Durumu: Medine No : 15316 Üyelik T.:
18 Aralık 2011 Arkadaşları:3 Cinsiyet:Erkek Memleket:Kayıp bir Kentten Yaş:44 Mesaj:
744 Konular:
145 Beğenildi:308 Beğendi:97 Takdirleri:3844 Takdir Et:
| Cevap: Tasavvuf nedir? Tasavvuf/Tarikat Nedir
Tasavvuf ve Tarikat insanın Nefsin hasletleri ile kirlenmiş olan ruhu, kalbi ve özünü maddi ve manevi temizlenmesini gaye edinen ve bunda da başta Efendimiz (s.a.v) olmak üzere kuran da övülmüş Peygamberlerin güzel ahlaklarını öğretmeyi ve kazanmayı hedef edinen bir yoldur. Nitekim ayette:De ki: “Rabbim ancak, açık ve gizli çirkin işleri, günahı, haksız saldırıyı, hakkında hiçbir delil indirmediği herhangi bir şeyi Allah’a ortak koşmanızı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.” (Araf 33) buyrulmuştur. Ayettede görüleceği gibi açık ve gizli çirkin işler günahlar bildirilir ki işte Tasavvufun ana mantığı ve âmâcıda aleni ve gizli bütün günahlardan kişiyi temizlemektir. Açık ve gizli bütün kötülüklerden kişi uzak durmak zorundadır çünkü Rabbimizin emridir ayette: De ki: geliniz size rabbınız neleri haram kıldı okuyayım: ona hiç bir şey'i şerik koşmayın, babanıza ananıza iyilikten ayrılmayın, yoksulluk yüzünden evlâdınızı öldürmeyin, sizin de onların da rızkınızı biz veririz, fevahışe: açığına da, gizlisine de yanaşmayın, Allahın muhterem kıldığı nefsi haksız öldürmeyin, işittiniz a, işte size o bunları ferman buyurdu, gerektir ki aklınız erer (Enam 151)
Velhasıl kin, haset, şirk, gazab, şehvet vs.günahlar batını hasletlerdirki sadece tasavvuf erbabı değil her Müslüman bunlardan mesuldür üzerlerine vacibtir kaçınmalıdır.
Tarikat Allaha (c.c) temiz bir şekilde ulaşmak için gidilen yol demektir. Tasavvufla aynı manaya haizdir. Ayette: Sizden her biriniz için bir şeriat(Şir’a) ve bir (Minhac) yol koyduk. (Maide 48)
Fahreddin Râzî, Ebussuud, Hâzin ve Âlusî hazretlerinin tefsirlerinde beyan ettikleri üzere şir’adan murad şeriat, minhacdan maksatsa nurlu bir yol olup o da tarikattır.
Ayete: Bizim uğurumuzda mücahede edenlere gelince elbette biz onlara yollarımızı gösteririz ve şübhesiz ki Allah her halde muhsinlerle beraberdir (Ankebut 69)
Ayette: "Bizim uğrumuzda cihad edenler..." ifadesi, "delillerimize bakan, buna gayret sarfedenler" Tarikat manasına; "Biz onlara elbette yollarımızı gösteririz" cümlesi de, "Biz onlarda, Bizi tanıma bilgisini (marifetullahı) meydana getiririz ve bunu alabildiğine izahlarla açıklarız" manasına işarettir. "Allah muhsinlerle beraberdir" cümlesi daha üstün bir dereceye işarettir. Tamamen toparlanacak olursa sanki Hak teala şöyle demek istemiştir: "Bazı kimseler Hak'dan uzaktırlar, bir türlü yaklaşamazlar. Bunlar, kâfirlerdir. Bazıları ise, "nazar" ve "suluk" İle yaklaşırlar. İşte bunların bu halleri, «Kendilerini Hakk'a götürür ve yaklaştırır. Bazılarının da Allah beraberlerinde olur, onlara yaklaşır. Onlar eşyayı O'ndan öğrenir, O'nu eşyadan öğrenmezler. Birşeyle beraber olan, onu daha nasıl arar." O halde ayetteki, "Daha zalim" (68 ayeti) cümlesi birincilerine; "Uğrumuzda cihâd edenler" cümlesi ikincilerine; "Allah muhsinlerle beraberdir" cümlesi de Üçüncülerine işarettir. Kitabının sırlarını en iyi bilen Allah'dır.(Fahrettin Razi-Mefatihül Gayb)
Ayette:Ey insanlar işte size rabbınızdan bir mev'ıza ve gönüller derdine bir şifa, ve mü'minler için bir hidayet ve rahmet geldi (Yunus 57)
Ayette geçen Mevıza kelimesi halkın zahirinin temizlenmesine işaret ediyor bu şeriattır. Şifa kelimesi fasit ve batıl inançlardan, kötü ahlaktan (Tabi ruhların) nefis temizlenmesine işaret ediyor bu tarikattır. Huda kelimesi hakikat nurunun sıddıkların kalbine doğmasına işarettir bu ise hakikattır. Rahmet ise kişinin tam kemal derecesine vardığına ve eksik insanların elinden tutma seviyesine çıktığına işarettir ki bu da Nübüvvettir.( Fahrettin Razi-Mefatihül Gayb)
Rahmetin Risalet ve Nübüvvet olduğu diğer bir ayette de: (Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik (Enbiya 107) buyrulur.
Evliyâullah hazerâtına göre Kur’an ve Sünnet, nurlu yolun başlangıcı, “Tarîkat” da bu yolun devamıdır.
İmamı Gazalî'ye göre tasavvuf, "Kalbi Allah'a bağlayıp O'nun dışındakilerle ilgiyi kesmektir". Diye tarif eder. Sühreverdî de şöyle tanımlar: "Başlangıcı ilim, ortası amel, sonu ilahî bağışlardır".
Tasavvuf tarihi incelendiğinde Bütün tasavvuf büyüklerinin yukarda da belirttiğim gibi Peygamberlerin kuran da anlatılan kıssalarından ve Efendimizin (s.a.v) o mükemmel hayatından hareketle Allaha (c.c) övülmüş birer kul olabilmek için çaba sarf ettikleri ve ölçü olarak bunları kabul ettikleri çok net görülür. Nitekim nefsin mertebelerinin her bölümünde görüleceği üzere Allahın da (c.c) insanı kendisine temizlenmiş bir şekilde gelmesini istediği ayetlerden, hadislerden çok net anlaşılmaktadır. Günümüzde bazı kesimlerin, tasavvuf eleştirmenlerinin ifade ettiği, Efendimiz (s.a.v) zamanında tasavvuf, tarikat varmıydı gibi gülünç ve cahilane iddialarını da biz nasipsizlik olarak addediyoruz ve onların Tasavvuf büyüklerinin Sünneti rasulullahı (s.a.v) ölçü edindiklerini görmezden gelmelerini geçiyor, Efendimizin (s.a.v) hayatından da habersiz olduklarını anlıyoruz. Eğer onlar Efendimizin (s.a.v) görevini iyi anlamış olsalardı Risalet vazifesi döneminde tavırlarını, fiillerini ve sözlerini iyi bilmiş olsalardı Tasavvuf büyüklerinin Hayatlarıyla bunu kıyas edip çok rahat bu yolun Peygamberler (aleyhimüs salevâtü vet teslîmâtü vet tahiyyât) ahlakının icrası ve kulluk eğitiminin ocakları olduğunu anlamış olacaklardı. Muhtemel ki onlar tasavvuf ve tarikat terimlerinin asrısaadette kullanılmamasından hareketle bu iddiayı sergilemişlerdir. Bu da ayrı bir cahilliktir ki terim olarak o dönemde kullanılmaması o dönemde tasavvufun içeriğinin yaşanmadığı anlamına gelmez. O dönemde malumunuz dinle alakalı her şey fıkıh diye tabir edilir dinin kaynağı, fıkıh denil dimi kuran ve sünnet olduğu bilinirdi. Ve Batını meseleleride Fıkıhtan bilirlerdi. Daha sonra Tabiinden itibaren. Fıkh-ı Ekber tabiri, akâid ve tevhid ilmini, Fıkh-ı Vicdâni kavramı, nefis terbiyesi ve ahlâk ilmini, sadece fıkıh kelimesi ise, ameli konuları kapsamaya başladı her biri ayrı ilim dalı haline geldi. Ancak giderek fıkıh ilmi yalnız ibadet, muamelât ve ukubâti içine alacak şekilde "amellerin" ilâvesiyle tarif edilmiştir. Mecelle'nin 1. maddesindeki târifte şöyle denilmiştir: "İlm-i fıkıh mesâil-i şer'iyye-i ameliyye"yi bilmektir. (Ş.İslam asn.)
Hakeza Ömer Nasuhu bilmen de hukuki islamiye ve ıstılahı fıkhıye kamusunda der ki:
İmamı Âzam Hazretleri fıkhı: «Marifetünnefsi malehn ve ma aleyha = in¬sanın lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir» diye tarif etmiştir. Bu tarife na¬zaran fıkha itikadiyat ve ahlâk mesaili de dahil bulunmaktadır. Şu kadar var ki, bu mesail, gide gide pek ziyade tevessü ve inkişaf etmiş, mevzuları başka baş¬ka bulunmuş olmakla fıkhın tarifine«min cihetil amel = amel cihetiyle» kaydı ilâve edilerek fıkhın daire i şümulünden itikadat ile ahlâkiyat hariç bırakılmış¬tır. Binaenaleyh bugün ilmi fıkıh, ilmi kelâm ile ilmi ahlâk birer müstakil ilim halinde bulunmaktadır.(hukuki Kamus ö.n.bilmen-fıkıh mad.)
Yukarda ki izahlarda da görüleceği üzere, Tasavvufta asrısaadette mevcutken zamanla müstakil bir ilim haline gelmiştir. Bu İslam ilimlerinin tarihi serüvenini birazcık araştıranların çok net bir şekilde göreceği bir hakikattir.
Bir diğer eleştiri ise tasavvuf tanımında getirilir. Ve denir ki bunca tarif vardır herkes bir şey söylemiş bunun hangisi tasavvuftur. Biz de bunu diyene sorarız: Bu verilen bütün tanımlar hakikatın Rabbimizin emirlerinin, Kuranın ve sünnetin içerisine dahilmidir deyil mi dir. Deyildir derse bizde haktan sapmış olursun deriz. Rabbimiz Kuranda iman eden herkesi Müslüman tabir ederken ve İtikatta kelime i şehadet getiren her insan (İçki, zina kumar vs. günahlar işlemesine rağmen inkara kalkmadıkça birer günahkar ) Müslüman sayılırken, ama imanın merhaleleri anlatılırken Mümin, Müttaki, Salih, Mukarrebun, Sadık vs. diye kuran genellemeye giderken ve bu terimlerin genel manada Müslümanlık içinde olduğunu, ama her müslümanın sıddık, Salih, Müttaki ve Hanif olamıyacağını, bunların imanın kemalat dereceleri olduğu açıkça işlenirken, siz nasıl tasavvuf hakkında tek bir tabir beklersiniz. Çünkü tasavvuf yolunda ilerleyen ve gide bildiği, ulaştığı, imanı kemalatın hangi noktasına uygunsa bu büyüklerde ulaştıkları noktadan tarif etmişlerdir. Şimdi aşağıda verilen tariflerin bu izahtan hareketle hangisi yanlıştır İslam dışıdır.
Maruf Kerhî'ye (ö. 200/815) göre, "Tasavvuf, gerçekleri almak, halkın elinde bulunandan umut kesip yüz çevirmektir". Seriyü's-Sakatî'ye (ö. 251/865) göre, "Tasavvuf, güzel ahlaktır". Ruveym bin Ahmed el-Bağdadî'nin (ö. 303/915) tanımı şöyledir: "Kendini Allah'ın dilediği şey üzerine bırakıvermen, O'nun iradesine mutlak olarak teslim olmandır". Ebu Said Ebu'l-Hayr'a (ö. 440/1048) göre, "Tasavvuf, kafanda ne varsa bırakman, elinde olanı vermen ve başına gelenden sızlanmamandır". Eseri, tasavvuf klasiklerinden başlıcası sayılan Kuşeyrî (ö. 465/1072) şöyle tanımlar: "Tasavvuf, Allah dışındaki her şeyden el çekmek, tanınmamayı seçmek ve hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktır". Gazalî'ye (ö. 505/1111) göre tasavvuf, "Kalbi Allah'a bağlayıp O'nun dışındakilerle ilgiyi kesmektir". Ebu Necib el-Sühreverdî de (ö. 563/1168) şöyle tanımlar: "Başlangıcı ilim, ortası amel, sonu ilahî bağışlardır".
Evet, örnekleri çoğaltmak mümkündür yapılan tariflerden açıkça yaptığımız izah doğrultusunda kati bir şekilde anlaşılıyor ki tasavvuf tariflerinin hiç birisi İslam dışında değil. Demekki her veli zat bulunduğu noktanın bereketiyle tasavvufu tarif etmiştir. Unutmayın Ebu Bekir Sıddık (r.a) müslümandı ama lakabı sıddıktı ve İmanda en üstteydi. Hz. Ömer (r.a) müslümandı ama Faruktu ve Adalette en zirvedeydi. Hz. Osman (r.a) müslümandı ama Zinnureyndi ve Hayâda en zirvedeydi. Hz. Ali (r.a ) müslümandı ama Mürtezaydı ve Velayette ve İbadette en zirvedeydi. Bu bile kuranın genellemesinin sahabe arasında adlandırıldığının bariz alametidir. Şimdi hulefai raşidin (Rıdvanullahi Ecmain) kendi bulundukları konuma göre islamı tarif etseler, Hz. Ebu Bekir (r.a) İslam Aleni ve Gizli her türlü şirkten temizlik ve sadakattir. Hz. Ömer (r.a) İslam Adalettir. Hz. Osman (r.a) İslam Hay’adır. Ve Hz. Ali (r.a) Halisane hiçbir varlığı araya sokmadan Allaha İbadettir. Deseler bu tariflere yok bu kadar çok tarifmi olur hangisi İslam diye sorulurmu? Elbette ki Hepsi islamın tarifidir ve içinde vardır. İşte tasavvuf tarifleri de aynen böyledir.
Tasavvuf yolunun hakikat yolu olduğunu, diğer ilim dallarıyla kıyaslayarak söyleyen, Tasavvufun mahiyetini bizzat yaşayarak tecrübe eden (yaşamadan anca iftira edenler gibi değil) imamı gazali hazretleri bu hususta der ki: Kesin bir şekilde anladım ki, tesavvuf ehli, Allahü teâlânın yolunda olan kimselerdir. Onların hâlleri, hâllerin en iyisidir. Yolları, yolların en doğrusudur. Ahlâkları ahlâkların en temizidir. Dînin esâsına vâkıf olan âlimlerin ilmi, hükemânın hikmeti, onların hâllerinden ve ahlâklarından bir kısmı nı değişdirmek, dahâ iyi bir hâle getirmek için bir araya gelse, buna imkân bulamazlar. Dahâ iyisini ortaya koyamazlar. Onların zâhiren ve bâtı nen bütün hâl ve hareketleri, nübüvvet kandilinin ışığından alınmışdır.
Yeryüzünde ise, nübüvvet ışığından başka aydınlanacak bir nûr yokdur.Hâsılı bir tarîkat, bir yol ki, ilk şartı olan temizlik, kalbden mâsivâyı, ya’nî Allahü teâlâdan başka herşeyi çıkarmakdır. Bunun anahtarı, kalbin dâimâ Allahü teâlâyı anmakla meşgûl olmasıdır. Bu hâl, nemâzdaki iftitâh tekbîri mesâbesindedir. Netîcesi, temâmen Allahü teâlânın varlığında yok olmakdır. Böyle bir yol hakkında başka ne söylenebilir.
Allahü teâlânın varlığında yok olmanın son mertebe sayılması, başlangıçda istek ve irâde ile yapılabilen hâllere göredir. Yoksa aslında o fenâ makâmı, tarîkatın başlangıcıdır. Ondan önceki hâller, bu yolun yolcuları için, sokak kapısı ile evin asl kapısı arasındaki avlu durumundadır. Tarîkatın başlangıcından i’tibâren keşfler, müşâhedeler başlar. Hattâ öyle olur ki, sâlikler (tarîkat yolcuları) uyanıkken melekleri, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” rûhâniyyetlerini görürler. Sözlerini işitirler ve onlardan pekçok fâideler elde ederler. Dahâ sonra onların rûhâniyyetlerini ve sîretlerini görmekden öyle yüksek derecelere yükselme hâli hâsıl olur ki, bunu sözle anlatmak mümkin değildir (el münkizü mineddalal-İmamı Gazali) Nitekim ayette: Bu sûretle İbrâhîme göklerin ve yerin melekûtünü gösteriyorduk ki yakîn hâsıl edenlerden olsun (Enam 75)buyurulur.
Hz. Peygamber (s.a.s)"Eğer şeytanlar insanoğlunun kalbini sarıp kuşatmasaydı, onlar gökler âlemini seyrederlerdi' (Müsned, 2/363. ) Bediüzzaman hazretleride Mektubatta 29 ncu Mektubun Telvihât-ı Tis’a bölümünde Tarikat hakkında derki: Sual: Tarikat nedir? Elcevap: Tarikatin gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mirac-ı Ahmedînin (a.s.m.) gölgesinde ve sâyesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-i ruhanî neticesinde, zevkî, hâlî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeye mazhariyet; “tarikat,” “tasavvuf” namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir.
Evet, şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i mâneviyesi hükmündedir. Evet, insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misillü, kâinatın bir nevi merkez-i mânevîsi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu, had ve hesaba gelmeyen ehl-i velâyetin yazdıkları milyon-larla nuranî kitaplar gösteriyorlar.
İşte, madem kalb ve dimağ-ı insanî bu merkezdedir; çekirdek haletinde bir şecere-i azîmenin cihazatını tazammun eder ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinenin âletleri ve çarkları içinde derc edilmiştir. Elbette ve herhalde, o kalbin Fâtırı, o kalbi işlettirmesini ve bilkuvve tavırdan bilfiil vaziyetine çıkarmasını ve inkişafını ve hareketini irade etmiş ki, öyle yapmış. Madem irade etmiş; elbette o kalb dahi akıl gibi işleyecek. Ve kalbi işlettirmek için en büyük vasıta, velâyet merâtibinde zikr-i İlâhî ile tarikat yolunda hakaik-i imaniyeye teveccüh etmektir. Üçüncü telvihte devamla derki:
Velâyet bir hüccet-i risalettir; tarikat bir burhan-ı şeriattır. Çünkü risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniyeyi, velâyet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, risaletin hakkaniyetine kat’î bir hüccettir. Şeriat ders verdiği ahkâmın hakaikini, tarikat zevkiyle, keşfiyle ve ondan istifadesiyle ve istifazasıyla o ahkâm-ı şeriatın hak olduğuna ve haktan geldiğine bir burhan-ı bâhirdir. Evet, nasıl ki velâyet ve tarikat, risalet ve şeriatın hücceti ve delilidir; öyle de, İslâmiyetin bir sırr-ı kemâli ve medar-ı envârı ve insaniyetin, İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyâtı ve bir menba-ı tefeyyüzâtıdır.
Tarikat erbabının imanlarını kurtarma hususunda ve eğri olanlar yüzünden hepsinin kınanmasını beyan ederek Bediüzzaman üçüncü telvihte devamla derki:
Tarikat, yani Sünnet-i Seniyye dairesinde tarikatin hasenâtı seyyiâtına kat’iyen müreccah olduğuna delil, ehl-i tarikat, ehl-i dalâletin hücumu zamanında imanlarını muhafaza etmesidir. Âdi bir samimî ehl-i tarikat, sûrî, zâhirî bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarikat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebâirle fâsık olur, fakat kâfir olmaz, kolaylıkla zındıkaya sokulmaz. Şedit bir muhabbet ve metin bir itikadla aktab kabul ettiği bir silsile-i meşâyihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütmediği için, onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zındıkaya giremez. Tarikatte hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zat da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir.
Birşey daha var ki: Daire-i takvâdan hariç, belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreplerin ve tarikat namını haksız olarak kendine takanların seyyiâtıyla tarikat mahkûm olamaz. Tarikatin dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarikatler olduğu gibi, âlem-i küfrün ve siyaset-i Hıristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müthiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kale-i İslâmiyeden bir kalesidir. Merkez-i hilâfet olan İstanbul’u beş yüz elli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beş yüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde Allah Allah diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır.
İşte, ey akılsız hamiyetfuruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarikatin, hayat ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz. Dokuzuncu telvihte ise bediüzzaman hazeretleri tarikatın 9 faydasını beyanla derki:
Tarikatin pek çok semerâtından ve faidelerinden yalnız burada dokuz adedini icmâlen beyan edeceğiz. Birincisi : İstikametli tarikat vasıtasıyla, saadet-i ebediyedeki ebedî hazinelerin anahtarları ve menşeleri ve madenleri olan hakaik-i imaniyenin inkişafı ve vuzuhu ve aynelyakîn derecesinde zuhurlarıdır. İkincisi: Makine-i insaniyenin merkezi ve zembereği olan kalbi, tarikat vasıta olup işletmesiyle ve o işletmekle sair letâif-i insaniyeyi harekete getirip netice-i fıtratlarına sevk ederek hakikî insan olmaktır. Üçüncüsü: Âlem-i berzah ve âhiret seferinde, tarikat silsilelerinden bir silsileye iltihak edip ve o kàfile-i nuraniye ile ebedü’l-âbâd yolunda arkadaş olmak ve yalnızlık vahşetinden kurtulmak ve onlarla dünyada ve berzahta mânen ünsiyet etmek ve evham ve şübehâtın hücumlarına karşı onların icmâına ve ittifakına istinad edip, herbir üstadını kavî bir senet ve kuvvetli bir burhan derecesinde görüp, onlarla o hatıra gelen dalâlet ve şübehâtı def etmektir. Dördüncüsü: İmandaki marifetullah ve o marifetteki muhabbetullahın zevkini, sâfi tarikat vasıtasıyla anlamak; ve o anlamakla dünyanın vahşet-i mutlakasından ve insanın kâinattaki gurbet-i mutlakasından kurtulmaktır. Çok Sözlerde ispat etmişiz ki, saadet-i dâreyn ve elemsiz lezzet ve vahşetsiz ünsiyet ve hakikî zevk ve ciddî saadet, iman ve İslâmiyetin hakikatindedir. İkinci Sözde beyan edildiği gibi, iman, şecere-i tûbâ-i Cennetin bir çekirdeğini taşıyor. İşte, tarikatin terbiyesiyle o çekirdek neşvünemâ bulur, inkişaf eder. Beşincisi: Tekâlif-i şer’iyedeki hakaik-i lâtifeyi, tarikatten ve zikr-i İlâhîden gelen bir intibah-ı kalbî vasıtasıyla hissetmek, takdir etmek-o vakit taate, suhre gibi değil, belki iştiyakla itaat edip ubûdiyeti ifa eder. Altıncısı: Hakikî zevke ve ciddî teselliye ve kedersiz lezzete ve vahşetsiz ünsiyete, hakikî medar ve vasıta olan tevekkül makamını ve teslim rütbesini ve rıza derecesini kazanmaktır. Yedincisi: Sülûk-ü tarikatin en mühim şartı, en ehemmiyetli neticesi olan ihlâs vasıtasıyla, şirk-i hafîden ve riyâ ve tasannu gibi rezâilden halâs olmak ve tarikatin mahiyet-i ameliyesi olan tezkiye-i nefis vasıtasıyla nefs-i emmârenin ve enâniyetin tehlikelerinden kurtulmaktır. Sekizincisi: Tarikatte, zikr-i kalbî ile ve tefekkür-ü aklî ile kazandığı teveccüh ve huzur ve kuvvetli niyetler vasıtasıyla âdetlerini ibadet hükmüne çevirmek ve muamelât-ı dünyeviyesini a’mâl-i uhreviye hükmüne getirip sermaye-i ömrünü hüsn-ü istimal etmek cihetiyle, ömrünün dakikalarını, hayat-ı ebediyenin sümbüllerini verecek çekirdekler hükmüne getirmektir. Dokuzuncusu: Seyr-i sülûk-ü kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyât-ı mâneviye ile, insan-ı kâmil olmak için çalışmak; yani hakikî mü’min ve tam bir Müslüman olmak; yani, yalnız surî değil, belki hakikat-i imanı ve hakikat-i İslâmı kazanmak; yani, şu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı Zülcelâline abd olmak ve muhatap olmak ve dost olmak ve halil olmak ve âyine olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle, benî Âdemin melâikeye rüçhaniyetini ispat etmek ve şeriatın imanî ve amelî cenahlarıyla makamât-ı âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir.(Bediüzzaman Mektubat 29 mektup 9 Kısım) Allaha Giden yol Nefsin tanımı ve mertebeleri-h kerrar |