|
Konu Kimliği: Konu Sahibi enderhafızım,Açılış Tarihi: 08 Şubat 2014 (23:43), Konuya Son Cevap : 10 Şubat 2014 (13:49). Konuya 42 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme: |
09 Şubat 2014, 00:13 | Mesaj No:21 |
Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 | Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434 Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-22 Karşısında bütün küstahlığı ile Ziyâd İbn Ebîhi’nin oğlu, zulmü ve desîseleriyle tanınan Ubeydullah duruyordu. Nu’mân sanki donmuş gibiydi. Güvendiği bir yer olmasa Ubeydullah kendisine böyle hitâb edemez, böyle küstahça tavır alamazdı. Hareketsiz bir şekilde bakakalmıştı. Zihninde canlandırdığı Hüseyin(ra) buhar buhar olmuş uçmuş, sanki dağılan hayâl sislerinin içinden bu küstah çıkmıştı… Ubeydullah onun nasıl bir şaşkınlık yaşadığının farkındaydı. Açılan kapıdan emîrlik kasrına girdi. Kendi evinde, kendi köşkünde, kendi vilâyet konağında hareket eder gibiydi. Faaliyete geçmişti bile. Münadî’ye seslendi. Münâdî(17) de insanlara: “İnne’s-Salâte câmiah!” “İnne’s-Salâte câmiah!” (Namaz toplayıcıdır! Namaz toplayıcıdır!) Namaz vaktinin dışında insanlar câmiye toplanmak isteniyorsa bu nidâ ile toplanırdı. Güneş ve ay tutulmalarında da bu ses yükselirdi. Şimdi câmiye davet vardı. Güneş veya ay tutulmamıştı. Mutlaka önemli bir şey olmalıydı. İnsanlar Kûfe Mescidi'nin yolunu tuttu. Çok geçmedi câmi doldu, taştı. İnsanlar toplanınca Ubeydullah minbere çıktı. Önce Allah’a hamd ü senâ etti. Sonra halka seslendi: “-Mü’minlerin Emîri, beni sizlere vâlî tâyin etti. İşlerinizi ben yürütecek, hudûd boylarınızı ben koruyacak, ganîmetleri ben dağıtacak, kamu harcamalarını ben yapacağım. Bana mazlûma insâfı, mahrûm ve çaresiz durumda kalana yardımı, dinleyen ve itâat edene ihsânı, şüphe ve tereddüt içindekilere, âsîlere de şiddeti emretti. Bilesiniz ki aranızda oturacak, onun sizin hakkınıdaki emirlerini yerine getirecek, ahdini uygulayacağım!” Minberden indi. Halkı yakından tanımak, durumlarını ve ihtiyaçlarını bilmekle vazîfeli olan arîflere(18) sahtekârlık yapanları, şüphe ve tereddüt taşıyanları, muhâlifleri ve ayrılığa sebep olanları kaydetmelerini emretti. Bu, günümüzde kullanılan ifadeyle tam bir fişleme emriydi. Hangi arîf, bu vazifeyi yerine getirmekten kaçarsa veya bilgi saklarsa asılacağını veya sürgün edileceğini, dîvândan kaydının silineceğini, arîflik vazîfesinin düşeceğini eklemeyi de unutmadı. Ubeydullah İbn Ziyâd, ilk adımlarını atmıştı, sonra da yol yorgunluğunu attı. Kasrı kendine göre yeniden şekillendirdi. Adamlarını lüzûm gördüğü yerlere yerleştirdi. Tedbirlerini aldı... (17) Münadî: İlân edilmesi gereken emirleri, haberleri yüksek sesle duyurmakla vazîfeli kimseler. Tellâl. (18) Arîf: Halkın durumunu takip etme vazifeli olan devlet görevlileri idi. Arîfler, halk ile devlet idârecisi arasında köprü görevi görürler, ihtiyaç duyulan bilgileri aktarırlar, istişare için daima hazırlıklı olurlardı. Osmanlı'da benzerî vazîfeyi yerine getirenlere “kethüdâ” denirdi. |
09 Şubat 2014, 00:13 | Mesaj No:22 |
Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 | Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434 Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-23 İbn Ziyâd, kendisine biçilen asıl görevlerden biri başlıyordu ve o bunun için hazırdı. Ebû Rehm’in âzâdlısı olan birini halkın arasına saldı.[1] Ona 3.000 dirhem vermişti. Bu paranın kullanılacağı yer vardı. Ebû Rehm insanlarla kaynaşıyor, iyi bağlar kuruyor, onlara cömert davranıyor, samîmiyet ilerleyince de Müslim’e ulaşmak, ona biât etmek ve yanında yer almak istediğini söylüyordu. Onun saklandığı yeri öğrenmek istiyordu. Humus şehrinden geldiğini, Humusluların kendi aralarında para topladıklarını ve Müslim’e verilmek üzere kendisine emânet ettiklerini, emâneti yerine getirmek istediğini uygun bir dille, uygun bulduğu yerlerde dile getiriyordu. Çok geçmeden Müslim İbn Akîl’in bulunduğu evi öğrenmiş yanına varmış ve ona biât etmişti. Bu sırada Müslim, Hâni’ İbn Urve’nin evindeydi. Zaman zaman yer değiştiriyordu. İlk kaldığı evden buraya intikâl etmişti. Vâlî değişikliği haberi artık herkes tarafından biliniyordu. Yeni Vâlî elbetteki Nu’mân gibi biri değildi. Zulmü, keskin tavırları ve gaddarlığı ile tanınıyordu. Herşeyden önce o Ziyâd İbn Ebîhi’nin oğluydu. Ziyâd’ın zekâsı, hitâbeti, idârî kâbiliyeti tarife sığmayacak derecedeydi. Oğlunun da mutlaka bunlardan payı vardı. Yeni vâlînin ne derece tehlikeli biri olduğu bilindiği ve değişikliğin özellikle yapıldığı kanâati taşındığı için Müslim’in sâbit bir adreste durmaması daha doğruydu. Ubeydullah’ın bir şey daha dikkatini çekmişti: İleri gelenler, devlet idaâesi kademelerinde yer alanlar hep ziyâretine gelmiş, selâm vermiş, onu tebrîk etmişlerdi. İçlerinde Hâni İbn Urve yoktu. O gelmemiş, selâm vermemişti. Hânî’ye uğrayıp vâlînin yanına gitme teklîfinde bulunanlar da olmuştu. Onlara hasta olduğunu, gelemeyeceğini söyüyordu. Ubeydullah onu tanıyordu. İnsanlar üzerindeki tesirini de biliyordu. Gelmeyişi kendisini rahatsız etmişti. Neden yanına diğerleri ile birlikte gelmediğini sordu. “Rahatsızlıktan şikâyet ediyor,” dediler. İknâ olmamıştı. “Bize kapısının önünde oturduğu haberi ulaştı,” dedi. Bu Hânî’nin hedef seçildiğini gösteriyordu... [1] Bu kişinin, Ubeydullah’ın âzâdlısı Ma’kîl olduğu da söylenir. (El-Bidâye ve’n-Nihâye 8/ 155) |
09 Şubat 2014, 00:14 | Mesaj No:23 |
Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 | Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434 Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-24 Âzâdlı Ebû Rehm, Müslim İbn Akîl’den ayrılmaz olmuştu. Akîl’in gücününün hangi noktaya ulaştığını öğrenmek istiyordu. Elindeki meblağı da Müslim’in emriyle Ebû Sümâme el-Âmirî’ye verdi. Böylece kendi anlatışına göre; Humusluların kendisine yüklediği vazîfeyi yerine getirmiş ve içi rahat etmişti. Ahdine sadâkat göstermenin huzûrunu yaşıyordu. Verdiği meblağ, kendisine duyulan güveni artırdı. Ebû Sümâme, Hz. Hüseyin’e biât edenler adına verilen paraları teslîm alan, toplanan para ile de silâh satın alan, onları depolayan ve biât edenlere dağıtan kişiydi. Tanınan yiğitlerden, takdîr edilen süvârilerden biriydi. Ebû Rehm, yeterli bilgiyi toplamıştı. Daha ötesine ihtiyaç yoktu. Şimdi harekete geçme zamanıydı. Ubeydullah’ın yanına döndü. Topladığı bilgileri aktardı ve Müslim’in son bulunduğu evi ve evin sâhibinin kim olduğunu haber verdi. Günlerdir Kûfe’yi yakından tanımak için ince tahlîller yapan Vâlî Ubeydullah, asıl vâlîsi olduğu Basrâ’yı yardımcısına bırakmış tehlikenin ve Irak’ın merkezi olan Kûfe’ye yerleşmişti. Tehlikeli bir gecede bütün dikkatini toplamış, en küçük sesleri bile duyabilmek için kulaklarını dikmiş, vücûdunu tehlikeye karşı hazır hale getirmiş, diğer taraftan içini ürpertilerin kapladığı birine benziyordu. Onun gibi şehir de gergindi. Ubeydullah’ın gelişiyle bu gerginlik had safhasına varmıştı. En küçük hareketlilik, duyulan her çıtırtı dikkatlerin hemen o tarafa yönelmesine sebep oluyordu. Şerîk İbn A‘ver, Kûfe’nin ileri gelenlerinden, sözü dinlenen, idarî kâbiliyeti olan ve insanlara yön verenlerdendi. Ubeydullah’a bağlı olarak Kirmân emîrliği de yapmıştı. Emîrlik yaparken de hürmet görmüş, takdîr edilmiş insanlardandı. Şimdi Müslim’in yanında yer almıştı. Onu koruyan ve kollayan, Hz.Hüseyin’e biât edenlerdendi. Şerîk hastalanmıştı. Vâlî Ubeydullah onun Hz.Hüseyin’e biât ettiğini biliyor muydu, bilemiyoruz. Ancak hastalık haberini almıştı. Şerîk’i ziyâretin yerinde bir davranış olacağı kanâatindeydi. Bu gergin havayı da yumuşatır, şehir hayâtına tabiîlik getirirdi. Ayrıca, insanlarla yakınlık kurmak, halk arasında, insanî bir tavırla görünmek için bu ziyâret iyi bir fırsattı.Şerîk’e haber göndererek ziyâretine geleceğini bildirdi. Şerîk, idâreci bir insandı ve yoldaki tehlikeleri iyi görüyordu. Ubeydullah’ı da yakından tanıyor, onun neler yapabileceğini iyi biliyordu. Daha harekete geçmemişti. Ancak tetikte olduğu belliydi. Neler düşünüyor, neler plânlıyor, kolay bilinemezdi. Hava yüklü, gerginlik sıkıcıydı. Her an fırtına çıkabilir, her an şimşekler çakabilirdi! |
09 Şubat 2014, 00:14 | Mesaj No:24 |
Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 | Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434 Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-25 Çıktıkları yol, tehlikeli bir yoldu. Ancak zulüm ve haksızlıkların devam etmemesi için çıkılması gereken bir yoldu. Sıkıntılar göğüslenmeli, engeller aşılmalı ve asıl yatağından çıkan nehir, yeniden ana mecrâsına dönmeliydi. İslâm'ın ilk günleri, Râşid Halîfeler devrindeki günlerle bu günler arasındaki fark ne kadar büyük ve ne kadar derindi. İnsanların da huzûr ve güven dolu günlere olan hasreti ne kadar uzamış, ne kadar çoğalmıştı. Geceler huzur dolu sabah ışıkları ile aydınlanmıyor, günler sükûnetin çöktüğü gecelere kucak açmıyordu. İnsanlar evlerine bedeni yorgun olsa da kalbi huzûrlu dönmüyor, anneler, çocuklar, evlerinin erkeğini sevinç ve huzûrla karşılayamıyorlardı. Şerîk, Müslim'i, evinde barındıran Hânî'ye haber gönderdi. İbn Ziyâd, ziyâretine gelecekti. Bu ziyâret,Müslim için iyi bir fırsat olabilirdi. gelmeli ve yolundaki bu büyük ve tehlikeli engeli kaldırmalıydı. İbn Ziyâd'ı durdurmak için bundan daha iyi bir fırsat yakalanamazdı. Elindeki güç ve imkânlarla harekete geçerse bir daha kolay kolay durdurulamazdı. Haberi alan Müslim b. Akîl, Şerîk'in evine geldi. Şerîk onu evin uygun bir yerinde sakladı. İbn Ziyâd gelip oturunca, dikkatler dağılınca su isteyecekti. Bu, Müslim'e harekete geç, durum uygun mesajıydı. Böyle anlaştılar. Bu mesajı duyunca Müslim ortaya çıkmalı ve yezîd'in vâlîsi İbn Ziyâd'ı öldürmeli ve yolun üzerindeki bu tehlikeli engeli yok etmeliydi. Müslim yerini aldı. Her şey hazırdı. Ubeydullah ibn Ziyâd geldi. Şerîk'in yatağının kenarına oturdu. Mehrân isimli bir hizmetkâr ayakta ve hizmete hazır ve tetikte bekliyordu. İbn Ziyâd ve Şerîk bir süre konuştular. Uygun vaktin geldiği kanâati hâsıl olunca Şerîk; “Bana su verin!” diye seslendi. İşâret verilmişti. Müslim’in ileri atılması ve İbn Ziyâd’ın işini bitirmesi bekleniyordu. Olmadı. Müslim, ortaya çıkmaktan çekindi. Sanki eli ayağı tutulmuştu. Tereddüt başladı mı, çok geçmez beyne ve yüreğe hâkim olurdu. Öyle de oldu. Müslim saklandığı yerde kala kaldı. Bir câriye su talebini duymuş, elinde su kabı ile misâfirlerin bulunduğu salona ilerliyordu. Saklandığı yerde Müslim’i gördü. O da ne yapacağını bilemez bir duruma düştü. Kalbi çılgınca atmaya başladı. Vücûduna, heyecânına hâkim olamaz duruma düşmüştü. Böyle bir durumda suyu götürsün mü, götürmesin mi, Müslim’i haber versin mi, vermesin mi? bilemedi. Heyacânını saklamanın yolunu da bulamıyordu. Su elinde hiçbir şey görmemiş ve olmamış gibi ilerlerse, Şerîk’in yanına varırsa heyecânı fark edilmez miydi? İçinde bulunduğu hâl farkedilir ve sorulursa o zaman ne diyecekti?! Zihni de, kalbi de, bedeni de tereddütler içindeydi. İlerledi olmadı, geri döndü. Su istendiğini hatırladı tekrar salona yöneldi, birkaç adım attı sonra yine durdu, gidemezdi, gidemedi geri döndü. Bu tereddütü bir daha yaşadı… Şerîkk de heyecanlanmıştı. Asıl soğukkanlılığını koruması gereken oydu. İşâreti duyulmamış olamazdı. Hem Müslim’in hem de hizmetkârların duyacağı bir sesle söylemişti. Beklenen ve plânlan olmamıştı. Su isterken içi kavrulmamış olsa da şimdi içi kavrulmuştu. Kızgınlığını ve hayâl kırıklığını ustaca kelimelerin içine yerleştirerek yeniden seslendi: “Ölümüm ondan olacak olsa da bana su verin. Beni sudan mı koruyorsunuz!?” Suyun gecikmesi tabiî bir gecikme değildi. Şerîk’in sözleri ve tavrı da farklı idi. İbn Ziyâd’ın hizmetkârı, aynı zamanda koruması olan Mehrân tehlikeyi sezmiş, tuzağı anlamıştı. Efendisine dokundu. İbn Ziyâd da dokunuşun manÂsını anlamıştı. Derhal ayağa kalktı ve kapıya yöneldi. Şerîk onu odada tutmak istiyordu. Arkasından seslendi: “-Ey Emîr! Sana bazı tavsiyelerim var!” İbn Ziyâd; “-Döneceğim!” diye cevap verdi. Nasıl döneceğini Allah bilirdi. Ancak İbn Ziyad tamamıyla uyanmamıştı. Kendisine tuzak kurulabileceğine, bunun Şerîk’in evinde olabileceğine fazla ihtimâl vermiyordu. Hizmetkârı onu zorlarcasına evden çıkarttı; aceleyle atına bindirdi ve hayvanı hızla harekete geçirdi. Mehrân, sanki bu devrede nefesini tutmuş gibiydi, bütünüyle efendisini korumaya kilitlenmişti. Hareket edince sanki derin bir nefes almıştı. Efendisine; “-Seni öldürmek istediler!” dedi. Sesi emîn ve kararlıydı. İbn Ziyâd onun bu sözlerine; “-Yazıklar olsun! Ben onların dostuydum. Bu insanlara ne oluyor?” diye hayıflı bir cevap verdi. Sözleri Mehrân’ın kuruntu yaptığı manâsı taşımıyordu. Ona inanmıştı. Mehrân tecrübeli biriydi, kolay yanılmazdı. Şaşkınlığı hayâtın bir dilimini paylaştığı, birçok istişârede bulunduğu, dostluğuna ve iyi tavsiyelerine şâhid olduğu Şerîk’in tavrına idi. O ziyâretine gitmişti. Bu ziyâretin halkı da rahatlatacağını zannetmişti. Sanki ümitlerinin hepsi birden çökmüştü. Kasrına doğru yol alırken beyninde fırtınalar esiyor, iç dünyâsında ihtimaller, öfkeler, kavgalar, sorular ve cevaplar birbiriyle yarışıyordu… |
10 Şubat 2014, 13:11 | Mesaj No:25 |
Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 | Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434 Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-26 Aynı hayâl kırıklığını daha fazlasıyla yaşayan biri daha vardı: Şerîk İbn A‘ver. Müslim’e; “-Neden çıkmadın. Seni engelleyen neydi? Neden onu öldürmedin?” dedi. Sesinde, tavrında ve sorusunda hayâl kırıklığının izleri vardı. Şerîk, hayâl kırıklığında haklıydı. Böyle bir fırsat bir daha ele geçmezdi. Geçmeyecekti. Tuzakları anlaşılmış, Vâlî’yi ortadan kaldırmaya kadar uzanabilecek kararlılıkları belli olmuştu. İbn Ziyâd, bundan sonra daha tedbirli ve dikkatli olacaktı. Bütün tehlikeler ortadan kalkıncaya kadar da halk arasına karışmayacaktı. Şaşkınlık yaşasa da bu tuzak en çok onun işine yaramış, onu uyarmıştı. Artık her an ihtiyatlı davranmayı seçecekti. Müslim, Şerîk’in hayâl kırıklığı ve sitem dolu sorusuna cevap verdi: “Rasûlullah’tan gelen bir hadîs. O şöyle buyuruyor: (( الإِيماَنُ ضِـدُّ الْفَتْـكِ، لاَ يَفْتِـكُ مُؤْمِنٌ.)) “Îmân, gizlice insan öldürmeye zıttır. Mü’min, tuzak kurarak gizlice, habersiz durumdaki bir insanı öldürme yolunu seçmemelidir.”[1] Onu bu şekilde evinizde öldürmeyi doğru bulmadım.” Bu, çok sâfiyâne bir cevaptı. Müslim’in gösterdiği delîl doğru bir istidlâl şekli miydi, tartışılırdı. Ancak cevabı ve öldürmeme sebebi ne olursa olsun kuş kafesten uçmuştu. Bir daha kolay kolay kafese girmeyeceği de artık bilinen bir hakîkatti. Şerîk kaçan fırsatı ifâde eder bir tavırla; “-Eğer onu öldürseydin, şimdi kasrda sen oturuyor olurdun. Kimse de bunu yadırgamaz, ona arka çıkmaya kalkmazdı. Basrâ’yı da sen yönlendirirdin. Onu öldürseydin zâlim ve fâcir bir insanı öldürmüş olurdun,” dedi. Kaçan fırsata üzgünlüğü her hâlinden belli idi. Söylediklerinde o daha haklı görünüyordu. Gelecek günler artık ne getirirdi, bunu ancak Allah bilirdi. Ancak gökyüzünde biriken bulutlar, yerden savrulan tozlar gibi yaşananlar hiç de pırıltılı ve ferâh günlerin habercisi değildi. Şerîk bundan üç gün sonra vefât etti. O da, bütün kavga ve kargaşaları geride bırakmıştı… Kûfe ileri gelenleri Hânî’nin kapısına dayanmışlar, onu Vâlî Ubeydullah’ın yanına varması için zorluyorlardı. Râzı edinceye kadar ısrarlarına devam ettiler. Sonunda Hânî’yi alarak Ubeydullah’ın yanına getirdiler. Hânî’ huzûra girince Ubeydullah, yanında oturan Kâdı Şüreyh’e[2] döndü. Demek istediğini bir şâirin sözleriyle özetledi: “Ben onların yaşamasını istiyorum, onlar benim ölümümü.” Hânî’ Ubeydullah’a selâm verdi. Ubeydullah’ın karşılığı soruyla oldu: “-Yâ Hânî’! Müslim İbn Akîl nerede?” Hânî’; “-Bilmiyorum,” dedi. Hânî’nin evine kadar ulaşmayı başaran, onun evinde Müslim’e biât eden ve Humus’tan getirdiğini söylediği parayı teslîm eden Temîm asıllı âzâdlı ayağa kalktı.Ubeydullah Hânî’ye; “-Bu şahsı tanıyor musun?” diye sordu. Hâni’ çaresiz; “-Evet,” diye cavap verdi. Elleri yana düşmüştü. Ömründe kendisini hiç bu kadar çâresiz hissetmemişti. Zihnindeki bütün kurgular silinmişti. Gelirken bu buluşmayı nasıl geçiştireceğinin hesaplarını yapıyor, söyleyeceklerini ve davranışlarını zihninde evirip çeviriyor, farklı durumlara göre kendisini ayarlamaya çalışıyordu. Şimdi çâresizdi. İnkâr da faydasız… [1] Hadîsi, bu şekliyle İbn Kesîr, Târîh’inde zikrediyor.(El-Bidâye ve’n-Nihâye (8/ 156). Hadîs, Sünen-i Ebû Dâvûd’da, Cihâd bölümünde(3/ 212-213) Ebû Hureyre’den “zıt” kelimesi yerine yakın manâyı vurgulayan bir başka kelimeyle nakledilir. Hadisin lafzı şöyledir: (( الإِيماَنُ قَيَّـدَ الْفَتْـكِ، لاَ يَفْتِـكُ مُؤْمِنٌ.)) “Îmân, mü’mini gizlice insan öldürmekten korur. Mü’min, tuzak kurarak gizlice, habersiz durumdaki bir insanı öldürme yolunu seçmemelidir.” Her iki şekilde de hadîs, mü’minin ğadr yolunu seçmemesini istiyordu. Harb ilânından, mücâdele fiilen başladıktan sonra da mı böyleydi? Bu ayrıca incelenmesi gereken bir konuydu. Hadîsin şerhi için bak: (Câmiu’l-Usûl 10/ 209). [2] Şüreyh İbn Hâris el-Kindî. Kâdî Süreyh olarak tanınır. Tâbiî devrinin en meşhûr kâdîsıdır. Hz Ömer, Osman, Ali ve Muaviye devirlerinde kâdîlık yapmış Haccâc’ın Irak Vâlîlği yaptığı devrede affını isteyerek bu makâmdan çekilmiştir. Fıkhî bilgisi engin, hadîs rivâyetinde sika, hâkimlikte güvenilir bir insandır. Edebiyât ve şiirde tanınmış ve sayılı insanlardan bilinmiştir. Uzun ömürlü bir ilim ehlidir. İslâm Hukûk Târîhinde ciddî bir yeri vardır. Hicrî 78 târîhinde Kûfe’de vefât etmiştir. |
10 Şubat 2014, 13:13 | Mesaj No:26 |
Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 | Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434 Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-27 “ – Allah Emîr’in hâline salâh kazandırsın. Onu evime ben dâvet etmedim. O geldi ve kendini evime attı,” diyerek evine sığınan bir insana ev sâhibi olarak vefâ gösterdiğini dile getirmeye çalıştı. Ubeydullah; “-O zaman onu bana getir,” dedi. Sesi emredici ve kesin kararlıydı. Hânî’ durumun giderek daha da tehlikeli bir hâl aldığının farkındaydı. Zâlimden merhamet beklemenin faydası yoktu. “-Vallahî ayağımın altında olsa ayağımı kaldırmam bile! Onu size teslîm etmem!” dedi. Ubeydullah adamlarına; “-Onu yaklaştırın!” diye emretti. Yaklaştırdılar. Elinde harbe vardı. Bütün gücüyle Hânî’nin yüzüne indirdi. Darbeyle kaşı yarılmış, burnu kırılmıştı. Hiçbir şey düşünemez olmuştu. Kendini topladığı an zâbitlerden birinin kılıcını ele geçirmek istedi, mâni oldular. Dövüşerek ölmek, çâresizlik yaşamaktan, eli kolu bağlı ölmekten daha iyi idi. Olmadı. Gelecek ânları, günleri düşünemiyordu. Ne olacaksa olsundu. Artık çekinmiyor, aldırmıyordu. Ubeydullah; “-Allah artık kanını bana helâl kılmıştır. Çünkü sen Harûrâlısın,” dedi.[1] Sonra hapsedilmesinin emretti. Hânî’yi kendi ayağıyla yanına geldiği bir anda öldürmekten çekinmişti. Hânî’nin kabîlesi yabana atılacak bir kabîle değildi. Çok geçmeden ileri gelenleri kasrın kapısına dayanmışlardı bile. Hânî’nin öldürüldüğünü zannediyorlardı. Ubeydullah içeriden gürültülerini duydu. Yanında bulunan Kâdî Şüreyh’e; “Yanlarına çık. Onlara; -Emîr, Hâni’yi Müslim İbn Akîl’in yerini söyletmek için tutuklattırdı, de. Adamlarının hayâtta olduğunu söyle. Sultânımız ona vurdu ama vuruşu öldürücü değildi de. Buradan derhâl ayrılsınlar ve ne kendi ne de adamlarının kanlarını ve canlarını helâl hâle getirmesinler.”Kasrın kapısına dayanan gurup bu sözlerin arkasından evlerine dağıldı. Şimdi siyasî hamleler ve tesîrleri devreye giriyordu. Müslim, savaş meydanında hakîkaten yiğit bir insandı. Ancak savaşın sadece meydanda cereyân etmediği de bir başka hakîkattı. Saray önlerine gelip hasmını kıstırınca beklememeliydi. Hemen gizli açık bütün çıkışları tutmalı, saray içinin halkla bağını her açıdan kopartmalı, halkın arasında insanların direncini ve zaaf noktalarını tesbît eden, onları yönlendiren insanlar bulundurmalı, varsa ayıklamalı, yoksa dışarıdan sızmalara mâni olmalıydı. Çıkan her sesten, uçan her sinekten haberi olmalıydı. Kısa zaman içinde saray plânını çıkarmalı, kasrı ele geçirmek, vâlî ve adamlarının irâdesini çökertmek için harekete geçmeliydi. Heyecân sönmeden, çevresindekilerin zihinlerinde farklı ihtimâller dönüp dolaşmadan, şeytân damardaki kana karışmadan o fitneyi söndürmeliydi. Olmadı. Belki de kan dökmeden istediğini elde etmek istiyordu, elde edemedi. Ancak bu tavrı, daha çok kan dökülmesinin sebebi de olabilirdi. Hâni’nin evindeki tavrının kendisini buralara getirdiği gibi. Karşı siyâset harekete geçti. Saraya sığınan, Ubeydullah’ın yanında bulunan kabîle reîsleri, şehrin ileri gelenleri sarayın çatısında, duvarlarında, balkonlarında görünmeye başladılar. Herkes kendi yakınlarına saray önünden ayrılmaları için işâret ediyor, iş3aretle harekete geçmeyenleri, ayak sürüyenleri tehdît ediyorlardı. Bu, “Müslim’in ordusunu terk edin yoksa!..” demekti. Çok geçmeden yaprak dökümü başlamıştı. Soğuk ve sert rüzgâra direnen yapraklar da vardı. Şimdi Müslim’in yapmadığını Ubeydullah yapmaya başlamıştı. Gizlice saraydan çıkardığı bazı emîrleri ve kabîle reîslerini halkın içine saldı. Halk arasında dolaşmalarını, Müslim’in yanında yer almanın nasıl bir tehlike olduğunu, onun yanında yer alıp devlete karşı durmanın başlarına neler açabileceğini, verecekleri bedelin çok ağır olacağını, Şâm’dan gelecek güçlü bir ordunun geride neler bırakarak döneceğini iyi düşünmelerinin gerektiğini onlara anlatmalarını emretti. Devlet yanında yer almak onları yükseltir, aksi büyük belâlarla yüzleşmelerine, başlarına belâ almalarına sebep olurdu... [1] Hârûrâ’: Kûfe yakınlarında bir beldenin adıdır. Hâricîler buraya nisbet edilerek anılmıştır. Çünkü Hz. Ali’ye karşı çıktıktan sonra ilk toplantılarını burada yapmışlar, kendileri için burayı merkez ve sığınak olarak hazırlamışlardı. (Lisanü’l-Arab 4/ 185). Sonraki yıllarda aşırılıkları ile tanınanlar, yersiz, faydalı, faydasız suâller soranlar da buraya nisbet edilerek anılır olmuştur. Ubeydullah İbn Ziyâd’ın Hânî’ye; “-Sen Harûrâlısın,” sözü ise “-Sen asîlerdensin ve öldürülmeyi hak ediyorsun” manâsına söylenmiş bir sözdür. |
10 Şubat 2014, 13:14 | Mesaj No:27 |
Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 | Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434 Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-28 Müslim İbn Akîl, haberi duymuştu. Artık durulacak zaman değildi. Atına atladı ve anlaştıkları şiârı[1] haykırmaya başladı: “Ya Mansûr, emit!” Ses dalga dalga yayılıyordu. Kûfe kaynamaya başladı. Bu sırada Ubeydullah, bir araya toplanan insanlara Hânî' hakkında konuşma yapıyor, ihtilaf çıkarmanın, karşı gelmenin ne derece tehlikeli ve yersiz olduğunu anlatıyor, için için insanları tehdîd ediyor, cesâret kırıyor, göz yıldırıyordu. 4.000 kadar Kûfeli gelerek Müslim’in yanında yer aldılar. Kûfeliler içinde Muhtâr İbn Ebî Ubeyd de vardı. Elinde yeşil bir bayrakla gelmiş yerini almıştı. Abdullah İbn Nevfel İbn Hâris de kırmızı bir bayrak taşıyordu. Müslim bir araya gelen orduyu nizâma soktu. Bayrak taşıyanları ordunun sağ ve kol kanatlarının başına verdi. Kendisi ortada yer aldı. Ordu, Ubeydullah’ın konuşma yaptığı yere doğru ilerledi. Kûfe ileri gelenleri Ubeydullah’ın yanında, çoğu da hemen minberinin altında yerlerini almışlardı. Gözcüler koşarak geldi ve Vâlîye, Müslim İbn Akîl’in orduyla yaklaştığı haberini ulaştırdılar. Ubeydullah bu kadarını beklemiyordu. Bütün dikkatine ve tedbîrlerine rağmen hazırlıksız yakalanmıştı. Çevresinde yer alan büyüklerle birlikte alelacele kasra girdiler ve kapıları kapattılar. Çok geçmeden Müslim gelerek ordusuyla birlikte kasrın kapısına dayanmıştı. Şu anda Ubdeydullah’ın içinde bulunduğu şartlar hiç de ümit verici görünmüyordu. Saraya kıstırılmış durumdaydı. Çevresinde savaşabilecek, Müslim’in ordusuna karşı koyabilecek adam sayısı azdı, dışarıdan yardım gelmesi de zordu... [1] Parolayı. Ortaya çıkış parolasını. |
10 Şubat 2014, 13:15 | Mesaj No:28 |
Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 | Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434 Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-29 Şimdi siyâsî hamleler ve tesîrleri devreye giriyordu. Müslim, savaş meydanında hakîkaten yiğit bir insandı. Ancak savaşın sadece meydanda cereyân etmediği de bir başka hakîkattı. Saray önlerine gelip hasmını kıstırınca beklememeliydi. Hemen gizli açık bütün çıkışları tutmalı, saray içinin halkla bağını her açıdan kopartmalı, halkın arasında insanların direncini ve zaaf noktalarını tesbît eden, onları yönlendiren insanlar bulundurmalı, varsa ayıklamalı, yoksa dışarıdan sızmalara mâni olmalıydı. Çıkan her sesten, uçan her sinekten haberi olmalıydı. Kısa zaman içinde saray plânını çıkarmalı, kasrı ele geçirmek, vâli ve adamlarının irâdesini çökertmek için harekete geçmeliydi. Heyecân sönmeden, çevresindekilerin zihinlerinde farklı ihtimâller dönüp dolaşmadan, şeytân damardaki kana karışmadan o, fitneyi söndürmeliydi. Olmadı. Belki de kan dökmeden istediğini elde etmek niyetindeydi, elde edemedi. Ancak bu tavrı, daha çok kan dökülmesinin sebebi de olabilirdi. Hâni’nin evindeki tavrının kendisini buralara getirdiği gibi. Karşı siyâset harekete geçti. Saraya sığınan, Ubeydullah’ın yanında bulunan kabîle reîsleri, şehrin ileri gelenleri sarayın çatısında, duvarlarında, balkonlarında görünmeye başladılar. Herkes kendi yakınlarına saray önünden ayrılmaları için işâret ediyor, işâretle harekete geçmeyenleri, ayak sürüyenleri tehdît ediyorlardı. Bu, “Müslim’in ordusunu terk edin, yoksa!..” demekti. Çok geçmeden yaprak dökümü başlamıştı. Soğuk ve sert rüzgâra direnen yapraklar da vardı. Şimdi Müslim’in yapmadığını Ubeydullah yapmaya başlamıştı. Gizlice saraydan çıkardığı bazı emîrleri ve kabîle reîslerini halkın içine saldı. Halk arasında dolaşmalarını, Müslim’in yanında yer almanın nasıl bir tehlike olduğunu, onun yanında yer alıp devlete karşı durmanın başlarına neler açabileceğini, verecekleri bedelin çok ağır olacağını, Şâm’dan gelecek güçlü bir ordunun geride neler bırakarak döneceğini iyi düşünmelerinin gerektiğini onlara anlatmalarını emretti. Devlet yanında yer almak onları yükseltir, aksi büyük belâlarla yüzleşmelerine, başlarına belâ almalarına sebep olurdu... Ubeydullah’ın halk arasına saldıkları, onun tembîhlerini yerine getirmeye başladılar. Herkes kendi yakınlarının, tanıdıklarının arasında dolaşıyor, geleceğe yönelik gönüllere korku salmaya devam ediyorlardı. Bir süre sonra anneler gelmeye başladı çocuklarının yanlarına. Müslim’in ordusunda yer alanların anneleri. Sadece anneler de değil, yaşlı babalar, kardeşler ve hanımlar… Sessizce yaklaştılar çocuklarının, kardeşlerinin ve eşlerinin yanlarına; “-Yarın Şâm ordusu çıkar gelirse bu sayıyla onlara karşı ne yaparsınız?” dediler. “-Sen eve dön. Şimdilik diğer insanlar zaten yeter de artar bile!” Birkaç kişinin yokluğunun hiçbir şey değiştirmeyeceğini dile getirdiler. Dinlenmeye ihtiyâcının olduğunu, birkaç gün dinlenmenin doğru olacağını, bu zaman zarfında da bulanıklığın gideceğini, sislerin dağılabileceğini, önlerini, gelecek günlerini daha iyi görür hâle geleceklerini, o zaman harekete geçmelerinin, ne tarafı tutacaklarını tâyin etmenin daha doğru olacağını söylediler. Onlar çocukları, kardeşleri, eşleri için hakîkaten endîşe ediyorlardı. Söylediklerini de bu endîşe ve samîmiyetle söylüyorlardı. Söylenilen sözler, yapılan ısrarlar çok geçmeden tesîrini göstermeye başladı. Dirençler kırılıyor, irâdeler çöküyordu. Zihinlerdeki bahâneler artık birbiriyle yarışıyordu. Ayrılışlar başlamıştı. Ayrılan her insan geride kalanların üzerinde buruk bir tesir bırakıyor, sanki bir karanlık sessizce kasrın önünde bekleyenlerin üzerine çöküyordu. Başlayan yaprak dökümü giderek daha da hızlanmıştı. Kalplerde çoğalan endîşeleri artırarak devam ediyordu… Sayı 500 civârına düşmüştü. Burada da durmadı. Sayı düşünce geride kalanların ve yakınlarının korkusu daha artmıştı. Korkuyla birlikte ısrr da arttı. Azalma devam ediyordu. Müslim’in çevresinde yer alanların sayısı kısa bir zaman diliminde 300 civarına düştü. Kavuran sıcağın altında hızla buharlaşmaya devam eden bir su birikintisine benziyorlardı. Yapraklar dökülmeye, sular buharlaşma devam etti ve sayı 30’a düştü. 4.000 sayısının eriyerek 30 kişiye, sadece 30 kişiye düştüğünü düşününüz. Bütün bunlar yaşanırken, Müslim hangi duygular içindeydi bilemiyoruz. Târîh bunu bize aktarmıyor. Ancak onun yerine kendini koyan her insan, o duygulardan bir kısmını kendi kalbinde hissedebilir... |
10 Şubat 2014, 13:16 | Mesaj No:29 |
Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 | Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434 Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-30 Adamlarıyla birlikte gün de bitmiş, güneş mechûl yarınlar için yeniden ufkun arkasında kaybolmuştu. Müslim, buruk duygular içinde kalan adamlarına kırık kalbiyle akşam namazını kendi kıldırdı. Namazın peşinden yanında kalanlarla birlikte Kinde kapılarına yöneldi. Kapılardan çıktığında yanında on kişi kalmıştı. Erime devam ediyordu. Müslim, artık hiç kimseye hiçbir şey söyleyecek durumda değildi. Sessizliğini, kalbinde volkana dönen hüznünü, öfkesini, kırgınlığını içinde gömülü tutuyor, çâresizliğin bataklığına doğru her an biraz daha çöküyordu. Çöken karanlık acaba bütünüyle onun kalbine mi çöküyordu!? Gece serinlik getirirdi, sükûnet getirirdi, rahat getirirdi. Bu nasıl serinlik, nasıl sükûnet, nasıl bir rahattı. Bu gece siyah perdelerini indiriken acaba Müslim’den daha acı bir şekilde bir başka insanların üzerine de indirmiş miydi? Onun yüreğinde yanan ocak, şu anda acaba kaç kişinin yüreğinde yanıyordu? Rabbim bu gece nasıl sabah olacaktı? Nasıl bir güne açılacaktı? Yeni günün güneşi nelerin üzerine doğacaktı?.. Son on kişi de gecenin karanlığından istifâde ile arkasından sessizce ayrılmış, Müslim yabancısı olduğu bir şehirde yapayalnız kalmıştı. Artık yanında ne yol soracak biri vardı, ne de teselli veya ümit verecek bir sesin sâhibi. Yanında bir kişi bile olsa onun varlığının kendisine sıcaklık vereceğini hissediyordu. Ona şimdi ne yapalım? diye sorabilirdi. Nasıl cevap verirse versin, önemli değildi. Yanında sesini duyan, cevap veren birinin bile olmasının ne kadar kıymetli olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu. Gidiyordu, nereye gittiğini bilmiyordu. Evi yoktu, sığınacak yeri de yoktu. “-Bize gidelim, ben seni saklarım,” diyen hiç yoktu. Gidiyordu, mechûle doğru. Zihnindeki düşünceler de hep mechûle uzanıyordu… Hedefsiz ilerliyordu, karanlık giderek daha koyulaşıyordu. Sanki onu eteklerinin altına saklar gibi semâdan yere sarkıyor, giderek görüş mesâfesini daraltıyordu. Bineğini kendi hâline bırakmıştı. O da sâhibinin hedefsiz ilerlediğini bilir gibiydi. O da rast gele ilerliyordu... |
10 Şubat 2014, 13:17 | Mesaj No:30 |
Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 | Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434 Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-31 Bir kapının önüne geldi. Bineğinden indi, kapıyı çaldı. Evden bir kadın çıktı. Müslim kadına; “-Bana su verir misin?” dedi. Kadın, bu garip, ümitleri yıkılmış, kalbine çöken karanlık gecenin karanlığından daha koyu, sesinde bile hüzün titreyişleri olan yabancıya su getirdi. Müslim, kendisine sunulan suyu içti. Boşalan kâseyi sessizce kadına uzattı. Ona ne diyeceğini bilemedi. Zihni başka şeylerle doluydu. Hem çok doluydu hem de çok boş… Bu nasıl olurdu? Olmuştu işte. İçtiği su susuzluk duygusunu gidermişti. Ancak içinin yangınına fayda etmemiş, sızlayan gönül yaralarının sızlayışlarına dermân olamamıştı. Karanlık yolunu aydınlatamamış, onu sürüklendiği uçurumun kenarından çekip alamamıştı. Yaralı kalbi sızlamaya, hattâ kanamaya devam ediyordu. Keşke yarası hançer yarası olsaydı. Öyle olsaydı bu kadar acı vermez, bu kadar kendini dermansız hissetmezdi. Sarardı, kan kaybını önlerdi, tedavisi için çırpınırdı. Tedavi edecek tabib arardı. Şimdi hiçbirini yapamıyordu. Ne yapacağını da bilmiyordu. Hıyânetin kalbine düşürdüğü ateş, vefasızlığın iç dünyâsında meydana getirdiği tarif edilemez boşluk, bakışlarını bulanıklaştırmış, nice zorluklara göğüs geren, nice mücadeleye, nice yorgunluk ve uykusuzluğa dayanan bedenini güçsüzleştirmişti. Hiç bu kadar gariplik, yalnızlık, çâresizlik çekmemiş, bu kadar ne yapacağını, nereye gideceğini bilmez bir duruma düşmemişti. Su içtiği kâseyi kadına uzatırken bile; “-Bundan sonrası..?” der gibiydi. Şimdi ne olacaktı? Nereye gidecekti, niçin gidecekti? Önünde dibi görülmez bir uçurum, bütün düşüncelerin ve ümitlerin üzerine çökmüş bir karanlık vardı. Ne var ki kadın bu tereddütlü ellerin ne demek istediğini anlamadan kaseyi aldı, evine döndü. Kapısının önündeki insanın iç dünyasındaki yangını hissedemedi. Kapanan kapı çaresiz yolcuyu kendi dertleri ile dışarıda bırakmıştı. O üzerine düşeni yapmıştı. Suya muhtâç bir insana su vermişti. Müslim, kapının önünde öylece kalakaldı. Bir insan için gidecek yerinin olmasının, belli bir hedefinin bulunmasının ne kadar büyük bir nimet olduğunu şimdi çok daha iyi anlıyordu. Dağları, ovaları, sahraları, vahaları, ormanları, bağları, bahçeleri, rüzgârların her mevsim serin estiği yaylaları, bıkmadan, usanmadan, yorulmadan akan nehirleri, vâdîleri, dere ve nehir boyları, denizleri ve gölleri ile yeryüzü ne kadar genişti. Onun için ise ne kadar , hem de ne kadar dardı. Yerinden kıpırdamasa da boşluk denizinde yüzüyor, fırtınalar içinde çalkalanıyordu. Kapı açıldı, kadın yine dışarı çıktı. Garip yolcu oradaydı. Kadın şaşırdı. Biraz önce suya muhtâc, yorgun ve tâkatsiz bir insana yardım ettiği için sevinmiş, içinde saâdet pırıltıları hissetmiş, bu duyguyla evine girmişti. Şimdi o güzel duyguların kızgınlık almıştı. İçinde öfkenin varlığı hissedilen bir sesle kapısındaki yolcuya; “-Sen suyunu içmedin mi?” diye sordu. Sorulan elbette ki suyun içilip içilmediği değildi. Müslim, soruyla ne kastedildiğini biliyordu. Yine de soruya bilinen ve beklenen cevabı verdi: “-Evet içtim!” Onun sönük çıkan sesinde ise şevk kırıklığı, ümit kaybı, çâresizlik vardı. Şimdi kadından gelecek sözleri bekliyordu. Sözlerin tatlı sözler olmayacağı belliydi. Ne kadar acı olursa olsun yaşadıklarından daha acı olamazdı. Kadın bu garip yabancıya ölçülü davranmayı tercîh etti. O kötü birine benzemiyordu. Durgundu, sessizdi, sudan başka bir şey istememişti. Derdi neydi bilemiyordu. Bildiği bir şey varsa, o da yabancı birinin kapısının önünde oturmasının doğru olmadığıydı. “–Hadi âilenin yanına git. Allah sıhhat ve âfiyet versin. Kapımın önünde oturman doğru değil,” dedi. “Buna hakkın yok! Bundan sonra sana iyi davranamam.” Kadın hem haklıydı, hem de olgun davranmaya özen göstermişti. Kadın haklıydı da Müslim haksız mıydı? İç içe sorular, üst üste düğümler, dibi bulunmaz kuyular içinde kıvranan oydu… |
Konuyu Toplam 3 Kişi okuyor. (0 Üye ve 3 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Kalpten Kalbe Giden Yol | TufeyL | Makale ve Köşe Yazıları | 1 | 27 Temmuz 2023 18:31 |
Kırık Yürekle Şehadete Vuruldum... | İslaminesil | Serbest Kürsü | 0 | 24 Mart 2014 20:52 |
Akıp Giden Zaman | ilahiyatçı 1 | Makale ve Köşe Yazıları | 0 | 04 Şubat 2013 12:25 |
Doğruya Giden Yol... | İqra | Muhtelif Konular | 2 | 25 Aralık 2011 15:12 |
Ta ciğerinden söküp, şehadete teslim et beni… | YaŞuHa | Şiirler ve Şairler | 0 | 07Haziran 2011 13:33 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|