahsiyetleri arasında Şakîk Belhî , İbrahim b. Edhem , Fudayl b. İyaz , Abdullah b. Mübarek ve Ahmed b. Harb sayılabilir. ZÜHD DÖNEMİNİN GENEL ÖZELLİKLERİ: 1• Bu dönem âyet ve hadislerin yorumlanması ile teşekkül etmiştir. Bu nedenle, ortaya konulan mülahaza ve uygulamalar sonraki dönemler ölçüsünde tartışma konusu olmamış, ilk zâhidler de tarikatlar üstü şahsiyetler olarak tavsib görmüşlerdir. 2• Ortaya konulan pratikler, riyazet ve mücahedeler genelde ahlâken olgunlaşmaya, daha iyi bir dînî yaşantıyı ortaya koymaya yöneliktir. 3• Riyazet ve mücahede adına yapılan uygulamalar son sınırına kadar götürülmüştür. 4• Zühd hayatı tevbe, riyâzât, mücâhede, sabır, takvâ, tevekkül, haşyet, vera’, hüzün, muhabbet gibi terimler çerçevesinde şekillenmiştir. 5• Bu dönemin zihniyet yapısı dinin pratiklerine ve şeklî yapısına önem verme, şeriattan ayrılmama ve tevilden kaçınma şeklinde özetlenebilir. Tabir caizse, uçan tasavvuftan ziyade yere basan bir tasavvuf anlayışı ortaya konulmuştur. 6• Bu devre zühdü “ağlayan” bir zühddür. Gözü yaşlı, bağrı yanık ve beti benzi soluk zâhidler sonsuz bir tevekkül anlayışı içerisinde zamanlarını ibadetle geçirmişlerdir. 7• Bu devrede tasavvufun tahalluk yönü tahakkuk boyutunun önüne geçmiş, daha çok fakr ve tevekkül ağırlıklı bir dini yaşantı ağır basmıştır. Başka bir ifadeyle bu dönemde nazariyeden çok amele, istikamete önem verilen bir dönemdir. 8• Zühd döneminde tasavvufun tahakkuk boyutuna ilişkin örnekler münferid de olsa mevcuttur. Bu manada, Rabiatü’l- Adeviyye’nin muhabbet, Maruh Kerhî’nin marifete dair görüşleri dikkat çekicidir. 9• İlk tekke bu dönemde inşa edilmiştir. 10• Bu hareket kendisini daha çok nesirle ifade etmiş, öğüt içerikli bir söyleme sahip olmuştur. 11• Bu dönemde Kitabü’z-Zühd’lerin dışında kaleme alınmış müstakil bir eser mevcut değildir. 12• Dinin manevi boyutuna vurgu, sembolik anlatımlardan çok, sade tasvirler dikkati çekmektedir. Zühd edebiyatı basit, sade ve çoğunlukla mensur şekilde söylenmiş nasihat ve hikmet türü sözlerden ibarettir. 13• Bu dönemde, âbid, nâsik, bekkâûn, zâhid ve kurrâ gibi benzeri kavramlar kullanılmıştır. Bu adlandırmalar, dönemin özelliğini ifade etmesi bakımından önemlidir. Zira bu kavramlar, dünyevileşmeye reaksiyon oluşu yansıtmaktadır. 14• II. hicrî asırda fıkhın kuru bakış açısı sunması, kelâmın insanı tatmin etmemesi zühd hareketine yön veren diğer bir unsur olmuştur. 15• Zühd dönemi İslam’ın temel dinamikleri kadar siyasal ve sosyal problemlere karşı çıkışın bir tezahürüdür. 16• Öne çıkan fikirler, yapılan vurgular, bölgesel problemlere çözüm olarak ortaya atılan değerlendirmelerdir. Kûfe’deki zühd hareketinin siyasetle iç içe olması, Medine mektebinin sadeliği ve iç çekişmelerden uzak kalabilmesi, melâmetiyyenin 3. hicrî asırda Horasan’da ortaya çıkması gibi farklılıklar bu perspektiften ele alınmalıdır. 17• Bu dönemde zâhidlerin yaşantıları münferid bir özellik taşımaktadır. Bununla birlikte fikir ve uygulamalarıyla göze çarpan bazı zâhidlerin öncülüğünde Medine, Basra, Kûfe ve Horasan’da 4 büyük zühd ekolü ortaya çıkmıştır. + Rabiatü’l-Adeviyye ve Davud Tâî’nin bekarlığı tercih etmeleri, Davud Tâî’nin zühd yoluna intisabının ardından kitaplarını nehre atması, bir başka zâhidin, evinin yıkılan çatısını, odasını tamir etmeyi, kendisini Allah’ı anmaktan alıkoyacağı düşüncesiyle uygun görmemesi gibi bu dönem zühd hayatının tabir caizse uc örnekleri de yok değildir. + Dünyayı tamamen dışlayan bu anlayış fazla barınamamış ve bireysel tercihler olarak kalmış, daha ziyade toplum içerisinde bir zühd hayatı tezahür etmiştir. Bununla beraber aşırı tercihlerde dünyaya karşı küsmüşlüğün tesirinin önemsenmesi gerektiğini yineleyelim. + Devletin tepesinde yaşanan kavgalar, iç huzursuzluklar insanları kendi içlerine kapatmış ve dünyaya karşı bir tavır meydana getirmiştir. Saray, sultan gibi kavramlar her zaman uzak durulası hususlar olmuştur. Ünite : 6 TASAVVUF DÖNEMİ - III. ve IV. Hicrî asırlar tasavvuf hareketinin klasik dönemi olarak adlandırılır. Bu asırlar esasen İslam Düşüncesi açısından son derece önemlidir. Zira bu asırlarda Abbasî devleti önemli ilerlemeler kaydetmiş, Bağdad ve çevresi bir ilim merkezi halini almış, Halife Me’mun döneminde Beytü’l-Hikme’nin kuruluşuyla tercüme faaliyetleri yoğunlaşmıştır. - Bu dönem muhtelif kavim ve kabilelerin birbiriyle kaynaşıp tanıştığı ve muhtelif kültürlerin buluştuğu bir dönemdir. Bâtınîlik ve Karmatîlik gibi bâtıl cereyanlar, Mâtürîdîlik ve Eş'arîlik gibi ehl-i sünnet kelâm mezhepleriyle Hanefiyye, Mâlikiyye, Şâfiiyye ve Hanbeliyye gibi amelî mezhepler ve ardından felsefî cereyanlar hep bu asırlarda ortaya çıkmışlardır. Ayrıca bu asırlarda Şia da büyük ölçüde teşkilatlanmıştır. - Tasavvuf açısından bakıldığında ise tasavvuf için de son derece önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönem olduğunu ifade edebiliriz. Bu asırların, tasavvuf düşüncesi açısından adeta bir altın çağ olduğu ifade edilebilir. - Toplumda müstakil bir zümre halini alan sufiler, bu alanda orijinal görüşler ortaya koymuşlar ve tasavvufi düşünce ekolleri tesis etmişlerdir. 3. ve 4. hicrî asırlardaki tasavvufi düşüncenin genel özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür: - H. III.-IV., M. IX.-X. asırlar tasavvuf tarihinde yüzyıllar boyu kendilerine bağlanılan, haris Muhasibi, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bistami, Hakim Tirmizi, Hallac-ı Mansur, Hamdun Kasar, Zünnun Mısri gibi büyük mutasavvıfların yetiştiği önemli bir dönemdir. - Bu dönemde, tasavvuf fıkıh, kelam ve hadis gibi müstakilleşip kendi dilini oluşturmuştur. Tasavvuf terminolojisinin ortaya çıkış nedenleri : • Orijinal söylemler oluşturarak lakayd insanlara kapalı olma düşüncesi. • Pratik boyuttan teorik boyuta tasavvufun aktarılması ve öğretilmesi. • Kendine özgü bir dil ve kültür oluşturma isteği. • Mutasavvıflar arasında kullanılan dil her zaman “özel” olmuştur. Bunun sebeplerinden biri, sufilerin herkesle paylaşmalarına imkan olmayan duygu, düşünce ve ilhamlarını günlük dilden korumaya aşırı dikkat göstermeleridir. “Tatmayan bilmez” deyişini de aynı endişenin bir ürünü olarak görebiliriz. Sufiliğin (Bazı görüntülerinin) İslam tarihinin birçok döneminde sakıncalı oluşu bu özel dili besleyen kaynaklardan biri olmuştur. Yaşanılan halleri kelime ile ifade etmek mümkün olmadığı gibi, mevcut durumun manevî boyutunun izahının imkansızlığı bir vakıadır. • Tasavvuf bir ilim geleneği içinde ele alınmakla birlikte kendine özgü hususiyetleri de korunmalıydı. Tasavvufun İslami ilimler geleneğine yaklaştırılması sürecinde en çok üzerinde durulan husus onun “özel ve ayırıcı” özelliklerinin saptanması ve korunmasıydı. - Sufilerin, tasavvufu özel bir bilgi alanı olarak görmeleri aynı zamanda onun özel bir kabiliyet gerektirdiğini düşünmeleri anlamına geliyordu. Bunun sonucu da şuydu: Tasavvuf, bütün Müslümanlar için genel hükümler belirleyen şeriat hükümlerinin yanında, belli bir kabiliyet ve ilgiye sahip olarak bu yola katılan gönüllülerin intisab edebileceği özel bir alandı. Konunun bilgi düzeyindeki yansıması, sufilerin genel yorum yöntemlerinin adı haline gelen “işaret” ve “tefsir” tabirleri arasındaki farkta tebarüz eder / görünür. Bu durumda tasavvuf biraz daha “seçkin” bir ilim düzeyini ifade etmektedir. - Böylece ilk tasavvufi eserler bu dönemde kaleme alınmıştır. 3. ve 4. asırlar tasavvufun kendini bir ilim olarak tesis ettiği asırlardır. - Tasavvuf, tahalluk (eğitim) boyutunun yanında tahakkuk (keşf ve ma'rifet) boyutuyla da bu dönemde büyük bir gelişme göstermiştir. Başka bir ifadeyle zühd döneminde ele alınan konular genişletilmiş, muhabbet ve aşka ağırlıklı önem verilmiştir. - Fena ve beka, sekr- sahv gibi kavramlar ilk defa bu asırlarda dile getirilmiş ve bu görüşler zahir ulemasıyla tartışma konusu olmuştur. Haris Muhasibi ve Cüneyd-i Bağdadi sahv ekolünün, Bayezid-i Bistami ie sekr ekolünün temsilcisi olarak kabul görmüştür. Tasavvuf ekolünün tartışılan konuları genelde sekr ekolü mutasavvıflarınca dile getirilmiştir. - Sekr ekolü mutasavvıflarında genelde “şathiyye” denilen coşkulu ifadeler vardır. Sahv ekolü sufilerinin müellefatı usul tarzında iken, sekr ekolü sufilerinin müellefatı (Hakim Tirmizi’nin Hatmü’l-Evliya’sı gibi) tasavvufî düşünceye zenginlik katan bir bakış açısının mahsulü olmuştur. Bu devirde tasavvufun meşruiyeti tartışmaları da yaşanmış ve fıkıh uleması ile ihtilaflar baş göstermiştir. Bunun sonucunda Zünnun Mısrî, Hakim Tirmizi, Bayezid-i Bistamî, Hallac-ı Mansur, Ebu’l-Hüseyin Nuri gibi sufiler takibata uğramış, Hallac-ı Mansur’da olduğu gibi dile getirdiği görüşlerinden dolayı idam edilenler de olmuştur. Bu hadiseyle ilgili olarak Mevlana ; " Kalem bir gaddarın elinde oldu mu artık Şüphesiz darağacında bir Mansur sallanır " demektedir. - Tasavvufî tefekkür kendisini manzum olarak ortaya koymaya başlamıştır. Bu dönemde marifet , sufinin koştuğu bir hedef haline gelmiş, mücahede ve riyazet bir vasıta halini almıştır. - İlk iki asırdaki zühd anlayışının sadeliği yitirilmiştir. 1. ve 2. asırlarda genel olarak cehennem korkusu, cennet ümidi ve Allah rızasını kazanma düşüncesine dayanan bir zühd hayatı, yani zahirî ibadet ve mücahedeler şeklinde kendini gösteren tasavvufî hayat, 3. ve 4. asırlarda dıştan içe yönelmiş, zahirden bâtına intikal etmiş, Allah’u vusûl gaye olmuştur. - Bu dönemde İşari tefsirin ilk örnekleri verilmeye başlanmıştır. Bu konuda Tüsteri bu çığırı açan ilk sufi olmuştur .Diğer kültürlerle temas sonucu bazı fikirlerin tasavvufa dahil olduğunu da kabul etmek gerekir. Bizzat tasavvuf içerisinden, yapılan bazı uygulamalara karşı tenkitlerin yöneltilmiştir. Özellikle Horasan merkezli olarak gelişen melamet hareketinin ortaya çıkışında bu durumun etkisi olduğu görülmektedir. - Tasavvuf adı altındaki bazı yanlışlıkları tashih etme girişimin önemli bir neticesi, bu alanda tasavvufun esaslarının ortaya konulması amacıyla ilk eserlerin kaleme alınmaya başlanmasıdır. Bu konuda Haris Muhasibi ilk örnek olarak kabul edilebilir. Bu çabalar tasavvufu ehl-i sünnet çizgisinde tutmaya yönelik gayretlerdir. - Zühd döneminde Hasan Basrî ve talebelerince temsil edilen korku ve hüzne dayalı tasavvuf anlayışı, yerini aşk ve muhabbete dayalı bir yaklaşıma bırakmıştır. Haris Muhasibi bu konuda Kitabü’l-Mahabbe adıyla bir de eser yazmıştır. - Bu dönemde eser veren mutasavvıfların yanı sıra talebe yetiştiren, sözleri ve uygulamaları nesilden nesile ananevi olarak aktarılan önemli şahsiyetler de görülmektedir. Sufiler toplum içinde müstakil bir sınıf haline gelmiş, belli yerlerde tasavvuf ekolleri teşekkül etmiştir. Bu gelişmeler tekke oluşumuna da zemin hazırlanmıştır. Tekke nizamını ilk tesis eden Ebu Said Ebü’l- Hayr olmuştur. - Tarikat kelimesi kullanılmaya başlanmıştır. Keşfü’l-Mahcub’da Hucviri, bu dönemdeki tasavvuf yollarını 12 ye ayırır ve onunun yollarının doğru, 2 sinin yanlış olduğunu belirtir. Bu ikisi hulul ve tenasühe inanan Hallaciyye ve Hululiyye’dir. Ancak bu ekolleri bir tarikat olarak algılamamak gerekir. * Hücviri’nin makbul saydığı bu yollar ve kurucuları şunlardır: a. Muhasibiyye: Muhasibi’ye nisbet edilir. Rıza merkezli bir anlayışı benimsemiştir. b. Kassariyye: Hamdun Kassar’a nisbet edilen bu yolun temel özelliği melamettir. c. Tayfuriyye : Bayezid Bistami tasavvuf düşüncesinde en etkili simalardandır. Ona nisbet edilen bu yolun esası sekr/manevi sarhoşluktur. d. Cüneydiyye : Cüneyd-i Bağdadi’nin adına nisbetle anılan bu yolun esası da Tayfuriyye’nin aksine sahv/kendinde olmaya dayanır. e. Nuriyye : Ebü’l-Hüseyin Nuri ,tasavvuf yolunu isâr merkezli olarak belirlemiştir. Ona göre dervişliğin olmazsa olmaz şartı isâr sahibi olmaktır. f. Sehliyye : Sehl b. Abdullah Tüsterî’ye nisbetle anılan bu yol, riyazet ve mücadehe esasına dayalıdır. g. Hakîmiyye : Hakîm Tirmizî’nin ’nin yolunun adıdır. Onun yolunun temeli “velâyet”dir. Ona göre Allah’ın sevgili kulları kainat üzerinde tasarruf sahibidir. Ancak bunlar insanlar tarafından bilinemez. h. Harrâziyye: Ebu Said Harraz ,fena ve bekâ kavramlarından tasavvufî manada ilk bahseden sufidir.Ona göre fena, kulun ibadetini görmemesi, bekâ, ulûhiyetin tecellîleri ile varlık bulmasıdır. i. Hafîfîiyye : Muhammed b. Hafîf’e nisbet edilen bu yolun esası gaybet ve huzurdur. Buna göre gaybet, kendinden geçmektir. Kendinden geçen Hakk’ın huzurunda olur. Hakk’ın huzurunda olan kişi kendinden geçmiştir. Bu yüzden her gaybet huzur, her huzur gaybettir. j. Seyyâriyye : Ebu Abbas Seyyârî’ye nisbet edilir. Bu yolun esası “cem’ ve tefrika”dır. Cem’, kulun her şeyi Hak’ta bilerek halkı yok, Hakk’ı var görmesi, tefrika/fark ise kulun kulluk sıfatıyla Hakk’ı ve halkı ayrı ayrı varlıklar olarak görmesidir. - Basra, Kûfe ve Horasan tasavvufî canlılığını sürdürürken bu dönemde Mısır, Nişabur, Şam ve Bağdat yeni tasavvuf merkezleri olmuştur. NİŞABUR MEKTEBİ : fütüvvet-melamet - Önemli bir tasavvuf merkezi olan horasan’da 3. hicrî asırdan itibaren fütüvvet ve melâmet ağırlıklı bir tasavvuf anlayışı ortaya çıkmış ve bu anlayışın merkezi Nişabur olmuştur. Bu ekolün önde gelen isimleri Hamdun Kassar, Ebu Hafs Haddad, Ebu Osman Hiri, Bayezid Bistami, Ebu Türab Nahşebi gibi sufilerdir. Bu ekolün temel özelliği olan melamet ve fütüvvet III./IX. asırda bu bölgede ortaya çıkmış ve daha sonra bütün İslam coğrafyasına yayılmıştır. - Sözlükte “kınamak, kötülemek, ayıplamak” anlamlarına gelen bu kelimeden türeyen melameti ve melametiyye dilbilgisi kurallarına aykırı olarak yerleşmiş olup, Osmanlı dönemine gelince Bayramiyye tarikatının bir grubuna melamiyye adı verilmiştir. - Kelimenin tasavvuf ıstılahındaki yaygın tarifi : “Yaptığı iyilikleri (gösteriş olur endişesiyle) gizlemek, kötülükleri ve işlediği günahları ise (nefsiyle mücahede etmek için) açığa vurmak.” Bu tanımdan anlaşılacağı gibi melâmetin temel özelliği, riyâdan sakınmak amacıyla gizliliğe itibar etmek ve insanların nazarında şöhret elde etmemek için bazı hataları ifşa etmekten çekinmemektir. - Melâmete dair yapılan bu ve benzeri tanımlarda, kelimenin literal anlamı korunmuş; bunun yanı sıra riyâdan sakınma, nefsi itham ederek onun ayıpları ile meşgul olma, amelleri görmeme şeklindeki anlamları kasten bu hareket Melâmetîlik veya kurucusu Hamdûn Kassâr'a nisbetle Kassârîlik şeklinde isimlendirilmiştir. - Melâmetîlerin tavırları genel olarak, riyâyâ düşmemek için, yapılan iyilikleri gizlemek, şöhretten sakınmak, halkın değil Hakk'ın rızasına göre hareket etmek ve belirgin bir kıyafet giymekten sakınmak olarak zikredilebilir. Bu anlayışın esas itibariyle pratik ahlâka yönelik prensipler olduğu görülmektedir. - Melâmet fikri, ilk devrenin ardından, Bayrâmiyye-i Melâmiyye adını verdiğimiz ikinci devre ile kısmen bir tarikat hüviyetine bürünmüştür. - Bayrâmiyye'nin vahdet-i vücudçu eğilimini temsil eden Dede Ömer Sikkînî'nin şahsında Melâmiyye-i Bayrâmiyye her türlü tarikat ritüelini reddederek, özel giysi ve sembollerde ifadesini bulan mistik kurumlaşma anlayışını terk etmiş, “zikr”in şekilciliğini değil, “sohbet”in olgunlaştırıcı özelliğini ön plana çıkarmıştır. Bu nedenle melâmîler özel giysi ve sembollere itibar etmemişler, klasik tarikat organizasyonları oluşturmamışlar, görkemli âyinler düzenlememişlerdir. - Yahya b. Muâz er-Râzî, Nişabur sufîliğinin entelektüel düzeyde önemli bir temsilcisidir. Zühdün temel ilkelerine sıkı sıkıya bağlı olan Yahya b. Muâz, dünyaya ve dünyalığa bağlanmanın zararları üzerinde durarak, gerçek zâhidi elini değil gönlünü dünyaya bağlamayan kişi olarak tanımlamaktadır. Yine o, dinin emir ve nehiylerine karşı son derece titiz davranmaktadır. - Şeriatın sınırlarını gözetmek diye tanımladığı vera’ üzerinde önemle durması ve ibadetlere karşı kayıtsızlık gösterenlere karşı tavrından bu durumu anlamak mümkündür. Nitekim kendisine “Bazıları, biz öyle bir makama ulaştık ki artık namaz kılmaya ihtiyacımız yok, diyorlar” diye görüşünü soranlara, “Evet, eriştiler, ama cehenneme eriştiler” şeklindeki tepkisi onun bu konudaki tavrını açıkça ortaya koymaktadır. - Onun tasavvufî şiirin ilk örneklerini vermesi, ilâhî aşk, sekr vb. konular üzerinde durması gibi belirgin özelliklerine bakarak Yahya b. Muaz'ı amelî tasavvuftan nazarî sûfîliğe geçişin ilk temsilcilerinden biri olarak sayabiliriz. - Sülemî’nin, “Öldüğüm zaman, başım onun ayağının ucuna gelecek şekilde beni toprağa koyun” dediği Ebû Hafs Haddâd, Nişabur'da melâmetî anlayışın temellerini oluşturan birkaç isim arasında sayılmaktadır. - Şöhretten mümkün olduğunca sakınmak gerektiğine inanan Ebû Hafs, bu nedenle de, evine girerken yamalı bir elbise, sûf veya sûfî topluluğunun giydiğinden başka bir kıyafet giyer, sûfîler gibi giyinerek halk arasına çıkmayı riya veya benzeri bir tavır olarak görürdü. Onun, nefsi kötüleyen, kınayan, amellere güvenmeyi tenkit eden, fakrı ve mahlûkâta bel bağlamamayı tavsiye eden şu sözleri melâmetiyyenin tipik görüşlerini oluşturmaktadır : “Zühd elde avuçta değil, kalpte bulunur.” “Fütüvvet, insaflı olmak fakat insaf beklememektir.” - Nişabur melâmetîliğinin piri olarak kabul edilen Hamdûn Kassâr'ın melâmetî fikirlere yönelmesinde Ebû Türab'ın büyük tesiri olmuştur. Özellikle tevekkül, hırka giymekten sakınmak, sıdk ve ihlâsın anlamları gibi konular olmak üzere Ebû Turâb'ın pekçok görüşünün, talebesi Hamdûn'un öğretilerinde tesiri vardır. - Birçok melâmetî büyüğünün yetişmesinde katkısı olan Hamdûn, “melâmetî” lakabıyla tanınan ilk kişi olup, Melâmetîlik Nişabur’da (bir meslek olarak) onun vasıtasıyla yayılmıştır. Hamdûn Kassâr, melâmet anlayışı çerçevesinde nefsi kınamayı, ondan asla razı olmamayı ve nefsini aşağılamayı tavsiye etmektedir. +BAZI MELAMET İLKELERİ : 1• Melâmet, halk için süslenmeyi, her hal ve davranışta halkın rızasını gözetmeyi kesinlikle terketmen ve kınayanın kınamasının seni Allah yolundan alıkoymamasıdır. 2• Melâmet, giyim, yürüme, oturma, görünüş itibarıyla onlarla birlikte olma gibi konularda halktan ayırtedilebilecek bir şekilde olmayı terk etmektir. 3• Melamiler, ilim hakkında konuşmayı, onunla övünmeyi ve ehli olmayana Allah'ın sırlarını açıklamayı terk etmek gerektiğine inanırlar. 4• Onlar diğer insanların kusurlarıyla ilgilenmemeyi esas olarak kabul ederler. Çünkü onlar sadece kendileriyle meşguldürler. Onlar nefsin kusurlarına karşı teyakkuzda olmak ve nefsi ıslah etmeye çalışmak gerekliliği üzerinde dururlar. 5• Onlar hizmet edilmeyi, hürmet görmeyi ve insanların, kendilerine değer vermesini hoş görmezler. Onlara göre bu şeyler kölelerin değil, özgürlerin hak ettiği hususlardır. 6• Onlar, kerâmet ve harikaların ifşa edilmemesi gerektiğini kabul ederler. Zira onlara göre bu, istidrâc ve Allah yolundan ayıran hileler olarak değerlendirilir. 7• Onlar, mahlûkâttan birisine yönelerek onlardan yardım istememeyi benimserler. - Sözlükte genç, yiğit, civanmerd, delikanlı, cömert vb. anlamlara gelen “fetâ”dan türetilmiş bir kelime olan fütüvvet ise, tasavvuf hareketi içerisinde, daha ziyade îsâr ağırlıklı bir kavram olarak kullanılmıştır. - İslâm’ın ilk yıllarında Hz. Ali’nin şahsında toplamış olduğu ahlâkî vasıflarla bize intikal eden fütüvvet anlayışı, Emevîler dönemine kadar İslâmî bir kisve içerisinde, eski Arap toplumundan aldığı yüksek ahlâkî özelliklerini sürdürmüş, Abbasîler döneminde ise teşkilat haline dönüşerek varlığını devam ettirmiştir. - Fütüvvetin dînî bir içerik kazanmasından önce sadece maddî güç ile ilintili olduğu, dînî bir mana kazanması ile, maddî gücün yanında manevî bazı hasletlere de sahip olma şeklinde algılandığını ifade etmeliyiz. Nitekim sözü edilen maddî güç, Hz. Peygamber’e atfedilen, “lâ fetâ illâ Ali, lâ seyfe illâ Zülfikâr” sözünde de tecessüm etmektedir. - Bu devreye kadar fütüvvet, rengini ve manasını cengâverlik, cesaret, yiğitlik, cömertlik ve bahadırlıktan almıştır. Fütüvvetin dînî bir renge bürünmesinin ilk adımı, bu anlayışın Hz. Âdem’den başlayarak Hz. Muhammed de dahil edilmek suretiyle bütün büyük peygamberlerin ve sahabenin vasıflarıyla izah edilmesiyle atılmıştır. - Bu vasıfları Sülemî, Melâmetiyye Risâlesinde bize şöyle aktarmaktadır: “...Âdem'in özür dileyiciliği, Nuh'un dayanıklılığı, İbrahim'in vefası, İsmail'in sadâkati, Musa'nın ihlâsı, Eyüb'ün sabrı, Davud'un ağlaması, Muhammed'in cömertliği, Ebu Bekir'in inceliği, Ömer'in cesareti, Osman'ın hayası, Ali'nin ilmi...” Kuran’da da bu kavram olumlu bir içerikle zikredilir. Sözgelimi, inançları uğruna ülkelerini terk eden kişilerden bahsedilirken “feta” kavramı kullanılır (Kehf, 10, 13). - Fütüvvet fikrinin Hz. Âdem’e dayandırıldığını gördüğümüz bu rivayet, sonraları fütüvvet-nâmelerde daha geniş bir tarzda zikredilmiş ve anılan kavram, buna dayalı olarak ahlâkî erdemler bütünü olarak işlenmeye çalışılmıştır. Ancak, fütüvvetin bu dönüşümü yaşamasında kuşkusuz, tasavvufun rolü büyüktür. - “Sûfî-fütüvvet”in III. ve IV. asırdan itibaren oluşmasından sonra, sûfîliğin yavaş yavaş kurumsallaşma sürecine girmesine paralel olarak onunla iç içe geçmiş olan fütüvvet kurumunda da sûfî nitelikler giderek ağır basmaya başlamış ve tasavvuftakinin benzeri bir kurumsallaşma süreci onda da kendini göstermiştir. - Sülemî, fütüvveti mertebelerin en yücesi olarak görür ve fütüvvet risâlesinin sonunda fütüvvetin gereklerini şöyle sıralar : - “Doğruluk, vefa, cömertlik, arkadaşlarla iyi geçinme, kötü söz söylemekten kaçınma, iyilik yapmayı arzulama, güzel komşuluk, kötülüğü iyilikle karşılama, gelmeyene giderek karşılık verme, tevzu’a sarılma, kibirden kaçınma, ana-babaya iyilik, ihvânın kusurlarına göz yumma, gizlide onlara öğüt verme, her zaman onlara dua etme, halkı yaptıkları işlerde mazur görme, nefsinin şerrini ve zulmünü bilerek her zaman kendini ayıplama, halk ile ülfet etme, fânî dünya için böbürlenme arzusunu atma, fakirlerle oturmaktan şeref duyma, zenginlere zenginliklerinden dolayı hürmetten kaçınma, Rabbiyle zengin olma ve zenginliğine şükretme, hiç kimseden çekinmeden hakkı söyleme, gizlide Allah’ın yasaklarına uyma, arkadaşlara danışma, yokluk sırasında yalnız Allah’a güvenme. - Bu anlayış melâmetîleri iktisâdî ve sosyal hayatın içine itmiştir. Başka bir ifadeyle melâmetîler mistik yaşantılarını fütüvvetin sosyal görünümü altında gizlemişlerdir. Şüphesiz bu durum birçok melâmetînin ismine de (Kassâr, Haddâd, Haccâm, Harrâz vb.) yansımıştır. Hamdûn el-Kassâr'a, "Kazanmayı terketmek gerekli mi?" diye soran Abdullah el-Haccâm’ın Hamdûn’dan; “Kazanmaya devam et. - Çünkü insanların seni Hacamâtçı Abdullah diye çağırması Ârif veya Zâhid Abdullah diye çağırmalarından daha güzeldir" şeklinde aldığı cevap da bu anlayışın bir ürünüdür. Bu anlayışın zorunlu bir sonucu olarak, halktan ayrılmayan, halkı kucaklayan bir ideolojiyi temsil eden melâmetîlerin Horasan’ın esnaf tabakası arasında bir karşı tasavvuf hareketi olarak doğup, fütüvvet teşkilatı içerisinde gelişimini sürdürmesi bir tesadüfün eseri değildir. - Melâmet ehlinin anılan yaklaşımını bu yola mensubiyeti olan zevatın sözlerinde çokça görmemiz mümkündür. Örneğin, Yahya b. Muaz, helal yoldan kazanıp meşru yere sarfetmeyi, çalışmayı, mesken ve meslek sahibi olmayı öğütleyerek, gerçek ârifin görünüşte halk ve fakat gerçekte Hak ile olduğunu ifade etmekte; Ebu Hafs Haddâd helal yoldan rızık teminini, Allah’a yaklaştıran vesîlelerden biri olarak görmektedir. - Yusuf b. Hüseyin er-Râzî ise, zühdü kalbin mala meyletmemesi olarak değerlendirirken, dünyayı ontolojik olarak kötü görmüyor, genel olarak, bu tesbiti ile melâmet ehlinin dünyaya bakışını ifade ediyordu. İlk Melamilerin Haddad (demirci), Kassar (çamaşırcı), Haccam (Hacamatçı) gibi ünvanlarla anılması bu anlayışın tezahürüdür. BAĞDAT MEKTEBİ : Tevhid ve aşk - Bağdat, aynı zamanda ilim ve kültür merkezi olduğundan, Tasavvufun en büyük temsilcileri ve eser sahibi müellifleri burada yetişmiştir. Yunan felsefesinden yapılan çevirilerin de etkisiyle İslam kültürüne bazı düşüncelerin dahil olduğu, tasavvufun da bundan etkilendiği, bu nedenle ibahiyeci tutumlara yer yer rastlanabildiği ifade edilebilir. - Bu durum zahir ulemasınca bazı tepkileri beraberinde getirdiği gibi bizzat sufiler de buna karşı önlem alma ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu çerçevede Bağdat Ekolü sufilerinin çabaları son derece önemlidir. Haris muhasibi gibi sufiler bu amaçla eserler kaleme almışlar, tasavvufun ilkelerini ortaya koymaya gayret göstermişlerdir. - Bu yüzden Bağdat Ekolünün tasavvuf düşüncesinde temkin anlayışının egemen olduğu görülmektedir. Önde gelen temsilcileri arasında Haris Muhasibi, Maruf Kerhi, Hallac-ı Mansur, Ebü’l-Hüseyin Nuri, Cüneyd-i Bağdadi, Seriy Sakati, Sehl b. Abdullah Tüsteri sayılabilir. - Haris b. Esed el-Muhasibi : nefis muhasebesindeki titizliğinden dolayı Muhasibi ismiyle anılır. Basra’da doğup büyümesi ve babasının Mutezile’den olması onun da Mutezili fikirleri benimsemesine etki etmiştir. İmam Şafii’nin de talebesi olan Muhasibi, Mutezili fikirlerini daha sonra terk etmiştir. Onun Bağdat’ta zahidlerle teması hayatında dönüm noktası olmuştur. Mutezile’yi eleştirirken onların metodunu kullanmasını kabullenemeyen Ahmed b. Hanbel, Muhasibi’ye cephe almış ve onu tecrit ettirmiştir. İbn Küllab ve Kalânisî ile birlikte ehl-i sünnet kelamının ilk temsilcileri arasında sayılan Muhasibi, kelami görüşleri ile Ebü’l- Hasan el-Eş’ari’yi de etkilemiştir. • Onun tasavvuf düşüncesinde nefs muhasebesi,, mücahede, havf ve reca dikkati çeker. • Onun tasavvufi görüşlerini Hücviri “Muhasibiyye” adıyla bir kol olarak müstakil olarak tanımlamıştır. • Gazali, özellikle Muhasibi’den etkilendiğini ve eserlerini okuduğunu ifade eder. İhya’sında belirtmeden Riaye’den iktibas yapmıştır. • Onun Fehmü’l-Kur’ân adlı eseri tefsir usulüne dair ilk örneklerdendir. • Maiyyetü’l-Akl adlı eseri, ehl-i sünnet düşüncesinin akla bakışını özetlemektedir. Bu eserde aynı zamanda mutedil sufi düşüncenin akıl-vahiy-kalbi bilgi dengesi gözetmek gerektiğine vurgu yapar. Burada özellikle “itibar” kavramı üzerinde durur. • Muhasibi Sünni tasavvufun öncüsüdür. Cüneyd üzerinde son derece etkili olmuş, temkin ehli bir sufidir. - Maruf Kerhi : Hırisiyan bir ailenin çocuğu olarak Bağdat’ın Kerh mahallesinde doğmuş olan Maruf, tasavvufta veli kabirlerinin ziyaret edilerek şifa bulma geleneğinin öncüsüdür. Ahmed b. Hanbel, “ilimle elde edilmek istenen şey, Maruf’un ulaştığı mertebedir” diyerek övgüyle bahseder. İbnü’l-Cevzi de onun hakkında bir menakıbname kaleme almış, bu nedenle İbn Teymiyye de kendisi hakkında herhangi bir tenkitte bulunamamıştır. - Sehl b. Abdullah et-Tüsteri : İran’ın Tüster şehrinde doğmuştur. Hayatına dair bilgiler çoğunlukla menkıbe ağırlıklıdır. Mısır’da Zünnun Mısri ile görüştü. Bu görüşme onun tasavvufa bakışında oldukça etkili olmuştur. 263/877 yılında Basra ya yerleşmesinde dini-mezhebi ihtilafların etkili olduğu ifade edilir. Basra’da vefat eden Tüsteri, fıkıh ve kelam ilmiyle de ilgilenmiş olsa da daha çok sufi kimliğiyle ön plana çıkmıştır. Çok sayıda sufi yetiştiren Tüsteri’nin en önemli öğrencisi Hallac-ı Mansur’dur. Abdülkahir Bağdadi’nin, kendisini Sünni mutasavvıflar arasında saydığı Tüsteri maliki fıkhına bağlı olup, abdal, evtad, hakikat-i muhammediyye gibi kavramlar onunla tasavvufa girmiştir. Onun en önemli özelliklerinden biri de ilk işari tefsir sahibi olmasıdır. Bu eser, başta Sülemi’nin Hakaiku’t-Tefsir’i olmak üzere birçok sufi tefsire kaynaklık etmiştir. - Cüneyd Bağdadî : tasavvuf ve tarikatlarda "ser-halka" kabul edilen müstesna sûfîlerden biridir. Daha önce temas ettiğimiz Nişabur mektebi mensubu "sekr ve manevî sar-hoşluğu" önde tutan Bâyezid-i Bistâmî'ye mukabil Cüneyd, "sahv ve temkin"in mümessili sayılır. Onun anlayışına göre insan ayıklık hâlinde nefsinin içinde neler olduğunu fark eder. + Sekr, kulun kalbine gelen ve aklını başından alan bir hal ile olur. Sahv ise sekrden sonra gelen bir hal olup, insanın elem veren şeyi ayırd etmesine, Hakk yolda elem vereni tercih etmesine imkân veren bir durumdur. - Cüneyd, tasavvufun esaslarını yaymış ve geniş bir etki alanı oluşturarak, tesirini yıllar boyu sürdürmüştür. Cüneyd, tasavvufu "Hakk'ın seni senden öldürmesi ve kendisiyle diriltmesidir." diye tanımlamıştır. - Bu dönemin en önemli ve en renkli şahsiyetlerinden biri de Hüseyn b. Mansûr Hallâc'dır . "Ene'l Hakk" (Ben Hak'ım) sözünü söylediği için zındıklık ithamıyla yargılanan Hallâc araya giren bazı siyasî sebeplerin de etkisiyle idam edilen ilk sûfilerdendir. Duygu ve düşüncelerini bazen şiir, bazen de nesirle ifade etmiş ve onun 'Tavâsin" adlı eseri çok tartışılmıştır. - Hallâc'ın sözlerinde küfr kokusu duyanlar olduğu gibi, onun fikirlerini coşkun bir ruh halinin ürünü ve sekr, cezbe mahsulü şathiyyât olduğunu söyleyenler de vardır. Hallac’ın fikirleri tasavvuf tarihi boyunca Hallâc hep savunulmuştur. * Sonuç olarak, Bağdat sufiliği, tasavvuf düşüncesinin bir ilim olarak teşekkülünde ayrı bir yere sahiptir. Sonraki dönemlerde de bu alanda eser ortaya koyan sufiler, hangi bölgeden olursa olsunlar, Bağdat sufilerini referans göstermek durumunda kalmışlardır. Çünkü tasavvuf dendiğinde Muhasibi ve Cüneyd ilk akla gelen isimler olmuştur. Gazali’de bile bu tesiri görmek mümkündür. ŞAM MEKTEBİ : Açlık ve gece ibadeti - Şam tasavvufu, genellikle açlıkla eğitimi ve gece ibadetini öne çıkaran ve bu yüzden “cuiyye ve ehl-i leyl” adıyla anılan sufilerce temsil edilmiştir. Bu tasavvuf mektebinde Ebu Süleyman Darani, İbn Cella, feth Mevsıli akla gelir. - Şam Mektebinde özellikle Ebu Süleyman Darani dikkati çeker. “Ehlü’l-Leyl” tabirini de ilk defa kullanan odur. Riyazete verdiği önemden dolayı “Bündârü’l-Câiîn” (Açların önderi) lakabını almıştır. Onun “Usulü kaybeden vusulü gerçekleştiremez” sözü daha sonra tasavvufta bir slogan olmuştur. “Başkalarının elli rekatta tadamadığı ruhani zevki ârif iki rekatta tadar” sözü ona aittir. - Ebu Süleyman’ın müridlerinden Ahmed b. Ebi’l-Havari önemli sufilerdendir. Cüneyd onun hakkında “Reyhanetü’ş-Şam” demiş. Eşi Rabiatü’ş-Şamiyye de tabakat kitaplarının zikrettiği Zahidelerdendir. - Şam merkezli tasavvuf ekolünü, zühd döneminin tipik bir devamı gibi görmek mümkündür. Şöyle ki, bu tasavvuf ekolünde tasavvufun bir ilim olarak gelişimine katkı sağlayan sufiye rastlamamaktayız. Özellikle zühd ve mücahede ağırlıklı, sözden çok amele önem veren bir eğilim göze çarpar. MISIR MEKTEBİ : Marifet ve muhabbet - Antik kültürün en önemli merkezlerinden olan Mısır, tasavvuf düşüncesinde nev’i şahsına münhasır bir önem taşır. Bir yandan kadim kültür, bir yandan İslamlaşma sonrası Şii hakimiyeti, bir yandan da Hint-Avrupa ticaret yolu üzerinde olması, neredeyse bütün medeniyetlerin bir iz bıraktığı bir coğrafya olarak dikkati çeker. - Mısır’da tasavvuf denilince akla, asıl adı Sevban b. İbrahim olan Zünnun Mısri gelir. Sufiler içinde “teosofik tasavvuf” (işraki tasavvuf)un kurucu ünvanını almaya en layık kişi olarak kabul edilen Zünnun hakkında Cami: “Sufi sembolizmini kullanan ve bu alanda konuşan ilk kişidir” der. İlahi aşkı, avamın işitmemesi için üzerinde konuşulmaması gerektiğini söyleyen Zünnun’a göre marifet üçtür: 1 - Bütün Müslümanlar için müşterek olan marifet, 2 - filozof ve alimlere mahsus olan marifet, 3- Allah’ı kalbleri ile görem velilere mahsus olan marifet. Ona göre marifetin en üst mertebesi “hayret”tir. - Esasen Hicaz’da yetişmiş olan Zünnun’un babası Kureyş kabilesinde tarafından azad edilmiş bir köledir. İmam Malik’ten ders almış, ondan Muvatta’ı rivayet etmiştir. Bazı düşünceleri nedeniyle melami meşreb olduğu ifade edilir. - Mısır’da kimya ilminin yaygın olmasından dolayı o da bu alana merak sarmış, sihir ile iç içe olan kimyaya dair eser kaleme almıştır. - Zünnun, üç şeyin bir arada olmamasından hayıflanırdı. Bu konuda şöyle demiştir: “İlim var amel yok, amel var ihlas yok, ihlas var teslimiyet yok.” - Zünnun zamanının alimlerini şöyle tenkit ederdi: “Amelsiz ilimle yetindiler, ilim tahsil ettiler, fakat gereğini yapmadılar, kendilerini bilmedikleri bir şey sorulunca “bilmiyorum” demekten utandılar. Onlar dünyanın kölesi ve oyuncağı oldular.” Esasen - Mısırlı bir sufi olmakla beraber onun nüfuzu Şam ve Horasan’a kadar uzanmıştır. * Netice olarak ifade etmek gerekirse 3. ve 4. hicrî asırlarda tasavvuf düşüncesi yeni bir ivme kazanmış, tasavvufun orijinal görüşleri ortaya konulmuş, ilk eserler vücuda gelmiş ve bir ilim olarak teessüs etmiş olması bakımından tasavvufun en verimli dönemini geçirdiğini ifade edebiliriz. Ünite : 7 V/XI. ASIRDA TASAVVUF VE TASAVVUF DÜŞÜNCESİNİN DÖNÜŞÜMÜ - V/XI. asırda İslâm dünyasında kavga ve çekişmeler hüküm sürmektedir. Bu dönem Bağdat’ta Abbasi nüfuzunun azaldığı, İslam dünyasının doğu bölgelerinde Büyük Selçuklularla, Mısır’da Fatimiler’in, Endülüs’te Emeviler’in ortaya çıktığı ve güçlendiği bir dönemdir. Bu istikrarsız ortam dinî ve ilmî sahâlara da yansımaktadır. Mezhepleri arasındaki çekişmeler, Sünnî fırkalar arasındaki rekabetler, sonu gelmeyen kısır tartışmalara yol açmıştır. - Bu durum hizipleşmeyi de beraberinde getirmiş, her zümrenin taassuba meyletmesi halk arasında ümitsizliğin ve karamsarlığın yayılmasına yol açmış, neticede insanlar aradıkları rahat ve huzur ortamını tasavvuf büyüklerinin etrafında bulmuşlardır. Zira sufiler yukarıda sözü edilen çekişmelerden mümkün mertebe uzak durmaya gayret göstermişler, bu durum onların toplumun her kesiminde tasvib görmesine zemin hazırlamıştır. Şüphesiz bu durum tasavvufî düşüncenin müesseseleşmesinde önemli etkenlerden biri olmuştur diyebiliriz. Bu Yüzyılda Cereyan Eden Önemli Tasavvufî Gelişmeler : 1- Tasavvufî çevrelere duyulan ilginin de etkisiyle tekke ve zaviyelerin sayısında artış meydana gelmiştir. Bu arada tekke ve zaviyelerin işleyişine dair düzenleme yapılması da kaçınılmaz hale gelmiş, bu manada ilk olarak tekke ve dergâhlarda bulunan sufilerin âdâb ve yönetimine dâir ilk prensipleri Ebû Sa’id Ebû’l-Hayr belirlemiştir. Ebû Saîd Ebu'l-Hayr, âşık tabiatlı, sohbete önem veren ve halkın arasına çok karışan, celvet ehli bir mutasavvıftır. Gençlik döneminde hem ilim tahsili ile uğraşmış hem de lokman Serahsî ve Şeyh Ebü’l-Fazl gibi sufilerin sohbetinde bulunmuştur. Ebu Said, bayezid ve Hallac tarzı bir sufi düşünceye sahip olması nedeniyle, onlar gibi şathiyeler söylemiş ve vecde geldiği zaman onlar gibi coşkulu sözler sarfetmekten de çekinmemiştir. Ebu Saîd Ebu'l-Hayr'ın hayatı ve menkıbeleri Esrâru't-Tevhîd adlı eserde toplanmıştır. Ebu Said’in başlattığı bu süreç, tarikatleşmeye doğru gidişin işaretlerini vermektedir. 2- Tasavvuf hareketi bu dönemde kitleselleşmiş, müessese bazında faaliyet göstermeye başlayarak, kitleleri sosyo-dinî açıdan yönlendirerek gelişimini sürdürmüştür. 3- Bu asır, çok değişik yapıya sahip mutasavvıfların yetiştiği bir dönemdir. Bu sufilerden Ebu Ali Dekkâk , Ebu Abdurrahman Sülemi , Ebu'l-Hasan Harakânî , Ebû Nuaym Isfahâni , Ebu'l-Kâsım Abdülkerim Kuşeyrî , Hucviri , Herevi , Gazali , Ahmed Gazzâlî , Yusuf Hemedânî önemli simalardandır. 4- Ebû Ali Dekkâk, Kuşeyrî'nin kayınpederi ve üstadı olan bu sûfî IV. asırda doğup V. asrın başında Nişabur'da vefat etmiştir. Pek çok şeyhle görüşen Dekkâk Ebü’l-Kasım Nasrabâzî’nin müridlerindendir. Çok tesirli bir hitabeti bulunan Dekkâk İslamî ilimleri tahsilinin ardından vaaz ile meşgul olmuş, daha sonra münzevi bir hayat yaşamıştır. 5- Ebû Abdurrahman Sülemî , bu devirde yaşayan sûfîlerin en ünlülerinden biridir. Küçük yaşta babasını kaybettiği için Nişabur’un âlim ve sufilerinden olan dedesi İbn Nüceyd’in himayesinde yetişmiş ve tasavvufî terbiyeyi ondan almıştır. Sülemî, eserleri ve tesirleri açısından kendisinden önceki Muhâsibî'ye benzemektedir. Ayrıca ilk sûfî tabakâtını da o yazmıştır. Kur'an'a yazdığı tasavvufî tefsir, sahasının ilklerindendir. Daha sonra bu alanda yazılan eserlere de kaynaklık etmiştir. Sülemî, Ebu Nuaym Isfahanî ve Kuşeyrî gibi sûfîlerin yetişmesini sağlamıştır. 6)- Harakân'da yetişen ve Bâyezid Bistâmî'den üveysi yolla feyz alan Ebu'l-Hasan Harakânî , Bâyezid gibi cezbeli, halktan uzleti tercih eden halvet ehli sûfî özelliğindedir. Onun, Hakk’a ermek için zor riyazetlere ve çilelere katlandığı bilinmektedir. 7- Ebû Nuaym Isfahâni , muhaddis ve sûfî kimliği ile Hz. Peygamber ve ashabından başlayarak en geniş zâhid ve sûfî tabakâtını kaleme alan mutasavvıftır. Sülemî'nin talebesi, Kuşeyrî'nin de hocasıdır. 8- Bu devrin önder şahsiyetlerinden biri Ebu'l-Kâsım Abdülkerim Kuşeyrî'dir . Tasavvufun yanı sıra tefsir, hadis, kelam ve hadis ilimlerinde de âlim bir zat olan Kuşeyri, önce Ebu Ali Dekka’a intisab etmiş, onun vefatından sonra Sülemî’den ders almıştır. er-Risâle adıyla meşhur eseri, tasavvuf klasikleri arasında önemli bir yere sahiptir. Kuşeyrî ifrat ve tefritten uzak, mutedil bir tasavvuf cereyanının mümessilidir. Letâifü'l-İşârât adlı eseri de işârî tefsirin ilklerindendir. Denilebilir ki Kuşeyrî, tasavvufu sünnî bir çerçevede tutmak istemiş, bu nedenle aşırılıklara eserinde yer vermemiş, yeri geldiğinde tenkitler yöneltmekten de çekinmemiştir. 9- Kuşeyrî'nin çağdaşı Hucvirî Keşfü'l-Mahcûb adlı Farsça eseriyle bu dönemde tasavvufî yorumlarda önemli bir yere sahiptir. Daha çok Gazneliler’in hakim olduğu coğrafyada yaşayan Hücviri Hanefî mezhebine bağlıdır ve tasavvufî düşünce açısından Cüneyd-i Bağdadî’nin izinden gitmiştir. Bunun yanı sıra Bayezid ve Hallac gibi cezbe ehli sufileri de takdir etmektedir. Onun eseri Keşfü’l-Mahcub’da o döneme kadar teşekkül etmiş 12 tasavvuf yolundan ve bu yolların temel hususiyetlerinden bahsedilir ki bu tasnif ilk defa Hücvîrî tarafından yapılmıştır. İbadetlere dair açıklamalarda bulunulurken, bu ibadetlerin hikmetlerine de işaret edilmiş olması ve ehl-i sünnet dışı akımlara sert bir tavır sergilenmiş olması Keşfü’l-Mahcûb’un özelliklerindendir. Bu itibarla Hücviri de tasavvufu mutedil bir çizgide yorumlamış ve savumuştur. 10- “Pîr-i Herat” olarak tanınan Abdullah Ensârî el-Herevî , babası sayesinde dini-tasavvufî bir çevrede yetişmiş, fıkıh ve hadis öğrenmiştir. Hanbelî mezhebine ileri derecede bağlı olduğundan Mu’tezli ve Eş’ariyye kelamcılarının yanı sıra Hanefî ve Şafii fukahasını da eleştirmekten geri durmamıştır. Bu nedenle Herat’tan ayrılmak zorunda kalan Herevî’nin tasavvufî düşüncesinde Ebü’l-Hasan Harakânî’nin tesiri büyüktür. Onun etkisiyle cezbeli ve coşkulu sufilerin tesirinde kamış, şiirler söyleyip semâ etmiştir. Menâzilü's-Sâirîn adlı Arapça eserinde Herevî, hal ve makamları tasnif etmiş olup, bu eser haller ve makamlar konusunda bu tertib şekliyle yazılan ilk eserlerdendir. Daha sonra bu esere pek çok şerh yazılmıştır. 11- İmam Gazzâlî, şeriata bağlılığı, kelam ve felsefe gibi diğer ilimlerdeki derinliği ile tanınan bir sûfîdir. Uzun yıllar Nizâmü'l- Mülk'ün yaptırdığı medresede müderrislik yapmış ve ardından Ebû Ali Farmedî'ye intisab ile tasavvuf yoluna sülük etmiştir. Ebû Ali Farmedî, Nakşî ve Yesevî silsilelerinde yer alan Yusuf Hemedânî'yi de yetiştiren ünlü bir sûfîdir. Gazzâlî'nin İhya ve Kimyâ-i Saadet adlı eserleri ile el-Munkız mine'd-Dalâl'i tasavvufun şaheserleridir. - Gazali, el-Munkız adlı eserinde kelam, felsefe, Bâtınîlik ve tasavvuf hakkında uzun incelemelerinden bahseder ve neticede tasavvufa karar kıldığını belirtir. Ona göre tasavvufun incelikli mevzularına vâkıf olmak nazarî bilgiyle değil, ancak zevk ve inzivaya dayalı bir hayat ile mümkündür. Bu bakımdan Gazali, tasavvuf etrafında olşuan tereddütleri ortadan kaldırarak tasavvufu İslamî bir ilim olarak ortaya koyan ve sünnî tasavvufun teşekkülünde önemli katkılarda bulunan bir mutasavvıfdüşünürdür. - Gazzalî’nin İhya’yı yazmadaki amacı, İslamî inançları diriltmek ve tasavvufî düşünceyi sağlıklı bir zemine çekmektir. Dört ciltten oluşan eserin birinci kısmı İbâdât (ilim, akaid, ibadetler); ikinci kısmı Muâmelât (ahlak ve âdâb); üçüncü kısmı Mühlikât (kalbî hayatı öldüren hastalıklar) ve dördüncü kısmı da Münciyât (tasavvufî hal ve makamlar) ile ilgilidir. Muhtevası itibarıyla eser, sadece tasavvuf değil diğer İslâmî ilimler için de önemli bir kaynak durumundadır. Gazalî’nin bu eseri, Muhâsibî ile başlayan, Ebû Talib Mekkî, Kuşeyrî, Hücvîrî gibi mutasavvıflarca devam eden, şeriat ile tasavvufu uzlaştırma çabalarının zirvesi olarak görülebilir. Onun bu çabaları neticesinde tasavvuf zahir uleması nezdinde daha fazla taraftar bulmuştur ya da tasvib edilmiştir denilebilir. Ayrıca onun, Sünnî sûfîliği sistemleştiren çalışmaları, tarîkatlerin yayılışı ve geniş kitlelere inişinin başlangıcını oluşturmuştur. 12- İmam Gazzâlî'nin küçük kardeşi Ahmed Gazzâlî, İmam Gazzâlî'nin marifet, ilim ve şer'î hükümlerle ahlâka önem veren anlayışına mukabil, aşk, vecd ve cezbeye önem veren bir tasavvufî, anlayışa sahiptir. İlahi aşk üzerine yazdığı Sevânihu’l- Uşşâk adlı Farsça eseri Senâî, Rüzbihân-ı Baklî, Attâr. Fahreddîn-i Irâki gibi pek çok sufi şair üzerinde etkili olmuştur. Tasavvufî hayatın esasını semâ, aşk, vecd, cezbe ve şevkten ibaret görenler, Ahmed el-Gazzâli’yi İmam Gazzâli’den üstün tutarlar. Rivayete göre İmam Gazzâlî, kardeşine, “Şeriata daha çok bağlı kalmak için gayret göstermesini” tavsiye etmiş, kardeşi de ona “Hakikat hususunda marifet sahibi olmaya daha çok önem vermesi gerektiğini” söylemiştir. İmam Gazzâli’nin tasavvufa kardeşinin tesiriyle girdiği ve “Biz aradık, o buldu” dediği rivayet edilir. 13- Gazzâlî'nin pirdaşı sayılan sûfîlerden biri de Yûsuf Hemedânî'dir. Gençlik yıllarında ilim tahsili için Bağdat’a gitmiş ve Nizamiye Medresesi’nde Ebu İshak Şirazi’nin ders halkasına katılarak fıkıh, hadis ve kelam öğrenmiştir. Hanefi mezhebinden olan Hemedânî, Farsça yazdığına bakılırsa Tacik asıllı olmalıdır. Tasavvuf eğitimini tamamladıktan sonra Yusuf Hemedânî, Merv’de bir tekke kurmuştur. Gerek Ahmed Yesevî'nin gerekse Nakşî silsilesinde yeralacak olan Abdülhalık Gücdüvânî 'nin yetişmesini sağlamış olan Hemedânî'nin Horasan ve Mâverâünnehir tasavvufu üzerinde güçlü bir etkisi görülmektedir. Bu bakımdan Yeseviyye ve nakşibendiyye’de çok saygı duyulan bir sufidir. 14- Bu devir, sûfîlerin genellikle eserleriyle tasavvufu savundukları, ehl-i sünnet çizgisinde bir tasavvufu hakim kılmaya çalıştıkları ve mezheb tartışmalarına girmedikleri bir dönemdir. 15- Bu dönemde Sülemî, Kuşeyri, Hücviri ve son olarak Gazali’nin ayrı bir yeri vardır. Tasavvuf ilminin esaslarına dair eser kaleme alan bu şahısların eserlerine yaşadıkları dönemdeki bazı sufilerden şikayetle işe başlamaları dikkat çeker. Burada amaç tasavvufu bir çizgide tutmak ve aşırılıklardan muhafaza etmektir ki bu durum başka bir ilme nasip olmayan bir özellik olarak karşımıza çıkar. Bu eserlerde aşırılıklara rastlamamız sözkonusu değildir. 16- Bu dönemde çizgi içerisinde sufilerimizin yanında aykırı sufilerimiz de yok değildir. Bunlar arasında Ahmed Gazali ve talebesi Aynu’l-Kudat Hemedani gelmektedir. 17- H. V., M. XI. Asır, daha önceki asırlara göre tasavvufun şiirle ifade edilmeye başlandığı dönemdir. Daha önce her türlü san'at endişesinden uzak olan tasavvuf şiiri, bu asırdan itibaren mecaz, kinaye, teşbih ve istiare gibi edebî san'atlarla süslü tasavvufî remz ve mazmunları taşıyan san'at eserleri haline dönüşmeye başlamıştır. * Özellikle İran'da yetişen şâirlerin çoğu şiirlerinde tasavvufî sembolleri ve mazmunları kullanmışlardır. Sûfilerin şiir ve edebiyata ilgi duymaları gayet tabiîdir. Çünkü tasavvuf her ne kadar bir kalb ve gönül işi ise, şiir de o kadar duygu ve gönül işidir. Gönül ve duygu dünyasının tercümanı şiirdir. Bu dönemde tasavvuf düşüncesinin dönüşümüyle de bağlantılı olarak zühd ve mücahede ağırlıklı bir tasavvuf anlayışından çok ilahi aşk merkezli temaların daha ön planda tutulduğu görülür. Bu durum sufilerin terennüm ettikleri şiirlere yansımıştır. Bunun doğal bir sonucu olarak mücahede ve riyazete takılıp kalan bir zahid prototipi ile ilahi aşkı hedef edinen bir ârif modeli karşılaştırması dikkat çeker. * Bu dönemde “zâhid” kavramının içeriği değişmiş, daha çok, kaba sofu, Allah’ın emirlerini yerine getirmekle birlikte, dini konularda anlayışı kıt, işin kabuğunda kalan, bunu da ısrarla başkalarına anlatan ve durmadan öğütler vererek toplumu ıslah ettiğini zanneden kişiler olarak yorumlanmıştır. Bu konuda Kuşeyrî, “Zahid senin burnuna sirke ve hardal çektirir, ârif ise misk ü anber koklatır” demektedir. O halde, hakiki aşıklarda cehennem korkusu yoktur. Onlar için Cenab-ı Hak, eşsiz ve mükemmel bir sevgilidir. Zâhidlerde ise havf duygusu hakimdir. Aşıklar yalnızca Allah’a kavuşmanın derdinde iken zâhidler Allah korkusunun yanında bir de cehennem korkusu kaygısı çeker. Onlar dünyayı ve dünya nimetlerini cehennem korkusundan dolayı terk eder. Bu nedenle gözleri Allah’tan başka bir şey görmeyen aşıklar, zâhidleri tüccar ruhlu olmakla itham ederler. 17. yy. şairi Nâbi bir gazelinde bu durumu şu şekilde ifade eder: "Yok bi-garaz muamele ehl-i zamanede Kimse ibadet etmez idi cennet olmasa " - Sonuçta tasavvuf kelimesinin yaygınlaşmasından sonra zühd kelimesi ikinci planda kalmış ve zâhid işin başında olan mübtedî kişi olarak tanımlanmıştır. Zâhid-Ârif tipleri giderek sanatkar ve sufilere geniş malzemeler verebilecek anlayışlara dönüşmüş, toplumun dünya ve ahrete bakışlarına tesir etmiştir. Bu alanda kaleme alınan eserlerden en meşhuru, Fuzuli’nin Rind ü Zâhid’idir. - Özellikle bu dönem tasavvuf düşüncesinde son derece orijinal görüşlerin ortaya atılması ve bir yandan tasavvufu bir ilim olarak ortaya koymaya matuf olarak klasik eserlerin telif edilmesiyle teorik gelişimini sürdürürken bir yandan da müesseseleşme yolunda önemli gelişmelerin yaşanmış olması müşahede edilmektedir.
__________________ ~~~ Bilmediklerimi Ayaklarımın Altına Alsam Başım Göğe Ererdi ✒~ |
Konu Sahibi Mihrinaz 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
Gazze'den Daha Çaresiz Bir Dünya | Makale ve Köşe Yazıları | Mihrinaz | 0 | 49 | 23 Aralık 2024 15:52 |
Dedesi Ruhunun Yanında | Serbest Kürsü | Sükutu-Ezber | 4 | 81 | 17 Aralık 2024 19:46 |
Peygamberler Neden Sadece Ortadoğu'ya Geldi? | Peygamberler(a.s) | Esma_Nur | 1 | 72 | 16 Aralık 2024 08:47 |
Namaz Hep Vardı | Namaz-Abdest-Teyemmüm | Mihrinaz | 0 | 63 | 16 Aralık 2024 08:36 |
Esad Ailesinin Keyfi Tutuklamaları | Makale ve Köşe Yazıları | Mihrinaz | 3 | 96 | 09 Aralık 2024 17:02 |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Aforizmalar, Tasavvuf | Esma_Nur | Tasavvuf-Tarikat | 2 | 24 Nisan 2017 12:17 |
Tasavvuf**bidat mi | tevhit06 | Hurafeler-Bi'datlar | 3 | 11Haziran 2014 12:37 |
Bu Devirde Tasavvuf!!! | TÜRKcan | Tasavvuf-Tarikat | 2 | 24 Aralık 2011 18:58 |
Bediüzzaman ve tasavvuf | melis | Risale_i Nur (Said Nursi) | 2 | 30 Kasım 2008 15:02 |
tasavvuf ve fıkıh | Muhteşem | Soru Cevap Arşivi | 0 | 26 Eylül 2008 00:28 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|